Sosyalist İşçi 626

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

626

11 Ekim 2018 3 TL. sosyalistisci.org

İSCİLER YÜZDE 40 FAKİRLESTİ , ,, MİLYONER SAYISI 193 BİNE CIKTI ,

sayfa 2-3-9

KRİZİN FATURASINI MİLYONERLER ÖDESİN! NEBİYE ARI İLE RÖPORTAJ

“MÜLTECİLER KRİZİN VE YOKSULLUĞUN SEBEBİ DEĞİL, EN BÜYÜK MAĞDURU” sayfa 5

EKİM DEVRİMİ BUGÜNÜMÜZDÜR sayfa 6-7


2

GÜNDEM

AKP EŞİTTİR TÜRKİYE Mİ?

MİLYONER SAYISI DA ARTIYOR TUTUKLANAN İŞÇİ SAYISI DA!

Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’nin kaderiyle AKP’nin kaderinin örtüştüğünü söylediği konuşması, bu güne kadartüm söylediklerinden ayrı bir öneme sahiptir. Gelişmeler bir kez beka kaygısını sonlandırmak için üretilen politikalara bağlanmışsa, beklenti anormal siyasal, küresel ve askeri gelişmeler olarak kodlanmışsa, bu gelişmelerin göğüslenmesi için devletle örtüşen merkezi siyasal güçlerin sarsılmaması gerekmektedir. Örneğin, MHP liderliğinin Erdoğan’ın bu görüşlerinde bir olağanüstü yan olduğunu görmemesi enteresan. Bu, bir gün AKP-MHP ittifakı bozulduğunda MHP’nin beka sorununu göğüsleyen siyasal güçle didişmeye başlaması olarak kodlanacak. ‘AKP eşittir Türkiye’ denklemi, AKP’ye karşı muhalefetin Türkiye’nin çıkarlarına karşı çıkmakla eşitlenmesi anlamına gelir. Bu, muhalefetin bütünüyle manasız hale getirilmesi sürecinin ilk adımıdır. Siyasal gücün aşırılaştırılıp merkezileştirilmesinin zirvesi, partiyle devletin özdeşleştirilip partinin liderinin de devletle özdeşleştirilmesidir. Türkiye’nin bekası AKP’nin bekasına indirgenirken, gerçekten de Erdoğan siyaseti bıraksa bugün aldığı oyları alamayacağı açık olan AKP’nin geleceği de Erdoğan’ın siyasal gücün merkezinde durup durmayacağına indirgeniyor. Bu, kuşkusuz muhalefete gözdağı vermek anlamı taşır, ama bu siyasal açıklama daha çok Erdoğan’ın önce kendi partisinin liderliğine, yönetim kademelerine, tabanına ve özellikle kendisini Erdoğan’la aynı çıkar birliği içinde gören yoksul ve emekçi kesimlerine uyarısı olarak görülmelidir. Dönemi karakterize eden bir süreç siyasal gücün aşırı merkezileşmesi, siyasal istikrarsızlık ve ekonomik kriz ise, bir diğer süreç de toplumda yaşanan benzersiz yoksullaşmadır. “Yerli-milli bir hamasetle yüklü” konuşmaların, açlığa, işsizliğe yakalanma riskini her saniye yaşayan insanlarda yaratacağı etkiyle karnı tok, işi garanti olan insanlarda yaratacağı etki bütünüyle birbirinden farklıdır. Kriz yoksulları her geçen gün şiddetle çarpıyor. Tuvalet kağıdı, yumurta, peynir, soğan gibi ürünler aşırı pahalı ürünler kategorisine giriyor. Serbest piyasa mantığıyla kriz fırsatçılığı el ele gidiyor. Bazı fırıncılar yeni ayda ekmeği 2 liradan satacağını açıklarken hükümet ekmeği pahalı satanların ihbar edilmesini talep ediyor. Fakat fırın patronlarına karşı sesini yükselten hükümet, hem 100 günlük ekonomi programında hem de Berat Albayrak’ın açıkladığı egemen sınıfa bir ölçüde güven veren Yeni Ekonomik Program’da büyük sermayeyi kolluyor, sermayenin krizden darbe almadan çıkmasının hedeflendiği görülürken, krizin bütün faturasının işçi sınıfına çıkarıldığı görülüyor. Bunun bizzat AKP’ye oy veren işçi sınıfında kızgınlığı büyüttüğünü görmemenin tek nedeni, zaten bu işçi sınıfının ‘bidon kafalı’ olduğunu düşünmek olabilir. İşçi sınıfının fikirleri değişiyor, işçi sınıfı öfkeleniyor, kızgınlık bir harekete geçme isteği doğuruyor. Ama hareket, birleşik bir işçi hareketine dönüşmeden kalıyor. Dönemi, bir başka açıdan da şöyle tarif edebiliriz: Ezilenler açısından bir yandan kızgınlığın, öfkenin biriktiği, ama öte yandan egemen sınıf ve devlet eliyle sürekli olarak korkunun pompalandığı, korku duvarının tüm gediklerinin her geçen gün güçlendirildiği bir dönemden geçiyoruz. Korku ve kızgınlık yan yana işleyen iki ruh hali ve emekçiler hem korkuyor hem de kızıyor. Korkunun yanı sıra bir başka gerçek daha var: Muhalefet diye ortaya çıkan güçler, hem işçi sınıfından kopuk hem de işçi sınıfının siyasal eğilimlerini, hatta daha da öte, bizzat işçilerin kendilerini aşağılayan bir yaklaşıma sahipler.

Havalimanı direnişinde tutuklu işçi sayısı 34’e ulaştı.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)

verilerinden yola çıkılarak yapılan haberlere göre, Türkiye’deki milyoner sayısına 53 bin 439 kişi eklendi. Yani banka hesabında milyondan fazla para olan insan sayısı geçen yıla göre 50 binden fazla artmış durumda. Bu bilginin diğer yanındaysa aylardır almadığı maaşını, tahtakurularından temizlenmiş yatakhaneleri ve saygıyı talep ettiği için tutuklanan 3. havalimanı işçileri var. Ekonomik kriz, banka hesabında milyonları olmayanlar için hızla derinleşiyor. Artan gıda fiyatları, elektrik ve doğalgaza gelen zamlar, üretime ara veren fabrikalar, yükselen enflasyon hayatı emekçiler için her geçen gün daha da zorlaştırırken öfkeyi de biriktiriyor. 3.Havalimanı işçilerinin eylemi ve hükümetin karşılığı, krizle birlikte iktidarın kendisini nasıl bir tehlikenin beklediğinin gayet farkında olduğunu gösterdi. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve iş cinayetlerinin durması için eylem yapan yüzlerce işçi gece operasyonuyla gözaltına alınmış, onlarcası tutuklanmış, işçiler tekrar eylem yapmış ve tekrar devlet baskısıyla karşılaşmıştı. Havalimanı işçilerinin eylemiyle ilgili

ERDOĞAN’DAN AVRUPA BİRLİĞİ REFERANDUMU SİNYALİ Erdoğan, geçen hafta yaptığı bir konuşmada Avrupa Birliği üyeliği için referandum yapabileceğinin sinyalini vererek "Bizim Avrupa Birliği'ne katacağımız çok şey var. Onların da bize katacağı çok şey olabilir ama böyle giderse, bu mantıkla giderse bize düşen de herhalde 81 milyona gitmek, 81 milyon ne karar veriyor ona bakmak” dedi. Erdoğan ayrıca Avrupa ülkelerini örnek göstererek, "Referandumlara da aslında alışmak lazım" diye ekledi. Seçimle yönetilen siyaset

Korkunun mu mücadele isteğinin mi kazanacağını belirleyecek olan işçi sınıfının içinde birleşik bir mücadelenin örülmesi için sınıfı bölen eğilimlerin hangi hızla aşılacağıdır.

Erdoğan’ın bu açıklamasının altında yatan birinci neden, seçim ile yönetilen bir siyaset yapma biçimine alışmış olmak. Erdoğan, Türkiye’nin mevcut kutuplaşma eksenlerini aşan bir muhalefet ortaya çıkamadığı sürece, kendisinin ve 16 yıl devam eden iktidarı boyunca bir seçim kazanma makinesi gibi çalışan partisinin sandık mücadelesi konusundaki becerisine ve başarısına güveniyor. Dolayısıyla idam, AB gibi çeşitli önemli meselelerde ilk gündeme getirdiği öneri, en iyi bildiği ve dolayısıyla kendisi için de kazanması en kolay yol olan sandığa gitmek oluyor.

Not: Geçen sayıda bu köşede Salih Müslim yerine Müslim Şahin yazılmıştır. Düzeltir, özür dileriz.

Öte yandan tabanda oluşan durgunluğu bir referandum kutuplaşmasıyla aşmak ve yeniden bir kitlesel

dayanışma basın açıklamasından sendika temsilcilerine polis şiddeti ve tutuklamalar sürüyor. Bu devlet baskısına bir de anaakım medyadan işçilere dair kara propaganda hikaye üretimi eşlik ediyor. Bu kadar “normal” talepler için eylem yapan işçilerin böylesi bir baskıyla karşılaşması şaşırtıcı gelebilir. Ancak bu deneyim sadece iktidarın sermayenin, şirketlerin, bankaların, patronların temsilcisi olduğunu kanıtlamıyor. Aynı zamanda kriz döneminde her türlü işçi eyleminden son derece korktuğunu da gösteriyor. Havalimanı işçilerinin en basit talepleri için bile verilecek en küçük taviz, halihazırda süren irili ufaklı direnişlere, ekonomik kriz karşısında birikmekte olan öfkeye, farklı sektörlere, işten çıkarma tehdidine, üretime ara veren işyerlerindeki işçilere ilham ve özgüven veren bir gelişme olabilirdi. İktidar tam da bu yüzden havalimanı işçileri nezdinde tüm işçi sınıfına bir mesaj vermeye çalışıyor. En küçük bir geri adımın çok daha yaygın ve kitlesel bir işçi sınıfı mücadelesine yol açabileceğinden korkuyor ve devlet baskısını yoğunlaştırıyor. İktidar bloğuna ve patronlara hakkı için mücadele eden her işçiyi cezaevine yollayamayacaklarını göstermenin en iyi yolu işçi sınıfının birliğinden geçiyor.

seferberlik sağlamak, kitlelerin heyecana gelmesi için olanaklar yaratmak istiyor. Referandum, AKP’nin heyecanını yitiren tabanına yönelik bir şok tedavisi olarak görülmeli. Batı karşıtlığı ile şişirilen milliyetçilik Ancak Erdoğan bu öneriyi getirirken, aslında, sonucunu kestiremediği bir referandumdan bahsetmiyor. Türkiye, özellikle Suriye iç savaşından ve 16 Temmuz darbe girişiminden bu yana Kürtlere yaklaşımdan temel hak ve özgürlüklere kadar pek çok konuda Batı ile ters düşüyor. Yaşanmakta olan ekonomik kriz de dahil olmak üzere yaşanan her olumsuzluğun nedeni Batı olarak görülüyor, yükselen milliyetçiliğin temel eksenlerinden birini de Batı karşıtlığı oluşturuyor. Yapılan araştırmalara toplumun yaklaşık yüzde 60’ının Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olduğunu gösteriyor. Ancak Erdoğan’ın önerisindeki asıl mesele AB’ye girip girmemek değil, bunun için referanduma gitmesine gerek yok. Erdoğan’ın bu açıklamayı yapmasının bir diğer nedeni, uzun zamandan beri MHP’nin de ortaklığı ile birlikte milliyetçilik yelkenini Batı karşıtlığı ile şişiren iktidarın, toplumu ve siyaseti bu eksen üzerinden yeniden taraflaşmaya ve kutuplaşmaya zorlamak ve böylece bugüne kadar büyük faydasını gördüğü çeşitli başka kutuplaşmalardan olduğu gibi bundan da kendi iktidarını pekiştirerek çıkmak.


