Sosyalist İşçi 641

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

641

10 Temmuz 2019 3 TL. sosyalistisci.org

-

İKLİMİ DEĞİL SİSTEMİ DEĞİSTİR! 20 EYLÜL'DE GREVE!

Greta Thunberg’in 2018 Ağustos ayında başlattığı iklim için okul grevi eylemleri çığ gibi büyümeye devam etti. 15 Mart ve 24 Mayıs’ta dünyanın birçok yerinden uluslararası eyleme katılan öğrencilerin sayısı milyonları aştı. Yıllardır şirketleri koruyan, karbon salımını düşürmek için hiçbir şey yapmayan politikacılara güvenmediklerini ve onlardan bir beklentilerinin olmadığını söyleyen milyonlarca genç, 20 Eylül’deki greve hazırlanıyor ve işçileri iklim krizine karşı mücadeleye çağırıyor. sayfa 5


2

GÜNDEM

AVUKAT ERGİN CİNMEN: “ASIL SORUN YARGININ ARAÇSALLAŞTIRILMASI” “TOPAL ÖRDEK” Cumhurbaşkanı Erdoğan 31 Mart seçimlerinden sonra İstanbul’da Çamlıca Camii’nin çıkışında, Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı kabul ederek, “Topal ördek” tabirini kullanmıştı. “Çoğunluğu bizde. Bunlar neye dönmüş biliyor musun, bunlar topal ördek” demişti tamı tamına. Büyükşehir’i İmamoğlu alsa da ilçeler bazında AKP-MHP koalisyonunun önde olduğunu ve bu durumda İmamoğlu’nun çalışamaz durumda kalacağını ima ediyordu. Biliyoruz daha sonra seçim sonuçlarına itiraz ettiler. Sonuç öylesine şok edici oldu ki AKP açısından, şimdi birilerine “Topal ördek” denecekse, akla sadece AKP’liler geliyor. İmamoğlu, yenilenen seçimlerde sadece 800 bin gibi devasa bir fark atmadı AKP-MHP ittifakına, aynı zamanda geride olduğu ilçelerde de öne geçti. “Topal ördek” yönetme beceresini yitirmek, yönetme koşullarını kaybetmek anlamına geliyorsa eğer, şu anda rejim kelimenin tam anlamıyla bir yönetme krizi yaşıyor. Bunun ilginç bir örneği var. 15 Mayıs 2019’da Cumhurbaşkanlığı kararıyla kambiyo muamelelerinde satış tutarı üzerinde binde 1 vergi alınarak döviz hareketlenmesine müdahale etmeyi amaçladılar. Döviz talebini azaltmaya yönelik bu müdahale, bir ay sonra yine Cumhurbaşkanlığı kararıyla ortadan kaldırıldı. Yaklaşık bir ay sonra Türkiye İhracatçılar Meclisi Olağan Genel Kurulun’da konuşan Erdoğan şunları söyledi: “Bugün imzaladığım Cumhurbaşkanlığı Kararıyla, sanayi sicil belgesi sahipleri ve ihracatçı birlikleri üyelerine yapılan döviz satımlarına muafiyet getiriyoruz. Artık ihracatçılarımız döviz alırken binde 1’lik kambiyo vergisi ödemeyecekler. Böylece döviz spekülasyonlarını önlemek için aldığımız tedbirlerin ihracatçılarımızı etkilemesinin de önüne geçiyoruz.” Bu ikinci kararı savunan AKP’liler, eğer partili cumhurbaşkanlığı rejimi olmasa, bu tip kararlar Meclis’ten çıkmak zorunda olsa bu kadar hızlı hareket edilemeyeceğini ileri sürerek bu tuhaf başkanlık sistemini övmeyi de başardılar üstelik. Bir ay önce hızla alınan kararın yanlışlığı ortadayken, karar üstüne karar alan ama aldığı kararların hatalı ve sistemi daha da işlemez hale getirdiği gün gibi ortada olan mekanizmayı savunmak için bir ay içinde hatadan dönme hızlarını örnek gösterebiliyorlar. Duruma değil de sürece bakıyorsak, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilen sistem, işlemez haldedir. Yargı, emniyet, ordu, güvenlik, medya, üniversiteler, ekonomi, ticaret, kurumlar arası ilişki gibi her bir alanda keskin bir yönetim sorunu vardır. Görevden alma, Cumhurbaşkanlığı kararı alma, göreve atama gibi bir kısır döngü devlet işleyişinde hakim eğilim haline geldi. İçeriği kof da olsa yargı reformu gibi kavramların gündeme gelmesi, AKP liderliği içinden hükümet sisteminin rehabilite edilmesinin gerekebileceğinin söylenmesi bu durumun göstergesidir. 23 Haziran seçimleri AKP açısından yenilgiden çözülmeye giden sürecin görünür olmasının miladıdır. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin kamuoyunun ve bir çok kurumun, hatta devlet bürokrasisinin yaygın kesimlerinin bile farkına varamadığı, kavrayamadığı işleyiş yapısı, tepede bir yönetim elitinin kendi koyduğu kuralları kendi bozup sonra bir kez daha bozduğu bir duruma işaret ediyor. Çözülme sürecine cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi rejiminin gizlenemez çelişkileri eşlik ediyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, bu sistemi önerenlere ayak bağı olmaya başladı bile.

Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak hakkında verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının bozulması üzerine avukatları Ergin Cinmen ile davadaki ve Türkiye hukuk sistemindeki son gelişmeleri konuştuk. Yargıtay, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak hakkındaki müebbet kararını bozdu. Bunun anlamı nedir ve bu kararın sebebi sizce nedir? ERGİN CİNMEN: Aslında bu isimlerin hiç yargılanmaması gerekirdi. Hem Nazlı Ilıcak hem de Ahmet Altan’la ilgili olarak dosyanın içine baktığımızda konuşmalar -bir televizyon programındaki konuşma- kanıt olarak getirilmişti ve bu kişilerin yazılarından başka dosyada hiçbir şey olmadığını görürsünüz. Bütün bunlara rağmen ağırlaştırılmış müebbetle mahkûm edildiler. Yargıtay tabii tamamen suç olmadığı için bozmadı biliyorsunuz Ahmet Altan’la Nazlı Ilıcak kararını, örgüte yardım yataklık etme suçu nedeniyle cezalandırılması gerekir diye bozdu. Ortalama bir yol tuttular, buna göre gidecekler. Herhalde davada 5 ila 15 yıl arasındaki hapis cezasına dayalı olarak bir mahkûmiyetle bitireceklerini düşünüyorum çünkü Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’la ilgili de Anayasa Mahkemesi ihlal yoktur dedi, halbuki bu arada Mehmet Altan’la ilgili daha önce vermiş olduğu kararda kanıtlar hemen hemen aynı olmasına rağmen ihlal vardır demişti. Bunlar hep oy çokluğuyla oluyor yani Anayasa Mahkemesi’nde de bence diğer yerlerde olduğu gibi bazı düşünce farklılıkları var, bunlar da kararlara yansıyor. Durum budur. Yargı reformu paketi henüz meclise gelmemiş olsa da uzun za-

ERGENEKON DAVASININ SONU Büyük bir toplumsal destekle başlayan Ergenekon davasında 12 yıl sonra örgüt bulunamadı. Danıştay’ı basıp hakim öldüren ve Cumhuriyet gazetesine bombalayan 4 tetikçi dışında bütün sanıklar beraat etti. ‘Anayasayı ihlal’den cezalandırılan 4 tetikçi bu üst düzey siyasi saldırıları neden gerçekleştirmişti? Bu ve başka birçok sorunun yanıtı yok. 2004-2009 yılları arasında Kemalist darbe girişimleri yaşanmadı mı? Dönemin AKP hükümeti, antidemokratik yargı müdahaleleri ve e-muhtıralarla devrilmek istenmedi mi? Rahip Santoro ve Hrant Dink suikastlarını, Malatya’da Zirve katliamını kimler gerçekleştirmişti?

tün olmadığına karar verdi. Yaklaşık 10 yıllık bir süre içindeki bu hızlı değişimin sebebi nedir sizce?

Ahmet Altan

mandır gündemde. Bu paket ile birlikte yargı sisteminde gerçek anlamda bir düzelme beklemek mümkün mü? ERGİN CİNMEN: Düzelmenin bir kere zihinlerde olması lazım. Siyasi iktidarın hukuktan elini çekmesi lazım, mahkemeleri kendi büroları gibi kullanmaktan vazgeçmeleri lazım. İlk önce bunu yapması lazım yani siyasi iktidarın yargıyla ilişkisini kesmesi lazım. O kesmediği müddetçe istediğiniz kadar reform yapmaya çalışın hiçbir işe yaramaz. Bugün kanunlarımızda pek fazla bir sorun yok, sorun uygulamada ve yargı bağımsızlığının bir türlü sağlanamamasında. Dolayısıyla ben getirilecek bu reform denen şeyin de herhangi bir uygulamaya etkisinin olacağını kesinlikle zannetmiyorum. Ahmet Altan, Ergenekon davası boyunca bu örgütün var olduğunu savunan en temel isimlerden biri oldu. Şimdi yargı böyle bir örgüYeni resmi anlatıya göre bunları FETÖ yaptı. Peki Kerinçsizler Veli Küçükler nerede duruyor? Hrant Dink yargılanırken mahkemelerine gelenler, AGOS gazetesi önünde ırkçılık yapanlar, emekli komutanların düzenlediği mitinglerde azınlıkları hedef alanların FETÖ’cü olmadıkları belli.İkinci kez görülen Ergenekon davasında aklandılar. Oysa ilk Ergenekon davasında örgüt bulunmuştu. Bütün sanıklara ceza verilmişti. Ergenekon davası iddianameleri, bütün gazetelerde paylaşılmış ve yüzlerce habere konu olmuştu. Ergenekon davasının akıbetini, yine devlet içindeki fraksiyonların çatışması belirledi. Ergenekon soruşturmalarını yürüten ve davaları gören savcılarla hakimler, 2015’te AKP ile karşı karşıya geldi. Ergenekon soruşturmaları gibi 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarına

ERGİN CİNMEN: Tamamen yargının araçsallaştırılmasıyla olan bir şey bu yani Fethullah yapısı ile başında koyun koyuna giden AKP ile olan ilişkileri daha sonradan hepimizin bildiği gibi bozuldu, 15 Temmuz olaylarında da ortaya çıktı, düşman kardeşler hâline geldiler. Dediğim gibi yargıyı araçsallaştırdılar ve bu araçsallaştırma üzerinden olaylarla, gerçeklerle eğip bükerek, oynayarak bu hukuki komikliği veya trajediyi ortaya koydular. Adalet sistemi uzun zamandır kimseye güven vermiyor. İddianame ortada olmadan süren uzun tutukluluklar cezalandırmaya dönüşüyor, varsayımlara dayalı iddianameler yüzünden insanlar ceza alıyor. Bu sistemde yapılması gereken temel değişiklikler nelerdir? ERGİN CİNMEN: Yapısal sorun var Türkiye’de yargıyla ilgili. Bu da siyasi iktidarların, hangi iktidar olursa olsun, yargıyı araçsallaştırmasıdır. Siyasi amaçlarını yargı yoluyla ortaya koymaya çalışmaktadırlar Türkiye’de. Bu ortadan kaldırılmadıkça, yargı bir araç olmaktan çıkarılmadıkça Türkiye’de adalet hiçbir zaman tesis edilemeyecektir diye düşünüyorum. bakan yargı mensuplarının Fethulahçı oldukları ortaya döküldü. Kemalist darbecilerin tasfiyesinin ardından bu kez Fethullahçı bir darbe girişimi başladı. AKP eski ortağıyla kanlı bıçaklı olurken, Gülencilerin hışmına uğramış Kemalist devlet kadrolarına yaklaştı. Yolsuzluk soruşturması da kapatıldı, Ergenekon soruşturması da. Fethullahçı darbeciler zaten Ergenekon davasını baştan sulandırmıştı. 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte imza attıkları her şeyin içi boşaldı. Yargı, Ergenekon’da örgüt bulamadı. Ancak bu soruşturmaya destek vermiş pek çok kesim fikrini değiştirmedi. Çünkü Gülencilerin liderlik ettikleri koalisyonun 15 Temmuz darbe girişimi ne kadar gerçekse, 2004-2009 yılları arasında yaşanan Kemalist darbe girişimleri de o kadar gerçek.


