DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
- -
KADINLARIN SACINA BASÖRTÜSÜNE BEDENİNE ÖZGÜRLÜĞÜNE
633
24 Ocak 2019 3 TL. sosyalistisci.org
-
KARISMA! DOĞANIN YIKIMI:
AKP KAPİTALİZMİ SAVUNUYOR
sayfa 6-7
“Bir yanda kadınları yoldan çıkmakla ‘suçlayanlar’, saldıranlar var. Diğer yanda lafı kadınların gerçek olmadığını ve birilerinin manipülasyonunun maşası olduğunu söylemeye kadar getirenler var. İki taraf da bir elmanın iki yarısı gibi mevzuya provakasyon diye yaklaşıyor. Bir de tuhaf bir şekilde söz konusu kadınların deneyimleri üzerinden aslında kendi indirgemeci politik pozisyonuna methiyeler düzen solcu erkekler var. Kadınların kendi bedenlerine dair tercihleri, örtünmemeyi özgürlüğün ve modernizmin mutlak koşuluymuş gibi ele alan siyasetlerinin onaylanmasıymış gibi davranıyorlar.”
sayfa 3
EMİN ALPER: “YENİ YASA KONUŞULANLARIN EN KÖTÜSÜ” sayfa 10
2
117 KİŞİ VE UTANGAÇ IRKÇILIK! Yılbaşında Suriyelilerin Taksim Meyda-
nı’nda bayrak açarak eğlenmesi sağından “soluna” bir çok “kanaat önderi”nde infiale neden oldu. Dertleri birbirinden çok farklı görünse de bu bambaşka gibi görünen dertleri Suriyeli göçmenlere ve göçmenlerle dayanışmak isteyenlere nefret kusarak dile getirmeleri çok ilginç bir durumdu.
sorun, solcu, demokrat, insan hakları savunucusu olarak görünüp de göçmenlere nefretini “çaktırmadan” ifade edenler! Göçmenlerle dayanışmanın önüne set çeken en çok yalanı da bu solcu gibi görünenler üretiyor. Tüm göçmenler AKP’li! Tüm göçmenler AKP’ye oy verecek!
Neler söylenmedi ki?
Tüm göçmenler oy kullanacak!
Taksim Meydanı’nda ÖSO bayrağı açmanın provokasyon olduğundan tutalım da Selahattin Demirtaş’la dayanışma işini hallettik mi de Suriyeli göçmenlerle dayanışmayı öncelik öncelik haline getiriyorsunuz diyenlere kadar aşırı sağcı ve aşırı solcu görünen suçlamalar ortalığı kapladı.
Tüm göçmenler ÖSO’cu!
“Kulaklarından tutup yollarız” diyerek Suriyelilere bakışını açıkça ortaya seren Binali Yıldırım ya da her Suriyeliyi doğal AKP seçmeni olarak gören ulusalcı göçmen düşmanları veya Türkiye’yi Suriyelilere mezar yapmak isteyen faşistlerin iddiaları, politik görüşleriyle çok uyumlu. Bu yüzden üzerinde durmaya gerek yok. Göçmenleri “geçici misafir” ve Avrupa Birliği liderleriyle Türkiye arasındaki pazarlıkta ellerinde tutukları güçlü bir koz olarak görenlere ne diyeceğimiz belli. Göçmenlerle dayanışma kampanyasının asli muhatapları bu siyasi çevre, karar alıcı konumunda bulunanlar. Ama kampanyaların, göçmenlerle dayanışanların hükümete taleplerini güçlü bir şekilde iletmelerinin önünde engel olan
SAĞA KARŞI SAĞ ADAYLARA KARNIMIZ TOK! Sosyalist İşçi’nin 629. sayısında 31 Mart seçimleriyle ilgili yazdığımız ilk yazıda şunu vurgulamıştık: “Sol adına konuşanlar, hiç sıkılmadan, hükümetin savunduğu kadar yerli ve millî görüşleri savunan partileri ya da isimleri ittifak ortağı olarak öne sürebiliyorlar. Dramatik örneklerin Ekmeleddin İhsanoğlu ya da Mansur Yavaş vakalarıyla sınırlı olduğunu düşünmemek lazım. Liderliği faşist bir partiden yeni kopan faşistlerden oluşan İyi Parti bile “çaktırmadan yapılacak ittifakın” bileşeni olarak düşünülebiliyor neredeyse. “Çaktırmadan” yapılacak olması, liderliği faşist olduğundan utanırız diye değil üstelik, onlar HDP’yle aynı karede görünmekten utanacağı için! Bu yüzden bu seçimler, gerçekleri tüm gücüyle teşhir edeceğimiz bir süreç olarak görülmeli. Hangi mekanizmalarla seçildiği, nasıl aday gösterildiği belli olmayan hiçbir aday veya partiye kefil olmak gibi bir lüksümüz yok!”
Tüm göçmenler cihatçı! Tüm göçmenler devletten para alıyor! Bizim işçilerimiz açken göçmenlerin rahatı yerinde! Doğru ya, rahatı yerinde olmasa nasıl yılbaşı kutlaması gibi etkinliklere katılabilir! Bu göçmenlerle dayanışmanın önüne dikilen iddialar silsilesinin en sonuncusu ise “memlekette bu kadar mağduriyet varken, Suriyelilerle dayanışmaya mı geldi sıra?” sorusu. Bu sorunun ima ettiği başka bir politik eleştiri daha var: Bu cin fikirli insanlar, demek istiyorlar ki, siz izin verilen sınırlar içinde muhalefet ediyorsunuz! Evet, göçmenlerle dayanışmak, göçmenlerin hepsi doğal AKP seçmeni ve önemli bir bölümü de cihatçı-gerici görüldüğü için, hükümet iznine bağlı bir eylem olarak görülüyor.
pılabileceğini düşünen, hükümeti ırkçılık karşıtı bir konuma farkında olmadan yerleştiren ve kendi muhalefet anlayışını hükümet izni çerçevesinin içinde konumlandıran bir yaklaşımın ürünü. Üstelik bu suçlamayı dile getirenlerin unuttuğu kesin gerçek ise ırkçılıkla mücadelenin, kapitalizm, neoliberalizm, savaş ve iklim değişikliğiyle mücadeleden, kadınların özgürlüğü mücadelesinden ayrılamayacak olması. Kürtlerle dayanışmayı milletvekili sıralamasında öne çıkma vakti geldiğinde ya da son bir iki senede hatırlayanlara, Kürt halkının özgürlüğü için verilen mücadeleyle ırkçılığa karşı, göçmenlerle dayanışma mücadelesinin bir ve aynı şey olduğunu söylemek bile ne kadar geri bir noktadan tartışmak zorunda olduğumuzu gösteriyor. “Demirtaş serbest bırakılsın” sözüyle, “Göçmenlere özgürlük” sözünü aynı anda söyleyemeyenlerin sol kanaat önderi sayılmasına daha fazla izin vermemek gerekir. Bu gibiler, göçmenlerin Türkiye işçi sınıfının kopmaz bir parçası olduğu gerçeğini gölgeliyorlar. Bu gibiler, göçmenleri yardıma muhtaç insanlar olarak kodlayan sağcılığa hizmet ediyorlar.
Antikapitalistler dayanışma eylemi
da kalan arkadaşları yok! Başka ülkelerde yaşayan Kürtler ve Türkler o ülkelerde eğlendiklerinde, onlarla dayanışanlara önce kendi devletinizle uğraşın diyen aklı evvel Alman, Fransız ya da İngiliz solcusu, demokratı var mıdır?
Bu gibilerin hiç mi göçmen olmak zorun-
117 kişinin Akdeniz’de göç etmeye çalışırken boğulduğu günlerde, göçmenliğin bir zorunluluğun ürünü olduğunu anlayamayanlara sorulabilecek esas şey, aynaya baktıklarında gördükleri vicdansızlıkla nasıl baş ettikleridir.
HDP’yi flu görenler
çası olmayı nasıl aklından geçirebilir?
maz bulunuyor.
Seçim vakti yaklaşıp da adaylar açıklandıkça sağa karşı sağ adaylarla ittifak yaklaşımı, kendisini güçsüzlüğünden başlayarak kurulacak bir ittifaklar politikasının temeli olarak konumlandırıyor.
Hangi siyasal analiz, hangi soğukkanlı yaklaşım HDP’ye düşmanca yaklaşan bir partinin içinde olduğu bir ittifakın desteklenmesi gerektiği sonucuna varabilir?
Oysa anlaşılmaz bulunanın, daha bir sene önce faşist partiden kopan ve faşist olduklarını Suriyelilerle ilgili her açıklamalarında her gün bir kez daha kanıtlayanlarla ittifak kurmak olması gerekir.
Bu suçlama, ırkçılığa karşı mücadelenin ancak hükümet iznine bağlı olarak ya-
Sağcı bir koalisyona karşı sağcı bir ittifak! Milliyetçi bir koalisyona karşı milliyetçi bir ittifak! İyi Parti liderliği sadece Suriyelilere yönelik bir ırkçılıkla malul değil, yanı zamanda Kürt siyasi aktivistleriyle aynı karede görünmemek için özel bir çaba harcıyor. Geçtiğimiz haftalarda Devlet Bahçeli, sorulan bir soru üzerine, 7 Haziran seçimlerinin ardından açıkladığı gibi HDP’yi flu görmeye devam ettiklerini söylemişti. Aynı flu görüş, İP liderliği açısından da geçerli. Akşener ve arkadaşları AKP-MHP mi, CHP-İP mi? HDP’yi gayri milli odakların bir uzantısı olmakla suçluyorlar. HDP, kendisini dışlayan, suçlayan, Kürt sorununda şahin politikalara sahip olduğunu en baştan beri açık açık ifade eden bir partinin içinde olduğu bir ittifakın par-
Bu gibiler, OHAL başladığından beri Türkiye’yi terk edip başka ülkelerde yaşamak zorunda kalan arkadaşlarımızın yüzüne nasıl bakabiliyorlar?
Hangisi olduğunu biliyoruz: ‘Köprüden önce son çıkış’ teorisi bu işe yarıyor. ‘AKP’yi yenmek için son şans’ yaklaşımı, AKP gitsin de nasıl giderse gitsin perspektifiyle hızla birleşebiliyor. Bu, artık, muhalefetin bir bölümünün bilinçaltına derinlemesine bir şekilde işlemiş bir yaklaşım. Son dört yıldır, seçim taktiği olarak adım adım geliştirildi. Ekmeleddin İhsanoğlu, Mustafa Sarıgül, Mansur Yavaş gibi isimler, gelen gideni aratacak olsa da şu iktidar bir gitsin basitliğiyle sol muhalefeti de kapsayan bir genişlikte meşruluk bularak desteklendiler. Bu politikayı, gayri ahlaki bir zeminde, “Bas geç!” taktiği olarak savunanlar oldu. Bilinçaltında en makul yaklaşım olarak benimsendiği için, AKP-MHP koalisyonunu geriletecek biricik taktik olarak, politikalarına, nasıl aday gösterildiklerine bakılmaksızın içinde milliyetçilerin, ırkçıların cirit attığı bir koalisyona oy çağrısı yapmanın dışındaki her yaklaşım anlaşıl-
Bu anlaşılamaz! Hükümetin “Yerli ve milli değilsiniz” aşağılamasına, kısaca “asıl siz değilsiniz” diyerek yanıt veren, Fırat Kalkanı Harekatı’nı destekleyen, Fırat’ın doğusuna yapılması planlanan harekat daha gündeme gelmeden “Hemen hemen” diye bastıran CHP-İP ittifakıyla ilişkilenmenin mantıklı hiçbir gerekçesi olamaz. Bu ittifak İstanbul belediyesini AKP’nin elinden aldığında, bu ittifakın müteahhit bir adayı belediye başkanı olduğunda Kürtler, işçiler, kadınlar, LGBTİ+’lar, azınlıklar ve yoksullar kazanmış olmayacak! Bu politika, seçimleri bir mücadele taktiğine bağlamadığı, kaba saba bir toplama çıkartma hesabına indirgediği, politik fikirleri, mücadelenin önemini, krizin yarattığı tahribata karşı işçi sınıfı ve ezilenlerin aşağıdan direnişinin potansiyellerini de görünmez kıldığı için sadece yanlış değildir, tehlikelidir de.