GÜNDEM

KRİZ KONTROL ALTINA ALINDI MI?

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

EKİM 1917: BİR SAVAŞ BİTİRME YÖNTEMİ OLARAK DEVRİM 1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi, sonrasında yaşanan gelişmelerin karakteri, bu gelişmelerin içerdiği şiddet ve Stalinizm gibi bir karabasanla sonuçlandığı için tarihin normal akışı içinde küçük bir aksama olarak görülse de gerçek bunun bütünüyle ötesinde. Tıpkı 1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi’ne liderlik eden Bolşevik Partisi’nin özünde Stalinizm’in tohumlarını taşıdığı dolayısıyla Stalinizm bu parti anlayışının derinlerinde bir yerlerde kök salacak uygun toprağı bulduğu için hakim hale geldi fikri gibi, kestirme bir anlayışla Ekim Devrimi ve sonrası arasında otomatik bağlar kuruluyor. Sanki, devrimle birlikte dünya kapitalizmi, küresel sınıf mücadeleleri ve en önemlisi de Rusya’daki sınıf mücadelesi sona erebilirmiş ve bu mücadeleler hiç yaşanmamış gibi. Oysa bundan 101 sene önce gerçekleşen devrimin en önemlisi işlevinin barıştan yana aldığı net tutum ve dünya savaşını sona erdirme yeteneğin olduğu görülse 1917’ye başka bir açıdan da bakılabilir.

Enflasyonla mücadele paketi de boş çıktı.

Temel gıda ve tüm ürünlerde fiyatların yüzde 24.5 artığının açıklanmasından hemen sonra yapılan Ak Parti kampında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Türkiye tarihinin en büyük ekonomik saldırılarına maruz kalmasına rağmen 2 ayı bulmadan durumu büyük ölçüde kontrol altına aldık." dedi. Hükümetin IMF yerine tercihi McKinsey adlı şirketle olan anlaşma Erdoğan tarafından iptal edilirken, 15 yılın en yüksek enflasyon rakamını açıklayan TÜİK başkan yardımcısı da görevden alındı Küresel koşullar Amerikan Merkez Bankası ve Trump yönetimi, küresel piyasalardan doların çekilmesine, faizlerin yükseltilmesine, güçlü dolar politikasına devam edeceklerini söylüyor. “Kurdaki dalgalanmaların kontrol altına alındığı” açıklamasından iki gün sonra ABD faizlerindeki yükselişin dolara olan rağbeti artırmasıyla oluşan küresel dalga sonucu TL yine değer kaybediyordu. Türkiye şirketlerin 120 milyar dolarlık kısa vadeli borcunu ödemek için yeni borçlar bulamıyor. 457 milyar dolarlık toplam dış borç, TL'nin düşüşü ile katlanıyor. Krizi yaratan küresel ekonomik koşullar devam ederken, Erdoğan kabinesinin küresel finans şirketlerinin ve Türkiye hakim sınıflarının istekleri doğrultusunda ilan ettiği olağanüstü ekonomik kararlar yabancı sermayeyi ikna edebilmiş değil. Patronlar için seferberlik n Rekor faiz artırımları: Erdoğan yüksek faize karşı olduğunu söylese de Merkez Bankası bu sene üç kez ard arda faiz artırımlarına gitti. Türkiye dünyada en yüksek faiz veren ülkelerden biri olurken yabancı sermayenin kaçışı devam ediyor. n Ekonomik saldırı programı: Üç yıl boyunca uygulanacağı söylenen ekonomik program, her istikrar programın-

da olduğu gibi şirketleri ve bankaları kurtarmayı, onların borçlarını emekçilere ödetmeyi esas alıyor. Patronlardan tam destek alan bu kararlar, IMF programlarında yer alan şeyler. Fakat bu da kredi musluklarını açmış ve TL'ye değer kazandırmış değil. n Enflasyonla topyekun mücadele programı: Yüksek fiyatların indirilmesi ve dondurulması yönünde hiçbir karar ve yaptırım ilan edilmezken, üç ay yüzde 10 market indirimleriyle alışveriş teşvik ediliyor. Hükümetin ve patronların enflasyonla mücadeleden anladıkları, maliyetlerin düşürülmesi ve verimliliğin artırılması. İşten çıkarmak, iş saatlerini uzatmak; daha çok işi daha az işçiye düşük ücretle yaptırmak. Stokçuluk ve vurgunculukla mücadele, bireysel ihbar çağrılarıyla sürdürülürken alım gücü yüzde 30 azalan milyonlarca insanın gelirini artırmak yönünde hiçbir adım yok. n Bankaların ve şirketlerin kurtarılması: Dışardan kaynak bulamayan hükümetin bankaları kurtarmak için bir süper banka kuracağı; batık kredilerin buraya aktarılarak bilançoların temizleneceği ve Cumhurbaşkanı'nın yönetiminde olan bu bankanın istediği şirkete kredi vereceği söyleniyor. Öte yandan İşsizlik Fonu'ndan kamu bankalarına 11 milyar liranın aktarıldığı ortaya çıktı. Kıdem tazminatı fonu gibi bir çok girişimle işçilerin parası, bankalar ve sigorta şirketleri için sermaye yapılmak isteniyor. Bankaları ve şirketleri kurtarmak için seferberlik var. Krizin ağır sonuçlarını yaşayan emekçi sınıfların yaşam koşullarını iyileştirme yönünde hiçbir niyet ve adım yok. n Siyasi kriz: Krizi derinleştiren, Türkiye'yi yönetenlerin AB ve ABD ile kavgaları. Trump'la kavgalı olanlar barışıyor. Avrupa Birliği ile normalleşme yönünde hızlı adımlar atılırken, ABD ile kavganın akıbeti Pastör Brunson'un bırakılması kadar Rusya'dan S-400 alımı, İran'la ticari ilişkiler ve Suriye savaşıyla da belirlenecek. Belirsizlik ortamında net olan bir şey varsa hükümet ve etrafında laik-dindar demeden kenetlenen patronların faturayı emekçilere ödetme iradesi.

Daha dünya savaşının başlamasından önce Rus devrimci Lenin, savaşta “derimci yenilgicilik” verdiği bir taktiği önermişti. Bu, Rus işçilerinin Alman işçileriyle milliyetçi bir boğazlaşmaya girmesine kesin bir dille hayır diyen, tersine, Rus yoksullarının gerçek düşmanının Rus Çarlığı ve Rus burjuvazisi olduğunu vurgulayan bir önermeydi. Lenin, ilk bakışta aşırı görünen bu savaş karşıtı siyasetiyle aynı anda iki alanda mücadele ediyordu: Birincisi, Rus işçilerinin Rus milliyetçisi fikirlerden kopmasını savunuyordu. İkincisi ise savaşı sona erdirmek için, kendi egemen sınıfına karşı işçilerin devrimci isyanının zaruri olduğunun altını çiziyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda 13 ila 15 milyon arasında insanın öldüğü tahmin ediliyor. Bolşeviklerin Lenin’in ısrarı ve Rus işçilerinin basıncıyla kabul ettiği savaşa hiçbir süslü gerekçeyle taviz vermeyen politikalar, 1917 yılına gelindiğinde Rusya’da nüfusun büyük çoğunluğunun savunduğu politikalar haline gelmişti Zira hemen herkes, bu savaştan karlı çıkan tek gücün Rus patronlarıyla Çarlık hanedanlığı olduğunu kavramıştı. Savaşın cephede ve cephe gerisinde yarattığı yıkımı, hastalıkları, yoksulluğu, ölümleri tarif etmek imkansızdı. 1917 yılında patlayan Şubat devrimi açlığa ve savaşın yarattığı yıkıma karşı başlamıştı. Ekim ayında “Hemen barış” diyen tek parti olan Bolşevik Partisi işçierin meclislerinde çoğunluğu ele geçirdi. Ekim devrimiyle birlikte bu işçi çoğunluğu siyasal iktidarı ele geçirdi ve devrimle beraber kurulan işçi köylü hükümetinin ilk kararnamesi barış talebi oldu: Hükümet, “Tüm savaşan halkları ve bunların hükümetlerini adil, demokratik bir barış için derhal görüşmeleri başlatmaya çağırır.” Rus Devrimi’nden ilham alan Alman işçi sınıfının mücadelesi, Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesini sağladı.


4

DÜNYA

ABD: KADIN HAREKETİ BİR KEZ DAHA SOKAKTA

SUUD HANEDANLIĞI GAZETECİYİ NEDEN KAYBETTİ? Gazeteci Cemal Kaşıkçı, evrak işlemleri için girdiği Suudi Arabistan İstanbul başkonsoluğundan bir daha çıkamadı. Muhalif gazetecinin öldürüldüğü ve cesedinin vahşi yöntemlerle konsolosluktan çıkarıldığı söylenirken, Suud yönetimi bu haberlerin "düzmece" olduğunu söylüyor. Kaşıkçı, Suudi Arabistan devleti tarafından, neden gerilim yaşadığı Türkiye'nin sınırları içinde, tüm uluslararası teamüllere ve diplomasiye meydan okuyan bir şekilde kaybedildi? El Hayat ve New York Times'ta yazan tanınmış gazetecinin geçmişine ve savunduklarına bakıldığında bu sorunun yanıtları görülüyor. Kaşıkçı, Arap Baharı'ndan önce Suudi Arabistan'daki dini yapı ve eğitim sistemini eleştiriyordu. Siyasal İslam'ı eleştiren yazılarıyla ulema tarafından hedef gösterilmişti.

Washington, 4 Ekim 2018.

ABD’nin ırkçı ve kadın düşmanı başkanı Trump ve kur-

duğu kabine çok sayıda yolsuzluk ve skandal ile sarsılmaya devam ediyor. Son olarak Eylül ayında Yüksek Mahkeme üyeliği için aday gösterdiği yargıç Brett Kavanaugh hakkında tecavüz girişimi ve taciz iddiaları dile getirildi. Kavanaugh aday gösterildikten sonra psikoloji profesörü Christine Blasey Ford lise yıllarında Kavanaugh’un kendisine tecavüz etmeye çalıştığını ama çok sarhoş olduğu için başaramadığını söyledi. Bu iddia üzerine kurulan senato komisyonunda Ford ve Kavanaugh dinlendi. Kavanaugh iddiaları reddederek böyle bir olayın bugün söylenmesinin politik bir provokasyon olduğunu söyledi. Fakat ardından iki kadın daha 1980’lerde Kavanaugh tarafından cinsel saldırıya uğradıklarını açıkladılar. ABD'nin en yüksek yargı organı olan Yüksek Mahkeme’de 9 üye bulunuyor. Mahkeme üzerinde uzlaşmaya varılamayan kürtaj, idam, göçmen politikası, ırkçılık, seçmen hakları ve kampanya finansmanı gibi konularda kararlar alıyor.

Kavanaugh’a karşı mücadele sürerken üç kadının cinsel saldırı beyanı üzerine iki yıldır ABD’deki en kitlesel eylemleri ve 8 Mart’larda kadın grevi örgütleyen Uluslararası Kadın Grevi platformu sokaklara çağrı yaptı. Washington’da 4 Ekim’de gerçekleşen protestolara, çoğunluğu kadın binlerce kişi katıldı. Protestocular Senato binasına da girerek "Kavanaugh gitmeli" sloganları attı. Polis, senatör ofislerinin bulunduğu binada oturma eylemi yapan göstericilere müdahale etti. Aralarında komedyen Amy Schumer ve manken Emily Ratajkowski'nin de bulunduğu 302 gösterici gözaltına alındı. #MeToo hareketinin başarısı Kadın hareketi ABD’de Trump yönetimini en fazla zorlayan hareket haline gelmiş durumda. Trump’ın da birlikte olduğu porno yıldızlarına susmaları için seçim kampanyası bütçesinden para verdiği ortaya çıkmıştı. Kadınlar hakkında korkunç sözler telaffuz ettiği görüntüleri de medyaya düşmüştü.

Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu mahkemeye yeni bir muhafazakâr yargıcın daha girmesine karşı Amerikan solu cinsel saldırı dışında nedenlerle de mücadele ediyor. Demokrat Parti’de başkan adayı olan ve occupy hareketinin rüzgârı ile radikal sol bir kampanya gerçekleştiren Bernie Sanders, Kavanaugh için seçilmesi durumunda "işçi, kadın ve seçmen hakları konularında on yıllar sürecek olumsuz etkilerinin olacağını" söyledi.

2017 sonunda aktrist Alyssa Milano ünlü Hollywood yapımcısı Harvey Weinstein hakkında cinsel saldırıda bulunduğunu açıklamış ve bütün kadınları #MeToo (Ben de) hashtag’iyle yaşadıklarını sosyal medyadan ilan etmeye çağırmıştı. Hareket milyonlarca kadının yaşadıkları taciz ve tecavüzü anlattıkları bir ifşa kampanyasına dönüşmüştü. Kadın hareketinin bu kampanya ile başlayan ivmelenmesi 8 Mart’ta kitlesel gösteriler ile devam etmişti. Bugün Kavanaugh’u köşe sıkıştıran da bu hareketin sağladığı meşruiyet.

Trump, iddialar üzerine FBI’a soruşturma talimatı verse de FBI 5 günlük soruşturma sonucunda Kavanaugh’ın suçsuz olduğunu ilan ediverdi. Kadın düşmanı Trump, yaptığı konuşmalarda saldırıya uğradıklarını beyan eden kadınlarla dalga geçen ve onları aşağılayan ifadeler kullandı. Kavanaugh içinse “bir erkeğin hayatını mahvettiler” dedi. Son olarak 6 Ekim’de yapılan oylama sonucu Kavanaugh bütün muhalefete rağmen Cumhuriyetçi senato üyelerinin oyuyla Yüksek Mahkeme’ye atandı.

Amerikan yargı sistemi de diğer ülkelerde olduğu gibi erkeği önceleyen bir işleyişe sahip. Taciz ve tecavüz kanıtlanması son derece zor olaylar. Toplumsal baskı ve çeşitli bireysel zorluklar nedeniyle de çoğunlukla mağdur kadınlar uğradıkları saldırıyı açıklayamıyorlar. Bu nedenle kadın hareketi mahkemelerin bu zorlukları ve toplumsal eşitsizlikleri dikkate alarak taciz ve tecavüz iddialarında kadının mağduriyetini değil erkeğin yapmadığını ispatlaması gerektiğini savunuyorlar.

ENDONEZYA’YI DEPREM VE TSUNAMİ VURDU Endonezya’daki deprem ve ardından gelen tsunamide şu ana kadar 2002 kişi öldü. Altyapı sorunları nedeniyle çok sayıda

yere yardım ulaştırılamıyor. Hala yüzlerce bulunamayan insan var. Bazı yardım kamyonlarının yağmalandığı söyleniyor. Endonezya daha önce de benzer felaketleri yaşamıştı. 2004 yılında yaşanan deprem ve tsunamide 230 bin kişi hayatını kaybetmişti. O günden sonra tsunami

için erken uyarı sistemlerinin yerleştirileceği söylenmişti. Ancak aradan geçen 15 yılda bu konuda bir adım atılmadı. Gerekçesi ise bütçe yokluğuydu. Eğer erken uyarı sistemi yerleştirilmiş olsaydı kıyı şeritlerini boşaltmak için 1 saat kadar zaman kazanılabilir ve binlerce insan hızlıca tahliye edilebilirdi.

2011'de Mısır Devrimi'ni ve Arap Baharı'nı destekledi. Kaşıkçı, Suudi Arabistan'da ve Ortadoğu'da demokrasiyi savundu. Müslüman Kardeşleri ve Bahreynli Şii muhalifleri destekledi. Suudi Arabistan'da yazmasına ve konuşmasına yasak getirilmesi ise 2016 yılında Trump'ı eleştirmesi üzerine geldi. 2017 yılında ülkeyi terk etmek zorunda kalan gazeteci Suud yönetiminin Katar ablukasını ve Yemen savaşını da eleştiriyor. Suudi Arabistan'da 2017'de yolsuzluğa karşı yapıldığı açıklanan ve çok sayıda prensin gözaltına alındığı operasyonun, Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ın iktidarını pekiştirme operasyonu olduğunu savunması ile hedef haline geldiğini kendisi ve çevresi biliyordu. Kaşıkçı, aynı zamanda bin Selman'ın 2030 vizyonunu da destekliyordu. Bir takım yasakları kaldırıp ve Batı'yı tatmin edecek yönde açıklamalar yapan bin Selman, İstanbul'da Kaşıkçı'yı yok ederek, Suudi Arabistanlı muhaliflere, Müslüman Kardeşler ve Katar'ı destekleyen Türkiye'ye ve sürgündeki Ortadoğulu muhaliflere gözdağı veriyor. Trump'tan örtülü destek Suud hanedanlığını bu kadar pervazsız kılan Trump'ın desteği ve istekleri. Kaşıkçı'nın kaybedildiği İstanbul'da başkonsolusluk binası önünde yapılan eylemle 5. gününde dünyaya duyurulurken, Trump ortalıkta "çok kötü söylentiler" dolaştığını söylemiş ve "Umarım bu iş bir şekilde çözülür" demişti. Ertesi gün ise bu konu hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyerek bir aşamada bu konuda Suudi yetkililerle görüşeceğini belirtti. ABD yönetimi Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri ile Ortadoğu'da hem radikal hem de ılımlı muhaliflerin yok edilmesi üzerine geçen yıl anlaşmıştı. Selman bu anlaşma üzerine iktidara gelmişti. ABD'de yaşayan ve yazan gazetecinin akıbetiyle ilgilenmeyen ABD başkanı, Batı Virginia'daki mitinginde "Suudi Arabistan'ı koruyoruz. Onlar zengin diyebilirsiniz. Ve Kral'ı, Kral Selman'ı seviyorum. Ama ona dedim ki 'Seni koruyoruz —biz olmasak orada (iktidarda) 2 hafta bile duramazsın- Ordun için ödeme yapmalısın" demişti.

İnsan yaşamını önceleyen altyapı harcamalarına yatırım yapılmamasının ana nedeni neoliberal uygulamalar. Endonezya’nın kalkınma arzusu yıllardan beri kamu harcamalarının azaltılması ve şirketlerin ve özellikle finans sermayesinin çıkarlarını önceleyecek şekilde bütçenin kullanılmasına yol açıyor.

Ülkenin en zengin dört kişisinin en yoksul 100 milyon kişinin toplam gelirinden daha büyük bir servete sahip olduğu ülkede, yoksulların ölümüne ve evsiz kalmalarına yol açan yıkımların sorumlusu sermayenin kalkınma anlayışı. Endonezya’nın yaşadığı felaket kapitalizmin bir sonucudur doğa olaylarının değil.


RÖPORTAJ

5

“MÜLTECİLER KRİZİN VE YOKSULLUĞUN SEBEBİ DEĞİL, EN BÜYÜK MAĞDURU” Emek ve Adalet Platformu’ndan Nebiye Arı, Sosyalist İşçi’nin sorularını yanıtladı.

Nebiye Arı: Mülteciler günümüz Türkiye’sinde işçi mücadelesinin heralde en büyük imtihanı ve bir açıdan da turnosolu sayılabilir. Son yıllarda sayıları olağanüstü bir hızla artan Suriyeli göçmenler hemen her sektörde kendi varlıklarını gösterdiler. Ama özellikle en güvencesiz, en niteliksiz, koşulları en zor veya getirisi en düşük işlerde… Öyle ki bu işler bazen sadece Suriyelilere terk edilmiş olabiliyor. Mevsimlik tarım işçiliği, inşaat işçiliği, sezonluk işler ya da günübirlik istihdam dayatan yüzergezer işler bunlar arasından ilk akla gelenler. En “makbul” kesime işaret eden Türk, sünni, erkek işçilerin bile en doğal haklarını ararken hızla terörize edilebildiği bir memlekette, sosyal ve siyasal güvencesi, ya da "oyu" bile olmayan göçmen işçilerin başlarına gelene karşı “meşru” bir müdafaa geliştirebilmeleri çok mümkün olmuyor haliyle. Dolayısıyla krizin ve yoksulluğun sebebi değil, bilakis en büyük mağduru konumundalar. Direnişin dışında bırakılmaları düşünülemez elbette.

Dindar/laik kutuplaşması işçi sınıfının krize karşı mücadele olanaklarını nasıl etkiliyor? Birleşik bir mücadele örmek için sol ne yapmalı? Nebiye Arı: İktidar ve sermaye sınıfı, işçilerin bölünmesi noktasında işbirliği içerisinde, çünkü çıkar ilişkisine dayalı kurdukları bu ittifakta karşılarında birlikte hareket edebilen, güçlü bir işçi sınıfı görmek istemiyorlar. İşçi sınıfını bölmek için toplumdaki kimlik çatışmasını besliyor, hatta buna sebep oluyorlar. Bunun en önemli dinamiği de şu an toplumda en büyük kamplaşmayı sağlayan dindar-laik çatışması. İşçiler kendilerini tanımladıkları kimlikler üzerinden ayrıştırılarak daha güçsüz bir hâle getiriliyor. İktidar bunu bilinçli bir şekilde yaparken, sınıf mücadelesi yürüttüğü iddiasında olan sol gruplar ve muhalefet de buna teşne bir söylem üretiyor. Sermaye ve iktidar din üzerinden işçileri, emekçileri manipüle ediyor, buna şüphe yok. Peki bunca markaja alınmış işçi sınıfının bu manipülasyona düşmesi noktasında, sol neden işçileri suçlar? Bunu anlamak zor. Sol hareket, evvela öğrenci/entelektüel/ orta sınıf merkezli bir hareket olmaktan çıkıp işçi sınıfı ile düzenli ve gündelik bağlar kurmalı, orta sınıf karakterini işçi sınıfı ile en azından mezcedebilmeli. Sol bunu yapamadığı için bu tartışmayı zaten şu an çok teorik bir zeminde yapıyoruz. Sol bunu yaparken ırk, din ve yaşam biçimlerini yatay kesebilen bir sınıf söylemine sahip olmalı. Sınıf duyarlılığı ille de seküler bir zihni öncelemez. İşçiler dindar kalarak da sınıf mücadelesi ahlakını benimseyebilirler, ancak çoğu sol hareket sekülerleşmeyi ya da ateistleşmeyi bir tür ön koşul beller. Sosyalizm eğer hayırlı bir şey olacaksa, kimseyi dışlamayan, herkese açık ve herkesin kendi meşrebince eklemlenebileceği bir değerler ve ilkeler bütünü

Nebiye Arı.

olmalı. Üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine bir tür ortak mülkiyetin inşa edilmesi ve bugünkünden daha sahici ve daha derin bir demokrasinin kurulması akla gelen en temel ilkeler. İnsanların manevi inançları, dindar mı yoksa seküler mi oldukları bu tartışmada pek de belirleyici değil doğrusu. Böyle bir sol duyarlılıkla işçi sınıfına gittiğimizde bizi bağrına basacak değil elbette. Yılların tortusunu ve imajını de-

Göçmenlerle dayanışmayı yardımseverlik olarak değil, hep birlikte insanca yaşamak, değişim umudunu büyütebilmek olarak görüyoruz. En başta mültecilik hakkı olmak üzere Suriyelilerin ve tüm

