DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
627
25 Ekim 2018 3 TL. sosyalistisci.org
AKP-MHP KOALİSYONU DAĞILIRKEN
İSCİLER ,, BİRLESMELİ , İS-EKMEK-ADALET , IRKCILIĞA HAYIR! , “Andımız”: Irkçı yemin geri gelmemeli sayfa 2 Göçmen düşmanlığı yarışı sayfa 3
ŞİRKETLERİN KRİZİ HAYATLARIMIZI MAHVEDİYOR sayfa 6-7
2
GÜNDEM
YERLİ-MİLLİ KOALİSYON ÇÖZÜLÜRKEN davrandı: Bu nedenlerden birincisi, devlet içinde kadrolaşmasına duyduğu güven. 15 Temmuz darbe girişiminde sonra devlet bürokrasisinin her bir kademesinde yaşanan tasfiye sürecinde MHP taraftarlarının boşalan alanları doldurduğu sık sık konuşuluyor. Açık ki kadrolaşmada bir doygunluk yaşandı ve artık iktidarın uygulamalarının parçası olarak görünmek gereksiz hale geldi.
Devlet Bahçeli’nin MHP’lilerin coşku-
lu alkışlarıyla kesilen grup konuşması, “Yerli-milli ittifak”ın sonuna gelindiğine işaret ediyordu. "Parti olarak 31 Mart 2019 mahalli idareler seçimlerine yönelik herhangi bir ittifak beklentimiz, ittifak arayışımız, ittifak niyetimiz geldiğimiz bu aşamada artık kalmamıştır.” diyen Bahçeli’ye birkaç saat sonra Erdoğan şu yanıtı verdi: “Söyleyeceğimiz tek şey yerel seçimlerde madem biz yolumuza diyorlar, biz de herkes kendi yoluna deriz.” Herkes kaçınılmaz olarak sadece yerel seçim ittifakının mı yoksa “yerli-milli koalisyonun” bütününün mü dağıldığını merak ediyor. Erdoğan konuşmasında “Görüş farklılıklarımızın Cumhur İttifakı’na gölge düşürmesine izin vermemeliyiz. Biz Cumhur İttifakı’nı ülkemizin son yıllardaki en önemli kazanımlarından biri olarak görüyor ve geleceğe taşımak istiyoruz” dese de sorun basitçe bir-iki gündelik konuda yaşanan farklılıklara indirgenemez. Köklü farklılıklar 24 Haziran seçimlerinden önce yaşanan af tartışması, Çakıcı’yla hastanede rahatça görüşebilen Bahçeli’nin af tartışmasındaki ısrarı, bir süre sonra Çakıcı’nın hastaneden açık ziyaret koşullarında kalmasına izin veren doktorlar hakkında soruşturma açılması ve Çakıcı’nın yeniden hapishaneye gönderilmesi, Bahçeli’nin bu konuda hayıflanması, AKP liderliği McCinsey’le ekonomik krizi atlatmasında yardımcı olması için danışmanlık hizmeti almışken Bahçeli’nin bu gelişmeyi sert bir şekilde eleştirmesi… Örnekler arttırılabilir. Rahip Brunson’ın serbest bırakılmasını Bahçeli eleştirirken Erdoğan bağımsız yargının takdiri olarak değerlendirmişti, Erdoğan Katar’dan uçak alırken Bahçeli “hediye uçağı” sert bir şekilde eleştirmişti. Son olarak Danıştay’ın "İddialar andın kaldırılmasını gerekli kılacak nitelikte görülmemiştir" kararına AKP ve MHP bütünüyle farklı veçhelerden bakarak tutum aldılar.
İttifakın şaşalı günleri geride kaldı.
Bu başlıkların hiçbiri sıradan, gündelik sorunlar olarak ele alınamaz. Ne ekonomik krizle baş etmek için önerilen yöntem konusundaki farklılık ne de andımızın Danıştay kararıyla yeniden yürürlüğe konulması gündelik politikalardaki farklılaşma yaklaşımıyla geçiştirilebilir. Şu çok açık ki, siyasal alanda “Yerli-milli koalisyon”un tam ortasında çatlak oluşmuştur. Sorun, bu koalisyonun 15 Temmuz darbesinin ardından şekillenmesi hızlanan “yerli-milli devlet koalisyonu” geri planının bu siyasal bölünmeden ne ölçüde etkilenip etkilenmediği, bizzat bu bölünmeyi tetikleyip tetiklemediğinde düğümleniyor.
cumhurbaşkanlığını kazanmış olması, “yerli-milli koalisyonun” asli kazananının MHP ve Bahçeli olduğu gerçeğini gizleyemez. Bahçeli bir yandan bütün referandum, seçim gibi önerileriyle öne çıkar ve AKP’yi parmağında oynatan lider olarak sivrilirken, bu ittifak sayesinde partisi büyük bir bölünme yaşamış olmasına rağmen 2018 seçimlerinden şaşırtıcı bir başarıyla çıkabildi. İyi Parti’nin (İP) kısa sürede emekli edeceği düşünülen Bahçeli, AKP’den milyonlarca oyu toparlayarak İP’i geride bıraktı.
Bahçeli’nin kazanımları
MHP: Bir kez daha fikirleri iktidardayken
“Yerli-milli koalisyon” devlet katında laik-ülkücü ve AKP’li kadroların ittifak kurmasına yardımcı oldu. Fakat bu devlet ittifakı, halk kitleleri içinde yaşanan kutuplaşmayı giderebilme yeteneğini taşımadı. Laiklik etrafında mobilize ola kitleler-AKP’li-MHP’li kitleler, birbirine öfkeli kalabalıklar olarak, AKP-MHP ittifakının tozpembe günlerinde bu iki partinin tabanı arasında gerginlik yaşanmadan da olsa birbirlerine bileylenmekten bir an bile vaz geçmediler. Erdoğan’ın bu ittifakın sonucu olarak rejim değişikliğiyle partili
Hem beka kaygısı merkezli devlet politikası, sınır ötesi askeri müdahaleler MHP’nin fikirlerinin iktidarda olduğunu gösteriyordu hem de çözüm sürecinin rafa kaldırılması ve “güvenlik” eksenli politikaların devreye girmesi Bahçeli’nin iktidar olmadan iktidar olduğunu gösteriyordu. Diğer yandansa, Erdoğan’a başkanlık yolunu açan siyasi lider olarak 24 Haziran seçimlerinden sonra halkın MHP’yi kilit konuma yükselttiğini, denge ve denetleme görevi verdiğini söyleyen Bahçeli, iki nedenle ittifakı yaralamakta bu kadar rahat
IRKÇI YEMİN GERİ GELEMEZ
Ülkücü sendika Türk Kamu-Sen’in açtığı davayı gören Danıştay, ilk ve ortaöğretim öğrencilerine her sabah ‘Andımız’ adlı ırkçı yeminin okutulması kararını verdi. 1931 yılında dönemin tek parti diktatörlüğü tarafından, İtalyan faşizmi ve Alman nazizminin esinlenerek başlatılan bu ırkçı uygulamaya 2013 yılında son verilmişti. Yüksek yargı hakimleri, hükümetin kararını iptal ederek seçilmişler üzerinde bir vesayet kurmakla kalmadı. Milyonlarca öğrencinin ailelerinin istekleri de hiçe sayıldı. Danıştay’da bir karşı oyla dört hakimin aldığı kararın temyiz yolu açık. Ancak bu sorun hukuki olmaktan öte
siyasidir ve hepimizin geleceğini ilgilendirmektedir. “Andımız” adı verilen ırkçı yeminin çocuklara zorla okutulmasına sonuna kadar karşıyız: n Çocukların, yeni kuşakların nefret ve ayrımcı fikirlerle yetişmemesi için “andımıza” hayır. Bu ırkçı yemini eden çocuklar otomatik olarak hedeflenen ideolojiye kazanılmayacağı gibi, her sabah zorla bunu yaptırmanın ne bilimsel ne de pedagojik bir yanı yoktur. 1930’ların kafasının geleceğimize zarar vermesine hayır! n Karşıyız çünkü bu büyük bir geri adımdır. Bu kararla Türk olmayanların varlıklarını reddeden ırkçılık dayatılmaktadır. Irkçılık insanlık suçudur. n Yargı vesayetine hayır! Atanmış bürokratlar ve yargı organları, kendilerini seçilmiş hükümetin yerine koyamaz. Yürütmenin kararlarını iptal edip kendisi yürütme gibi davranamaz. Darbelere dayalı vesayetçi devlet geleneği,
Bu da bizi ikinci nedene getiriyor: Bahçeli’nin ittifakı önce zorlayıp, ardından bozması, her şeyiyle mimarlarından olduğu 15 Temmuz sonrası rejimin yarattığı hukuksuzluklardan, sıkıntılardan ve acılardan muaf tutulma arzusunun bir sonucu. Böylece hem orta ve yoksul sınıflara ama bir yandan da egemen sınıfa aynı anda göz kırpmaya ve güven vermeye çalışıyor. Özellikle ekonomik krizin yarattığı fakirleşme, enflasyon, işsizlik ve krizin her bir öncü sarsıntısının sert şoklarının ürünü olacak olan sınıfsal gerilimlerin dışında görülme arzusu belirleyici oldu. MHP, koalisyonu bozarak iç ve dış siyasette arzu ettiği politikalar uygulanırken, bu politikaların sorumlusu olarak görülmeme becerisini en üst seviyeye taşıdı. Önümüzdeki günler “yerli-milli ittifakın” gümbür gümbür çatlamasını beklememek lazım ama yeniden onarılması mümkün olmayan bir çatlağın oluştuğunu görmek zorundayız. Bu çatlak siyasi sürecin her bir gününde daha da büyüyecek. Mecliste AKP, MHP’nin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha kavrarken, egemen sınıf da MHP’nin siyasal istikrar açısından ne kadar önemli bir rol oynadığını teslim edecek. Şimdi, ekonomik krize siyasal odağı çatlamış bir egemen sınıfın en merkezde derinleşen siyasal krizi ve kırılganlığı eşlik edecek. İşçi sınıfı bu dönemde işi, ekmeği ve özgürlükleri için tüm düzeylerde birleşebilirse kimsenin ummadığı bir avantaj elde edebilir.
işçilerin ve emekçilerin aleyhine olduğu için bu karara hayır! n Muhaliflikleri Erdoğan ve AKP’ye karşı olmaktan ibaret olanlar, andın geri getirilmesini ilericilik ve hatta devrimcilik adına alkışlayanlar, bırakın ilericiliği, demokrat dahi olamaz. Sosyalistlerin, geleneksel devlet düzeninin savunucularıyla hiçbir ortak yanı yoktur. n Danıştay bu kararı hangi atmosferde verdi? Yerli-milli adı altında milliyetçilik ve Türk olmayanları dışlayıcı politikalar iktidar tarafından yükseltilirken, MHP’yle kurulan ittifak ırkçılığı güçlendirirken. AKP, Danıştay’ın kararına karşı çıkarken ırkçılık ve resmi ideoloji olarak kemalizm tartışmasından kaçmaktadır. Çünkü ırkçılığa karşı mücadele etmek, resmi ideolojiyi tamamen tasfiye etmek gibi bir görüşü yok. Bu toplumda sadece sosyalistler ırkçılığa toptan karşıdır ve onu yenebilecek en geniş kesimlerin mücadelesini savunan tek siyasi akımdır.
