Sosyalist İşçi 643

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

643

21 Ağustos 2019 3 TL. sosyalistisci.org

-

-

-

ATANMIS BAKAN SECİLMİSLERİ GÖREVDEN ALDI

KAYYUM DEĞİL DEMOKRASİ u Kayyum siyaseti geri döndü.

u Yüksek oylarla seçilmiş Diyarbakır, Mardin ve Van belediye başkanları görevden alındı.

u Seçme-seçilme hakkını ortadan kaldıran antidemokratik müdahale farklı kesimlerin tepkisiyle karşılandı. sayfa 3

AKP HÜKÜMETİ İSTEDİ TÜRK-İŞ YÖNETİMİ SATTI

KÜRESEL İKLİM GREVİ İÇİN ÖĞRENCİ BULUŞMASINA KATILAN SELİN GÖREN ANLATIYOR: “DENEYİMLER ORTAKLAŞTIRILDI”

sayfa 5

sayfa 9


2

GÜNDEM

AKP’DE GERİLEYİŞ SÜRÜYOR 31 Mart seçimleri ve AKP’lilerce AKP liderliğinin en büyük hatası olarak gösterilen, İstanbul seçimlerinin tekrarlanmasının ardından ortaya çıkan siyasal tablo, yerli-milli koalisyonun kesin bir gerileme dönemine girdiğini gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin mucitleri muhtemelen sadece AKP-MHP-devlet gruplarının ittifak yapabileceğini ve özellikle AKP tabanının blok olarak Erdoğan’ın gösterdiği adaya oy vereceğini sanıyordu. Oysa muhalefet de ittifak kurdu ve AKP tabanı blok olarak Erdoğan’ın gösterdiği adaya oy vermedi. 7 Haziran seçimlerindekine benzer bir şekilde AKP tabanının bir bölümü AKP’ye oy vermedi. Üstelik bu kez sadece AKP’ye oy vermemekle kalmayıp,, bazı ilçelerde 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin mukayesesinin gösterdiği gibi İmamoğlu’na oy verdiler. 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin sonuçları, birkaç ayda unutulacak, etkisi kısa sürecek bir gelişme olarak görülmemelidir. Bu sonuçlar, iktidar blokunu şok etti ve bu geçici bir şok da değil. Tüm karar alma süreçlerini temelden etkileyen ve bir panik duygusunu her an tetikleyebilecek bir sonuçtu yaşanan. İstanbul’da 800 binden fazla oy farkı, tüm Türkiye’de büyükşehir belediye başkanlıklarının büyük çoğunluğunun kaybedilmesi, AKP’de net bir şekilde görülen ve geri döndürülmesi hemen hemen imkânsız olan çözülme sürecinin başlamış olması hükümet ve çevresinde bulunan kurumların ve bireylerin beklenmedik ölçüde yanlış tutumlar almalarına, yanlış kararlar vermelerine ve garip açıklamalar yapmalarına neden oluyor. Örneğin SETA raporu. Gazetecileri fişleyen ve geçmiş dönemlerde darbeciler tarafından hazırlanan andıçları andıran bu rapor bir “sivil toplum kuruluşu” tarafından savunulabildi. Örneğin Numan Kurtulmuş’un açıklamaları. Kurtulmuş, seçimden önce şöyle şeyler söylüyordu: “Eksikleri, hataları söyleyenlere diyeceğiz ki biz de siyaseti biliyoruz, eksikleri hataları görüyoruz, önce 23 Haziran’ı geçelim, ondan sonra gerekirse siyasi bakımdan tövbe istiğfar ederek yanlışlarımızdan kurtulacağız ve yolumuza koşar adım devam edeceğiz. Ama kızgınlıkla, küskünlükle, kusura bakmayın hiç kimsenin de CHP’nin adayını oraya getirip oturtturmak gibi bir lüksü olamaz." Bu sözleri söyleyen AKP Genel Başkan Vekili. Yani Erdoğan’ın AKP’deki vekili. Açık açık, “hatamız var ama bu hataların faturasını seçimlerde kesmeyin” demişti. Aynı Kurtulmuş, hataları seçim sandığında sert bir tokat olarak yüzlerine vurulduktan aylar sonra, bu kez de şunları söyledi: "Biz muhafazakâr Kürtlerden, Cuma cemaatinden, şehirli milliyetçi kesimden oy kaybettik. Ama bunları geri alabilmek için de vakit var, bu sürede yapacaklarımız da belli." Kitlesel oy kaybının nedenleri analiz edemeyen bir bakış açısı bu ve “bu sürede yapacaklarımız belli” derken, oy kaybına neden olan hataların tekrarlanmayacağının ima edildiğini düşünebiliriz ama 23 Haziran seçimlerinin ardından AKP liderliğinin her bir kararı, bu hatalardan hiçbir ders alınmadığının kanıtı gibi. Numan Kurtulmuş AKP içindeki çözülmenin bazı sosyal gruplaşmalarını adresiyle teslim ederken, vakti zamanında AKP’nin en ateşli savunucusu olan Mehmet Metiner gibiler ise AKP’yi bırakıp giden ya da gitmek için vakit kollayanların azımsanmayacak kadar çok olduğunu ve Erdoğan’ın bu ayrışma sürecinde eski Türkiye şartlarında kurulan AKP yerine yeni Türkiye şartlarına uygun başka bir parti kurması gerektiğini söylüyor. “2001’deki AKP’de ısrar yeni Türkiye siyasetine karşı kürek çekmektir” görüşü çözülmenin de-

