DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
642
24 Temmuz 2019 3 TL. sosyalistisci.org
-
-
GÖCMENLERE DOKUNMAYIN SINIR DISI ETMEYE SON!
u Yönetenler mülteci politikasını değiştirdi. İktidar ve muhalefet arasında Suriyeli mültecilerin geri gönderilmesi konusunda hem mutbakat hem de rekabet var. Irkçı odakların yürüttüğü kampanya ve saldırılarla birlikte göçmenlerin hayatı daha da zor hale geldi. u İstanbul’da mültecilere operasyon yapılıyor. Kayıtsız mülteciler sınırdışı edilirken, kaydı başka şehirde olup da İstanbul’da yaşayan Suriyeli mültecilere 20 Ağustos’a kadar süre verildi. Gitmezlerse zorla gönderilecekler. Denetimler ve baskınlar sonucu çok sayıda mülteci işten çıkarıldı. Sınır dışı edilme korkusuyla kaldıklara yerlere kapandılar.
CEZAYİR VE SUDAN AYAKLANMALARINDA
u Krizin faturası, düşük ücretlerle sömürülen Suriyeli mültecilere kesildi. İktidarın dış politik krizinin de. Kıbrıs açıklarındaki yaşanan sondaj krizi, Avrupa Birliği’nin cezai yaptırımlarıyla sonuçlandı. İçişleri Bakanı “sınırları açarız” diye AB’yi tehdit ederken, hükümet AB ile imzaladığı göçmen anlaşmasını askıya aldı. Milyonlarca insanın hayatı, bir parçası olmadıkları AB-Türkiye krizine malzeme yapıldı. u Mülteci operasyonu tepkiyle karşılandı. Hukukçular, sınır dışı etmelerin yasadışı olduğunu söylüyor. Göçmenlerle dayanışanlar harekete geçiyor. Suriyeli mültecilerin, tüm göçmenlerin hayatı değerlidir. Irkçılığa hayır! sayfa 2 ve 5’te
KAMU İŞÇİLERİ, MEMURLAR, EMEKLİLER HAYKIRIYOR
ÖZ ÖRGÜTLENME
YÜZDE 5+4 ZAM KABUL EDİLEMEZ!
sayfa 8
sayfa 6-7
2
GÜNDEM
ERDOĞAN MÜLTECİ POLİTİKASINI DEĞİŞTİRDİ S-400 DE PATRİOT FÜZESİ DE İSTEMİYORUZ! Emperyalist bir ülke yerine başka
bir emperyalist ülkeden savunma silahı almak, bir ülkeyi bağımsız, özgür, emperyalizmden uzaklaşmış yapmaz. Sadece bir emperyalist ülke yerine başka bir emperyalist ülkeyle yeni türden bir bağımlılık ilişkisi içerisine girildiğini gösterir bu durum. Emperyalist bir ülke yerine başka bir emperyalist ülkeden savunma füzesi almanın Türkiye’de yaşayan halkların çıkarına olduğunu iddia etmek halk çıkarının ne olduğunu unutmak anlamına gelir. Ne zamandan beri silaha yapılan bir yatırım halkın çıkarına uygun görülebiliyor? Halkın, emekçilerin, yoksulların çıkarı nasıl hangi silahın hangi ülkeden alınacağıyla belirlenebilir? Bu, silah tüccarlarından gelse kimsenin şaşırmayacağı bir iddia. Hükümet sözcüleri, kamuoyunu ikna etmek için bu aldatıcı “fikirleri” öne sürebilirler. Fakat, sol adına, demokrasi adına konuştuğunu iddia eden hiç kimse, Rusya’dan S-400 füzelerinin alınmasının hakkın çıkarlarına olacağını iddia edemez. Edene hatırlatmak hepimiz görevi: Halkın çıkarlarıyla egemen sınıfın, halkın çıkarlarıyla devletin, halkın çıkarlarıyla savaş isteyenlerin, halkın çıkarlarıyla yayılmak, bölgesel güç olmak isteyenlerin çıkarlarının bir olduğunu iddia edenler milliyetçilerdir. Milliyetçiliklerini tırnak içinde bir antiemperyalizm maskesi altına gizlemiş olmaları, egemen sınıfla, yerli-milli koalisyonla aynı çizgide bulundukları gerçeğini gizleyemiyor. Gizleyemiyor zira, antikapitalist olmayan, kendi egemen sınıfına, egemen sınıf milliyetçiliğine karşı da aynı anda itiraz etmeyen antiemperyalizm, antiemperyalizm değildir. Egemen sınıfın konjonktürel çıkarları gereği, emperyalist ülkelerden sadece birisine, somut tartışmamız bağlamında, ABD’ye karşıdır. ABD’ye karşı olmak antiemperyalizm değildir! Yabancı düşmanları, batı düşmanları, ırkçılar, arada sırada histerik bir şekilde iphoneları ya da Hollandalılara inat portakalları bıçaklayanlar, özgürlüklere karşı çıkan, antisemitist olan, Kürt sorununda ırkçı olan bir çok kurum, yapı, örgüt ve birey ABD düşmanı olabilir. Biz, ABD’nin dünya halklarına kan kusturan politikalarına karşıyız. Sosyalist İşçi, Türkiye’de en büyük savaş karşıtı hareketin,
1 Mart tezkeresini reddeden ve hem ABD’nin neoconlarının hem de dönemin hükümetinin öfkesini üzerine çeken antikapitalist savaş karşıtı hareketin inşacısı ve sesi olmuştur. Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nda İncirlik Üssü’nün kapatılması için mücadele ettik, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun NATO dağıtılsın kampanyalarında aktif bir şekilde yer aldık. NATO elbette bir suç örgütüdür. Bir darbe örgütüdür! Bir katliam örgütüdür! ABD’nin küresel ölçekte 20. ve 21. Yüzyılda döktüğü kanın, yarattığı yıkımın tarifi çok zor. Fakat bu, ABD’den silah almama karşılığında Rusya’dan silah almanın doğru olduğu anlamına gelmez. NATO bir suç örgütüdür! Doğru. Ama Rusya’da suçlu bir devlettir! Çeçenistan’da onbinlerce sivili öldüren Rus rejimi, 2012 yılından beri Esad rejimini destekliyor ve rejimin katliamlarının da sorumlularından birisi. Putin rejimi suç üreten bir makinedir! Üstelik bu suçlar insanlık suçlarıdır. Türkiye’nin yapması gereken iki emperyalist bloktan birisiyle bağlantılı olmak değil, her ikisiyle de askeri işbirliğine son vermesidir! Emeklilerin ardından Türk-İş’te örgütlü kamu işçilerine de yüzde 5 zammın teklif edildiği, işsizliğin yüzde 9’dan yüzde 14’e yükseldiği, başta gıda olmak üzere temel tüketim mallarında fiyatların yüzde 50 arttığı, Türk lirasının yüzde 50 değer kaybettiği ve hızla yoksullaştığımız koşullarda, halkın yararına olacak tek şey, milyonlarca dolar değerindeki füze anlaşmalarını, F35 anlaşmalarını çöpe atmaktır. Yapılması gereken şey bütçeden aslan payının emekçiye, yeni iş alanlarına, sağlığa, eğitime, doğanın ve hayvanların korunmasına ayrılmasıdır. Yapılması gereken şey, savaş araçlarının yatırımlarına son vermektir. İç politikada eşitliği, adaleti, özgürlükleri, halkların eşit koşullarda kardeşliğini tesis etmek, dış politikada ise tüm komşularla barış içinde bir arada yaşamanın olanaklarını zorlamaktır. Antiemperyalist olmak, bu politikaları savunmaktan geçer, yoksa emperyalist Rusya’nın füzelerini satın almayı savunmaktan değil.
En fazla mültecinin yaşadığı ülkenin yönetimi, övgülerin ve eleştirilerin konusu olan 7 yıllık göçmen politikasını değiştiriyor. AKP'ye yakın gazetecilerin haberlerine göre 23 Haziran yenilgisi yapılan bir MYK toplantısında bazı milletvekilleri mülteci politikasının değiştirilmesi gerektiğini söylüyor. Mültecilerin seçim kaybettirdiğini söyleyen AKP milletvekillerine Erdoğan'ın yanıtı şöyle aktarılıyor: “Bu konuda yeni adımlarımız olacak. Ülkelerine dönmelerini teşvik edeceğiz. Suç işleyenleri kesinlikle sınır dışı edeceğiz. Ayrıca Suriyelilerden aldıkları sağlık hizmeti karşılığında bir katkı payı alınmasını öngörüyoruz.” Mültecilerden katkı payı alınmadığı ırkçı kampanyaların konularından biriydi. Mültecilere misafir deyip 7 yıl boyunca haklarından mahrum eden, statüleri ve entegrasyonları hakkında hiçbir şey yapmayan hükümet, şimdi gitmelerini istiyor. Soylu ve İmamoğlu arasındaki anlaşmışlık 31 Mart yerel seçimleri sonrası yaratılan ırkçı atmosfer, saldırılar ve sahil yasağı gibi uygulamalarla birlikte "Suriyelilerin gönderilmesi", iktidar ve muhalefet partileri tarafından vaat haline getirildi.
Savaştan kaçan Suriyeli mülteciler
mişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu da 23 Haziran öncesi açıkça aynı vaatte bulundu. İçişleri Bakanlığı'na bağlı kolluk kuvvetleri, tam da İmamoğlu'nun istediği gibi operasyonlar yapıyor. İktidar ile muhalefet arasındaki anlaşmışlık ve rekabet, tehlikeli sonuçlarını yaratmış durumda. Mültecilere operasyon İstanbul'da polis ve bekçiler, her yerde Arapları durdurup belgelerini soruyor. Hedef kaydı bulunmayan mülteciler ve başka ilde kayıtlı olup da İstanbul'da ikamet edenler. Suça karıştıkları ve yasadışı giriş yaptıkları söylenen bazı mülteciler sınır dışı edilmeye başlandı. Bazı tanıklar, sınır dışı edilenlerin İdlib'e ya da Afrin'e gönderildiğini söylüyor.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 23 Haziran öncesi '6 ayda 50 bin Suriyeli'yi sınırdışı edeceğiz' de-
Sınır dışı edilme korkusu yaşayan Suriyeliler kaldıkları yerlerden dışarı çıkamıyor.
SINIR DIŞI ETMEYE SON! SURİYELİLERE DOKUNMAYIN!
hedefe konduğu bir dönem.
"Hepimiz Göçmeniz - Irkçılığa Hayır" kampanyası son iki günde mültecilerle ilgili sınır dışı etme haberleri üzerine bir açıklama yayımladı: “İstanbul Valiliği bugün yayınladığı bir bildiri ile kayıtsız veya kayıtlı olduğu il dışında ikamet eden tüm göçmenlerin peşine düşeceğini bildirdi. Bu vesile ile ‘düzensiz göç ile mücadele’ diye bir programın olduğunu öğreniyoruz. İçinden geçtiğimiz dönem, başta Suriyeliler olmak üzere tüm göçmenlerin artan bir şekilde
Yerel seçimlerin hemen sonrasında böyle bir manevranın valilikten gelmesi, bugüne kadar göçmenler konusunda yumuşak yüzünü göstermeyi tercih eden hükümetin de göçmen düşmanlığı konusunda aktif rekabete gireceğinin sinyallerini vermesi bakımından özellikle kaygı verici. Bu manevrayı basit bir planlama faaliyeti olarak görmediğimizin altını çizmek istiyoruz. Yalanlarla pişirilen göçmen düşmanlığına göçmenleri diken üstüne oturtarak cevap veren politikalar, ırkçılığı beslemekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu ülkede bir göçmen sorunu varsa eğer, göçmenler bu soru-
Suriyeli mültecilerin çalıştığı atölye ve işyerlerine denetimler de sıklaştı. Kaydı bulunmayan işçiler hakkında işlem yapılırken, işyeri sahibine yüksek para cezaları kesiliyor. Bir çok patron, binlerce mülteci çalışanı işten çıkardı. Polis, mülteci işçilerin kaldığı depoları, bekar odalarına baskınlar düzenliyor. Süleyman Soylu ile hemfikir olan Ekrem İmamoğlu, Suriyeli mülteciler hakkında yaptığı açıklamalarda sık sık İstanbul'un özellikle çeşitli ilçelerinde yaşayan Suriyelilerin bir sorun olduğunu söyleyerek hükümeti mültecilerin Türkiye içinde serbest dolaşımına izin verdiği için eleştirmişti. Mültecilere karşı operasyonlar Fatih, Zeytinburnu, Bağcılar, Esenler ve Esenyurt gibi ilçelerde yoğunlaşıyor. Bu ilçeler, İmamoğlu ve Soylu'nun işaret ettiği yerler. Irkçı kampanyalar ve aşırı sağ politikaların hedefinde olan göçmenlerin zor hayatı, şimdi alt üst olmuş durumda. nun kaynağı değil mağdurlarıdır. Göçmenleri salgın hastalık gibi gören politikalar sorunu yalnızca derinleştirecektir. Yapılması gereken senelerdir bu topraklarda yaşayan ve çalışan milyonlarca insanın artık fiilen yurttaş haline geldiklerini kabul etmek ve yeni siyasetlere bu anlayışın yön vermesi için çalışmaktır. Göçmenler için daha fazla denetim değil, kalıcı hak ve statü istiyoruz. Irkçılığa meşruiyet veren siyasetleri üretenleri, besledikleri nefret ortamının toplumsal maliyetini bir kez daha düşünmeye çağırıyoruz. Irkçılığa hayır, hepimiz göçmeniz! 22.07.2019”
GÜNDEM
OSMAN KAVALA İÇİN ADALET!