GÜNDEM
KADININ BEDENİ KADININ KARARI
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
HRANT’IN BARIŞ SESİ 19 Ocak’ta Agos önündeki Hrant Dink anmasına katılımın yüksek olması umut vericiydi. Binlerce insan, hep bir ağızdan “Hrant için, adalet için” ve “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz!” sloganları haykırdı. Bu yıl Hrant’ın Arkadaşları adına Sebahattin Ali’nin kızı Filiz Ali konuştu Agos’un penceresinden, Hrant’ın vurulduğu yerin birkaç metre üstünden. Devlet tarafından kaybedilen bir yazarın kızı, devlet tarafından öldürülen Ermeni bir sosyalistin anmasında konuştu. Filiz Ali konuşmasının bir bölümünde şunları söyledi:
Kıyafetime Karışma eylemi, Temmuz 2017 İstanbul
Hollywood ünlülerinin sosyal medyada başlattığı ‘#10yearschallenge’ akımı da Türkiye toplumundaki kültürel kutuplaşmaya dair bir politik tartışmayı başlatmaktan kaçamadı. Akım sosyal medya kullanıcılarının on yıl önceki fotoğraflarını güncel fotoğraflarıyla birlikte paylaşmasından ibaret. Türkiye’de bazı kadınların eski başörtülü fotoğraflarıyla şimdiki örtüsüz fotoğraflarını paylaşması hızla akımın içinde yeni bir akım haline geldi. Yine her kesimden ‘çok bilmişler’, kadınların ne yapıp ettiğini oradan buradan çekiştirebilecekleri ve yorumda bulunabilecekleri bir konuymuş gibi ele alıyor. Bir yanda kadınları yoldan çıkmakla
‘suçlayanlar’, saldıranlar var. Diğer yanda lafı kadınların gerçek olmadığını ve birilerinin manipülasyonunun maşası olduğunu söylemeye kadar getirenler var. İki taraf da bir elmanın iki yarısı gibi mevzuya provakasyon diye yaklaşıyor. Bir de tuhaf bir şekilde söz konusu kadınların deneyimleri üzerinden aslında kendi indirgemeci politik pozisyonuna methiyeler düzen solcu erkekler var. Kadınların kendi bedenlerine dair tercihleri, örtünmemeyi özgürlüğün ve modernizmin mutlak koşuluymuş gibi ele alan siyasetlerinin onaylanmasıymış gibi davranıyorlar. Kadınlar isterse başörtüsü takar, istemezse takmaz, gebe kalır veya kal-
maz, mini etek giyer veya giymez, makyaj yapar veya yapmaz, erkek veya kadın partneri olur veya hiç olmaz, kısaca nasıl isterse öyle yaşar. Kadınlar yaptıkları veya yapmadıklarıyla herhangi bir siyasi kesime bir şey kanıtlamak zorunda değil. Başörtüsü çıkardığı veya taktığı için ayrımcılığa, saldırganlığa, cinsiyetçiliğe maruz kalan tüm kadınlarla dayanışmaktan başka bu tercihe dair herhangi bir yaklaşım, başka bir dünya mücadelesi verenler için söz konusu değil. Mesele kadınların kendileri için özgürlük neyse, onu her türlü zorluğu göze alıp gerçekleştirme mücadelesinin bir parçası olmaktır.
GÖÇMENLERLE DAYANIŞMAYA! İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Habertürk’teki röportajında Suriyeli mülteciler üzerinde durdu. CHP-İP gibi “muhaliflerin” sürekli geri gönderilmeleri yönünde propaganda yaptığı Suriyeli mültecileri savunur gözüken bakan Soylu, göçmenlerin çoğunluğunun “Misak-ı millî” içinden geldiğini söyleyerek, yani milliyetçi bir yerden “sahip çıkıyor”. Röportajda Suriyelilere dönük yalanlara değinen Soylu, sınır ötesi operasyonları da mülteciler üzerinden savunuyor. Şöyle diyor Soylu: “Sayın Cumhurbaşkanımız Fırat’ın doğusuna yönelik bir harekât başlayacağını ortaya koyduktan sonra, Türkiye’de Suriyeliler üzerinden bir negatif propaganda çalışması başladı.” Hükümetin sadece Suriyelilerin iyi yaşaması için değil “Türkiye’ye yönelen tehditlere karşı Türkiye’yi korumak için Suriye’de olduğunun” da altını çizen Soylu, 76 bin 443 Suriyeliye vatandaşlık verdiklerini söylüyor. Oysa vatandaşlık verilen Suriyelilerin sayısı, 3 milyon 623 bin göçmenin
çok küçük bir kısmına tekabül ediyor. Suriyelilerden vatandaşlık verilenler arasında reşit olanlar da "seçkin mesleklerden." Yani Suriyelilere yapılan muamele, “yararlı” olup olup olmamalarına göre değişiyor. Kayıt dışı sömürü Daha korkunç bir tablo ise Türkiye’deki Suriyelilerin çalışma koşullarında ortaya çıkıyor. Yine Soylu’nun verdiği rakama göre, 3 buçuk milyonun üzerindeki Suriyeli nüfustan çalışma iznine sahip olan sadece 65 bin kişi var. Bu, göçmenlerin çoğunun kayıtdışı çalıştığı anlamına geliyor. Henüz geçen hafta Ankara’da bir iş cinayetinde hayatını kaybeden 5 Suriyeli kayıtdışı işçi gibi. Kayıtsız ve güvencesiz çalışma Suriyeli ve diğer göçmen işçilerin daha ucuza ve hiçbir insani koşul gözetilmeden çalıştırılması demek. Üstelik bu koşullardan dolayı pek çok göçmen ailede çocuklar da iş gücüne dâhil olmak durumunda kalıyor. Türkiye'nin ev sahipliğinin ve enteg-
rasyondaki başarısının altını çizen, Batı'yı mülteci haklarını tanınmamakla suçlayan hükümet yetkilileri, Suriyeliler başta olmak üzere Türkiye’deki göçmenler konusunda temel bir gerçeğin üstünü örtüyor: Türkiye’de bu insanların “geçici koruma statüsü” dışında bir statüleri, hakları yok. Göçmenlerin koşullarını iyileştirmek isteyen bir hükümetin ilk yapması gereken iş mültecilik statüsünü tanımaktır.
“Babam Sabahattin Ali, 1948 yılında, karlı bir sabahta, benim ve annemin birkaç poz fotoğrafını çektikten sonra, Ankara’dan İstanbul’a doğru yola çıktı, bir daha geri dönmedi. Gözaltında kaybedilen ve akıbetini hala bilemediğimiz babam ne yazık ki bu ülke tarihinin ne ilk ne de son kaybı oldu. Babamı ‘milli hislerle galeyana geldiği için’ öldürdüğünü söyleyen katilin, seni öldüren ve sonrasında bayrağın önünde poz veren katilden farkı yoktu. Sabahattin Ali 70 yıldır kayıp. Olayın iç yüzü, bugüne kadar gelmiş geçmiş iktidarlar tarafından ısrarla aydınlatılmadı, tıpkı iktidarın seni öldürenlerin ‘Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmasına izin vermeyeceğiz’ demesine rağmen cinayeti aydınlatmamış olması gibi...” Sabahattin Ali de Hrant Dink de ‘milli hislerle galeyana gelen bir tetikçi tarafından katledildiler. Devlet içinde derin örgütlenmelerin sürekliliği de esastır, muhalif aydınların, gazetecilerin ve aktivistlerin katledilmesi neredeyse bir gelenek halini almış vaziyette. Fakat, Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından açığa çıkan tepki, daha önceki tüm siyasi cinayetlere karşı oluşan tepkiden farklı, yaygın ve kalıcı oldu. Farklılığını, Uğur Mumcu cinayetinden sonra oluşan tepkiyle olan farklarına bakarak anlayabiliriz. Mumcu cinayeti, daha sonra benzerini 2007 yılındaki bayrak mitinglerinde gördüğümüz ve 28 Şubat sürecinde sınırları çizilen, laik-milliyetçi bir tepkiyle karşılanırken, Hrant Dink’in öldürülmesine karşı açığa çıkan büyük öfke, halkların kardeşliği duygusunu, geçmişle yüzleşme isteğini ve yepyeni bir demokrasi kaygısını içeren bir niteliğe sahipti. Filiz Ali konuşurken, cinayetin ardından 12 yıl geçmiş olmasına rağmen bu kadar büyük bir kalabalığın, bu koşullarda, ‘her şeye rağmen’ denebilecek şartlarda bir araya gelebilmesinin temel nedeninin, Hrant Dink’in kendisi, sesi, mücadelesi, haklılığı ve etkisinin kalıcılığı olduğunu bir kez daha anladım. Hrant Dink, sadece geçmişin acılarıyla değil, her türlü kötülükle, antidemokratik her hamleyle yüzleşmenin en önemli simgelerinden birisi. Onun sesi, haklılığın, adaletin ve barışın güncel sesi.
Mülteci hakları tanınmalı Hükümet mülteci haklarını tanımazken, muhalefet de iktidara karşı eleştirilerini Suriyelilere nefret söylemi üzerinden kuruyor. Sonuç milyonlarca insanın korumasız, güvencesiz, eşit haklardan yoksun, yoksulluk içinde bir yaşama mahkum edilmesi. Gerçek bir muhalefet ezilenleri birleştirmeli. Suriyeliler ile Türkiye’deki emek ve özgürlük mücadelesini birbirine bağlamalıdır. Bunun yegane yolu göçmenlerle dayanışmaktır.
19 Ocak 2019, vurulduğu yerde anıldı
4
DÜNYA
MACARİSTAN: ‘KÖLELİK YASASI’NA KARŞI MÜCADELE Macaristan’da Orban yönetiminin fazla mesai sürelerini yıllık 250 saatten 400'e çıkaran ‘kölelik yasası’na karşı işçi ve öğrenci mücadelesi sürüyor. Aralık ayında işçi konfederasyonu yasa geri çekilmezse 19 Ocak’ta genel greve gidebileceğini açıklamıştı. Ancak sendikal hareketin %10 gibi düşük bir örgütlülük seviyesinde olması bunu imkansız kıldı. Fakat ülkede Sovyet işgali sona erdikten sonra ilk kez genel grevden söz edilir oldu. Grev yerine binlerce işçi ve öğrenci 19 Ocak’ta özellikle başkent Budapeşte’de sokağa çıktı. 18 Ocak günü ise Audi otomobil fabrikasında işçiler %18’lik zam talebiyle 2 saat iş bıraktı. Öğrenciler kölelik yasasına karşı olmanın ötesinde ücretsiz eğitim ve özgürlük sloganları attı. Trump’ın sloganlarından etkilenen Orban 2018’in Nisan ayındaki seçimlerde “Önce Macaristan” sloganıyla %49 almayı başarmıştı. Ülke seçimlerden bu yana rekor bir büyüme, ücretlerde artış ve işsizlik seviyesinde düşüş yaşıyor. Ülkede etkin bir sol partinin olmayışı ve Stalinist işgalden kaynaklı sola düşmanlığın yaygın olmasına rağmen sadece bir ayda yapılan eylemler iktidarın desteğini azaltmış görünüyor. Yapılan bir anket çalışması ülkede her beş kişiden dördünün fazla mesainin artırılmasına ve yasaya karşı olduğunu ortaya koydu.