Abdullah Gül: Yeni parti kuruluşunu başlattı

Ahmet Davutoğlu: AKP’deki bölünmenin bir diğer tarafı

Ali Babacan: Gül’ün başlattığı girişimin lideri

Numan Kurtulmuş: AKP’yi bir arada tutmaya çalışıyor

rinliği ve arayışların garipliği konusunda fikir verebilir. AKP’nin çözülmesine dair en doğrudan tespitler ise partinin genel başkanı Erdoğan tarafından ifade edildi kuşkusuz ki. Erdoğan üyelerle bayramlaşma mesajında “Birçok ayrılıklar, şunlar bunlar vesaire gibi kampanyalar içerisine girenler olabilir. Kardeşliğimizi böldürtmeyeceğiz” demişti. Bu, AKP içindeki çözülmenin, ayrışmaların bir kampanya halinde sürdüğünü gösteren bir çıkıştı. Sadece Gül-Babacan-Davutoğlu gibi isimlerin siyasi girişimlerinin etkisi değil burada söz konusu olan, 23 Haziran tekrar seçimde AKP liderliğinin tabanına demir attığını, ölse de kendisine oy vermekten vazgeçmeyeceğini sandığı kitlelerin, Bağcılar, Üsküdar, Fatih gibi ilçelerde yaşanan oy kaymalarında görüldüğü gibi bu partiden kopup gitmeye başlamalarıdır. Bu ne teşkilat yenilenmesiyle ne herhangi bir reforma benzemeyen yargı reformuyla engellenebilir bir gelişmedir ne de zaten ortada bu gelişmeyi engellemek yönünde adım atma ihtimali, imkânı, yeteneği ve arzusu olan bir liderlik vardır. AKP liderliği, 2015’ten beri adım adım inşa ettiği korku imparatorluğunu güçlendiren siyasetlere son verme yeteneğinde değil. Olayların denetimi, bu liderliğin elinden kaçıp gitti. Artık herkesin farkına vardığı

Teorik derginizi gazete dağıtımcılarımızdan alabilirsiniz!

gibi “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” tek bir siyasi figürü öne çıkartmış gibi görünse de aslında bu sistem istenilen otoriter yönetime yavaş yavaş ayak bağı olmuş durumda. AKP, başkanlığı kazanmak için kendisinden kat be kat küçük partilerin oyuna muhtaç. Bu partilerse kendi ajandaları olan ve AKP’yle geçici bir uyum içinde olan partiler ve kurumlar. Başkanlığı kazanmak ve sürdürmek için bu partilerin desteği şart. Ama bu destek AKP liderliğinin de ufkuna çok uygun olduğu kanıtlanan daha sağ, daha da sağ, daha da devletten yana politikaların uygulanmasına bağlı. Numan Kurtulmuş muhafazakâr Kürtlerden oy kaybettiklerini açıklarken, Diyarbakır’daki muhafazakar Kürtlerin de oy verdiği büyükşehir belediye başkanının yerine kayyum atanabiliyor. Bu, tabandaki oy kaybını derinleştirir ve böylece AKP’nin çözülme sürecini hızlandırırken yerli ve milli koalisyonun parçaları olan partiler kayyum operasyonlarından çok memnunlar. Devlet Bahçeli, Süleyman Soylu’yu arayarak kayyum operasyonlarına desteğini sunuyor. İşte, AKP’yi devamlı güç gösterisi yapmaya iten güçsüzlüğün altında yatan çaresizlik böyle bir kısırdöngünün ürünü. Ama bu politikalar çok büyük bir öfke birikimine neden oluyor. Bir seçimin tekrarının 800 binden fazla oya mal olmasından görülüyor ki çözülmenin tedrici bir şekilde olmasını beklemek için hiçbir gerekçe yok. Çözülme çok daha hızlı yaşanabilir ve yerli ve milli ittifak siyasal alanın bütünü tarafından taşınamaz hale gelebilir. Bu bütünüyle sınıf mücadelesinin düzeyine ve işçi sınıfının hareketinin çapına bağlı. İşçi sınıfının bu süreci hızlandıracak bir mücadeleye girmesine yardımcı olacak ya da böyle bir mücadele başlarsa pusula görevi görebilecek antikapitalist bir odağın inşası için tek bir saniye bile kaybetmeye tahammülümüz olmamasının nedeni budur.


GÜNDEM ATANMIŞ BAKAN, SEÇİLMİŞ BELEDİYE BAŞKANLARINI GÖREVDEN ALDI!

KAYYUM KARARI DEMOKRASİYE SALDIRI

3

CHP’DEN ESAD’A DESTEK TOPLANTISI

Suriye ordusu bombardımanı

Birkaç yıl önce Avrupa’nın bir başkentinde, Suriye’nin

İkinci kez kayyum atanan Mardin Büyükşehir Belediyesi

Diyarbakır, Mardin ve Van Belediye

başkanları görevden alındı. 29 ilde yapılan polis operasyonları sonucunda ise 418 HDP'li gözaltına alındı.

İçişleri Bakanlığı bu kararını "PKK/ KCK operasyonu" olarak duyurdu. Belediye başkanlarının görevden alınma gerekçesi "Silahlı terör örgütüne üye olmak", "terör örgütü propagandası yapmak", "suçu ve suçluyu övmek" suçlamalarıyla yapılan soruşturmalar olarak açıklandı. Kayyumlar geri döndü Milyonlarca seçmenin oyuyla işbaşına gelen Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Adnan Selçuk Mızraklı, Mardin Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Ahmet Türk ve Van Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Bedia Öz-

DSİP’TEN KAYYUM KARARINA TEPKİ Diyarbakır, Mardin ve Van illerinin seçilmiş HDP’li belediye başkanları görevden alındı. Üç belediyeye kayyum atanması, Türkiye’nin ABD’yle birlikte Suriye’de “güvenli bölge” için askeri harekâta hazırlandığı bugünlerde, devletin bir çözüm girişimine ya da diyalog sürecine kapıyı aralamak istemediğini gösteriyor. Devlet, kayyum müdahalesiyle birkaç mesajı aynı anda vermiş oldu. Birincisi, HDP’nin seçimlerde AKP-MHP karşıtı blokta yer almasının ve “tarafsız kalmamasının” hesabını bu yöntemle soruldu, “İstanbul’u kaybetmeme neden olursan, Diyarbakır’dan olursun” denildi.