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
ÇÖZÜM SÜRECİ VE AKP Özellikle 23 Haziran seçimlerinin ardından AKP’nin yaşadığı büyük başarısızlık, Kürt sorununun çözümünü ertelemeden yana olan eğilimlerin daha kendisine güvenli ifade edilmesine neden oldu. “AKP’yle barış olmaz!” anlayışı güçlendi. Cumhuriyet tarihinin en büyük çözüm süreci adımları AKP’nin 2015 yılında yeniden sertlik politikasına dönmesiyle allak bullak oldu. Sürecin muhalif tüm figürleri hapsedildi. Yüzlerce insan öldü, binlerce insan tutuklandı. Çözüm süreci günlerinde elde edilen haklar, teker teker geri alındı ve alınmaya çalışılıyor. Kürt sorununun her düzeyde tartışılmaya başlandığı zeminden geriye, barış isteyenlerin hızla suçlu ilan edildiği bir evreye geçildi. Bu evre o kadar ağır bir baskı ortamı olarak yaşanıyor ki, eski başbakanlardan birisiyle röportaj yaptığı için üç gazeteci birden işinden olabiliyor. Bu durum, barış için AKP dışında bir muhatap arama duygusunu doğal olarak güçlendiriyor. Sosyalistler açısından bu eğilim iki yanlışı birden barındırıyor: Bu yanlışlardan birisi çözüm süreci gibi bir süreçte ezilenlerin muhatabının egemen sınıf saflarından kim olacağını, ezilenlerin belirleme şansı ola-
Osman Kavala
maz. Kürt halkı, o günkü şartlar altında kim çıkarsa
Gezi davasının bir önceki duruşmasında aktivist Yiğit Aksakoğlu’nun tahliye edilmesinin ardından, gözler davanın tek tutuklu sanığı Osman Kavala’nın serbest bırakılıp bırakılmayacağına çevrilmişti. 1 Kasım 2017’den beri tutuklu olan Kavala, 18 Temmuz’daki oturumda da tahliye edilmedi.
mış eylemler olduğunu dile getirdi. Türkiye çapında milyonlarca insanın katıldığı, milyonlarca insanın sempatiyle baktığı bir sosyal hareket, AKP hükümeti ne düşünürse düşünsün, 16 kişi tarafından kurulmuş bir “komplo” olamaz. Eylem yapmak, ifade ve örgütlenme özgürlüğü herkesin sahip olduğu temel haklardır.
Başka birçok davayla birlikte, 16 kişi için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen Gezi davası, Türkiye’de hukuk sisteminin nasıl adaletsizliklerin sistematikleştirildiği bir araç hâline getirildiğinin iyi bir göstergesi. 6 yıl önce gerçekleşen demokratik ve kitlesel protestolarla ilgili “suç” yaratmaya çalışan iddianame, Osman Kavala cezaevine konulduktan tam 16 ay sonra tamamlanabildi. Yazılan iddianame ise hukuk açısından bir skandal. Metinde suç teşkil eden herhangi bir fiilin gerçekleştirildiğine dair en ufak bir kanıt dahi bulunmazken, siyasi değerlendirmeler yapılıyor, örneğin milyonlarca insanı özgürlük için sokağa döken Arap devrimleri, “hükümet devirme” bağlamında konspiratif ve “yabancı güçlerin” müdahil olduğu süreçler olarak tarif ediliyor. İddianamede “Sorosçuluk” analizleri yer alıyor.
Hükümetlerin uygulamalarını eleştirmek, toplumdaki siyasi kanaatleri değiştirmek için bir araya gelmek ve eylem yapmak da meşru bir haktır. Gerektiğinde hükümet de bu hakkını kullanmakta, 15 Temmuz’da olduğu gibi antidemokratik girişimleri sokakta kitlelerin seferberliğiyle durdurmayı denemektedir.
Gezi’ye katılmak suç değildir! Kavala duruşmada Gezi eylemlerinin “hükümeti ortadan kaldırmak için” kurulmuş bir komplo değil, hükümeti bir yanlıştan döndürmek için yapıl-
Kaftancıoğlu’dan Demirtaş’a Hukukun muhalifler üzerinde bir baskı ve tehdit aracı olarak kullanılması, tüm toplumdaki adalet duygusunu zedeliyor. CHP İstanbul il başkanı Canan Kaftancıoğlu, 6 yıl önce yaptığı sosyal medya paylaşımları ve üretilen sahte delillerle yargılanmak isteniyor. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Cumhuriyet gazetesi yönetici ve yazarları hakkında yürütülen skandal davanın ardından beraat talep ediyor. Özgür Gündem’le dayanışanların yargılandıkları davada sanıklar beraat alırken, hakim “Bu davaların ülkemizin gündeminden düşmesi için biz de elimizden geleni yapıyoruz” diyor. Selahattin Demirtaş ve diğer HDP’li vekiller, siyasi süreçlerin bedelini ha-
piste yıllar geçirerek ödüyorlar. OHAL dönemindeki cadı avında binlerce kişi haksızca hapse atıldı. Adaletsizlik öyle bir boyuta vardı ki, hükümet dahi yargının işlemediğini kabul ederek “reform” yapmayı gerekli görüyor!
karşısına, onunla görüşür, onu muhatap alır, haklarını
Yeni cezaevleri değil demokrasi!
kinin daha demokratik kurallar içerisinde cereyan et-
Beş yıl altındaki cezalara Yargıtay yolunu açılması ve infaz yasasında yapılacak değişiklikle yaklaşık 50 bin tutuklunun tahliyesi beklenirken, MHP’nin karşı çıkmasıyla yargı reformu tartışmaları adli tatilin sonrasına bırakıldı. Bu örgüt siyasi gerekçelerle hapse atılanların çıkmamasını savunurken, kendi sempatizanı lümpen çetelerin mensuplarının, adi suçluların salıverilmesi için kampanya yapıyor. Yapılması gereken, hukukun siyasi muhalifleri bastırmak için bir araç olarak görülmekten vazgeçilmesi; başta Kürt siyasi hareketi olmak üzere gazetecilerin, barış akademisyenlerinin ve benzerlerinin yargılandığı tüm davaların düşürülmesidir. İnsanlar iddianame dahi olmadan aylarca tutuklu kalmamalı. Hukukla bir ilgisi olmayan, siyasi kanaatler bütününden oluşan taraflı iddianameleri hazırlayanlar hakkında yaptırım uygulanmalıdır. Sorun cezaevlerinin kapasitesini artırarak değil, ancak ve ancak siyasal demokrasinin sınırlarını genişleterek çözülebilir. Bu da geniş kitlelerin aşağıdan mücadelesini gerektiriyor.
ona kabul ettirmeye çalışır. İkinci hata ise sorunun çözümünde hükümetin tek muhatap olduğunu düşünmek. Devlet çeşitli kanatlarıyla ve örgütleriyle böyle süreçlerin asli muhatabıdır her zaman. Seçilmişlerle atanmışlar arasındaki kadim iliştiği siyasal rejimlerde çözüm sürecinde egemen sınıfın yepkare bir görüntü sergilemesi mümkündür ama esas olarak daima bir şahinler-güvercinler bölünmesiyle karşılaşmamız neredeyse bir kuraldır. Bunun ötesinde, ezilen halk, demokratik kitle örgütleri, insan hakları kuruluşları, gazeteciler, sanatçılar ve sendikalar ve yazarlar bir başka cepheyi oluşturur. Bu cephe esas olarak devlete basınç yapmaya çalışır ve sürecin bu açıdan muhatabıdır. AKP, bir önceki süreci kendisi açısından işlevli bir zemin olarak örgütlemek istediği için tek muhatap olarak görünmeye çalıştı. Şimdi ise o günlerle kıyasladığımızda çok daha güçsüz, gerileme süreci içine girmiş bir AKP’yle karşı karşıyayız. Yine de bu çözüm, diyalog ve barış gibi taleplerin, AKP’nin iktidardan uzaklaştığı günlere havale edilmesi anlamına gelmez. Kürt halkının taleplerinin, Türkiye’nin genel sorunlarının çözümü için ertelenmesini talep etmek hiç kimsenin hakkı olamaz! Bu gün “muhalif cephede” görünenlerin, muhalefetin daha solda duran kesimleriyle AKP karşıtlığı dışında nerelerde ortaklaşabildiğine ve daha da önemlisi Kürt halkının özlemlerine hangi açıdan baktığına dikkat etmek zorundayız.
4
DÜNYA
İKLİM ACİL DURUMU İLAN EDEN ÜLKELERİN SAYISI ARTIYOR
TRUMP’TAN KADIN KONGRE 821 MİLYON İNSAN AÇ! ÜYELERİNE IRKÇI HAKARET
Birleşmiş Milletler'in (BM) yayınladığı 2019 Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Raporu'na göre 821 milyon kişi açlık tehdidi altında.Son üç yılda açlık koşullarında yaşayan insanların sayısı giderek artarken, yaklaşık 149 milyon çocuk ise açlık nedeniyle büyüme geriliği sorunu yaşadı.Bu sayı dünya nüfusunun yüzde 11'ine denk geliyor.
İsveçli Lise öğrencisi Greta Thunberg’in başlattığı okul grevi daha bir yılını doldurmadan tüm dünyaya yayıldı. İngiltere’de 10 gün boyunca şehrin ana caddelerini ve köprülerini kapayan Yokoluş İsyanı ise bu öğrenci grevleri üzerine hükümetin İklim Acil Durumu ilan etmesini talep etmişti. 2030 yılına kadar karbon salımını sıfıra çekmek amacıyla somut bir plan hazırlanmasını savunan aktivistlere İşçi Partisi de destek verdi ve İşçi Partisi’nin parlamentoya sunduğu Acil Durum karar taslağı kabul edildi. Böylece İngiltere tüm dünyada iklim için acil durum ilan eden ilk ülke oldu. İngiltere’nin ardından İrlanda parlamentosu da İklim Acil Durumu’nu parlamentoda kabul ederek ilan etti. Daha sonra Portekiz ve Kanada parlamentoları da acil durum kararı aldılar. En son Arjantin parlamentosu aynı kararı aldı. Bugüne kadar 17 ülkede 820 yasama organı İklim Acil Durumu ilan etmiş durumda. Bunların büyük çoğunluğu yerel yönetimlerden oluşuyor ve neredeyse tamamı acil durum ilanını 2019 yılı içerisinde kabul ettiler. İklim Acil Durumu ilan eden yönetim bölgelerinde toplam 190 milyon kadar insan yaşıyor.
Rapora göre kötü beslenmenin en yaygın olduğu kıta, bölge nüfusunun yüzde 20’sinin etkilendiği Afrika. Yani Afrika’da her beş kişiden biri açlık çekiyor. Rashida Tlaib, İlhan Omar, Alexandria Ocasio-Cortez, Ayanna Pressley
ABD’nin ırkçı ve cinsiyetçi başkanı Donald Trump, ABD Kongresi’nin seçilmiş dört kadın üyesine ırkçı hakaretlerde bulundu. Trump, aileleri Latin Amerika ve Afrika kökenli olan kadın kongre üyeleri Alexandria Ocasio-Cortez, İlhan Omar, Rashida Tlaib ve Ayanna Pressley için şu tweet dizisini yazdı:
da bulundu. Ocasio-Cortez Twitter mesajında “Bizi seçen Amerika’yı kabullenememesinin üstüne, bizim senden korkmadığımızı da kabullenemiyorsun” dedi. İlhan Omar, Trump’ın ‘beyaz milliyetçiliği körüklediğini’ belirtip ABD Başkanı için “gördüğümüz en kötü, en yolsuz, en beceriksiz başkan” ifadelerini kullandı.