GÜNDEM

S-400 KRİZİNDEN ANCAK BARIŞ VE ÇÖZÜM SÜRECİ İLE ÇIKARIZ “Türkiye devleti, Kürt meselesindeki geleneksel baskıcı politikaları nedeniyle ABD ve Rusya çıkarları arasına kendisini sıkıştırdı”

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

MURSİ’NİN İDAMI VE YARIM KALAN DEVRİM! Mısır’da diktatörlüğü deviren ayaklanmaların ardından düzenlenen seçimlerde Cumhurbaşkanı seçilen Muhamed Mursi 2013 yılında general Sisi liderliğindeki askeri darbe sonucunda devrilmiş ve hapse atılmıştı. Mursi yıllar sonra çıktığı mahkemede söz istediği sırada öldü. Yetkililer kalp krizi geçirdiğini söylediler. Kim ne derse desin Mursi darbeciler tarafından öldürüldü. Söz konusu İslami gelenekten gelen siyasilere yönelik askeri darbeler olunca bazıları minareye uygun kılıfı hemen buluyor. Söz konusu olan Müslüman Kardeşler olduğu için bazılarına yüzü batıya dönük “laik” darbeci askerler ehven-i şer olarak görünebiliyor. Oysa söz konusu olan askeri darbe olduğunda darbenin hedeflediği gücün siyasal tutumundan bağımsız olarak, her ülkede devletin omurgasını oluşturan ordunun bu girişimine açık bir şekilde karşı çıkmak zorundayız.

S-400 füze savunma bataryaları

S-400 krizi, her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan “yaptırımlar artık söz konusu değil” dese de, devam ediyor. Türkiye, son 3 yıldır Rusya ile işbirliği içinde. 2016'dan bu yana Türkiye'nin bölgedeki en büyük hedefi, Suriye sınırında özerk bir Kürt yönetim bölgesi oluşmasını engellemek. Türkiye bu nedenle Rusya ve İran ile bir ittifak içine girdi. Eğer Türkiye, Rusya’dan S-400 almaktan vaz geçerse, Rusya Türkiye'nin askeri gözlem noktalarının bulunduğu İdlib'e yönelik Suriye rejiminin saldırılarının artmasını sağlayabilir, bu da yeni bir göç dalgasını tetikleyebilir. Türkiye'nin Suriye içerisinde YPG'ye karşı sürdürdüğü varlığı ancak Rusya'nın rızasıyla mümkün. İdlib, rejimin yoğun hedef aldığı bölgelerin başında geliyor. İç göç ile nüfusu 3 milyona ulaşan kentin merkezi, Mart 2015'te muhaliflerin kontrolüne geçti. Bu insanların yarısı, yani 1,5 milyon kişi Türkiye sınırındaki kamplarda yaşıyor. Saldırılar yoğunlaştığında Türkiye sınırından geçmeye çalışacakları muhakkak. Türkiye, Rusya ve İran, 4-5 Mayıs 2017'deki Astana toplantısında, İdlib ve çevresini "Gerginliği Azaltma Bölgesi" ilan etti. Sonrasında 17 Eylül 2018'de Soçi'de imzalanan mutabakat ile ayrıntılar karara bağlandı. Böylece 2019 yılı başında İdlib’in etrafında 1520 km genişliğinde silahlardan arındırılmış bir bölge oluşturuldu.Ancak rejim güçleri, destekçilerinin yardı-

mıyla Nisan 2019’da İdlib’e saldırmaya başladı. Butarihten beri süren saldırılarda 500 binden fazla sivil yerinden edildi, 87 sivil öldürüldü. Türkiye’nin İdlib’de 1200 askeri ve 12 tane gözlem noktası var. İdlib’de etkin olan İslamcı HTŞ örgütü savaşın devam etmesini istiyor. Türkiye yeni bir göç dalgası istemiyor. Rusya İdlib’de rejimin egemen olmasını istiyor. Bu çok talepli denklemde çözüm elbette savaşın sona ermesini ve halkın kendi kaderini tayin hakkını savunmak. Türkiye’nin Suriye’de, özellikle de İdlib’de varlığını devam ettirmesi, Suriye Demokratik Güçlerinin Rojava’daki özerk bölgesinin de baskı altında tutulmasını sağlıyor. İlerde anayasal düzlemde oluşacak her türlü özerklik veya federasyon seçeneğine güçlü bir karşı çıkışı için şimdiden zemin hazırlanıyor. İşte İdlib’deki bu hassas dengeler, Türkiye’nin S-400 füzeleri ile ilgili tavrını büyük ölçüde sınırlandırıyor. Türkiye Suriye’deki çözüm masasından uzaklaşmamak için Rusya ile ilişkilerini bozmamak zorunda, bunun için de, S-400 füzelerini almak zorunda. Tabii S400 krizinin bir de ABD tarafı var. ABD, bir NATO müttefiki olarak Türkiye devletinin Suriye’de masada olmasını, Rusya ve İran’ın Suriye’de asıl belirleyenler olmamasını elbette istiyor. Bu noktada Türkiye’nin Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmesine bir noktaya kadar göz yumabiliyor. Ama bir

NATO üyesinin S-400 satın alması, ABD’nin silah sanayi için önemli bir tehlike. Sırada S-400 almak için bekleyen pek çok ABD müttefiki devlet var. ABD’nin bu kapıyı açması demek, hem ekonomik hem de askeri olarak büyük bir geri adım atması demek olacak. O nedenle Türkiye’nin S-400 satın almasına ABD stratejik çıkarları açısından göz yummak istemiyor. ABD Kongresi birkaç kez Türkiye'nin hem F-35 savaş uçaklarını, hem de S-400 füze savunma sistemini aynı anda alamayacağınıaçıkça ortaya koydu, bu konuda bir yasa çıkardı. NATO üyesi Türkiye'ye, Rusya'nın yanında durması halinde ‘ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası' (CAATSA) kapsamında yaptırım uygulanabileceği uyarısını yaptı. Türkiye devleti, Kürt meselesindeki geleneksel baskıcı politikaları nedeniyle ABD ve Rusya çıkarları arasına kendisini sıkıştırdı. Buna, devleti yöneten kadroların son dönemlerdeki beceriksiz, uzlaşmaya açık olmayan tavırları eklenince ortaya büyük bir dış politika krizi çıkmış oldu. Bu dış politika krizinin, iç politikadaki yansımalarını son bir yıldır dövizde yaşanan dalgalanmalarda görüyoruz, görmeye devam edeceğiz. Türkiye’nin bu krizden çıkabilmesi için, hükümetin bir an önce Kürtlerle çözüm sürecine tekrar başlaması, birlikte barış içinde yaşamanın koşullarını oluşturması gerekir.

Mursi, Arap Baharı’nın zirve noktalarından olan Tahrir Meydanı eylemlerinin aşağıdan basıncının göstergesi olan politik bir devrimin üzerinden iktidara geldi. Mübarek rejimi yıkılırken Müslüman Kardeşler Arap Baharı’nın dip akıntıları içinde en güçlü, en örgütlü olan siyasi odak olarak öne fırladı. Müslüman Kardeşlerin gücüyle fikirlerinin uzlaşmacılığı arasında bir açı vardı ve bu açı, diktatörün devrilmesinin diktatörlüğün üzerinde yükseldiği kurumsal yapının değişmeden kalmasında uzlaşmaya varılmasıyla daha da belirgin bir hale geldi. Tek bir askeri diktatörün devrilmesi, sayısız diktatör adayını üreten kurumsal yapılar dağıtılmadan kaldığı sürece demokrasi yönünde yaşanan sıçramanın süreklileşmesini garantilemez. Garantilemez zira Tahrir Meydanı’nda bir araya gelen milyonlarca insan evlerine çekildiğinde ve grevlerle rejimi sallayan işçiler devrimin yarım kalması anlamına gelen bir şekilde mücadeleden geri çekildiğinde çanlar bebeklik çağındaki demokrasi için çalmaya başlar. Müslüman Kardeşler’in siyasal perspektifi, devrimin tamamlanmak zorunda olduğunu kavramaya yetmeyecek kadar sığ, sistem içi ve uzlaşmacıydı. Bu nedenle yarım kalan ve iktidarı bütünüyle işçi sınıfının ellerinde toparlamayan bir devrimin, böyle bir demokrasiyi boğmak için intikamcı bir karşı devrim sürecini tetikleyeceğini kavramaktan da uzaktı. Mısır’da egemen sınıf adına siyasal iktidarın arka planında başlı başına devlet örgütlenmesi gibi çalışan ordu adlı makine dağıtılmadan siyasal demokrasinin özgürce gelişmesi mümkün değildi. Üstelik, Müslüman Kardeşler kısa süren iktidarlarında ne kadar uzlaşmacı, ne kadar sağcı hamleler yaparlarsa yapsınlar, devlet, Tahrir Meydanı’nın kitlesel huzursuzluğunun, coşkusunun, ayaklanma duygusunun ve ezilenlere verdiği sürekli ilhamın sona erdirilmesini istiyordu. Bu hatıralarla bağlı görülen Mursi iktidarı, özünde Tahrir Meydanı’nın taleplerine arkasını dönmüş olsa da ordu açısından kabul edilemezdi. Mursi’nin trajedisi, yarım kalan devrimlerin, ayaklanmaların trajedisidir. Bu kez intikamcı olan cuntacı Sisi’dir!


4

DÜNYA

KAPTAN RACKETE SERBEST!

SUDAN ASKERİ YÖNETİMİ VE MUHALİFLER ŞİMDİLİK ANLAŞTI

Sudanlı kadınlar El Beşir’i protesto ediyor

Carola Rackete ÖZDEŞ ÖZBAY

Mültecilere yardım örgütüne ait Sea-Watch 3 gemisi 29 Haziran’da İtalya’nın Lampedusa Adası’na yanaştı. 17 gündür açık denizde kurtardığı 40 kadar mülteciyle birlikte bekleyen gemiye İtalyan yetkilileri yanaşma izni vermiyordu. Gemide su ve gıda yetersizliğinin başlaması, mültecilerin durumunun ağırlaşması nedeniyle gemi “acil durum” ilan etmişti. Fakat limana yanaşma izni verilmemesi üzerine geminin 31 yaşındaki Alman kaptanı Carola Rackete, gemisini Lampedusa Limanı’na yanaştırdı. Geminin kaptanı İtalyan polisi tarafından gözaltına alındı. İtalya’nın aşırı sağcı ve göçmen düşmanı İçişleri Bakanı Salvini, Sea-Watch'u 'korsan gemi' diye niteleyerek "Kanun kaçağı kaptan gözaltında. Korsan gemi ele geçirildi. Yabancı sivil toplum kuruluşuna büyük para cezası verilecek. Tüm göçmenler diğer Avrupa ülkelerine dağıtılacak. Görev tamamlandı." demişti. İtalya’da ve tüm dünyada gerçekleşen eylemler üzerine Rackete birkaç gün içerisinde serbest bırakıldı. Gemideki mülteciler birkaç Avrupa ülkesine dağıtıldı. İtalya’da iktidardaki koalisyon göçmen düşmanı bir politika izliyor. Limanlarını mültecileri kurtaran yardım gemilerine kapamış durumda. AB devletleri ise bu uygulamanın deniz hukukuna aykırı olduğunu söylüyor.

YUNANİSTAN’DA REFORMİZMİN YENİLGİSİ

alarak parlamentoya girdi.

Yunanistan’da erken genel seçimlerinde, egemen sınıfın eski ve yıpranmış partisi dirilerek çıktı.