gökçe Ertan görevden alındı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesine Diyarbakır Valisi Hasan Basri Güzeloğlu, Mardin Büyükşehir Belediyesine Mardin Valisi Mustafa Yaman, Van Büyükşehir Belediyesine Van Valisi Mehmet Emin Bilmez başkan vekili olarak atandı. Yolsuzluklarla anılmışlardı Daha önce de Ankara’dan atanan kayyumlarla yönetilen 3 büyükşehir belediyesi hakkında kararı, 31 Mart’ta seçmenler vermişti. HDP’li belediye başkanları yüksek oy oranlarıyla yeniden yönetime gelirken, halk kayyum siyasetini reddetmişti. Yerel seçimlerden sonra ortaya çıBir diğer mesaj ise ABD’yle birlikte hazırlanan “güvenli bölge” girişiminin, PYD dolayısıyla hiçbir Kürt oluşumuyla diyalog, sempati, işbirliği anlamına gelmediği, devletin beka sorunu olarak kodlanan stratejisinden vazgeçmediği oldu. Sadece Suriye’de değil, Türkiye’de de hiçbir Kürt kazanımına izin verilmeyeceği, belediyelere kayyum atanarak deklare edildi. Kürt sorununun çatışma, savcılık, hapis ve kayyum politikalarıyla çıkmaza sürüklenmesine artık son verilmelidir. Daha dört ay önce halkın ezici oyuyla (Diyarbakır’da yüzde 63, Mardin’de yüzde 56 ve Van’da yüzde 53) seçilen belediye başkanları derhal göreve iade edilmelidir. Kayyum politikası, Cumhurbaşkan-

kan belediye harcamalarıysa tepkiyle karşılanmıştı. İçişleri Bakanlığı’nın atadığı kayyumlar yüksek kuruyemiş harcamaları ya da makam odalarına yaptırdıkları lüks banyolarla bilinir olmuştu. HDP bu kararı tanımayacağını söylüyor ve başkanların görevlerine iade edilmesini istiyor. İktidar bloku ise kayyum siyasetini yayma mesajları veriyor. Oysa Kürt siyasi hareketine karşı yasakçılıkla geçen 90’ların sonunda siyasi ve demokratik çözümün gerekliliği neredeyse herkes tarafından kabul edilmişti. Kayyum siyaseti ve baskılar, ister bölge de ister Batı da yaşasın tüm işçilerin aleyhinedir. lığı Hükümet Sistemi’nin yürürlüğe girmesiyle bütünüyle daralan demokrasi alanında, halkın birkaç temel demokratik hakkından birisini, seçme ve seçilme hakkını gasp etmektedir. Türkiye’de halkların, işçilerin ve yoksulların ihtiyacı halk iradesinin kayyum politikalarıyla gasp edilmesi değil, demokratik hakların geliştirilmesi ve demokratik haklara saygı gösterilmesidir! Bu üç belediyeye yapılan müdahale, gerçekte tüm belediyelere, seçim hakkına, kısacası, elde avuçta kalan son demokrasi kırıntılarına yöneliktir. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi olarak demokrasiye yapılan saldırıyı kınıyoruz. Herkesi demokratik hakları savunmaya çağırıyoruz. 19.08.2019

geleceğinin tartışıldığı bir uluslararası toplantıyla ilgili sosyal medyada sıkça dolaşan bir şaka vardı: Takım elbiseli diplomatların, siyasetçilerin arasında, odadaki tek Suriyeli onlara hizmet eden garsondu! Suriye’de başlayan ayaklanmanın uluslararası güçlerin müdahil olduğu bir savaşa dönüşmesinin yarattığı trajediyi anlatan bu anekdot, pek çok başka yerde de hayat buluyor. Bunun son örneği, CHP’nin düzenlemek istediği Suriye konferansı. Kılıçdaroğlu, iktidarı “Madem onlar yapmadı, biz yapacağız” diyerek eleştiriyor ama konferansın hedefini de şöyle açık ediyor: “Suriye’de Türkiye’nin süratle Esad ile hiçbir ön yargıya kapılmaksızın görüşmesi lazım”. Tüm önemli aktörlerin davet edileceği söyleniyor ama Kürtlerin de içinde bulunduğu SDG çağrılmayacak. Esad’a karşı başlayan ayaklanmayı temsilen kimlerin davet edileceği ise belirsiz. Buralar “tüm aktörler, sivil toplum” vb denilerek geçiştiriliyor. Hem zaten 500 bin kişinin hayatını kaybettiği, milyonlarca kişinin evini barkını bırakıp kaçtığı bir devrim sürecinin taraflarını uzlaştırmak CHP’ye mi kaldı? Üstelik Kılıçdaroğlu, Habertürk’ün sorularını yanıtlarken, Türkiye’nin ABD ile anlaşarak Suriye’nin kuzeyine düzenlemeye hazırlandığı askeri operasyona da karşı çıkmıyor. Güvenlik için bunun yapılmasını destekliyor, tek derdi bunun Suriye rejimiyle de anlaşarak yapılması. CHP bir yandan da bu konferansı Suriyeli mültecilerin durumu nedeniyle toplamak istiyor. Partinin Genel Başkan Yardımcısı Ünal Çeviköz, “Bu çalıştayda Suriyeli mülteciler sorununu, 8 yılın bilançosunu, bir durum tespiti yapmayı, Suriyeli sığınmacıların yaşadıkları temel sorunları irdelemeyi ve ekonomik kriz içinde ülkemizde ortaya çıkan istihdam sorunu çerçevesinde de bütün bunların hepsini ele alarak belli çözüm önerileri getirmeye çalışacağız” diyor. CHP eğer Suriye ile ilgili olumlu bir şeyler yapmak istiyorsa, bu çalıştay yerine önce kendi içinde politik bir değişim sürecinden geçmeli. Esad’ın Suriye halkına zulmetmiş, demokrasi için başlatılan bir ayaklanmaya kitlesel katliamlarla yanıt vermiş bir diktatör olduğunu kabul etmeli. Onun temsilcilerini çağıracağı paneller düzenlemek yerine Suriye’deki demokratik muhalefeti tanımalı. Türkiye’deki göçmenlerle ilgili ise plaj yasakları gibi kendi partisinden çıkan ırkçı uygulamaları durdurmalı. Güvenli bölge oluşturulmasıyla Suriyeli sığınmacıların zorla geri gönderilmesi gibi uygulamalara netçe karşı çıkmalı. Kürtlerin Suriye’deki varlığını kabul etmeli. Dolayısıyla CHP’nin herkese açık bir çalıştay düzenlemekten önce alması gereken çok yol var!