“Hükümetleri tam bir felaket olan, dünyanın en kötü, en yozlaşmış ve beceriksiz ülkelerinden gelen Kongre’nin ‘ilerici’ Demokrat kadınlarını görmek çok ilginç. Şimdi yüksek sesle ve şiddetle dünyanın en büyük ve en güçlü ulusu olan ABD halkına, hükümetin nasıl yönetilmesi gerektiğini söylüyorlar. Neden tamamen felaket olan ve suça bulaşmış ülkelerine geri dönüp düzeltmeye yardımcı olmuyorlar?”
ABD Temsilciler Meclisi ise hızla bir karar alarak Trump’ın tweetlerini ırkçı olarak niteledi ve kınadı. Karar, Demokratların oyları ve dört Cumhuriyetçi temsilcinin destek oylarıyla kabul edildi.
Oysa tüm bu isimler ABD vatandaşı. İlhan Omar hariç hepsi ABD doğumlu. Omar ise çok küçük yaşta ABD’ye göç etmiş. Bu tweetlerin ardından çoğunluğun Demokrat Parti’de olduğu ABD Kongresi’nden çok sayıda üye Trump’ı ırkçılıkla suçlayan paylaşımlar-
İNCİRLİK’TE NÜKLEER SİLAH VARLIĞI BİR KEZ DAHA DOĞRULANDI Fransız haber ajansı AFP, NATO Parlamenter Asamblesi Savunma ve Güvenlik Komitesi için hazırlanan bir raporda, Türkiye ile birlikte altı Avrupa ülkesindeki askeri üslerde çoğu B-61 tipi olmak üzere 150 Amerikan nükleer silahının saklandığı bilgisinin yer aldığını bildirdi. Rapora göre nükleer
Ancak tepkilere rağmen geri adım atmayan Trump, bu ırkçı tweetlerden birkaç gün sonra Kuzey Carolina eyaletinde gerçekleştirdiği bir miting sırasında, aynı kadın temsilcilere yönelik olarak taraflarına “Geldiğiniz yere geri dönün” sloganını attırdı. Kendisine yönelik ırkçılık suçlamalarına karşı esas kadın üyelerin ırkçı olduğunu yine attığı tweetlerle açıkladı: “AOC (Alexandria Ocasio-Cortes) ve bu güruhun bir grup komünist olduklarını hepimiz biliyoruz. İsrail’den, kendi ül-
silahların bulunduğu NATO üsleri arasında İncirlik Üssü de var. Ancak bu yeni bir bilgi değil. 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında ABD’de İncirlik’teki nükleer silahların güvenliği tartışma konusu olmuştu. Böylece dünya kamuoyu nükleer silahların varlığını resmi ağızlardan öğrenmişti. 2016’da Kongre’ye bağlı Araştırma Servisi’nde görevli nükleer politika uzmanı Amy Woolf, İncirlik’te 50 adet B-61 modeli termonükleer silah bulun-
kemizden nefret ediyorlar. Sınır muhafızlarımıza, toplama kampı muhafızları diyorlar, İsrail’e destek olanları Binyamin Netanyahu’ya destek vermekle suçluyorlar, Yahudi karşıtılar, Amerika karşıtılar.” Trump, başkan olduğu günden beri beyaz üstünlükçü gruplar ülkede yürüyüşler düzenliyor, toplantılar organize ediyor. Ülkede sık sık beyaz olmayanlara yönelik ırkçı saldırılar yaşanıyor. Trump, açıkça göçmenlere karşı ırkçı açıklamalarda bulunuyor. Göçmenler için ‘teröristler’ ve ‘suçlular’ gibi kavramlar kullanıyor. Sınıra duvar örüyor. Ancak Trump’ın yükselttiği ırkçılığa rağmen, 2020 seçimlerine yaklaşılırken, ABD’de ‘sosyalizm’ genç bir kuşak için soğuk savaş döneminde sahip olduğu gibi olumsuz bir anlam taşımıyor. Başkanlık seçimlerinden sonra gerçekleşen Kongre seçimlerinde çoğunluğun Demokratlara geçmesi, üstelik çok sayıda Afrikalı ve Latin üyenin Kongre’ye seçilmesi ve ilk kez Müslüman bir üyenin de seçilmiş olması Trump’ın ırkçılık karşıtları tarafından durdurulabileceğini gösteriyor.
duğunu söylemişti. Konuyla ilgili açıklama yapan ABD Hava Kuvvetleri Sekreteri Deborah Lee James, “İncirlik’te nükleer silahlar var. O nükleer silahlar emniyette ve güvende. Bundan eminiz.” diye konuşmuştu. Ardından da ABD, üssü büyük ölçüde boşaltmıştı. İncirlik’teki nükleer silahların taşınması da o dönem tartışma konusu olmuş ancak ABD bunu doğrulamamıştı. En son çıkan rapor, nükleer bombaların üste kalmaya devam ettiğini gösteriyor.
BM Dünya Gıda Programı (WFP) Başkanı David Beasley, "2030'a kadar sıfır açlık hedefimize ulaşamayacağız" dedi. Yine BM tarafından 2030 yılına kadar sıfır-karbon ekonomisine geçilmezse küresel ısınmanın geri dönülemez noktaya ulaşacağı açıklanmıştı. Bu da kuraklığın artması, tarım üretiminin düşmesi ve açlığın daha da artması anlamına geliyor. Bu yılın hemen başında, yoksulluğa karşı çalışmalarıyla bilinen yardım kuruluşu Oxfam da yayınladığı raporda, dünyanın en zengin 26 kişisinin, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50'sini oluşturan 3,8 milyar insanın toplam varlığına eşit servete sahip olduğunu açıklamıştı. Marx, kapitalizm altında işçilerin emeğinin zenginliğin gerçek kaynağını olduğunu vurgulamıştı. Ancak işçiler, kapitalistler için zenginlik yaratırken kendileri için yoksulluk üretirler. Bu elbette mutlak bir yoksulluk değildir. Ekonomik gelişme işçi nesillerinin öncekilere göre daha iyi şartlarda yaşamasına yol açabilir ancak o ülkedeki zenginlerin yaşamıyla kıyaslandıklarında aradaki refah farkı sürekli olarak artar. Kapitalizm, insan ve doğa gücünü hiç durmayan bir sermaye birikimi makinesinde öğütüyor. Trilyonlarca dolarlık bütçeler tüm insanlığın ve ekolojinin düşmanı silah sanayisine ve bir dizi diğer yıkıcı sanayiye harcanıyor. Tüm dünya nüfusunu doyurmaya yetecek kadar gıda üretimi yapılabiliyorken raporda bahsedildiği üzere 821 milyon kişi aç. Küresel ısınma on yıllardır bilinen bir gerçek iken şirketlerin ve devletlerin ekonomik rekabeti, karbon salımını sıfıra indirmek için gereken adımların atılmasını imkansız kılıyor. Kapitalizm, insanlık için açlık, savaşlar, işsizlik ve en sonunda insan türünün topyekûnyok oluşundan başka bir gelecek vaat edemez durumda. Ancak bu gidişi durdurmak da mümkün. Dünyanın her yerinde yüz milyonlarca insan açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşlara, küresel ısınmaya karşı sokaklara inmeye devam ediyor. Kapitalist toplumun temeli emeğin sermaye tarafından kontrolüne dayanıyor. Bu nedenle de kapitalizmin zincirleri ancak işçilerin üretim araçlarına el koyması ile kırılabilir. Tek amacı sermaye birikimi yapmak olan kapitalist üretim yerine, amacı toplumun ihtiyaçlarını karşılamak olan, insanın da bir parçası olduğu ekolojiye mümkün olduğunca uyum gösteren başka bir üretim biçimi mümkün.
RÖPORTAJ
5
POLAT S. ALPMAN: “GÖÇMENLERİ GERİ GÖNDERMEK SUÇ” Suriyeliler başta olmak üzere Türkiye’de göçmenlere dönük yükselen ırkçılığı, İstanbul’da başlayan sınır dışı etme uygulamalarını ve ırkçılık karşıtı mücadeleyi Göç Araştırmaları Derneği’nden akademisyen Polat S. Alpman ile konuştuk.
Türkiye’ye sığınan Suriyeli mülteciler İstanbul’da göçmenlere dönük sınır dışı etme işlemleri başladı. Sürekli göçmenleri almakla övünen iktidarın bu uygulamasını neye bağlıyorsunuz? Birkaç tane görüş var bu meseleyle ilgili. Birdenbire bu politika değişikliği nasıl ortaya çıktı diye sorulduğunda üç nedenden söz ediliyor. Bunlardan ilki yerel seçim sonuçları, toplumun AKP’ye dönük tepkisinin altında sığınmacıların yer aldığı söyleniyor, ondan dolayı da tabanı yeniden kazanmak için böyle bir politikaya başvurdukları iddiası. Bir diğer iddia Esad hükümetiyle bir anlaşmaya varıldığı, o anlaşmanın parçalarından birinin bu iade dedikleri sürecin işlemesi olduğu. İade oldukça fonların da Suriye’ye aktarılacağına ilişkin bir iddia var. Bir üçüncüsü de Rusya’yla bu S-400’lerle başlayan “güzel ve sevimli” ilişkinin devam edebilmesi için Türkiye’deki Suriyelilerin iade edildiğine ilişkin söylentiler. Bunların hangisi doğrudur, hepsi belirli ölçülerde mi doğrudur, gerçekten bu iş bu sebeplerle mi yoksa bizim bilemediğimiz başka bir nedeni mi vardır? Bu sorular çoğaltılabilir ama vaka nedir diye baktığımızda, vaka illegal deportasyon dedikleri durum. Yasadışı bir sınırdışı etme var, hikâye bu. Bu da suç yani şu an bu sınırdışı etme işini icra edenler aslında 6458 yabancılarla ilgili yasaya, hem de ta 51’den beri sürdürdüğümüz uluslararası anlaşmaların hepsine aykırı davranıyorlar. Geri göndermeme en temel ilke. Tamam, burada eğitim haklarını, sağlık haklarını sağlayamayabiliriz, birçok anlamda eksiğimiz olabilir bunlar ayrı bir konu ama anlaşmanın temeli geri göndermemek, iade etmemek üzerinedir. İkinci bir boyutu daha var, Türkiye’de pek konuşulmayan bir şey sınırdan geri gönderme denilen hadise. Mülteci veya sığınmacı sınıra kadar geliyor, sen onu sınırdan içeri almıyorsun. Bu da geri göndermeme ilkesinin ihlali. Türkiye’de şimdi fena hâlde bir sıkışmışlık var, milyonlarca sığınmacı var, ne yapacaklarını bilemiyorlar ve bunun faturasını da yine en alttakine çıkarmaya çalışıyorlar, yine sığınmacıların tepesine biniyorlar. İktidar göçmenlere nasıl yaklaşmalı, bu konuda ilkeler ne olmalı? Aslında bununla ilgili yeniden yeniden tartışmaya, konuşmaya gerek yok. Dünyanın zaten bu konuda geldiği belirli standartlar var, bu standartları çalıştırsak sorun kendiliğinden çözülecek. Problem şu, Türkiye’de siyasal alan inanılmaz derecede sağa kaydığı için seçmenlerde bir delirme hâli var. Bütün sorunlarının kaynağını yöneticilerde ara-
mak yerine, iktidarıyla muhalefetiyle hepsinden söz ediyorum, onlarda aramak yerine dönüp sığınmacılardan bir biçimde haklarını istiyorlar. Yahu yanlış kardeşim! Asgari ücreti bu hâle getirenler bu insanlar değil, kiraları yükseltenler bu adamlar, bu kadınlar, bu çocuklar değil, bunlar seninle benzer koşullarda yaşamaya çalışan insanlar. Bizim ihtiyacımız olan şeyin ben hukuki düzenlemeler olduğunu düşünmüyorum, bizim ihtiyacımız olan şey daha siyasal alanda bir mücadele, hakikaten demokrasinin ilkelerini çalıştırabileceğimiz, daha şeffaf, daha eleştirel... Bunları içeren bir şey lazım bize. Tam da bu noktada şunu soracağım. Göçmen meselesiyle birlikte yükselen genel ırkçılık ve Arap düşmanlığına karşı siyasal alanda ne yapmalı? Bizde Arap düşmanlığı meselesi biraz Kemalizm’le de ilgili yani biz Arapları kendimizin arkaik bir yansıması olduğu için de sevmiyoruz. Her an onlara benzeme ihtimalimizin olması bizi ürkütüyor, bizim modern taraflarımızı acıtıyor. Biz hep Avrupa’ya, onlara benzemek isteyen kimliklerin içerisindeyiz hep. Böyle bir tarafı var. Bir tür gölge düşman bizim için Araplar, çok tanıdığımız, çok bildiğimiz, yakınımızda olan, benzerliklerimizin çok olduğu ama benzemekten nefret ettiğimiz kişiler. Arap düşmanlığıyla mücadele etmeyi biraz Kürt meselesine de benzetebiliriz ancak karşılaşmalarla, tanışmalarla, biraz yakınlaşmalarla geriletmek mümkün ama bunlar biraz daha sosyokültürel, sosyopolitik mücadeleler. Acil olarak yapılması gereken şey ne diye düşündüğümüzde, siyasetçilerin dilini biraz daha hakların kullanımına ilişkin o serbestiye çekmek ama bütün bir alanın felç edildiği, akademinin, medyanın, hukukun işleyişinin paramparça edildiği bir yerde haklardan bahsetmek kime ne ifade edecek? Bugün hükümet de konu mülteciler olunca bunu hak üzerinden tartışmıyor ki. Kendini bir merhamet abidesine, bir merhamet merkezine dönüştürüp, merhamet, hoşgörü, kardeşlik gibi değerler üzerinden anlatmaya çalışıyor hadiseyi. Şunu zorlamamız lazım, başta muhalefet olmak üzere, CHP’yi HDP’yi kast ederek söylüyorum, bu hak temelli söylemlerin altını çizecek bir siyasal dili inşa etmek için belki mücadele etmeliyiz. Kimse kimseyi sevmek zorunda değil ama herkes bir diğerinin yaşam hakkına saygı göstermek zorunda.