2009 sonunda başlayan borç krizi ile sarsılan Yunanistan kapitalizmi, işçilerin büyük direnişiyle karşılaşmıştı. Şirketlerin borçlarını ödemeyi reddeden işçiler 30’dan fazla genel grevle kesintilere isyan etmişti. İşçilerin mücadele ettiği hükümet Yeni Demokrasi’ydi.

Sağcı Yeni Demokrasi tek başına iktidar için gereken çoğunluğu elde etti. Dört yıldır hükümette bulunan reformist SYRIZA ise oylarının kaybederek ana muhalefet partisi konumuna düştü. Yunanistan seçimlerinin en çarpıcı sonuçlarından birisi de Nazi kimliğini saklamayan Altın Şafak’ın yüzde 3’lük barajı geçemeyerek meclis dışında kalması. 2015 yılında atılım yapan faşistler oylarını yüzde 8’e çıkarmış ve meclise girmişti. Parlamento dışı solun önemli odaklarından Sosyalist İşçi Partisi’nin içinde yer aldığı Irkçılığa ve Faşist Tehdide Karşı Hareket’in (KEERFA) ısrarlı mücadelesi sonucu faşistler geriletildi. Öte yandan sağ popülist Yunan Çözümü, barajın biraz üstünde oy

Yunanistan’da sağcıları yeniden iktidara getiren başlıca sebep SYRIZA hükümetinin Avrupa Birliği elitleriyle uzlaşarak uyguladığı ekonomik program.

Reformist solun ittifakı SYRIZA yüzde 4 oya sahipken, krize karşı işçi sınıfının mücadelesiyle birlikte oy patlaması yaparak küçük bir sağ partiyle koalisyon hükümeti kurmuştu. SYRIZA’nın kemer sıkmayla geçen dört yıllık hükümet pratiği ise hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Milyonlarca insanın reddetmesine rağmen Yunanistan hala borçlu ve 2060 yılına kadar borç ödeyecek. Avrupa Birliği’ni aşan bir mücadele ortaya koyamayan ve Avrupa çapında bir direniş örgütlemeyi düşünmeyen reformist sol, hakim sınıflarla uzlaşmasının bedelini yenilerek ödedi.

Sudan’da diktatör El Beşir’in devrilmesinden sonra yönetimi eline alan Askeri Geçiş Konseyi’ne karşı 30 Haziran’da ilan edilen greve yüzbinlerce Sudanlı katıldı. Çıkan olaylarda 7 kişi öldü 181 kişi yaralandı. Muhaliflerin taleplerini dikkate almayan askeri yönetim, sokaktan gelen basınç üzerine muhaliflerle görüşmeye ikna oldu. Böylece bir kez daha hareketin temsilcileri ile askeri yönetim arasında görüşme yapıldı ve bir anlaşmaya varıldı. Anlaşmaya göre 3 yıl sonra gerçekleşecek seçimlere kadar askeri yönetimden ve siviller oluşacak bir egemenlik konseyi oluşturulacak ve bu konseyin başkanlığı dönüşümlü olarak taraflara geçecek. Konsey’in 5 temsilcisi askerlerden 5 temsilcisi de sivillerden oluşacak ve tüm kesimlerin üzerinde uzlaştığı bir temsilci daha olacak.İlk 18 ay başkanlık askerlerde, diğer 18 ay sivillerde olacak. 30 yıldır diktatörlükle yönetilen ülkede askeri yönetim bir an önce seçimlere gitmek isterken muhalifler

demokratik kurumları ve partileri yerleştirmek için daha uzun bir geçiş dönemi talep ediyordu. Gösteriler sırasında yaşanan katliam ve suçları incelemek için bağımsız bir yapı oluşturulması da alınan kararlar altında. Her ne kadar muhaliflerin çatı örgütü Özgürlük ve Değişim Güçleri (ÖDG) böyle bir anlaşmaya imza atmış olsa da yönetimin tamamen sivillere devredilmesi talebiyle gerçekleşen genel grev ve gösteriler, Askeri Geçiş Konseyi’nin göstericilere uyguladığı şiddet, tecavüz olayları ve işkenceler, halkta güvensizliğe neden oluyor. İstifası istenen çok sayıda rejim bakanına ne olacağı da anlaşmada yer almıyor. Ayrıca ülkedeki internet kesintisinin hala sürüyor olması nedeniyle ülke çoğunluğunun anlaşmanın ayrıntılarından haberdar olmadığı da söyleniyor. Göstericilere yönelik en büyük katliamı yapan Janjaweed paramiliter güçlerinin başındaki General Hemeti’nin yeni konseyde görev alma ihtimali de bir diğer sorun.

ERDOĞAN ÇİN’İN UYGURLARA YÖNELİK BASKILARINA KARŞI SESSİZ Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Japonya’da gerçekleşen G-20 zirvesi sonrası Çin’i ziyaret ederekDevlet Başkanı XiJinping'le görüştü. Erdoğan ziyaret sırasında Çin devlet televizyonuna bir röportaj verdi. Çin medyası Erdoğan’ın “Şincan bölgesindekilerin mutlu yaşadıklarını söylediğini” öne sürdü.

Urumçi’de Uygur kadın polisi ediyor

Erdoğan, XiJinping ile görüşmesi sırasında Uygurların da gündeme geldiğini, iki devletin karşılıklı

hassasiyetleri dikkate alarak bir çözüm bulunabileceğine inandığını belirtti. “Uygur meselesini istismar edenler var. Bu istismarlar da Türk-Çin ilişkilerinde olumsuz yansımalara neden oluyor” diyerek Çin devleti ile ekonomik ve politik ilişkileri geliştirme kararlılığını açıkladı. Çin yıllardır Müslümanların çoğunlukta olduğu Şincan Özerk Uygur Bölgesi’nde Uygurlar, Kazaklar ve diğer halklara yönelik

asimilasyon politikaları uyguluyor. Bölgenin birçok yerinde “eğitim kampları” adı altında zorunlu Çince ve Çin kültürü eğitimleri veriliyor. Ancak bu kamplara gönderilen çocuklar ailelerinden koparılıyor. Aylarca hatta bazen yıllarca aileleri ile görüştürülmüyor.Bölgede çok sayıda muhalife de ulaşılamıyor. Zaman zaman Müslümanlara yönelik çeşitli ibadet yasakları uygulanıyor.

Erdoğan, son yıllardaki Rusya, İran ve Çin’le yakınlaşmasının bir sonucu olarak Çin ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıyor. Bu nedenle Şincan’da 2015 yılında yaşanan şiddet eylemleri ve devlet baskısını da görmezden gelmişti. Son gezisinde de açıkça “tek Çin” politikasından yana olduklarını söyleyerek Uygurlara yönelik baskılar hakkında hiçbir şey söylemedi.


RÖPORTAJ

5

İKLİM İÇİN HAREKETE GEÇ! HEMEN ŞİMDİ!

İklim için greve yapan liseliler

Greta Thunberg’in 2018 Ağustos ayında başlattığı iklim için okul grevi eylemleri çığ gibi büyümeye devam etti. 15 Mart ve 24 Mayıs’ta dünyanın birçok yerinden uluslararası eyleme katılan öğrencilerin sayısı milyonları aştı. Yıllardır şirketleri koruyan, karbon salımını düşürmek için hiçbir şey yapmayan politikacılara güvenmediklerini ve onlardan bir beklentilerinin olmadığını söyleyen milyonlarca genç FridaysForFuture (FFF-Gelecek İçin Cumalar) olarak İngiltere’deki iklim krizi için günlerce meydanları kapamış ExtinctionRebellion’la (XR-Yokoluş İsyanı) birlikte 20-27 Eylül haftası için uluslararası genel grev çağrısı yaptılar. Daha şimdiden Avrupa’da birçok sendika grev kararı aldı ve 20-27 Eylül grevinde iklim krizine karşı gençler ve öğrenciler yalnız değildir biz de varız dediler. FridaysforFuture hareketine dahil olup ilk okul grevlerini Türkiye’de de başlatan öğrenciler 24 Mayıs günü Maçka parkında yaptıkları grevde 20 Eylül uluslararası grevi çağrısı yaptılar. Bu çağrı üzerine 31 Mayıs’ta bir araya gelen Yeryüzü Derneği, KOS, 350.org, ParentsForFuture, Antikapitalistler, FridaysForFuture, Genç Yeşiller, Yokoluş İsyanı, Yeşil Düşünce Derneği ve Buğday Derneği gibi kampanya ve kurumlar her hafta buluşarak iklim eylemi haftasının örgütlenmesine başladı. Merkezi kampanyanın ismi Sıfır Gelecek olarak belirlendi. Kampanyanın örgütlenmesinde yer alan aktivistlerle 20-27 Eylül iklim grevinin önemi ve nasıl örgütlendiği hakkında konuştuk.

ANTİKAPİTALİSTLER GELECEK İÇİN CUMALAR AKTİVİSTİ ONUR KORKMAZ: (FFF-TÜRKİYE) AKTİVİSTİ İklim grevini inşa etmek için sendikalarla 11 YAŞINDAKİ ATLAS görüşülüyor. Şu ana kadar görüşülen sendikaların tepkileri olumlu. Sendikaların SARRAFOĞLU: greve katılmaları ve iklim adil geçişi çalışmaları yapmaları bekleniyor. Belediyelerle iklim acil durumu ilan etmeleri ve tüm belediye binalarını karbon emisyonu olmayan binalara çevirmeleri için görüşmeler planlanıyor. Eylem haftasında bir konser planlanıyor. 20-27 Eylül haftası öncesinde ayrıca 6 etkinlik haftası belirlendi. Her hafta iklim krizinin yarattığı sorunların biriya da birkaçı ele alınacak. 19-25 Ağustos haftasını da biz Antikapitalistler olarak iklim adaleti haftası ilan ettik. 23-24 Ağustos’ta Karga’da gün boyu süren toplantılar ve forumlar olacak ve dayanışma konserleri düzenlenecek. Bu toplantılarda ve forumlarda iklim adil geçişinin nasıl olacağını, krizin faturasını işçilere kesmeden ana talebimiz olan “0” karbona nasıl geçeceğimizi konuşacağız. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyoruz iklim krizinin fosil yakıt şirketlerini koruyan hükümetlerle çözülmeyeceğini de biliyoruz. Bunun için “iklimi değil sistemi değiştir” diyerek herkesi iklim kriziyle mücadele için aramıza bekliyoruz. Antikapitalistler’i ve gelişmeleri Facebook’ta ve İnstagram’da Antikapitalistler hesaplarından takip edebilir ve bizimle iletişime geçebilirsiniz.

20-27 Eylül haftası, 23 Eylül’de New York’ta İklim Zirvesi yapılacağından dolayı, küresel olarak karar vericiler üzerinde baskı yapmamız ve bu konuya ne kadar önem verdiğimizi göstermemiz için önemli bir hafta olacak. O yüzden STK’lar ve platformlarla birlikte birçok etkinlik yapmayı planlıyoruz. Kısacası FridaysForFuture herkese çağrıda bulunuyor. İklim için, bizim için, bir arada olmak için çağrımız. Gözünüz iklim haberlerinde olsun. Tüm taleplerimizin daha iyi bir gelecek için olduğunu, iklim krizinin etkilerini geri çevirebilecek zamanımızın sınırlı olduğunu anlatıyoruz. Ben çağırıldığım her yere gidiyor ve bunu herkese anlatmaya çalışıyorum. Mozaik kuyruklu fare diye bir instagram sayfamız var, yok olan türleri yazıyoruz, ayrıca Bianet’te biz çocuklara bir köşe verdiler, her Cuma oraya yazıyoruz. Ne kadar farklı gruba veya kişiye ulaşırsak, o kadar iyi. Ulaştıklarımızın ise harekete geçtiğini görmek istiyoruz. Herkes için eşit haklar istiyoruz. Ve tabii hepsini şimdi istiyoruz.