4

DÜNYA Yürüyüş adını 1983 yılında askeri diktatörlük tarafından katledilen kadın sendikacı Margarida Maria Alves’ten alıyor. Yürüyüş, kadın haklarının korunması ve kırsal yaşamın geliştirilmesi konusunda talepler dile getiriyor. Önceki gün eylem yapan yerli kadınlar “Margaridas Yürüyüşü”ne de katıldılar.

KEŞMİR’DE TEHLİKELİ GERİLİM

BELFAST: İŞÇİLER YENİLENEBİLİR ENERJİDEN YANA

Keşmir, Hindistan’a bağlı ve nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu tek özerk bölge. Pakistan bölge üzerinde hak iddia ederken Hindistan’ın sağcı lideri Modi Müslüman halklara karşı sert politikalar uyguluyor.

BREZİLYA’DA ONBİNLER BOLSONARO’YA KARŞI SOKAĞA İNDİ 13 ve 14 Ağustos’da Brezilya’nın başkenti Brasilia’da on binlerce kişi aşırı sağcı, homofobik ve kadın düşmanı Bolsona-

Titanik gemisinin üretildiği Belfast’ın tarihi tersanesi ekonomik sorunlar nedeniyle kapatıldı. Belfast’ın aktif durumdaki son tersanesinin kapatılması üzerine işçiler tersaneyi işgal ettiler. Tersanede yer alan Harland & Wolff şirketinin 130 çalışanı işgal başlattı. İşçiler tersanenin hükümet tarafından kamulaştırılmasını ve buranın yenilenebilir enerji sektörü için dönüştürülmesini istiyor. İşgalci işçilerden biri basına verdiği röportajda “Rüzgar türbinlerinde ve gelgit enerjisinde muazzam bir potansiyel var. Bu sektörlerin binlerce yeni iş yaratabileceği söyleniyor ve yenilenebilir enerji için bir adil geçişe ihtiyacımız var.” İşçilerin bu talebi Britanya sendikalarının uzun süredir verdikleri Adil Geçiş

ro’ya karşı sokağa indi. Kentte iki gün içerisinde üç büyük Bolsonaro karşıtı eylem oldu. 13 Ağustos’ta binlerce yerli kadın Bolsonaro’nun Amazon ormanlarını maden şirketlerine ve sanayi tarımına açan planına karşı sokaktaydı. Bu plan, Amazonların ormansızlaştırılarak katledilmesi ve burada ya-

şayan yerli halkların sürülmesi anlamına geliyor. Yerliler için “hayvanat bahçesindeymiş gibi yaşıyorlar” diyen Bolsonaro’nun ekoloji ve yaşam düşmanı kalkınma hamlesi “soykırımcı politika” olarak nitelendiriliyor. Yerli kadınlar eylemde ok, yay ve mızrak taşıyarak “varolabilmek için diren” sloganları attılar.

Yine aynı gün Bolsonaro’nun eğitim bütçesi kesintilerine karşı binlerce öğrenci ve öğretmen gösteri düzenledi. Üstelik bu eylem sadece Brasilia’da değil ülkenin 80 şehrinde aynı anda gerçekleşti. 14 Ağustos’ta gerçekleşen ve 100 bin kadının katıldığı eylem ise aslında her dört yılda bir yapılan “Margaridas Yürüyüşü”.

Programı mücadelesinin bir sonucu. Adil Geçiş, küresel ısınma ile mücadelenin bedelinin işçilere çıkarılmaması için sendikaların hazırladıkları geçiş planları. Fosil yakıt veya kirli sanayi dallarının kapatılarak buralarda çalışan işçilerin hiçbir hak kaybı olmadan yenilenebilir enerji alanlarında istihdam edilmesini savunuyor. Harland & Wolff işçilerinin de kısa süreli bir rüzgar türbini üretimi deneyimi bulunuyor. Şirket daha önce böyle bir üretim yapmış. İşçiler de buradan yola çıkarak rüzgar türbini üretiminin hem daha sürdürülebilir bir istihdam sağlayacağı, hem ekoloji dostu olduğu, hem de çelik sektörü olduğu için kendi yeteneklerine uygun bir alan olduğunu söylüyor.

HONG KONG KİTLE GÖSTERİLERİ İLE SALLANIYOR Hong Kong Pazar günü dev bir gösteriye daha şahit oldu. Ülke nüfusunun çeyreğine denk gelen 1,7 milyon kişi Çin yönetiminin baskılarına karşı sokağa indi. Bu, haftalardır süren eylem dalgasının bir ayağıydı sadece. Hong Kong, 5 Ağustos’ta, 1967’den beri yaşanan en büyük greve şahit oldu. Ulaşım durdu, uçuşlar iptal oldu, emniyet binaları kuşatıldı hatta biri göstericiler tarafından neredeyse ateşe veriliyordu. Anayollar işgal edilerek trafiğe kapatıldı. Sendikalar Konfederasyonu’nun çağrısıyla gerçekleşen greve 350 bin işçi katıldı. Yüzbinlerin katıldığı gösterilerde çok sayıda gösterici gözaltına alındı. Konfederasyon sözcüleri, yeniden grev çağrısı yapabileceklerini ilan etti.

