DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
629
22 Kasım 2018 3 TL. sosyalistisci.org
EKMEĞİMİZE DE ÖZGÜRLÜKLERİMİZE DE EL KOYUYORLAR
İS, EKMEK ADALET!
2
YİĞİT AKSAKOĞLU’NA ÖZGÜRLÜK! Osman Kavala bir yıldan fazla bir süre-
dir cezaevinde. Hakkında bir iddianame yok. Neden tuutklandığı belli değil. Fakat geçen hafta sabaha karşı yapılan gözaltı operasyonları, operasyonların gerekçesinin sızdırıldığı basın tarafından “Kavala soruşturması” olarak adlandırıldı. Kısa süre içinde aralarında Turgut Tarhanlı, Betül Tanbay, Yiğit Ekmekçi, Yiğit Aksakoğlu ve Çiğdem Mater gibi isimlerin olduğu 13 akademisyen ve sivil toplum aktivistinin Osman Kavala soruşturması kapsamında gözaltına alındığı kesinleşti. Gözaltına alınan arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu uzun bir ifade sürecinin ardından mahkemeye sevk edilmeden adli kontrol şartıyla serbest bırakılırken, Yiğit Aksakoğlu hakkında tutuklu yargılanma kararı verildi. Emniyet sorgusundan anlaşıldı ki gözaltına alınanlar Gezi direnişiyle ilgili sorgulanmışlar, Osman Kavala kurduğu bir “örgütle” Gezi direnişini organize etmiş, sivil toplum gönüllüleri, hukuk profesörleri, matematik profesörleri ise Osman Kavala’nın bu girişimlerini kolaylaştırmak için bu organizasyon içinde yer almışlar! Osman Kavala bir yılı aşkın bir süredir tutuklu olmasına rağmen hakkında iddianame bile hazırlanmamış olması öyle büyük bir adaletsizlik ki, bu adaletsizlik giderek çok daha yüksek sesle dile getirilmeye başladığı için, çok açık ki Kavala’yı tutuklayanlar telaşla adım atmaya karar vermişler. Yoksa Turgut Tarhanlı’nın, Betül Tanbay’ın, Çiğdem Mater’in, Yiğit Aksakoğlu’nun ve diğer arkadaşlarımızın gözaltına alınmasının mantıklı başka hiç-
Teorik dergi - Gazete dağıtımcılarımızdan alabilirsiniz.
bir açıklaması olamaz. Tek açıklama, “telaş” olabilir. Fakat bu “telaş” yine de tutuklamaların ve Kavala’nın tutukluluğunun hızla Gezi olaylarına bağlanarak, “dış mihraklar, “Soros”, “İthal eylemci”, “renkli devrim”, “üst aklın oyunu” gibi uzun süredir işlenen iddialarla güçlendirilen anti Gezi ruh halini pekiştirmek için kullanılmaya başlanmasının önüne geçmedi. Böylece hem Gezi “dış kaynaklı” bir eylem hem de gözaltına alınanlar dış kaynaklı eylem organize eden unsurlar olarak itham edilebildi. Gözaltına alınanlardan Yiğit Aksakoğlu tutuklandı. Tutuklama gerekçesinde “Her ne kadar toplantıların içeriğine ulaşılamamış ve karanlıkta kalan yönleri olsa da iletişimin tespit tutanaklarından, Gezi’den sonra tekrar sivil itaatsizlik ve şiddetsiz eylem adı altında yeniden çeşitli gösteri ve eylemlerin yapılmasına yönelik bir takım eğitimler ve konuşmalar düzenlendiği kanaatine ulaşıldığından...” yazıyor. Böylece sadece Gezi eylemi değil, içeriği belirlenemeyen bir toplantıya katılmak, sivil itaatsizlik eylemleri hakkında çalışmak ve şiddetsiz eylemler düşünmek, planlamak ve tartışmak da töhmet altına alınmış oldu. Otoriter yönetimler büyük kalabalıkların kendiliğinden bir araya gelebileceğini, eylem yapabileceğini görmezden geliyor, sadece Türkiye’de değil, sınırlarına yürüyen binlerce göçmenin Soros tarafından
organize edildiğini iddia eden Trump’ın sözcülerinin iddia ettiği gibi ABD’de de, başka ülkelerde de. Gezi, hadiselerin içinde yer alan bireylerin isteklerinden bağımsız olarak, neoliberal uygulamalara karşı kendiliğinden yükselen bir itirazın vücut bulmuş hali olarak başladı. Gezi’yi kimse organize etmedi, edemezdi, edemedi de. Gezi hakkında, kökü dışarda bir eylem anlatısı, bu gözaltı dalgasıyla güçlendirilmeye çalışıldı. Aynı zamanda bu soruşturma “Kavala’ya uygun bir örgüt bulmak için yapılmış gibi duran bu soruşturma, isterse her türlü sivil toplum faaliyetini, muhalif konuşmayı suç haline getirebilecek bir hukuk anlayışının ne kadar
hakim hale geldiğini de göstermiş oldu.” (https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/facebook-postu-olabilecek-iddialarla-tutuklanmak-8446) Gözaltına alınanlardan Yiğit Aksakoğlu tutuklandı. Yiğit Aksakoğlu, Osman Kavala ve haksız bir şekilde tutuklananlar derhal serbest bırakılmalıdır. Yiğit Aksakoğlu, sivil toplum çalışmaları yapan bir gönüllüdür. Sivil toplum çalışması yapmak suç değildir! Şiddetsiz eylem planlamak suç değildir! Toplantı yapmak, planlamak suç değildir! Yiğit’e özgürlük!
3
GÜNDEM
SANAYİ ÜRETİMİ DÜŞÜYOR:
“EN KÖTÜSÜ” HENÜZ YAŞANMADI FARUK SEVİM
Sanayi üretimi Eylül’de hem geçen yılın aynı dönemine göre, hem de bir önceki aya göre yüzde 2,7 oranında azaldı. İktisatçılar bu durumu “eşine az rastlanır, sert bir ekonomik krizin başlangıcındayız” şeklinde değerlendiriyor. 2018 yılı 3.çeyreğinde Türkiye ekonomisinin toplam olarak küçülmesi bekleniyor, rakamlar Aralık ayı ortasında açıklanacak
yaşanan sıkıntılar, 2019’da ülkenin resesyona sürüklenmesine neden olacak ekonomik bir şok yaratıyor. Moody’s ise Türkiye’de ekonomik aktivitelerin ciddi şekilde yavaşlamasını, ekonominin 2019’da yüzde 2 oranında daralmasını bekliyor. Ekonomik görünümün “negatif” olduğunu belirten kuruluşun kaydettikleri şöyle:
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
BARIŞ İSTEMEYENLERLE İTTİFAKTA ISRAR! AKP’nin iktidarını perçinlemesi süreciyle muhalefetin kendisini çaresiz hissetme süreci elele ilerliyor. Bu çaresizlik hissi ise her siyasal gelişmede kestirme çözümler arayışını gündem getiriyor, özellikle seçimler, kestir-
Türkiye, tırmanan kurumsal zorluklar ve politika belirsizliği ile karşı karşıya
me çözümlerin hızla devreye girdiği ve gerçekleşirse
Ekonomide, 2018 için yüzde 1,5 büyüme, 2019 için yüzde 2 daralma.
Her seçim aynı tartışmalar yaşanıyor. Her seçim aynı
Küresel büyümenin yavaşlamasına, faiz artışlarına, ticarette korumacı politikalara ve jeopolitik gerilimlerin tırmanmasına bağlı olarak Türkiye’yi zor günler bekliyor
giriyor!
Cari açık ve kriz işareti
de olduğu vurgulanmalı ya da önümüzdeki bir seçim tarihi önemdeyse, bu önemin gerekçeleri hezeyandan
İşsizlik patladı
Türkiye ekonomisinin 9 aylık cari açığı 30 milyar dolar oldu, geçen yıla göre 1,3 milyar dolar daha iyi bir rakam bu, çünkü aşırı yüksek döviz kuru ithalatı yavaşlattı. Ama aynı dönemde 4,3 milyar dolarlık net sermaye kaçışı yaşandı. Bu kaçan sermaye miktarı cari açığa eklendiğinde ekonominin 34,2 milyar dolarlık finansman ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu açık nasıl karşılanıyor? Açığın karşılanma biçimi, krizin gidişatının nasıl olacağını da gösteriyor.
15 Kasım’da Ağustos ayının işgücü istatistikleri açıklandı. Resmi işsizlik rakamı son 18 ayın en yükseğine çıkarken, en geniş tanımıyla işsizlerin (iş bulma ümidi olmayanlar, mevsimlik çalışanlar, iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar, zamana bağlı eksik istihdam ve yetersiz istihdam edilenler) toplamı yedi milyonu aştı. En geniş tanımıyla işsizlik oranı yüzde 19,3’e yükseldi. Sadece Temmuz ve Ağustos aylarında ne eğitimde ne istihdamda olan genç sayısı (15-29 yaş) 584 bin arttı. Eylül- Kasım döneminde işsiz sayılarının çok daha hızlı arttığını hepimiz yaşayarak görüyoruz.
Cari açığın yarısı Merkez Bankası stoklarından, diğer yarısı kaynağı belirsiz döviz girişlerinden (aslında kaynağı belli, özel sektörün kara günler ve başka işler için yurt dışında bulundurduğu dövizle) karşılandı. Merkez Bankasının 9 aylık döviz rezervi kaybı 17 milyar dolara ulaştı. Net hata noksan ya da kaynağı belirsiz döviz girişi de 17,2 milyar doları buldu. Bir yandan hızlı bir sermaye kaçışı var, öte yandan kamunun ve özel sektörün rezervleri hızla tükeniyor. Bu cari açık finansmanı açısından sürdürülemez bir durumdur, krizin derinleşmekte olduğunun işaretidir.
itildiği bir “ölüm kalım meselesine eş görülen seçimler-
AKŞENER’DEN IRKÇI ÇIKIŞ
Bu seçimlerde de gerek ciddi düzeyde gerekse dedi-
Partisinin meclis grup toplantısında konuşan Meral Akşener, “Suriyelileri geri göndereceğiz” dedi ve şöyle devam etti: “Size reçeteyi açıklıyorum. Alın kalem kağıdı, yazmaya başlayın. Suriyeli mültecilere Türk vatandaşlığı verilmeyeceğini açıklayın. Kaç sene kalırlarsa kalsınlar, Türk vatandaşı olamayacaklarını kesin bir dille açıklayın. Bu, bir bölümünün geri dönmesini sağlayacağı gibi, vatandaşlık hayaliyle sınırımıza dayanan yeni göçlerin de, önünü kesecektir.” Savaştan ve ölümden kaçıp Türkiye’ye sığınan insanlara karşı kampanya temelinde örgütlenen İyi Parti, Avrupa ve Amerika’daki ırkçı-faşist örgütlenmelerle aynı kulvardan ilerlediğini bir kez daha gösterdi. Akşener, CHP ile yerel seçim ittifakında anlaştı. Suriyeli mültecilere düşmanlık, her iki parti tarafından oy kazandıracak bir politika olarak görülüyor. Muhalefet alanını kaplayan ırkçılık, sadece Suriyeli göçmenlerle kalmıyor. İktidar alanını kaplayan şoven milliyetçilikle birleşerek, tüm ezilenleri tehdit eder hale geliyor.