ANTİKAPİTALİST ÖĞRENCİLER’DEN 15 YAŞINDAKİ ÖZGE: 20-27 Eylül İklim Grevi öncesinde 23 Ağustos’ta öğrenciler olarak Karga’da bir top-

lantı düzenliyoruz. Hep beraber iklim krizi hakkında konuşacağız. Bunun dışında öğrenciler olarak sık sık toplanıp insanları haberdar edip onları bilinçlendirmeye yönelik çalışmalar yapıyoruz. Her toplantı da sayımız gittikçe artıyor. Okullar açıldığında öğretmenlerimizden konferans salonunu ayarlamak için izin isteyeceğiz ve okullardaki öğrenciler iklim krizi hakkında fikir sahibi olacaklar. Onlara 20-27 Eylül haftasından bahsedeceğiz. Bizimle beraber grevde yer almalarını sağlamaya çalışacağız. Sosyal medya aracılığıyla sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Arkadaşlarımızla görüştüğümüzde onlara iklim krizini anlatıp onların da katkıda bulunmalarını söylüyoruz. Amacımız katılımı daha da arttırmak. Sayımız ne kadar artarsa bizi duymalarını sağlayabiliriz. Ama bunun için uzun bir vaktimiz yok. İklim krizi her geçtiğimiz gün daha da dönülmez noktaya gidiyor ve bunu acilen durdurmamız gerekiyor. Vaktimiz yok ve herkes elinden gelenin daha fazlasını yapmalı. 20-27 Eylül’de de sonrasında da iklim krizinin durdurulması için daha fazla savaşacağız.

YOKOLUŞ İSYANI AKTİVİSTİ ECEM ALBAYRAK: 21 yaşındayım, İstanbul’da siyaset bilimi ve kamu yönetimi okuyorum. Sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği aklımdan çıkmayan konulardan. Hem kendi geleceğim hem de dünya üzerindeki tüm canlıların geleceğinden endişe duyuyorum ve bana tekrar

umut veren bir hareket olduğu için Yokoluş İsyanı’na destek veriyorum. İklim ve ekolojik kriz benim için dünyanın şu an içinde olduğu en büyük kriz. Dünya’mızı, tek gerçek evimizi hızla yok edişimiz ve bundan ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, dil farkı gözetmeden hepimize etkileniyoruz. Her gün okuduğum korkunç haberlerde, bilimsel raporlarda, izlediğim belgesellerde gördüklerim beni korkutuyor, anksiyeteye sebep oluyor ve bazen de benden önceki nesillerin açgözlülüklerinin sonuçlarını benim neslimin yaşayacak olması beni sinirlendiriyor. Bugün yaşanan bütün afetlerin; durduramadığımız yangınlar, seller, tufanların, tarlalarımızdan alamadığımız hasatların, açlıktan, susuzluktan veya yükselttiğimiz su seviyeleri yüzünden yapmak zorunda kaldığımız göçlerin, yok oluşunu başlattığımız hayvan ve bitki türlerinin sayısı sadece artmaya devam edecek. Gözümüzün önünde olan bu doğruları idrak edip, kaybettiklerimiz için bir yandan yas tutarken bir yandan da yaşamın kendisinin devamlılığı için ve içinde bulunduğumuz hasta sistemi değiştirmek için harekete geçmenin ahlaki borcumuz olduğunu düşünüyorum. 20-27 Eylül küresel iklim eylem haftası oldukça önemli çünkü iklim ve ekolojik krizle baş etmekte yetersiz kalan hükümetlere, siyasetçilere ve içinde bulunduğumuz sisteme olan inancımızın öldüğü bu günlerde birlikte güçlü olmanın bilinciyle ve ihtiyacımız olan pozitif ve köklü değişim için harekete geçen farklı grupların Yokoluş İsyanıyla bir araya geleceği, birbirinden destek alacağı, çevreyi bilinçlendireceği ve eylemleriyle etki bırakacağı bir hafta olacak.


6 GÜNDEM

HER ŞEY NASIL GÜZEL OLUR?

BİZE ANTİKAPİTALİ

Ataşehir Belediyesi işçileri

Sosyalist İşçi, toplumdaki tüm gelişmelere gözünü kapatan ve her türlü seçim karşısında “boykot” çağrısı yapan bir çizgiyi savunmuyor. 31 Mart seçimlerinde iki milliyetçi bloku da desteklemeyip aday gösterdiği yerlerde HDP’ye oy vermiştik. Seçimlerin hukuksuzca yenilenmesi kararı alınınca ise 23 Haziran’da Ekrem İmamoğlu’na oy çağrısı yaptık. Ancak tahayyül edilen geniş “#HerŞeyÇokGüzelOlacak” cephesinin bir parçası değiliz. Her şey tüm plajlar göçmenlere açık olduğunda, sığınmacılarla ilgili akla gelen tek çözüm “geri göndermek” olmadığında çok güzel olacak. Her şey tabelalardaki T.C. ibaresi çok güzel bir şey sanılıp geri getirilmek istenmediğince çok güzel olacak. Her şey Ataşehir’de CHP’li belediyeye karşı greve giden işçiler kazandığında çok güzel olacak. Her şeyin çok güzel olması için enternasyonalist ve devrimci sosyalistlerin büyümesi ve güçlenmesi gerekli.

KEMALİZM Mİ KAZANDI?

Ekrem İmamoğlu’nun maltepe mitingi

Ekrem İmamoğlu’nun seçim zaferinin ardından bazı ulusalcılar “Cumhuriyet mitingleri ruhunun” kazandığını iddia ettiler. Oysa gerçek tam tersi. Halk, tam da Cumhuriyet Mitingleri’ne olan öfkeyle AKP’nin yükselişinde olduğu gibi, adaletsizliğe, devletin olanakları kullanılarak YSK’ya seçimin yenilettirilmesine öfkelenerek Ekrem İmamoğlu’na oy verdi. Ve AKP tabanından, zaten son dönemdeki uygulamalardan rahatsız olan kitle, bu kez de haksızlığa tepki duyarak koptu. Kemalizmin amentülerinin geri getirilmesi toplumsal kutuplaşmayı yeniden üreterek bu kitlenin tekrar AKP’ye gitmesini sağlayacaktır. Devletin kurucu ideolojisinin sola kabul ettirilme çabalarına da bir kez daha dur demeliyiz.

Gezi Parkı direnişi, 2013 OZAN TEKİN

AKP-MHP blokunun 31 Mart ve 23 Haziran’daki seçimlerde büyük şehirlerin birçoğunu kaybederek yaşadığı yenilginin sarsıntıları sürüyor. Bir yandan AKP-MHP ittifakının ne işe yaradığı ve geleceğinin ne olacağıyla ilgili tartışmalar, diğer yandan AKP’nin iç karışıklıkları, Erdoğan liderliğindeki otoriter başkanlık yönetimini kırılgan hâle getirdi. Partinin eski önemli isimlerinden Ali Babacan ile Abdullah Gül’ün ayrı, Ahmet Davutoğlu’nun ayrı parti kurma hazırlıklarında olduğu konuşuluyor. Erdoğan’ın kimi tezleri, kendi partisinin MYK toplantısında bile itirazlarla karşılaşıyor. Başkan, şimdilik kabine değişikliği isteklerini bastırıyor. Ancak partinin Bekir Bozdağ gibi sözcüleri dahi başkanlık rejiminin işlemeyen yanları olabileceğini ve bunları inceleyeceklerini söylüyor. Bülent Arınç hiziplere karşı Erdoğan’ı koruyor gibi gözükse de sürekli AKP’yi bu noktaya sürükleyen politikaların eleştirisi ile kendi “özgül ağırlığı” olduğunu hatırlatıyor. İktidar cephesinde dağınıklık kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Muhalefet cephesinde ise Ekrem İmamoğlu, İBB seçimlerini kazanmasının hemen ardından daha geniş bir siyasi liderlik inşa etmeye girişti. TÜSİAD patronlarının desteği, 1. Ordu Komutanı’nı ziyaret, İstanbul dışındaki bazı yerlerde çeşitli mitinglere katılma gibi gelişmeler, İmamoğlu’nun stratejisini bir dahaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın karşısına çıkmak üzere kurguladığını gösteriyor. Fakat Ekrem İmamoğlu’nun AKP-MHP bloku dışındaki herkesi “ılımlı” mesajlarla bir arada tutma stratejisi ilk günlerden çatlamalara yol açmaya başladı. Aleviler, Madımak için katliam yerine “olay” dediği tweetini eleştiri yağmuruna tuttular. Görevine makam odasında toplu dua merasimiyle başlaması, tabanındaki katı “laikçi”leri kızdırdı. Aynı cephe, belediyenin sosyal tesislerinde alkol servisi veya kadınlarla erkeklere ayrı havuz sunulması gibi söylemler karşısında da sesini yükseltmişti. İmamoğlu bu eleştirilerle birlikte muhafazakârlara hitap etme, AKP tabanından kendisine yönelen oyları konsolide edip yenile-

rini kazanma konusunda zorlanacak gibi gözüküyor. “Herkes için” İmamoğlu mu? Oysa CHP’li İstanbul belediye başkanının stratejisi ilk andan itibaren birçok açmazı içinde barındırıyordu. Çok farklı sosyal tabakaları bir araya getiren asıl olarak Erdoğan’ın yürüttüğü dışlayıcı, keskin seçim kampanyasıydı. İmamoğlu, bu kutuplaştırıcı politikaya karşı yalnızca “normal” bir siyasetçi portresi çizerek kimseyi dışarıda bırakmayan bir hat izledi. Bunun dışında, İmamoğlu’nun binbir yüzü vardı. CHP’nin Twitter hesabının ismi “herkes için CHP”. Tabii plan bu olunca, herkesi memnun etmek için aynı konuda farklı şeyleri farklı zamanlarda söylemek kaçınılmaz oluyor. Örneğin bir gün “bazı mahallelere girilemediğini” söylüyor, Arapça “tabela kirliliğinden” söz ediyorsunuz ve CHP’nin katı ulusalcı kanadıyla İyi Partili ırkçılar size sempati besliyor. Ancak mülteci hakları savunucusu biri de bunu görmezden gelerek sizi desteklemeye devam edebiliyor, çünkü bir başka gün de Suriyeliler için hak ve hukuktan bahsetmiştiniz! Veya mesela, bir gün kalkıp “Doğduğum şehri keşfetmemi Ermeni bir mimar sağladı” diyerek azınlıklara göz kırpıyorsunuz. Ne kadar güzel! Ama bir başka gün de azınlıkları katleden bir çete lideri olan Topal Osman’a bağlılığını bildirebilirsin. Bir gün Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etmek istediğini söyleyip, bir diğer gün Alparslan Türkeş’i anabilirsin. Kimi kandırıyor? Bütün bu politikalar, solda birçokları tarafından sineye çekiliyor. Genel kabul şöyle: Türkiye toplumu sağcıdır, dolayısıyla ona seslenip AKP’nin tabanından bir şeyler kazanmak için açıkça sağcılık ve milliyetçilik yapmak gerekir. İmamoğlu da ne yapsın, eli mahkûm, bunu yapıyor. ANAP kökenli, milyonlarca TL serveti olan Trabzonlu bir müteahhidin neden solcuları değil de sağcıları kandırdığı