ğiştirmek kolay olmayacaktır, olmuyor. Her halükârda yüzlerce, binlerce insanın mobilize olması ve işçi sınıfı içinde bu duruşu ve değerler bütününü günler, aylar ve belki de yıllar boyunca örneklemesi ve örgütlenmesi gerekiyor. Suriyeli göçmenler sık sık krizin, işsizliğin, yoksulluğun sorumlusu olarak gösteriliyor. Mültecilerle dayanışma göstermek bu dönemde niçin önemli?

göçmenlerin eşit yurttaşlar olarak yaşamalarının koşulu olan bütün haklarını talep ediyoruz. Irkçılık sinsidir, dayanışma kapsayıcıdır. Hep birlikte insanca, kardeşçe, özgürce yaşayabilmek için, ırkçıların gözünün

içine bakıp: “bu dünya hepimizin, hepimiz göçmeniz” demeye kararlıyız. Bu sesi büyütmek gerektiğine inanan herkesi göçmenlerle dayanışmaya çağırıyoruz.

antikapitalistler

Bununla birlikte, tüm zorluklarına rağmen mücadeleye dahil edildiklerinde mülteci işçilerin ne kadar büyük bir renk ve ışık kattıklarını görebildiğimiz örnekler de var. Geçen sene bu aylarda yapılan sayacı eylemleri bu güzel örneklerden biridir aslında. Tüm o yapay ayrımların silikleştiği, inanılmaz öğretici bir süreçti. Egemen ulusun gözlere çektiği perdeyi aralamayı, en başta kendi nefsimizle hesaplaşmayı öğretiyor işçi mücadelesi. Bunu bir ahlak olarak da görmek gerek. Sayacıların direnişinde biz, göçmen ve yerli işçilerin ortak mağduriyetleri doğrultusunda omuz omuza patronlara karşı mücadelesini gördük. Kazanımlarla sonuçlanan bir süreçti ve bu sadece Türkiyeli ya da sadece Suriyeli işçilerin başarabileceği birşey değildi.

iletişim: antikapitalistler1@gmail.com 05334716268

gocmeniz.org


6 GELENEK

EKİM DEVRİMİ BUGÜ ŞENOL KARAKAŞ

Yüz yıldan uzun bir zaman önce Rosa Luxemburg şöyle yazıyordu: “Tüm kapitalist ilişkilerdeki son sağlamlılığı yok etme, her tarafı en fazla esnekliğe sokma, tüm kapitalist güçleri son sınırına kadar genişletme, göreceli ve duyarlı yapmaktan başka bir şey değildir. Böylece kapitalist ekonominin birbirlerini iten güçlerinin periyodik çarpışmalarından başka bir şey olmayan bunalımlarının derinleşip kolaylaşacağı çok açıktır.” Gerçekten de Birinci Dünya Savaşı kapitalist sistemin bunalımlarının derinleşmesinin ürünüydü. Avrupa, kendini hiç beklemediği bir savaşın içinde buldu. Savaş, tüm ülkelerde sadece milliyetçi bir dalga yaratmakla kalmadı, şiddetli bir ekonomik yıkım anlamına da geldi. İşte bundan 101 sene önce patlayan Ekim Devrimi krize, savaşa, yoksulluğa, derin istikrarsızlığa, ölümlere ve derinleşen adaletsizliklere karşı işçilerin “Artık yeter!” duygusunun patlak vermesiydi. Rusya’da 1917 yılının Şubat ayında kendiliğinden başlayan sosyal devrim, Ekim ayında, aylar süren mücadelenin ürünü olarak zaferle sonuçlandı. Ekim Devrimi saf bir işçi devrimidir, bu işçi devrimi Bolşevik Partisi gibi bir işçi partisinin yönlendirmesi, koordinasyonu olmadan iktidarı ele geçiremezdi. Ekim Devrimi, öte yandan, sadece bir Rus işçi devrimi olarak görülmemelidir. Devrim, hem dünya işçilerinin aktif desteğini kazandı, Almanya’da işçi sınıfı Rus işçilerinin devrimci heyecanını daima destekledi hem de Rus işçileri kendi devrimlerini dünya devriminin bir işaret fişeği olarak görüyordu. Kapitalizmin yarattığı küresel savaş, yoksulluk ve yıkımdan ancak işçi sınıfının küresel devrimiyle çıkılabileceği, tek bir ülkenin sınırlarına hapsolmuş bir devrimin yaşama şansı bulamayacağı çok açıktı. Rus işçilerinin devrimi gerçekten de işçi sınıfının dünya çapında isyanının habercisi oldu. Devrim Birinci Dünya Savaşına son verirken, kapitalizmin krizine başka bir yanıtın mümkün olduğunu da gösterdi. Almanya, İtalya, Avusturya, Macaristan, Çin, İspanya, antikapitalist alternatifin kendisini açıkça ortaya koyduğu işçi devrimleriyle sarsıldı. Rus işçileri 101 sene önceki eylemleriyle, devrimler çağının kapısını açtı. Bu kapıdan en son girenler ise Arap işçileri ve yoksulları. 2011 yılında Tunus’ta başlayan isyan dalgası bir yıl içinde

1917’de devrimi başlatan kadın işçilerin üç günlük greviydi.

neredeyse tüm Arap halklarını içine çekti. Fakat Rus işçilerinin deneyiminin gösterdiği gibi, işçi hareketinin eşi benzeri olmayan patlamalarını yönlendirecek kitlesel işçi partileri yoksa hareketler egemen sınıfların her saniye işleyen bölme mekanizmalarına karşı direnemiyor. Neoliberalizmin zaferinden krize

Lenin ve Troçki, Petrograd, Ekim 1917.

Neoliberalizmin zaferinin ilan edildiği dönemde kapitalizmin içten içe derinleşen krizi, Rosa Luxemburg’un görüşlerindeki haklılığı gösterdi. Arap halklarının isyanı bu krize karşı başka bir dünyanın mümkün olduğunu kanutladı. Üstelik, Türkiye’deki tartışmalar da zaman zaman dünyadaki tartışmaların arka bahçesi işlevini görür ve Türkiye’de de kapitalizmin sarsılmaz zaferini ilan eden çok sayıda yazar ve gazeteci kapitalizm açısından işlerin biraz daha iyi gittiği dönemlerde özgüvenle kapitalizm güzellemeleri yapıyordu. Fakat son birkaç aydır yaşanan ve henüz giriş bölümünü izlediğimiz kriz, kapitalizm güzellemesi yapanların değil, Rosa Luxemburg gibi sosyalistlerin haklı oldu-

ğunu kanıtlıyor. Türkiye kapitalizminin bu yılki dış kaynak ihtiyacı 236 milyar dolar. Son bir yılda mutfak harcamalarının 1000 TL arttı ve Türk Lirası dolar karşısında yüzde 40 değer kaybetti. Kriz, sadece kapitalizm güzellemesi yapmayı imkânsız hale getirmiyor, milyonlarca insanın aynı anda hızlı bir sorgulamaya girmesi anlamına da geliyor. Egemen sınıflar bölünüyor “Katı olan her şey buharlaşıyor.” Kapitalizm olağan dönemlerinde bile yakarak, yıkarak, sürekli bir değişimi zorlayarak baş dönmesi yaratırken, kriz zamanları bu baş dönmesi tüm sınıflar açısından ayakta durmayı zorlaştıran bir bulantı halini alıyor. Egemen sınıflar kriz zamanlarında kendi aralarında bölünmeye başlıyor; devlet inisiyatif alarak bu bölünmüşlüğü egemen sınıf açısından dayanılabilir bir düzeyde tutuyor. Fakat devletin de iç tutarlılığını yitirdiği, yönetim sisteminde radikal değişikliklerin gözlemlendiği, devletin tüm kanatlarının sadece ‘devletin bekası’ kaygısının dile getirilmesi odağında birleşmiş görüntü arz


GELENEK

ÜNÜMÜZDÜR ‘Beka kaygısı’nın küreselliği Üstelik, bu baş dönmesi Türkiye egemen sınıfına özgü de değil. ‘Beka kaygısı”nı öne sürmek de Türkiye’ye özgü değil; bu kaygıyı neoliberalizme ve emperyalizmin hoyratlıklarına karşı bir örgütlenme aparatına dönüştüren siyasal eğilimlerin otoriter yönetimleri kitlesel bir destekle hakim hale getirme çabasının da yerel bir sorun olmaması gibi. Sadece Erdoğan’ın siyasi gücü aşırı bir şekilde kendi ellerinde toparladığı bir dünyada yaşamıyoruz; Macaristan’da, Rusya’da, Hindistan’da gücü siyasal iktidardan uzaklaştırılmasına izin vermeyecek düzenlemelerle ellerinde merkezileştiren parti liderleri bir yandan, güçler dengesinin dağılımının şimdilik buna izin vermediği ABD’de denetleyici bütün burjuva demokratik kurum ve gelenekleri ayak bağı olarak gören ve ırkçılara açık çek veren Trump’ın başkanlığı öte yandan, dünyanın içinden geçtiği evreyi sonu öngörülebilir olmaktan çıkartıyor. Savaş ve ırkçılık Suriye, emperyalist kapışmanın deneme tahtası olarak şiddetli bir yıkım yaşamaya devam ediyor. Esad, kendi kişisel beka kaygısını Suriye’nin beka kaygısı olarak sunmakta gösterdiği büyük başarıyla, Rusya’nın (özünü ABD’ye meydan okuma emperyalist güdüsünün oluşturduğu) desteğini arkasına alabildi. Emperyalizm, özellikle ABD hegemonyasının kısmi gerilemesinden kaynaklanan ‘çoklu krizini’ yaşamaya devam ederken, bölgesel devletler, siyaseti bir varoluş-yokoluş ikilemi içinde tarifleyerek, hem ‘olmakta olan ama hem de olacak olan” büyük bir belaya karşı, beka kaygısı etrafında devlet politikalarıyla hareket ediyorlar. Bu gerilim, 2008 krizinin tetiklediği ekonomik politikalar istikrarsızlığı, belirsizliği ve bu belirsizliğe karşı radikal siyasal eğilimleri tetikliyor. Sadece ırkçılık değil ırkçılığa karşı mücadele etme isteği de sadece krizin yarattığı yoksullaşma değil yoksulluğa karşı direniş, kitle eylemleri de yaşanıyor.

ettiği koşullarda, egemen sınıf açısından da riskler artmaktadır. Dün “evet” denilene bir gün sonra “hayır” denildiği koşullara bir örnek: Maliye Bakanı’nın övünerek açıkladığı bir uluslararası kuruluşla kriz sürecini atlatmak için anlaşma yapılması, bizzat partili cumhurbaşkanı tarafından kısa sürede çürütülebiliyor. Bu, hem TÜSİAD’ın eklemlenmiş olduğu küresel sermaye çevreleri açısından, hem bizzat TÜSİAD açısından, hem de TÜSİAD’a eklemlenmeye çalışan büyük sermaye grupları açısından tarifsiz bir belirsizlik anlamına geliyor. Krizin henüz başlangıcında siyasal gelgitler sadece egemen sınıf içindeki belirsizlik, güvensizlik ve çelişkileri derinleştiriyor. O kadar ki, cumhurbaşkanı aynı konuşmanın başlangıcında “krizi fırsata çevirmek” gerektiğini söyleyip kriz fırsatçılığını eleştirirken, birkaç dakika sonra Türkiye’de kriz olmadığını ilan edebiliyor. Krize karşı tedbirlerin düzeyi bakanlıklar ve büyük sermaye temsilcileri tarafından ‘istişare’ toplantılarında ele alınırken, aslında krizin yaşanmadığının ilan edilmesi, krizin yarattığı dayanılmaz baş dönmesini egemen sınıf açısından korkutucu bir hale getiriyor.