mamış bir süreçken, CHP-İYİ Parti ittifakı, bağıra çağı-
2019 yılında geniş tanımıyla 8 milyon işsizle nasıl baş edileceği sorusu yakıcı bir şekilde duruyor. Türkiye kriz yolunda ilerliyor Çeşitli değerlendirme kuruluşları Türkiye ekonomisine yönelik 2019 yılı beklentilerinde ‘resesyon’ uyarısı yapıyor. Resesyon, ekonominin üç aylık dönemlerde arka arkaya en az iki defa küçülmesi durumudur. Ekonomide durgunluk olarak da isimlendirilir. Uzun bir resesyon dönemine, ekonomik çöküş denir. Açıklanan raporlarda, yüksek enflasyon ve kur krizine dikkat çekildi, kredi arzı ile dış finansman koşullarındaki kötüleşmenin sürdüğü belirtildi. Fitch, Türkiye ekonomisinin 2018 ve 2019 yılları için reel büyüme oranı tahminlerini düşürerek, sırasıyla yüzde 3,6 ve yüzde -1,9 olarak açıkladı. Daha önceki tahminler sırasıyla yüzde 4,1 ve yüzde 3 idi. Raporda şunlara dikkat çekildi: Kredi arzı daralması ve güven zedelenmesi gibi nedenlerle ekonomi beklenenden daha hızlı yavaşlıyor. Kur krizi, yüksek enflasyon ve dış finansman koşullarında
Yerel seçimlerde, Suriyeli göçmenlere karşı düşmanlık yapanlara, ırkçılara, bunların içinde yer aldığı ittifaklara oy yok!
tüm dertlerin sona ereceği anlar olarak düşünülüyor. telaş, aynı iddialar ve aynı ittifak mantığı devreye Her seçimden önce “bunun son tarihi önemde seçim” olduğu vurgulanıyor. Ya bütün seçimlerin tarihi önem-
uzak bir şekilde tane tane anlatılmalı. Bir seçim ölüm kalım meselesi olarak öne çıkartıldığında, bu kez de AKP’nin oy gücüne bakılıyor ve bu oy gücünü geçmenin, “diğerlerinin” matematik toplamıyla mümkün olduğu söylenmeye başlıyor. Sonuç olarak politikanın, politik ilke, öneri ve tartışmaların en geriye de yaşamsal önemde bir seçim ittifakı” önermesi tek belirleyici perspektif oluyor. Bugünlerde Mart yerel seçimlerinin heyecanı her yeri sarmaya başlamışken yine benzer bir ittifak mantığı öne çıkıyor. Mart yerel seçimleri de “köprüden önceki son çıkış” olarak önemseniyor. kodu düzeyinde HDP’nin CHP’yle ittifakı konuşuluyor. Ama konuşulanlar burada kalmıyor, HDP CHP’yle ittifakı konuşurken, CHP İyi Parti’yle resmi görüşmeler yaparak ittifak sürecini resmen başlatıyor. HDP-CHP görüşmesi gerçekleşip gerçekleşmediği kesinlik kazanra duyurulan bir gelişme. İYİ Parti liderliğinin kökleri, savundukları ayrı bir yazının konusu ama CHP için de İYİ Parti için de söylenebilecek kesin bir gerçek var: Her iki partinin liderliği de AKP’yi yıpratmak için en çok başvurdukları
ide-
oloji ırkçılık. Yerel seçimlerde destekleyeceğimiz parti ya da adaylar da politik ilkeler aramaktan vaz mı geçtik? Bir parti hem ırkçılık yapabilir hem de bizim desteğimizi alabilir mi? Bazı belediyelerin AKP’nin elinden alınması ırkçılıkla ittifak kurmanın hasarlarından daha mı önemli? Sahiden bu yerel seçimler köprüden önceki son çıkış olduğu için mi bu çıkışa ırkçılarla ittifak yaparak dönmeye çalışıyoruz? Kürt siyasilerle aynı kareye girmek istemeyenlerle, barış kelimesini bir kez dahi kullanmayanlarla birlikte seçim stratejisi belirlemek gerçekten de bir zorunluluk mu?
4
DÜNYA
FRANSA: YÜZ BİNLERCE PROTESTOCU SOKAKTAYDI
İNGİLTERE: MUHAFAZAKÂR HÜKÜMET KRİZDE İngiltere 29 Mart 2019 yılında resmi olarak Avrupa Birliği’nden ayrılıyor. Bu ayrılığın nasıl olacağını belirlemek için birkaç yıldır süren müzakereler sonunda geçen hafta AB ile İngiltere arasında bir anlaşmaya varıldı. 585 sayfalık anlaşma metni 29 Mart’tan itibaren 21 aylık geçiş süresi boyunca İngiltere’nin devam edecek yükümlülüklerini ve AB prosedüründen çekilme sürecini belirliyor.
Sarı yelekliler, yolları kapadı.
Hükümetin akaryakıt fiyatları-
na getirdiği ek vergileri protesto eden ve sosyal medya üzerinden örgütlenen Sarı Yelekliler hareketi, 17 Kasım’da sokağa indi. Arabalarda kaza anında giyilmesi için tutulan sarı yelekleri giyerek 2.000 kadar noktada ve onlarca şehirde sokağa çıkan, yolları kapatan göstericilerin sayısı İçişleri Bakanlığı’na göre 250 bini aştı. Zaman zaman çatışmaların da yaşandığı eylemlerde bir kişi araç çarpması sonucu yaşamını yitirdi. 400 kadar yaralı, 52 de gözaltı var. Anketler Fransız halkının %75’inin eylemlere destek verdiğini gösteriyor. Eylemler yayılıyor 17 Kasım’da başlayan eylemler Fransa Başkanı Macron’un vergilerden geri adım atmaması üzerine sonraki günlere de yayıldı. Pazar ve Pazartesi günlerinde de 150 noktada gösteriler ve yol kapama eylemleri devam etti. Ancak katılan göstericilerin sayısı Cumartesi günündeki kadar olmadı. Eylemleri kim düzenliyor Eylemler 10 Ekim’de iki kamyon şoförünün benzin vergilerini protesto amacıyla yol kapama eylemi yapılması için bir sosyal medya duyurusu açmasıyla ortaya çıktı. Kısa sürede yüzbinlerce destek aldı sayfa ve 17 Kasım için eylem çağrısına dönüştü. Eylem günü yaklaşırken Macron hükümeti, benzin ve mazot fiyatlarındaki artış nedeniyle dar gelirli hanelere yakacak yardımında bulunma kararı aldı. Ancak bu karar eylemcileri durdurmadı. Eylemler, kamyon sahiplerinden küçük ulaşım ve lojistik girişimcilerine, şoförlerden vergi artışından rahatsız olan işçilere kadar farklı kesimlerden katılımla gerçekleşiyor.
Ancak sekter bir tavır takınan ve ülkenin en büyük sendikası olan CGT eylemlerin aşırı sağcılar tarafından organize edildiğini ilan ederek katılmama çağrısı yapıyor. Faşist Marine Le Pen eylemlere desteğini açıklarken, merkez sağdaki muhalefet partisi Cumhuriyetçiler de eylemlere destek veriyor. Hareket sözcüleri ise hareketin hiçbir parti ile ilişkili olmadığını belirtiyorlar. Ayrıca kemer sıkma politikalarının uygulayıcısı olan Macron da bir sağcı ve bir yandan işçilerin ödediği vergileri artırırken bir yandan militarizme büyük yatırım yapıyor. Uluslararası hareketin dersleri Fransa’da gerçekleşen eylemler aslında küresel eylem dalgasının bir halkası. Belçika’da da Fransa’daki eylemcilerle dayanışmak için petrol rafinelerini bloke ediliyor. Bir hafta önce ise petrol fiyatlarındaki artışa karşı Bulgaristan ve Sırbistan’da kitle eylemeleri gerçekleşmişti. Bulgaristan’daki hareketin kitleselliği sonucu aşırı milliyetçi ittifakın eş başkanı ve Başbakan Yardımcısı Valeri Simeonov istifa etmek zorunda kalmıştı. Son haftalarda Yunanistan’da Syriza hükümetinin kemer sıkma programına karşı feribot işçileri ve kamu çalışanları grevleri yaşanıyor, Bükreş’te metro grevi, Almanya’da ise Amazon ve Ryanair grevleri yaşanıyor. Birbirinden etkilenen bu hareketleri basitçe aşırı sağın örgütlediği ve katıldığı eylemler olarak görmek yanlış olur. Hareketi işyerlerine ve greve doğru yöneltmek en başta örgütlü sendikaların ve solun harekete dahil olması ile mümkün olabilir.
Fransa’daki hareketin bir benzeri geçtiğimiz aylarda Brezilya’da yaşanmıştı. 600 bin üyeli Şoförler Derneği Abcam Temer hükümetinin petrol fiyatlarındaki artışını protesto etmek için 21 Mayıs’ta genel greve gitti. Otoyollar kapatıldı, havayolu şirketleri benzinleri tükendiği için uçuşları iptal etmeye başladı, araçlar benzin bulamamaya başladı ve gıda fiyatları hızla yükseldi. Günler süren genel grev hükümetin saldırısı ile dağıtılmıştı. Birçok şehirde ordu yönetime el koyarak OHAL ilan etmişti. Ancak Brezilya solu ve sendikaları harekete Fransa’dakiyle aynı gerekçelerle destek vermemişti. Greve başlangıçta işveren sendikaları da destek veriyor ve örgütlenmesine yardım ediyordu. Hükümetin fiyat düşüşü yaptığı 25 Mayıs’ta işveren sendikası memnun olarak grevden çekildi ancak grev devam etti. O dönem yapılan bir anket çalışmasında halkın %87’sinin grevi desteklediği yer alıyordu. Kamyoncular derneği ve işveren sendikası 2016’da İşçi Partili Başkan Rousseff’in yolsuzluktan görevden alınması sürecinde de önemli bir rol oynamıştı. Solun ve sol sendikaların şoförler içerisinde yeteri kadar etkin olmaması ve greve başlangıçta işverenlerin tutumundan dolayı mesafeli olması şoförlerin bir kısmının sağcıların etkisiyle Temer’e karşı orduyu göreve çağırmasına yol açtı. Şoförlerin diğer sendika ve işçi hareketinden izole olması grevin diğer sektörlere yayılmasına da engel oldu. Solun ve sendikaların hareketi sağın liderliğine terk etmesi sonucu Temer’e duyulan öfke Brezilya’da gerçekten aşırı sağın yükselişine katkı sağlayan bir gelişme oldu. Geçtiğimiz haftalarda seçimleri eski bir subay olan aşırı sağcı Bolsonaro kazandı.