GÜNDEM 7

İST BİR SOL LAZIM

GÖRÜŞ Roni Margulies

TABELAYA BAKALIM... Memleketimizin önemli bütün iç sorunlarının çözülmüş ve halledilmiş olduğunu fark edince çok sevindim. Ne zaman çözüldü, nasıl çözüldü, bilmiyorum, ama çözülmüş oldukları belli. Başka sorun kalmadığı için olsa gerek, İçişleri Bakanlığı artık ufak tefek ayrıntı işlerle ilgilenmeye vakit bulabiliyor. Bu işlerden biri, dükkân tabelalarının çirkin olması, belli bir standarda uymaması. İsteyen dükkân sahibi istediği gibi tabela asıyor! Farklı farklı renklerde, çeşit çeşit şekillerde ve hatta çok zaman şekilsiz tabelalar şehirlerimizin düzenli ve mükemmel görünümünü bozuyor. Uyumsuzluk diz boyu. İçişleri Bakanlığı’nın talimatıyla artık bu karmaşaya son verilecek. İstanbul Valiliği’nin ifadesine göre, “Valiliğimiz koordinesi ve desteğiyle İl Emniyet Müdürlüğü, İl Göç İdaresi Müdürlüğü, 39 ilçe Kaymakamlığımız ve belediyelerimiz” sokak sokak gezerek tabelaları denetleyecek, güzelleştirecek. Hatta Fatih, Zeytinburnu ve Bayrampaşa’da başlamışlar bile. Diyor ki Valilik, “Yetkili denetim mercilerinin ikaz ve bilgilendirmeleri sonrasında tabelasını hızla standartlara uygun hale getiren işyeri sahiplerine özellikle teşekkür ediyor; makul süre verilerek ikaz edilmelerine rağmen ilan ve reklam standartlarına uygun ol-

düşünülüyor? İmamoğlu’nun soldan bir figür olduğu nereden çıkarılıyor? Bunların anlaşılır cevapları yok. Daha makul olan senaryo, CHP’nin ulusalcı geçmişi de düşünülürse, İmamoğlu’nun sağdan değil soldan oy almak için numara yapıyor olması. Kürtlerin ve diğer HDP seçmenlerinin desteği için “solculuk” pozları kesiliyor; ancak asıl ittifak İyi Parti. Belediye meclislerini Türkiye’nin hemen her yerinde İyi Partililer doldurdu. Dolayısıyla sağdan oy almak için numara yapıldığından söz etmek akla yatkın değil. Sağcılık tek yol mu? Üstelik, siyaseten popülerleşmek için milliyetçi bir sağ çizginin izlenmesi gerektiği de Türkiye toplumuna dair statik bir bakış açısını yansıtıyor. Hatırlanacağı gibi, AKP’nin ilk büyük sandık yenilgisi 7 Haziran 2015’te yaşanmıştı. AKP her beş seçmeninden birini kaybetmiş, bunun karşısında CHP-MHP bloku sıçrama yapamamış, HDP ise Kürt hareketinin geleneksel oy tabanını iki katına çıkararak %13 ile parlamentoya girmişti. Bu, hiç de öyle sağcı, milliyetçiliğe taviz veren bir kampanyanın sonunda olmamıştı. Aksine, yılların sosyal mücadeleleri, bu seçim zaferini besleyen damarlar olmuşlardı. Darbelere karşı mücadele, ırkçılığa karşı mücadele, barış mücadelesi, Gezi direnişi, 24 Nisan anmaları, Kamp Armen direnişi, iklim mücadelesi gibi sayısız toplumsal hareketin sonucunda merkez solun daha solunda yer alan bir parti kitleselleşmiş, hükümet ise felç olmuştu. Niçin antikapitalist bir sol? Yerel seçimlerde AKP tabanından kopan emekçilerle CHP’nin kemalist fanatiklerinin, İyi Parti çizgisiyle özgürlüğünü arayan Kürtlerin sonsuza kadar İmamoğlu etrafında birleşerek devam etmeleri mümkün değil. Bize, AKP tabanından kopanların Erdoğan’a geri dönmesini engelleyecek, laikler-dindarlar şeklindeki toplumsal

kutuplaşmanın dışında durarak emekçileri sınıfsal birleştirici talepler etrafında örgütleyecek, ırkçılığın ve milliyetçiliğin karşısında özgürlüklerin ve demokrasinin savunusunu koyacak, krizin faturasını işçi sınıfının ödemesine set çekecek antikapitalist bir sol alternatif lazım. Böylesi bir siyasi odak, Erdoğan’ı terk eden emekçilere bir seçenek sunar, tepkisini boykotla gösterenleri taraflaştırır, kopuşları hızlandırır. Maalesef sol kamuoyunda çoğu kişi, böylesi bir görevi belirsiz bir geleceğe ertelemiş ve CHP çizgisine bütünüyle teslim olmuş durumda. Bırakın Ekrem İmamoğlu’nu, Ankara’nın ülkücü başkanı Mansur Yavaş’a bile övgüler yağdıranlar oluyor. Sosyalist İşçi gazetesi ise herkesi işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda radikal ve antikapitalist bir solu inşa etmeye çağırıyor.

mayan tabela kullanan iş yeri sahiplerine gerekli yasal müeyyidelerin uygulanacağını üzülerek bildiriyoruz.” İçişleri Bakan Yardımcısı İsmail Çataklı da, “İstanbul’un tamamında tabelaların kısa süre içerisinde Türkçe’ye çevrilmesini sağlayacağız. Yüzde 75 Türkçe, yüzde 25 başka dilde yazılabilir şeklinde... Bu çalışma Kilis’te tamamlanmakla birlikte ülke genelinde de devam edecek.” İnternette “dükkân tabelaları” diye arayınca “Digital Time”, “Happy Petshop”, “Aradia Fitness”, “Tobacco Shop”, “Marks & Spencer”, “Migros”, “Watsons”, “Gucci” gibi öz Türkçe tabelaların yanı sıra gerçekten de çok sayıda Arapça tabela göze çarpıyor maalesef. Valilik de aslen bunlarla ilgileniyor. Yapılan açıklama-

BİZİ BEKLEYEN MÜCADELELER VE TALEPLERİMİZ

ya göre, tabelası mevzuata uygun olmayan 730 işyeri

u

üzere” düzenlenmesi için süre verilmiş.

Ekonomik krizin faturasını işçiler ödemeyecek! u Göçmenler için sınırlar açılsın, “mültecilik” statüsü tanınsın! u Irkçılığa geçit yok! u İklim krizini durdurmak için birleşelim! u Barış hemen şimdi! Kürtlerle çözüm masasına oturulsun. u Kadınlara, LGBTİ+’lara, Ermenilere, Yahudilere, Kürtlere, Rumlara, Alevilere, tüm ezilenlere özgürlük!

15 Haziran ile 1 Temmuz arasında ziyaret edilmiş, işyeri sahiplerine tabela içeriğinin “en az yüzde 75’lik kısmının Türkçe, yüzde 25’lik kısmının Arapça olmak İstanbul tabelalarında yer alan bazı kelimelere bakalım: Bakkal, kasap, kitap, nakliyat, kıyafet, muhallebi, emlak, ecza, havale, ıtriyat... Hepsi Arapça! Postane kelimesinin yarısı İtalyanca, yarısı Farsça. Hastane’nin bütünü Farsça. Tamirhane’nin yarısı Farsça, yarısı Arapça. Ha, unutmayalım, “Vali” ve dolayısıyla “Valilik” kelimeleri de Arapça. Haydi değiştirin bakalım bütün valiliklerin tabelalarını!


8 GELENEK

DEVRİMCİ BİR PARTİYE NEDEN İHTİYAÇ VAR? dan kaynaklanmıştır. Devasa bir devrim süreci hakkında hiçbir olguya yaslanmadan, Leninist parti anlayışını Stalinist diktatörlüğün sorumlusu olmakla suçlayanlar, 16 emperyalist ülkenin Rusya’yı işgalini, işçi devriminin tecrit edilmesini, işçi sınıfının giderek şekillenmesini yitirmesini ve devrimin Troçki’nin tabiriyle ihanete uğramasını görmezden geliyorlar. Devrimci parti Stalinizm’in sorumlusu değildir, tersine, Stalinizm, işçi sınıfını ve onun partisini parçalayarak, kadrolarını imha ederek, boğarak işçi sınıfını ezebilmiş ve diktatörlüğünü ilan edebilmiştir.

ŞENOL KARAKAŞ

SYRIZA, büyük umutlarla ve büyük bir mücadele dalgasının üzerinden iktidara gelmişti. Son seçimlerde yenildi. Syriza, devrimci bir partinin gerekliliğini savunanlara karşı bir örnek olarak gösterilen son yeni reformist partilerden birisiydi. Bir diğeri, kurulması, yükselmesi ve Katalanların bağımsızlık mücadelesinin karşısında İspanyol devlet televizyonu gibi açıklamalar yapması neredeyse eş zamanlı ilerleyen Podemos’tu. Karşımıza her zaman bir SYRIZA, Podemos, Sinapsismos, Yeşilsol koalisyon çıkıyor ve çıkartılacak. Ne zaman devrimci bir partinin gerekli olduğu dile getirilse, daha yeni bir şeyin lazım olduğu, yeni şeyler söylemenin zamanının geldiği ifade ediliyor.

Devrimci parti “kimlikler” mücadelesine duyarsız mıdır?

Bu iddia doğru değil!

Üçüncü itiraz ise kimlikler mücadelesinin sınıf mücadelesini aştığı yönündeki “klişe”dir. Bu klişe kuşkusuz bir yere kadar doğrudur. Soykırıma maruz kalan Ermenilerin kimlik mücadelesi, sınıfsal ayrımdan bağımsız olarak kadın cinayetlerine kurban giden kadınların kimlik mücadelesi, LGBTİ+’ların mücadelesi, ulusal kimliği tanınmayanların mücadelesi gibi bütün mücadeleler, en sonunda sınıfsal ayrım noktaları tarafından sınanırlar. Çünkü her kimlik, aynı zamanda içinde şekillendiğimiz sınıfsal koşullar tarafından biçim ve karakter kazanır, içselleştirilir ve yaşanır. Her sınıfsal konum farklılığı kimliklerinden dolayı aynı baskılara maruz kalanların nereye kadar ortaklaşabileceğini de belirler. Üstelik işçi sınıfı da kimlik farklılıklarından bağımsız değildir, bütün bu bölünmeler, işçi sınıfını da her düzeyde bölmeye devam eder. Kadın işçi, erkek işçi, LGBTİ+ işçi, Alevi, Sünni, ateist işçi, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi ve Türk işçi diye başlayıp sonsuza kadar uzatabileceğimiz bir inançlar, değerler, kimlikler ve yönelimler bölünmesi işçi sınıfının “sermayenin zincirini dövdüğü” yerde, işyerlerinde bölünmesine neden olur.

Devrimci parti örgütlenmesi, Rusya’da 1917 devriminden sonraki gelişmelerin nedeni değildir. Leninist parti, 1917 yılında işçi sınıfının öncülerinin özgürlük mücadelesine yön gösterebilmiş ve sınıfın ve giderek halk kesimlerinin büyük çoğunluğunun desteğini almasında kritik bir rol oynamıştır. Paris Komünü’nden sonra, tarihte ilk kez, işçi sınıfı ve köylülük siyasal iktidarı kendi iktidar organları aracılığıyla kendi ellerinde toparlayabilmiştir. Devrimci parti, hareketin bu aşamasında, tıpkı bir navigasyon gibi işçi sınıfı hareketine yön gösterebilmiştir. Devrimden sonra yaşananlar, partinin örgütlenme yapısından değil, Rus işçi sınıfının yalnız kalmasın-

Devrimci parti, iddia edilenin aksine, tam da bu nedenle sınıf mücadelesinde işçilerin en çok ihtiyaç duyduğu araçtır. Sosyalizm işçi sınıfının öncülerinin sınıfın geri kalan çoğunluğunu doğru fikirlere kazanması mücadelesinin adıdır. Tüm bölünmüşlüklerde, ezme-ezilme ilişkisinde, ezilenden yana hilafsız tutum alan enternasyonalist işçilerin birleşik tartışma ve eylem platformu olarak devrimci partiler, işçi hareketinin bütününün birliğini sağlamakla kalmaz sadece, işçi hareketinin tüm ezilenlerin sesi, kürsüsü, içinde nefes alabildiği ve kendini özgürce ifade edebildiği platform olmasında da temel bir ol oynarlar.