seçmen kesimleri arasında çok ciddi bir fark görünmüyor. İşte HDP Kürt kimliği üzerinden epey bir mağduriyet yaşamış bir siyasal hattı temsil ediyor onlar da konu Suriyeliler olduğunda önemli ölçüde “gitsinler” kanadında yer alıyorlar. Son dönemde birkaç umut verici olay da oldu. Suriyelerin sahile alınmaması üzerine tepkiler yayıldı, karar geri çekildi. Göçmen meselesi konusunda muhalefette veya en azından sol içinde bir farkındalık doğuyor mu sizce? Kuşkusuz. Aslında şöyle bir politik tutum benimsenebilir, ben çok sık dile getiriyorum, iyi örnekleri sürekli ön plana çıkartıp, kötü örnekleri gözden uzak tutmaya çalışmak. Örnek olarak da şunu veriyorum, güçlü göçmen, iş sahibi göçmen, başarılı göçmen, kendi hayatına anlam katmayı başarmış bir sığınmacı profili; sürekli zarar gören, sürekli aşağılanan, horlanan, tehdit altındaki göçmen figüründen uzaklaşmamız lazım, bu göçmenlerin her an zarar görebilir olma hâlini besleyen bir şey çünkü. Türkiye’de hâlen çok az, eğitimli bir kesimin içerisindeki çok az, işte sol diyelim, seküler diyelim, biraz daha dünyaya entegre diyelim, bunlar arasında kimi zaman ortaya çıkan dayanışmacı ruh hâli hükümetle çok ciddi çatışmadıklarında işe yarıyor yani kamuoyu oluşturabiliyorlar ama hükümetle çatıştıkları yerde çok zayıf kalıyorlar çünkü sayıca çok azlar. BU belediye mesele tutmadı çünkü hükümetin belediyeleri değildi bunları yapan, CHP’li belediyelerdi. Acaba aynı kararı AKP’li belediyeler uyguladığında sonuç ne olur? Yani böyle bir tersinden okuma ile düşündüğümüzde aslında çok da fazla bir kazanıma sahip olmadığımızı fark edeceğiz.
Muhalefetin göçmenlere bakışındaki sorunlar neler?
Bu tür denemeler yapılıyor. İşte plajı yasaklıyor mesela, sen o plajı yeniden açtırdığını düşünüyorsun, doğru işte uğraşıyoruz, açtırıyoruz ama acaba Suriyeliler oraya artık gerçekten rahatlıkla girebiliyorlar mı? Biz sadece belediye meclisinin kağıt üzerinde artık böyle bir kararı olmadığını biliyoruz ama orada bir şey oldu. Orada yaşayan esnafın hiç gündeminde olmayan bir mesele artık gündemine girdi, artık o plajdaki Suriyelilere belediye meclisi bu kararı vermeden önceki gibi bakmayacak. Benim ırkçılıkla ilgili en büyük korkum şudur, hep aynı şeyi söylüyorum: Yapabilecekleri şeyleri fark etmeye başladıkları anda ırkçılar, onları yapmanın yollarını ararlar. Böyle bir tarafı var bu işin.
Yakında IPSOS veya KONDA’nın yaptığı bir araştırmada
(Röportaj: Can Irmak Özinanır)
6 GÜNDEM
YÜZDE 5+4 ZAM KABUL
Maden işçileri grev sürecinde
Hükümet emekliye verilen yüzde 5 zammın ardından kamu işçilerinin toplu sözleşmesinde ilk 6 ay yüzde 5, ikinci 6 ay ise yüzde 4 zam teklif etti. Son bir yılda enflasyonun en az yüzde 20, gıda fiyatlarının yüzde 50 arttığı bir dönemde, Türk-İş bu öneriye“konuşulacak bir tarafı yok, kabul edilir, müzakere edilir bir tarafı yok” diyerek tepki gösterdi. Hükümetin, kamu işçisine önerdiği yüzde 5+4'lük teklifi gündemlerine alan Kamu-Sen ve Memur-Sen başkanları da bu teklifin kendilerine yapılması halinde bunu kabul etmeyeceklerini belirttiler. Krizin faturasını ödemeyeceğiz Hükümetin bu açık işçi düşmanı politikasını geriletmek için işçi ve memur sendikaları üretimden gelen güçlerini kullanmak zorunda. Son yıllarda hükümetin sürekli grevleri yasaklayan tutumuna karşı yeterli tepki göstermeyen sendikalar, bu krizin faturasını ödemememek için artık ayağa kalkmalı. Sendikaların işçiyi koruyan toplu sözleşmeler yapabilmesi, ancak grev silahını gerektiğinde kullanabilme kapasitelerine bağlıdır. Grev yapamayan sendika, güçlü bir toplu sözleşme imzalayamaz. Grev hakkı olmaksızın, sendikal örgütlenmeler zayıf kalır, toplu sözleşme hakkının “toplu dilenme” hakkından başka bir anlamı kalmaz. Her demokratik hak gibi grev hakkı da asıl olarak işçi sınıfının kendisi tarafından korunmalıdır. Siyasal iktidarlar herhangi bir demokratik hak gibi grev hakkını da kolaylıkla ortadan kaldırabilmektedir. Bu konuda tüm emek örgütleri bir araya gelmeli ortak bir mücadele sergilemelidir. Artık grev hakkımızı tekrar kullanmaya başlamak, kazanan grevler örgütlemek zorundayız. İşçi daha çok vergi ödüyor AKP ile birlikte çalışanlar daha çok vergi öder hale geldi. 2002’de gelir vergisine tabi ilk vergi dilimi 3.800 lira idi. Bu rakam kişi başına milli gelir artışı kadar artırılsaydı ilk vergi diliminin 2019’da en az 37.7 bin lira olması gerekirdi.
Oysa bugün 18 bin lira. Emekli aylıklarının artışında da milli gelir artışı hesaba katılmadığı için bu aylıklar da geriliyor. 2010’da emekli aylıklarının kişi başına GSYH’ye oranı yüzde 100 iken geçen yıl yüzde 20 azalarak 81’e geriledi. Hükümet işçi sınıfına her yönden saldırıyor Bir yandan ekonomik kriz ve artan fiyatlar, öte yandan düşük ücret zammı dayatması işçi sınıfı için hayatı gittikçe daha fazla yaşanılmaz kılıyor. 24 Haziran 2018 seçimleri sonrası Erdoğan kabinesinden "Kriz yok", "Bu yaşadıklarımız psikolojik" sesleri yükseliyordu. İşte son bir yılda yaşadığımız krizin açık göstergeleri; • Sanayi üretimi yüzde 15 daraldı. • İşsizlik yüzde 9’dan yüzde 14’e yükseldi. • Türk lirası yüzde 50 değer kaybetti. • Başta gıda olmak üzere temel tüketim mallarında fiyatlar yüzde 50 arttı. • Faizler yüzde 15’lerden yüzde 30’lara yükseldi. • Şirketlerin döviz üzerinden aldıkları devasa miktarda borçlar, geri ödenemez hale geldi. En büyüklerinden en küçüklerine, birçok işletme kepenk indiriyor. Teknik olarak iflasta olmayan sektör ve şirket sayısı çok az. Alışveriş yok, alacaklar alınamıyor, borçlar geri ödenemiyor, nakit sıkıntısı yaşanıyor. Türkiye küçülmeye devam ediyor. Bütün bu gelişmeler, hükümetin krizin faturasını işçilere ve emekçilere ödetmek için uyguladığı ekonomi politikalarının bir sonucu. Maaşlardan üç yıl zorunlu kesinti! Hükümet, otomatik Bireysel Emeklilik Sigortasını zorunlu hale getirdi. Çalışanlar, patronlar tarafından dahil edildikleri sistemden üç yıl boyunca çıkamayacak. Her ay maaşlarımızdan belli bir miktar kesilip, emeklilik şirketlerine gönderilecek.
Kamu ve özel sektörde, 45 yaş altı tüm çalışanların işverenleri tarafından BES’e dahil edilmesini sağlayan otomatik katılım, 2017'de başladı. İki yılda 12 milyona yakın çalışan sisteme giriş yaptı, bunların yüzde 60’a yakını ilk aylarda sistemden çıktı. İşçilerin ücretlerinden yapılan kesintilerin, emeklilik ve sigorta şirketlerine aktarılmasını zorunlu hale getiren bu uygulamayı işçilerin çoğunluğu istemiyor. İşçilerden kesen hükümet, patronları rahatlatıyor. Zorunlu BES kesintilerinin aktığı dev sigorta şirketlerinin oluşturacağı Türkiye Reasürans Havuzu, patronların sigortaya kolay ve ucuz ulaşmasını sağlayacak. 2019 yılında sosyal güvenlik harcamalarından 2 milyon lira kesinti yapılacağını ilan eden yönetenlerin önceliği çalışanların sosyal güvenceleri değil finans sermayesinin çıkarları. Kıdem tazminatıma dokunma! Krizin faturasını halka çıkartmak isteyenler, gözlerini yine kıdem tazminatlarına dikti. AKP hükümetleri tarafından daha önce gündeme getirilen kıdem tazminatında değişiklikler hem sendikalar, hem de patron örgütleri tarafından reddedildiği için rafa kaldırılmıştı.Hükümet şirketlerin borç krizini çalışanlardan çıkartmak için, kıdem tazminatı yasasını yine değiştirmek istiyor. Kıdem tazminatı milyonlarca çalışanın ayakta kalabilmesini sağlayan temel bir haktır. Tam da bu nedenle sendikalar, kıdem tazminatı yasasının olduğu gibi kalmasını isteyerek "kırmızı çizgimizdir" diyor. Patronlar ise "ağır bir yük" dedikleri kıdem tazminatını ödemeyi zaten istemiyor. Önümüzdeki üç yıl boyunca iki tarafı bir araya getirerek uzlaştıracağını söyleyen hükümetin yapacağı değişikliklerin işçilerin aleyhine olacağı açık. Kıdem tazminatı, işçilerin kırmızı çizgisidir. Alınterimize dokunmayın!
GÜNDEM 7
L EDİLEMEZ
BİRLEŞELİM DİRENELİM!
GÖRÜŞ Roni Margulies
İŞÇİLER VE SURİYELİLER “Suriyeli sığınmacılar giderse halkımız geçmişte olduğu gibi iyi işlerde çalışıp iyi evlerde oturabilecek,
İşsizlik artmaya devam ediyor
Patronlar kollanırken, işçilere saldırılıyor.