SURİYE: TAMPON BÖLGE GİRİŞİMİ VE BELİRSİZLİK Sekiz yıllık savaşın sonunda Esad re-
n Zimbabve yeni yıla ülke tarihinin en büyük grev hareketiyle başladı. 14-16 Ocak günlerinde kemer sıkma politikalarına ve aşırı yükselen petrol fiyatlarına karşı işçiler sokağa çıktı. Onlarca şehirde yollar barikatlarla kapatıldı. Polisle çatışmalar yaşandı.
jimi ülkenin üçte ikisini yönetir hale geldi. Muhalifler İdlib'e sıkışmış durumda ve aralarında şiddetli çatışmalar yaşanıyor. PYD'nin yönettiği, ABD-Koalisyon güçleri tarafından havadan ve karadan kontrol edilen üçte birlik bölümün akıbeti, şimdi Suriye krizinin merkezine oturdu. ABD Başkanı Trump'ın Suriye'den çekilme kararı, Kuzey Suriye'de bir Kürt yönetiminin kurulmasını beka sorunu gören ve dış siyasetini bunu engellemek üzerine kuran Türkiye devletine büyük bir fırsat vermiş gibi gözüküyor. Fırat'ın doğusuna sınır ötesi harekat kararı dünyaya ilan edildi ve sınıra büyük askeri yığınak yapıldı. Ancak bu harekat, Suriye hava sahasını kontrol eden eden ABD ve Rusya'nın izniyle yapılabilir. Tehdit ve anlaşma Suriye'den çekilme konusunda Erdoğan ile anlaştığı söylenen Trump, Menbiç'i ele geçirmek isteyen Türkiye'yi en sert şekilde tehdit etti: “Kürtler'e saldırırlarsa Türkiye'yi ekonomik olarak mahvedeceğiz.” Sonra Erdoğan'la telefonda görüştü ve "20 mil derinlikte güvenli bölge" fikrini ortaya attı. ABD ve Türkiye genelkurmay başkanları, çekilme sonrası yönetim üzerine bir araya gelirken "güvenli bölge" tartışması gündemi kapladı. İki taraftan yapılan açıklamalar, bir dizi konuda pazarlıkların devam ettiğini gösteriyor. Trump'ın onayını almaya çalışan Erdoğan, 23 Şubat'ta Rusya'ya giderek Putin'i ikna etmeye çalışacak. Suriye ordusuna verdiği askeri destekle savaşı kazanmasını sağlayan Rusya, ABD'nin çekilme kararı sonrası rejim ile anlaşmaya çalışan Suriye Kürtleri ile yürütülen müzakerele-
AKDENİZ: 117 GÖÇMEN DAHA ÖLDÜ Libya’dan İtalya’ya ulaşmak için yola çıkan ve 120 göçmeni taşıyan bir bot 18 Ocak’ta İtalya açıklarında battı. Aralarında iki bebeğin ve bir hamile kadının da olduğu 117 kişi boğulurken sadece üç kişi kurtarılabildi. 2018 yılında da Akdeniz’de boğularak ölen göçmenlerin sayısı 2 bin 262 olarak kaydedilmişti. Afrika’nın çeşitli ülkelerinden Libya’ya gelerek Avrupa’da daha iyi bir hayat düşüyle tehlikeli yolculuğa çıkan göçmenler bir kez daha Akdeniz’in sularında boğuldu.
DÖRT ÜLKEDE BÜYÜK GREVLER
rin de garantörü. Trump'ın "güvenli bölge" açıklamasına Moskova'nın tepkisi, Rojava bölgesinin rejimin yönetimine geçmesi oldu. Tampon bölge gibi Suriye'de siyasi çözüm hakkındaki belirsizlikler, ABD ve Rusya arasındaki rekabet ve anlaşmazlıklardan besleniyor. Güvenli bölge nedir? Trump ve ABD'nin tampon bölge konusunda ne düşündüğü henüz tam olarak bilinmiyor. Türkiye ise TOKİ'nin Fırat'ın doğusunda konutlar yapması gibi ayrıntılı planlara sahip. Türkiye sınırı boyunca 420 kilometre uzunluğunda ve 32 kilometre derinliğinde "güvenli bölge"nin, güneyde Sacur çayından başlayacağı ve doğuda Haseke'nin Malikiye ilçesine uzanacağı söyleniyor. Böylesi bir tampon bölge, bugün Suriye Demokratik Güçleri/YPG kontrolündeki Kobane, Tel Abyad, Serekaniye şehir merkezlerini, Rakka ve Haseke'nin 8 ilçesini de kapsıyor. Türkiye'nin istediği olursa, Suriye Kürt bölgesi birçok noktadan bölünecek ve silahlı unsurlar bölgeden sürülecek. Tampon bölge, Fırat Kal-
İtalya limanlarını Akdeniz'den gelen göçmenlere kapatan göçmen düşmanı İçişleri Bakanı Matteo Salvini yaptığı açıklamada, "Libya açıklarında yine ölümler var. Avrupa limanları açık olduğu sürece, insan tacirlerine birileri yardım etmeyi sürdürdüğü müddetçe, insan kaçakçıları öldürmeye ve bu işi yapmaya devam edecek" dedi. Oysa göçmenleri insan kaçakçılarının eline terk eden limanların ve sınırların göçmenlere kapalı olması. Bu nedenle herhangi bir AB vatandaşı ya da turist gibi bir gemi veya uçak bileti ile ülkeye giremeyen göçmenler büyük paralar ödeyerek tehlikeli yollara başvuruyor.
kanı operasyonunda ele geçirilen alan ve Afrin ile birleştirilecek. Böylece Suriye'nin dörtte birlik kısmı Türkiye ve ona bağlı yerel silahlı güçlerin kontrolüne girecek. Türkiye, 10 bin askeriyle ülkedeki en kalabalık dış güç durumunda. PYD ve Esad rejimi, Trump ve Erdoğan tarafından dile getirilen "güvenli bölge" fikrini reddediyor ve savaşacaklarını söylüyor. Tampon bölge sınırlarının dışında kalan Menbiç'teki kriz gibi yeni çatışmalar ve savaşın şiddetlenmesi olasılığı, bölgede tansiyonu yükseltirken, gelecek konusundaki belirsizliği de büyütüyor. Çözüm Emperyalist devletler, Türkiye ve İran gibi bölgesel güçler Suriye'nin akıbetini belirlemek için yoğun bir mücadele yürütürken, Suriye halkları çözümü bekliyor. 8 yıllık çözümsüzlük ve yıkıcı savaş, dışarıdan müdahalelerin sonucu. Suriye'de savaşın son bulması için tek gerçekçi çözüm, tüm dış güçlerin ülkeden çekilmesi ve Suriye halklarının kendi kaderlerini belirlemesi.
Ölenler arasında yer alan 14 yaşında bir çocuğun karnesini ceketine diktiği ortaya çıktı. İtalya’da istenmediklerinin farkında olan çocuk karnesini göstererek başarılı bir öğrenci olduğuna insanları ikna etmeyi amaçlıyormuş. Bu sayede belki kendisine yönelik önyargıları kırmayı umuyormuş. Göçmen düşmanlığı ve ırkçılık maalesef sadece önyargılardan kaynaklanmıyor. Dünyanın en zenginleri ile en yoksulları arasındaki uçurum artarken birçok ileri kapitalist ülkede göçmenler ülkedeki ekonomik ve sosyal sorunların sorumlusu ilan ediliyor.
n Yunanistan’da öğretmenler de yeni yıla genel grevle başladı. Syriza hükümetinin kemer sıkma politikalarına karşı çıkan öğretmenler ERT kanalının stüdyosunu basıp, canlı yayında taleplerini okumuştu. n Hindistan’da 200 milyon işçi iki gün boyunca genel greve gitti. 10 işçi federasyonunun birleşerek örgütlediği grev iletişim, ulaşım, sağlık, eğitim, bankacılık ve daha birçok sektörde üretimin ve hizmetin durmasına yol açtı. Milyonluk kadın eylemlerinin ardından yaşanan bu dev genel grev Mayıs ayında gerçekleşecek genel seçimler öncesi işçi sınıfına güven verirken iktidardaki sağcı BJP’ye de korku salıyor. n Bangladeş’te binlerce tekstil işçisi bir haftadan fazla süren grev sonrası talep ettikleri ücret artışını elde etmeyi başardı. Çin’den sonra dünyanın en büyük giyim ürünleri üreticisi olan Bangladeş’te kölelik koşullarındaki çalışma koşulları çokuluslu şirketleri ülkeye çekiyor. Ülkede 4.500 giysi fabrikasının olduğu giyim sektörü 30 milyarlık dev bir ekonomi oluşturdu. İşçiler grevde iken polis şiddetle eylemci işçilere saldırmış ve bir işçiyi öldürmüştü. Grev sonrasında ise işe dönen yüzlerce işçi işten atıldıklarını öğrendiler.
RÖPORTAJ
5
PANOS GARGANAS: “YUNANİSTAN VE TÜRKİYE’NİN REKABETİNE KARŞI İŞÇİLERİN DAYANIŞMASI” Yunanistan’da antikapitalistlerin örgütü Sosyalist İşçi Partisi’nden (SEK) Panos Garganas ile Yunanistan’daki siyasi krizi ve ırkçılığa karşı mücadelenin anlamını konuştuk.
Panos Garganas
Yunanistan’daki hükümet krizi ile ilgili son durum nedir? SYRIZA iktidarını sürdürebilecek mi? Panos Garganas: SYRIZA dört yıldır küçük bir sağcı partinin (Bağımsız Yunanlar- ANEL) desteğiyle iktidarda. Ancak şimdi genel seçime yaklaşırken, her şey çok kutuplaşmış durumda. ANEL aşırı sağdan destek ararken, SYRIZA solcu destekçilerini geri kazanmaya çalışıyor. Bu sebeple koalisyon bozuldu ama SYRIZA hükümeti parlamentodaki bağımsızların oyları sayesinde iktidarda kaldı. Çipras, seçimlerin planlandığı gibi Ekim’de yapılacağını söylüyor ancak çoğu yorumcu seçimlerin Mayıs ayında, Avrupa Parlamentosu seçimleriyle aynı anda yapılacağını düşünüyor. Prespa Anlaşması’ndan sonra büyük gösteriler yapıldı. Bunun Yunanistan işçi sınıfı için anlamı nedir? Yunan kapitalizmi, Makedonya Cumhuriyeti’ne çok uzun zamandır koşullar dayatıyor. Bunu milliyetçi terimlerle, Makedonya isminin Büyük İskender’in ya-
digarı olarak Yunanistan’a ait olduğu şeklinde ifade ediyorlar. Yunan egemen sınıfı bu gerici baskıyı komşularımızdan imtiyazlar koparmak için kullanıyor. Örneğin Üsküp’te özelleştirilen pek çok şirket Yunan sermayesi tarafından devralındı. Şimdi Prespa Anlaşması’yla Makedonya Cumhuriyeti, NATO ve Avrupa Birliği’ne (AB) üyeliğe kabul karşılığında, ismini Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak değiştirmeyi kabul etti. Makedonya Başbakanı Zoran Zaev bunun Yunanistan’ın Balkanlar’da “önde gelen bir güç” olduğunu gösterdiğini söylüyor. Yunan muhafazakar muhalefeti, yeni ismin hâlâ Makedonya sözcüğünü içermesi sebebiyle Prespa Anlaşması’nın “ihanet” olduğunu söylüyor! İşçi sınıfının buradan kazanacağı hiçbir şey yok. İşçiler, Yunan sermayesi bölgede “önde gelen bir güç” hâline geldiği takdirde hiçbir şey kazanamaz ve eğer Yunan kapitalizmi komşularımıza askeri güç aracılığıyla daha kötü koşullar dayatmayı denerse işçilerin kaybedecekleri çok şey var. O yüzden biz Yunanistan’daki devrimci sol olarak diyoruz ki:
Bırakın Üsküp’teki işçiler kendi kaderlerini tayin etme haklarını kullansınlar ve istedikleri ismi seçsinler. Bu yolla her iki ülkedeki işçiler patronlara, NATO ve AB gibi emperyalist örgütlere karşı birleşebilirler. Irkçılık ve faşizm karşıtı hareket sayesinde başta Altın Şafak olmak üzere aşırı sağ zor zamanlar yaşadı. Sokaktaki sağcı gösterilere bakarak ırkçıların toparlanmakta olduğunu söylemek mümkün mü? Prespa Anlaşması’na karşı yapılan milliyetçi eylemler faşistler için bir fırsat yarattı. Muhafazakar muhalefet partisi Yeni Demokrasi yanlış bir hesap yaptı. Eylemler işçi sınıfının geniş bir kesimi içinde etkili olmadı, Yunan Ortodoks Kilise aygıtı gibi daha geri unsurlar ile sınırlı kaldı. Bu, resmî muhafazakar muhalefet açısından bir yenilgi anlamına geliyor ama aşırı sağ için geniş bir dinleyici kitlesi oluşturuyor. Organize ettikleri cinayetler sebebiyle yargılanmakta olan Neonazi Altın Şafak’ın liderleri Atina’nın ana meydanında, parlamentonun yanı başında gövde