Ekim Devrimi 101 sene öncesinden bugüne baktığında zamanın aynasında kendi suretini görüyor. Bu devrim ve o günün işçilerin mücadele ettiği koşulları andıran dünyada, Ekim Devrimi geçmişimiz, geleceğimiz ama en önemlisi bugünümüzdür!

7

GÖRÜŞ Roni Margulies

MCKİNSEY, DİLİPAK VE KILIÇDAROĞLU Ekonomi yönetimine danışman olarak Amerikalı McKinsey şirketinin atanması AKP’yi destekleyen bazı çevrelerde bile şaşkınlık yarattı, itirazların yükselmesine yol açtı. Bu itirazlar arasında en çok Abdurrahman Dilipak’ınkini sevdim. Makul bir laf ettiği için değil elbet, kimsenin Dilipak’tan böyle bir beklentisi yok. Cumhurbaşkanı’nın “yerli millî” propagandasına inanların ne kadar saf olduğunu gösterdiği için beğendim Dilipak’ın sözlerini. Şöyle demiş: “McKinsey’in FETÖ’den farkı yoktur. Enron’a danışmanlık yapan bir kirli şirketi Türkiye’ye sokamazsınız. Bunu yapamazsınız. Bunlar ne savunma sanayinizi bırakırlar, ne tarımınızı. IMF gelse bunlardan daha kötü olmaz. Bunlar sahtekâr, bunlar dolandırıcı. Bunlar Rothschild’lerin truva atı… Büyük bir komplo ile karşı karşıyayız. Ben McKinsey’e karşı çıkarken Tayyip Erdoğan’ı savunuyorum. Yanlış atamalar var. Bu atamalar da komplonun bir parçası. Türkiye’yi Birleşik Arap Emirlikleri’ne ve Suudi Arabistan’a benzetecekler. Bu kafayla giderlerse Türk ekonomisi batacak. Önlem alınmazsa Türkiye’ye de Tayyip Erdoğan’a da yazık olacak.” Karşı karşıya olduğumuz komployu anlamayanlar olabilir. Şöyle anlatayım: McKinsey adlı şirketin amacı Türkiye’yi batırmak (ve böylece kendisi için çok büyük bir gelir kaynağını ortadan kaldırmak). Niye böyle bir amacı var bu şirketin? Çünkü Rothschild’lerin truva atı. Peki, aynen McKinsey gibi dev bir finans ve bankacılık kurumu olan Rothschild’ler niye Türkiye’yi batırmak istiyor? Çünkü 1760’larda Rothschild bankasını kuran kişi bir Yahudi! Komplonun boyutlarını kavrayabiliyorsunuz, değil mi? Türkiye’ye ve Tayyip Erdoğan’a yazık etmek amacıyla Yahudilerin 250 yıl önce kurduğu banka, Allah korusun, amacına ulaşmak üzere. Bu arada, Kemal Kılıçdaroğlu’nun itirazları da (saçma sapan komplo teorilerine dayanmamakla birlikte) özünde Dilipak’ınkilerden farklı değil. Kılıçdaroğlu’nun hükümete yönelttiği on sorunun çoğu şöyle şeyler: “Koskoca TC ve 16 bakanlığı bir ABD şirketine denetletiyorsunuz,” “Kendi milletine güvenmeyip bir ABD şirketine güvenen bir hükümetin TC toprakları üzerinde yeri yoktur”... Sanki sorun ekonomi danışmanının yabancı olması! Danışman Amerikalı da olsa, bizzat IMF’nin kendisi de olsa, Türk oğlu Türk bir kişi veya şirket de olsa, önerecekleri ekonomik uygulama aynı olacak, aynı şeyleri diyecekler: Devlet harcamalarını kıs, kamu çalışanlarının ümüğüne bas, ücretlerin artmamasını sağla, işçilerin ve yoksulların ödediği vergileri yükselt. Diyecekler ki, kısaca, krizin faturasını emekçilere ödet. Önemli olan danışmanların kim olduğu değil.

Moskova, Ekim 1917.

Önemli olan, krizin faturasını emekçilerin değil patronların ödemesi için mücadele etmek.


8 DÜNYA

BREZİLYA VE İSPANYA’DA AŞIRI SAĞIN YÜKSELİŞİ ÖZDEŞ ÖZBAY

Brezilya’da 7 Ekim Pazar günü gerçekleşen seçimleri aşırı sağcı aday Jair Bolsonaro önde tamamladı. İlk tur seçimlerde hiçbir aday %50’yi aşamadı ancak Bolsonaro %46 ile birinci oldu. İkinci sırayı %29 ile İşçi Partisi adayı Fernando Haddad aldı. Aşırı sağ moralleniyor Trump’ın başkanlığı Avrupa ‘da olduğu gibi Latin Amerika’da da aşırı sağcılara moral veriyor. Trump’ın “Amerika’yı yeniden muhteşem yapacağız” sloganı çeşitli ülkelerde de aşırı sağ tarafından kullanılıyor. Bolsonaro’nun da seçim sloganı “Brezilya’yı yeniden muhteşem yapacağım” idi. Trump hayranı olduğunu açıkça söyleyen Bolsonaro, Avrupa’da yükselen aşırı sağın argümanlarından bazı noktalarda ayrılıyor. Kampanyasında göçmenler temel sorun değil çünkü ekonomik sorunlar yaşayan Brezilya ciddi bir göç sorunu yaşamıyor. Ancak ülkede yoksulluğa bağlı olarak suç oldukça yaygın ve Bolsonaro esas olarak suçlulara karşı sert bir mücadele vaat ediyor. Eski bir subay olan Bolsonaro suçun artmasını “sosyalistlere” bağlıyor. Suçun toplumsal yönünü görmeyen Bolsonaro militarist yöntemlerle herkesi hizaya getireceğini düşünen tipik bir asker. Zaten ülkenin en iyi dönemi olarak işaret ettiği dönem de 1964-85 askeri diktatörlük dönemi. Bolsonaro, suçla mücadele için idamı geri getireceğini ve ülkedeki çeşitli gerilla gruplarını imha edeceğini söylüyor. Brezilya bu duruma nasıl geldi? Uzun süre diktatörlükler ve sağ hükümetler tarafından yönetilen ülkede ilk kez sol bir hükümet İşçi Partisi adayı Lula da Silva’nın 2003 yılında Başkan seçilmesiyle kurulmuştu. Lula 2011 yılında kadar ardından da yine İşçi Partisi’nden Dilma Rousseff 2016 yılına kadar devlet başkanlığını sürdürdü. Sol hükümet kapitalist bir devleti görece daha adil yönetmeye talep olan parlamenterist bir anlayışa sahipti. Ekonomik kalkınma hamlesi olarak özellikle Amazon ormanlarını şirketlerin yağmasına açan, Belo Monte gibi dünyanın en büyük barajını yapan ve yüzlerce baraj ve maden ruhsatı vererek ülkede büyük bir ekolojik yıkıma neden olan bir hükümet oldu. İzledikleri neoliberal politikalar yoksulluğu umut edildiği kadar azaltmadı. Beraberin-

Bolsonaro’ya hayır mitinglerine on binlerce kişi katıldı.

de suç da ciddi bir sorun olmaya devam etti. O kadar ki Brezilya dünyada en fazla çevre aktivistinin öldürüldüğü ülke oldu. Lula ve Rousseff yolsuzluk yapmaktan yargılandı. 2016’da Rousseff yolsuzluk iddiaları nedeniyle görevinden azledildi. Lula ise 2018 Nisan ayında hapse gönderildi. Rousseff’in yerine bir tür parlamenter darbe ile sağcı başkan yardımcısı Michel Temer getirildi. Temer hükümetine karşı birçok defa işçiler sokağa çıktılar. 2017 yılında önce 8 Mart’ta on binlerce kadın, ardından 15 Mart’ta yüzbinlerce kişi sokağa indi. Nisan ayında Temer hükümetinin ilan ettiği kemer sıkma politikaları ve emek yasalarında “reform” paketine karşı gerçekleşen genel greve milyonlarca işçi katıldı. Temer hükümeti kısa süre sonra yolsuzluk iddialarıyla da sarsılmaya başladı. Temer halk arasında hiçbir popülerliği olmayan bir liderdi. Ancak işçi sınıfı İşçi Partisi hükümetlerinden de umduğunu bulamadı.

Solun gerileyişi, merkez sağın Temer şahsiyetinde çöküşü eski bir subayın ülkeye düzen ve güven getirme vaadi etrafında yükselmesinin koşullarını yarattı. İspanya’da aşırı sağdan kitlesel çıkış Trumpizm ve göçmen düşmanlığının en son halkası İspanya’da ortaya çıktı. 7 Ekim Pazar günü Madrid’te bir spor salonunda 10 bin kişilik bir kalabalıkla programını ilan eden Vox aslında 2014 yılında kurulan ve girdiği ilk seçimde sadece %0,2 oy alan radikal bir partiydi. Vox’un bu kitlesel program ilanı bir anda dikkatleri üzerine çekti. 2008 krizinden sonra yaşanan büyük ekonomik çöküş İspanya’da merkez siyaseti felç etmişti. 2011’de milyonlarca işçi ve genç kent meydanlarını işgal etmiş, genel grev örgütlemiş, birkaç yıl sonra da Podemos (yapabiliriz) adıyla yeni radikal bir sol parti kurmuştu. Bu parti 2015 genel seçimlerinde ancak üçüncü olabildi. Yine de yeni kurulan bir parti için oldukça hızlı bir çıkıştı.

Aynı dönemde Katalonya’nın başkentinde ise bir başka radikal sol hareket, Müşterek Barselona (Barcelona en Comu), belediye seçimlerini kazandı ve özerk Katalan parlamentosunda çoğunluk bağımsızlık yanlılarına geçti. 2017 yılında gerçekleşen bağımsızlık referandumuna İspanya devleti oldukça sert müdahale etmişti. Madrid yönetimi referandumda çıkan bağımsızlık kararını reddetmişti. Bu gelişmeleri fırsat bilen İspanyol aşırı sağı iki ana sorun etrafında kampanya örgütlemeye başladı; göçmen karşıtlığı ve özerk bölgelerin özerkliğinin kaldırılması. Vox, işsizliğin yanı sıra IŞİD saldırılarını da bahane ederek göçmenlere karşı “Önce İspanyollar” ve özerklik ve ekonomik krize karşı da Trump’tan esinlenerek “Birlikte İspanya’yı yeniden muhteşem yapacağız” sloganını öne çıkarıyor. Parti, merkez sağ Halk Partisi için “korkak sağ”, merkez sol PSOE için “hainler” ve Podemos için “komünizmin başarısız reçetesinin partisi” diyerek birçok popülist parti gibi kendisini sağ-sol kavramlarından ayrıştırıyor.