İŞKUR, Haziran ayında kayıtlı işsiz sayısını 4 milyon 417 bin olarak açıkladı. Mayıs ayında bu rakam 4 milyon 84 bin olarak açıklanmıştı. Bir aylık süre zarfında 333 bin kişi daha işini kaybetmiş oldu.İşsiz sayısı son bir yılda yüzde 70 arttı.
Hakkını arayan işçilerin üzerine her yerde güvenlik güçleri gönderiliyor. Üçüncü havalimanı inşaatında “yatakhanelerde tahtakurusu sorununun çözümü” gibi basit insani taleplerle direnen işçilere bile saldırılar oldu.
her haftasonu çoluk çombalak sinemalara, tiyatrolara
Haziran ayı itibariyle kayıtlı işsizlerin 2 milyon 231 bini kadınlardan oluştu. Bu dönemde İŞKUR’dan iş bekleyenlerin 1 milyon 213 bini 20-24 yaş grubundaki gençlerden oluştu. 739 bin kişi ise 25-29 yaş grubunda.
Egemen sınıf ve tüm kurumları, direnen işçileri “haksız” göstermeye çalıştı, sistematik bir karalama kampanyası yürüttü. Sosyal medyadaki kampanyada, insanca yaşam talepleriyle eylem yapan işçilere “hain” denildi.
Arpacık attı.
İŞKUR’da kayıtlı işsizlerin 899’u doktora derecesine sahipken, 20 bin 592’si yüksek lisans ve 664 bin 507’si ise lisans mezunu.
Sabaha karşı şantiyede gerçekleştirilen baskınlarda 543 işçi gözaltına alındı. İstanbul ve Ankara’nın kent merkezlerinde sendikalar tarafından havalimanı işçilerine destek amaçlı eylemlere polis müdahale etti, çok sayıda işçi gözaltına alındı.
Kayıtlı işsizlik verileri son bir yılda Türkiye ekonomisinin büyük bir daralmaya girdiğine işaret ediyor. Haziran 2005’te 918 bin olan kayıtlı işsiz sayısı 2019’da 4 milyon 417 bine kadar yükseldi. Bu da kayıtlı işsiz sayısının 14 yılda 5’e katlandığını gösteriyor. Grev yasaklamaları devam ediyor İşçilerin hak arayışlarının düşmanı olan AKP, bugüne kadar çok sayıda grevi "erteledi", yani yasakladı. İşte 2018-2019 yıllarında ertelenen grevlerin listesi: 130 bin işçiyi ilgilendiren MESS grup TİS görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine 2 Şubat 2018’de başlanacak grev yasaklandı. Soda Kromsan’ın Adana ve Mersin fabrikalarında Petrol-İş üyesi işçilerin başlayacağı grev 23 Mayıs 2018 tarihinde yasaklandı. İzmir’deki İZBAN grevi “şehir içi toplu taşıma hizmetlerini bozucu nitelikte görüldüğünden” Cumhurbaşkanlığı Kararı ile 60 gün süreyle ertelenme adı altında yasaklandı. İş kolunda grev yasağı bulunması nedeniyle Tüpraş işyerlerinde çalışan binlerce işçiyi ilgilendiren Toplu Sözleşmede, işveren göstermelik nedenlerle görüşmeleri tıkadı. Yüksek Hakem Kuruluna (YHK) giden sözleşmede YHK, işçilerin bütün taleplerini reddetti, işverenin önerdiği ücret zammının bile altında bir oran olan yüzde 6 ücret zammına kararı verdi.
Patronların saldırılarına karşı direnmeliyiz! Kriz, reel sektörü de kapsayacak biçimde ilerledikçe, patronların “işten çıkarma”, “ücretsiz izin”, “TİS’lerle alınan hakları gasbetme”, “ücretleri ödememe ya da erteleme”, “esnek çalışma uygulamalarını devreye sokma”, “çalışma koşullarını ağırlaştırma”gibi girişimleri artıyor.
gelirleri artacak ve pembe yanaklı çocuklar yetiştirip gidebilecekler. Ama sığınmacılar onların bu haklarını elinden alıyor.” Bu ironik tweet’i Independent Turkish muhabiri Cihat Ben de cevaben şöyle yazdım: “Evet, üstelik bu sığınmacılar düşük kira isteyen evsahiplerine zorla yüksek kira veriyor, yüksek ücret vermek isteyen işverenlerden ısrarla düşük ücret talep ediyor!” Arpacık’ın aynı gün yayınlanan haberinde şu bilgiler vardı: “Muhammed Halili iç savaşın ardından evini terk ederek Türkiye’ye geldi. Bir müddet Hatay’daki Apaydın Çadır Kampı’nda kalan Muhammed, kampın zor koşullarına dayanamayarak İstanbul’un yolunu tuttu. Gaziosmanpaşa’da bir avize atölyesinde çalışmaya başlayan Muhammed’in bir çocuğu burada okula başladı, diğer çocuğu burada doğdu. Günde 70 TL yevmiyeyle çalışarak ailesini geçindirmeye çalışan Muhammed’in
Patronlar bu politikalarını uygulamaya devam edebildikleri ölçüde, krizin yükünü işçilere emekçilere yıkmayı başarıyorlar demektir.
hayatı 31 Mart seçimlerinin ardından daha da kötüye
Ama bu gidişata boyun eğmemek gerekir. İşçi sınıfı ve emekçilerin krizin yükünü reddeden bir mücadele çizgisine geçmesi gerekir. Eğer işçi sınıfı ve emekçiler, krizin yükünü sermayeye ödetebilecekleri bir mücadele hattına girebilirse, bu mücadele pek çok kazanım elde etmiş olur.
çocuğuna ve eşine bakacak kimse yok.”
Yeter ki işçiler, emekçiler talepleri etrafında birleşerek, krizin faturasını reddedecek bir mücadele çizgisine girebilsin, işçi sınıfının birleşik mücadelesi sağlanabilsin.
evden dışarı çıkmıyor. ‘Patronum ‘git nasıl yaparsan
İşçi örgütleri, sendikalar ve emekten yana her türlü yapı, asıl olarak birleşik bir işçi mücadelesini örmeyi hedefleyen bir mücadeleyi hızla örmelidir. Sendikalar, görevlerini bu temel hedefe bağlı olarak belirlemeli ve sorumlulukla davranmak durumundadırlar.
mıyorlar. Bu nedenle İstanbul’da çalışma izni almam
gitti. Şimdi, bir polis kontrolüne denk gelip geri gönderilmemek için evinden çıkmıyor. Geri gönderilirse iki “Sınır dışı edilmemek için evden çıkmayan Suriyelilerden biri H. El Sakur. Beş yıldır Zeytinburnu’nda bir tekstil atölyesinde çalışıyor. Şimdiye kadar bir sıkıntıyla karşılaşmadı. Ancak şimdi polisle karşılaşmamak için yap çalışma izni al gel. Alamazsan bir daha gelme, başımı belaya sokma’ dedi. Artık İstanbul’a kayıt yapmümkün değil. Bir anda işsiz kaldım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Tekirdağ’dan para karşılığı alabileceğim söylendi, ama o kadar param yok’ diyor.” Geçtiğimiz günlerde önce İstanbul’da Suriyelilerin dükkân tabelalarıyla uğraşıldı. Sonra Ankara’da işyeri açmaları engellenmeye başladı. Şimdi de, Arpacık’ın haberine göre, “İstanbul’da yaşayan on binlerce ‘kayıtsız’ göçmen sınır dışı ediliyor.” Suriyelilerin işyeri açma ve istediği tabelayı asma hakkını elbette savunmak gerek. Ama asıl sorun başka. Milyonlarca sığınmacı işyeri ve dükkân sahibi değil. Ezici çoğunluk, biri avize biri tekstil atölyesinde çalışan yukarıdaki örnekler gibi, işçi. Bu işçiler artık Türkiye işçi sınıfının bir parçası. Hiçbiri geri gidecek filan değil. Sürekli pompalanan Suriyeli düşmanlığı, insanî açıdan habis olmanın yanı sıra, işçi sınıfını bölüyor, gücünü kırıyor, zayıflatıyor.
Türk-İş 1 Mayıs mitingi
Irkçılığa karşı direnmeyen her işçi, her sendika, kendi patronunun elini güçlendiriyor.
8 DENEYİM
CEZAYİR VE SUDAN AYAKLANMALARINDA ÖZ ÖRGÜTLENME ANNE ALEXANDER
Sudan ve Cezayir’deki kitlesel mobilizasyonların yoktan var olduğunu düşünmemiz saflık olur. Tam aksine, iki ülkede de bu hareketlerin arkasında eylemlilik geçmişi var. Kendisi bağımsız sendikalar ve meslek örgütlerinden oluşan Sudan Profesyoneller Birliği protestoları kitlesel harekete dönüştürmekte çok kritik bir rol oynadı. Talepleri listelediler; sloganları koordine ettiler; aktivistler ağları aracılığıyla Mart başındaki grevler, 6 Nisan’da Hartum’da genelkurmay önündeki oturma eylemi ve 28-29 Mayıs’ta iki günlük genel grev gibi taktikleri hayata geçirdiler. SPB, bu halk hareketinin patlak vermesinden önce de vardı, fakat aşağıdan hareketle beraber dönüşüm geçirdi ve şimdi liderleri eski muhalif partilerle beraber askerle müzakerede kilit rol oynuyor. Kitle mobilizasyonunun örgütlüğe duyduğu ihtiyaç ve onun bu ihtiyaçla eş anlı inşası mahalle komitelerinin değişiminde görünebilir. Bu komitelerin yüzbinlerin sokağa çıkmasındaki rolü çok kritikti. “Direniş Komiteleri” (Lican el Mukaveme) devrim öncesinde de vardı, fakat son birkaç ayda her yerde mantar gibi bitti. Bu komitelerin Facebook sayfaları, Sudan’ın her yerinde aktivistlerin sokaklarda siyaseti konuştuğu ve devrimin nasıl ilerlemesi gerektiğine dair tartışmalar yaptığı videolar paylaşıyor. Cezayir’de ise Hirak(Hareket) nispeten daha dağınık bir görünümde. Mart ortasında, genel grevin etkili olduğu günlerde, protesto liderleriyle görüşmek isteyen bir Reuters muhabiri eski başbakan Ahmed Benbitur, muhalif akademisyen Fodil Bumala ve tanınan avukatlar Zübeyde Asul ve Mustafa Buşaşi’nin isimleriyle geliyor. Asul, Benbitur ile beraber 2018’de Buteflika’nın beşinci dönemine karşı bir bildiriyle kurulan Muvatana hareketinin kurucularından. O dönem bildiriyi kaleme alanların hedefleri çok daha mütevazı. Buteflika’nın gidişinin “hükümet sisteminde bir değişiklik anlamına gelmeyeceğini” vurguluyorlar. Liberal ve sol muhalif siyasetçileri halk hareketinin liderleri olarak tarif etmek tabandaki hareketliliği ve her Cuma yenilenen protestoların (ve her Salı organize edilen öğrenci eylemlerinin) ritmiyle radikalleşen taleplerin büyüklüğünü gözden kaçırıyor. Cezayirli aktivistler ve yazar Hamza Hamuşene için ise Hirak’ın “tanımlanabilir bir lideri veya organize yapıları yok”, Hirak “çoğulcu bir halk ayaklanması”. Hamuşene’nin dikkat çektiği gibi Cuma protestolarının sloganları – örgütlenme platformu olarak kullanılan sosyal medyada popülerleşerek – Buteflika’nın beşinci dönemini retle başlayarak “hepsi defolsun” gibi bir hatta evrildi. Mayıs 2019’da da askeri açıktan hedef almaya başladı: “Cezayir cumhuriyet, kışla değil.”
Sudan ayaklanmasındaki kadınlar Bu hareketliliğe gücünü veren öz örgütlenme formlarını tespit ve tahlil etmek önemli. Cezayir’in öğrenci hareketi, öğrencilerin başını çektiği düzenli Salı protestolarının, bazı durumlarda kamuya açık forumlarla öğrenci hareketine ve bunun hareketin geneliyle olan ilişkisine dair kararlar alması gibi nasıl kendi demokratik organizasyon şekillerini ortaya çıkardığına örnek olabilir.