Daha geçtiğimiz aylarda Hindistan ve Pakistan arasında silahlı çatışmanın yaşandığı ve iki savaş uçağının düşürüldüğü Keşmir’de yeni bir kriz yaşanıyor.

Hindistan yönetimi 5 Ağustos itibarıyla Keşmir’in özerkliğinin kaldırıldığını ilan etti. Milyonlarca insanın yaşadığı bölge Hindistan ordusu tarafından çevrelenmiş durumda. İnternet ve telefon bağlantıları kesildi. Gıda stokları giderek azalıyor. Tüm gösterilerin yasaklanmasına rağmen sokaklarda eylem yapanlara polis göz yaşartıcı gazla müdahale ediyor. Modi hükümeti Keşmir’de ikili bir politika güdüyor. Bir yandan askeri yöntemlerle Keşmir halkını tehdit ederken öbür yandan otonomiden vazgeçecek olurlarsa ekonomik yatırımlar gerçekleştireceğini ve Hindistanlı şirketlerin bölgede yeni fabrikalar açacağını söylüyor. Dublin’deki tersane işçileri

Grev, yaklaşık dokuz haftadır süren kitle gösterileri ve grevden önceki üç gün boyunca genç aktivistlerle polis arasında yaşanan çatışmaların hemen ardından geldi. Bu kitle gösterilerinin en büyüğüne katılım 2 milyon kişi kadar olmuştu. Çin karşıtı hareket Çin tarafından atanan Baş Yönetici Carrie Lam’in istifasını, “suçluların” Çin’e iadesinin iptalini, göstericilere uygulanan şiddet eylemlerinin araştırılmasını ve demokratik reformlar talep ediyor. Hong Kong Baş Yöneticisi Carrie Lam birkaç ay önce Hong Kong’ta tutuklanan “suçluların” Çin’e gönderilmesini yasalaştırmaya çalıştı. Bu yasayla çok sayıda muhalifin insan haklarına hiçbir bağlılığı olmayan Çin’e gönderilecek olması yüzbinleri sokağa döktü. Gösteriler 5 Ağustos grevi sonrasında da devam etti. 9 Ağustos’ta yüzlerce eylemci havaalanını işgal etti. Ülke genelinde irili ufaklı eylemler devam etti.En son, Pazar günü ger-

çekleşen büyük yürüyüşten birkaç gün önce, Çin yönetimi’nin gönderdiği onlarca askeri aracın Hong Kong’a girerek bir stadyuma mevzilenmesi medyada yer aldı. Çin yönetiminin sertleşen tonuna karşı Hong Kong protestoları da radikalleşerek kitle gösterilerinden kitle grevlerine doğru evriliyor. 5 Ağustos grevi ve “yeni bir grev mümkün” sözü bunun işareti. Kitle gösterileri içerisinde polise karşı direnirken tutuklanan ve yaralanan yüzlerce işçi vardı ancak şimdi işçiler kolektif olarak üretimi durdurarak Hong Kong yönetimine karşı mücadeleye giriyor. Kitle grevleri işçi demokrasisinin embriyosudur. Özellikle uzayan politik grevler işçi sınıfının üretimi durdurmaktan üretim araçlarına el koyma aşamasına geçmesine neden olabiliyor. Üstelik grevler Çin’in korkunç emek sömürüsü altında ezilen Çinli işçilere de yayılma potansiyeli barındırıyor.

Bunlar, İngiltere’nin kolonilerinde ve İsrail’in Filistin’de on yıllardır uyguladığı ırkçı politikalar. Keşmir sorununun arkasında da geçmişin ve günümüzün emperyalist politikaları var. 1947’de İngiltere bölgeden çekilirken çoğunluğu Müslüman olan Keşmir’in büyük bir kısmını Hindistan’a bırakmıştı. Böylece iki ülke arasında süren çatışma halinden faydalanarak gücünü korumayı hedefliyordu. Son yıllarda ise iki ülkenin arkasında farklı emperyalist güçler var. Pakistan’a büyük yatırımlar yapan Çin ile Trump’ın destek verdiği Hindistan arasında yaşanan gerilim aynı zamanda Kuzey Kore ile yaşanan nükleer silah geriliminde olduğu gibi aslında iki büyük emperyalist gücün kapışmasından da etkileniyor.


RÖPORTAJ

5

İKLİM İÇİN ÖĞRENCİ BULUŞMASI: “DENEYİMLER ORTAKLAŞTIRILDI”

Öğrenciler, küresel iklim krizine çözüm için yürüyor

İsveçli öğrenci Greta Thunberg’in başlattığı iklim için okul grevleri birçok ülkeye yayıldı. 15 Mart ve 24 Mayıs tarihlerinde ise küresel iklim grevi ilan eden öğrenciler tüm dünyada sokaklara indi. Cuma günleri gerçekleşen okul grevlerine atfen Gelecek İçin Cumalar (Fridays for Future) adıyla bir araya gelen genç iklim aktivistleri 20-27 Eylül için üçüncü kez küresel iklim grevi çağrısı yapıyor. Öğrenciler bu kez grevi daha iyi örgütlemek amacıyla, 5-9 Ağustos tarihlerinde Lozan’da buluştu. Türkiye’den de Selin Gören toplantıya katılanlar arasındaydı. Sosyalist İşçi Selin Gören’le iklim grevlerini ve Lozan’daki buluşmayı konuştu. İsviçre’deki toplantıdan biraz bahsedebilir misin? Toplantının amacı neydi? Nasıl geçti?