GÜNDEM

İZMİR'DE GREV: "KRİZİN SORUMLUSU İŞÇİLER DEĞİLDİR" DİSK/Genel-İş İzmir şubelerine üye işçiler, “Kri-

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

KRİZİN FATURASINI PATRONLAR ÖDESİN!

zin faturasını emekçiler ödemeyecek” diyerek yarım gün iş bıraktılar. İşyerlerinde açıklama yaptıktan sonra Konak meydanında gerçekleştirdikleri kitlesel basın açıklaması ile taleplerini dile getirerek tüm işçi ve emekçileri dayanışmaya ve mücadeleye çağırdılar. DSİP üyelerinin de katıldığı eylem çok coşkuluydu. Öğle paydosu ile birlikte hizmet vermeyi durduran binlerce Büyükşehir ve ilçe belediye emekçisi Konak’ta toplandılar. Karşıyaka Belediyesi işçileri “Krize karşı diren işçi” pankartı ile belediye önünden iskeleye kadar yürüdü. Yürüyüş boyunca “İşçi, memur, gençlik alanlarda birleştik” ve “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek” sloganları atıldı. İş bırakma kararını şube temsilciler kurulunda alarak eyleme öncülük eden Genel-İş İzmir 2 No’lu Şube üyesi işçiler kitleselliğiyle alanda yer aldı. Konak Pier önünde toplanarak Eski Sümerbank önüne yürüyen 2 No’lu Şube üyeleri “Krizin sorumlusu işçiler ve emekçiler değil, sermaye iktidarı ve patronlardır” pankartını açtı. Tutuklu havalimanı işçilerinin serbest bırakılması talebini dövizlere dile getiren işçiler, işten atmaların yasaklanmasını istedi. Sınıf dayanışması “Krizin faturasını çalışanlar değil çıkaranlar ödesin” pankartı ile eyleme destek veren Birleşik Metal-İş dışında Lastik-İş, Sosyal-İş, Güvenlik-Sen ve Emekli-Sen, KESK İzmir Şubeler Platformu temsilcileri eylem destek verdi. DİSK'in krize karşı talepleri:

Enflasyon rakamları ortada tüm ücretler artırılmalıdır. Tüm taşeron işçilerin ve sözde kadroya geçirilenlerin ücret artışlarının geliştirilmesi gerekiyor. 3600 ek gösterge derhal uygulanmalı. Emekli maaşları güncellenmeli. - Toplu işten çıkarmalar yasaklanmalıdır. Haksız hukuksuz şekilde işten çıkarılan herkes görevine iade edilmeli ve işsizlik sigortası yalnızca bizim için kullanılmalı. Temel tüketim maddelerine ve kamusal hizmetlere asla zam yapılmamalı yapılan zamlar geri alınmalıdır. Belediye işçileri ne istiyor? İş bırakan işçilerin talepleri ise şunlardı: Son üç ayda yaşanan yoksullaşma telafi edilsin, ücretler iyileştirilsin. Elektriğe, doğal gaza ve temel tüketim mallarına yapılan zamlar geri alınsın, fiyatlar sabitlensin. İşten atmalar yasaklansın, çalışma saatleri azaltılarak daha çok insanın istihdam edilmesi sağlansın. Belediye şirketlerine geçirilen işçiler devlet kadrosuna alınsın, toplusözleşme yapma hakkı sağlanarak, ücretleri gününde ödensin.

13 Mart 2003, SSGSS protestosu, İstanbul. Hükümet ve sermaye sınıfı, krizin faturasını emekçilere ödettirmek için hemen çalışmaya başladı. İlk yapmak istedikleri emekçilere kemer sıktırmak. Berat Albayrak’ın açıkladığı ekonomik önlemler paketinde sosyal güvenlik harcamaları için ilk elde 2 milyar TL kısıntı öngörülüyor. Yeni ekonomi paketi yeni vergilerin getirileceğini söylüyor. Vergi yükünün büyük kısmını üstlenen emekçiler, biraz daha vergi ödeyecek.

İş bırakan belediye işçilerinin yürüyüşü, İzmir.

MÜCADELE HABERLERİ

n DİSK’e bağlı Genel-İş sendikasındaki işçiler, 3 Ekim’de İzmir’de “Krizin faturasını ödemeyeceğiz” diyerek yarım gün iş bıraktılar ve Konak’ta eylem yaptılar. n Garanti Bankası’nın İstanbul’da bulunan teknoloji kampüsü inşaatında iki aydır ücretlerini alamayan işçiler iş bıraktı. n KPSS ile Kadıköy Belediyesi’ne zabıta olarak atanan ancak “güvenlik soruşturması” gerekçesiyle işe başlatılmayan Boran Atıcı, anlaşma sağlanması üzerine eylemi bitirdi. n Hattat Holding, Amasra’da 209 maden işçisini işten çıkardı. Hak edişlerinin ve iki aylık maaşlarının ödenmediğini söyleyen işçiler Bülent Çevik ile Serdar Aslan, vincin üzerine çıkarak direnişe geçtiler. n İstanbul Aile Hekimliği Derneği, ‘sağlıkta şiddet’ yasasının meclisten geçmesi talebiyle İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü’ne sessiz yürüyüş düzenledi. n Flormar’da sendikal örgütlenme ve performans düşüklüğü gerekçesiyle işten atılan Serdar Yıldırım, açtığı işe iade davasını kazandı.

- Sendikalaşan işçileri kovmasıyla gündeme gelen Cargill’e karşı mobbing davası açan iki işçi, kıdem tazminatlarını almaya hak kazandı. n Eskişehir’de Renta ve Doruk fabrikalarında çalışan işçilerin talepleri için yaptığı iş bırakma eylemi üzerine patron geri adım attı. n Eğitim Sen tarafından başlatılan “Öğretmen dünyayı değiştirir” kampanyası kapsamındaki etkinliğin valilik, kaymakamlık ve emniyet tarafından yasaklanması Bakırköy Meydanı’nda protesto edildi. n ODTÜ’de çalışan işçiler, KHK ile kadroya geçtikten sonra kaybettikleri toplu iş sözleşmesi haklarını ve enflasyon zammı için eylem yaptılar.

Bireysel emeklilik sistemi (BES) zorunlu hale getiriliyor. Burada toplanan paralar, aynen işsizlik fonunda olduğu gibi kapitalistlere, bankalara sermaye olarak aktarılacak. Kıdem tazminatları bir fonda toplanıp, kapitalistlere aktarılacak. Kamuda esnek çalışma sistemine geçilecek. Düşük ücretle kuralsız çalışma esas hale getirilecek. Performans sistemi kurulacak, çalışanlar birbirlerine düşman hale getirilecek. Kapitalistlerin ve onların hükümetinin bütün bu krizin faturasını emekçilere ödetme girişimlerine karşı, işçiler ve emekçiler olarak bir araya gelmeliyiz. Hatırlayalım, Emek Platformu, krizin işçi sınıfını vurduğu 1999 yılında kuruldu ve çok da etkili oldu. 1999 Temmuzunda Ankara’da düzenlediği Mezarda Emeklilik Yasasını protesto mitingine 200 bin işçi katıldı. Özelleştirmelere, işsizliğe ve yoksulluğa karşı sendikaların, işçilerin ortak eylemlerini organize etti. 2000 yılında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin IMF politikasının protesto edildiği 1 Aralık “Genel Uyarı” eylemine 1 milyon işçi ve emekçi katıldı. Emek Platformu tarafından örgütlenen son ve en büyük eylem 14 Mart 2008 direnişi oldu. Telekom işçilerine destek için yapılan eyleme 2 milyon işçi katıldı.

n Esenyurt Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü bünyesinde taşeronda çalışan işçiler iki aydır maaşlarını alamadıkları için iş bıraktılar.

2008’den sonra hem dünyada hem Türkiye’de işçi hareketinde geri çekilmeler yaşandı. Sendikalar grev yapamaz hale geldi, yapılmak istenen grevler hükümetler tarafından yasaklandı. 2015’te yaşanan Metal işçileri direnişi bu sessizliği bozan en güçlü işçi eylemidir.

n Beşiktaş Belediyesi temizlik işçileri, üç aylık ücretlerinin ödenmemesi üzerine iş bırakma eylemi başlattılar. İşçilerin maaşları yatınca eylem sonlandırıldı.

Halen tek tek işyerlerinde işçi eylemleri ve direnişler devam ediyor. Ama işçi sınıfının krize karşı sesini daha kapsayıcı ve güçlü çıkarması gerekiyor. Bunun için sendikaların, işçi örgütlerinin acil olarak genel, kapsayıcı, tek sloganlı, birleşik bir kampanya organize etmesi lazım. Bu kampanya bütün işçileri kapsamalı ve kararlı olmalı. Tek tek direnişlerle dayanışma sağlamalı, tek sloganı “Krizin faturasını patronlar ödesin!” olmalı.

n Torunlar GYO’nun 5. Levent şantiyesinde ücretlerini alamayan işçiler çatıya çıkarak seslerini duyurmaya çalıştı.

1 Mayıs 2019, bu kampanyanın zirve noktalarından birisi olarak örülmeli.


10

KİTAP

‘GELECEĞİN LOKANTALARI’ İÇİN REÇETE OLMAYAN BİR DEĞERLENDİRME inkârıdır; farklı bir yolla olsa da aynısı, organik dünyadan bütünüyle azade olmak için bilincin bilgisayarla yüklenmesine can atan trans-hümanizm biçimleri için de geçerlidir diyor.

Peter Frase, Dört Gelecek: Kapitalizmden Sonra Yaşam, Koç Üniversitesi yayınları, çev, Akın Emre Pilgir. SİBEL ERDUMAN

Peter Frase’in Dört Gelecek: Kapitalizmden Sonra Yaşam adlı kitabı, Soğuk Savaş sonrası dönemde kapitalist ideolojinin temel ilkesini yani kapitalizme alternatif yok ilkesini zayıflatıyor. Kitabına “21. yüzyılda iki hayalet geziniyor; ekolojik felaket ve otomasyon hayaleti” diyerek başlıyor. Kitabı için ‘’Bu kitap olağan bir kurmaca-dışı çalışma değil, ancak kurmaca da değil. ‘Fütürizm’ tarzına da dâhil etmem. Daha ziyade gelecekteki siyasi çatışmalarımızın içinde kendini göstereceği olasılıklar uzamını keşfe çıkmak için sosyal bilimlerin araçlarını spekülatif kurmacanın araçlarıyla birleştirerek kullanma girişimi. Bir tür ‘sosyalbilimsel kurmaca’ diyelim…. İkisi de yani sosyal bilimler ve kurmaca, soyut ve doğrudan algılanabilir olmayan yapısal güçlerin biçimlendirdiği şeyler olarak ampirik olguları ve deneyimleri anlama girişimleridir.” diyor. Yeni bir şey geliyor Frase, ‘geçmişe dönemiyoruz ve şu an sahip olduklarımızı da kaybediyoruz, yeni bir şey geliyor’ diyor. Bunun, iklim değişikliği ve robotik, yapay zekâ ile üretimin otomasyonunun neden olduğu sonuçlara dayandığını ve kapitalizmin kontrolünün ötesinde güçleri serbest bıraktığını, kapitalizmin derinleşen krizinin kaosuna, bunun ötesinde neler olabileceğine dair net bir kavrayış olmaksızın sürükleniyoruz diye belirtiyor. Frase’in kitabı günümüz anlık ufkunun ötesinde ortaya çıkabilecek olası kurumsal yapılara bir tür ışık tutuyor ve mevcut eğilimlerin geleceğe yönelik bir tahmini değil robotlaşma ve iklim değişikliğine bağlı olan yapısal olasılıklar üzerinde düşünce üretiyor. Bunun yanında Karl Marx’ın Komünist Manifesto’da komünist toplumun nihayetinde neye benzeyeceğiyle ilgili gereğinden fazla söz söylemenin ‘geleceğin lokantaları için’ reçeteler yazmak gibi budalaca bir çaba olacağını, tarihi yapanın kitlelerin hareketleri olduğuna inandığını da belirtiyor. Her seferinde esas engelin

Doğayı olduğu haliyle korumanın veya eski saf haline döndürmenin hiçbir yolu yoktur; en azından bir taraftan da insan toplumlarını korumaya çalışırken mümkün değildir diyor.