İngiltere’nin muhafazakâr Başbakanı Theresa May öncülüğünde hazırlanan Brexit planı İngiliz sermayesinin çıkarlarını savunurken göçmen karşıtı bir tutum da alıyor. Kapitalistler kollanıyor Anlaşma, 21 aylık geçiş süreci boyunca İngiltere’nin AB gümrük birliği içerisinde kalmaya devam edeceğini belirtiyor. Bu sayede İngiliz sermayesi serbest pazarda ticaret yapmayı sürdürecek. Geçiş süresi sonrasında ise ne olacağı belirsiz. İki tarafın bu süreçte vereceğe karara bağlı deniyor. Yani serbest ticaret İngiltere AB’den çıksa da devam edebilir. Ayrıca bu belirsizlik İngiltere’nin AB ile bankacılık, ulaşım ve kamu hizmetleri gibi çeşitli alanlarda da ortak pazar kurallarına bağlı kalmak istediğini gösteriyor. Bu da şirket vergilerinin arttırılması veya bu alanların ulusallaştırılması gibi durumları engelliyor. Göçmen karşıtı anlaşma Bu anlaşmanın bir diğer yönü AB üyesi göçmen işçiler açısından ciddi saldırılar içeriyor olması. AB’nin belki de tek iyi tarafı serbest dolaşım iken anlaşma serbest dolaşımdan çıkılacağını belirtiyor. İngiltere zaten Schengen anlaşması dışında kalarak serbest dolaşım konusunda çekince koyuyordu. Anlaşmanın ardından Theresa May büyük bir sevinçle “serbest dolaşım artık tamamen sona erecek” diye duyurdu. Britanya’da yaşayan 3 milyon kadar AB vatandaşı göçmen ülkede kalabilmek için izin almak durumunda kalacak. Anlaşmada yer alan “ekonomik olarak etkin olmama” maddesi ise işsiz veya dar gelirli AB vatandaşı göçmen işçilere İngiltere ekonomisine yük olmayacak
bir gelire sahip olmadıkları durumda kalma izni verilmeyeceğini içeriyor. İngiltere’nin sosyalistleri ise “ortak pazara hayır” “serbest dolaşıma evet” diyor. AB dışı göçmenler konusunda da anlaşma İngiltere’nin AB-Türkiye arasında yapılan göçmen anlaşmasına destek vermeye devam edeceği yer alıyor. Kuzey İrlanda sorunu Brexit anlaşması Kuzey İrlanda konusunda belirsizliğe sahip. AB, Kuzey İrlanda’nın AB içerisinde kalmaya devam etmesini istiyor. İngiltere ise Kuzey İrlanda ile arasında bir sınır ve gümrük olmasını istemiyor. Anlaşma şimdilik Kuzey İrlanda’nın AB içerisinde kalmasını içerdiği için Theresa May kendi partisinden ağır eleştirilere maruz kalıyor. Sosyalistler ise İrlanda’nın birliği için ve adanın AB’den çıkışı için bir referandum talep ediyor. Hükümette kriz Anlaşma duyurulduktan sonra Brexit Bakanı Dominic Raab ve Çalışma ve Emeklilik Bakanı Esther McVey'in de bulunduğu bazı hükümet üyeleri istifa etti. Dört bakan yardımcısı da görevi bıraktıklarını açıkladı. Arka arkaya gelen istifalar hükümeti zora sokmuş durumda. Raab, "Kuzey İrlanda için önerilen yönetim anlayışı İngiltere'nin bütünlüğü için ciddi bir tehdit" dedi. May’e yönelik parti içi muhalefet Kuzey İrlanda meselesi dışında gümrük birliğinde kalınmasına da karşı çıkıyor. Muhalifler gümrük birliğinden çıkılmasını ama serbest ticaret anlaşması imzalanmasını savunuyor. Parti içi muhalif vekiller May’e karşı imza toplayarak güven oylaması yapmaya hazırlanıyor. İskoçya Özerk Yönetimi Başbakanı ve İskoç Ulusal Partisi (SNP) lideri Nicola Sturgeon ise Brexit'in İskoçya'nın İngiltere'den ayrılmasına ilişkin tezi güçlendirdiğini söyledi. İşçi Partisi lideri Corbyn de anlaşmanın çok kötü olduğunu ve hükümetin Brexit sürecini krize dönüştürdüğünü söyledi.
RÖPORTAJ
5
“İKLİM DEĞİŞİMİNDEN G20 SORUMLUDUR”
Dünyada arka arkaya iklim felaketleri haberleri gelirken iklim değişiminin seviyesini ve kapitalizm ve iklim değişimi arasındaki bağlantıyı aktivist Nuran Yüce’yle konuştuk. İklim değişikliği gezegeni ne düzeyde tehdit ediyor? Nuran Yüce: Yakın zamanda Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin son raporu yayınlandı. Bu raporda 1,5 derecelik bir sıcaklık artışının etkileri ve bu hedefe ulaşmak için gereken araçlar ele alınıyordu. Öncelikle iklim değişikliği gezegeni ne düzeyde tehdit ediyor sorusuna, bu rapordan yanıt verecek olursak özetle ‘1,5 derece sınırı göz ardı edildiği takdirde dünya dönmeye devam eder ancak yaşam bildiğimiz yaşam olmaktan çıkar’ deniliyor. Şimdiye kadar atmosferdeki sera gazlarının artışı gezegenin sıcaklığını 1 derece arttı. Yani biz şuanda bu 1 derecelik sıcaklık artışının etkilerini yaşıyoruz. 1,5 derecelik ya da daha üstünde bir sıcaklık artışının nasıl etkiler yaratacağından önce bugün yaşadıklarımızın bile nasıl büyük bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu yeterince gösterdiği konusunda anlaşmalıyız. Bu hafta Hindistan’ın doğusunda Gaja kasırgası –hızı saatte 120 kilometre- ve yoğun yağış 33 kişinin ölümüne, 180 bin kişinin de evlerini terk etmesine yol açarken, aynı zaman diliminde Bodrum’da 24 saatte metrekareye düşen 200 kilogram yağış sele neden oldu. Daha önceki haftalarda ise Tayland, Brezilya, Irak, İran, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan ve Mısır’da fırtına, aşırı yağışlar, sel ve heyelanlar oldu. Tüm bu yerlerde yaşanan yağışları aşırılaştıran da, fırtınaların şiddetini artıran da iklim değişikliğinden başka bir şey değildi. Sıcak havanın daha fazla su buharı tutmasına bağlı olarak -özellikle tropik bölgelerde- hem yağış miktarları artıyor hem de rüzgârlar şiddetleniyor. Orman yangıları da böyle… ABD’nin Kaliforniya eyaletinin hem kuzeyinde hem de güneyinde Kasım ayının başından beri yangın var. Yangından ölenlerin sayısı 70’i geçti, kayıpların sayısı 1.300 deniliyor. Kilometrelerce alana yayılan yangını söndürmek için 9 bin itfaiye personeli uğraşıyor ama yangın bir türlü kontrol altına alınamıyor. Kaliforniya’nın tarihindeki bu en ölümcül yangın 26 bin nüfuslu Paradise isimli bir kasabayı tamamen yok etti. Hiç şüphe yok ki Kaliforniya’daki yangının şiddetini artıran da iklim değişikliği. Sıcaklık ve kuraklığın artışı yangın mevsimlerinin uzamasına neden oluyor. Bu nedenle Kaliforniya
olduğu kadar durdurulamamasında da G20 ülkeleri sorumludur. Çünkü bunlar kapitalist ekonomilerdir ve kapitalizmin bir şirket için geçerli olan işleyiş yasaları; büyüme, rekabet devletler için de geçerlidir. Hatta günümüzde devlet şirket işbirliğini aşan şirketleşmiş devletlerden bahsediyoruz. Tabi G20 ülkeleri içinde yenilenebilir enerjilere yatırım yapılıyor ya da başka tedbirler alınıyor. Ama bu adımların atılmasında da yıllardan beri verilen irili ufaklı, yerel ya da küresel mücadelelerin, iklim hareketinin etkisini görmek gerekir. Ayrıca iklim değişikliğinin yarattığı ekonomik kayıplar da hükümetler üzerinde itici bir güç oluşturuyor. Sorunun büyüklüğüne uygun ve kalıcı çözümlerin hayata geçirilemiyor olmasının nedeni ise kapitalist sistemdir. Türkiye de fosil yakıta dayalı enerji kullanımından vaz geçmiyor, Türkiye açısından bu ısrarı nasıl değerlendiriyorsunuz?
California.