gösterisi yapma fırsatı buldu. Ancak bu problemlerinin bittiği anlamına gelmiyor. Dava devam ediyor ve hapse girmek zorunda oldukları giderek daha açık hâle geliyor. Yerel ofislerinin çoğu kapatıldı ve ne zaman bir saldırı düzenlemeye kalksalar antifaşist bir seferberlikle karşılaşıyorlar. KEERFA (Irkçılığa ve Faşizm Tehdidine Karşı Birlik Hareketi), Neonazilerin yeniden toparlanmasına karşı her tür girişimi püskürtmek için 16 Mart’taki uluslarası eylem gününü örgütlüyor. 16 Mart dünya çapında ırkçılığa karşı gösteri günü olacak. Bu eyleme nasıl hazırlanıyorsunuz ve bunun Yunanistan’daki antikapitalist mücadele açısından anlamı nedir? KEERFA, Atina, Pire, Selanik ve pek çok başka şehirdeki mahallelerde yerel gösteriler ile 16 Mart kampanyasını başlattı. Bu gösterilerin konuşmacıları arasında Altın Şafak’ın yargılanmasını sağlayan avukatlar da bulunuyordu. Pek çok kişi Neonazi katillerin davası hakkında birinci elden bilgi almak istiyordu. Ayrıca sendikalardan, göçmen top-
luluklarından , mülteci kamplarından, ırkçılık ve faşizme karşı başka ülkelerdeki birliklerden de konuşmacılar vardı. Trakya’daki KEERFA şubeleri 10 Şubat’ta Evros/Meriç ırmağı üzerinde, göçmenleri şiddet dolu sınırdışı etme pratiklerine karşı savunmak ve AB sınır devriyesi FRONTEX’in dağıtılması ile bir açık sınır politikası oluşturulmasını talep etmek üzere bir Yunanistan-Türkiye buluşmasına hazırlanıyorlar. 16 Mart’ta Yunanistan’da 8 şehirde gösteriler yapılacak, böylece o gün uluslararası hareketin bir parçası olacağız. Bu hareket her yerdeki işçi sınıfı ve sol açısından önemli ancak Yunanistan ve Türkiye için özellikle önemli çünkü bu hayati bölgede işçiler arasındaki dayanışmayı güçlendiriyor. Yunan ve Türkiye kapitalizmleri Balkanlar’da, Ege’de, Akdeniz’de etkilerini arttırmak için rekabet ediyor. Antikapitalist sol bu rekabete karşı çıkıyor, işçilerin kardeşliğini ve dayanışmasını savunuyor. Bu enternasyonalist hareket aracılığıyla kazanacak çok şeyimiz var. (Röportaj: Can Irmak Özinanır)
6 GÜNDEM
DAİMA SERMAYEYİ KOLLADILAR
AKP KAPİTALİZMİ SAVUNUYOR NURAN YÜCE
Metal işçileri grev yasağını protesto ediyor
AKP hükümeti döneminde Türkiye ekonomisi dünya ekonomisinde 17. sırayı aldı. 2008 krizi sonrasında 2009, 2016 yılında yaşanan daralma ve 2018 ekonomik krizini dışında Türkiye ekonomisi sıçramalı bir şekilde büyüdü. Ancak bu büyümede işçi sınıfının payına, sefalet, güvencesizlik, işsizlik ve ölüm düşerken, sermaye kârlarını arttırdı. Başta Soma ve Ermenek olmak üzere AKP hükümetinin 17 yıllık sürecinde 20 bin işçinin iş cinayetleri sonucunda ölmesi de Türkiye ekonomisinin büyümesinin ardındaki gerçekliği ortaya sermekte. İşçi hakları budandı Merkez siyasal yapıların çökmesine yol açan 2001 krizinin hemen sonrasında iktidara gelen AKP hükümeti, 17 yıllık iktidarı boyunca özelleştirme politikalarında hız kesmedi. Öte yandan gerek iş yasasında, gerekse de torba yasalarla yapılan düzenlemelerle düzenlemelerle, iş yaşamında, işçi sınıfının bölünmesine ve örgütlenmesinin engelllenmesine yol açan bir dizi düzenleme gerçekleştirdi.
Ocak ayının başında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde Yerel Yönetimler Sempozyumu’nda konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Bu kapitalizm nelere muktedir. Deniz kenarlarını orman alanlarını betona çevirme gayretinde olanlar var. Orman morman, ne var ne yok kesiyor atıyor oraya, dikey mimari yapayım oradan da malı götüreyim, yapılan iş bu. Doğa şöyle olmuş böyle olmuş umurunda değil. Bize de örnek veriyor: Manhattan şöyle! Batsın senin Manhattan’ın. Çevre ve Şehircilik Bakanıma da söylüyorum, kimsenin gözünün yaşına bakmayacaksın, yıkmaksa yıkacağız. Biz böylesine köklü bir değişimin, merkezi ve mahalli idarelerin işbirliği ile olacağına inanıyoruz. Amacımız 82 milyon vatandaşımızı kucaklayacak bir çalışma ile ülkemizin her köşesinde değişimi gerçekleştirmektir” dediği bir konuşma yaptı. Ne söylendiğini anlamakta bir sorunumuz olmadığına göre bu konuşmadan çıkan doğal sonuç şu: Cumhurbaşkanı, doğayı yıkıma uğratan projelerden, şehirlerin betonlaşmasından şikayetçi, her şeyi paraya çeviren kapitalist sisteme ve doğal olarak sermayedarlara da öfkeli ve bunlara engel olacak. Ama olmuyor! Erdoğan bu konuşmasından üç gün sonra, doğaya zararı bilirkişi ve mahkeme kararlarıyla kesinleşen, endemik türlerin, benzerine az rastlanır longoz ormanı ve Acarlar Gölü’nün hemen yanında Sakarya’nın Karasu İlçesi’nde BMC fabrikasının temel atma törenine bizzat katıldı.” Yaptıklarının olumsuzluklar yaratacağını bilmek, buna rağmen yapmak ve sonra bunları soyut, insanlardan bağımsız bir kapitalizm yapmış gibi bir suçlama hali. Bu özellikle eko-
Bu düzenlemeler, taşeron sistemi gibi güvencesiz ve geçici çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılmasını, sendikaların bir güç olmaktan çıkartılmasını ve işçilerin mücadelesinin önüne geçilmesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini, sosyal güvenliğin kapsamının daraltılmasını, iş saatlerinin uzatılmasını, işgücü maliyetlerinin aşağıya çekilmesini ve çeşitli yollarla sermayeye kaynak aktarılmasını içeriyor. 16 kez grevi yasakladılar Sermaye ne zaman dara düşse yardımına koşan hükümet, özellikle 2008 krizi sonrasında sermaye açısından güven verici bir yatırım ortamı oluşturabilmek için işçi sınıfının aleyhine, sermayenin lehine bir dizi düzenleme gerçekleştirdi. Kuşkusuz bu düzenlemelerin başında 2008 yılında yürürlüğe giren, sosyal güvenlik ve emeklilik hakkının gaspını içeren Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu gelmekte. 2016 yılının ilk çeyreğinde büyüme oranlarının yüzde 1,8 küçülmesi üzerine, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından OHAL’e yaslanan hükümet, İşsizlik Fonu’nun dışında, KHK’lar aracılığıyla Varlık Fonu, Bireysel Emeklilik gibi enstrümanlar ve çeşitli teşviklerle sermayeyi sürekli destekledi. İşgücü maliyetlerini azaltmaya yönelik, işçi hareketini baskı altına bir dizi adım attı. Yüz binlerce kamu çalışanı işten atıldı. Cumhurbaşkanının sermaye kurumlarının çeşitli toplantılarında dile getirdiği grev yasakları getirildi. İZBAN greviyle birlikte AKP hükümeti, iktidarı boyunca 16 kez grev yasaklayarak, patronlara hizmet etti.
Ankara ODTÜ ormanında belediyenin kestiği ağaçlar
nomik ve ekolojik yıkımın tüm toplumsal kesimler tarafından hissedildiği günümüz koşullarında sıkça başvurulan bir yöntem haline geldi. Söylemde “çevreci” yaklaşımlar AK Parti hükümetlerinin 17 yıllık iktidar döneminde yarattığı çevre yıkımını, doğa sömürüsünü ve birilerinin bu hamlelerle zenginleştiği gerçeğinin üstünü örtmeye yetmiyor. Hele de birinci derece doğal tarih ve SİT alanı olması nedeniyle bir çivi bile çakmanın yasak olduğu Atatürk Orman Çiftliği’nde 10 bin ağacın sökülmesi ve Aksaray’ın yapılmasını ya da yine SİT alanı olan Okluk Koyu’nda binlerce ağacın kesilip, plajın doldurulması ile Cumhurbaşkanlığı yazlık konutunun doğayı tahrip ettiği gerçeğinin üstünü örtmeye hiç yetmiyor. AK Parti hükümetleri bugüne kadar açıkladıkları tüm programlarda her alanda serbest piyasa koşullarını güçlendirmeyi hedeflediklerini söylediler ve buna uygun adımlar da attılar. Neoliberal politikaları uygulamada sınır tanımazlıkları ve ekonominin motor gücünü enerji-inşaat sektörü olarak belirlemeleriyle de ekolojik, sosyal ve ekonomik yıkımın boyutunu her geçen gün derinleştirdiler. Şimdi “Doğa şöyle olmuş böyle olmuş umurunda değil” diyerek kimi suçladığı belli olmayan Erdoğan başbakan olduğu dönemde “Bir ülke ne kadar fazla elektrik tüketiyorsa o ülke o kadar güçlüdür. Kalkınma o denli süratle işliyordur” demişti. AK Parti’nin savunduğu bu kalkınma anlayışı tam da çevresel yıkımlara yol açan enerji yatırımlarının hiçbir kurala ve denetime tabi olmadan artmasına yol açtı. HES’ler, kömürlü termik santraller, nükleer enerji santralleri, köprüler, yollar, havalimanları, betonlaşan şehirler… Bunların hepsi AKP hükümetlerinin çok övündükleri “kalkınma ve büyümenin” sembolleri haline getirdikleri işlerdi.
GÜNDEM 7
KİM BU DOĞAYI TALAN EDEN KAPİTALİSTLER?
GÖRÜŞ Roni Margulies
“HAKİM UNSUR” VE DİĞERLERİ “Kamuoyunun farklı kimliklere ve özelde de Yahudiliğe bakış açısını değerlendirmek için yapılan araştırma Türkiye’de farklı olana hoşgörüsüzlüğü gözler önüne serdi... 18 Mayıs-18 Haziran arasında Türkiye genelinde 1108 kişi ile yapılan anketin sonuçlarına göre yüzde 57 ateistlerle, yüzde 42 Yahudilerle, yüzde 35 Hıristiyanlarla komşu olmak istemiyor. Rum, Ermeni ve Yahudilerin Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı olmadıkları düşünülüyor...” Çoktan unutmuştum. On yıl önce yapılan bu anketi, marksist.org sitesinde Şafak Ayhan’ın yazısı hatırlattı bana. Anket sonuçları 30 Eylül 2009 tarihli Radikal gazetesinde “Farklılıklar zenginliğimiz değil korkumuz olmuş” manşetiyle verilmişti. Anketin yapılmasından bu yana durum değişmiş midir? Ayhan değişmemiş olduğunu düşünüyor. Bence de değişmemiştir. Suriyeli göçmenlerin maruz kaldığı saldırıları düşünürsek, saldırmayanlar arasında bile Suriyelilere karşı ne kadar yoğun bir ırkçılık olduğunu hesaba katarsak, durumun daha da kötüleşmiş olduğu söylenebilir. Suriyeliler “ırkçılığa maruz olanlar” kategorisinde bir numaraya yükselince, diğerlerine karşı ırkçılık azalmıyor; sadece kategorinin kapsamı genişliyor. Karabiga’da termik santrale karşı mücadele
n Çevreyi gözetmiyorlar: 1993 yılında yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) “yatırımları yavaşlattığı” iddiası ile 2014 yılına kadar 17 defa, 2014 yılından bu yana da 3 kez değiştirildi. 2016 yılında madde 80 değiştirildi, 2017 yılı sonunda ise bir torba kanun ile tekrar ve tekrar şirketler, yatırımcılar lehine değiştirildi. Şirketler lehine yapılan bu düzenlemeler sayesinde 1993-2017 yılları arasında çevreye ciddi zararlar verebilecek pek çok faaliyet ÇED kapsamından çıkarıldı. Belirtilen yıllar arasında sadece 49 proje için ÇED olumsuz kararı verilirken, 4.887 projeye ÇED olumlu kararı, 57.658 proje için ise ÇED gerekli değildir kararı verildi. n Suları hapsedip, sudan para kazanıyorlar. 1954-2002 yılları arasında Türkiye’de 276 baraj inşa edildi. 20022017 yılları arasında ise 451 baraj yapıldı. Planlama, proje ve inşaat aşamasında bulunan 727 baraj var. 2023 yılına kadar sulama, içme suyu, enerji ve taşkın koruma maksatlı olarak inşa edilen baraj sayısı 1.454’e ulaşacak. Türkiye şuan hidrolik potansiyelinin %33’ünü kullanıyor. AK Parti’nin hedefi %100’ünü kullanmak. Su varlıklarının kullanım haklarının, 49+49 gibi uzun yılları kapsayan kira sözleşmeleriyle şirketlere devredilmesi de, 40-50 yıl ekonomik ömrü olan Ilısu barajının 12 bin yıllık tarihi ve kültürel mirası sular altına gömecek olması da
AKP hükümetleri döneminde oldu.