Kapitalistler atmorfere rekor düzeyde sera gazı göndermeye devam ediyor.

teknoloji değil siyasi olduğunu söylüyor. 20. yüzyılın başında büyük sosyalist kuramcı ve örgütçüsü Rosa Luxemburg’un ‘Burjuva toplumu bir yol ayrımında duruyor, ya sosyalizme geçilecek ya da barbarlığa dönülecek’ sloganı bugün her zamankinden daha fazla geçerlidir diyor. Sosyalizm mi barbarlık mı? Teknolojik gelişmeler toplumsal dönüşümler için bağlamlar sunar, ancak onları asla doğrudan belirleyemezler, değişime aracılık eden şey daima örgütlü kitleler arasındaki iktidar mücadeleleridir. Frase, “mücadeleyi kimin kazanıp kimin kaybettiğidir mesele” deyip solun uzun hayalci spekülasyonlarıyla siyasal iktisadı birleştirme geleneğini ihya etmeyi umduğunu ekliyor. Frase’in yaptığı, hiyerarşi veya eşitliği kıtlık ve bollukla birleştiren bir dizi olası sonucu göz önünde bulundurmaktır. Bolluk ve Kıtlık üst başlıkları ile hiyerarşi veya eşitlik yan başlıklarından olası dört kombinasyon çıkarıyor. Eşitlik ve bolluk: komünizm/ eşitlik ve kıtlık: sosyalizm/ bolluk ve hiyerarşi: rantçılık/ kıtlık ve hiyerarşi: imhacılık (eksterminizm) Geleceğe dair bu anlayışlar kapitalizmin ebedi mevcudiyetinde sıkışıp kalmanın aksine, kapitalizmin ötesindeki dünyaları hayal edebileceğimiz bir politik alan açıyor. Her bir başlıkta giriştiği analiz ve yorumlar tartışmaya açık tabii. Ama bu kısa tanıtma yazısında bunlara detaylı bir şekilde girmek mümkün değil. Bu anlamda

kitabı okuyucunun merakına sunup burada iki önemli argüman üzerinde durmak istiyorum. Ekolojik felaket ve burjuvazi Ekolojik felaketi ele alırken düsturu; asıl meselenin insan medeniyetinin ekolojik krizlerden sağ çıkıp çıkamayacağı değil, bundan makul ve eşitlikçi bir biçimde ‘hep beraber’ sağ çıkıp çakamayacağımızdır. İklim değişikliği sonucunda insanlığın topyekûn yok olması mümkün olsa da pek olası değildir. Ve en büyük tehlikenin hep beraber iklim uçurumundan aşağı düşmemiz değil, insan medeniyetinin iklim felaketine ‘uyum sağlaması’ ve bunu etraflarında korkunç bir yoksunluk varken zenginliklerle sarılmış, küçük egemen sınıfın konfor içinde yaşayacağı şekilde yapılmasıdır diyor. Kadercilik burjuva söylemini istila etmiş eşit derecede budalaca pozitiflik önyargısının kusursuz tamamlayıcısıdır. Negatif düşünce kıyameti getirmediği gibi pozitif düşünce de ütopyayı gerçek kılmaz diyor. Ekosistemin ayrılmaz bir parçasıyız Bir diğer önemli argümanı ise, ekolojiye dair değerlendirmelerin genellikle insanlar (ve onların teknolojileriyle) doğa arasındaki ikiliğe yönelme eğiliminde olmasıdır. Yani doğa el değmemiş bir halde varlığını sürdürür ve insanların görevi de onu korumak için doğadan çekilmektir. Bu düşünme biçiminin nihai olarak insanların doğanın ayrılmaz bir parçası olan, doğal, biyolojik varlıklar olduğunun

Nihayetinde doğa bizi umursamaz, ne menfaatleri ne de arzuları vardır; vardır, o kadar. Hamamböcekleri ve farelerle dolu bir kıyamet sonrası yeryüzü de, Nuh’un gemisindeki çeşit çeşit canlıyla dolu bereketli ve yemyeşil bir dünya gibi ekolojik bir sistemdir. İklimi, ekosistemleri veya türleri korumaya dönük her türlü çabaya nihayetinde, ister doğrudan neslimizi devam ettirmek ister tabiatın yaşam kalitemizi artıran yönlerini korumak amacıyla olsun, insan ihtiyaç ve arzularına hizmet amacıyla girişilir. Etrafı cansız bir yıkımla çevrili mühürlü kubbeler altında yaşayacağımız bir gelecekten kaçınmamızın sebebi, bunun korkunç bir yaşam biçimi olmasıdır. ‘Derin ekoloji’nin insanlığı doğanın başına gelmiş ve yok edilmeyi hak eden bir hastalık olarak gören uç biçimleriyse, insan merkezli ekolojiyi ondan kaçınmaya çalışırken saçmalığa indirgemekle kalır, çünkü kendi nihilizmlerini umarsamaz bir dünyaya yansıtmaktadırlar. Frase, Fransız sosyolog Bruno Latour’un, Mary Shelley’in bilimkurgu romanı Frankenstein’in (bu arada canavarın değil bilim adamının ismidir bu) bir okumasını yaparken, Frankenstein’in hep yapıldığı gibi teknolojiye ve insanların kibrine karşı bir uyarı olmadığını, Frankenstein’in asıl günahının canavarını yaratmak değil, sevgi ve ilgi göstermek yerine onu vahşi dünyaya terk etmesidir olduğunu vurguluyor. Ve doğayı bilinçli bir şekilde değiştirmekle daha fazla meşgul olmaktan başka çaremiz yoktur diyor. Yazar, Latour’un ‘insani gelişim sürecini ne doğadan özgürleşme ne de ondan bir düşüş olarak, aksine insan olmayan tüm doğal unsurlara daha da bağlı ve yakın hale gelme süreci olarak gören’ bir perspektiftir gerekli olan sözünün altını çiziyor.

Z

YAYINLARI


MEKTUP METRO ÖNÜNDE SOSYALİST İŞÇİ Enflasyon oranlarının fırlaması, alım gücünün gün geçtikçe azalması ve azalan ücretler karşısında emekçilerin kazanması için birleşmesi gerektiğini anlatan Sosyalist İşçi’yi Osmanbey Metro önünde mesai saatleri öncesinde satıyoruz. Sabah saatleri olmasına karşı gazetemizin özellikle ekonomik krizle ilgili başlıkları ilgi görüyor. İşçiler çoğu zaman gazete dışında bağış veriyorlar. Bu da aslında işçi sınıfı içinde örgütlenmenin ne kadar mümkün ve gerekli olduğunu gösteriyor. Sabah erkenden kalkıp gazete satmanın en moral verici yanı bu. Çağla

KRİZ BROŞÜRÜ DAĞITTIK DSİP üyeleri olarak, ‘beyaz yakalı' plaza emekçilerinin yoğun olarak çalıştığı Gayrettepe’de Sosyalist İşçi satışı ve 18-19-20 Ekim'de İstanbul'da yapılacak olan Sosyalist Tartışma'nın broşür dağıtımını yaptık. “Krizin Faturasını Patronlar Ödesin” kampanyasının el ilanı ve broşürü de büyük ilgi gördü. . Mahir

KOZYATAĞI’NDA BİLDİRİ DAĞITTIK Plaza işçilerinin yoğun olduğu Kozyatağı Metro çıkışında 3 kişi, iş çıkışında plaza işçilerinin yoğun olduğu saatte gazete, broşür ve el ilanı satışı gerçekleştirdik. Özellikle broşür ve el ilanına ilgi vardı. Krizin faturasını patronların ödemesi gerektiğine dair olumlu tepkiler de aldık. Örneğin “Krizin faturasını patronlar ödesin” başlığını gören bazı işçiler “Kesinlikle!” gibi tepkilerle broşürleri aldılar. Dila

PATRONLARLA AYNI GEMİDE DEĞİLİZ!

11

TOPLANTI DUYURULARI 11 Ekim Perşembe 19:00 Ankara İRAN’DA DEVRİM NASIL YENİLDİ? Konuşmacı: MEHMET CAN Konur Sokak 14/13 Kızılay

Antikapitalist Forum, 5 Ekim 2018, İstanbul.

Antikapitalistler platformu geçtiğimiz hafta İstabul’da “Krizin faturasını patronlar ödesin!” başlıklı bir forum gerçekleştirdi. Farklı mücadelelerden, gruplardan ve sendikalardan aktivistleri bir araya getiren forumda, ekonomik krizin yoksullar üzerindeki etkilerini azaltmanın ve işçi sınıfının birleşik mücadelelerini örgütlemenin imkanları tartışıldı.

ti. DSİP’ten Şenol Karakaş ise devrimcilerin bu koşullarda yapması gerekenin, işçi sınıfının içindeki bölünmüşlüğe karşı mücadele etmek olduğunu dile getirdi. Karakaş, DİSK ve KESK’in, Memur-Sen, Türk-İş, Hak-İş gibi sendikaların tabanındaki işçilere seslenen işler yapması gerektiğini belirtti.

Eğitim Sen üyesi Ferhat Bakırcıoğlu konuşmasında, krizden etkilenen veya patronlara direnen işçilere bakışta “Zaten AKP’ye oy verdiler, hak ediyorlar bunları” bakışının ne kadar yanlış olduğuna dikkat çek-

Emek ve Adalet Platformu’ndan Nebiye Arı, hayat tarzı, laiklik-gericilik, aydınlık vb eksenindeki muhalefet girişimlerinin işçilerde karşılık bulmadığını vurguladı ve mültecilere yönelik nefreti eleştirdi.

BOĞAZİÇİ ÖĞRENCİLERİYLE DAYANIŞMADAYDIK

ifade eden açıklama Boğaziçi Üniversitesi Öğrencilerinin her zaman ezilenlerle dayanışma içinde olacağını ve Kürt halkının özgürlüğünü savunacağı vurgusuyla sona erdi.

Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri Ekim Perşembe günü, Çağlayan Adliyesi’nde görülen duruşmayla yargılanmaya devam etti. Saat 10:00’da çeşitli üniversitelerden öğrencilerin ve akademisyenlerin katılımıyla yapılan basın açıklamasına 100'ün üzerinde aktivist destek verdi. Davanın hukukî bir dayanağı olmadığını

Açıklamanın ardından mahkemeye geçildi. Sanıklar ve destek olmaya gelenler salona sığmadı. Duruşma henüz mahkemede savunma yapmayan öğrencilerin ifadelerini vermesiyle başladı, ardından avukat savunmalarına geçildi. Konuşmalarda, yaşanan olayların ifade özgürlüğü kapsamında olduğu ve kimsenin

ANKARA’DA “EKİM DEVRİMİ’NDEN BUGÜNE BAKMAK” KONUŞULDU 4 Ekim Perşembe günü Ankara’da DSİP GYK üyesi Şenol Karakaş’ın konuşmacı olduğu “101. Yılında Ekim Devrimi’nden bugüne bakmak” başlıklı bir toplantı yapıldı. Karakaş, 101 yıl önce dünyadaki durumun dönemin devrimcileri açısından son derece umutsuz gözüktüğünü ve Ekim Devrimi’nin bu karanlık tabloyu ortadan kaldırdığını söyledi. Bugün de dünyada sağcı bir atmosferin hâkim olduğunu anlatan Karakaş, kapitalizmin istikrarsızlığı ve emperyalizmin çoklu krizi sebebiyle her an bu havanın değişebileceğini anlattı. İşçi sınıfı kapitalizmin krizine karşı harekete geçtiğinde devrimci partilerin hazır olması gerektiğini söyleyen Karakaş, örgütlenmenin önemine vurgu yaptı. Salondan yapılan katkılarda Ekim Devrimi’nin tüm dünyada devrimci bir dalgayı tetiklediğine vurgu yapıldı. Devrimci partiler inşa etmek gerektiği anlatılan konuşmalarda işçi sınıfının devrimci rolünü hâlen sürdürdüğü söylendi. Can