eyaletinde en büyük 20 yangının 15’i son 18 yılda oldu. Eyalet yetkilileri bu ortalığı kasıp kavuran yangınlar için “yeni olağan durum” diye açıklama yapıyorlar. Ayrıca Güney ve Orta Amerika’dan ABD’ye doğru ilerleyen kitlesel göçün ardındaki bir neden de iklim değişikliğidir. Bu bölgelerde yaşan insanların yaklaşık üçte biri geçimlerini tarımsal faaliyet ile sağlıyorlar. İklim değişikliğinin yarattığı koşullara bağlı olarak tarımsal ürünlerde azalış, hem insanların işsiz kalmasına neden oluyor hem de daha fazla sayıda insanın gıda güvenliğini tehdit ediyor. İnsanlar, işsizlikten, şiddetten, yoksulluktan ve aynı zamanda yiyecek bir şeyleri olmadığı için göç ediyorlar. Bölgede gıda güvenliğini kökten değiştiren muazzam bir iklim değişikliği var. Sadece geçtiğimiz bir iki hafta içinde yaşanan aşırı hava olayları dünyanın muhtelif yerlerinde çok sayıda insanın yaşam desteklerinden mahrum kalmasına yol açtı. Gezegendeki insan türü dâhil tüm canlı yaşamının yok etmeye yönelik tehdit ise her geçen gün büyüyor. Peki G20 ülkelerinin bütün uyarılara karşı esaslı bir tedbir almamasının nedeni nedir sizce? Nuran Yüce: Bu sorunun cevabı iklim değişikliğinin bir çevre meselesi olmamasın-
da bir sistem meselesi olmasında yatıyor. G20, dünyanın en büyük ilk yirmi ekonomisinin oluşturduğu bir örgütlenme. Dünya ekonomisinin %85’i, dünya ticaretinin %80’i G20 ülkeleri tarafından gerçekleştiriliyor. Ve bu ülkeler yıllar içinde ekonomik büyümelerini/büyüklüklerini fosil yakıt endüstrileri üzerinden kurdular ve elde ettiler. Ayrıca her bir ülke içinde en büyük şirketlerin ağırlıklı olarak fosil yakıt (kömür, petrol, doğalgaz) ya da fosil yakıtlara bağlı şirketler (otomobil) olduğunu unutmayalım. İklim değişikliğinden tarihsel ve oransal olarak da G20 ülkeleri sorumlu. Örneğin 2015 yılında Çin, ABD, Avrupa Birliği, Hindistan ve Rusya küresel sera gazı salımlarının %66’dan sorumluyken, G20 ülkelerinin tamamı %81’ini aşan bir oranda sorumluydu. Birbirleriyle ekonomik rekabet halinde olan (ABD başkanı Donald Trump şimdilerde ‘ticaret savaşları’ diyor) bu ülkelerin iklim değişikliğini ele alışları da; kendi ekonomilerini zarar uğratmadan, rakip ekonomilere en fazla zarar verme üzerine şekilleniyor. İklim değişikliğini durdurmak için küresel düzeyde karbon salımlarını azaltmak gerekiyor. Oysa geçtiğimiz dokuz yılda, başta Çin, Japonya, Almanya, Güney Kore ve ABD olmak üzere G20 ülkeleri Vietnam, Güney Afrika, Avustralya ve Endonezya gibi ülkelerde kömüre 76 milyar dolar yatırım yaptılar. İklim değişikliğinin oluşmasında
Nuran Yüce: Şu anda ciddi bir ekonomik krizin başlangıcının yaşıyoruz. Bu krizin temel nedeni Türkiye’nin borçlanmaya dayalı bir büyüme ekonomisi olması. Ekonomik büyümenin motor gücünü ise enerji ve inşaat sektörleri oluşturuyor. Enerji de yatırımlar da ağırlıklı olarak fosil yakıtlara dayalı. AKP’nin 2023 hedefleri ve bu hedefler doğrultusunda Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın programı aslında hem enerji yatırımlarının neden büyütüldüğünü hem de neden vaz geçilemediğini açıklıyor. Senaryo şöyle oluşturulmuş durumda: Türkiye’nin enerji politikası, hem ekonominin ana motoru olan inşaat sektörünün yüksek enerji ihtiyacını karşılamak için hem de hiç de gerçekçi olmayan büyüme hedefleri belirlenerek, bu büyümenin enerjide talep artışına yol açacağı üzerinden enerji yatırımlarını artırmaya dayanıyor. Bu temelde oluşturulan Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığının resmi senaryosuna göre de 2023 yılına gelindiğinde Türkiye’nin elektrik talebinin 400 milyar KWh seviyesine ulaşacağı, bu talebin karşılanması için de Türkiye’nin enerji kurulu gücünü %70 civarında arttırması gerekeceği öngörülüyor. Başta kömür olmak üzere tüm yerli kaynakların kullanılması hedefleniyor. Fosil yakıt kullanımını yoğunlaştıran bu kapitalist mantık.
6 KADIN
25 KASIM: KADINA YÖNELİK
25 Kasım 2017, İstanbul. MELTEM ORAL
Kadına yönelik taciz, tecavüz, şiddet tüm dünyanın gündeminden bir türlü düşmeyen bir mesele ne yazık ki. Sadece Ekim ayında en az 20 kadının öldürüldüğü Türkiye’de çok daha can yakıcı bir konu. Özellikle ABD’de Trump’ın iktidara gelmesiye küresel çapta güçlenme eğilimi gösteren, yükselen otoriter dalgayla birlikte ‘tepeden aşağıya’ boca edilen cinsiyetçilik ve kadınların kazanılmış haklarına dönük saldırılar birbirine paralel bir şekilde ileriyor. Bu ilerleyişin karşısında güçlü bir kadın hareketi de yine küresel çapta kendisini gösteriyor. Hollywood’daki tecavüz vakalarının ortaya çıkmasıyla birlikte popüler kültürde yaşanan tartışmalar, ABD’de tacizci yargıç Kavanough’ya karşı kararlı eylemler, McDonald’s işçisi kadınların tacize karşı grevleri, ara seçimlerde Temsilciler Meclisi’ne giren kadın sayısının tarihi bir rekor kırmış olması ABD’deki kadın mücadelesinin hareketliliğine dair sadece birkaç örnek. Üstelik Brezilya’nın diktatörlük sevdalısı yeni başkanı Bolsonaro’ya karşı sokakları dolduran yine kadın hareketi oldu. Dünya çapındaki bu örnekleri arttırmak mümkün. Çok açık ki küresel çaptaki kadın hareketi; tacize, tecavüze ve şiddete sessiz kalmayan Avrupa Parlamentosu vekilinden Hollywood oyuncusuna, üniversite öğrencilerinden işçi kadınlara birbirine güven veriyor. Küresel hareketin ‘yüzde 99 için feminizm’ veya ‘antikapitalist feminizm’ gibi sloganları sahiplenmesi ise ekonomik ve politik kriz koşullarında kadın mücadelesinin sadece bir ‘eşit haklar’ mücadelesi olmanın ötesinde, kapitalizmi hedef alan ve sistem karşıtı farklı mücadelelerle birlikteliği savunan bir çizgide olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de de popüler kültür camiasında yaşanan son gelişmeler, zaten her zaman gündemde olan kadına şiddet tartışmalarını başka bir safhaya çıkarttı. Oyuncu Talat Bulut Yasak Elma dizisinin setinde kostüm asistanı bir kadını taciz etti ardından başka kadınlar da aynı isim tarafından tacize uğradıklarını açıkladılar. Dizinin set işçileri Bulut’u sette istemediklerine dair metinler yazdılar. Yakın zamanda bir başka dizi Yaşamayanlar’ın setinde oyuncu Elit İşcan meslektaşı Efecan Şenolsun’un kendisini taciz ettiğini açıkladı. Üst üste yaşanan bu olaylar üzerine dizi/film sektöründe çalışan kadınların bir araya gelme çağrısı yaptığı gün şarkıcı Sıla, Ahmet Kural’ın kendisine şiddet uyguladığını ifşa etti. Sıla’nın yaptığı açıklamayı okuyan hemen her kadın, nelerin yaşanmış olabileceğini çok iyi ‘anladı’. Kendisini aklamaya çalışan Ahmet Kural ise fail erkeklerin klasikleşmiş refleksi olarak önce inkâr etti ardından gelen tepkiler üzerine özrü kabahatinden beter bir açıklama yaptı. Bu yaşananlara ve kamuoyundaki tepkilere dair söylenebilecek çok şey var ama uzun lafın kısası, kadına yönelik şiddetin statü, meslek, mahalle, şan, şöhret ayırt etmeksizin her kadının meselesi olduğu ne yazık ki bir kez daha görülmüş oldu. Peki nedir bu şiddet? Kadına yönelik şiddetin kökeninde ne var? Erkeklerin şiddet uygulaması psikolojik sorunlarıyla mı açıklanmalı yoksa sadece erkek olmalarıyla mı? Öncelikle dört bir tarafı şiddetle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Ortadoğu’da bitmeyen savaş, her ülkenin giderek yükselen oranda yaptığı askeri yatırımlar ve militarizasyon, dizilerde, filmlerde, bilgisayar oyunlarında normalleştirilen şiddet, devletin şiddeti,
resmi tarihin şiddeti, ergen şiddeti, ebeveyn şiddeti, hayvanlara şiddet gibi listeyi uzatmak mümkün. Kapitalizmin varoluşu zaten şiddet. Egemen sınıfın denetimindeki bir şiddet aygıtı olan devletler varolmaya devam ettiği müddetçe, her ne kadar aile içindeki kapalı kapılar ardında cereyan etse de özel değil toplumsal, inşa edilen ve üretilen bir olgu olarak şiddet hayatlarımızda yer etmeye devam edecek. Şiddet meselesini bir takım soyutlamalardan çıkartıp politik bir mefhum olduğunu görmek önemli. Özellikle kadına yönelik şiddetin, bireyler arasında yaşansa da toplumsal bağlamı içerisinde anlaşılması gerekir. Şiddeti kurumsallaştıran devlet, yasalar sistemi, polis ve toplumsal ideolojiden bağımsız bir değerlendirme kadınların sistematik olarak neden ikincilleştirildiğini açıklayamıyor. Şiddet yüklü bir dünyada, toplumsal cinsiyet rollerinin yani kadınlığın ve erkekliğin inşa edildiği bir koşulda kadınlar sırf kadın oldukları için sistematik olarak şiddet maruz kalıyorlar. Kadına yönelik şiddet fiziksel, cinsel, ekonomik, sözsel, psikolojik gibi birçok yönü barındırıyor. Cinselliği kontrol etmek, denetlemek, aşağılamak, istenmeyen cinsel davranışları yapmaya zorlamak, ilişkiye zorlamak, cinsel ilişki sırasında rıza dışında güç kullanma vb. cinsel şiddettir; yumruk, tokat, tekme, saç çekme, yakma, itip kakma, boğazını sıkma vb. fiziksel şiddettir; ekonomik özgürlüğü kısıtlama, eve para bırakmama, sürekli hesap sormak, parayı kullanarak aşağılamaya çalışmak ekonomik şiddettir. Bu tanımları da çoğaltmak mümkün. 25 Kasım’da yine sokağa 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Gün vesilesiyle kadınlar yine sokakta olacak. Son yıllarda Tür-
KADIN
7
ŞİDDETE KARŞI SOKAKTAYIZ! Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü 25 Kasım 17:00’de Tünel Meydanı'na! kiye’deki baskıcı politik ortamda kadın hareketi sokaklara kitlesel olarak çıkabilen tek güç oldu. Bunda hem küresel çapta hareketin yükselişi hem de politik ortamın baskıcılığının kadınların hayatında ciddi oranda etkisinin olması önemli bir rol oynuyor. 25 Kasım gününün tarihi eskiye dayanıyor, Dominik Cumhuriyeti’nde Trujillo diktatörlüğünün hüküm sürdüğü dönemde, askerler tarafından gözaltına alınıp tecavüze maruz kalan ve katledilen Mirabel kardeşleri anmak üzere 1981 yılından bu yana kadınlar tarafından anma düzenleniyor. Türkiye’de 25 Kasım’lar anma gösterisinin ötesinde kadınların hayatın her alanına dair özgürlük taleplerini haykırdıkları bir eylemliliğe dönüşmüş durumda.