Alanda karmaşık yapılarla “Devrimci Komiteler” siyasi eğitimden tıbbi yardıma, erzaktan her akşam orayı dolduran yüz binlerin ardından temizliği organize etmeye kadar pek çok meseleyle ilgilendiler. Bir yandan da bu örgütlülük hareketin taleplerini dışarıya, uluslararası medyaya, ABD ve AB hükümetlerine ve bilhassa da ordunun tepelerine, yüksek sesle duyurabilmiş oldu.
Bağımsız sendikalar da Hirak’ın kilit bir bileşeni ve işyerlerini harekete geçirme potansiyelleri bazen mücadelenin genel gidişatı açısından çok faydalı olabiliyor. Buteflika beşinci dönem için adaylığını petrol, gaz, hava ulaşımı, demiryolu ve liman gibi stratejik sektörlerdeki işçilerle kamu hizmetleri, vergi idaresi, eğitim, sağlık ve küçük ticaret gibi alanlarda çalışanların coşkulu destek verdiği 10-15 Mart arasındaki beş günlük genel grevin ikinci gününde çekmişti. Ama yine de potansiyeline rağmen işçi sınıfının şu ana kadarki siyasi rolü kendisini liderliğe koymaktan ziyade Hirak’ın liderliğini desteklemekten öteye gitmiyor.
Hem ölçeği hem de devrimci süreçte rolü bakımından genelkurmay eylemini 2011 Mısır Devrimi tecrübesiyle kıyas cazip gelebilir, hele ki Tahrir Meydanının işgalinin pek çok kişi için devrimle eş anlamlı hale geldiğini göz önüne alırsak. Fakat, Mısır’daki devrimci tecrübeyi Tahrir’e indirgemek de yanıltıcı. 2011’deki devrimin kırılma noktası patlak veren grev dalgasıydı ki, bu grev dalgası devrimi Tahrir’den çıkartıp ülkenin geneline yayıp ekonominin ve devletin kilit sektörlerini felç etti ve birkaç gün sonra Hüsni Mübarek’i devirdi. Aynı şekilde dikkat çeken nokta da Mübarek’in devrilmesi sonrası liberal ve İslamcı siyasetçilerin aşağıdan hareketin bitmesi gerektiğine dair ısrarlarına ve Tahrir’den eylemcilerin atılmasına rağmen grevlerin devam etmesiydi. Bununla beraber Mısır tecrübesi Ağustos 2013’te Rabia ve Nahda Meydanlarında silahsız İhvan ve Savunma Bakanı Sisi’nin darbesiyle devrilen Mursi’nin destekçilerine yönelik korkunç katliamları da içeriyor.
Sudan Ayaklanması on binleri protesto ve grev tecrübeleriyle tanıştırmanın ötesine geçen radikallikte öz örgütlenme deneylerine sahne oluyor. Hartum’da genelkurmay önündeki oturma eylemi bunların en önemlisi. 3 Haziran’da Hızlı Destek Kuvvetlerinin Askeri Geçiş Konseyi emriyle başlattığı saldırıya kadar eylem alanı barikatlarla korunuyordu, eylemcilerin kurduğu güvenlik komiteleri kontrol noktaları oluşturarak alanda nöbet tutuyordu. Ülkenin farklı yerlerinden, farklı sektörlerinden, tabakalarından eylemcilerin tartışmaları ve konuşmalarıyla hareketin içeride konsolide olabileceği bir mekânı yarattı.
Anne Alexander’ın “Devrim zamanı yaşamak: Sudan ve Cezayir’de isyanların dinamiklerini anlamak” makalesi içinden bir bölüm. Makalenin bütünü Enternasyonal Sosyalizm dergisinin 5. Sayısında yayınlanacak.
(Çev. Cem Aksoy)
EMEK GÜNDEMİ
5 AĞUSTOS MİTİNGİ: İŞÇİ SINIFININ GÜÇ GÖSTERİSİ ŞENOL KARAKAŞ
Türkiye İstatistik Kurumu’nun Haziran ayı verilerine göre konut satışları bir yılda yüzde 48,6 oranında azaldı. Konut satışı yarıya yarıya düştüğünde gelecek krizden değil içinden geçilen krizden söz etmek gerekir. Mahfi Eğilmez, “Adam soruyor kriz niye başlamadı diye. Enflasyon, bugünkü düşmüş haliyle dünya ortalamasının 3 katı, işsizlik desen 2 katı, büyüme ekside, paranın değer kaybında dünya birincisiyiz. Adam kriz niye başlamadı diye soruyor. Ben de hangi kriz diye sordum ne diyeyim.” yazarken bütünüyle haklı. Harekete geçme zamanı Asgari ücretle, düşük gelirle yaşamak zorunda kalan işçiler bu soruları sormuyorlar zaten. İşçilerin sorusu, krizin bütün yükü işçilere çıkartılırken, nasıl oluyor da Türkiye en çok dolar milyarderi olan ülkeler sıralamasında ilk 15 sıra içinde yer alabiliyor? Bir yanda bu kadar dolar milyarderi varken diğer yanda bir yıl içinde yoksulların yüzde 50 daha yoksullaşmış olması nasıl açıklanabilir? Daha önemli soru ise ne yapmalı sorusudur? Milyonlarca işçi hükümet şirketlerin borçlarını yeniden yapılandırırken, yoksullara yönelik hiçbir tedbir alınmamasına öfkeleniyor ve harekete geçmek istiyor. İşçi sınıfının nasıl
Türkiye’de 22 milyon işçi ve memur çalışıyor, çalışanların yüzde 68’i erkek, yüzde 32’si kadın. 3,6 milyon sendika üyesinin yüzde 84’ü erkek, yüzde 16’sı kadın. Erkek çalışanlarda sendikalaşma oranı yüzde 20 iken, bu oran kadınlarda sadece yüzde 8. Kadınlar sendikaların her düzeydeki karar ve yönetim organlarında ya hiç yoklar, ya da çok eksik temsil ediliyorlar. Yönetiminde kadınların olmadığı bir sendikanın, kadın işçileri üye yapması elbette zor.
Türk-İş’li işçiler sokakta harekete geçebileceği konusunda ise çok önemli bir deneyim var. 5 Ağustos 1995 yılında, Ankara’da gerçekleşen ve 200 bin işçinin katıldığı Türk-İş mitingi, işçi sınıfının hangi adımı atması gerektiğini gösteren çok önemli örnek. Birleşen işçiler yenilmezler! 1994 yılında patlayan ekonomik krizin yükünü tıpkı bugün olduğu gibi işçilere ve yoksullara yüklemeye çalışan Tansu Çiller hükümetine karşı Türk-İş hızla harekete geçti. Türk İş'in ilk eylemleri 20 Temmuz ve 26 Kasım 1994 merkezi Ankara mitingleriyle oldu. Özellikle 26 Kasım 1994 Ankara Tandoğan mitinginde 1995 yılı bütçesi protesto edildi. Hükümet işçilerin kazanılmış haklarına saldırdı, toplu sözleşmede “sıfır zam” anlamına gelen bir öneri yaptı. 5 Ağustos günü Ankara'da Emeğe Saygı Yürüyüşü ve Mitingi yapıldı. 200 bini aşkın işçi yola çıktı, mitinglere resmen kapalı olan Kızılay meydanını doldurdu. (Türk-İş sitesinde hareketin hikayesi yer alıyor.) 5 Ağustos dev mitingi, önceki iki merkezi mitingin gücüyle gerçekleşmişti ve bu sefer de 5 Ağustos mitinginin gücü işçi sınıfına, daha güçlü harekete geçme, işyerlerinde, grev silahını kullanmaktan gelen gücünü göstermek için büyük bir özgüven vermişti. 8 Ağustos’ta bir günlük grevin ardından, 8 Eylül’de genel grev başladı.
İŞYERLERİNDEN MÜCADELE HABERLERİ n Hükümetin %5’lik zam teklifini Emekli-Sen üyeleri tarafından protesto etti. n Maltepe Belediyesi’ne bağlı MATAŞ ve MATEĞ A. Ş. şirketlerinde çalışan temizlik işçileri, toplu iş sözleşmesinin uygulanması talebiyle iş bıraktı. Direnişteki Aliağa Belediyesi işçileri
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
SENDİKALARDA KADINLARIN DURUMU
Hala büyük bir ekonomik krizin yaşanıp yaşanmayacağını soranlara bir ekonomist güzel yanıt vermişti. 2009 yılından beri görülen en yüksek işsizlik oranları yaşanırken ve Cumhuriyetin 100. Yılında % 9.9'luk bir işsizlik yaşanacağı öngörüsü bizzat iktidarın 11. Kalkınma Planında açık açık ifade edilmişken, büyük bir krizi beklemeye gerek yok, zaten içindeyiz demektir. Yıl sonunda gerçekleşmesi beklenen bütçe açığına ilk altı ayda ulaşılmış durumda. Geçen yılın toplam bütçe açığı 72,6 milyar TL iken bu yılın ilk altı ayında açık 78,6 milyar TL.
9
n Aliağa’da MHP’li belediye yö-
Greve 160 bin işçi katıldı. Bütün toplumda hava işçi sınıfından yana esmeye başladı, işçiler CHP’yi zorlayarak koalisyon hükümetinden ayrılmasını sağladılar. Çiller azınlık hükümeti kurmak için harekete geçti. Bazı sendikaların grevini yasaklamaya çabaladı. İşçilerin buna yanıtı, 15 Ekim günü, yasaklanmasına rağmen tüm işçileri Kızılay Medyanı’na çağırması oldu. On binlerce işçi barikatları aşarak meydanları doldurdu. O zamanki Türk-İş Başkanı Bayram Meral’le mecliste görüşmek yapmak isteyen hükümet yetkilileri avuçlarını yalayacaktı, zira işçiler, hep birlikte, Bayram Meral’in içinde olduğu arabayı çevirmiş başbakanla görüşmesine izin vermemiştik. Çiller güvenoyu almayı başaramadı. İşçi sınıfının bir yıllık eylem zinciri hükümeti düşürmeye yetti. Bu eylemlerin en önemli yanı, Türk-İş liderliğinde düzenlenen mitingler olsa da aşağıdan, işyerlerinden yükselen öfkenin ürünü olarak diğer sendikaların da bu mitinglere katılması, birleşik eylemlerin her yerde örgütlenmesi, kazanmayı amaçlayan bir grev hareketinin inşa edilmesi ve kazanana kadar çok çeşitli eylemlerle hareketin sürekliliğinin sağlanmasıydı. Krizin faturasını ödemek istemiyorsak, 1995 Türk-İş işçilerinin hareketi sayısız deneyim sunuyor, ona bakmalıyız.
netiminin işten attığı 179 işçi için Konak, Buca ve Karabağlar belediye işçileri dayanışma eylemi yaptı. n Türk-İş’e bağlı Genel Maden-İş sendikası, hükümetin zam teklifini tartışmaya değer görmediklerini söyleyerek greve hazırlandıklarını duyurdu. n Bursa Orhangazi'de hayvan yemi ve nişasta bazlı şeker üretimi yapan Cargill fabrikasındaki 14 işçi, 449 gündür işe geri dönmek için direniyordu. İşçiler
Sendikaların karar mekanizmalarında göremediğimiz kadınları direnişlerde görmek mümkün. Sendikaların kadınları görünür yaptıkları ve bunun için çaba harcadıkları tek alan işçi direnişleri. Kadınlar direnişlerin hakkını sonuna kadar veriyorlar ama direniş bittikten sonra, bu direnişçi kadınları sendikal yönetimlerde görmek mümkün olmuyor. Kadınların sendika yönetim organlarında eşit temsilinin önündeki en önemli engel, toplumdaki ve ailedeki cinsiyetçi işbölümü. Yöneticiliğin erkek işi olduğu ile ilgili ön yargılar yıkılamadığı ölçüde kadın işçiler yönetimlere aday olmaktan çekiniyor, aday olanlar ise çoğunlukla seçilemiyorlar. Hizmet sektörünün büyümesi nedeniyle kadınların iş gücüne katılımında son yıllarda önemli bir artış oldu. Özellikle eğitim ve sağlık sektörlerinde çalışanların yarısı kadınlardan oluşmakta. Bu iş kollarında aynı zamanda çok büyük sendikal yapılar var, ama hem sendika üyeliklerinde hem de sendika yöneticiliklerinde kadınların oranı oldukça düşük.Örneğin KESK’in en büyük sendikası olan Eğitim Sen’de, kota uygulamasının varlığına rağmen, kadın üye sayısı yüzde 46 olduğu halde, yönetimlerde yer alan kadın sayısı ancak yüzde 25 dolayında. İlk defa İngiltere’de Sendikalar Federasyonu TUC 1883’te kadınlar için eşit işe eşit ücret ilkesini kabul etmiş ve “kadının yeri sendikasıdır” sloganı etrafında kadınların sendikal katılımını artırmayı amaçlamıştı. Ancak geçen yüz yıl boyunca kadın işçilerin sendikalaşma oranları her zaman istihdam oranlarının gerisinde kaldı. Bugün Türkiye’de çalışan işçi ve memurların yüzde 32’si kadın, ama sendika üyelerinin yüzde 16’sı kadın. Yönetici düzeyinde görev alanların ise ancak yüzde 5’i kadın. Sendikalar etkin olmak istiyorsa daha fazla kadın sendika üyesi olmalıdır, daha çok kadın işyeri temsilcisi olmalıdır.
açtıkları işe iade davasını kazandılar. n Soma katliamından sağ kurtulan maden işçileri, ödenmeyen tazminatları için yürüyüş yaptılar. n Özsüt işçilerinin maaşlarının aylardır gasbedilmesi üzerine başlayan direniş tüm işçilerin alacaklarının ödenmesiyle sonuçlandı. n İstanbul Acıbadem mahallesinde iki aydır ücretleri öden-
meyen Dekorist firmasından üç inşaat işçisi, Acıbadem İş Bankası Blokları’nın terasına çıkarak eylem yaptı. n DİSK’e bağlı Nakliyat-İş sendikasına üye oldukları gerekçesiyle işten atılan Kırşehir’deki Petlas Taşıma Ve Lojistik işçileri direnişe başladı. n Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi ve Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü’nde 52 işçinin işten atılması protesto edildi.