GÜNDEM
GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI YARIŞI
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
BARIŞTA ISRAR ETMEK! Barış kendi kendine gelen bir süreç değil. Barış çatışan güçlerin aklına bir anda gelen, “bir de bu yöntemi deneyelim” diyerek atılan bir adım da değil. Barış, “ama”sız barış isteyenlerin seslerinin hem siyasal konjonktür hem de kitlesel destekle görülmek zorunda kalınmasına bağlı olarak gündeme gelen ve bütünüyle siyasal bir hamledir. Çatışan güçlerin ikisi birden barış sürecinin kendisi açısından kazanımla tamamlanacağını düşündüğünde gündeme gelen böyle bir sürecin başlayabilmesi için,
Göçmenlerle dayanışma eylemi, 2015 İstanbul.
Toplumun büyük çoğunluğunun göçmenlere mesafeli, hatta düşman gibi görünmesinin en temel nedeni çok açık ki muhalefet partilerinin göçmen ve giderek Arap düşmanlığı konusunda yarışmaları. Kısa süre önce çözülmeye başlayan yerli-milli koalisyon özellikle seçim dönemlerinde göçmenlerin geri dönüşünü savunuyor. Erdoğan Suriyelilerin ilanihaye Türkiye’de yaşayamayacaklarını söylemişti. İktidarından muhalefetine siyasal alanı kaplayan bu partilerin sözcüleri, göçmenleri en iyi ihtimalle ülkelerine geri dönmek zorunda olan geçici misafirler olarak gördüğü için, göçmen düşmanlığı çok olağan bir tepkiymiş gibi bir tutum hakim hale geliyor. Hangisi daha ırkçı? Fakat özellikle muhalefet partileri, İyi Parti ve CHP, bir göçmen düşmanlığı, “hangimiz daha ırkçıyız” yarışmasındaymış gibi bir tutum içindeler. Özellikle İP’in önde gelen üyeleri açıkça ırkçılık yapıyor. İP kurulduktan kısa bir süre sonra, 23 Kasım 2017’de par-
aralıksız, çatışmacı yöntemlerin verdiği zararı anlatan
tinin Genel Başkan Yardımcısı Ümit Özdağ sosyal medyada şunları yazabilmişti: “50 bine yakın Türk vatandaşı resmen aç, 1 milyon 250 bini de açlık sınırı altında yaşarken Türkiye'deki Suriyelilerin %32,6'sı fazla kilolu, %27,7'si obez." İP 9 Ekim’de Mecliste soru önergesi verdi. Önerge Suriyelileri hedef tahtasına koyuyordu. İP Antalya milletvekili Tuba Vural Çokal, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yanıtlaması için TBMM başkanlığına şu önergeyi sundu: “Türkiye'ye gelen Suriyeli sayısını, suç ve istihdam oranını, devlet tarafından yapılan masrafı ve ilerleyen dönemde Suriyelilerin iç karışıklık çıkarma ihtimaline karşı hangi önlemler alınıyor?” Yine İP’in önde gelen üyelerinden Sinan Oğan, hemen hergün Suriyeli düşmanı ırkçı tweetleriyle dikkat çekiyor. 2017 yılının Temmuz ayında Suriyelilerin Tarsus’ta bir eczaneye saldırdığını yazmıştı. Eczane sahibi
“MUHALEFET BİRLEŞEBİLMELİYDİ” Avukat Ayşen Funda Ata İstanbul Barosu seçimleriyle ilgili sorumuzu yanıtladı. Baro seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul Barosu seçimleri geçtiğimiz hafta sonu yapıldı. Hali hazırda başkan olan Mehmet Durakoğlu seçimleri kazandı. Muhalifler seçimlere çok parçalı girdiler. ÇAG içinden bir grup sosyal demokrat Hasan Kılıç’ı destekledi. ÇAG’ın diğer parçası Fikret İlkiz etrafında seçime katıldı. ÖDAV ise Eren Keskin’le birlikte seçimlere katıldı. Diğer listelere oy veren muhalifler de vardı. En belirgin olan ruh hali kafa karışıklığı idi. Seçimlere çok az zaman kala adaylar açıklandığı için ve çok parçalı girildiği için insanlar kime ve nereye oy vereceğini belirlemekte zorluk yaşadı. Şayet çok önceden bir araya gelip asgari müştereklerde
kısa sürede bunun yalan olduğunu gösterdi. İP’in göçmen düşmanlığı konusunda en büyük rakibi, ana muhalefet partisi CHP. İki sene önce seçim kampanyasında göçmenlerin evlerine gönderilmesini sokak afişleriyle bir talep haline getiren CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, iki hafta önceki meclis grubu toplantısında Suriyelileri hedef gösterdi. Kılıçdaroğlu şunları söyledi:
bir kampanyanın sürekli olarak sesini çıkartması, yaşamsal bir öneme sahip. “Barışın kaybedeni olmaz!” sloganı, bu açıdan çok anlamlı görünüyor. Bu sloganın bir barış felsefesi açısından doğru bir zemine işaret ettiğini düşünenlerin, en zor koşullarda, barışı dillendirmenin baskıyla karşılandığı şartlarda her şeye rağmen bu açıdan görüşlerini ısrarla dile getirmeleri, çatışmasızlık koşullarının oluşması için çok önemli bir girişimdir.
“Şimdi ülkemizde 4 milyon Suriyeli var. AKP'ye oy veren vatandaşlarım; Suriyelilerden memnunsanız başım üstüne. Onları Suriye'ye gönderecek parti CHP. Kimsenin burnunu kanatmadan bir yarayı saracağız. Bunun yapılması çok önemli. Bunu yapacak siyasi irade bizde vardır.”
Bir kez daha hatırlamak ve hiç unutmamak lazım, ba-
Böylece CHP Suriyelilere yönelik nefret söylemini bir kez daha seçim kampanyasının esas sloganlarından birisi haline getiriyor.
da, beka kaygısı argümanıyla temellendirilen dış ve
Hiç ara vermeden bu iki partinin de nefret ve insanlık suçu işlediğini tekrar tekrar vurgulamalıyız.
anlaşılsa, en geniş kesimlerin birlikte hareketi hedeflense çok daha başarılı olunabilirdi. Muhaliflerin bu durumdan ders alması ve yüzünü gençlere ve meslek sorunlarına dönmesi gerekiyor. İstanbul Barosu dünyanın en büyük barolarından biri, 60.000’nin üzerinde avukat kayıtlı İstanbul Barosu’na. Yönetimi alan adayın aldığı oy ise 8.000 civarında. Seçime katılım son derece düşük. Demokrasi mekanizmalarını işletmek son derece önemli. Kimseye sormadan son günde önümüze koyulan adaylarla İstanbul Barosu’nda değişim yaşanmayacağı aşikar. Her yıl yüzlerce genç insan katılıyor Baro’ya. Değişim gelecek ise onlarla gelecek. Şimdiden bu perspektifle yola çıkılsa 2 sene sonra değiştirmek mümkün olur.
rış süreçleri kendi kendine başlamıyor; koşullar zorlu da olsa barışta ısrar edenlerin taleplerinin zamanla gür bir sese kavuşmasıyla gündeme geliyor. Türkiye’de Kürt sorununda çözüm sürecinin önce rafa kaldırılıp ardından bütünüyle tasfiye edilmesinin ardıniç politikada yaşanan makas değişikliği yatıyor. Suriye iç savaşında Rojava bölgesinde yaşanan gelişmelere eşlik eden seçim süreçlerinde çözüm döneminin siyasal muhataplarının birbirini düşmanlaştırması ve Kürt hareketinin süreçten kazanımla çıkması gibi gelişmeler, devletin diyalog yerine yeniden askeri seçeneği gündemine almasına neden oldu. Gerçekten de bu siyasal değişiklikler ve özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yaşanan baskı koşulları Kürt sorununun siyasal yöntemlerle çözümünü savunanların işini zorlaştırıyor. Beka kaygısıyla üretilen politikalar sadece Kürt sorununda çelişkileri derinleştirmekle kalmıyor, Türkiye’nin Suriye ve Irak gibi ülkelerde askeri harekatlar içinde girmesine de güçlendirici bir zemin sunuyor. Bu gelişmenin adı geçen beka sorununu gidermek bir yana tersine gerçek bir toplumsal beka sorununu, milliyetçiliği, çatışma kültürünü günlük hayatın bir parçası haline getirdiğini görmeliyiz. Zor koşullarda barışta, diyalogda, çatışmasızlıkta,
Ben kendi adıma bunun için çaba harcayacağım.
ölümlerin durmasında ısrar etmemizin temel nedeni
Av. Ayşen Funda Ata
de budur.
4
DÜNYA
KAŞIKÇI VE DÜNYADA GAZETECİ CİNAYETLERİ Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda öldürülmesi münferit bir olay değil. Dünya genelinde 2008 krizi ve onu takip eden politik gelişmelerden beri gazeteci cinayetleri ve tutuklamaları artıyor. Demokratik diye bilinen ülkeler dahil her yerde sağcı otoriterleşme ve militarizm gazetecileri hedef durumuna getiriyor. Gazetecileri Koruma Komitesi (Committee to Protect Journalists- CPJ)’ne göre 2018 yılında 44 gazeteci öldürüldü. En fazla gazeteci cinayetinin işlendiği ülkeler arasında Afganistan, Meksika ve Suriye ilk sıralarda. Ardından da Latin Amerika ve Afrika ülkeleri geliyor. Afganistan, Irak ve Suriye gibi ülkelerdeki cinayetlerin ana nedeni iç savaşlar ve çatışmalar iken Meksika’da uyuşturucu çetelerinin gazetecileri hedef alması ana neden. Gazeteciler Avrupa’da da hedefte Avrupa ülkeleri açısından da son bir yıl daha önce görülmedik ölçüde kanlı geçti. Malta, Slovakya ve Bulgaristan’da üç gazeteci cinayeti işlendi. Önce Malta’da, Panama belgelerini dünyaya duyuran gazeteci Daphne Caruana Galizia arabasına konan bomba ile öldürülmüştü. Panama belgeleri dünya zenginlerinin çeşitli adalara kaçırdıkları milyarlarca dolarlık zenginliği ve kirli rüşvet ilişkilerini ifşa etmişti. Ardından Slovakya’da yolsuzluk haberleri yapan gazeteci Jan Kuciak evine düzenlenen saldırı sonucu vurularak öldürüldü. Kuciak'ın çalıştığı haber portalı gazetecinin cinayetten önce İtalyan mafyası ile bağlantılı üst düzey bir siyasi yolsuzluk olayını araştırdığını duyurdu. Son olarak da Bulgaristan’da yolsuzluk ve rüşvet haberleri yapan 30 yaşındaki gazeteci Viktoria Marinova tecavüz edilerek öldürüldü. Marinova öldürülmeden önce AB fonlarında yapıldığını düşündüğü yolsuzluklar üzerine araştırmalar yapıyordu.
ABD NÜKLEER SİLAHSIZLANMA ANLAŞMASINDAN ÇEKİLİYOR ABD Başkanı Trump geçen hafta yaptığı bir açıklama ile Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ile imzalanan ve nükleer savaş tehdidini azaltmaya dönük atılmış en önemli adımlardan biri olarak gösterilen Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması'ndan çekileceğini duyurdu. Trump, gerekçe olarak Rusya’nın anlaşmayı ihlal ettiğini iddia etti. Hatırlanacağı üzere Trump geçen yıl Kuzey Kore ile de bir nükleer silah krizi yaşamıştı. İki ülke de birbirini nükleer silah kullanarak yok etmekle tehdit etmişti. Ayrıca Trump, İran’ın da uluslararası anlaşmaları ihlal ederek nükleer silah geliştirdiğini iddia ederek İran’a yeniden ambargo uygulamaya başlamıştı. Rusya, Trump’ın açıklamasının ardından bunun "çok tehlikeli bir adım" olduğunu açıkladı. ABD neden sürekli olarak kriz çıkarıyor?