AİLENİN ROLÜ
Küresel ve tarihsel bir sorun olarak kadına yönelik şiddetin kökleri kadına biçilen rolde gizli. Cinsiyetçilik ve kadına yönelik ayrımcılık toplumun tepesinden aşağıya doğru inşa ediliyor. Hâlâ dünyanın her yerinde kadınlar erkeklerden daha az maaş alıyor, kadın bedeninin metalaştırılması popüler kültürün olmazsa olmazı, Türkiye’de ‘kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin’,’kızını
CİNAYETLERİN YÜZDE 75’İ EVDE Ulusal basında çıkan haberleri takip ederek kadına yönelik şiddetin çetelesini tutan Bianet haber sitesinin verilerine göre, sadece Ekim ayında 20 kadın öldürüldü. Basına yansımayan güvenilir rakamlara ulaşmak ne yazık ki pek mümkün değil. Cinayetlerin yüzde 75’i evde işlendi. Her türlü istatistik kadınların en çok en yakınındaki erkekler tarafından şiddete maruz bırakıldığını ve öldürüldüğünü gösteriyor.
dövmeyen dizini döver’ vecizeleriyle yüklü bir kültürde yetişiyoruz, geçen hafta İrlanda’da 17 yaşında tecavüze uğrayan kadının dantelli iç çamaşırı giyiyor olması gerekçesiyle mahkemenin tecavüzcüyü serbest bırakması yargı eliyle kadınlara baskının sürdürülmesinin tek örneğinin Türkiye olmadığını gösteriyor. Tüm bunlar kadının yerinin kocasının yanı, görevinin ev işleri ve üreme amaçlı seks olduğu anlatısının ürünleri. Kadınların ezilmesi kapitalizmin sürekliliği için anahtar bir role sahip. 1846’da Marx ve Engels “ilk toplumsal işbölümü erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan işbölümdür” diye yazar ve daha
Bursa, Nilüfer’de yürüyüş.
sonra Engels bu cümleyi “tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ilk sınıf baskısı da kadınların erkekler tarafından baskı altına alınmasıyla eşzamanlıdır” şeklinde geliştirir. Aile kurumu yeniden üretim sürecinin özelleştirilmesi ve işgücünün üretilmesi gibi fonksiyonları nedeniyle kapitalizm için olmazsa olmazdır. Ailenin rolü sırf birtakım ahlaki normların sürekliliğini sağlamakla filan sınırlı değil bizzat kapitalizm için bir tür varoluş meselesidir. Ailenin kutsanmasının devamlılığını sağlamak kadına yönelik sistematik ayrımcılığı üretmekten geçiyor. Aile kurumu
bir sevgi yuvası olmaktan çok erkeklerin kadınları, her ikisinin de çocukları ezdiği bir toplumsal hücredir. Şiddet böylesi bir yapının ürünü, mevcut ilişki biçimlerinin bir sonucudur. Kadınlar lehine çok sayıda yasal düzenlemenin olduğu ülkelerde bile kadına yönelik şiddetin devam ediyor olmasında aile kurumunun varlığı, bu varlığı sürdürebilmek için de sistematik olarak cinsiyet rollerini dayatan bir küresel kültürün olması bir hayli etkili. Dolayısıyla her türlü şiddeti kurumsallaştıran ve sistematikleştiren kapitalizmi hedefine alan bir mücadeleye ve kadını şiddet yuvası aileye hapseden koşulları dağıtan başka bir toplumsal düzene ihtiyacımız var.
8 KİTAP
TÜRLERİN KÖKENİ
Charles Darwin’in Türlerin Kökeni, 159 yıl önce Kasım ayında yayınlandı. Sekiz yıl sonra Das Kapital’i yayınladığında Karl Marx kitabını imzalayıp Darwin’e gönderdi. zor uyum sağlayarak yaşam mücadelesinde sorunlu hâle gelebilir. O zaman zaten erken ölür, az ürer ve o gen yok olur gider. Ama tersi de olabilir. Rengi değiştiği için onu yiyen hayvanlara görünmez hale gelebilir, boyu uzadığı için daha yüksekteki yapraklara erişiyor olabilir, dişleri sivri olduğu için palamut yiyebilecek hâle gelebilir. Yani çevresine daha uygun, yaşam mücadelesinde daha avantajlı bir duruma gelebilir. O zaman uzun yaşar, daha çok ürer ve zamanla o gen nüfusun bütününde mevcut olur. Yeni bir hayvan türü çıkmıştır ortaya.
RONİ MARGULİES
İrlanda’da Başpikopos James Ussher’ın 1650’de yayınladığı hesaplara göre, Tanrı dünyayı ve insanı ve tüm türleri M.Ö. 4004 yılında yaratmıştı. Ussher bu rakamı, İncil’de kimin kimi doğurduğunu anlatan listeleri inceleyerek, ortalama insan ömrünü ve Kitap’ta sözü edilen olay ve tarihleri hesaba katarak bulmuştu. Aynı hesaba göre, Nuh’un gemisi M.Ö. 2349’da demir almıştı. Gülebilirsiniz, ama dünyanın 6000 yıldan kısa bir süredir var olduğu, yaklaşık 200 yıl boyunca hiç sorgulanmayan bir gerçek olarak kabul gördü. Ussher’dan birkaç yıl sonra, Cambridge Üniversitesi rektörü John Lightfoot daha hassas ve ayrıntılı bir çalışmayla dünyanın M.Ö. 4004 yılında, 23 Ekim Pazar günü sabah saat 9’da yaratıldığını hesapladı.
‘Doğal seçilim’ olmuştur. Gen mutasyonları hep oluyor. Çoğunun hiçbir sonucu yok. Ama yaratığın doğal çevresine daha uyumlu olmasını sağlayan mutasyonları doğa, bir anlamda, “seçiyor”.
Ussher’dan yüz yıl sonra, Fransız doğabilimcisi Georges Louis Leclerc erimiş madenlerden oluşan dünya boyutlarındaki bir nesnenin ne kadar zamanda soğuyup sertleşeceğini hesaplayarak ve kilisenin gazabını üzerine çekmeyi göze alarak dünyanın yaşının 75 bin yıl olduğunu tahmin etti. “Yanılıyor olabilirim,” dedi, “yarım milyon yıl bile olabilir! Zaman, doğanın büyük ustabaşıdır”.
Evrim sürecinin özü aşağı yukarı bundan ibaret. Nezle virüsü bizim gibi yılda bir üremiyor ve ürediğinde tek bir çocuk doğurmuyor. Hergün üreyip milyonlarca çocuk üretiyor. Dolayısıyla, çok sayıda yeni mutasyon oluyor. Ve bunlardan pek çoğu virüse yeni bir avantaj kazandırıyor, virüs evrimleşiyor. Nezle gibi basit bir sorunla, üstelik nedenini gayet iyi bildiğimiz bir sorunla, bu yüzden bir türlü başedemiyoruz. Bir ilaç buluyoruz, “Tamam, bu sefer oldu” derken, herif değişiveriyor, bulduğumuz ilaçtan etkilenmeyen farklı bir virüs hâline geliveriyor.
Sadece zaman Sonra, 1820’lerde İngiltere’nin güney kıyılarında fosiller bulunmaya başlandı. Bunların artık dünyada yaşamayan, benzerleri bile bulunmayan dev hayvanlara ait kemikler olduğunu anlamak uzun sürmedi. Hayvanlardan birine İguanodon adını taktılar. Ama nasıl olabilirdi? Tanrı her şeyi birkaç bin yıl önce aynı anda yaratmıştı. Bu hayvanlar ne zaman yaşamış, ne zaman ve niye yok olmuştu? Sonra, İskoçya sahillerinin jeolojisini elinin içi gibi bilen James Hutton, dünyanın yüzeyinin sınırsız bir zamana yayılan süreçler sonucu oluştuğunu ileri sürdü. Süreçleri anlattıktan sonra “Başka neye ihtiyacımız olabilir? Hiç, sadece zaman” dedi. Ateist olmakla suçlandı. Oysa, Tanrı’nın dünyayı yedi günde yarattığına inanıyor ve anlattığı süreçlerin sekizinci gün başladığını düşünüyordu. Nihayet, Charles Lyell tedricî değişim ve sınırsız zaman kavramları üzerinde yükselen, üç ciltlik Jeolojinin İlkeleri kitabını kaleme aldı. Ve bundan sonra artık kimse dünyanın birkaç bin yıllık bir gezegen olduğunu düşünemedi. Üniversiteyi bitirip Beagle gemisinde beş yıllık yolculuğuna çıktığında, Darwin’in yanına aldığı kitaplardan biri de Lyell’ın
Büyük beyin, konuşmak, sosyallik Ağaçlarda yaşayan, dik durup yürüyemeyen, maymuna benzer bir hayvan milyonlarca yıl boyunca çeşitli mutasyonlar geçirerek iki ayak üzerinde yürüyen, kılsız, büyük beyinli, konuşabilen, çok sosyal bir hayvana dönüşmüş. birinci cildiydi. Zamanın önemini bu kitap sayesinde kavradı. Bir tür bir başka türe nasıl dönüşebilir? Yeterince zaman olursa. Zaman oldu. Gezegenimiz 4,6 milyar yıldır var. İlk canlı, o garip, tek hücreli yaratık, yaklaşık 4,2 milyar yıl önce ortaya çıktı. Lüfer, papatya ve insan O tek hücreli yaratık dört milyar yılda bana, lüfere ve papatyaya (ve dünyada şu anda bilinen diğer 9 milyon canlı türüne) dönüştü! Her çocuk (insan çocuğu, lüfer çocuğu, papatya çocuğu) nasıl bir yaratık olacağını
belirleyen genlerinin yarısını anneden yarısını babadan alıyor; anne ve babanın genleri kopyalanıp çocuğa geçiyor. O nedenle lüferin çocuğu lüfer oluyor ve ben babama çok benziyorum. Genler kopyalanıp çocuğa geçerken bazen fotokopi hataları oluyor. Bir gen ‘mutasyon’a uğruyor, farklı geçiyor çocuğa. O gen önemsiz bir gen olabilir, o zaman pek bir şey değişmiyor. Ama çocuğun önemli bir özellliğinin değişik olmasını sağlayan bir gen de olabilir; o zaman çocuğun rengi farklı, boyu uzun veya dişleri sivri olabilir. Bu farklılık nedeniyle çocuk çevreye daha
Değişimin her aşaması o hayvana o günün çevre koşullarında bir avantaj sağlamış, kalıcılaşmış. Ve büyük beyin o kadar büyümüş ki, geri bakıp bu süreci merakla izleyip çözecek, anlayacak hâle gelmiş! Bunların hiçbiri “teori” değil. Yerçekimi kanununu ne kadar iyi biliyor ve anlıyorsak, evrim sürecini de o kadar biliyor ve anlıyoruz. Genleri, mutasyonları, mutasyonun niye ve ne kadar sık olduğunu, hangi genlerin ne zaman değiştiğini, şempanze ile insanın ortak atasının ne zaman farklılaşmaya başladığını, ondan sonra ne tür hayvanların nasıl değişerek insana doğru evrildiğini biliyor ve anlıyoruz.