10
KÜLTÜR
“HAYVANLAR BİLE DELİRMEYE BAŞLADI”
MÜCADELE VE TELEVİZYON DİZİLERİ ARASINDAKİ BAĞLANTI
SİBEL ERDUMAN
Yazar tarihsel hayvanlık diye anlaşılması gereken şeyin hakkını teslim etmek istediğini söylüyor. Hayvanların da en azından bir emek gücü olarak kendi tarihsel maddiliği vardır diyor. Bu denemesinde felsefe tarihini hayvanların tarihi olarak okuma hevesinde olduğunu söylüyor. “Felsefe hayvan hakkında ne söyler?” sorusuna hayvanların bitkilerden ‘daha iyi’, insanların hayvanlardan ‘daha iyi’ olduğu Aristoteles’te karşımıza çıkmıştır ama aşağıda kalan taraf ‘kötü’ olduğu için değil, üstün taraf neyin ‘iyi ‘ olduğunu daha iyi bildiği için bu böyledir diyor. Arkasından önemli bir belirlemede bulunuyor: Açıkça hayvandan taraf olup bu hala pek insanca dünyada hayvan türünün eşit temsil edilmesi amacıyla hayvan hakları ve hayvanların özgürleşmesi için savaş verenler dahi insanlığın insani olmayan doğaya tahakküm uyguladığı fikrinden vazgeçmemektedir; sanki insan olmayan doğanın bizden gelecek yardıma, saygıya, desteğe, tanınmaya sahiden ihtiyacı varmış gibi diyor. Hayvanlara kötü davranan filozoflar hakkında hüküm verme konusunda bir yarıştır gidiyor diyor ama kendisinin Lenin’in dediği gibi farklı bir yol tutacağını söylüyor. Bunu filozofları hayvanlar âlemine karşı savunmak istediğinden değil her bir filozofta öne çıkan ikircikliliğin üstünde durmak için yapıyor. Hayvan sembolizmi mevzusuna hiç girmeyip metafizik gelenek üzerine ‘naif’ dümdüz, ‘doğrudan’ ya da semptomatik bir okuma yapmaya çalışacağım diyor. Belli bir gerçekliği açığa çıkarıyormuş gibi yapmak yerine, kitapta bahsettiği her şeyin birer karakter olduğunun altını çiziyor. Yazar, ‘Hayvan meselesini’ Aristoteles’ten Hegel’e, Adorno’dan Deleuze’e uzanan geniş bir felsefe geleneğine ve Batille, Kafka, Platanov gibi yazarların metinlerine atıfta bulunarak ele alıyor. Evet, hayvan hayatı dünya bakımından yoksuldur, ama dünyanın kendisi daha da yoksuldur, entropi ve ölümün kuvvetine karşı koyabilmek için hiç şüphesiz bu hayatın enerjisine muhtaçtır, bu karşı koyuş emek vasıtasıyla gerçekleşir; hayvanlar, bitkiler ve yoksul düşmüş insanlar yaşamak ve hayattan keyif almak için sürekli yoğun çalışma içindedir. Bu vurgular kitabın Platanov’un ele alındığı bölümünde yapılıyor. Platonov’un yazılarında yalnızca insanlar değil bitkiler dâhil tüm canlı yaratıklar komünizm arzusuyla yanıp tutuşur. Komünizm arzusu derin sıkıntıdan ve mevcut düzenin dayanılmazlığından doğar. Platanov’un ‘gençlik denizi’ hikâyesindeki bir karakter, “Bir an önce dünyayı değiştirmemiz gerek” der, “çünkü hayvanlar bile delirmeye başladı.” der. Hayvanların Tarihi, Oxana Timofeeva, Türkçesi Barış Engin Aksoy, Kolektif Kitap
Star Trek Discovery BEKİR ERSİN
Gün geçmiyor ki kötü bir olayla yüz yüze kalmayalım. İşyerinde amirin kötü muamelesine, tacizine uğramaktan, aylıklarımızın ödenmemesine, eş cinayetine kurban olan bir kadından, olanüstü bir yağış sonrası hayatlarını yitirenlere, tedavi edilebilir bir hastalıktan parasızlık sebebiyle mağdur olanlardan, hastaların şiddetine maruz kalan sağlık çalışanlarına ve daha bir çoğu…
dönemlerin, ülkelerin dizileri de ister istemez daha geri fikirlere hitap ediyor. Mücadelenin düşük olduğu dönemlerde çokça rastladığımız cinsiyetçilik, milliyetçilik, şiddet düşkünlüğü gibi egemen fikirler kitlelerce de talep edilir hale gelebiliyor. Bunun neticesinde meydan Kurtlar Vadisi, Çukur, Arka Sokaklar gibi dizilere kalıyor.
Hepimiz sağlıklı kalabilmek için düzenli beslendiğimiz gibi yaşanan bu kötü olayları atlatabilmeyi, yüzleşmeyi istiyoruz. Bunun için uğraştığımız çeşitli yöntemler var elbette. Dizi izlemek de bunlardan birisi.
Ancak mücadelenin yükseldiği dönemlerde toplumsal talepler de değişiyor. Dizilerin içeriğinde de değişim başlıyor. İzlenebilirliği arttırmak bir amaç olsa da diziler de bu mücadelenin bir parçası haline dönüşebiliyorlar, eleştirilen meselenin geniş kesimlere ulaşmasına hizmet ediyorlar.
Ancak günümüzdeki birçok dizi özellikle Türkiye’de çekilen diziler bu sorunlarla yüzleşmeyi, aşmayı sağlayabilmekten ziyade besleyen bir yapıya sahip. Silahlar, çeteler, cinsiyetçilik, sağlıkta şiddet vs. en çok izlenen dizilerde sıradan olaylar. Dizi sektörünü içine doğduğu toplumdan bağımsız düşünmek imkansız. Mücadelenin, çözüm arayışının düşük olduğu
Son zamanlarda ruh halime daha iyi geldiğinden olsa gerek Kore dizilerini daha çok tercih ediyorum. Rehabilite edici bir yanları olduğunu düşünüyorum. Meseleleri çözme tarzları, sonunda iyinin kazanırken kötüyü de kazanması gibi çoğaltılabilecek bir çok şey böyle düşünmemin sebebi. O sebeple başta Kore dizilerinden olmak üzere bir kaç örnekle söylemek istediği-
mi özetlemeye çalışacağım. Neredeyse konuyla hiç ilgisi olmasa da izlediğim birçok Kore dizisinde hak arayan birilerinin yer aldığı eylem görüntüleri muhakkak var. Mobbing, taciz gibi konuları çekici bir konunun içine yediren, hatta romantik bir hikayenin parçası haline getiren Miss Hammurabi, Feel good to die, Something in the rain, vampirler üzerinden ayrımcılık anlatan Orange Marmalade, özelleştirilen bir hastanede hem çalışanların hem de hastaların yaşadıkları anormallikleri enteresan ayrıntılarla anlatan Life, iş kazalarının, ödenmeyen ücretlerin arka planını anlatan Special labor inspector gibi Kore dizileri muhakak ki devam eden mücadelelerin de yansımaları. New Amsterdam adlı ABD dizisinde devlet hastanesine başvuran her hastanın sigortalı olup olmadığına bakılmaksızın muayene olma, tedavi edilme hakkının olduğunun anlatılması da ABD’de sıkça gündeme gelen sağlık hakkı mücadelesinin bir yansıması olsa gerek. Tüm dünyada kadın hareketinin yükselmesi
SOSYALİST TARTISMA -
Düpedüz insanın tanımını değiştirecek olan bu süreç (biyogenetik alanındaki ilerlemeler, klonlama) Oxana Timofeeva’nın bu kitapta ortaya attığı sorunların arka planını oluşturuyor. Tam da insanlığın hayvanlığını geride bırakmanın eşiğinde gibi göründüğü günümüzde hayvan meselesi hışımla geri dönmektedir.
cinsiyetçilik vurgusunun da dizilere daha çok yansımasını sağlıyor. Bir Norveç dizisi olan Heimebane’de kadın bir antrenörün bir erkek futbol takımının başına geçirilmesiyle yaşadıklarının anlatılması gibi. Mücadelenin dizileri etkilemesinin belki daha somut bir örneği olarak bilim kurgu severlerin unutamayacağı Star Trek serilerini verebiliriz. 60’ların sonunda çekilen ilk seride maço erkekler baskınken, seriyi 80’lerde çok daha eşitlikçi olan Next Generation serisi, 90’larda kaptanının kadın olduğu olduğu “Voyager” serisi takip ediyor. Günümüzde halen devam eden Discovery serisinde ise eşcinsel bir aşkın da rahatlıkla yer alabildiği bir dizi haline geliyor. Dizilerdeki sistem eleştirileri mücadelenin seviyesine paralel olarak yükselip alçalıyor. Daha iyi diziler için daha yüksek mücadele seviyesine ihtiyacımız olduğu açık. Ama daha fazla sistem eleştirisi yapan diziler de mücadelemize katkı verecektir.
11-12-13 EKİM İSTANBUL
u 11 Ekim Cuma
19.00-20.30: İklim krizini durduralım: Şimdi değilse ne zaman?
17.00-18.30: Arap Baharı’ndan Sudan’a: Ortadoğu’da devrimler ve karşı-devrim
u 13 Ekim Pazar
19.00-20.30: Barışın kaybedeni olmaz
11.00-12.30: Popüler dizilerde sistem eleştirisi: nerede başlıyor, nerede bitiyor?
u 12 Ekim Cumartesi
13.00-14.30: Üç tehlike: ırkçılık, göçmen düşmanlığı ve aşırı sağ.
11.00-12.30: Evrim: teori mi gerçek mi?
15.00-16.30: Sanayi 4.0: İşçi sınıfının sonu mu?
13.00-14.30: Otoriter rejimler, faşizm ve diktatörlük
17.00-18.30: AKP çözülürken: Olasılıklar ve Antikapitalist sol ihtiyacı
15.00-16.30: Lenin: Fikirlerinin modası geçti mi?
u Yer: Cezayir Salon
17.00-18.30: Kadınların özgürlüğü: İhtimaller ve karşıt eğilimler
DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEVRİMCİ FİKİRLER!