Toplantıda son olarak konuşan Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi ve Sosyal-İş aktivisti Ferda Keskin ise patronlarla aynı gemide olmadığımızı dile getirdi. Borçlanma dediğimiz şeyin kendisinin en fazla tüketime teşvik edilen ve kârdan payı almadığı hâlde riski alan ve yeri geldiğinde bedelini ödeyen insanları vurduğunu hatırlatan Ferda Keskin, devletin kendisini bir şirket olarak yeniden yapılandırma sürecine soktuğunu, bu yüzden de onun çıkarlarının emekçilerle bir ve eşit olamayacağını söyledi. Ozan bundan dolayı yargılanamayacağı vurgulandı. Avukatlar da davadaki usulsüzlüklere dikkat çekerek yargılamanın sağlıklı yürütülmediğini ifade etti. Duruşma 19 Mart 2019 tarihine ertelenirken sanıklar hakkında verilmiş adli kontrol hükümleri de tamamen kaldırıldı. Öğrenciler, bunun, davanın mesnetsiz ve siyasi gerekçelerle açılmış olduğunun ispatı olduğunu söyleyerek “artık bu davanın geçerliliği olmadığını tüm kamuoyu görmüştür” dediler. Umut

Kadıköy MALCOLM X’İN MÜCADELESİNDEN ÖĞRENMEK Konuşmacı: DENİZ SORUCU Serasker Cad. No: 88-90 Nergiz Ap. Kat: 3 Kadıköy

12 Ekim Cuma 19:00 Fatih EMPERYALİZMİN KRİZİ Konuşmacı: YILDIZ ÖNEN Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31

26 Ekim Cuma 19.00 Şişli ZOR ZAMANLARDA BARIŞI KONUŞMAK Konuşmacılar: FERDA BALANCAR (AGOS) - MELTEM ORAL (DSiP) Nakiye Elgün Sokak, No: 32/3, İkbal Apt - Osmanbey

Fatih ÖZGÜRLÜK YABANCILAŞMAYI AŞMAK Konuşmacı: FERHAT KENTEL Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31

KADIKÖY’DE ALMAN DEVRİMİ TARTIŞILDI Kadıköy’de “1918-1923 Alman Devrimi nasıl kaybedildi?” toplantısında tüm devrimlerde olduğu gibi düz bir çizgide ilerlemeyen bir devrimci sürecin kazanımları ve kaybetmesine neden olan koşullar tartışıldı. Dila Ak’ın yaptığı konuşmada, Alman devletinin emperyalist çıkarlar uğruna milyonlarca insanı açlığa sefalet sürüklediği Birinci Dünya Savaşı’nın etkileri derinleşmeye başladıkça işçiler ve askerler arasında gelişen savaş karşıtı hareket, grevler ve eylemlerin büyüdüğü vurgulandı. İşçilerin kendi temsilcilerini seçebildiği ve istediği zaman geri çağırabildikleri işçi konseyleri birbiri ardına tüm Almanya’yı kapladı, devrimci bir kalkışmanın yaşandığı bu dönem içerdiği dersler açısından büyük öneme sahip. Alman Devrimi sayesinde Alman işçileri çalışma koşullarının iyileşmesini, 8 saatlik iş gününü, kadınların seçme ve seçilme hakkı gibi kazanımlar elde ettiler. Fakat güçlü bir devrimci partinin eksikliği, savaşın destekçisi de olan reformist partilerin işçi sınıfının çıkarları ve liderlerine yönelik saldırıları Alman devriminin kaybedilmesine yol açtı. Devrimin yıkıntılarından ise Nazi barbarlığının yükselmesine, Rus devriminin izole olması ve bürokratik bir güç olan Stalinizmin işçi sınıfının tüm haklarını gasp ederek egemen güç olmasına neden oldu. Nuran


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

MARKSİST SÖZLÜK LİBERALİZM

Liberalizm, kelime olarak Latince’de “özgür” anlamına gelen liber sözcüğünden gelmektedir. Felsefi temelleri John Locke, David Hume, John Stuart Mill, Adam Smith gibi düşünürler tarafından şekillendirilmiştir. Aydınlanma döneminin en etkili dünya görüşlerinden biri olan liberalizm, bireyi ve faydacılığı öne çıkarmıştır. 1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi, liberal ideallerin kitleleri harekete geçirebildiği örnekler olmuşlar ve libealizm modern devletin oluşumunun en temel unsurlarından birisi olmuştur. İngiliz filozof Locke’a göre devlet, bireylerin gönüllü bir toplumsal sözleşmeyle oluşturduğu bir yapıdır. Burada liberalizmin çok temel bir varsayımını görmek mümkündür, liberalizm bireyleri tek tek çıkarları etrafında ele alan ve toplumsal süreçleri bireyler arasındaki ilişkinin bir sonucu olarak gören bir düşünce biçimidir. Liberalizm, burjuva sınıfının ortaya çıktığı bir aşamada feodalizme karşı tepkinin de bayraktarlığını üstlenmişti. Bireyin doğuştan var olduğu varsayılan temel haklarını savunan politik bir çizgi ve ekonomide tam rekabeti savunan bir ekonomik çizgi savunuyorlardı. Bu klasik liberaller açısından etik bir projeydi. Ekonomi ve politika liberaller için bütünüyle birbirinden ayrıydı. Adam Smith ve onu izleyen ekonomi politikçilere göre kapitalist ekonomiye yön veren, insanların iradesinden bağımsız nesnel yasalardı. Bu yasaların sürebilmesi için ekonomiye müdahale edilmemeli, serbest rekabet garanti altına alınmalıydı. Herkes kendi çıkarını gözeteceğinden bir süre sonra toplumun genel refah seviyesi de yükselecekti. Piyasadaki herhangi bir bozulma, “piyasanın görünmez eli” tarafından zaten düzenlenecekti.

İSTANBUL 18 EKİM PERŞEMBE 19:00-20:30 GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI VE IRKÇILIK: NASIL DURDURABİLİRİZ? ARGRYİ EROTOKRİTUOU (YUNANİSTAN-SEK) - OZAN TEKİN 19 EKİM CUMA 17:00-18:30 1918-1923: ALMAN DEVRİMİ NEDEN YENİLDİ? DİLA AK - DENİZ GÜNGÖREN 19:00-20:30 AZINLIKLAR NASIL AZINLIK OLDU? AYŞE HÜR - SİNAN LAÇİNER - YASEMİN İNCEOĞLU 20 EKİM CUMARTESİ 11:00-12:30 EVRİM TEORİSİ VE MARKSİZM MUSTAFA ARSLANTUNALI - RONİ MARGULİES 13:00-14:30 CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE OLANAKLARI MELTEM ORAL - ŞEBNEM KORUR FİNCANCI 15:00-16:30 EMPERYALİZMİN KRİZİ, SAVAŞ VE DİRENİŞ JOSEPH CHOONARA (İNGİLTERE-SWP) - YILDIZ ÖNEN 17:00-18:30 KÜRT SORUNU: EŞİT KOŞULLARDA KARDEŞLİK MÜMKÜN MÜ? CUMA ÇİÇEK - ÇAĞLA OFLAS - HAKAN TAHMAZ 19:00-20:30 KRİZİN FATURASINI PATRONLAR ÖDESİN ALİ RIZA GÜNGEN -ŞENOL KARAKAŞ YER: CEZAYİR SALON HAYRİYE CADDESİ NO: 12 BEYOĞLU (GALATASARAY LİSESİ’NİN ARKASI) İLETİŞİM: 05554237407

İZMİR 26 EKİM 2018 (CUMA) 19.00-20.30 DİN: KALPSİZ DÜNYANIN KALBİ Mİ? BEKİR ERSİN - MEHMET ARİF KOÇER 27 EKİM 2018 (CUMARTESİ) 13.00-14.30 1919-1923: ALMAN DEVRİMİ NEDEN YENİLDİ? AHMET ABA - ÇAĞLA OFLAS 15.00-16.30 CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE OLANAKLARI MERVE DİLTEMİZ MOL 17.00-18.30 GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI VE IRKÇILIK: NASIL DURDURABİLİRİZ? LÜLÜFER KÖRÜKMEZ - ŞENOL KARAKAŞ YER: KARAKEDİ KÜLTÜR MERKEZİ 1462. SOKAK NO:20/1 ALSANCAK İLETİŞİM: 05073044567 ANKARA 3 KASIM 2018 (CUMARTESİ) 12.00-13.30 CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE OLANAKLARI FİLİZ KERESTECİOĞLU - MERVE DİLTEMİZ MOL 14.00-15.30 KRİZİN FATURASINI PATRONLAR ÖDESİN CAN IRMAK ÖZİNANIR - MÜHDAN SAĞLAM 16.00-17.30 GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI VE IRKÇILIK: NASIL DURDURABİLİRİZ? FERDA KESKİN- GÖÇMEN DAYANIŞMA AĞI YER: KONUR SOKAK NO:14 D.13 KIZILAY İLETİŞİM: 05358842122

www.sosyalisttartisma.org

Bu düşünceler kapitalizmin gelişimi içinde elbette birer fantazi olarak kaldı. Piyasanın görünmez eli diye bir şey yoktu, hiç olmadı. Piyasanın eli, devlet olarak örgütlenmişti ve gayet sertti. Liberalizmin, politik idealleri pek çok zaman ekonomik gereklilikler yüzünden bastırıldı. Ancak liberalizm, burjuvazinin pek çok zaman yardımına koşan bir ideoloji olarak varlığını sürdürdü. Kapitalizmin 1970’lerin ortalarından başlayarak girdiği krize burjuvazi neoliberalizm yani yeni liberalizm ile yanıt verdi. Neoliberalizm, kamu tarafından karşılanan eğitim, sağlık gibi alanların hepsini özelleştirmeye ve işçi sınıfını örgütsüzleştirmeye dayanıyordu. Liberalizm için özgürlük, işçi sınıfının kapıyı araladığı yerde sona eriyordu çünkü özgürlüğü temelde özel mülkiyet edinme özgürlüğü, başka bir tabirle söyleyecek olursak insanın insanı sömürebilme özgürlüğü olarak ele alıyordu. Türkiye’ye’de de liberalizmin tarihi 1908 Devrimi’ne kadar uzatılabilir. İttihat ve Terakki de dâhil dönemin pek çok siyasi örgütü ekonomik olarak liberalizmi savunuyordu. Ancak İttihat ve Terakki Partisi politik olarak merkezileşmiş bir iktidarı savunurken, dönemin önde gelen isimlerinden ve liberalizmin Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden sayılan Prens Sabahattin adem-i merkeziyetçiliği (merkezsizliği) savunuyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da ekonomide bir dönem liberalizm hâkim oldu ancak dünya kapitalizminin giderek korumacı politikalara yönelmesi ve Türkiye’nin hızla kalkınma ihtiyacı karşısında Kemalistler bir süre sonra korumacı politikaları tercih ettiler. Liberalizm, Türkiye’de ekonomi alanında her zaman etkili olmaya devam etti. 1980’li yıllardan günümüze uzanan bir çizgide neoliberalizm bütün ana akım partiler tarafından benimsendi. Sağ ve sol varyantları bunulan politik liberalizm ise Türkiye’de hiçbir zaman etkili bir çizgi olamadı ancak liberalizm sözcüğü hem muhafazakar sağcılar, hem de solun çeşitli kesimleri tarafından bir aşağılama tabiri olarak kullanılageldi. Liberalizmin bir hakaret sözcüğü olarak kullanılmasının Marksizm ile ilgisi yoktur. Marksistler, liberalizme karşı soyut bir politika değil, gerçek sorunlar etrafında ekonomiyi ve politikayı birleştirmeye çalışan devrimci bir politika yürütürler. Egemen sınıfın liberalizm adı altında özgürlükleri teminat altına alıyormuş gibi görünmesine karşı işçi sınıfının sömürüsünü gizlediğini geniş kitlelere göstermek için uğraşırlar. Can Irmak Özinanır


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.