EMEK HABER
ANTİKAPİTALİSTLER PLATFORMU, DİRENİŞTEKİ TARİŞ İŞÇİLERİNİ ZİYARET ETTİ
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
KRİZİN FATURASINI ÖDEMEK İSTEMİYORSAK, ORTAK EYLEM ŞART Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) “Yoksulluğa, güvencesizliğe, işsizliğe karşı; birlikte mücadeleye” başlığı ile 5 ilde bölge mitingleri yapmaya başladı. Mitinglerin ilki 17 Kasım Cumartesi İzmir’de yapıldı. Mitinge İzmir dışından Muğla, Aydın, Manisa, Denizli, Balıkesir, Uşak illerinden katılım oldu. Binlerce emekçi hükümetin işçi ve emekçilere yönelik politikalarını protesto etti. İşçi ve emekçilerin başlıca talepleri şunlar; Başta asgari ücret olmak yüksek enflasyon karşısında eriyen ücretler, özellikle taşeron işçilerin iki yıl için sabitlenen ücretleri acilen arttırılmalıdır.
Direnişteki Tariş işçilerine ziyaret.
Antikapitalistler Platformu, sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan işçilerin direnişe geçtiği TARİŞ’i ziyaret etti. Ziyaret sırasında direniş alanında bulunan DİSK Gıda İş Ege Bölge Başkanı Gürsel Köse’den bilgi alan Antikapitalistler, Köse’nin kendilerine işyerinde toplam 147 içinin çalıştığını, bunlardan 124 işçinin sendika üyesi olduğunu, işveren tarafından durumun fark edilmesi üze-
rine önde duran 7 işçinin haksız, hukuksuz bir şekilde işten çıkarıldığını, bunun üzerine sendika ve işçilerin direniş başlattıklarını aktardıklarını söylediler. Direnişteki işçilerden Murat Yılmaz ise, öncelikle sonuç alınıncaya kadar direnmeye devam edeceklerini bu konuda kesinlikle kararlı olduklarını, taleplerinin ise öncelikle atılan işçilerin işe geri alınması ama bun-
dan da önemlisi bu işyerinde sendikanın tanınması ve bir an önce toplu iş sözleşme masasına oturulması olduğunu vurguladı. Ayrıca kamuoyunun ve işçi sınıfının TARİŞ’in önündeki bu sese kulak vermelerini ve bu direnişi kendileriyle beraber büyütmelerini beklediklerini, zira kendilerinin kazanımı ya da kaybının günün sonunda işçi sınıfının tümüne yazacağını belirtti.
İşçiler bundan sonraki süreçte, seslerini duyurmak için kentin belirli merkezlerinde stant açarak imza kampanyası, el ilanı, broşür dağıtacaklarını belirttiler. Tarihi henüz belli olmasa da fabrikanın önünde tüm sınıf örgütlerinin katılabileceği kitlesel bir miting veya açıklama yapacaklarını da söyleyen işçiler bunun için tüm kurum ve kişilerin desteğini beklediklerini vurguladılar.
ZONGULDAK’TA MADENDE PATLAMA 13 Mayıs 2014’te Soma’da yaşanan maden faciasında 301 işçi öldüğünde, oluşan büyük öfkeyi göğüslemek için hükümet hem madencilik alanında hem de genel olarak işçi sağlığı konusunda bir dizi adım atacağını ilan etmişti. Bu adımların hemen hemen hiçbirisi atılmadı. Öfkenin yatışması beklendi. O günden beri iş kazaları devam ediyor. En son Zonguldak’ın Kilimli ilçesinde maden ocağında yaşanan patlamada iki işçi yaralandı ve hastaneye kaldırıldı, üç işçi ise madende mahsur kaldı. İçeride 3 madencinin bulunduğunu belirten Zonguldak Valisi Bektaş, gazetecilere "Maden kazaları olmaya devam ediyor. Detayı bilmiyoruz. 3 arkadaşımızı kurtarma çalışmaları devam ediyor... Hayatlarından umudumuz yok. Patlamayla ilgili araştırma yapılıyor. Önceliğimiz oradan 3 arkadaşımızı kurtarmaya çalışacağız. Sonra gereği yapılacak." açıkla-
masını yaptı. Arkadaşlarını kurtarmak için sürdürülen çalışmalara katılan beş maden işçisi ise gazdan zehirlenerek hastaneye kaldırıldılar. İş cinayetlerinde rekor http://www.guvenlicalisma.org/ sitesi iş cinayetlerini dakik bir şekilde raporluyor. Buna göre 2018’in sadece Ekim ayında 177 işçi ölürken, 2018 yılında ilk 10 ayda toplam 1640 işçi yaşamını yitirdi. 2017 yılında
2006, 2016 yılında 1970 işçi yaşamını yitirdi. Son üç yılda yaklaşık 5700 işçi iş kazalarında yaşamını kaybetti. Bu korkunç ve adeta iç savaş manzarası sunan sayı Türkiye’de uygulanan vahşi kapitalist yöntemlerin doğrudan bir sonucu. İşçilerin güvencesiz bir şekilde en ağır çalışma koşulları altında çalıştırılmasının bir ürünü. İstanbul’da 3. Havalimanı inşaatında çalışan işçiler hangi koşullarda çalışmaya
ve hayatta kalmaya uğraştıklarını yaptıkları eylemlerle gösterdiler. Sadece 3. Havalimanı inşaatında değil inşaat sektörünün, madencilik sektörünün bütününde işçilerin yaşamı, insanca yaşam koşulları, iş güvenliği hiçe sayılıyor. Tek bir işçinin bile sağlığının tehlike altında olmaması talebini çok daha gür sesle çıkartmak kelimenin tam anlamıyla bir ölüm kalım meselesi.
İŞYERLERİNDEN MÜCADELE HABERLERİ n Edirne’nin Enez İlçesinin Sultaniçe köyünde bulunan Amcol Mineral Madencilik kil fabrikasında 86 işçi, toplu iş sözleşmesinde (TİS) uyuşmazlık çıkması sebebiyle greve gitti. n Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamayınca, İzmir’deki Demir Yol İş sendikasında örgütlü İZBAN işçileri grev kararı aldı. n KESK’in İzmir’de krizin faturasının işçi sınıfına ödetilmemesi tale-
Eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, elektrik, su, doğalgaz, internet gibi temel sosyal hizmetler asgari ihtiyaç ölçüsünde ücretsiz sağlanmalıdır. Toplu işten çıkarmalar yasaklanmalıdır. Karın ve faizin vergilendirilmesine dayanan bir vergi sistemi kurulmalıdır. Haksız olarak ihraç edilen tüm memurlar işlerine geri dönmelidir. Yargıda ve idarede adil bir sistem kurulmalıdır Hızla artan enflasyon karşısında ücretlerdeki ani erime, toplu sözleşmeleri geçersiz hale getiriyor. Hükümet adaletsiz vergi sistemi ile emekçilerin cebindekilere zaten sürekli el koyuyor. Kriz ortamında işçi, işsiz, öğrenci, emekli herkes biraz daha mağduriyet yaşıyor. Patronlar ise krizi fırsata çevirmeye çalışıyorlar. Krizi çıkaranlar ülkenin yüzde 1’i olmasına rağmen, krizin faturasını geri kalan yüzde 99’a ödetmeye çalışıyorlar, hükümet bu sürecin politikalarını uyguluyor. Kamu emekçileri siyasette yaşanan krize de dikkat çekiyorlar. AKP’nin giderek otoriterleşen politikalarını protesto ediyorlar. Bu mitingler yaklaşan yerel seçimler öncesinde ezilenlerin emekçilerin kendi gündem ve talepleri ile sokaklara çıkmasının başlangıcı olabilir. İşçi ve emekçiler yaptıkları eylemlerle, yaşadığımız siyasi ve ekonomik krize ezilenler lehine müdahale ediyorlar. Krizin faturasının işçi sınıfına ve emekçilere kesilmemesi için, emek güçleri sokaklara çıkıyor. Bu anlamda KESK’in güvencesizliğe ve krize karşı bölgesel mitingler yapma kararı olumlu. Ancak işçi ve emekçilerin daha uzun vadeli bir kampanyaya ihtiyacı var. Mutlaka büyük konfederasyonların bu kampanyaya, bu mitinglere kazanılması gerekiyor. Kazanılmaları için diğer sendika ve konfederasyonlara yüksek sesle basınç uygulamalıyız, eylemlerimize davet etmeliyiz. Krizin faturasını ödemek istemiyorsak, bütün konfederasyonlar birlikte, ortak eylemler geliştirmeliyiz.
biyle düzenlediği mitinge binlerce emekçi katıldı. Mersin ve Kocaeli’de de KESK il temsilciliklerinin çağrısı ile ekonomik krizin bedelinin halka ödetilmeye çalışılmasına karşı eylemler düzenlendi. İstanbul’da ise “KHK’lar gidecek, biz kalacağız” eylemi geçtiğimiz hafta Gaziosmanaşa’da yapıldı. n Flormar işçileri 7 aya yakın süredir fabrika önünde direnmeye devam ediyor. İşçilerin ses aracı kaymakamlık tarafından yasaklandı. n Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç edilen ve güvenlik soruşturması gerekçesiyle ataması yapılmayan hekimlerin SGK ile anlaşmalı hastanelerde çalışmalarını engelleyen yasa tasarısına karşı hekimlerin eylemleri ve kamuoyunun tepkisi sonuç verdi, tasarının ilgili maddesi değiştirildi.