Gazeteci Cemal Kaışıkçı.
2009 en kanlı yıl CPJ 1992 yılından beri gazeteci cinayetlerinin istatistiklerini tutuyor. 2009 yılı 76 gazeteci cinayeti ile en kanlı yıl olurken 2011’den bu yana cinayet oranları oldukça yüksek seyrediyor. Bunda Ortadoğu devrimleri, meydan işgalleri ve occupy hareketi ile sonrasında yaşanan iç savaşlar, emperyalist ülkelerin artan rekabeti, küresel zenginlere ait bilgilerin sızdırılması gibi olayların payı büyük. 2012 yılında 74, 2013’te 73, 2014’te 61, 2015’te 73, 2016’da 50, 2017’de 46 gazeteci öldürüldü. Tutuklu gazetecilerin sayısında da özellikle 2008 yılı sonrasında neredeyse sürekli bir artış var. Rekor yıl 262 ile 2017 yılı oldu. 2018 rakamları ise önümüzdeki ay açıklanacak. Politikacıların gazeteci düşmanlığı Gazeteci cinayetleri ile sağcı hükümetlerin gazetecileri düşman olarak görmesi arasında da önemli bir ilişki var. Medyayı kontrol altına almak ve her türlü muhalif sesi kesmek tüm otoriter yönetimlerin ortak noktası. Slovakya Başbakanı Robert Fico muhalif gazetecilere “aşağılık fahişeler” ve “aptal sırtlanlar” gibi sözlerle hakaretler yağdırırken, Sırbıstan Başbakanı Aleksandar Vucic muhalif gazetecilere “vatan hainleri”, “dış odakların paralı ajan-
ları” demişti. Macaristan Başbakanı Viktor Orban ise muhalif yayınların yazdıklarını, ülkeyi ele geçirmek isteyen George Soros’un yalanları olarak anlatıyor. Son seçimlerin ardından Macaristan’da son büyük iktidar karşıtı yayın organları da kapatılarak medya tamamen hükümet kontrolü altına alınmıştı. Trump da yıllardır muhalif yayınlar için “yalan haberler” ve “halk düşmanları” diyor ve konuşmalarında sık sık gazetecilere hakaretler savuruyor. Kaşıkçı cinayetinin hesabını sormak neden önemli? Suudi gazeteci Kaşıkçı’nın Suudi egemen sınıfı ara-
sındaki rekabet içerisinde yer alan taraflardan birine yakın olması ve kendisinin kirli biri olması gerçeklerin açığa çıkarılması gerektiğini ortadan kaldırmıyor. Kaşıkçı cinayeti tüm dünyanın gözü önünde alenen işlenen bir cinayet. Trump’ın 100 milyarlık dolarlık askeri anlaşmayı riske atmamak için sessiz kalmayı tercih etmesi, Türkiye’nin muhtemelen bu krizi fırsata çevirmeye çalışması tüm muhalif gazeteciler ve muhalifler açısından tehlikeli. Devletlerin cinayetlerin üstünü bu şekilde örtmesi yolsuzlukların, savaşların ve kapitalizmin kirli yüzünü ifşa etmeye çalışan tüm muhalifler için açık bir tehdittir.
IRKÇILIK KARŞITLARI LONDRA’DA BULUŞTU 20 Ekim’de Londra’da Stand Up to Racism (Irkçılığa Karşı ayağa Kalk) hareketinin çağrısıyla düzenlenen konferansa dünyanın dört bir yanından 1400 kişi katıldı. Katılımcılar çeşitli atölyeler etrafında aşırı sağa karşı mücadele, göçmenlerle dayanışmayı örgütlemek, mülteci haklarını savunmak gibi konuları tartıştı. Yunanistan’daki ırkçılık karşıtı hareket KEERFA aktivisti Petros Constantinou konferans hakkında “faşistlerin durdurulamaz olmadığını” ve “bizlerin de bir hareketi olduğunu ve güçlü olduğumuzu” gösterdiğini söyledi. Almanya’dan katılan ırkçılık karşıtı aktivist Cornelia Kerth geçen hafta Bavyera eyaletinde yapılan seçimlerde aşırı sağın nasıl yenildiğini anlattı. Genel seçimlerde %13 civarı oy alan ırkçı parti AfD’nin benzeri olan CSU’nun ağır darbe aldığını ancak seçimlerden bir gün
ABD 2000’li yıllardan beri dünya ekonomisi üzerindeki tartışmasız liderliğinde geriliyor. Özellikle Çin ekonomisi ABD’yi yakalamaya başladı. Ayrıca Çin uzak Asya ve Afrika’da askeri üsler ve oldukça büyük bir donanma da inşa ederek ABD emperyalizmini tehdit ediyor. ABD emperyalizmi Rusya emperyalizmine karşı da sürekli olarak mevzi kaybediyor. Gürcistan, Ukrayna ve Suriye’de Rusya’nın silahlı müdahalesi ABD’nin istemediği politik gelişmelere yol açtı. Trump’ın korumacı ekonomik programının ve militarizmi yükselten politikalarının arkasında ABD’nin gerileyen emperyalist gücü var. Kapitalizmin her döneminde dünyanın en güçlü ekonomileri serbest ticareti dünyanın geri kalanına dayatmıştır. Bu 19. yüzyılda İngiltere, 20. yüzyılda ABD idi. Fakat bir süredir ABD üretimin özellikle Çin ve çevresine yayılmasından dolayı serbest ticaretten olumsuz etkileniyor. Trump’ın serbest ticaret anlaşmalarını askıya almaya başlaması ve Çin ve AB ülkelerine yüksek gümrük vergileri koyarak ticaret savaşlarını başlatması bu yüzden. Çin ise günümüzün yükselen ekonomisi ve emperyalist gücü olarak serbest ticareti savunur durumda. Trump’ı bu nedenle Dünya Ticaret Örgütü’ne şikayet etti. Ancak ABD hala dünyanın birinci ekonomisi ve daha önemlisi silah gücü açısından Çin ve diğer ülkelerin çok çok ilerisinde. Trump, bu avantajı kaybetmek istemediği gibi ekonomik alanda kaybetmekte olduğu avantajı militarist rekabeti yükselterek kapatmaya çalışıyor.
önce Berlin’de gerçekleşen ırkçılık karşıtı mitinge 250 bin kişinin katılmasının bu sonucun çıkmasında önemli bir payı olduğunu söyledi. Fransa’dan katılan Müslüman bir kadın aktivistin söyledikleri ise salondan büyük alkış aldı: “Ben bir feministim. Ancak Fransa’da feministler işlerinin beni özgürleştirmek olduğunu sanıyor. Teşekkür ederim ama ben kendimi özgürleştirebilirim.” Çeşitli sendikalardan ve İşçi Partisi’nden de kürsüye çıkan konuşmacılar aşırı sağa ve faşizme karşı işçi sınıfının birlikte mücadele etmesi gerektiğinin altını çizdiler. Konferansın örgütleyicilerinden Weyman Bennett konferansı kapatırken katılımcılara “Bir kitle hareketinin tohumlarını atmış durumdayız ve uluslararası bir harekete ihtiyacımız var çünkü uluslararası bir tehditle karşı karşıyayız” dedi. Konferans, 17 Kasım’da Londra’da ırkçılığa ve faşizme karşı yapılacak mitinge kitlesel katılım örgütlenmesi çağrısı ile sona erdi.
RÖPORTAJ
5
“İŞSİZLİK FONU İŞÇİLERİNDİR, MUTLAKA SAHİP ÇIKMALIYIZ” Siyaset bilimci, araştırmacı ve çevirmen Ali Rıza Güngen ile mevcut kriz üzerine konuştuk. Güngen, hükümetin adı konmamış bir IMF programı uyguladığını, sermayenin krizi çözemediği yerde devletin krizin faturasını topluma yaydığını ve bu faturayı ödememek için işçi sınıfının geçmiş deneyimlerini sürekli öğrenmemiz gerektiğini anlattı. Merhaba, kapitalizm için kriz nedir, kriz dönemlerinde sermaye sınıfı ve devlet ilişkisi nasıldır?
iki ülkenin farklı tipte olsa da borçları ve açıkları diğerlerine göre daha fazla. Hükümetin açıkladığı YEP’in krizle nasıl bir ilgisi var?
Ali Rıza Güngen: Kapitalist sistemde kriz, artı değeri çekip çıkarma sürecinin kesintiye uğraması, sürdürülemez olmasıdır. Krizler çeşitli nedenlerle ortaya çıkabilir. Kredi problemleri, eksik veya fazla üretimler krize neden olabilir. Şimdilerde pek görmesek de işçi sınıfının yaptığı grevler, krizleri tetikleyebilir.
Ali Rıza Güngen: Yeni Ekonomik Plan, YEP aslında tam bir adı konulmamış IMF programı. Döviz ve enflasyonda YEP’in açıkladığı hedeflerin tutmayacağı kısa sürede kesinleşti. Bugün 6,6 milyon kişi işsiz. 2019 sonu itibarı ile Türkiye’de iş aramaktan vaz geçenler, iş bulma ümidini kaybedenler dahil, geniş tanımlı 8 milyon kişinin işsiz olmasını öngörüyor, bunu YEP’le pazarlıyorlar.
Kriz dönemlerini sermaye sınıfı kendisi için fırsat olarak kullanabilir. Artı değerin üretiminde yeni yöntemler bulunabilir, teknolojik gelişmeler sağlanabilir. Verimsiz, üretken olmayan sermaye grupları ortadan kalkabilir, böylece kapitalist sistem için bir müddet sürdürülebilir üretim süreçleri oluşabilir. Krizi aşmak için sermaye sınıfı işin içinden çıkamazsa, devreye zaten her zaman orada olan devlet girer. Krize müdahale eder, krizi tüm topluma yayar, faturayı toplumun ödemesini sağlar. Bugün yaşanan krizi nasıl adlandırıyorsunuz, gidişat nereye doğru? Ali Rıza Güngen: Bugün yaşanmakta olan krizi çoğu kişi “döviz kuru krizi” olarak görüyor. Lira son haftalarda değer kazansa da son yıllarda muazzam bir değer kaybı görüldü. Türkiye’nin sürekli açık veren, emek yoğun bir üretim yapısı var. Cari açık artıyor, borç çevirme sorunu var. Geri ödenemeyen krediler nedeniyle bankacılık sektörünün krize girme tehlikesi var. Kriz şimdilik “kur krizi” olarak görünüyor, ama başka alanlara kayması muhtemel. Bir süre sonra yabancı sermaye girişlerinde artış olursa birkaç yıllığına tekrar canlılık yaşanabilir. Ama sermayenin koşullarında en ufak bir bozulma olur ve sermaye yine kaçmaya başlarsa kriz etkisi katlanarak karşımıza çıkar. Krizin ne kadar sürmesini bekliyorsunuz? Ali Rıza Güngen: Geçmiş dönemlerde yaşadığımız krizlere baktığımızda, Türkiye’de krizler 4-5 çeyrek (12-15 ay) sürüyor. Sonra yeni bir çevrim başlıyor. 2016 darbe girişimi sonrası kısa süreli bir çöküş yaşandı. Sonrasında devlet destekli kredi genişlemesi sürecinde çöküş ertelendi, sorunlar geleceğe ötelendi ve daha da
Hâlihazırda yoksulluk ve geçim derdinin yaygınlığını ekleyelim. Yoksulların yüzde 60’ı acil harcamalarını dahi karşılayamaz halde, resmi verilere göre bir o kadarımız evlerimizi ısıtamıyoruz.