226 bin hektar oldu.
n Kömür yılı ilan ediyorlar. Türkiye’de 2012 yılı kömür yılı ilan edildi. AKP hükümetlerinin ilk 11 yılında (2013) termik santraller için toplam kapasitesi 67 bin 786 MWm olan 251 elektrik üretim lisansı, 2013-2016 döneminde ise 314 elektrik üretim lisansı verildi. Birincil enerji kaynağı olarak fosil yakıtlardan vazgeçmeyen AKP yerli kömür kaynaklarının tamamını ve ithal kömür kullanmayı da hedeflemekte. Türkiye’nin enerji alanında fosil yakıt kullanımı, yeni havalimanları ve otoyol projeleri ile sera gazları salım oranlarının artmasına neden olurken, iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek coğrafyada bulunan Türkiye’yi daha da uçuruma sürüklemekte.
n Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın mevzuatına göre şehirlerde kişi başına olması gereken yeşil alan miktarı 15 metrekare. Yeşil alan olarak sayılmaması gereken kavşak, mezarlık, yol kenarlarının yeşil alan kabul edilmesi halinde bile İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan miktarı, Ağustos 2018 itibariyle 5,98 metrekareydi. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, şehirlerdeki yeşil alan miktarının kişi başına en az 9 metrekare olması gerekiyor.
n Türkiye Yale Üniversitesi’nin hazırladığı Dünya Çevre Performansı Endeksi genel kategorisinde 2016 yılında 33 basamak birden düşerek 99. sırada yer aldı. 2018’de 108. sıraya kadar geriledi. Doğa ve yaban hayatını korumada son 10 ülkeden biri, 180 ülke arasında 172. sırada. n Türkiye’de özellikle 2013 sonrasında ormanlarda azalma meydana geldi. Ormanlık alanların azalması, buralarda enerji ve madencilik başta olmak üzere değişik alanlarda yapılaşmalara izin verilmesi sonucunda oldu. 2013 sonrasında ormanlaştırılan alan 221 bin hektar iken, ormansızlaşan alan
n Doğal sit statüsündeki Bodrum Kissebükü’ndeki 88 dönümlük Adayalı olarak bilinen deniz kıyısındaki alanda inşaatın yolunu açan imar planları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandı. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy’un sahip olduğu Ersoy İnşaat’a tahsis edildi. n Sinop’ta lisansı alınmamış nükleer santralin yapımı için en az 650 bin ağaç kesildi. Sermayenin çıkarları doğrultusunda doğal varlıklara yönelik bu saldırılar AKP hükümetlerinin ilk iktidar olduğu günden beri var. Ama özellikle 2008 krizini aşabilmenin yöntemi olarak bu politikları daha da derinleştirdiler. Krizden çıkabilmek için hem doğanın hem de işçilerin sömürüsünü yoğunlaştırdılar.
Niye böyle? Yahudilerle, Hıristiyanlarla ve Suriyelilerle (üstelik Müslüman olmalarına rağmen) komşu olmayı istememek, “Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı olmadıklarını” düşünmek nereden kaynaklanıyor? Bir kesim, sorunun AKP hükümetinden kaynaklandığını düşünüyor. Tümüyle haksız değiller. “Afedersiniz Ermeni” söylemi, Suriyelileri bir an önce “geri gönderme” hedefi, kuşkusuz, hem gayrımüslimlerin hem Suriyelilerin istenmeyen unsurlar olarak algılanmasını besliyor. Ama mesele bundan ibaret değil. Çok daha köklü. Cumhuriyet’in kuruluşuyla yaşıt bir mesele. CHP genel sekreteri Recep Peker 1931’de şöyle der: “Bugünkü Türk milleti siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük, Çerkeslik ve hatta Lazlık ve Pomaklık gibi fikirler telkin edilmiş olan vatandaşlarımızı kendimizden sayarız... Bu yanlış telakkileri samimiyetle düzeltmek vazifedir.” Yani Kürtler kendilerini yanlışlıkla Kürt zannediyor ve Türklerin vazifesi bu yanlışı düzeltmek! İçişleri Bakanı Şükrü Kaya 1934’te yabancı soyadlarını yasaklayan Soyadı Kanunu mecliste tartışılırken şöyle der: “Yabancı isimlere gelince, bir memleketin en büyük vazifesi, sınırları içinde oturanların hepsini kendi camiasına ilhak etmektir... Niçin hâlâ Kürt Memet, Çerkes Hasan, Laz Ali diyelim. Bir defa bu, hâkim unsurun kendi zaafını gösteren bir şeydir”. Cumhuriyet Türk, Müslüman, Sünni nüfusun cumhuriyeti olarak kurulmuştur. Hakim unsurun kim olduğu bellidir. Böyle olunca, ne Hrant’ın katilleri ortaya çıkarılır, ne de Suriyeliler rahat bırakılır.
8 GELENEK
İŞÇİLERİN İKTİDARI KRİZLERİ ÇÖZEBİLİR OZAN TEKİN
IMF uzmanları tarafından 2016 yılında hazırlanan bir raporda, kemer sıkma ve özelleştirme gibi uygulamalarıyla birlikte neoliberalizmin eşitsizlikleri arttırdığı, toplumlara ve ekonomilere yarardan çok zarar verdiği belirtiliyordu. En büyük uluslararası kapitalist kurumlardan birinin bu itirafını, diğer veriler de destekliyor. İngiliz yardım kuruluşu Oxfam'ın geçtiğimiz hafta yayımladığı araştırma sonuçlarına göre, dünyadaki en zengin 26 kişinin serveti, dünya nüfusunun fakir olan yarısının toplam servetine eşit. En tepedeki %1’lik kısım, geri kalan %99 kadar zenginliğe sahip. 197,7 milyon kişi işsiz. Diğer yandan, gezegen yok oluyor. BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından, en korkunç iklim değişikliği senaryosunun engellenebilmesi için yalnızca 12 yılın kaldığı açıklandı. Buna rağmen, devletler tarafından bu büyük yıkımı durduracak bir plan hayata geçirilemiyor. Savaşlar, yoksulluk ve iklim değişikliği göçleri arttırıyor. Toplam 68,5 milyon kişi evlerini terk etmiş durumda. Bunların 24,5 milyonu mülteci. BM istatistiklerine göre her iki saniyede bir kişi yaşadığı yeri çatışmalar veya baskı sebebiyle terk etmek zorunda kalıyor. Neoliberalizm insanları sisteme yabancılaştırırken, politikacılar sorunun “göçmenler” olduğunu söylüyor. Dünyanın her yerinde otoriter politikalar, milliyetçi eğilimler artıyor; hükümetler ulus devlet modeline dönüşü tartışıyor. Böylesi bir ortamda Trumplar, Bolsonarolar, Orbanlar, Putinler yükseliyor. Bunlardan güç alan aşırı sağcı, ırkçı veya faşist partiler taraftar topluyor ve parlamenter sistemin içine sızmaya çalışıyorlar. Kendi çıkarlarını diğerlerine dayatmak isteyen küresel emperyalist güçlerle bölgesel altemperyalist devletlerin rekabeti, birçok yerde savaş olasılıklarını gündeme getiriyor. Rosa Lüksemburg’un savaş karşıtı bir broşüründe dediği gibi, kapitalist toplumda yaşayanlar ya sosyalizmin zaferiyle ya da medeniyetin bütünüyle çöküşünün yarattığı barbarlık ortamıyla karşılaşacaklar. Ilımlı çözümler çözüm değil %1 ile %99’un servetlerinin eşit olmasına yol açan dengesizliği, kapitalist toplum içerisinde birtakım düzenlemeler yaparak, daha “adil” ekonomiler kurarak ortadan kaldırmak mümkün değil. Her sene iklim zirvelerinde buluşan hükümetler, kötü yöneticiler tarafından idare edildikleri için değil, kapitalist şirketlerin kâr etme güdüsü doğrultusundaki ihtiyaçları iklimi ve doğayı yok etmeyi gerektirdiği için bir anlaşmaya varamıyorlar. Farklı ulus devletlerin temsil ettiği tekellerin, birbirleriyle “uyum”
Rusya’da 1905 devrimini başlatan “Kanlı Pazar”ın tasviri
içerisinde, barış içinde yaşamaları imkansız. Irkçılığın ve aşırı sağın yükselişini neoliberal “aşırı merkez” siyasetle durduramayız; bu politikalar yıllar içerisinde tam da ırkçılara istedikleri zemini sundular. Le Pen’i durduracak diye kahramanlaştırılan Macron, şimdi Fransız işçi sınıfının baş düşmanı hâline geldi. Tabii ki reformlar gerçekleştirilebilir ve bunlar için mücadele ediyoruz. Fakat bir bütün olarak bu kaostan çıkış, ancak radikal çözümlerle olabilir. Bunlar, mevcut toplumsal sistemin altüst olması, yönetimi işçi sınıfının, ezilenlerin kolektif katılım ve karar alma mekanizmalarıyla kuracakları yapıların devralmasıyla gerçekleştirilebilir. Üretim kâr amacıyla değil de toplumun ihtiyacı için yapılacak şekilde düzenlenirse, iklimi yok edecek enerji politikalarının uygulanmaması sağlanabilir. İşçiler, sovyet benzeri yapılarda herkesin katılımı ve tartışmaya katkı koyması ile karar almaya başlarlarsa, bu kararlar belirli bir azınlığı koruyan şeyler olmaktan çıkar, bir bütün olarak devlet mekanizması çoğunluğun çıkarlarına hizmet etmeye başlayabilir. Bugün, böylesi kolektif mekanizmalar, karşı karşıya olduğumuz yıkımı durdurmak için acil birer ihtiyaç. Ve bunların ortaya çıkabilmesi için muazzam ölçekli toplumsal devrimler gerekli. İşçilerin yönetimi Sovyetler, ilk olarak Rusya’da 1905 devrimi
esnasında, grevdeki fabrikaların temsilcilerinin ortak bir koordinasyon yapısı kurma amacıyla toplanmaları üzerine kuruldu. Sovyetlerden önce, Paris Komünü gibi deneyimlerde de, işçilerin iktidarı toplumun bütününü ilgilendiren tüm işlerin kolektif ve dönüşümlü olarak yapıldığı, dolayısıyla kimsenin bir ayrıcalığa sahip olmadı mekanizmaların ortaya çıkışını beraberinde getirmişti. Sovyetler bunu sistematikleştirdi ve olası bir işçi devletinin embriyosu olarak belirginleştirdi. Rusya’da 1905 devriminin geri çekilişi üzerine Çarlık tarafından bastırılan Sovyetler, 1917’de işçiler ayaklandığında bir kez daha kuruldu. Bu kez Şubat’tan Ekim’e geçen süreçteki ikili iktidar döneminde, emekçilerin çıkarlarını temsil eden kurum olarak çok önemli bir rol oynadılar. Ve sonunda Ekim Devrimi’nde kendilerini devlet iktidarı olarak örgütlediler. Ancak bu şekilde, işçilerin kendileri için kararlar alan bir hükümet kurmaları mümkün oldu. Böylelikle yoksulları, kadınları, LGBTİ+ bireyleri, ezilen halkları ve tüm dışlanmış grupları savunan kararlar alınabildi. Toplumun başka türlü işletilebileceği de gösterilmiş oldu. Sovyetler sayesinde Rus toplumunda neler değişti? Kadınlar için kürtaj ve boşanma hakkı yasallaştı, oy hakkı kazanıldı, çocuk bakımı ve yemek gibi işler evde kadının zorunlulukları olmaktan çıkartılıp toplumsallaştırıldı. Rusya, eşcinselliği kanuni
hâle getiren ilk ülke oldu. “Halkların hapishanesi” olarak bilinen Çarlık Rusyası’nda devlet iktidarı işçiler tarafından yıkılıp yerine bir işçi sınıfı devleti geçtiğinde, tüm halklara kendi kaderlerini tayin hakkı tanındı. Üretimin ve fabrikaların kontrolü işçilere geçti. Toprakların sahibi yoksul köylüler oldu. Sömürü zincirinin kırılması için radikal adımlar atıldı. Birleşirsek kazanırız 1917 Rusya’sında da Şubat Devrimi’nin ardından parlamenter demokrasi büyük bir ilerleme olarak görülüyordu. Ancak merkez solcu ve liberal partiler devrimin “ekmek, barış, toprak” sloganına çare üretemediler. Geniş emekçi kitlelerin talepleri, kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almalarıyla, her bin işçiyi ve askeri bir kişinin temsil ettiği Sovyetlerin zaferiyle karşılanabildi. Bu deneyimler bugün çok uzak görülebilir. Ancak her toplumsal patlamada, her devrimde işçiler benzer mekanizmaları kurmayı denediler. Bunların adı Şili’de kordonlar idi, 1979 İran Devrimi’nde ise şuralar. Bugün işçi sınıfı eskisine göre çok daha büyük. Tarihin en büyük grevi geçtiğimiz haftalarda 200 milyon işçinin katılımıyla Hindistan’da gerçekleşti. Kolektif olarak hareket eder, işçileri bölen milliyetçi, cinsiyetçi, homofobik ve diğer ayrımcı fikirleri yener ve birleşirsek, bugün de kazanabiliriz.