10
YORUM
ABD ÇİN’İN YÜKSELİŞİNİ YAVAŞLATMAYA ÇALIŞIYOR
Asya Pasifik’te devriye gezen ABD savaş gemileri. ALEX CALLİNİCOS
Donald Trump yine Avrupa’da dolaşıp pot kırıyor, gittiği yerlerde kavgalara girişiyor. Ancak asıl önemli olan ABD ve Çin arasındaki ilişki. Mart ayında başlayan ticaret savaşında Trump, Çin'in ABD'ye olan ihracatının yarısına gümrük vergisi uygularken, Çin de aynı şekilde yanıt verdi. Son zamanlarda Trump daha olumlu sinyaller veriyor. Birkaç hafta önce Başkan Xi Jinping ile "ticarete çokça vurgu yapılan", "çok iyi bir sohbet" gerçekleştirdiği yönünde tweet attı. Aynı zamanda Kasım sonunda yapılacak olan, dünyayı yönetenlerin buluştuğu G20 zirvesinde bir uzlaşmaya varabilecekleri konusunda umutlu olduğunu ifade etti. Sonuçta Trump, Temmuz ayında Avrupa Birliği'ne karşı bir ticaret savaşına girmemek için geri adım atmıştı. Açık ki, bu olasılık onun yönetimindeki bazı kişilerce hiç hoş karşılanmadı. Beyaz Saray Ulusal Ticaret Konseyi'nin direktörü Peter Navarro, "küreselci milyarderler"e karşı olağanüstü bir saldırıya girişti. Navarro, onları Trump'ın vergileri düşürmesini sağlamayı amaçlayan bir Çin "etki operasyonunun" parçası olarak hareket eden "kayıt dışı yabancı ajanlar" olmakla suçladı. "Küreselci", "Yahudi" kelimesinin yerine kullanılan antisemitist ve aşırı sağcı bir koda dönüştü. Çin hükümetinin Eylül ayında ABD'li önde gelen bazı bankacıları Başkan yardımcısı Wang Qishan ile görüşmeye
davet ettiği doğru. Onların bu davete icap edip Çin'e gitmelerinin "Yahudi finansı" tarafından kurulan bir komplo ile hiç ilgisi yok. Amerikan bankaları ve şirketleri, sermayenin kârların yüksek, ücretlerin ise düşük olduğu yere gidebilmesini sağlayan liberalleştirilmiş dünya ekonomisinden büyük fayda sağladılar. Bu Çin ile olan çatışmanın yalnızca Trump'ın kişisel eksantrikliğinin bir ürünü olduğu anlamına gelmiyor. Çin'de iktidarda olan Komünist Parti 1978'de Çin'i dünya pazarına entegre etmeye başladığından beri, Çin şirketler için hiçbir zaman maaşların düşük olduğu herhangi bir yerden ibaret olmadı. Parti, bankalar ve büyük sanayi kuruluşları üzerinde devlet kontrolü kurdu. Şimdi Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisi, en büyük imalatçısı ve ihracatçısı. Xi'nin temel politikalarından birinin adı "Çin'de üretilmiştir 2025." Bu politika Çin ekonomisini giderek daha yüksek teknolojili alanlara kaydırmayı amaçlıyor. Bu politika pek çok Batı hükümetinin ve Batılı şirketin Çin firmalarının kendi pazarlarına egemen olacağı korkusuna kapılmasına neden oluyor. Aynı zamanda Batılı firmaların Çinliler tarafından devralınmasının değerli fikri mülkiyetleri elde etmek için yapıldığı yönünde suçlamalar var. ABD ve AB'nin Temmuz ayında geldikleri ateşkes durumunun bir parçası da -bu açıkça ifade edilmese bile- Çin'in Batılı teknolojiyi çaldığı iddialarına yönelik ortak bir soruşturmayı da içeriyordu. Konu yalnızca ekonomik rekabet değil. Çin'in yükselişi ABD kapitalizminin küresel hegemonyasına yönelik
şu ana kadarki en ciddi tehlikeyi teşkil ediyor. ABD, Çin Halk Kurtuluş Ordusu ile bağlantılı şirketlerin askeri istihbarat araştırmalarına ulaşmaya çalıştığından ve bunun yaratacağı askeri sonuçlardan korkuyor. Hem ABD hem de Avrupa devletleri, kendi güvenliklerini etkileyebilecek Çin yatırımlarına sınırlamalar getirmeye başlıyorlar. Gerilimler iki tarafı da etkiliyor. Xi ülkenin ilk lideri Mao Zedong'un "kendine yeterlilik" sloganını yeniden canlandırdı. Savunma Bakanı General Wei Fenghe, Çin Halk Kurtuluş Ordusu tarafından düzenlenen uluslararası bir forumda, Tayvan adasının "Çin'in temel ilgi alanı olduğunu" söyledi. "Eğer birisi Tayvan'ı Çin'den ayırmaya çalışırsa Çin Ordusu bedeli ne olursa olsun harekete geçecektir" uyarısında bulundu. Tayvan tarihsel olarak Çin'in bir parçasıydı, ancak ABD desteği sayesinde bugün bağımsız. ABD, Çin'i iki yılda bir Pasifik'te gerçekleştirdiği büyük bir deniz tatbikatı olan Rimpac'a davet etmedi. Ayrıca Rus S-400 füze savunma sistemini aldığı için Çin Halk Kurtuluş Ordusu'nun bir bölümüne yaptırım uyguladı. Ama ABD egemen sınıfı içinde bu tür eylemler konusunda bir tartışma yok. ABD'nin hem Pasifik'e hem de Avrupa'ya egemen olma hakkı olduğunu varsayıyorlar. ABD iş çevrelerinde Trump'ın vergi politikasına yönelik çokça muhalefet olsa da, Çin'e patronun kim olduğunu gösterecek hamleler sorun edilmiyor. Çeviri: Onur Devrim Üçbaş
Z
YAYINLARI
YORUM
11
AVRUPA ORDUSU TARTIŞMASI: BÜYÜK ÇATLAK
Macron, Merkel, Trump. VOLKAN AKYILDIRIM
Birinci Dünya Savaşı’nın bitişinin yüzüncü yıldönümü etkinlikleri, “Transatlantik ittifakı” denilen ABD ve Avrupa’daki müttefikleri arasında ayrışmaya sahne oldu. Batı emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası, en büyük siyasi krizi ve bölünmüşlüğü yaşıyor. Sert sözler Fransa’daki etkinliklerin hemen başında, ilk kez radyoya çıkan Fransa Cumhurbaşkanı Macron, “Gerçek bir Avrupa ordusuna sahip olmadıkça Avrupalıları koruyamayacağız. Tehditkar olabileceğini gösteren ve sınırlarımıza dayanmış bir Rusya’ya karşı, daha egemen, ABD’ye bağımlı olmayan ve tek başına kendini savunan bir Avrupa’ya ihtiyacımız var” dedi. ABD Başkanı Trump’ın ilk tepkisi, “Avrupa önce ABD’ye NATO borcunu ödesin” oldu. Bununla yetinmeyerek, sosyal medyada şunları yazdı: “Emmanuel Macron Avrupa’yı ABD, Çin ve Rusya’ya karşı korumak için kendi ordusunu kurmayı önerdi. Fakat Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda sorun Almanya’ydı. Bu durum Fransa için nasıldı? ABD savaşa girmeden önce Paris’te Almanca öğrenmeye başlamışlardı. NATO için ya ödeme yapın ya da yapmayın” Trump, Macron’u zor duruma düşürürken, Fransa’daki ortağı Le Pen liderliğindeki faşist harekete de selam gönderdi: “Sorun, Emmanuel’in Fransa’da onay seviyesinin %26 ile son derece düşük ve işsizlik oranının neredeyse %10 olması. O yalnızca konuyu değiştirmek istiyor. Ayrıca Fransa’dan daha milliyetçi bir ülke yok, son derece gururlu insanlar ve bu konuda haklılar” “Fransa’yı yeniden harika yap”
Trump’ın destek verdiği faşistler, Fransa’da Nazi işgali sırasında Alman ordusuyla işbirliği yapmıştı!
sediyorsanız, önemli stratejik işleri kendi başınıza yapacağınız anlaşılır ve bu akıllıca değildir” diyerek tehdit etti.
Bu sert çıkışların ardından, Avrupa Parlamentosu’nda ‘Avrupa’nın Geleceği’ konulu bir konuşma için kürsüye çıkan Almanya Başbakanı Merkel “Geçen senenin gelişmelerine bakacak olursak, aslında önemli olan, gerçek bir Avrupa ordusunun kurulması vizyonu için çalışmamızdır. Sadece daha güçlü bir Avrupa, Avrupa’yı savunacak. Eğer toplumumuzu korumak istiyorsak Avrupa kaderini kendi eline almalıdır” diyerek Macron’a destek verdi.
ABD’nin yeni gümrük tarifeleri ve ek vergileriyle başlattığı ticaret savaşıyla birleşen tartışmalar şimdi derin bir çatlağa dönüşmüş durumda.
Macron ve Merkel’in ortak askeri güç fikrine götüren sebepler, 2015’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla başlattığı şahin askeri politikalar, ilk kez bir ABD başkanının Transatlantik ittifakını sarsacak adımlar atması ve AB liderliğiyle kavgaya girişi, NATO’daki savunma harcamaları tartışmasının büyümesi. Trump, NATO üyesi devletlerin askeri harcamalarını, gayri safi yurt içi hasılalarının yüzde 4’üne çıkarmalarını yani iki kat artırmalarını istiyor. Bunu yapmadıkları, yani ABD’den bolca silah satın almadıkları takdirde Rusya’dan korunmayacakları tehdidini de ediyor. İtalya ve İspanya da ortak Avrupa ordusundan yana. Macaristan, Çekya, Polonya ve Slovakya da bu askeri gücün mültecilere karşı savaşta kullanılması için ortak ordu istiyor. Yaptırımlar ve Suriye savaşıyla ABD ile had safhada gerginlik yaşayan Rusya Devlet Başkanı Putin, “çok taraflı dünyada olumlu bir gelişme” diyerek Avrupa ordusuna destek verdi. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ise bu fikre kökten karşı çıktı ve “Stratejik bağımsızlık gibi bir süreçten çok fazla bah-
Kırılma 1914-1918 yılları arasında süren milliyetçi boğazlaşma sonucu 20 milyon kişi yaşamını kaybetti. İlkiyle çözülmeyen emperyalist devletler arasındaki dünyanın paylaşımı ve hegemonya sorunu, 21 yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nı meydana getirdi. Bu kez 40 milyon insan öldü. Her iki savaşta Avrupa’nın iki güçlü emperyalist devleti Almanya ve Fransa karşı cephelerde yer almıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda emperyalist galipler ABD ve SSCB arasında paylaşılırken, Alman ordusu dağıtıldı. “Birleşik Avrupa” fikriyle birlikte, ortak ordu önerisi de bu sırada gündeme geldi. Fransa, Avrupa’da kurulacak ortak bir askeri gücün komutasında Alman subaylarının yer almasını dahi istemiyordu. Almanya da bunu kabul etmişti. Fakat bu ortak ordu fikri, emperyalist savaşın en büyük galibi ABD tarafından hızla gündemden çıkarıldı.
yerarşisini korumak adına, Avrupa’nın birleşmesini destekledi. Ta ki ABD’nin küresel ticaretteki payının azalmasına karşı radikal tedbirleri, milliyetçiliği ve kaosu savunan işadamı Trump başkan olana dek. ABD tekellerinin çıkarları etrafında oluşan aşırı sağ ittifakın iktidarı, iki dünya savaşı sonunda kurulan küresel düzenin kurumlarını yok ederken, ekonomik rekabetin beraberinde getirdiği askeri rekabet NATO işleyişini sarsarken, şiddet ve imha kapasitesi yüksek yeni bir emperyalist ordunun kuruluşunu hızlandırıyor. Yenilebilirler Karşımızda, neredeyse mutlak bir güce sahip, dünyayı Pentagon’dan yapılan planlarla değiştiren, tüm müttefiklerini hizaya çekip, dünyanın geri kalanına kolayca baskı uygulayan bir emperyalizm yok. Aksine örgütlenmeleri dağılan, hiyerarşisi parçalanan, birbirine girmiş, çok boyutlu bir kriz yaşayan emperyalizmle karşı karşıyayız. Bu kriz, yarattığı sonuçlar ne denli vahşn ve korkunç olsa da, 100 yıldır insanlığa acıdan başka bir şey getirmemiş emperyalizm zayıflığını ve yenilebileceğini de göstermekte.