Ali Rıza Güngen.
ağırlaştı. 2009 yılında hükümet 2008 krizi sonrası dünyada oluşan bol paraya kolayca erişebilsin diye, özel sektöre dövizle borçlanma imkânı vermişti. Böylece özel sektörün döviz borçluluğu önceki dönemlere göre çok hızlı bir artış gösterdi. Dünyadaki bol para 2013’ten itibaren azalmaya başlayınca, Türkiye’nin finansal sürüklenmesi baş gösterdi. Kriz sizce asıl olarak ne zaman başladı, nasıl gelişti? TL nasıl bir seyir izledi? Ali Rıza Güngen: 2016 darbe girişimi sonrası piyasalarda oluşan ani şokla birlikte kısa süreli bir çöküş gördük. Oluşan kriz ortamını aşmak için, hükümet Kredi Garanti Fonu aracılığı ile piyasaya yüzlerce milyar TL para verdi. 350 bin şirkete KGF desteği verildi, 30 bin şirket batmaktan kurtarıldı. Böylece belirli bir büyüme rakamı tutturuldu. Büyüme hükümet için önemli, çünkü AKP ancak yüksek büyüme ile kendisine verilen desteği sürdürebileceğini biliyor. Hükümet büyümenin sağlanması için faizleri düşük tutmaya çalışıyordu. Türk Lirası 2018 yılı içinde yüzde 41 değer kaybetti. En son yaşadığımız 2001 krizindeki değer kaybının yüzde 51 olduğuna
bakarsak, durumun vahameti daha iyi anlaşılır. Enflasyon ve faizler yükseldi. Bu da kredi piyasasını daralttı, sonuç ekonomik daralma oluyor. Kur krizinin reel sektör krizine dönüştüğünü görüyoruz. Bugün reel sektörün 217 milyar dolar borcu var. Önümüzdeki bir yıl içinde ekonominin toplam 235 milyar dolar paraya ihtiyacı var, Temmuz verileriyle 181 milyar dolar borç ödemesi, 54 milyar dolar cari açığın finansmanı için. TL’deki değer kaybının ihracatı artırması beklenirdi, ama ihracat artmadı. Çünkü ihracat yapmak için ithalat yapılması gerekiyor, onun için döviz lazım, ama döviz pahalı. Hükümet şimdilerde borç yapılandırmasına giderek sorunu ötelemeye çalışıyor. Uluslararası düzlemde bugün bir krizden söz edebilir miyiz? Ali Rıza Güngen: 2008 krizi sonrası dünya piyasalarına ABD tarafından akıtılan trilyon dolarlar tekrar geri çekilmeye başlandı. Dolardaki bu geri çekilme halen devam ediyor. Piyasalarda dolar bulmanın zorlaşması sonucu 2018’de ilk olarak küresel Güney dediğimiz gelişmekte olan ülkeler sarsıldı. Bu sarsılmadan en çok Arjantin ve Türkiye etkilendi, çünkü bu
YEP, devletin tasarruf yapacağını ilan etti, yani krizi topluma yayacaklar. Klasik kemer sıkma programının yanına bazı finansal düzenlemeleri ve detaylandırılmamış hedefleri eklemişler. Ancak yeni vergiler koyma, ya da var olanların oranlarını artırma ve sosyal devlet harcamalarından kısma arzusu belirgin. Ayrıca işsizlik fonunda birikmiş 124 milyar TL’ya da göz dikilmiş. Bu para esasen işçilerden yapılan kesintiler ve devlet katkısından oluşuyor. Fonda biriken paranın 11 milyar TL’si yasaya aykırı olarak üç devlet bankasına sermaye yeterliği sorunlarını çözmeleri için aktarıldı. Bugüne kadar fondan işverenleri destekleyen pek çok ödeme yapılmaktaydı. Bunu kullanmaya devam etmeye niyetliler. İşçi sınıfı krizin faturasını ödememek için neler yapmalı? Ali Rıza Güngen: İşsizlik Fonunun amacına uygun olarak, sadece işsizler için kullanılmasını sağlamalıyız, bu çok önemli. Kredi kartı borçlarının yapılandırılması veya silinmesi için mücadele vermeli, kampanyalar düzenlemeliyiz. Daha ötesine de geçmeliyiz. Sermaye hareketlerinin, sıcak para dolaşımlarının kontrolünü talep etmeliyiz. İşçi sınıfının geçmiş deneyimlerini sürekli öğrenmeli ve unutmamalıyız. Ayağa kalktığımızda bugünkünden çok daha fazla baskı ile karşılaşabiliriz, buna hazırlıklı olmalıyız.
6 KRİZ
ŞİRKETLERİN KRİZİ HAYATLARIMIZI M Ekonomik krizin varlığını artık AKP kurmay-
ları da kabul ediyor. Erdoğan bir yandan “kriz mriz yok” dediği konuşmasının bir başka yerinde “krizi fırsata çevirmekten” bahsediyor. Krizi fırsata çevirenlerden kastettiği özel sektör patronları. Bunların yapacağı yatırımlarla ekonomik darboğazın aşılmasını bekliyor. Patronlar ise krizi arka arkaya konkordato ilan ederek fırsata çeviriyorlar. Bunlar bir yandan krizin derinliğini gösteriyor. Diğer yandan ise konkordato ilan eden patronlar hacizlerden ve borçlarının bir kısmını ödemekten kurtuluyorlar. Krizin varlığını ise her gün birkaç farklı gelişme birden kanıtlıyor. TOBB Başkanı Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, “Piyasada gözle görülür bir yavaşlama var, para dönmüyor” diyor. Birçok büyük fabrikada üretimi durdurma kararları ve işten çıkarmalar başladı. Merkez Bankası'nın hazırladığı Ekim ayı beklenti anketine göre, 2018 yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 19.61'den 24,22'ye yükseldi. Fırıncılar ekmek üretiminde zorluklar yaşıyor. Yayıncılık sektörü kağıt fiyatları sebebiyle büyük bir çıkmaza girdi. İşsizlik verileri artışta. Kredi derecelendirme kuruluşu S&P’ye göre Türkiye ekonomisi resesyona girecek. TÜİK verilerine göre ihracatta değer ve miktar düştü. Uluslararası Para Fonu (IMF), Türkiye'nin 2018 için büyüme tahminini yüzde 4.2'den 3.5'e ve 2019 tahminini yüzde 4'den yüzde 0.4'e çekti. Brunson’un bırakılması kısmi bir rahatlamaya neden olsa da, Bahçeli’nin “AKP ile ittifak beklentimiz kalmamıştır” açıklamasıyla birlikte doların tekrar artışa geçmesi, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarından kaynaklanan krizin, siyasal istikrarsızlık ortamıyla birlikte geçici olmayacağını gösteriyor. Dosyamızda, krizin farklı boyutlarını ve ona karşı işçi sınıfının mücadelesini ele alıyoruz.
Gebze’de kriz protestosu, Ekim 2018.
Türk-İş 2018 Eylül ayı araştırmasına göre: n Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için gereken aylık gıda harcaması tutarı 1.893 TL, n Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 6.167 TL, Bir çalışanın -sadece kendisinin- yapması
KRİZ SAĞLIĞA VURDU
Döviz kurlarındaki artışla birlikte başta kanser tedavisinde kullanılan ilaçlar olmak üzere bazı ithal ilaçların temininde güçlük çekilmeye başlandı. Kamu hastanelerinde sağlık çalışanlarının döner sermayeden almaları gereken payların ödenemediği, bazılarında ise staj yapan öğrencilere yemek sağlanmadığı bildiriliyor. Ordu Devlet Hastanesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde doktorlara acil durumlar dışında ameliyat yapılmaması talimatı verildi. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde de ‘hayati’ olanlar dışındaki ameliyatlar malzemesizlik nedeniyle durduruldu. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) hanehalkı bütçe araştırmasının 2017 sonuçlarına göre zaten düşük gelirlilerin sağlığa harcama yapamadığı görülüyor. Krizle birlikte bu durum da derinleşecek. TTB’den yapılan açıklamada ise sağlıktaki krizin nedeninin piyasacı politikalar olduğu belirtilerek, “kamu tarafından çok daha ekonomik yöntemlerle inşa edilebilecek hastanelerin yerine kamu-özel ortaklığı ile yapılan devasa şehir hastaneleriyle milyarlarca doları sermayeye aktaran sağlık politikaları” eleştirildi.
gereken yaşama maliyeti ise aylık 2.313 TL olarak hesaplandı. n Türkiye’de asgari ücret 1603 TL. n Toplamda bir yılda yüzde 40 fakirleştik. n Türk-İş’in hesaplamasına göre; dört kişilik bir ailenin sağlıklı ve dengeli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı geçtiğimiz aya göre 81 TL, yoksulluk sınırı tutarı ise 231 TL artmıştır. Yılbaşına göre artış tutarı sırasıyla 285 TL ve 929 TL oldu. Son bir yılda mutfağa gelen ek yük 371 TL ve aile bütçesine gelen
ek yük 1.207 TL arttı. n Ankara’da yaşayan dört kişilik bir ailenin “gıda için” yapması gereken asgari harcama tutarı bir önceki aya göre yüzde 4,45 oranında arttı. n Yılın ilk dokuz ayında fiyatlardaki artış yüzde 17,73 oranına ulaştı. n Gıda enflasyonunda son oniki ay itibariyle artış oranı yüzde 24,34 oldu. n Yıllık ortalama artış oranı ise yüzde 13,28 olarak hesaplandı.
EĞİTİMDEN KESİYORLAR
Berat Albayrak’ın geçtiğimiz aylarda patronlara açıkladığı “kamuda tasarruf” tedbirlerinden nasibini ilk olarak eğitim sektörü almıştı. Yılın ilk 6 ayının ardından MEB’in elinde maaşlar hariç kalan 10 milyar 633 milyon 716 bin 878 TL’den 2 milyar TL’si “tasarruf tedbirleri” kapsamında kesildi. Böylece MEB’in kemeri yüzde 18 “sıkıldı.” Okullar için hammadde, her türlü ürün alımları; yeni okul yapımı için kamulaştırma, satın alma, ayni hak tesisi ve okulların büyük bakım-onarımları için ayrılan bütçeden 145 milyon TL kesildi. Her kademedeki okulda parasız yatılı okuyan öğrencilerin ailelerine “hane halkına yapılan transfer” kaleminden verilen “pansiyon hizmetleri” yardımı ödeneğinden 103 milyon TL kesildi. Bu kapsamda en büyük kesinti 38 milyon ile lisede yatılı okuyan öğrencilere verilen yurt yardımından yapıldı. İlkokul, lise, imam hatip ortaokulu ve lisesi öğrencilerine verilen burslardan da toplamda 20 milyon TL kesinti yapıldı. 2018-2019 eğitim-öğretim yılında uygulanacak okul servisi ücretleri İstanbul’da yüzde 12, Ankara’da yüzde 13, İzmir’de yüzde 29 arttı. Üniversitelerde yemek ücretleri zamlandı. Öğretmen maaşları ise son 10 yılda dolar bazında aylık 334 Amerikan Doları değerinde azaldı.