Selin Gören: İsviçre toplantısı Gelecek için Cumalar’ın (FFF) ilk Avrupa toplantısıydı. İlk defa FFF bu kadar büyük çapta buluştu. Daha önce Strasbourg’ta da bir deklarasyon yayınlamışlar ama bu kadar büyük bir buluşma değilmiş o. Bu ilk büyük toplantı oldu ve adı SMILE idi yani Summer Meeting in Lausanne Europe. 37 ülkeden 420 aktivist vardı. Bir Avrupa buluşması olduğu için katılanlar Avrupa ağırlıklıydı ama dünyanın diğer bölgelerinden de katılmak isteyenler toplantıda yer aldı. Büyük bir medya ilgisi vardı. Basın çok

fazla röportaj yaptı katılımcılarla. Türkiye’den Atlas ve ben katıldık. Parents for Future (Gelecek İçin Aileler) adına Atlas’ın annesi Nil Sarrafoğlu katıldı yine Türkiye’den. Greta vardı. Birçok öğrenci lideri vardı toplantıda. Bizden çok daha büyük deneyimleri olan aktivistlerle tanışmak çok güzeldi. Çok fazla şey öğrendik. Her katılımcı kendi ülkesinde neler yaptıklarını anlattı. Çok öğretici ve ilham vericiydi. Bu toplantıda alınan kararlar FFF Avrupa adına alınmadı. Gelen aktivistlerin ortak düşünceleri olarak bir Lozan deklarasyonu yayınlandı. Bu deklarasyonda “neleri destekliyoruz, amaçlarımız neler?” gibi bir içerik vardı. Bu uluslararası buluşmanın seneye tekrar yapılması planlanıyor. Artık,her yıl yapılan bir buluşma haline gelmesi isteniyor. Seneye hangi ülkede yapılacağı konusunda da ev sahibi olmak isteyen ülkeler aday oldu. Bunun kararı daha sonra verilecek. 20-27 Eylül tarihleri için yapılan küresel iklim grevi örgütlenmesine dair neler konuşuldu?

Selin Gören: 20-27 Eylül tarihlerinde farklı ülkelerde neler yapılacağı konuşuldu. Bir sürü ülkede farklı günlerde grev olacağını gördük. Bazı ülkelerde sadece 20 Eylül’de, bazılarında sadece 27 Eylül’de, bazılarında ise hem 20 hem 27 Eylül’de grevler olacak. Günler farklı olsa da amaç-

lar ortak. Gün farklılığının nedeni ise Earth Strike (Yeryüzü Grevi). FFF 20 Eylül için küresel okul grevi çağrısı yapmıştı. Yeni bir platform olan Yeryüzü Grevi ise 27 Eylül için yetişkinlerin katılacağı bir grev çağrısı yapıyor. Earth Strike da dahil olunca böylelikle okul grevlerine büyüklerin grevi de dahil olmuş oldu. 20-27 Eylül tarihlerinin küresel iklim grevi ilan edilme nedeni aslında o tarihlerde New York’ta yapılacak zirve ve sanırım hemen öncesinde bir aktivistler buluşması daha olacak. Evet, 23 Eylül’de BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in çağrısıyla New York’ta bir İklim Eylem Zirvesi olacak. Bu Zirve, Paris İklim Anlaşması’nı uygulamaya koymak amacı güdüyor. Zirve’nin hemen öncesinde 20 Eylül’de küresel iklim grevleri başlayacak, Zirve boyunca çeşitli eylemler sürecek. 21 Eylül’de ise BM Gençler İklim Zirvesi yapılacak. BM ilk kez böyle bir Gençler Zirvesi örgütlüyor. Bu, dünyada yükselen okul grevlerinin bir sonucu. Ancak zirveye katılım için çoğunlukla 18 yaş üstü katılımcı alacaklar. 20 Eylül’de İstanbul’da da Sıfır Gelecek kampanyası tarafından çeşitli etkinlikler organize ediliyor. 20 Eylül’e öğrenciler nasıl hazırlanıyor?

Selin Gören: Sıfır Gelecek kampanyasının 20 Eylül’de etkinlikler düzenleyecek

olması çok iyi çünkü Sıfır Gelecek’te birden fazla organizasyon bir araya geldi. FFF de bunlardan biri. Herkes birbirini destekliyor. O nedenle böyle geniş bir oluşumun 20 Eylül’e çağrı yapması çok önemli. Böylece daha çok insan katılacaktır diye düşünüyorum. 23 Ağustos’ta Antikapitalistler’in düzenleyeceği bir etkinlik olacak. İklim adaleti etkinliklerinin ilk gününde farklı liselerden öğrenciler bir araya gelecek. Bu etkinliğe mümkün olan en kalabalık katılımı istiyoruz. Bunun iyi bir adım olacağını düşünüyoruz çünkü şuan liseliler olarak biraz birbirimizden kopuğuz. Herkes kendi lisesinde bir şeyler yapmaya çalışıyor. Fakat hem bizim tanışmamız için hem de ortaklaşa çalışmamız için 23 Ağustos’taki etkinlik güzel olacak. Bu etkinliğin sadece liselilere ayrılmasını istiyoruz çünkü herhangi bir iklim etkinliğine gittiğinizde sadece liselilere özel toplantılar olmuyor. Bu bizim için iyi bir fırsat olacak. Daha özgürce kendi düşüncelerimizi tartışabileceğiz ve 20 Eylül için hazırlık yapabileceğiz. Bunun dışında bir whatsapp grubumuz var liseliler olarak. O grupta da ulaşabildiğimiz her liseden bir veya iki temsilci ekliyoruz. O temsilciler de kendi liselerinde çalışma yapıyor, bize de grup üzerinden haber veriyor. Böylece bir ağ oluşuyor. Bu ağın da 23 Ağustos’ta kuvvetlenmesini istiyoruz.