Dünyanın en büyük askeri gücü ve silah/ şiddet tekeli ABD ordusunun etrafında örgütlenen ve Batı ittifakına dahil devletlerin ordularının bir parçası olduğu NATO, Batı emperyalizminin askeri örgütlenmesi olarak kuruldu.
Sosyalistler, NATO’ya, Suriye’de büyük vahşet yaratan Rus militarizmine karşı oldukları gibi Avrupa ordusuna da karşıdır. Güvenlik-beka kaygılarının kalıcı çözümü silahlanma yarışının durdurulması, sürmekte olan savaş ve çatışmaların durdurulması, bunları körükleyen güçlülerin kurduğu düzenin son ermesiyle mümkün.
ABD, Avrupa üzerindeki hegemonyasıyla, dünya çapındaki hegemonyasını koruyordu. ABD başkanları bu yüzden, Batı emperyalizminin küresel örgütlenme hi-
Birinci Dünya Savaşı’na 1917’de Rusya’da işçi sınıfının Ekim Devrimi son vermişti. Bugün de barışı kazanacak güç, küresel işçi sınıfıdır.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
ASGARİ ÜCRET NET 2600 TL OLMALIDIR yüzde 62.22, ekmeğin fiyatı yüzde 18.93, tavuk etinin fiyatı yüzde 36.42, sütün fiyatı yüzde 33, soğanın fiyatı ise yüzde 83 arttı. Elektriğe yüzde 44,95 oranında zam geldi. Kiralar yüzde 10 arttı. Ekonomik kriz başlangıcından itibaren doğal gaza üç kez zam yapıldı. Temel ihtiyaçlar listesi ekmek ve enerji ile sınırlı değil. Asgari ücretle çalışan işçiler için ulaşım ve sağlık gibi hizmetlerin fiyatları her geçen gün artmakta. Telaffuz edilen zam oranı şimdiden eriyip gitti.
ÇAĞLA OFLAS
2019 yılı asgari ücreti Aralık ayında belli olacak. Krizin faturasını işçi sınıfına çıkartmak peşinde olan hükümet ve patronlar bu yıl da asgari ücretin sefalet ücreti haline gelmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Geçen yıl Türk-İş’in açıkladığı yoksulluk ücretinin 5 bin TL olduğu koşullarda asgari ücret 1.603 TL olarak belirlenmişti. Türk-İş bu yıl asgari ücretin 2.200 TL olması gerektiğini söyledi. DİSK ise 2600 TL olması gerektiğini söyledi. Asgari ücretin yükseltilmesi mücadelesi krizin faturasını patronlara ödetmek için atılacak en somut adımlardan birisi. Genel ücret düzeyini belirleyen taban ücreti oluşturan asgari ücret, sendikalı, sendikasız hangi sektörde çalıştığı fark etmeksizin milyonlarca işçi için en önemli toplu sözleşme niteliğinde. Ne var ki asgari ücret, geniş işçi yığınlarının katılımından uzak, anti demokratik bir şekilde belirlenmekte. Oysa 14 milyon kayıtlı işçinin yaklaşık 6 milyonu asgari ücretle çalışıyor. Kayıt dışı çalışmakta olan 4,5 milyon işçinin ücretlerinde de asgari ücret baz alınıyor. Asgari ücretin sendikaların istediği gibi 2.600 TL olması ve asgari ücretten vergi alınmaması için tüm konfederasyonların bir araya gelip birlikte hareket etmesi halinde kazanmak mümkün. Bu nedenle işyerlerinde asgari ücret kampanyası yapılıp, sendikalara basınç yapılmalıdır. Ayrıca asgari ücret mücadelesi sadece Aralık ayı boyunca yapılmamalı, kazanana kadar mücadele edilmelidir. Asgari ücretin
MARKSİST SÖZLÜK ORTODOKS MARKSİZM Ortodoksi, Hristiyanlıktaki Ortodoks mezhebini aşan bir anlama sahiptir. Antik Yunan dilindeki “orthos” (doğru) ve “doxa” (görüş) sözcüklerinin birleşiminden türeyen ortodoksi, bir mezhebin ismi olma niteliğini sonradan kazanmıştır. Ortodoksi genellikle, “diğer görüş” anlamına gelen heterodoksi ile karşıtlık içinde kullanılır. Dolayısıyla ortodoksi kendini çıkış öğretisine bağlılık olarak ifade eden pek çok görüş için kullanılagelen bir terim olmuştur. “Ortodoks” Marksizm’in şekillenişi ise Karl Marx ve Friedrich Engels’in ölümünden sonra II. Enternasyonal içinde yaşanan bir tartışma ile oldu. Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) üyesi Eduard Bernstein, kapitalizmin sınıf çatışmalarını keskinleştireceği yönündeki Marksist
Krizi fırsata çevirenler
İstanbul, 2014.
yükseltilmesi işçi sınıfının en temel ortak mücadele talebidir. Kuşkusuz milyonlarca işçiyi birlikte hareket etmesini sağlayacak bu mücadeleyi kazandığımızda yeni kazanımların da kapısını açmış olacağız. Asgari ücret ve zamlar Konfederasyonların açıkladığı ücretler karşısında işveren kesimleri yapılacak zammın enflasyon oranlarının altında olacağını söylüyor. Söyledikleri rakam ise 1.850 TL.
tezi reddediyor, kapitalizmin kendi bağrındaki çelişkileri aşabilecek bir büyüme potansiyeli taşıdığını, orta sınıfın genişleyeceğini savunuyordu. Tarımda özel mülkiyetin ortaya çıkışını savunduğu anlayışa kanıt olarak gösteren Bernstein, SPD’nin devrimci bir stratejiyi terk etmesini ve reformist bir stratejiyi benimsemesi gerektiğini söylüyordu. Bernstein’ın “revizyonizm” olarak anılan tezlerine SPD’nin iki üyesi tarafından geliştirilen cevaplar kapitalizmin sınıflar arasındaki çelişkiyi derinleştirmeye devam ettiğini söylüyor, Marksizm’in temel tezlerini savunuyorlardı. Bu SPD üyeleri arasında ilki 1900’lü yıllarda Marksizm’in “papası” olarak anılmaya başlayan Karl Kautsky, diğeri ise Rosa Luxemburg’du. Bernstein revizyonizmine karşı Kautsky ve Luxemburg’un görüşleri ortodoks Marksizm’in savunusu olarak görüldü. SPD’nin en önemli liderlerinden Karl Kautsky’nin görüşleri dünyanın pek çok yanındaki Marksistler için ortak bir temel oluşturuyordu. Kautsky, daha sonra
Asgari ücret, işçilere normal bir gün çalışma karşılığı ödenen, gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım, kültürel harcamalar gibi temel giderlerinin günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılanmaya yetecek kadar bir ücret anlamına gelmekte. Son bir yılda ortalama fiyatların %25,24 oranında arttığı koşullarda 1.850 TL hiçbir ihtiyacı karşılayamayacaktır. Temel gıda maddelerinde son bir yılda büyük artış yaşandı. TUİK’in Ekim ayı rakamlarına göre; domatesin fiyatı bir yılda yüzde 141.91, yumurtanın fiyatı
onun görüşlerine ve pratiğine sert bir şekilde muhalefet edecek Lenin ve Luxemburg dahil pek çok devrimcinin de dahil olduğu bir Marksistler kuşağı açısından önemli bir teorisyen olarak görülüyordu. Ancak Kautsky’nin sınıf çatışmalarının keskinleşeceğine ve bu çatışmalar keskinleştiğinde sosyal demokrat partilerde işçilerin birliğinin sağlanması yönündeki görüşü politik mücadeleyi dışarıda bırakan ve bütün sınıf mücadelesini çelişkilerin keskinleşmesini beklemeye indirgeyen bir ortodoksinin ortaya çıkışının yolunu açtı. Giderek İkinci Enternasyonal partileri arasında daha çok benimsenen bu anlayış pratikte çoğu zaman Bernstein’ınkinden pek de farklı bir yön sunmuyordu. 1914’e gelindiğinde SPD başta olmak üzere İkinci Enternasyonal partilerinin Birinci Dünya Savaşı’nda kendi burjuvazilerinin yanında tavır almaları üzerine Lenin, Luxemburg gibi devrimciler İkinci Enternasyonal’den koptular, Rusya’da 1917 devrimi İkinci Enternasyonal ortodoksisinin sadece teorik değil pratik olarak da eleş-
Hükümet patronların borçlarını yeniden yapılandırırken, vergi ve sigorta primlerini affederken, emekçilerin ücretlerine gelince tasarruftan bahsetmekte. Oysa AKP’nin 18 yıllık iktidarı boyunca sermayeye sürekli kaynak aktarılırken, emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında büyük gerilemeler yaşandı, yaşanmakta. Emekçilerin elde ettiği her kazanımı daha sonra bir şekilde katbekat fazlasıyla geri alan hükümet, işsizlik fonunu da sermaye aktarmanın planlarını yapıyor. En son emeklilikte yaşa takılanlar konusunda çıkarılmak istenen yasaya AKP ve MHP birlikte ret oyu vererek, milyonlarca emekliliğe hak kazanmış emekçinin haklarını yok saydılar . Bugünlerde kıdem tazminatının gaspını yeniden dillerine dolayan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuda adım atmasını bekleyen patronlar, ücretleri ödememe, ücretsiz izne çıkarma, esnek ve güvencesiz çalıştırma, çalışma koşullarını ağırlaştırarak, emekçiler üzerinde baskıların artması yönünde basınç yapıyorlar.
tirisiydi. İleri bir kapitalist ülke olmayan Rusya’da işçi sınıfı iktidarı eline almayı başarmıştı. Stalinizmin gelişimi ve etrafında yeni bir ortodoksinin ortaya çıkışı pek çok yazar ve eylemci tarafından Stalinizm ile Leninizmin özdeşleştirilmesine yol açtı ve hepsi “Ortodoks Marksizm” çuvalına sokularak yaftalandı. Daha sonra Marksizm’in postmodernist veya liberal eleştirileri, dünyayı sınıflar mücadelesi ile açıklamaya çalışan tüm anlayışları “Ortodoks Marksizm”in devamcısı ilan etti. Ekim Devrimi, Ortodoks Marksizm’in bir eleştirisiydi ancak Marx’ın “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağına” dair anlayışına sahip çıkmasıyla klasik Marksizm’in bir savunusuydu. Marksizm, ortodoksilerin karşısına başka ortodoksilerin konulmasıyla değil, sürekli hareket hâlindeki bir dünyayı sınıf perspektifiyle anlayarak dönüştürülmesiyle savunulacak canlı bir düşüncedir. Can Irmak Özinanır