Değişim partiyi gereksiz mi kıldı? Bu yenilik çağın, koşulların, üretimin, iletişimin yaşadığı “radikal” değişikliklere yaslanarak dile getirilse de bu değişikliklerin ne kadar radikal olduğu, ne kadar yeni olduğu ve yepyeni şeyler yapmayı nasıl zorladığı hiçbir zaman açıklanmıyor. Solun en içinden geliyormuş gibi görünse de bu fikirler, en derinlerde, üç temel sağcı varsayıma dayanıyor: 1. İşçi sınıfının “bu değişikliklere bağlı olarak değiştiği” ve o eski işçi sınıfı olmadığı fikri, 2. 1900’lerin başında Lenin tarafından geliştirilen ve işçi sınıfının bir dönemdeki yapısına ve sadece Rusya’ya uygun olarak örgütlendiği düşünülen partinin Stalin döneminin kanlı uygulamalarına, sonu totaliter devlet örgütlenmesine uzanan çoğulculuk karşıtı yapılanmaya tekabül ettiği fikri ve 3. Yaşanan değişimle birlikte insanların sınıfsal aidiyetlerinden bağımsız olarak kimlikleri temelinde ezilmesi ve kimlikleri için kitlesel mücadelelere girmesi ve bu çeşitliliğin bir partinin boyunu fersah fersah aşacağı iddiası. Bu üç temel iddianın omurgasını, birinci iddia oluşturuyor, yani işçi sınıfının o eski işçi sınıfı olmadığı fikri. Bu fikrin yeni olmadığını söylemenin pek faydası yok, işçi sınıfının mücadele tarihi işçi sınıfının toplumu değiştirme gücünü kaybettiği fikriyle suçlanmasının da tarihidir aynı zamanda. Bu, işçi sınıfı sokaklara çıktığı zaman da bu çıkışın zamanlaması, örgütlenmesi ya da hedeflerinin ne kadar yanlış olduğu iddialarıyla taçlandırılan bir esaslı itirazdır. Bu itirazların ciddiye alınabilecek bir ikisi dışında bütünü uydurmadır. Daha da vahimi köklü bir kapitalizm eleştirisi

Yunanistan’da antifaşist protesto

yaparak, başka bir deyişle, işçi sınıfının yaşadığı değişimin kapitalist üretim tarzında yaşanan değişimle doğrudan bağını gösterme zahmetine girmeden öne sürülen iddialar gerçekten de zaman kaybıdır. Sermayeyi canlı bir ilişki yapan bir kutbunda emek gücünün sömürüsünün bulunmasıdır. Tüm varlığı işçilerin, bir sınıf olarak artı emeklerine el koyduğu miktarı artırmaya odaklanmış ve bu yüzden işçi sınıfının sürekli olarak mülksüzleştirip ama öte yandan kolektif bir çalışma yeteneği kazanmasına zemin yaratarak işleyen küresel kapitalist üretim tarzının içinden işçi sınıfını bir özne olarak çekip almakta sakınca görmeyen “teorilere” uydurma demek, oldukça kibar kaçıyor. İki hidrojen atomu bir oksijen atomuna artık bağlı değildir iddiasını savunup hala nasıl su içebildiklerini açıklama zahmetine girmeyenlere, elbette işçi sınıfının değiştiğini ama bu değişimin işçi sınıfını güçsüzleştirmediğini, tam tersine, hem eyleme geçme kapasitesini artırdığını hem de eylemlerinin vurucu gücünü benzersiz bir şekilde yoğunlaştırdığını hatırlatmak zorundayız. İletişim teknolojilerinin işçi sınıfının “klasik eylem tarzında” değişiklik yarattığını söyleyenleri, bu değişikliğin işçi sınıfının dünyayı değiştirme gücünü daha kuvvetli hale getirdiğini söyleyerek yanıtlayabiliriz. İletişim, iletişim sektöründeki kar demektir ve bu kar sadece iletişim sektöründe çalışan işçilerin ve işçi sınıfının kolektif emek zamanının sömürüsüyle oluştuğu gibi, bu alandaki kısa

süreli bir grev devlet, finans, savaş teknolojileri alanında hızlı bir yıkım getirebilecek potansiyele sahiptir. Leninist parti diktatörlük üretmek zorunda mı? İkinci itiraz da birinci itiraz gibi tarih dışı bir iddia. Twitter dedikoduları gibi, tek farkla bu sefer teyit.org da bu dedikoduların dağıtıcısıymış gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bir yalanı ilk kez dile getirip, günler sonra bu yalan kulağına geldiğinde inançla bu dedikodulara sarılanlar gibi, Bolşevik Partisi’nin örgütlenme mantığında dolayısıyla Lenin’in parti anlayışında otoriter-merkeziyetçi bir eğilim olduğunu söyleyenler bir saniye durup düşünseler görecekler ki bu iddia doğru değil.


EMEK GÜNDEMİ

KAMUDA GREVLER KAPIDA

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

TOPLU SÖZLEŞMELERDE HÜKÜMET VE PATRONLAR EL ELE Son yılların en kötü toplu sözleşmesiTÜPRAŞ’ta yapıldı. Grev yasağı kapsamındaki TÜPRAŞ’ta Koç Holding yönetimi, en son 2 yıllık sözleşme ve yüzde 10 zam önermişti. Hükümetin belirleyici olduğu Yüksek Hakem Kurulu (YHK) ise sözleşmeyi patronun son teklifinin bile gerisinde karara bağladı: Sözleşme süresi 3 yıla çıktı, patronun en önemli dayatması olan vardiya sisteminin değiştirilmesi maddesi onaylandı, ücret zammı ise yüzde 6 olarak belirlendi.

Türk-İş 1 Mayıs mitingi, Kocaeli

Hükümet, 200 bin kamu işçisinin taleplerine yanıt vermiyor. Maden, tarım ve orman işkollarında grev için yasal süreç başladı. Türk-İş sendikaları, Ocak’ta 70 bin, Mart’ta yaklaşık 85 bin işçi adına toplu sözleşme görüşmelerine başlamıştı. İdari maddelerin çoğunda anlaşma sağlanırken, ücret artışlarında bir anlaşma sağlanamadı. Anlaşmazlığın nedeni, işçilerin taleplerine karşılık hükümetin herhangi bir teklif getirmemesi. Kamu işçilerini temsil eden Türk-İş ile hükümet arasında bir çerçeve sözleşme imzalanmadan, kamu toplu sözleşmeleri sonuçlanamıyor. Maden, tarım, orman işkollarında arabulucuk için yasal süre doldu. 60 günlük süreçte, kamu işçilerinin örgütlü olduğu sendikalar, işverene 6 gün önceden bildirmek koşuluyla, grev kararı alabiliyor. Maden işkolunda grev süreci GENEL Maden İşçileri Sendikası (GMİS) ile Kamu İşletmeleri İşverenleri Sendikası (Kamu-İş) arasında sürdürülen toplu iş sözleşmelerinde bir

İŞYERLERİNDEN HABERLER n Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması nedeniyle Ataşehir Belediyesi işçileri grev kararı aldı.

anlaşma sağlanamadı. Türkiye Taşkömürü Kurumu'nda (TTK) ve Maden Tetkik Arama Kurumu (MTA) işçiler, toplu sözleşmenin bağlanmasını ve ücretlerin derhal artırılmasını istiyor. GMİS Genel Başkanı Hakan Yeşil, şunları söyledi: "Hükümet teklifimizi ka-

bul etmezse teklifimizi kabul edinceye kadar mücadelemiz devam edecektir. Hükümetin teklifini hemen kabul edecek halimiz yok. Biz maden işçisi için yapabileceğimizin en iyisini yapmak zorundayız. Bu bir grev sürecidir ve madenciye soracağız. Maden işçimiz kabul ederse hep birlikte sokaklara döküleceğiz.

İŞÇİLERİN TALEPLERİ Türk-İş, öncelikle düşük ücretlerin 3 bin 500 liraya çekilmesini talep ediyor. Tüm kamu işçilerine seyyanen brüt 300 lira zam yapılmasını istiyor. Yılın ilk altı ayı için yüzde 15 zam talep eden Türk-İş, iki, üç ve dördüncü altı aylar için de enflasyon + 3 puan artış talebinde bulundu. Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, sözleşmenin masa başında çözül-

mesini isteyerek, “Talep ettiğimiz atla deve değil. Rahatça nefes alacak bir ücret talep ettik” diye konuştu. Hükümetin tutumu Türkiye kapitalizminin en büyük krizi sonucu yüzde 40 oranında gelir kaybı yaşanırken, işçi ücretlerinin alım gücü de eridi. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın

aşları ödenmediği için oyuncakları durdurdu. n Kırklareli Lüleburgaz'a bağlı Evrensekiz Belde Belediyesi’nde Genel-İş'e üye oldukları için işten atılan işçiler direnişe geçti.

n Dersim’de üç aydır maaşları ödenmeyen Önsa Tekstil işçileri iş bıraktı. İşçilerin bir aylık maaşı yattı.

n İşten atıldıktan sonra direnişe geçen Aliağa Belediyesi işçilerinin mücadelesi sürüyor. İşçilerle dayanışma da büyüyor.

n Suudi Arabistan’da Baytur şantiyesinde çalışan ve hakları için grev yapan inşaat işçileri taleplerini kazandı.

n Sakarya'da kurulu bulunan Saica Pack ambalaj fabrikasında Selüloz-İş'e üye oldukları için işten atılan işçilerin direnişi sürüyor.

n Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 31 Mart yerel seçimleri öncesinde açılışını yaptığı Ankapark'ta işçiler ma-

n Belediye-İş sendikası, Bakırköy Belediyesindeki işten atmalar ve belediye çalışanlarınını maaşlarının

ilan ettiği ekonomik programda, bankaların kurtarılması ana gündem iken, şirketlerin borçları yapılandırılarak, patronlara bir çok teşvik ve kolaylık getirildi. Sıra işçilere geldiğindeyse kemer sıkma ve tasarruf deniliyor. Yılın ilk altı ayı geride kalmasına rağmen, hükümet hiçbir teklif sunmadı

ödenmesi ile sosyal haklarının sağlanmasında yaşanan sorunları eylem yaparak protesto etti. n CHP'li Aydın Belediyesi’nde Sosyal-İş sendikasına üye oldukarı için işten çıkartılan emekçilerin direnişi birinci yılını doldurdu. n Kayseri’de Boldera fabrikasında patronun işyerini kapatma gerekçesiyle 190 işçiyi işten çıkarmak istemesine karşı işçiler ortak hareket etme kararı aldı. n Tank Palet’in özelleştirilmesine karşı yaygın imza kampanyaları ve kitlesel mitingler sonucunda hükümet kısmen geri adım attı.

Yaklaşan diğer toplu sözleşmeler, özellikle de metal iş kolundaki MESS sözleşmesi düşünüldüğünde YHK patronlar için büyük bir olanak yarattı ve çıtayı işçiler için en aşağı seviyelere çekti. TÜPRAŞ yönetimi, Petrol-İş Sendikası ile TİS görüşmeleri tıkanmaya başladığında, kamuoyunu yanıltmak, işçilere karşı olumsuz bir hava yaratmak için “işçiler yüzde 75 zam istiyor, 10 bin TL maaş alıyorlar”şeklinde gerçek olmayan açıklamalarda bulundu. Toplu sözleşme görüşmelerinde isteyen taraf işveren, savunma pozisyonunda kalan taraf ise işçilerdi. Ne istiyordu işveren? • Vardiya sistemi değişsin, • Mazeret izinleri kalksın, • Sözleşmeler üç yılda bir yapılsın • İlk 6 ay zam yapılmasın, ikinci 6 ay enflasyon oranında yapılsın. Enerji işkolunda bulunan TÜPRAŞ işçilerinin grev yapması 12 Eylül anayasası ile yasaklanmıştı. Grev yasaklı işçiler son olarak çareyi kendilerini fabrikaya kapatmakta buldular. Anlaşma sağlanamadığı için sözleşme YHK’ya gitti.Ve YHKemek dünyasına büyük bir darbe indirdi, işveren tarafının taleplerini bile aşan ölçüde işçiler aleyhine bir sözleşmeyi onayladı: • Vardiya sistemi değiştirildi. • Mazeret izinleri işveren onayına bırakıldı. • Sözleşmeler iki yıldan üç yıla çıkarıldı. • Yüzde 6 zam verildi. YHK’nın bu kararı, hükümetin yaşanan ekonomik krizin faturasını işçilere ödetmeye kararlı olduğunun açık bir göstergesi. Hükümet muhtemelen bundan sonraki tüm toplu sözleşmelerde bu tavrını sürdürecek. Şimdi sırada metal işçilerinin toplu sözleşme görüşmeleri var. İşveren örgütü MESS, metal işçilerine TÜPRAŞ’ın toplu sözleşmesini örnek gösterecek. 3 yıllık sözleşme, vardiya değişikliği, mazeret izinlerinin patronun isteğine göre yapılması ve düşük ücret zammı dayatması örnek teşkil edecek. TÜPRAŞ işçileri KOÇ grubu karşısında tek başına kaldı. Eğer yeniden başarısız bir toplu sözleşme ile karşılaşmak istemiyorsak metal işçilerini sınıf dayanışmasıyla desteklemek zorundayız.