6 SURİYE

AKP'NİN SURİYE ZİKZAKLARI VE "GÜV

Türkiye-Suriye sınırı VOLKAN AKYILDIRIM

Ankara ABD ile anlaşarak, Kuzey Suriye'de "güvenli bölge" kurmaya girişiyor. Düne kadar kavgalı oldukları ABD ordusuyla ortak harekat merkezini hızla oluşturdular. Erdoğan'ın açıklamalarına ve askeri hazırlıklara bakılırsa Ankara, Ceylanpınar'ın karşısındaki Resulayn'dan Akçakale'ye komşu Tel Abyad'a uzanan bölgeye girmek istiyor. ABD-Türkiye arasındaki anlaşmanın ayrıntıları kamuoyu ile paylaşılmadı. İki taraftan yapılan aynı açıklamaya göre ortak harekatın amaçları a) "Türkiye'nin güvenlik endişelerini gidermek" yani YPG ve Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) sınırdan uzaklaştırılması. b) Suriyeli sığınmacıların geri gönderileceği bir alan yaratmak. İki devlet, Suriye'de bir bölge kurmak konusunda anlaşsa da amaçları ve hedefleri aynı değil. Bu farklılıklar kendini "Güvenli bölge"nin derinliği tartışmasında gösteriyor. Türkiye üç yıl içinde üçüncü kez Suriye'ye giriyor. Bu noktaya nasıl gelindi? ‘Kardeşim Esad’ 5 Ağustos 2008... Bodrum'a inen uçaktan çıkan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ı, Başbakan Erdoğan karşılıyor. Hem iş hem de tatil için Türkiye'ye geldiğini söyleyen Esad'ı ağırlayan Erdoğan ona "kardeşim" diye hitap ediyor. Suriye'de halk ayaklanmasının başlamasına henüz üç yıl var. 1971'den 2000 yılına Suriye devlet başkanı olan Hafız Esad öldüğünde koltuğu devralan oğlu Beşşar Esad, babası gibi ülkeyi demir yumrukla yönetiyor. Erdoğan ve AKP için Esadlar ve BAAS'ın diktası o gün için bir sorun değildi. Arap Baharı'ndan hemen önce karşılıklı anlaşmalar imzalıyor hatta ortak bakanlar kurulu topluyorlardı. 'Düştü düşecek' beklentisi Esad ile Erdoğan dostluğu, 2011 Mart'ında başlayan ayaklanmanın barışçıl protestoların rejim tarafından kanla bastırılması, Suriye ordusunun bölünmesi, giderek bir savaşa dönüşen çatışmalarla birlikte bozuldu. "Kardeşim Esad"ı "düşman Esed" haline getiren tek sebep

halka karşı açıktan yapılan katliamlar ve saldırılar değildi. Erdoğan ve partisi, Arap Baharı'nda hep bir tarafa baktı. Bu taraf, kendisine yakın gördüğü Müslüman Kardeşler (İhvan) idi. Mısır Devrimi'ne başta katılmayan İhvan, Mübarek rejiminin çöküşüyle birlikte itildiği yer altından çıktı ve hazır güçleriyle müdahale etti. Başka hiçbir siyasi hareketin sahip olmadığı örgütlülük ve toplumsal destek, İhvan ve Muhammed Mursi'ye iktidar yolunu açarken Mübarek rejimi tarafından dışlanmış burjuvalar yeni yönetici sınıf olmaya oynadı. Erdoğan ve AKP, Suriye'de olup bitenlere bu gözle baktı. Ayaklanma içinde bir kanadı, İhvan'ın yerel unsurlarını destekledi. Bekledikleri Esad'ın sonunun da Mübarek ya da Kaddafi gibi hızla geleceğiydi. Suriye'de kurulacak yeni düzende Türkiye devletinin nüfuzunu oluşturma isteği, "bölgesel güç olmak" ya da "Yeni Osmanlıcılık" diye nitelenen alt-emperyalist politikaların devamıydı. Bekledikleri gibi olmadı. Tunus ve Mısır ayaklanmalarından ders çıkaran Esad ve BAAS yönetimi, Suriye'deki ayaklanmayı hızla silaha ve savaşa çekti. Dağılmakta olan Suriye devletini, savaş makinası ile toparladı. Muhalefet arasındaki bölünmelerden yararlandı. Rusya ve İran'dan aldığı destekle birlikte iktidarını korudu. Esad'ın gidici olduğuna emin olan Erdoğan ve AKP'nin sivil halka insani yardım ve destekten öte kendi yönetiminin çıkarları için komşu bir devlette rejim değişikliğine taraf olmasıyla birlikte kalıcı bir sorun ve kalıcı bir düşman yaratılmış oldu. Savaşın ortasına düşüş Irak'ta ortaya çıkan IŞİD'in Suriye’ye girişi ve geniş bir alanı işgali ile işin rengi daha da değişti. Ayaklanma sırasında Suriye ordusunun çekilmesiyle yaşadıkları bölgelerde kendi yönetimlerini oluşturan Kürtler, IŞİD işgaline karşı savaşırken ABD'nin desteğini kazanarak güçlendi. 2013-2015 arası ABD ve müttefikleriyle birlikte Esad yönetimine karşı tutum alan Ankara, kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlere örnek olabilecek bir özerkliği varoluşuna tehdit olarak görüyordu.