EMEK GÜNDEMİ
SANAYİ ÜRETİMİNDEKİ DÜŞÜŞ DEVAM EDİYOR Hükümet krizin bertaraf edildiğini söylese de sanayi üretimindeki küçülme devam ediyor. Geçen yıl TL'nin hızlı değer kaybedişi ile kendini gösteren ekonomik kriz sebebiyle Eylül 2018'de sanayi üretimi (bir önceki yılın aynı ayına göre) yüzde 2,7, Ekim ayında ise yüzde 1,9 azaldı. Bu, yıllık bazda yüzde 5,7'ye tekabül eden sert düşüş oldu. 2018 Kasım'ında sanayi üretiminde artış bekleniyordu. Geçtiğimiz günlerde açıklanan verilerde tersi çıktı: Sanayi üretimi yüzde 0,3 oranında küçülürken, yıllık bazdaki düşüş yüzde 6,7'ye ulaştı. Kritik sanayi sektörlerinde üretim azalışı, tüm ekonomiyi yavaşlatıyor.
Türkiye kapitalizminin lokomotifi olan inşaat sektöründen gelen rakamlar da küçülmeyi ortaya koyuyor. Birçok kampanya ve kredi kolaylığına rağmen Türkiye genelinde 2018'de satılan konut sayısı bir önceki yıla kıyasla yüzde 2,4 azaldı. Bu, verilerin tutulduğu 2013'ten bu yana yaşanan ilk yıllık düşüş. Sanayide öncü rol oynayan sektörlerden otomotivde küçülme yüzde 9'a ulaştı. Fatura inşaat ve otomotiv işçilerine Ekonomik büyüme zamanı işçilere hak ettiklerini vermeyen patronlar, küçülme ve durgunluk zamanlarında faturayı işçilere çıkartır. Hyundai Assan otomotiv fabrikasında
21-28 Ocak tarihleri arasında üretime ara verilecek. Yan sanayisi Howon, Happiness, Assan Hanil, Dual ve Mobis otomotiv işyerlerinde de üretim yapılmayacak. Yaklaşık 7 bin işçi, Ocak-Nisan arası üç aylık dönemdeki üretime ara vermelerden etkileniyor. Bu dönemde, kısa çalışma ödeneğinden yararlanmak üzere İŞKUR’a yönlendiriliyorlar. Anadolu Isuzu'da Ocak-Nisan döneminde 26 gün üretime ara verecek. Ocak'ta 6 gün, Şubat'ta 8 gün, Mart'ta 8 gün ve Nisan'da 4 gün üretime ara verilmesi, “faaliyetlerin durdurulmasın/imkansız hâle gelmesinin nedeni...” yurt içi pazarda son dönemde yaşanan talep daralması" olarak açıklanıyor.
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
BİRLEŞİK, KİTLESEL BİR İŞÇİ MİTİNGİ DÜZENLENMELİDİR İşçi sınıfı her geçen gün hem işsiz kalıyor, hem de biraz daha yoksullaşıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından geçen hafta enflasyon yüzde 20,3, işsizlik yüzde 11,6 olarak açıklandı. Gerçek enflasyon ve gerçek işsizlik elbette bu rakamların çok üstünde, ama bu açıklanan rakamlar bile nasıl bir kötüye gidiş olduğunu açıkça gösteriyor. Son on yılda işsizlik ortalama yüzde 8-9 olurdu, şimdi yüzde 11,6 olarak açıklandı, 2019 yılı sonunda bu oranın yüzde 12,1’e çıkacağı daha önce hükümet tarafından ilan edilmişti. 2018 yılı içinde işsiz sayısına en az 500 bin kişi daha eklendi. Geniş tanımlı işsiz sayısı 6,3 milyona yükseldi. Enflasyon yıllardır yüzde 6-10 bandında seyrederken, 2018 yılı enflasyonu yüzde 21 ile patlama yaptı. Yoksulları ilgilendiren yiyecek fiyatlarındaki artış ise en az yüzde 50. Bütün bu göstergeler şunu ortaya koyuyor, hükümet ve patronlar krizin yükünü tamamen emekçilere yıkmaya çalışıyorlar ve bunda epeyce yol aldılar. Yılbaşında emekli ve memur maaşlarına yapılan zam sadece yüzde 10 oldu. Mutfaktaki enflasyonun yüzde 50’lere yaklaştığı bir ortamda ücretlere yüzde 10 zam yapılması net olarak yüzde 40 yoksullaştığımızı gösterir. Birileri ise bu kriz ortamında biraz daha zenginleşiyor. 1980’lerde başlayan özelleştirme, devlet kurumlarını kapitalistlere ulufe olarak dağıtma politikası devam ediyor. Son olarak Sakarya’da faaliyet gösteren Tank Palet Fabrikası bir firmaya satılıyor. Özelleştirmelerden zarar gören işçiler ve emekçiler son özelleştirmeye karşı çıkmak için Sakarya’da miting düzenledi, mitinge yaklaşık 15 bin kişi katıldı. Türk-İş başkanı Ergün Atalay, mitingde yaptığı konuşmada fabrikanın özelleştirilmesi konusunda hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı açıkça eleştirdi. Hükümetin krizin yükünü emekçilere yıkma politikalarına karşı daha fazla ses çıkarmamız gerekiyor. Sendikalar, konfederasyonlar 1 Mayıs’a dört ay kala, birleşik bir işçi mitingi için beklemeden harekete geçmelidir. Yasal, kitlesel bir işçi mitinginin ne kadar büyük kalabalıkları toparlayacağı çok açıktır. Özelleştirmeye, krizin faturasının yoksullara ödetilmesine, işçilere yönelik adaletsizliklere, yüzde 40 fakirleşmeye, grev yasaklarına karşı somut talepler etrafında bir 1 Mayıs hazırlığı şimdiden hızla başlatılmalıdır. Seçimlerde yaşanacak bölünmelere karşı en iyi çözüm, mücadelenin birleştirici gücü olacaktır.
Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu Isuzu fabrikasında sendika toplantısı.
İŞYERLERİNDEN HABERLER n İkitelli’de yapımı süren şehir hastanesinde işçiler, kötü ve az miktarda verilen yemeklere karşı eylem yaptı. 4 bine yakın işçinin katıldığı protestoda kazanım sağlandı. n Kristal-İş sendikası ile İzocam işvereni arasındaki toplu iş sözleşmesi sürecinin tıkanmasıyla Kocaeli Dilovası ve Mersin Tarsus'da bulunan fabrikalarda grev başladı.
n KESK 81 ilde birden krize karşı eylem düzenledi. İstanbul’da Defterdarlık önünde yapılan basın açıklamasında işçiler bordrolarını yaktı. n Genel-İş İzmir 2 No’lu Şube’nin İzmir Büyükşehir Belediyesi önünde yapacağı TİS eylemine polis saldırısı sonrasında işçiler iş bıraktı. Bunun üzerine kazanım geldi, belediye birkaç gün sonra sendikaya yönelik yetki itirazını geri çekti. n Grevin yasaklandığı İZBAN’da sendika yüzde 26 zamma imza attı.
n Konkordato ilanı sonrası hakları gasbedilen Makro Market işçilerinin, alacaklarının ödenmesi talebiyle Kayseri ve Konya’da sürdürdüğü mücadele kazanımla sonuçlandı. n Üç aylık ücretlerini alamadıkları için üretimi durduran Gebze’deki Eksen Makina işçileri, ücretlerin yatırılmasıyla iş başı yaptı. n Tank Palet Fabrikası’nın özelleştirilmesine karşı Türk-İş’e bağlı Harb-İş Sendikası’nın çağrısıyla Sakarya’da düzenlenen mitinge 15 bin işçi katıldı.
n Gebze’deki Flormar fabrikasında, Petrol-İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılan 132 işçinin direnişleri 9. ayına girdi. n İzmir’in Çiğli ilçesinde bulunan Tariş Zeytin ve Zeytinyağı fabrikasında sendikaya üye oldukları için işten atılan işçilerin direnişi üçüncü ayını doldurmak üzere. n Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi şantiyesinde Taş Yapı taşeron şirketinde çalışan işçilerin 9 günlük direnişi sonucunda, taşeron şirket işçilerin haklarını ödemeyi kabul etti.
Flormar işçilerinin kararlı direnişi sürüyor
10
KÜLTÜR
“YENİ YASA KONUŞULANLARIN EN KÖTÜSÜ” değil bakanlığın istediği tüm filmler de geçebilecek. Bu çok büyük bir geri adım. Zaten varolan yasada ve kurulun organize ediliş biçiminde birçok sorun yer alıyordu. Bu sorunları çözmek yerine, yeni kurul yapısı sorunları iyice ağırlaştıracak. Bu kararların artık hiçbir güvenilirliği yok. Son derece siyasal bir şekilde verileceğine dair şimdiden gölge düştü kararlara.”
Son dönemde basında “pop-corn’lu bilet satışı” polemikleriyle öne çıkan tartışma, sinema sektörünü ciddi bir şekilde etkileyecek bir yasanın meclisten geçmesiyle yeni bir aşamaya geldi. Sektörün farklı kesimlerini bağlayan bir yasa halihazırda bulunmaktaydı. Özellikle bağımsız sinemacılar yıllardır mevcut yasanın değişmesi gerektiğini söylüyordu, yasa değişti ama onların talep ettiği şekilde değil. Tartışmanın arka planında kriz karşısında gerilemeye başlayan piyasa koşulları yatıyor. Piyasada gelirini arttırmaya çalışan dağıtım tekelinin taleplerini karşılayamayan salon sahipleriyle ve yapımcılarla yaşadığı kavga yasanın bir yönünü oluşturuyor. Sinema yasasının ne anlama geldiğini, yeni filmi Kız Kardeşler ile Berlin’de Altın Ayı ödülü için yarışacak olan yönetmen Emin Alper’e sorduk. “Yeni yasayla ilgili ilk konuşulması gereken şey sansür maddesi. Bu madde yasanın bir önceki halinde var dolayısıyla yeni bir şey yok. Ama yeni olmaması karşı çıkmayacağımız anlamına gelmiyor. Sansür anlamına gelecek her şeye karşıyız. Ayrıca yasadaki bu madde anayasaya aykırı. Çünkü son derece keyfi. Kurulun uygun bulmadığı eserler gösterilemez diye bir madde olamaz. Bunun kriterlerinin olması lazım. Bence anayasa mahkemesine birisi taşısa büyük ihtimalle kazanır. İkinci önemli şey kurullarla ilgili mesele. Daha önce 15 kişilik bir kurul vardı. Sadece beş üyeyi bakanlık, on tanesini ise sektör temsilcileri belirliyordu. Şimdi yedi kişilik bir kurul var. Üç üye bakanlık, üç üye de
Kurulun yapısına dair daha önceki önerilerin hayata geçirilmediğini belirten Alper, yasanın beklentileri karşılamadığını vurguladı.