KRİZ
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
MAHVEDİYOR
SIRITMAMA YETENEĞİ Burjuva devlet yöneticilerinin eskiden beri çok etkileyici bulduğum bir özelliği vardır: Kendilerinin bile hiçbir şekilde inanmadığı, her dinleyenin kahkahayla güleceği şeyleri söylerken çok ciddi ve ağırbaşlı ifadeler takınmak, hiç sırıtmamak. Gebze’de kriz protestosu, Ekim 2018.
İzmir’de kriz protestosu, Eylül 2018.
ZAMLARA HAYIR! BOTAŞ ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), doğalgaz ile elektriğe üç ay içinde üçüncü defa zam yaptı. 1 Ekim’den itibaren doğalgazda zam oranı konutlar için yüzde 9, sanayi için yüzde 18.5 oldu. Elektrikte zam oranı ise konutta yüzde 9, sanayide yüzde 15 olarak açıklandı. Son üç aydaki zammın ardından elektrik ve doğalgaz fiyatı temmuz sonuna kıyasla konut için yüzde 30, sanayi için toplam yüzde 48 artmış oldu. Dört kişilik bir ailenin ortalama elektrik faturası 1 Ocak 2018’de 10.33 lira iken, bu rakam dün itibarıyla 136.8 liraya yükseldi. Enerjiye yapılan zamlar, Ağustos’ta yüzde 17.9’a yükselen tüketici enflasyonunu ile yüzde 32.13’e ulaşan üretici enflasyonu daha da artıracak. Elektriğin enflasyon sepetinde yüzde 2.39, doğalgazın yüzde 1.44 ağırlığı bulunuyor. Her ne kadar hükümetin “Enflasyonla Topyekûn Mücadele” kampanyasına birçok firma desteğini açıklasa da, doların fiyatı düşse de temel tüketim mallarına yapılan zamlar geri alınmıyor. Her şeydeki artış milyonlarca işçinin maaşına ise yansıtılmıyor.
İŞSİZLİK ARTIYOR Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’in 17 Eylül 2018 günü açıkladığı Haziran 2018 dönemi İşgücü İstatistikleri ile İŞKUR tarafından açıklanan Ağustos 2018 dönemi verilerine göre işsizlik artıyor: Dar tanımlı işsiz sayısı 3 milyon 315 bine ulaştı. Dar tanımlı işsizlik yüzde 10,2‘ye yükseldi. Geniş tanımlı işsiz sayısı 6 Milyona ulaştı. Geniş tanımlı işsizlik yüzde 17,1 oldu. Tarım dışı işsizlik yüzde 12,8 oldu, mevsim etkilerinden arındırılmış genç işsizliği yüzde 19’a yükseldi. İşsizlikte artış eğilimi var. Ağustos 2017 döneminde 2 milyon 560 bin olan kayıtlı işsiz sayısı Ağustos 2018’de 192 bin artarak 2 milyon 752 bine yükseldi. Kadın işsizliği yüzde 13,2, genç kadın işsizlik oranı ise yüzde 24,6 olarak gerçekleşti. 930 bin üniversite mezunu işsiz durumda. Her dört gençten biri ne eğitimde ne istihdamda, işsiz bile sayılmıyorlar. Diğer bir ifadeyle dört gençten biri evinde oturuyor.
BİRLEŞİRSEK PATRONLARI YENEBİLİRİZ!
Kolay şey değil. Deneyin, göreceksiniz. Saçma sapan bir şey söyleyin, sırıtmak gelecek içinizden, kendinizi tutamayacaksınız. Dünyayı yönetenler ise tutuyorlar. Ama bazen, o kadar deneyimli olmalarına rağmen, beceremedikleri de oluyor. Geçenlerde Birleşmiş Mil-
Kriz hepimizi yoksullaştırıyor, ayın sonunu görmemizi zorlaştırıyor. Patronların ise keyfi yerinde. Türkiye’nin en büyük 500 şirketi, 2017 yılında kârlarını %52 artırmıştı. Hükümet krize karşı işsizlik fonu gibi emekçilerin cebinden çıkan paralarla oluşturulan bütçelere gözünü dikerken, patronlara sürekli olarak teşvik paketleri açıklıyor. Vergilerin çoğunu çalışanlar ödüyor. Kriz geldiğindeyse fatura yine işçilere ödetilmek isteniyor.
letler’in üst düzey bir toplantısında Donald Trump,
Ama milyonlarca işçinin buna karşı bir seçeneği var: Birleşmek ve bu sınıfın kolektif gücüyle patronları ve onun hükümetini köşeye sıkıştırmak.
yapmayın, zaten dünyayla dalga geçiyoruz, bir de
“Hükümetim iki yıldan kısa sürede Amerika tarihindeki tüm hükümetlerden daha fazla iş becerdi” dediğinde, toplanmış olan uluslararası delegeler gülmeye başladı! Küplere binmesi beklenirken, Trump kısaca durakladı... ve kendisi de güldü! Sanki bir anda maskeler düşmüş gibi oldu; “Yahu, gülerseniz iyice b*ku çıkacak” demiş oldu Trump.
Bunun için tüm emek örgütleri, meslek odaları ve sendika konfederasyonları, sınıfın en acil temel talepleri etrafında bir araya gelmeli.
Gelelim konumuza. Bir adam Suudi Arabistan elçiliği-
Asgari ücretin insanca yaşanacak bir düzeye çekilmesi, işten atmaların yasaklanması, kıdem tazminatı veya işsizlik fonuna dokundurtulmaması gibi yaşamsal öneme sahip talepler, ancak birleşik bir Emek Platformu aracılığıyla savunulabilir. Sosyalist İşçi tabandaki tüm işçilere, böylesi bir birlik için mücadele etme çağrısında bulunuyor.
biçildiğini kanıtlıyor. Ve Suudi Arabistan devleti (yani
KRİZE ANTİKAPİTALİST ÇÖZÜM: n Dev şirketlerin gelirleri, borçları ödemeye yeter. Fedakârlığı holdingler yapsın.
ne giriyor, bir daha çıkmıyor. Görsel ve sesli kayıtlar bu adamın Suudi devlet görevlileri tarafından kesilip Suud ailesinin ücretli görevlileri) iki hafta boyunca “Allah allah, bir şey olmadı ki, olduysa da bizim haberimiz yok, varsa da bizimle alakası yok” diyor. Hiç gülmeden, hiç sırıtmadan! Bu iki haftanın ortasında, Donald Trump bile bir gün dayanamıyor, “Ulan bu kadar da olmaz, heriflere yol yordam göstermek gerek” diye düşünüyor. Ve gazetecilere diyor ki, “Belki de Suudi devletinin bağımsız davranan bazı unsurları yapmıştır.” Hiç sırıtmadan. Prens bana mısın demiyor. Yüzünde çok ciddi bir ifadeyle konuşuyor, “Hayır, hiç kimse hiçbir şey yapmadı, zaten bir şey olmadı ki.”
n Herkes servetine göre vergi ödesin. Zenginler vergilendirilsin. Yoksulluk sınırının altındakilerden gelir vergisi alınmasın.
Nihayet, iki hafta sonra, resmî Suudi açıklaması de-
n Temel gıda ürünleri için tavan fiyat belirlensin, gıda ürünlerinin fiyatları düşürülsün.
Trump’a soruyorlar, “Açıklamayı inandırıcı buldunuz
n Temel ihtiyaç maddelerindeki KDV kaldırılsın. n Ücretlere derhal enflasyon oranında zam yapılsın. n Emekçilerin banka borçları silinsin! Fedakârlığı bankalar yapsın. n İşten çıkarmalara hayır! n Sağlık ve eğitimde, kamu çalışanları ve emeklilerin maaşlarında kesintilere hayır! Sosyal harcamalarda kesintilere hayır! n Tazminat hakkına hiçbir şekilde dokunulmasın. n Grev yasaklarına hayır! n Silahlanmaya değil emekçiye bütçe!
ğişiveriyor: “Ay pardon, adam ölmüş. Soruşturma başlattık ve 18 kişiyi gözaltına aldık.” mu?” Dudaklarında hafif bir gülümseme bile olmadan cevap veriyor: “Buldum. Evet, buldum, 18 kişinin gözaltına alınmış olması çok önemli bir ilk adım.” Geçen yıl Mayıs ayında Trump ile Kral Salman bin Abdülaziz bir anlaşma imzaladı. Buna göre, Suudi Arabistan Amerika’dan derhal 100 milyar dolarlık, önümüzdeki on yıl içinde de ayrıca 350 milyar dolarlık silah satın alacak. Gözlerimizin içine baka baka yalan söylerken gülmeme yeteneği buradan kaynaklanıyor işte: Paralar çok büyük.