10

YORUM

G20 ZİRVESİ’NDE TİCARET VE ÇATIŞMA

Otoriter liderler aralarında şakalaşırken ALEX CALLINICOS

Küresel Güney ve Kuzey’in en

büyük ekonomilerini bir araya getiren G20 Zirvesi, 2008’den yaşanan finansal çöküşün ertesinde önem kazanmaya başladı. Çöküşten sonra, G20’nin potansiyel olarak kendinden daha eski olan ve en büyük Batılı sanayi ekonomilerini temsil eden G7’den daha önemli olacağı düşünülmüştü. Ne var ki G20, kendine atfedilen potansiyeli yerine getiremedi. Bunun sebeplerinden biri, “yükselmekte olan piyasa ekonomilerinin” ortak çıkarları olan tutarlı bir blok meydana getirememesiydi. Son yıllarda ise G20, küresel ekonominin iki devi ABD ve Çin’in kozlarını paylaştığı bir arenaya dönüştü. Stratejik düşünür Edward Luttwak bu durumu “jeo-ekonomik” çatışma olarak niteliyor. Başka bir ifadeyle, artık devletler arasındaki anlaşmazlıklar, toprak ya da silah üzerinden değil de ticaret ve yatırım üzerinden ifadesini buluyor. Bu çatışmada Donald Trump iki şeyi hedefliyordu. Birincisi, Çin’i ABD’den daha fazla ithalat yapmaya zorlamak. İkincisi ise, Başkan Xi Jinping’in “Çin Malı 2025” adını verdiği ve Çin endüstrilerinin teknolojik olarak iyileştirilmesini amaçlayan programını engellemek. Trump’ın ABD firmalarıyla ticaret yapmasını yasakladığı Çinli IT devi Huawei’ye karşı aldığı kararların arkasında işte bu ikinci hedef yatıyor. ABD ve Çin arasındaki, her iki ülkenin de diğer ülkeden ithal edilen mallara uyguladıkları ek vergiler yoluyla süregelen itişme,

Mayıs ayında iki ülke arasındaki görüşmelerin sonuçsuz kalmasıyla daha da tehlikeli bir hal aldı. Trump, 158 milyar ABD doları tutarındaki Çin malına uygulanan ek vergi oranını %10’dan %25’e çıkarırken, 237 milyar dolar tutarında ikinci bir parti mala da aynı muamelenin yapılacağı tehditlerini savurdu. Ancak Trump ve Xi, geçtiğimiz hafta Japonya’da gerçekleştirilen G20 Zirvesi’nde bir araya geldi ve görüşmelere devam etme kararı aldı. Bir önceki gün Çin’in ABD’den 158 milyar dolar tutarında soya fasulyesi ithal edeceğini açıklaması, bu ödünün işaretiydi. ABD’li soya üreticileri, Huawei ile birlikte ticaret savaşından en ağır etkilenen kesimlerden birini oluşturuyor. Çin’de artan yaşam standartları, et talebinin artmasını beraberinde getiriyor. Bu da, besi hayvanları için devasa miktarlarda soya fasulyesi ithal edilmesi demek. Çin, küresel soya ticaretinin %60’ını gerçek-

leştiriyor. Pekin, geçtiğimiz yıl Haziran ayında ABD’den ithal edilen soya fasulyesine %25’lik bir ek vergi getirdi ve Brezilya gibi Güney Amerikalı tedarikçilere yöneldi.

ve Çin’in karşılıklı ticaret savaşlarına bu denli yoğunlaştığı bir dönemde, kalan ülkeler her ikisine de yüz çevirebilir”.

İki ülke tarafından atılan bu tür adımların sembolik olmaktan fazla bir anlam ifade edip etmediğini göreceğiz.

Tsukuba’da ticaret bakanlarının katılımıyla gerçekleştirilen hazırlık turları toplantıları sırasında, hem sanayi sektörüne verilen devlet teşvikleri, hem de çelik endüstrisinin aşırı yüksek kapasitesi sebebiyle yalnız bırakıldı.

Bir yıl önce Buenos Aires’te yapılan G20 Zirvesi’nde de Trump ve Xi arasındaki görüşmelerin başarılı geçtiği söylenmişti. Ne var ki iyi geçen görüşme, bu yıl ticaret görüşmelerinin fiyaskoyla sonuçlanmasını engelleyemedi.

Öte yandan ABD, Dünya Ticaret Örgütü’nün anlaşmazlıkların çözümü sisteminin yenilenmesine yönelik ortak çabaların bir parçası olmaya mecbur bırakıldı. Malum Trump bu öneriye burun kıvırmıştı.

Trump’ın Kuzey Kore’ye yaptığı ziyaret, Çin’in elini güçlendiriyor. Çünkü Çin, ekonomik gücü sebebiyle, Kim Jong-un’un nükleer programı üzerinde nüfuz sahibi olabilir.

Bütün bu olan bitene bakınca, G20 üyesi devletlerin, özellikle de ev sahibi Japonya’nın, Trump yönetimi altında gelişmiş kapitalist devletlerin geleneksel lideri olma rolünü fiilen terk eden ABD’den doğan boşluğu doldurmak için hamle yaptığı yorumunda bulunulabilir.

Öte yandan zirve, Financial Times’ın ifadesiyle “yeni dinamiklerin ortaya çıktığı” ilginç bir buluşma oldu. Buna göre, “ABD

Z

Ne var ki bu, ancak kısmen müm-

kün olabilir. Bunun bir sebebi, dünyanın en büyük ticaret bloku Avrupa Birliği’nin (AB) kendi içine dönüş olması. AB içinde yakın zamanlarda boşalacak en yüksek makamların kimler tarafından doldurulacağı sorusu etrafında oluşan sıkışmışlık, bir semptom. Daha da önemlisi, Çin’in yükselişi, artık dünya ekonomisinde ABD’nin koyduğu kuralları reddederek var olan bir gücün ortaya çıkmakta olduğunu gösteriyor. Trump yönetimi altındaki ABD’nin, tam da bu kuralları yıkmaya girişmesi, istikrarsızlığı daha da artırıyor. Bununla birlikte, Beyaz Saray’da Batılı emperyalist devletlere daha hoş gözle bakan birinin oturması, anlaşmazlıkları ortadan kaldırmayacak. Uzun vadede asıl soru işareti, ABD’nin baskın kapitalist devlet olmaya devam edip etmeyeceği. (Çev. Melih Mol)

YAYINLARI Kitaplarımıza Sosyalist işçi aracılığıyla ulaşabilirsiniz

DERGİNİZİ İSTEYİN!


AKTİVİZM DAYANIŞMA HER YERDE Ortadoğu’dan, Afrika’ya, Latin Amerika’dan, Asya’ya emperyalist müdahaleler sonucu coğrafya değiştirmek zorunda kalan milyonlarca mülteci karşısında hükümetler ırkçı koroda eksiksiz yer aldılar. Mültecilerin ülkelere girişlerini engellemeye, kamplara kapatmaya, denizlerde boğmaya, çocuklarını ailelerinden ayrıştırmaya çalışıyorlar. ABD-Meksika arasındaki sınırı geçmeye çalışırken hayatını kaybeden baba kızın görüntüleri karşısında utanması gerekenler Trump’ın atadığı Göç Dairesi Başkanı, suçlunun ölen baba olduğunu söyledi. İtalya'nın aşırı sağcı, göç karşıtı Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Matteo Salvini göç kurallarını daha da sıkılaştıran yeni bir "güvenlik kararnamesi" hazırladı. Yine de dünya ırkçılardan ibaret değil, göçmenlerle dayanışma her yerde büyüyor. Sea-Watch 3 adlı geminin 31 yaşındaki Alman kaptanı Carola Rackete, İtalya’nın göçmen kurtarma gemilerine limanlarını kapatma kararına rağmen gemisini kıyıya yanaştırarak 42 göçmenin yaşamını kurtardı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Rackete'ninLampedusa limanına girmesinden hemen önce yaptığı acil izin başvurunu reddetmiş, İtalyan savcı LuigiPatronaggio da "ortada acil bir durum yok" demişti. Savcı Rackete'yi bir savaş gemisine ve resmi görevlilere karşı koymakla suçladı. Gemi, Lampedusa limanına girerken mali polise ait bir geminin dur ihtarına uymamıştı. Rackete bunun ötesinde illegal göçe destek vermekle de suçlandı. Ev hapsiyle cezalandırıldı. Tüm dünyada kaptan Rackete’yle dayanışma gösterileri düzenlendi. Olası para cezalarını karşılamak için 1 milyon Avro'nun üzerinde bağış toplandı. Almanya’nın yaklaşık 90 şehrinde göçmenlere yardım gemilerinin kriminalize edilmesine karşı gösteriler düzenlendi. Berlin’de ve birçok şehirde bir araya gelen binlerce insan, Akdeniz'de göçmenlere yardım eden gemilere suçlu muamelesi yapılmasına karşı seslerini yükseltti. CarolaRackete'nin çağrısının okunduğu gösterilerde denizde yapılan kurtarma faaliyetlerinin kriminalize edilmesinden vazgeçilmesi, güvenli kaçış yollarının sağlanması ve göçmenler için güvenli limanlar oluşturulması talep edildi.

GÖÇMENLER İÇİN GÜÇLÜ BİR SES Geçen hafta toplumun farklı kesimlerinden yüzlerce kişi son dönemde göçmenlere yönelik tırmandırılan nefret dalgasına ve linç girişimlerine karşı bir çağrı yayımladı. Çağrı öncesinde İstanbul İkitelli’de taciz iddiasıyla Suriyelilere yönelik bir linç girişimi yaşandı. Sonrasında Emniyet ve Valilik haberin gerçek olmadığını duyurdu. Ancak iş işten geçmişti. Çoktan Suriyelilerin dükkanları taşlanmış ve yağmalanmıştı. İkitelli’deki linç girişimi öncesin-

de sosyal medyada göçmenlere yönelik ırkçı kampanya başlatıldı. Twitter’da “Suriyeliler defolun” veya “Ülkemde Suriyeli istemiyorum” etiketli yazılar yayınlandı. Yerel seçimlerde iktidar bloğundan muhalefet bloğuna hemen hepsi Suriyelileri hedef gösterdi. İktidar bloğu, Suriyelilerin “misafir olduğunu” söyleyerek, “doğru durmazlarsa” geri göndermekle tehdit etti. CHP’li bazı belediyeler Suriyelilere hizmet vermeyeceğini, plajlara alınmayacağını açık-

ladı. “Hepimiz Göçmeniz-Irkçılığa Hayır” kampanyası tarafından hazırlanan imza metninde Suriyelileri hedef haline getiren ırkçı kampanyaya karşı, göçmenlerle dayanışma ve kardeşliği inşa etme çağrısı yapıldı. Bu çağrı ırkçılığın yarattığı kirli havayı dağıtmak için yapıldı ve destek buldu. Siz de imza verin, dayanışma büyüsün:

https://gocmeniz.org/imza-metni

İtalyan Konsolosluğu önü

İSTANBUL’DA PROTESTO “Hepimiz Göçmeniz - Irkçılığa Hayır” kampanyası aktivistleri, İstanbul’daki İtalyan konsolosluğuna bir protesto mektubu iletti. “Limanları göçmenlere kapatmayın”, “Hayat kurtarmak suç değildir” ve “CarolaRackete’nin yanındayız” yazılı pankart açan aktivistlerin mektubunda şu ifadeler yer aldı: “İtalyan devletini temsilen İtalyan hükümetine, Bütün dünyada olduğu gibi ülkenizde de aşırı sağ, yoksulluğun, yoksunluğun ve işsizliğin sorumlusu olarak, tek suçları doğdukları ülkede yaşam olanakları bulunmaması olan bir grup insanı hedef almaktadır. Yoksulluğa ve işsizliğe çözüm olarak sınırların

kapatılmasını ve özgürlüklerin kısıtlanmasını teklif ediyorlar. Onlara teslim olmayı ve sınırlarınızı kapatarak göçmenleri ölüme terk etmeyi seçebilirsiniz. Bu tercihi yapmanız durumunda aşırı sağ gittikçe güçlenecek ve ırkçılığın tırmanmasına sebep olacaktır. İtayan hükümeti, Akdeniz’de göçmenleri boğulmaktan kurtararak onları güvenli limana bırakan Sea Watch kaptanlarını hapse atarsa, İtalyan devletinin alnına aynı kara lekeyi sürecektir. Sizlere çağrımız, limanlarınızı ve ülkenizi göçmenlere açmanızdır. Bırakın göçmenler yaşam olanağına kavuşsun.”