Yönetmen: Emin Alper
sektör temsilcisi olacak. Bir de sinema genel müdürü var. Dolayısıyla dörde üçlük denge bakan ve bakanlığın seçtiği kurul
üyeleri lehine oluşturulmuş durumda. Bu noktadan sonra bakanlığın istemediği hiçbir film geçmeyecek. Sadece bu da
“Kurulun yapısının özerk olması önerilmişti. İlk konuşulan taslaklardan birinde beş üye vardı kurulda ve bu üyelerin tamamı sektör temsilcilerinden oluşacaktı. Sadece sinema genel kurulu başkanlık edecekti. Bu çok makul bir öneriydi. Sonra beş sektör temsilcisi olsun ama bakanlık seçsin diye değiştirildi, meslek örgütleri buna da itiraz etti. Şu an çıkan yasa sanırım en kötüsü. Ayrıca ortak yapımlarla ilgili mesele var. Büyük ölçüde meslek örgütlerinin uyarıları, tavsiyeleri dinlendi. Ama onlar bizi kısmen rahatlatacak şeyler. Dağıtım sorunlarıyla ilgili sektörün çok ciddi beklentisi vardı; bu sorunla ilgili pek bir adım atılmamış. Bu yasanın pozitif tarafları var. Olması da çok doğal çünkü meslek örgütlerinden uzun süre görüş aldı bakanlık. Dolayısıyla bazı maddeler meslek örgütlerinin görüşlerine ve beklentilerine göre hazırlandı. Nitekim bunları bazı maddelerde görüyoruz. Fakat en kritik noktalarda bakanlık kendi bildiğini okudu.”
NSU CİNAYETLERİ ÜZERİNE ANTİFAŞİST BİR ROMAN n Koruyan El - Yazar: Wolfgang Schorlau, Çeviri: Hulki Demirel, İletişim Yayınları 1. baskı Haziran 2017, 392 sayfa Almanya'da 2000-2006 yılları
arasında 8'i Türkiye biri Yunanistan kökenli 9 göçmen öldürüldü. Medya bunları "Dönerci cinayetleri" olarak adlandırdı. Toplamda 10 cinayet, 2 bombalı saldırı, 15 silahlı banka soygununu içeren sistematik saldırıların sorumlusu (devlet tarafından 2'si ölü 3 kişiden ibaret görülen) Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütüydü. Kitabı neonaziler tarafından katledilen göçmenlerin ailelerine adayan Schorlua, en başta yazmış: "1990'dan beri radikal sağ şiddetin kurbanı olmuş 178 kişinin hatırasına saygıyla."
NSU'lu faşistler, yıllar boyunca devlet tarafından hiçbir engellemeyle karşılaşmadan göçmenleri hedef alan ırkçı saldırıları sürdürdü. Siyasi polisiye ustası Schorlua Koruyan El'i şöyle anlatıyor: "Bu kitap bir suç vakasının edebiyat yoluyla kovuşturulmasıdır - ve korkarım ki bir devlet suçuyla ilgili bir soruşturmadır bu." NSU davasına dair yazılı bilgi ve belgeleri temel alan kitap, yazarın yarattığı karakter ve hikaye örgüsüyle, Alman devletinin gizli servisleri ile ırkçı örgütlenmeler arasındaki bağlantıları inceliyor. Schorlua, araştırması sırasında
farkına vardığını belirtiyor: 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve AB ilişkileri, Avrupa'nın lider devletinin bağımlılığının ele alınışı da kitabın bir diğer değerli yanı.
Koruyan El, geçmişe bir bakış değil, şimdi yaşanmakta olana dair antifaşist bir uyarı. NSU mağdurlarının avukatı Seda Başay-Yıldız, "NSU 2.0" imzasını atan faşistler tarafından ölümle tehdit ediliyor. 2018 Ağustos'unda gelen ilk faksın Frankfurt 1. Polis Karakolu’ndan gönderildiği saptandı. Avukata "Türk domuzu" diyen faşistler, kızını "doğramakla"
tehdit ediyordu. Faksın izi takip edildiğinde görevli bazı polislerin bilgisayar ve telefonlarında yapılan incelemelerde Hitler fotoğrafları, neonazi sembolleri ve sloganları bulundu. Irkçı ve göçmen düşmanı mesajlar paylaştıkları tespit edildi. Beş polis hakkında halkı kışkırtma ve anayasaya aykırı semboller kullandıkları şüphesiyle soruşturma açıldı. Geçici olarak açığa alındılar. Fakat avukat Seda Başay-Yıldız'a bu ay ikinci bir faks geldi ve şöyle yazıyordu: "Sen ölü beyinli pis döner, polis arkadaşlarımıza ne yaptığının galiba farkında değilsin." Türkiye'de Suriyeli göçmenler hakkında atıp tutanlar, Almanya'da yaşananlara bakıp iki kere düşünmeli. Koruyan El, antifa-
şistlerin okuması gereken bir roman. Volkan Akyıldırım
AKTİVİZM TOPLANTI DUYURULARI Şişli 25 Ocak: Yerel seçimlerde kent
KATLEDİLİŞİNİN 12. YILDÖNÜMÜNDE HRANT DİNK'İ ANDIK
politikası
Konuşmacı: Korhan Gümüş (Mimar, şehir plancısı)
yayı açıklıyor mu?
Konuşmacı: Ozan Ekin Gökşin (DSİP) 8 Şubat: Yapay zeka tartışması
ve endüstri 4.0 eleştirisi
Adres: Nakiye Elgün Sok. No: 32/3, İkbal Apt. – Osmanbey İletişim:05556372450 Kadıköy 24 Ocak: Faşizmin marksist
analizi ve günümüzde faşizm
Konuşmacı: Ahmet Yıldırım (DSİP)
31 Ocak: Gramsci'nin sivil toplum-politik toplum ayrımı Konuşmacı: Sinan Özbek (Kocaeli Üni. Felsefe Bölüm Başkanı) 9 Şubat: Dijital çağda müzik
sanayii
Konuşmacı: Kerem Kabadayı (Mor ve Ötesi) Adres: Serasker Cad. Nergiz Apt. No:88-90 Kat 3 Kadıköy İletişim: 05 33 447 9709
DurDe Hrant Dink anma toplantısı.
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe platformu tarafından 17 Ocak’ta İstanbul’da düzenlenen toplantıda, Hrant Dink’in ölümüne giden süreçteki siyasi atmosfer ve 12 yıldır sürdürülen adalet mücadelesi tartışıldı. Duruşmaları takip eden gazeteci Canan Coşkun, tüm devlet görevlilerinin birbirini suçladığını, herkesin cinayeti bildiğini ve görevini yaptığını iddia ettiğini anlattı. Süreçte MİT’in kritik rolüne ve MİT görevlilerine hiç dokunulmadığına dikkat çeken Coşkun, “Bu davada inkâr ve milli mutabakat var, herkes inkâr ederken birbirini koruyor. Adalet yok, yüzleşme yok”
ifadelerini kullandı. Pakrat Estukyan ise toplumun Dink cinayetinden hemen sonra katili saptadığını, onun ardından yürüyen yüz binlerce insanın havayı değiştirdiğini belirtti. Estukyan, bu anlamda bunun “Türklük sözleşmesinin tılsımını bozan bir cinayet” olduğunu dile getirdi. Panelde son olarak konuşan şair ve yazar Roni Margulies ise Hrant Dink’in ardından “Hepimiz Ermeniyiz” diyerek sokağa çıkan kitleler sayesinde davanın ve yargılamaların bugün hâlâ devam edebildiğini hatırlattı.
DAYANIŞMA BÜYÜYOR!
“Hepimiz Göçmeniz – Irkçılığa Hayır” kampanyası İstanbul’da her pazartesi pratik faaliyetleri planlamak için bu-
Aktivistler dayanışmayı konuştu
luşmaya devam edecek. 10 Şubat’ta, İpsala’da sınırın iki tarafından Yunanistan ve Türkiye’den ırkçılık karşıtı aktivistler buluşarak, sınırda göçmenlere yönelik hak ihlallerini protesto edecekler.“Hepimiz Göçmeniz – Irkçılığa Hayır” aktivistleri, aynı zamanda TBMM’deki tüm partilere göçmenlerin haklarını savunmaları çağrısında bulunan birer mektup göndermeyi ve 16 Mart’ta tüm dünyayla birlikte Irk Ayrımcılığına Karşı Uluslararası Gün kapsamında sokakta eylem yapmayı planlıyor.
Teorik derginizi gazete dağıtımcılarımızdan alabilirsiniz!
YAYINLARI
KADININ BEYANI ESASTIR NE DEMEK?
Türkiye’deki sol çevreler için çok yeni bir şey değil ama, Hollywood’tan Avrupa Parlamentosu’na dek tanınmış saygın kişilerin de tacizci olabileceğine dair kavganın ne menem bir şey olduğu hissedildi. Kevin Spacey’nin iyi bir aktör, Bertolucci ve Woody Allen’ın ünlü birer yönetmen olması tacizci, istismarcı, cinsiyetçi olmalarına bir açıklama getirmiyor. Aynı durum kimilerinin eşi, dostu, meslektaşı, hocası olan ve o kimilerinin gözünde iyi bir insan olan Paker için de geçerli. Özel olan politiktir derken bir yandan yine birilerinin partneri, kocası kısaca en yakınındakinin şiddetini tartıştırmak istemiyor muyuz? Hiç mi güvendiğimizin tacizine uğramıyoruz? Hiçbir kadın şiddeti yaşamaktan muaf olmadığı gibi hiçbir erkek de şiddet uygulamaktan muaf değil. Kadınlar tacize uğrarken çoğu zaman ‘şahit’ falan olmaz. Ama mahkemeler kadının ‘belli bir süre içinde’ şikâyet etmesini bekler. İki kişinin kapalı kapılar ardında yaşadığı bir olayın genellikle kadın tarafından kanıtlanması istenir. Başka bir dünyanın hasretini çekenler, burjuva hukukunun alışılmış sınırlarının içerisinden bir tartışma yürütmemelidir.
Eşit koşullarda değiliz
İstanbul’da “Hepimiz Göçmeniz – Irkçılığa Hayır” kampanyası aktivistleri 14 Ocak’ta bir kez daha buluştu. 40’a yakın aktivistin katıldığı toplantıda, DSİP’ten Meltem Oral ve Göç Araştırmaları Derneği’nden Polat Alpman birer giriş konuşması yaptılar. Toplantıya LGBTİ+ örgütlerinden, mülteciler üzerine çalışan STK’lardan ve akademisyenlerden, sol parti ve kitle örgütlerinden yoğun katılım oldu.
Z
ÖNE ÇIKAN Meltem Oral
Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi ve tanınmış bir terapist olan Murat Paker’in bir kadın danışanını taciz etmesiyle başlayan cinsel şiddet davası, Paker’in dört yıl iki ay ceza almasıyla sonuçlandı. Bu gelişme üzerine yine temel politik ilkelere sahip olma halinin sınandığı bir tartışma süreci başladı. Türk Psikologlar Derneği ve Bilgi Üniversitesi Klinik Psikoloji Bölümü öğretim üyeleri imzasıyla yayınlanan açıklamaların yanı sıra sol kamuoyunda sosyal medya aracılığyla Paker’e destek çıkan hatta kefil olan yorumlar yazıldı. Türk Tabipleri Birliği taciz vakası karşısında olması gerektiği gibi karar almaktan imtina etti.