8 DÜNYA
OTORİTERLEŞME VE MİLLİYETÇİLİK ARİFE KÖSE
Son yıllarda sadece Türkiye’de değil, genel olarak dünyada yaşanan siyasi gelişmeleri açıklarken bir otoriterleşme eğiliminden söz etmek mümkün. Bu eğilime eşlik eden bir diğer küresel olgu ise, zaman zaman ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına kadar varan milliyetçilik. Otoriterleşme dendiğinde, doğal olarak, aklımıza hemen önce Türkiye ve Erdoğan ve ardından Putin, Trump, Orban gibi isimler ve giderek artan baskı geliyor. Ancak dünyada otoriterleşme bu dört isimden ibaret olmadığı gibi sadece baskı da demek değil. Bir yandan tüm Avrupa’da aşırı sağ yükselirken diğer yandan Vietnam, Kamboçya, Filipinler gibi ülkelerde otoriter rejimler ya da askeri diktatörlükler kendisini iyice sağlamlaştırıyor. Otoriterleşme adı altında değerlendirdiğimiz tüm bu rejimlerde görülen ortak özellikleri ise şöyle sıralamak mümkün: Birincisi, bu rejimleri sadece otoriter değil, Ahmet İnsel’in de bir yazısında belirttiği gibi otoriter kapitalist rejimler olarak adlandırmak daha doğru olabilir. Çünkü, neo-liberal konsensüsün çökmesiyle birlikte ABD’den Filipinler’e ve Türkiye’ye kadar devletin ekonomiye daha çok müdahil olduğu, özgürlüklerin feda edilmesi karşılığında devlet eliyle hızlı kalkınmanın ve zenginleşmenin vaat edildiği bir eğilim var. Özellikle jeo-politik rekabetin her geçen gün daha da kızıştığı günümüzde en çok ve en hızlı zengin olmanın büyük avantaj sağlayacağına inanılıyor. Böylesi bir vaadin bedeli ise her türlü demokrasi ve özgürlük kırıntısının oluşturduğu sözde tehdidin ortadan kaldırılması oluyor. Son zamanlarda bütün dünyada gazeteci cinayetlerinde yaşanan artış tesadüf değil. Sadece Erdoğan değil, bütün dünyada liderler daha merkezi, gücün tek elde yoğunlaştığı yönetimler kurmak istiyorlar ve bunun faydalarına halkı ikna etmeye çalışıyorlar. Sokak eylemlerini ve hak mücadelelerini kriminalize etmek yine bütün bu tür rejimlerde görülen ortak bir diğer özellik. İngiltere’de bu yıl Eylül ayında, 1932’den beri ilk kez üç çevre aktivisti tutuklandı. Ekim ayında görülen duruşmada serbest bırakıldılar ancak sonuçta bu bir aylık tutuklulukları bile akvitistlere verilen bir gözdağıydı. Yani, otoriterleşme adı altında ifade ettiğimiz olgu aslında ekonomik, siyasi ve toplumsal alanda birbirine paralel olarak
yaşanan ve birbiri ile de bağlantılı bir dizi süreçten oluşuyor ve üstelik bu süreç Türkiye’ye özgü değil, tüm dünya benzer rotaya girmiş durumda. Bu rotaya herkesin ikna olmasını sağlayacak en uygun ideolojik zemini ise milliyetçilik sağlıyor. Amerika’yı, Türkiye’yi, ‘yeniden büyük yapmak’
Macaristan’ı
Trump’tan, Erdoğan’a ve Orban’a kadar tüm liderlerin en büyük vaadi kendi ülkelerini ‘yeniden büyük yapmak’, yani ‘büyük Türkiye’yi kurmak, ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’, ve hatta sadece Macaristan’ı değil ‘bütün Avrupa’yı yeniden büyük yapmak’. Bu öyle büyülü bir vaat ki hiçbir engel, hak ve hürriyet bundan daha kıymetli olamaz ve bu vaadin karşısında duran herkes ‘terörist’ ve de hatta ‘vatan hainidir’ ve mutlaka Amerika’nın, Avrupa’nın, Türkiye’nin yeniden en büyük olarak ortaya çıkmasını istemeyen ‘güçler’in maşasıdır. İktidarlar, yarattıkları bu yapay ‘ulusal gurur’ hedefi ile, sadece hükmettikleri coğrafyaları, demokrasi ve özgürlükler pahasına yeniden büyük ve rakipsiz kılma vaadini değil, aynı zamanda, o coğrafyaların ötesindeki bölgesel hedeflerini de sadece kendilerine ait olmaktan çıkarıp ‘hepimize ait’ bir vaat ve hedef haline getiriyorlar. Böylece ABD’nin kilometrelerce öteden gelerek Orta Doğu topraklarına istediği gibi müdahale edebilmesi birdenbire Orta Doğu’ya ve orada yaşayan insanlara değil, ABD’ye ait ve ‘ABD’nin yeniden büyük olması’ ile ilgili bir hale geliyor. Hepimiz örneğin Suriye’den başka bir ülkenin toprakları gibi değil, sanki bize ait bir yermiş gibi bahsetme ve öyle davranma hakkını kendimizde buluyoruz. Böylece milliyetçilik tarihsel olarak en başat işlevini yerine getirmiş ve sınıfsal olarak yan yana gelemeyecek kesimleri bir potada toplamış oluyor. Ortak düşmanlar ve tehditler Otoriter adı altında sınıflandırılan rejimler ve liderlerin ikna edici olabilmelerinin bir diğer yolu da bu otoriter uygulamaları gerekçelendirebilmelerinde ve toplumu buna ikna etmelerinde yatıyor. İşte yine burada milliyetçilik en işlevli anahtar olarak devreye giriyor. Günümüzde örneğin Avrupa’da sınırları kapatmak, en temel hak ve özgürlüklerden biri olan seyahat hakkını sınırlamak gibi uygulamaların gerekçesi olarak çok fazla sayıda mültecinin Avrupa’yı Müslümanlaştırma olasılığı olduğu öne sürülüyor ve bu tehdide karşı muazzam bir Müs-
Göçmenlerle dayanışmayı yardımseverlik olarak değil, hep birlikte insanca yaşamak, değişim umudunu büyütebilmek olarak görüyoruz. En başta mültecilik hakkı olmak üzere Suriyelilerin ve tüm
Orban protestosu, Budapeşte 2018.
lüman düşmanlığı inşa ediliyor. Trump, özellikle göçmenlere yönelik politikaları ile dünyada otoriterleşmenin simgesi haline gelirken, gerekçe olarak, göçmenlik politikasında odaklanılması gereken konunun “Amerikalıların yaşamlarının ve güvenliklerinin geliştirilmesi” olduğunu ileri sürüyor. Sık sık basın özgürlüğünü, kadınları, her tür muhalefeti tehdit eden açıklamalar yapıyor. Kısacası, bütün otoriterleşen rejimlerin en büyük ortak özelliklerinden biri, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına kadar uzanan bir
göçmenlerin eşit yurttaşlar olarak yaşamalarının koşulu olan bütün haklarını talep ediyoruz. Irkçılık sinsidir, dayanışma kapsayıcıdır. Hep birlikte insanca, kardeşçe, özgürce yaşayabilmek için, ırkçıların gözünün
içine bakıp: “bu dünya hepimizin, hepimiz göçmeniz” demeye kararlıyız. Bu sesi büyütmek gerektiğine inanan herkesi göçmenlerle dayanışmaya çağırıyoruz.
antikapitalistler
milliyetçiliğin, bu rejimlerin her türlü anti-demokratik, militarist ve ırkçı uygulamalarını meşrulaştıran bir zemin olarak ortaya çıkması ve yükselmesi oluyor. Normalde çıkarları asla uyuşmayacak sınıflardan oluşan toplum, milliyetçiliğin sağladığı argümanlar sayesinde, özgürlükler ve demokrasi pahasına ortak hedefler ve tehditler etrafında bir araya getiriliyor. Dolayısıyla, otoriterleşmeye karşı mücadele milliyetçiliğe karşı mücadeleden, onun çok doğal ve normal gibi görünen argümanlarını her gün teşhir etmekten ve onlara karşı sürekli uyanık olmaktan ayrılamaz.
iletişim: antikapitalistler1@gmail.com 05334716268
gocmeniz.org
RÖPORTAJ
9
SAĞLIK SEKTÖRÜNDE SAĞLIKSIZ ÇALIŞMA KOŞULLARI
Taşeron düzeni kalkmadığı gibi kötü çalışma koşulları devam ediyor.
Cumhurbaşkanı’ndan en sı-
radan AKP üyesine kadar, ezcümle dillerine pelesenk ettikleri temel iki adet başarı hikayesi var mevcut iktidarın. Birincisi duble yollar, ikincisi sağlık sisteminde yaptıkları… Bir sağlık çalışanı, o çok övündükleri sağlık sisteminin nasıl bir sömürü ve sefaletin üzerinde yükseldiğini anlatıyor. Söz konusu hastane büyük kentlerimizin birinde, isminde eğitim, araştırma kavramları olan devasa bir hastane: “Bizler toplam elli yemekhane çalışanıyız ve tabii hepimiz taşeron işçisiyiz, bunların 10’u erkek geri kalanı kadın. Erkeklerin çoğu usta, geri kalanların ikisi kazancı, ikisi de gececi. Bu kadar kadının içinde sadece iki ‘kadın usta’ var. Her sabah saat 10:00’da işbaşı yapıyoruz ama saat 09:45’de hepimiz iş kıyafetleriyle hazır olmak zorundayız. Paydos saatimiz ise saat 19:00 yani toplam dolu dolu dokuz saat çalışıyoruz (Gülüyor). Gün içinde 10:45-11:00 ve 16:45-17:00 arası çay ve sigara molamız var. Ama maalesef bu molaların çoğu molasız geçiyor. Zira on beş dakikalık molaları iş yoğunluğundan dolayı beş dakikaya sıkıştırmak zorundayız. Bir de bunun yanında, diyelim per-
sonelin biri elindeki çayı kazara döktü, bu bile tüm çalışanların o anki molasının iptal sebebi oluyor. Geçenlerde mola saatinde yine bir çalışana sinirlenen müdür –ki bu çok sık olur-, ‘Ben size çayı layık görmüyorum’ diye bağırıyordu. Tabii bir de 30 dakikalık yemek molamız var. Bunların dışında, mesai saatinde dinlenme odası var ama kullanmak pek mümkün değil. Ayrıca haftada bir gün de tatilimiz var.
amirine, yatan hastadan refakatçisine kadar herkesin bize eften püften sebeplerden dolayı bağırma hakkı var. Yemeğin miktarı, tadı, zamanında gelip gelmemesi, az ya da çok gelmesi, hastanın ağrısı sızısı, ustanın müdürüm o gün ki ruh hâli: Bunların hepsi bağırma sebebi.
Her şey bağırma sebebi
“Altı üstü asgari ücret veriyorsun, onu da zamanında ödemiyorsun (bizim sözleşmede ayın 5’i ila 10’u arasında yazıyormuş ama hiç birimiz sözleşmeyi görmüş değiliz). Benim kredi kartımın günü geçti mi cezasını ben ödüyorum, kredimin günü geçiyor hakeza…”
Esas işyerimiz kocaman bir yemekhane, gündüz mesai günlerinde ortalama 1000 personelin yemeğinin hazırlanması (öğle ve akşam için), masalarda servis açılması, toplanması, bulaşıkların yıkanması ve ortalığın toplanıp temizlenmesi, gece vardiyası için yemeklerin hazırlanması ayrıca beş katlı hastanenin ortalama her katında yatan yüz hasta ve refakatçi için (her kata iki kadın personel bakar) yemek servinin yapılması ve servisin toplanması bizim esas işimiz. Ama sadece bunları mı yaparız? Nerede? Çalışma şartlarımızsa anlatılır gibi değil. Bir kere bir dakikacık boşluğumuz yok. Bir de bu yetmezmiş gibi ustasından müdürüne, hastane personelinden
Mesai saatimiz dokuz saat dedim ama çoğunlukla daha geç çıkarız. Mesela geçenlerde iş uzadı ben saat sekizde çıktım, usta
bana dönüp ‘Saat altıda çıktığın günlere say’ dedi, ‘Vallahi çok şükür ben hiç altıda çıkmadım’ dedim ki doğru. Ben değil hiç kimse altıda çıkmıyor, genelde iş yetişmediği için 10-15 dakika geç çıkıyoruz. Mesela iki gün önce, üstümü değiştirdim tam çıkıyorum, hemşire aradı, hastanın yemeği verilmemiş -ki o gün ben kat servisinde de görevli değildim- tekrar üstümü değiştirdim, yemek kalmadığı için ne varsa komposto, galeta hazırlayıp hastaya yemeğini verip öyle çıktım. Bu fazla çalışma için tek bir kuruş dahi mesai ücreti vermezler. Onu bırak geçen bayramda -bayram ve hafta tatilim dahil- tam beş gün mesai yaptım ama iki günlük mesai ücreti ödediler. Daha neyin fedakarlığı? Tüm bunlara karşın bize ödedikleri asgari ücret ve yüz küsur lira yol parası. Birkaç zaman önce Ankara’dan genel müdür geldi, hepimizi toplayıp nutuk çekti: ‘Efendim malumunuz ülkede kriz var, çoğu firma bu dönemde maaşları ödeyemezken biz maaşlarınızı zamanında veriyoruz, herkes işçi çıkarırken bizde böyle bir uygulama yok, çoğu firma mal alımı yapamazken bizde herhangi bir aksama yok, o nedenle şu kriz günlerinde herkesin taşın altına elini koyması lazım ki hep
beraber ülkeyi düzlüğe çıkaralım…’ Ee? Kalkıp diyemiyorsun ki, o dediğiniz taşın altında uzun süredir elimiz değil gövdemiz var. Altı üstü asgari ücret veriyorsun, onu da zamanında ödemiyorsun (bizim sözleşmede ayın 5’i ila 10’u arasında yazıyormuş ama hiç birimiz sözleşmeyi görmüş değiliz). Benim kredi kartımın günü geçti mi cezasını ben ödüyorum, kredimin günü geçiyor hakeza… İş kıyafeti içinde sayılması gereken işyeri terliklerini bile bana aldırtıyorsun, işyerinde en önemli şey hijyen diyorsun ama eldivenler erken bitiyor diye fırçalıyorsun. Daha ne fedakarlığı? Ayrıca yakın zamanda bir arkadaşımız doğum yapacak ama yerine yeni eleman almıyorsun ve onun da işini bize yaptırıyorsun. E daha ne yapalım? Gerçi benim yine evde çalışanım var, çocuklar ve eşim çalışıyorlar ama bir arkadaşımız var sadece tek maaşla ikisi üniversitede, ikisi orta okulda beş çocuğuna bakıyor, geçenlerde okulda beş lira istemişler de kadıncağız bunu dahi veremedi, daha neyin fedakarlığı? Ayrıca siz bol bol kâr yaparken bizimle paylaştınız mı ki şimdi fedakarlık istiyorsun? Aman, aslında çekilir dert değil de çaresizlik işte.”