AKTİVİZM
KAPİTALİZM ÖLDÜRÜR: KANIT, İKLİM KRİZİ ONUR KORKMAZ
Günümüzün en büyük felaketi geri dönüşü olmayan noktaya yaklaştığımızdan, kökten insan varlığını değiştirecek olan iklim krizidir. İklim krizinin sorumlusu söylenildiği gibi hepimiz falan değiliz. Bunu anlamak için bilim insanı olmaya da ihtiyacımız yok. Atmosferdeki en çok bulunan sera gazı karbondioksitin (CO2) miktarına bakmamız yeterli. 5000 yıldır atmosferdeki CO2 seviyesi 270-280ppm’iken (toplam madde miktarının milyonda 1 maddesi) günümüzde küresel kapitalizm ve ihtiyaca dayalı olmayan üretim modeliyle son 100 yılda 415ppm’e ulaştı. Diğer sera gazları için de durum farklı değil. Ulus devlete dayanan sermayelerin uluslararası rekabetine dayanan küresel kapitalizmin yaratığı bu felaketi devletler de şirketler de 30 yıldır hepimizden iyi biliyorlar. Ancak, devletler ve şirketler karbondioksit emisyonlarını durdurmaktan çok uzaklar. İnsanlığı ve tüm canlı yaşamını yok oluşa sürüklemekte devam ediyorlar. Evet hızlanarak diyorum çünkü gittikçe artan miktarlarda karbondioksit salmaya devam ediyorlar. 20. yüzyılda atmosferdeki CO2 seviyesi 80 ppm artmışken 21. yüzyılın ilk çeyreği dolmadan ve iklim krizi bilindiği halde 45 ppm artmış durumda. Şirketler büyürken, patronlar zenginleşmeye devam ediyor. Dünyanın en zengin 26 milyarderinin serveti, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50'sini oluşturan 3,8 milyar insanın toplam varlığına eşit. En zenginlerin serveti geçtiğimiz yıl %12 artarken yoksullar da %11 daha yoksullaşmış. Yani şirketler kendi çıkarları için bütün canlı yaşamını yok
Eriyen buzullar oluşa sürüklüyor. Daha fazla büyümek daha fazla servet sahibi olmayı milyonların yaşamından, türlerin varlığından daha önemli görüyorlar. Kapitalizm için doğa sadece kar için sömürülebilecek bir şeydir ya da sistemin istenmeyen yan ürünleri için bir çöp sepetidir. Kapitalizm insanları, doğayı, canlıları sömürerek varlığını korur. Küresel ısınma buzulları bir noktada eritir. Önemli ölçüde yükseltilmiş deniz seviyeleriyle şu anda kara olan birçok yer su altında kalabilir. Bangladeş'ten Hollanda'ya birçok ülkeyi yok eder. New York ve Londra gibi büyük dünya şehirlerini tahrip eder. İnsanlar bu felaketin sosyal ve insanlık üzerindeki etkisini hayal bile edemezler. Şimdiden iklim krizi daha tam etkilerini göstermeye başlamamış olmasına rağmen yağış, rüzgâr ve sıcaklık düzenlerini ve bunlarla bağlı olarak okyanus suyu ve ısı sirkülasyon düzenlerini büyük, ani ve öngörülemeyen şekilde değiştiriyor. Bunun sonucunda sayıları ve şiddetleri gittikçe artan fırtınalar ve seller oluşuyor, daha fazla bölgede ve daha uzun kuraklıklar görülüyor, tarım alanları ve su kaynakları yok
oluyor. Daha iklim krizinin öncü etkileriyle bile milyonlarca kişi yaşam alanlarını terk edip iklim mültecisi durumuna geldi. Binlerce çiftçi kuraklık ve geçim sıkıntısı nedeniyle intihar etti. 2050’yıllında 200 milyon iklim mültecisi olacağı öngörülüyor. Sadece bir zümrenin çıkarları için yok oluyoruz. Milyonlarca insan ve canlı türü açısından iklim krizi hayatta kalıp kalmama anlamına geliyor. Oysa son 30 yılda öğrendiğimiz gibi kapitalist sistem iklim krizine son veremiyor, etkilerine karşı insanları ve türleri koruyamıyor. Hem iklim krizini durdurmak hem de var olan eşitsizlik ve adaletsizliği ortadan kaldırmak için ihtiyacımız olan sermayenin, zenginlerin çıkarlarını değil milyonlarca yoksul insanın ve türlerin yaşam hakkını koruyan, savunan antikapitalist bir mücadele ve kâra büyümeye dayalı olmayan ihtiyaç temelli bir üretim modeli. Eşitsizlik ve adaletsizliğe karşı verilen mücadele ile iklim krizine karşı verilen mücadele birbirinden ayrı değildir. İklim krizinin çözümü başka bir dünyanın yaratılmasıyla mümkündür.
11
MARKSİST SÖZLÜK VAROLUŞÇULUK Varoluşçuluk (egzistensiyalizm), toplum içindeki bireyin tüm deneyiminin biricikliğini öne çıkaran bir felsefe akımıdır. Özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında Fransa’da etkili olmuştur. Varoluşçuluğa göre insanın varoluşu ile doğal nesnelerin varoluşu arasında fark vardır. Bu ayrımın temelini insanın iradesi ve bilinci oluşturur. Varoluşçu felsefe insanı birey olarak ele alır ancak somut koşulları içindeki bireyden yola çıkar. Buradaki somut koşullar Marksizm’deki gibi üretim ilişkileri, üretim tarzı gibi olgulardan çok insanın ölüme mahkum olan bir varlık olması durumunu ifade eder. İnsan ölüme mahkûmdur ve toplum içinde kaybolmuştur. Varoluşun herhangi bir sebebi yoktur. Hiçlik karşısında çaresiz bireyler seçimleri aracılığıyla varoluşlarını anlamlandırmaya, kendilerini gerçekleştirmeye çalışırlar. Bu açıdan bakıldığında genel olarak varoluştan değil tek tek bireysel varoluşlardan bahsetmek gerekir. Varoluşçu felsefe içinde iki akım vardır. Birincisi dinsel varoluşçuluktur, bu akım içinde Karl Jaspers, Sören Kierkgaard gibi isimler sayılabilir. İkincisi ise ateist varoluşçuluktur, bu akım içindeyse bir Nazi olan Martin Heidegger’in yanı sıra özgürlükçü isimlerden Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Albert Camus gibi isimler yer alır. Bu isimlerden en ünlüsü varoluşçuluk ile Marksizm arasında bir bağlantı kurmaya çalışan Sartre’dır. Sartre, kendisine yakıştırılan isimle “özgürlüğün filozofu”dur. Sartre’a göre “varoluş özden önce” gelir. Klasik varoluşçu felsefeye dayanarak Sartre da varoluşta hiçbir anlam bulunmadığını söyler. Bu sebeple insan tüm eylemlerinde bütünüyle özgürdür ancak insan eylemleri ve yaptığı seçimler aracılığıyla kendini gerçekleştirdiği için tüm eylemlerinden sorumludur. Sartre, Beaouvoir, Camus gibi isimler için bu sorumluluk dünyayı değiştirmek için mücadele etmektir. Bir devrim sonucu koşulların değişmesiyle özgürlüğün felsefesi mümkün olacaktır. Bu sadece felsefelerine değil hayatları boyunca verdikleri mücadelelere bakarak da kolayca anlaşılabilir. Başta Sartre olmak üzere bu isimler politik mücadelelerin bir parçası olmuşlar, özellikle Sartre’ın Marksizm’e ilgisi giderek artmıştır. Sartre için “Marksizm çağımızın aşılamaz felsefesidir”. Can Irmak Özinanır
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
ASLOLAN KADINLARIN ÖZGÜRLÜĞÜDÜR ÇAĞLA OFLAS: “HAKLARIMIZI MÜCADELEYLE KAZANDIK”
Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlen-
mesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi. Türkiye’nin ilk imzacılarından olduğu sözleşme imzacı ülkelere şiddetin önlenmesi konusunda pek çok yükümlülük getiriyor. Ayrıca bu yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediğini denetliyor ve önemli yaptırımlar içeriyor.
31 Mart yerel seçimleri aşamasında hükümet tarafında bulunan muhafazakar STK'lar, köşe yazarları, Akit gibi gazeteler tek bir koro hâlinde İstanbul Sözleşmesi'nin aileyi tehdit ettiğini söylediler. Hatırlanacağı gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan da aile birliğinin tehdit altında olduğundan yakınmış ve sözleşmenin iptal edilebileceğini söylemişti.
İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık konularında şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı belge. Sözleşme şiddeti ele alırken, kapsayıcı olacak şekilde şiddeti önleyici ve mağdurların korunması, faillerin cezalandırılması ve konuyla ilgili gerekli politikaların üretilmesi gibi bütüncül bir perspektife sahip. Kadına yönelik şiddetin toplumsal cinsiyet ayrımcılığının hem sonucu hem de nedeni olarak tanınmasını sağlıyor. Ayrımcılık maddesi altında “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği”ne vurgu yaparak, bu konuda da ayrımcılık yapılmayacağını beyan eden ilk uluslararası sözleşme.
Türkiye bu sözleşmenin ilk imzacısı olmasına rağmen sözleşmenim koşullarını layıkıyla yerine getirebilmiş değil. Sadece Haziran ayından bugüne 40 kadın cinayeti işlendi. Durum gerçekten çok vahim. İktidar bloğu kadınlara karşı mücadele ediyor. Kadın cinayetlerini tırmandıracak değil önleyecek önlemlere ihtiyacımız var.
Şimdi iktidar bloku kadın hareketinin bu kazanımı "aileyi korumak" adına yok etmeye çalışıyor. Üstelik sadece iktidar da değil, geçtiğimiz günlerde muhalefet partilerinden Saadet Partisi'nin Konya milletvekili Abdülkadir Karaduman, sözde antikapitalist, özde cinsiyetçi bir açıklamayla sözleşmenin fesh edilmesi gerektiğini savundu. Sosyalist İşçi, kadın aktivist ve gazetecilere İstanbul Sözleşmesi'nin önemini ve sözleşmeye dönük saldırının sebebini sordu.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa tıpkı kıdem tazminatının gaspı gibi kırmızı çizgimizdir. Üstelik kadınlar kazanımlarını mücadeleyle kazandılar. Kazanımlarının ellerinden gitmesini öylece seyretmeyeceklerdir.
8 Mart yürüyüşü, İstanbul
MELİS ALPHAN: “KADINLARIN ŞİDDETTEN KORUNMASINI İSTEMİYORLAR” İstanbul Sözleşmesi sonuç-
ta kadınları her türlü şiddete karşı korumak, kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek ve ortadan kaldırmak işlevini görüyor, aynı zamanda kadına karşı ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunuyor, tüm mağdurların korunması ve onlara destek olunması için kapsamlı bir çerçeve ve politika tasarlıyor. Bu anlaşma Türkiye’nin taraf olduğu sözleşme kanun hük-
münde, dolayısıyla buna tabiyiz ve bu İstanbul’da imzalanıyor çünkü o dönem AKP kadın haklarında adım atıyor görüntüsü vermek istiyor. Görüntüsü vermek istiyor diyorum çünkü samimi olmadığını bugün görüyoruz çünkü bütün bu saldırılara meydanı açıyor, bunun alt zeminini mecliste kurduğu boşanma komisyonuyla, aslında kendisi hazırladı. Kadın örgütleriyle tamamen bir kopuş yaşayarak onları dinlemek
yerine Boşanmış Babalar Derneği, Aile Akademisi Derneği gibi grupları dinleyerek aslında bütün bu saldırılara meydanı AKP açtı. O yüzden de bu saldırılar tırmanmış vaziyette, nafaka hakkına saldırılar başladı. Birkaç yıldır da başta Akit olmak üzere yandaş medyada kadınların İstanbul Sözleşmesi, 6284 sayılı kadını şiddetten korumakla ilgili yasa dâhil her türlü kazanımına karşı toplu bir saldırı söz konusu.
MELTEM ORAL: “TEHLİKEDE OLAN KADINLARIN HAYATIDIR” Son yıllarda kadınların kazanılmış haklarına dönük sistematik saldırıların bir parçası olarak şimdi de İstanbul Sözleşmesi’ne göz dikildi. Yasal düzlemde siyasi iktidar eliyle nafaka hakkının gaspı gibi girişimler aile kurumunun tehlike altında olduğuna dair bir söylemle el ele ilerliyor. Neredeyse ailenin çözülmekte olduğu ve bunun nedeninin de kadınları görece koruyan yasalar olduğu anlatılıyor.
Aile kurumunun 'çözülmesinin' sermaye, devlet ve iktidar açısından neden tehlike olarak görüldüğü sorusu bir kenara, bugün esas önemli olan sorunların üzeri örtülüyor. Esas tehlike budur. Tehlikede olan kadınların hayatıdır. Aile içi şiddetin, kocaları, babaları, abileri tarafından öldürülen kadınların, çocuk istismarının üzerinin aile söylemiyle örtülmesi tehlikelidir.