1 Şubat: Komplo teorileri dün-
Konuşmacılar: Levent Özyıldırım (Yazılım mühendisi) Özdeş Özbay (DSİP)
11
Kadının beyanı ilkesinin tartıştırıldığı her durum kadınlar için çok tehlikelidir. Bu ilkeye çamur atılmasının bedeli kadınlar için ağırdır. İlkeler istediğimiz vakit meseleleri eğip bükmememiz için ‘ilkedir’. O yüzden kadının beyanı esastır ilkesinin ne olduğunu iyice hatırlamakta fayda var. Öncelikle bu olay nezdinde ‘olaylar bildiğiniz gibi değil’ savunusuna girişenler söz konusu meselenin toplumsal olarak iki eşit güç arasında cereyan etmediğini hatırlamalı. Taraflar ne diyor meselesi toplumdaki ezme-ezilme ilişkilerinden bağımsız bir şekilde ele alınamaz ve kendisine sosyalist diyenler bu eşitsiz ilişkide ezilenden yanadır. Kadınlar ‘kadın’ oldukları için taciz, tecavüz, şiddet, cinayet, cinsel saldırı gibi pratiklere maruz kalıyor. Burjuva hukukunun soyut ‘eşitlik’ yaklaşımının davaların kadınların aleyhine sonuçlanmasına neden olduğu birçok örnek var. Söz konusu şiddet, taciz, tecavüz olduğunda konu ‘tarafsızlık’ veya yine burjuva hukukunun değişmez ‘masumiyet karinesi’ gibi biçimsel argümanlarla tartışılabilecek hukuki bir şey değildir. Kadının beyanı esastır ilkesi, beyanın gerçek veya yalan olup olmadığıyla ilgilenmez. Mesele kimin beyanının gerçeği yansıttığına bireysel olarak inanıp inanmamamız değil konunun toplumdaki eşitsizliği dikkate alan bir temelde değerlendirilmesidir. Kadının beyanı esasıyla konunun soruşturulmasıdır. Bu ilkenin erkekleri doğrudan mahkûm etmek olduğu iddiası ilkeyi karikatürleştirmektir. Mesele konunun politik olduğunu kabul etmektir. Kadının beyanı esastır ilkesi, erkeğin aksini ispat hakkını ortadan kaldırmaz. Suçlananların savunma hakkı vardır. İspat yükümlülüğünün tersine çevrilmesi tüm dünyada cinsel şiddete, ayrımcılığa, ırkçılığa karşı mücadele edenlerin kazanımıdır. Üstelik bu dava nezdinde mahkeme emsal niteliğinde bir karar vermiştir. Ancak taciz suçlaması yöneltilen kişinin Türkiye yargısının alışıldık kodlarına oynayan beyanları, kadına ve davaya sahip çıkan tüm kadınlara yönelik tutumu iddianın aksini ispat çabasından çok saldırganlıktan başka bir şey değildir. Bu davanın hukuki olarak tarafı olmayanlar için mesele politik olarak doğru tutumu alıp almamaktır.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
-
İS CİNAYETLERİ KAPİTALİZMİN FITRATINDA VAR Bu olayı bugün olmuş gibi de anlatmak mümkün. Ancak önemli olan milyonlarca insanın, hayatını, ruhsal ve bedensel sağlığını kaybettiği işlerde çalışmak zorunda kalması. Sermayenin devamlılığı için üretim araçlarından mahrum bırakılan işçiler yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorundalar. Ölmeyecek kadar ücret, işçiler arasındaki rekabet, her zaman yedekte bekleyen işsizler ordusu tek tek işçilere seçim hakkı bırakmamakta.
ÇAĞLA OFLAS
Geçen hafta Ankara’da mobilyacılar sitesinde meydana gelen yangın sonucunda dört Suriyeli mülteci işçi öldü. Ana akım medya yangının bilinmeyen bir nedenle çıktığını ileri sürdü. Oysa yangının arkasında alınmayan önlemler, yanlış bağlanan elektrik kabloları, kayıt dışı çalışan göçmenler, yangın merdiveni olmadığı için kurtulamayan işçiler var. 2014 yılında, Mecidiyeköy’deki Torunlar Center inşaatında asansörün 33. kattan yere çakılması sonucunda 10 işçi yaşamını yitirmişti. Bu katliamın ardında ise asansörün durmasını sağlayan “switch” adında basit bir mekanizmanın bulunmaması yatıyordu. AKP hükümetinin “fıtrat” dediği, 301 işçinin yaşamını kaybettiği maden faciası sonrasında yayınlanan bilirkişi raporunda gaz maskelerinin yetersizliğinden, üretim zorlamasına, yeterli alarm sisteminin bulunmamasına bir dizi ihmaller ve eksikler zinciri ortaya çıktı. 2005 yılında Bursa’daki bir tekstil fabrikasında da biri hamile beş kadın işçi binada bir yangın alarmı, acil çıkış kapısı ve yangın merdiveni olmadığı için hayatını kaybetti. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi kayıtlarına göre Tür-
Örgütlülük hayat kurtarır İşçi aileleri adalet istiyor, Kasım 2018 İstanbul
kiye’de 2018’de iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçi sayısı 1923 kişi. İçlerinden en az 10 işçi de meslek hastalıkları nedeniyle hayatını kaybetmiş. Dünyada ise her yıl 2,3 milyon işçi iş kazalarında ölüyor. Türkiye iş kazalarında dünyada üçüncü, Avrupa’da ise birinci sırada yer alıyor. Tekstil, tarım, inşaat, tersane, enerji sektörlerinde katlanarak artan iş cinayetlerinin izini sürdüğümüzde patronların kârlılıklarını artırmak için iş gücü maliyetlerini azaltmanın bir parçası olarak insan yaşamının maliyet hesabına indirgenmesi çıkıyor karşımıza. Ekonomik kriz ve örgütsüzlük koşullarında işçiler canı pahasına çalışırken, siyasal iktidar iş-
MARKSİST SÖZLÜK REFORMİZM Reformizm, sistemin reformlar yoluyla dönüştürülebileceğini savunan anlayışa verilen isimdir. Reformist partiler, klasik burjuva partilerinden farklı olarak işçi sınıfı içinde köklere sahiptir ve ortalama işçi sınıfı bilincini yansıtır. Chris Harman’ın da dediği gibi mevcut toplumdan rahatsız olan insanlar değişim yönündeki ilk taleplerini çoğunlukla toplumun temel özelliklerinin devam edeceğini varsayarak oluştururlar. Unutmamak lazım ki sistemin normal işleyişi içinde egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir. Kapitalizmde de reformizm bir siyasi hareket olarak sendikalar ve parlamento yoluyla egemen sınıfa baskı uygulama pratiği
çilerin yaşamlarını umursamıyor. İş cinayetlerini önleyecek tedbirlerin alınması için gerekli denetimleri yapıp, yaptırım uygulamaktan imtina ediyor. Kapitalizmin tarihi boyunca işçiler öldürüldü Sermayenin kâr hırsı yüzünden, işçiler savaştaymışçasına ölüyorlar. Güvencesizlik, ihmal, umursamazlık, cezasızlık nedeniyle bugün binlerce işçi hayatta değil. Kuşkusuz, son 40 yıldaki dönüşüme damgasını vuran yeni liberal politikalar, güvencesizleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, gibi “esnek üretim” adı altında yapılan bir dizi
içinde doğmuştur. Reformizm, tabanında değişimden yana oldukça fazla sayıda işçi barındırıyor olsa da, mücadele edilmesi gereken bir fikirdir. Çünkü kapitalizm reformlar yoluyla köklü bir değişime uğratılamaz. Mücadeleler yoluyla kısmi kazanımlar elde edilebilse de kâra dayalı bir sistem olan kapitalizm, kârını genişletmek için her uğrakta bu kazanımları yok etme eğilimi içinde olacaktır. Bunun yanı sıra reformizm asıl olarak işçi sınıfına güvenmeyen bir ideolojidir. İşçi sınıfının kendi eylemine değil, onun adına düşünen bir grup “işçi dostu” parlamenter ve sendikacının eylemine dayanan bir bakış açısı vardır. Sonuç olarak reformizm, en kritik dönemeçlerde işçi sınıfına ihanetin adıdır. Marksizm içinde bu konudaki en önemli tartışmalardan biri Almanya’daki Sosyal Demokrat Parti (SPD) içinde yaşanmıştır. Parti içindeki önemli isimlerden Eduard Bernstein, devrimin artık olanaksız
saldırı iş cinayetlerinin katlanarak atmasında belirleyici etken. Ancak iş cinayetleri kapitalizm açısından geçici bir dönemden ibaret değil. Kapitalizm tarihi boyunca işçiler öldürüldü. Örneğin: 159 yıl önce, 1860 yılında Massachusetts’in Lawrence kentinde içinde 900 işçi çalışan, “Pemberton” adında bir fabrikanın çökmesi sonucunda 88 işçi yaşamını kaybetti. Binanın içindeki iş makinelerinin ağırlığına dayanacak kadar sağlam olmadığı ve bu gerçeğin bina mühendisi tarafından bilindiği ortaya çıksa da davada jüri suç oluşturacak bir niyetin olmadığı kanısına vardı.
olduğunu, sosyalizme geçişin ancak bir evrim sürecinin sonucu olabileceğini savunmuştur. Rosa Luxemburg ise Bernstein’a Sosyal Reform mu Devrim mi? başlıklı broşürü ile cevap vermiş ve devrimin zorunluluğunu anlatmıştır. Birinci Dünya Savaşı’yla beraber reformizm bütün sosyal demokrat partilere hakim olmaya başlamıştır. Devrimci Marksistler ise bu partilerin tabanındaki geniş işçi kitlelerini reformizden koparmaya çalışmıştır. Neoliberalizmle birlikte sosyal demokrasi, klasik anlamdaki reformizden yani sosyalizme reformlar yoluyla varma hedefinden de kopmuş ve çoğu ülkede neoliberal politikaların destekleyicisi hâline gelmiştir. Bunun sonucu olarak sosyal demokrasinin daha solunda, sistem için radikal ancak reformist sınırları aşamayan partiler ortaya çıkmıştır. Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos gibi partiler bu eğilimlerin bir parçası olarak görülebilirler. Ancak iktidara geldiğinde Syriza
Sosyalist yazar Engels “İngiltere’de emekçi sınıfların durumu” adlı kitabında sanayileşme sonrası İngiltere’de işçi sınıfının çalışma koşullarını anlatırken, tek tek işçilerin sermaye karşısındaki çaresizliğini ortaya sermişti. Bugün her geçen yıl artarak karşımıza çıkan iş cinayetleri tablosu işçilerin örgütlenmesi ve birleşmesiyle değiştirilebilir. İSİG tarafından yayınlanan rapora göre kazada ölen işçilerin sadece 48’inin sendikalı, geri kalanının sendikasız olması, örgütlenmenin aslında hayat kurtardığını göstermekte. Sermayenin azgınlaşan ve neredeyse bir ölüm makinesi haline gelen çalışma koşulları karşısında işçiler örgütlenerek hayatta kalabilir, birleşerek kazanabilir.
da radikal bir program uygulayamamış, işçi sınıfına verdiği bütün sözlerden dönmüştür. Reformizme karşı verilen mücadele ile reformlar için verilen mücadeleyi birbirine karıştırmamak gerekir. Marksistler, sistemin ancak bir toplumsal devrimle dönüşebileceğini savunurlar ancak bu sistem içinde kazanımlar için verilen mücadelelerde de en ön saflarda yer alırlar. Bunu yaparken reformistlerle yan yana gelmekten de çekinmezler. Reformlar için mücadele etmeyen işçi sınıfı, dünyayı yetiştirme yeteneğine sahip olamaz. İşçi sınıfının reformist düşüncelerden sıyrılarak, devrimci fikirlerle tanışabilmesinin tek yolu mücadelenin kendisidir. Bu sebeple devrimciler hem reform mücadeleleri içinde yer alırlar, hem de bu mücadeleleri genelleştirerek reformist çizginin dışına çıkarmaya, ileri çekmeye çalışırlar. Can Irmak Özinanır