10
YORUM
TÜRKİYE VE SUUDİ ARABİSTAN ARASINDAKİ ÇATIŞMA TRUMP’IN BAŞINI AĞRITIYOR
Despot ve kral, Riyad 2017. ALEX CALLINICOS
Ortadoğu’yu batının çıkarları doğrultu-
sunda yönetmenin ne kadar zor bir hale geldiğini bir tez daha gördük. Bu kez oyuncular ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan. Tarihsel olarak her üç ülke de diğerleriyle sıkı bağlara sahip; Türkiye NATO’nun kilit öneme sahip bir üyesi, Suudi mutlak monarşisi ise ABD’nin bölgedeki en önemli destekçilerinden biri. Ancak Türkiye ve Suudi Arabistan’ın arası giderek açılıyor. Her iki ülke de, İslam’ın Sünni mezhebinin siyasal ve ideolojik liderliği için mücadele ediyor. Suudi kraliyet ailesi her zaman, İslam’ın kutsal mekânlarının koruyucusu olmalarından gelen bir meşruiyetleri olduğunu iddia etmiştir. Ama Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi, siyasal İslam’ın daha “modern” ve açıkça kapitalizm yanlısı bir halini savunuyor. Bölgesel olarak Erdoğan, Suudilerin radikal bir Sünni rakip olarak görüp nefret ettiği Müslüman Kardeşler ile ittifak kuruyor. Türkiye ve Suudi Arabistan Suriye Devrimi’ni mezhepçi Sünni bir hareket haline getirmek için birbirleriyle yarıştılar. Her ikisi de silahlı cihatçı grupları destekledi. Ancak Erdoğan giderek köşeye sıkışıyor. ABD’nin Suriye’de Kürt milliyet-
çisi güçlere destek vermesi Türkiye – ABD ilişkilerinin bozulmasına neden oldu. Erdoğan Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminden bu yana, darbe yapmaya çalışmakla suçladığı Fethullah Gülen’in ABD tarafından iade edilmesi için uğraşıyor. Türkiye, Gülen ile bağlarının olduğunu iddia ederek Amerikalı bir rahip olan Andrew Brunson’u da hapse atmıştı. Ağustos ayında Donald Trump misilleme yaptı. Türk alüminyumu ve çeliğine uygulanan vergileri iki katına çıkardı ve Türkiye’ye F-35 jetlerinin teslim edilmesini engelledi. Türk ekonomisi bu gelişmelerden önce de baskı altındaydı. Ekonomi büyük oranda dolar ve avro olarak alınan borçlar sayesinde büyümüştü. Tıpkı Arjantin gibi, Türkiye de ABD’nin faiz oranlarının artmasından kötü etkilendi. Ağustos ayında Erdoğan’ın faizlerin arttırılmasına karşı uzun zamandır bilinen tavrına karşın, liradaki düşüş faizlerin %24’e çıkarılmasına neden oldu. Yani Erdoğan geri adım attı. Geçtiğimiz hafta sonu Brunson hapisten çıktı. Foreign Policy internet sitesi bu haberi “Ancak ABD’li yetkililerin kutlamaya zamanı yok” diye yorumluyordu. “Aynı hafta Türkiye’nin korkunç Cemal Kaşıkçı vakasının detayları konusunda dikkatlice hesaplayarak
yaptığı açıklamalarla uğraşıyorlardı.” Suudi rejiminin yurtdışında yaşayan görece ılımlı bir muhalifi olan Kaşıkçı, 2 Ekim’de Suudi Arabistan Krallığının İstanbul’daki Konsolosluğu’na girmesinin ardından kaybolmuştu. Türkiye hükümeti özel olarak uçakla gelen bir infaz timinin Kaşıkçı’yı yakaladığını, ona işkence ettiğini ve onu öldürdüğünü iddia ediyor. Hükümetin iddialarına göre onun parçalanmış cesedi konsolosluktan çıkarıldı ve korkunç akıbeti, kolundaki akıllı saat tarafından kaydedildi. Bu iddia iki kişinin başını derde sokuyor. İlki Suudi veliahdı Prens Muhammed bin Salman (MbS). Veliaht Riyad’ta Geleceğe Yatırım İnisiyatifi isimli büyük bir iş konferansı düzenlemeye hazırlanıyor. MbS siyasal şiddet konusunda sabıkalı. Geçtiğimiz Kasım ayında Ritz-Carlton otelini, yolsuzlukla suçladığı yüzlerce rakibini gözaltında tutmak için kullanmıştı. Yemen’de kanlı bir savaş yürütüyor. Pek çok muhalif yurtdışında Suudi istihbaratı tarafından kaçırılırken, Lübnan Başbakanının Suudi Arabistan’a yaptığı bir ziyarette rehin alındığı ve istifaya zorlandığı iddia edilmişti. Kaşıkçı olayı MbS için kendi kalesine atı-
lan bir gol. Rüşvetle satın alınmaya son derece açık olan Richard Branson bile ülkeyi Geleceğe Yatırım İnisiyatifi’ni boykot etmekle tehdit ediyor. Başı dertte olan bir kişi daha var; ABD Başkanı. Trump ve damadı Jared Kushner MbS’ye yakınlar. ABD ve Suudi Arabistan arasında çokça reklamı yapılan 100 milyar dolarlık bir silah anlaşması gerçekleşti. Trump Suudilerin en büyük bölgesel rakibi olan İran’ı hedefine alıyor. Ama Washington Post’ta köşe yazıları yazan Kaşıkçı’nın kaybolması ABD başkentinde de tepkilere neden oldu. Foreign Policy’ye göre, “Bazı diplomatlar ve analistler Kaşıkçı ile ilgili haber sızıntılarını Erdoğan’ın Washington ve Suudi Arabistan’ın arasını açmak için, iki ülkenin arasındaki kaygılı ittifakı bozmak için giriştiği akıllıca bir taktik olarak görüyor.” Trump gerçekten de kıvranıyor. O eğer Kaşıkçı’nın kaybolmasından Suudi Arabistan’ın sorumlu olduğu ispatlanırsa bu ülkeye “sert bir ceza” verileceğini söyledi. Ama aynı zamanda “silah anlaşmasını iptal etmek dışında da cezalandırma yöntemleri olduğunu” vurguladı. Suudi otokrasisi ile ABD emperyalizmi arasındaki kanlı ittifak sürüyor.
Z
YAYINLARI
MEKTUP
11
TOPLANTI DUYURULARI
İSTANBUL’DA SOSYALİST TARTIŞMALAR
1917 EKİM DEVRİMİ GELENEĞİMİZDİR İstanbul’da 18-19-20 Ekim günlerinde gerçekleşen Sosyalist Tartışma toplantılarında konuşulanları sizler için özetledik. Göçmen düşmanlığı ve ırkçılık: Nasıl durdurabiliriz? Göçmenlere yönelik 2011-2015 arası uygulanan açık kapı politikası doğruydu. Biz savaştan kaçan insanlara sınırların açılmasını destekliyoruz, sığınmacılara mülteci statüsü verilmeli ve onlara yönelik ırkçı saldırılar durdurulmalıdır. Patronlara ve göçmen düşmanlığına karşı ortak mücadele etmeliyiz. Yunanistan’da 8 yıldır kemer sıkma programları uygulanıyor, sorumlusu olarak göçmenleri görenler var, bu yanlış. İşçi sınıfını ırkçılık karşıtı mücadeleye kazanmak önemli. 1918-1923 Alman Devrimi Savaş sonrası Almanya’da işçi ve asker kitleler var olan düzene karşı Kasım 2018’de isyan ettiler. 15 Ocak’ta Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht öldürüldü, ama isyanlar devam etti. Mart 1919’da Berlin’de yarım milyon işçi, konseylerin tanınması için genel greve çıktı. SPD hükümeti Mart 1920’ye
kadar binlerce devrimciyi katletti. Son ayaklanma 1923’te oldu ve yenildi. Alman Devrimi başarsaydı, Rus devrimi farklı gelişirdi. Alman Devrimi sırasında görülen önemli eksiklikler: Güçlü devrimci bir parti yoktu. SPD reformcuydu, bu anlamda devrime engel bir yapı oldu." Azınlıklar nasıl azınlık oldu? Türkiye’de azınlıklar, özellikle de Hristiyan azınlıklar, bu topraklara sonradan gelmiş zannedilir. Halbuki onlar bu topraklarda hep vardı. Milliyetçi fikirler, böyle yanlış görüşlere neden olur. 1913 Balkan savaşlarında Avrupa topraklarını kaybeden İttihat ve Terakki hükümeti, Anadolu’daki tüm gayri Müslim halkları yok etmeye karar verdi. Bütün bunlar, Türk burjuvazisinin tercihleri sonucudur. Kadın toplantısı Özellikle 2016’dan beri dünya çapında kadın eylemliliğinde ciddi bir artış var. Cinsiyetçilik karşıtı eylemler yayılıyor. Bir kadının “me too” hashtag’iyle attığı tweet hızla dünya çapında milyonlarca kadının uğradıkları tacizi teşhir ettiği bir protesto dalgasına dönüş-
tü. Sadece bu yıl içinde bile kürtaj hakkı konusunda bir dizi gelişme yaşandı. İrlanda’da kürtaj referandumu kazanıldı. Arjantin’de kürtaj hakkı konusunda epeyce önemli adımlar atıldı. 2018’de Güney Kore, Meksika, Brezilya vb. bir dizi ülkede kadınlar ücretleri, sosyal hakları için sokaklara çıktı. OHAL döneminde sokağa çıkan tek kitlesel güç olarak Türkiye’deki kadın hareketi diğer kesimlere de moral veriyor, eylemler yayılıyor. 25 Kasım ve 8 Mart kadınlar için önemli eylem günleridir. Kürt sorunu Büyük umutlar bağlanan çözüm sürecinin olumsuz sonuçlanması toplumun büyük bir kesiminde karamsarlığa yol açtı. Türkiye işçi sınıfının demokrasi mücadelesi ancak Kürt halkının kardeşlik mücadelesine omuz vermesi ile güçlenebilir. Biz ezen ulusun özgür olamayacağına inanıyoruz, bütün olup bitenlere rağmen eşit koşullarda birlikte yaşam halen mümkündür. Kürt meselesinin gideceği yer belli; siyasi çözüm. Devlet Kürt meselesinde sopa kullanmakla aslında kaybetmiştir. Devletlerin siyasal süreçleri zor yoluyla tersine çevirmesi çok mümkün değildir.