11

KADIKÖY VE ŞİŞLİ’DE NELER KONUŞULDU? DSİP’in geçtiğimiz hafta Şişli biriminde düzenlediği toplantıda, Sosyalist İşçi yazarı Faruk Sevim’in sunumuyla Türkiye’nin dış politikası tartışıldı. S-400’ler, ABD ile yaşanan kriz, Kıbrıs’ta sondaj çalışmalarının yarattığı gerginlik, Rusya ile ilişkiler ve son olarak İdlip ile Suriye’nin genelindeki durum ele alındı. Suriye’deki durumun bir çözüme kavuşmasıyla ilgili gelişmeler aktarılırken, hem içeride Kürtlerle yapılacak yeni bir çözüm sürecinin hem de dışarıda barışçıl bir politika izlenmesini sağlamanın öneminden bahsedildi. Kadıköy’de ise Çernobil dizisi üzerinden nükleer enerji konuşuldu. SSCB’nin ABD ile girdiği ekonomik ve askeri emperyalist rekabet, adında ‘sosyalizm’ olan bir rejimde insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden birine yol açı. Fakat Çernobil öncesi ve sonrasında da çok sayıda nükleer kaza yaşandı. Tüm bunlara rağmen Türkiye’de de devam eden nükleer enerji ve nükleer silah projeleri hâlâ mevcut. Toplantıda hem dünyadaki nükleer rekabetinin nedenlerini hem de Stalinist sol tarafından dizinin anti-komünist propaganda ilan edilmesine neden olan SSCB’deki ‘devlet kapitalizmi’ rejimin içeriği konuşuldu.

Anadolu'da göçmen kadın karşılaşmaları: Ritüeller, dil ve cinsiyet bağlamında "Suriyeli" kadının inşası 24 Temmuz Çarşamba, 19:00 - Beyoğlu Katılmak için: iletisim@gocmeniz.org 05556372450


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

-

-

-

İNTİHAR DEĞİL CİNAYET SULE CET İCİN ADALET! ÇAĞLA OFLAS

Şule Çet, 28 Mayıs 2018’de tecavüz edilip, öldürüldükten sonra, plaza binasının 20. katından atıldı. Failler cinayetin delillerini yok etti. İfadelerini verdikten sonra serbest bırakıldılar. Olay kayıtlara intihar olarak geçti. Ancak Şule Çet’in şüpheli ölümünün aydınlatılması ve faillerin cezalandırılması için verilen mücadele ve derinleşen soruşturma sonucunda cinayetin savcısı değiştirildi, failler cinsel saldırı ve cinayet suçlamasıyla tutuklandı. Katillerin yakasından tutuldu Kadınlar “Şule Çet için adalet” talebiyle kampanya başlattı. Davanın peşinin bırakılmaması, duruşmaların adeta bir mitinge çevrilmesi sayesinde, “intihar” olarak üzeri örtülmek istenen cinsel saldırı ve cinayet önemli ölçüde aydınlatıldı. Gelinen noktada faillerin“cinsel saldırı” ve hürriyetten yoksun bırakma” suçlarından ayrı ayrı müebbetle ve 39 yıla kadar ağır hapisle cezalandırılmaları isteniyor. Bu dava, Şule Çet cinayetinin faillerinin cezalandırılması ve adaletin sağlanması dışında, delilleri ortadan kaldırılarak örtbas edilmiş birçok kadın cinayetinin aydınlatılması ve faillerin cezalandırılması açısından da emsal teşkil edecek önemde. İntihar değil cinayet Benzer bir şekilde AysunYıldırım’ın28 Şubat 2018 tarihinde İstanbul Sefaköy'de çalıştığı binanın 3. katından atlayarak intihar ettiği iddia edildi. Aysun Yıldırım’ın ölümüyle ilgili ailesinin başvurularına rağmen savcılık kavuşturmaya yer olmadığına karar verdi ve ailenin itirazları gerekçesiz olarak reddedildi. Son yıllarda yüksekten atlayarak intihar ettiği ileri sürülen kadınların sayısında artış gözlenmekte. Bianet’in konuyla

MARKSİST SÖZLÜK ÜTOPYA Ütopya sözcüğü Antik Yunan dilindeki ou (olmayan), eu (mükemmel olan) ve topos (yer/toprak/ülke) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Tasarlanmış, ideal toplum ve devlet şekilleri için kullanılır. Platon, Farabî gibi pek çok ismin ütopyaları bulunmasına rağmen ütopya tanımı, Thomas More'un Ütopya isimli eserinden sonra kullanılır hâle gelmiştir. More, kitabında Ütopya adını verdiği ülkede özel mülkiyetin ortadan kalktığı ve eşitlik içinde yaşayan bir toplumu tasvir etmiş-

Şule Çet

ilgili hazırladığı rapora göre 2018’de işlenen kadın cinayetlerinde intihar ettiği söylenen ölümü şüpheli 40 kadın bulunuyor. Bu davaların Şule Çet cinayetiyle ortak yanını etkin bir soruşturma yürütülmemesi, yeterli araştırma yapılmaması, delillerin o esnada toplanmış olmaması ve tüm şüphelere rağmen dosyanın kapatılmaya çalışılması oluşturuyor. Aydınlatılmayan her bir cinayet ve cezasızlık, “kazayla oldu”, “intihar etti” diyen katillerin sayısının artmasına yol açıyor. Kadınları öldüren faillerin açığa çıkmaması, adaletin sağlanmaması kadınların sisteme karşı öfkelerinin artmasına yol açıyor. Bu dava hepimizin Şule Çet cinayetiyle ilgili soruşturma aşamasında ve duruşma sırasında ortaya çıkan gerçekler çok çarpıcıydı. Yaşadığımız kapitalist sistemde toplumsal cinsiyetin ve tir. (Ancak More'un kitabında sadece “yurttaşlar” eşittir, pis işleri yapmak içinse köleler vardır) More'un ardından pek çok ütopya ve distopya (olumsuz ütopya) yazılmıştır. More'dan sonra en ünlü ütopya, Campanella'nın Güneş Ülkesi isimli ütopyasıdır. Ünlü distopyalar arasında da George Orwell'in 1984, Yevgeniy İvanoviç Zamyatin'in Biz ve Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya kitapları sayılabilir. Modern zamanın en ilgi çeken ütopyaları arasındaysa anarşist yazar Ursula K. Le Guin'in Mülksüzler'i sayılabilir. Ütopya, sadece bir edebî türün adı değildir. Hem ütopyalar hem de distopyalar, var olan topluma bir tepkinin ürünüdür ve genellikle bir değişim önerir. Ancak bu değişimin yolu olanaklı değildir. 1800'lü yıllarda kapitalizmin geliştiği koşullarda pek çok ütopyacı sosyalist, burjuvazinin doğal olarak göstermeye çalıştığı gelişime karşı koymuştur. Charles Fourier, Saint-Simon, Robert Owen gibi sosyalistler, kapitalizmin ütopik yollardan değişimini

sınıfsal güç ilişkilerinin kamu görevi yapması gereken kişiler üzerindeki etkisi bütünüyle açığa serildi. Soruşturma aşamasında failler iki kez serbest bırakıldı. Emniyet görevlileri olay yerinde yeterli bir araştırma yapmadılar. Cinayete ilgili önemli deliller emniyette yok edildi. Şule Çet’in otopsi raporunda tecavüz ve cinayetle ilgili darp ve sıvı bulguları bulundu. Ancak duruşmada failler yerine, öldürülen sorgulandı. Dava olgular üzerinden değil algı üzerinden yürütüldü. “İçki içmeyi kabul etmek, cinsel ilişkiye rıza göstermek ” anlamına gelir dendi. Şule Çet’in gece geç saate rağmen neden orada olduğu, bakire olup olmadığı sorgulandı. Sanık avukatları Şule’nin para sıkıntısı çektiğini, derslerinin kötü olduğunu, psikolojinin bozuk olduğunu söylediler. Sanık Berk Akand Şule’nin dokuz tırnağından çıkan DNA’sının tokalaşmayla geçmiş olabileceğini iddia etti. Sanık Çağatay Aksu Şule’nin babasına ‘siz de kızınıza sahip çıksaydınız’ diyebildi. Şule Çet’in avukatı Umur Yıldırım’ın “Bir önceki duruşmanın SEGBİS kayıtları çıktı. Çağatay’ın annesi ‘mağdurum dolandırıldım’ diyerek rüşvet verdiğini itiraf etti. Parayı hangi hesap numarasına yatırdığını ve o gün hangi numara ile konuştuğunu soracağız” açıklaması, içinde yaşadığımız kapitalist sistemin sadece paran kadar sağlık, paran kadar eğitim dışında, aynı zamanda “paran kadar adalet” anlamına geldiğinin de önemli göstergesi oldu. Mahkeme henüz sonuçlanmadı ama Şule Çet için adalet talebi mücadelesi kadın hareketine güç verdi. Pek çok emsal cinayetin aydınlanmasının yolunu açtı. Aynı zamanda bu süreç bir okul işlevi gördü. Adalet ve hukuk kavramlarının sınıfsal aidiyetlere göre değiştiğini, adaletin ancak mağdurların hakları için birleşmesiyle sağlanabileceğini gösterdi. Bu cinayet sadece kadınların meselesi değil, kadın, erkek, tüm ezilenlerin ve emekçilerin sorunu. Katiller cezalandırılıp, adalet sağlandığında kadınların yaşamlarını daha güvenli hale gelecek ve bu hepimize güç verecek. öngörmüşlerdir. Karl Marx, ütopik sosyalistlerin kapitalizme karşı duruşlarını selamlasa da ütopyanın karşısına toplumun somut analizine dayalı işçi sınıfı eylemini koymuş, ütopik sosyalistleri kıyasıya eleştirmiştir. Ütopik sosyalistler toplumun değişiminin temel yolunu kendi fikirleri ve ideal toplum tasarımları olarak gördükleri için elitistlerdi. Marx, ideal bir toplum tasarlamadı, mevcut toplumun potansiyellerine odaklandı. Ütopyalar, dünyayı değiştirmek isteyenler için hem yazıldıkları dönemin koşullarını göstermek, hem de değişik toplumların hayalini kuran insanların her zaman var olduklarını anlamak açısından geliştirici olabilir. Ancak dünyayı gerçekten değiştirmek için yeni bir dünyayı ideal tasarımlarla değil bugünkü mücadelenin kendisiyle kuran işçi sınıfının kendi eylemine ihtiyacımız var. Can Irmak Özinanır


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.