İnatla barışı savunmalıyız. Krizin faturasını patronlar ödesin Türkiye’deki kriz “kur krizi” olarak başladı, pahalılık ve işsizlik olarak devam ediyor. Yeni Ekonomik Plan adı konulmamış IMF programıdır. Yüzde 40 yoksullaştık, 6,6 milyon kişi işsiz. Emekçilerin durumu inanılmaz kötüleşti. Yoksulların yüzde 60’ı acil harcamalarını dahi karşılayamaz halde, örneğin evlerini ısıtamıyorlar. İşsizlik fonunda biriken paralar yasaya aykırı olarak bankalara veriliyor. Hükümet, işlerin yolunda gitmediğini gösteren eylemlere, haberlere tahammül edemiyor. AKP tabanındaki yoksullar sonuçta krizin sorumlusunun kim olduğunu görecek. Biz şunu söylüyoruz, “borç özel sektörün, faturayı onlar ödesin”. Bunun için örgütlenmemiz ve mücadele etmemiz gerekir. İşsizlik Fonunun sadece işsizler için kullanılmasını sağlamalıyız. Kredi kartı borçlarının yapılandırılması veya silinmesi için kampanya yapmalıyız. Sermaye hareketlerinin, sıcak para dolaşımlarının kontrolünü talep etmeliyiz.
TEKİRDAĞ’DA NELER KONUŞULDU?
yaratıktan bugün var olan milyonlarca karmakarışık türün nasıl ortaya çıktığını, gelişimini açıklar.
Sosyalist Tartışma 2018 toplantılarının ilk ayağı Tekirdağ’da gerçekleşti. Tekirdağ DSİP tarafından örgütlenen topalntılarda geniş bir katılım eşliğinde canlı tartışmalar yaşandı.
Otoriterleşme ve direniş
Tekirdağ’da son toplantıda “kriz” konusu ele alındı: 2008’de başlayan kapitalizmin küresel krizi dünyayı ciddi şekilde etkiliyor.
İkinci toplantıda “otoriterleşme” süreçleri tartışıldı: Türkiye’de ve dünyada otoriterleşme arttı. Kapitalist sistem krize çözüm üretemiyor. Trump, faşist hareketlere, göçmen düşmanlarına ve ırkçılara cesaret veriyor. Türkiye’de 7 Haziran 2015 seçimlerinden bugüne, yerli milli ittifak oluşturuldu, Suriye politikası değiştirildi, çözüm sürecinden vazgeçildi. Otoriterleşmeye karşı mücadele zaman zaman geri çekiliyor, ama mücadelenin yükseleceği günlere hazırlık yapmalıyız ve devrimci odağı inşa etmeliyiz.
ABD, Çin ve diğer büyük ülkeler arasında devam eden ekonomik savaşlar, her ülkede otoriter, baskıcı, göçmen düşmanı ve sağcı iktidarların yönetime gelmesine yol açıyor. Savaşa aktarılan kaynaklar, halkın refahına, göçmenlere aktarılmalıdır. Krizden çıkış için vergi adaleti sağlanmalıdır. Krize neden olan borçlar, patronların borcudur, onlar tarafından ödenmelidir. Krize karşı birleşik bir işçi mücadelesini örgütlemeliyiz.
İslam ve evrim teorisi İlk toplantıda “İslam ve evrim teorisi” konusu ele alındı: Birçok İslami düşünür evrimi kabul eder. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname isimli kitabında evrim süreci tarif edilir. Evrim teorisi ilk canlı hücrenin nasıl ortaya çıktığını, yaradılışı açıklamaz, o tek hücreli
1 kasım 2018 cuma 19:00 Kadıköy İŞÇİ İKTİDARI NEDİR? Konuşmacı: Deniz Güngören Yer: Serasker Cad. No: 88-90 Nergiz Ap. Kat: 3 Kadıköy 2 kasım 2018 cuma 19:00 Şişli SAVAŞI DURDURAN DEVRİM Konuşmacı: Dila Ak Yer: Nakiye Elgün Sokak, No: 32/3, İkbal Apt - Osmanbey Fatih 101. YILINDA EKİM DEVRİMİ’NE BAKMAK Konuşmacı: Şenol Karakaş Yer: Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31
Krizin faturasını patronlar ödesin
YENİ SAYI ÇIKTI! Sosyalist İşçi dağıtımcılarından edinebilirsiniz.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
KADIN HAKLARINA DOKUNMAYIN!
MARKSİST SÖZLÜK META Karl Marx’ın Kapital eserinin ilk bölümünün başlığı ‘Meta’dır ve şu sözlerle başlar: “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta yığını’ olarak görünür; bunun basit biçimi tek bir metadır. Araştırmalarımızın, bu nedenle, metanın tahlili ile başlaması gerekir”. Marx, kapitalist üretimin analizini meta ile başlatır çünkü kapitalist toplumda zihinlere en fazla hâkim olan biçim metadır. Metalar, bizlere alınıp satılması tamamen doğal görünen çeşitli ürünler olarak görünürler. Oysa Marx, bu “doğal görünümün” arkasında hangi ilişkilerin yer aldığını göstererek işe başlar ve buradan sistemin bütünsel bir analizine girişir. Marx, metada içerilen iki tür değer olduğunu söyler. Bunlardan birincisi kullanım değeridir. Bir meta, herhangi bir insan ihtiyacını gidermekte kullanıldığı için bir kullanım değerine sahiptir.
Gece yürüyüşü, Kasım 2017.
TBMM Başkanı Binali Yıldırım kadınlara yapılan sosyal yardımları çok bulduğunu ifade etti ve sosyal devletin de ölçüsünün yerinde tutmakta fayda olduğunu söyledi. Belli ki Yıldırım, yaşlı ve çocuk bakımı için çeşitli adlar altında verilen ve yüksek enflasyon nedeniyle artık iyice eriyen sosyal yardımlar nedeniyle kadınların kendilerine güven duymasından ve kadınların erkeklere ihtiyaç duymadan yaşayacaklarından korkmuş. Oysa iddia edildiği gibi kadınların rahatı yerinde değil. 2015 yılından bu yana 1369 kadın cinayeti işlenmiş. Binali Yıldırım iktidarı boyunca koruyamadığı kadınların sorumluluğunu almak yerine, kadınların elindeki minik bir hakkı çekip almanın derdinde. Ekonomik krizden çıkışmak için kesilen sosyal harcamalar nedeniyle oluşacak hizmet boşluğunu kadınlara yüklemek isteyen iktidar kadınların kazanımlarına yönelik saldırılar gerçekleştirmek için yeni
zemin oluşturmak peşinde. Bunlardan sonuncusu da yoksulluk nafakasıyla ilgili. Hükümet, yoksulluk nafakasının ödenmesine en az 1 yıl, en çok 5 yıl olmak üzere süre kısıtlaması getirilmek istemekte. Ayrıca yoksulluk nafakasının bağlanması için bir dizi koşul aranması istenmekte. Kendisinden ayrılmak isteyen kadının arabasını su kanalına atan, kadının evinde dinamit patlatan, kadını bıçaklayıp öldürmekle yetinmeyip evi ateşe vererek iki küçük kız çocuğunun da ölmesine neden olan, levyeyle dövüp kerpetenle dişini söken, döner bıçağıyla saldıran, hapishaneden kaçıp kadını sokak ortasında kurşunlayan örneklerle karşılaşıldı. Kadınlar boşanmak istediği için öldürülürken Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 7 bin 500 evli çiftin yüzde 38’ini boşanmaktan vazgeçirdiklerinden “gururla” bahsetti. ‘Boşanmalarda ara buluculuk’ yönteminden sonra, kadınların
evlilik sonrası yaşamlarını idame ettirebilmelerini sağlayan temel bir kazanımına yapılan saldırı kadınları şiddet ve baskı sarmalı içinde bulunan aile kıskacında tutmak istendiğinin en önemli kanıtı. Ekonomik saldırılar Binali Yıldırım kadınlara verilen sosyal destekten şikayetçi ama TUİK verilerine göre 15-65 yaş arası çalışabilir 32 milyon 200 bin kadından sadece 8 milyon 800 bini iş bulabiliyor. Genç kadın işsizlik oranı ise yüzde 27 oranında. Yine bir milyon civarında kadın çocuk bakımı nedeniyle, 100 binin üzerinde kadın ise yaşlı bakımı nedeniyle eve döndü. Kadınlar çalışma hayatına başladıktan sonraki zamanlarda ise yaşlı ve engelli bakamı nedeniyle işi bırakmak zorunda kalıyorlar. Çocuk bakımı gerekçesiyle 250 bin kadın çalışamıyor. Kreşler pahalı olması nedeniyle pek çok kadın işini bırakarak çocuklara
bakıyor. Çalışma yaşamı da kadınlara yönelik pek çok saldırı yaşanmakta. “Performans sistemi” denilen aslında çalışanlar arasındaki rekabeti güçlendiren uygulamalar kadın ve erkek arasındaki ücret eşitsizliğini derinleştirmeye yarıyor. İşyerlerinde yaşanan cinsiyet ayrımcılığı, mobbing ve taciz kadınlar için çalışma yaşamını cehenneme çevirmekte. Kadın mücadelesinin gücü Oteriter yönetimlerin kadın bedenini denetim altına tutmaya dönük yasaları, cinsiyetçi argümanlarına karşı ABD’den, Polonya’ya, Arjantin’den Hindistan’a kadınlar kitlesel gösteriler gerçekleştiriyorlar. Türkiye’de son yıllarda 8 Mart Kadınlar günü gece yürüyüşleri ve 25 Kasım yürüyüşleri kitlesel bir biçimde gerçekleşti. Biz kadınların hem kayıplarımızı gidermek hem de yeni kazanımlar elde etmek için mücadeleyi sürekli hale getirmemiz gerekiyor.
Metada içerilen ikinci değer ise mübadele değeridir. Mübadele değeri ise ilk başta farklı kullanım değerlerinin metaların birbirleriyle değiş tokuş edilmek için kullanımı gibi görünüyor olsa da arkasında yatan gerçek başkadır. Farklı türden metaları birbirleriyle değiştirebilmek için soyutlamak ve kullanım değeri dışında bir değer yaratmak gerekir. Metalarda içerilen tek ortak özellik onlarda içerilen emek miktarı olabilir. Dolayısıyla 100 liralık bir mal ile aynı fiyatta tamamen alakasız başka bir mal ancak içerdikleri emek miktarı üzerinden eşitlenebilir. Bu, mübadele değeridir. Ancak emeğin kendi ürünü olan ürünler, meta olarak kendilerini piyasada göstermeye başladıkları anda başka sanki kendilerinde bir değer taşıyorlarmış gibi görünürler, onlara değer yükleyenin emek olduğu gerçeği görmezden gelinmeye başlar. Dolayısıyla emekçi ile emeğin ürünleri arasındaki bağlantı kopar, işçiler ürettikleri ürünleri piyasadaki birer alıcı gibi ancak satın alabilirler. Mübadele ilişkileri işçi sayesinde belirlenir ancak piyasadaki ilişki metaların kendi arasındaki bir ilişki biçiminde karşımıza çıkar. İşçi ise ancak bu ilişkiye tabi olmakla yükümlüdür. Marx, buna meta fetişizmi adını verir. Marx’a göre sosyalizmde işçi sınıfı meta fetişizmini aşacak ve emeğin ürünü ile işçi arasındaki yanılsama ortadan kalkacaktır. CAN IRMAK ÖZİNANIR