Suriye sahasında İhvan ve benzerleri yok olurken, Türkiye paralı asker olarak nitelenebilecek unsurları daha fazla desteklemeye başladı. Aynı anda ABD ve AB'ye "güvenli bölge-uçuşa yasak bölge" kurulmasını kabul ettirmeye çalıştı. 24 Kasım 2015 günü Rus savaş uçağının düşürülmesi ile birlikte Suriye savaşının tam ortasına itildiler. Beka sorunu ve alt-emperyalizm 2016 itibarıyla dört eğilim belirgin hale gelmişti: n Rojava'da kurulan Kürt yönetimini ne pahasına olursa olsun engellemek, Suriye politikası hatta tüm dış politikanın merkezine konuldu. n 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Ankara'nın ABD ile arası daha da açıldı. n Suriye'nin başlıca hakimi Rusya ile yakınlaşma, Putin aracılığıyla Esad yönetimiyle dolaylı ilişkiler kurmaya yönelme (resmi söylemde "düşman Esed"e devam etse de) onun kalıcılığını kabullenme/kabullendirme süreci başlatıldı. n Suriye savaşının yarattığı "iç sorunlarla" boğuşan, beka söylemini giderek daha fazla öne çıkartan yönetenlerin alt-emperyalist arzuları da pekişti. ABD emperyalizminin zayıflaması, bu arzuların hayata geçirilmesinin önünü açtı. Bu dört eğilimin sonucu olarak Türkiye ordusu 24 Ağustos 2016'da "Fırat Kalkanı harekatı" adıyla Suriye'ye girdi. 1 yıl süren ve sert çatışmalara sahne olan operasyonun ardından binlerce asker Suriye'ye yerleştirildi. 20 Ocak 2018'de ise "Zeytin Dalı" adıyla Afrin kuşatması başladı ve YPG denetimindeki şehir Ankara ve kendisine bağlı askeri güçlerin kontrolüne geçti. Her iki operasyon da Rusya'nın izni ve ABD'nin kabulü ile gerçekleştirildi. Üç yıl içinde üçüncü sınır ötesi operasyona hazırlanan Türkiye, 100 bine yakın askeriyle Suriye'deki en büyük yabancı ordunun sahibi. 8 yıl önce topraklarının üçte ikisini mühaliflere kaptıran Esad yönetimindeki Suriye devleti ise bugün TSK'nin garantörlüğündeki İdlib şehri ve Rojava bölgesi dışındaki her yerde kontrolü sağlamış durumda.


SURİYE 7

VENLİ BÖLGE"

BARIŞA BİR ŞANS VERİN! Türkiye’yi yönetenlere bakılırsa Suriye'deki Kürtlerin özerkliği varoluşsal bir tehdit. 'Orada bir Kürt yönetimi kurulursa, buradaki Kürtler de aynısını isterler' diye düşünüyorlar. Bu düşünce hiç de yeni değil. 1980'ler boyunca Irak'ta Saddam Hüseyin rejiminin baskısı altındaki Kürtlerin yaşadıkları yerde kendi yönetimlerini kurması da 'Türkiye'yi bölecek bir girişim' olarak nitelendi. Türkiye devletinin bekası için bir tehdit olduğu yıllarca söylendi. Bugün ise Ortadoğu'da hemen herkesle kavgalı olan Türkiye'nin en iyi dostu, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi. Bu dostluk maddi temellere sahip: Irak Kürdistanı'na giden Türkiye şirketleri kasalarını dolduruyor ve arada bir petrol borusu var. Zaman geçtikçe görüldü ki IKBY'nin varlığı Türkiye için bir tehdit değil. Bugün "en büyük tehlike" olarak nitelenen PYD ve Kürt yönetimi liderleri, daha birkaç yıl önce Erdoğan tarafından ağırlanıyordu. PYD lideri Salih Müslim, bu durumu hatırlatarak barış çağrısı yapıyor. Buna rağmen Ankara savaş kararı aldı. Sosyalistler, Kürt sorununun Kürtlerin yaşadığı her yerde siyasi ve demokratik çözümünden yanadır. Barışçıl çözümler, güvenlik ve beka kaygılarına son verebilir.

Dışarıdan müdahalenin sorunları Suriye'de karşıdevrim, dışarıdan emperyalist müdahale ve bölgesel hegemonya siyasetleriyle geçen yıllar boyunca demokratik siyasi muhalefet boğuldu. Şehirler yıkıldı. Yüz binlerce insan öldürüldü. Milyonlarca kişi Türkiye ve başka ülkelere göç etmek zorunda kaldı. IŞİD hızla yayıldığı gibi hızla yok edildi. Ancak Suriye savaşı bitmedi ve diktatör Esad ülkenin kaderini çizecek başlıca güç. AKP'nin zik zaklı dış politikası Suriye krizinin derinleşmesine katkıda bulunurken, (diğer devletlerin müdahaleleriyle birlikte) Esad'ın koltuğunu korumasına da yardımcı oldu. Bu militarist politikalar, içeride çözüm sürecinin çökmesine, Suriye savaşının Türkiye içine taşınmasına, darbecilerin önünün açılmasına ve otoriter bir yönetimin kurulmasına sebep oldu. Ankara şimdi ABD ile anlaşarak Kuzey Suriye'de bir bölge oluşturmaya, PYD ve Kürt yönetiminden kurtulmaya, İdlib savaşından doğan yeni göç dalgasını durdurmaya, "misafirken” "iç sorun" olarak görülmeye başlanan Suriyeli sığınmacıları geri göndermeye çalışıyor. Bir yandan da Rusya ile dostluğunu sürdürmeye istekli ve Astana'da yer alarak Esad rejimi ile anlaşmanın kapısını aralamış durumda. Bu tablo, Suriye'ye siyasi çözüm götüren bölgesel bir güçten çok, yanlış politikalar sonucu 21. yüzyılın en kanlı savaşının ortasına düşmüş, iki emperyalist devlete fena halde bağımlı ve çok yönlü iç/dış sorunlar yaşayan, bunların üstesinden gelmek için bir kez daha savaş kartını kaldıran bir yönetimi anlatıyor. Suriye politikasını Esad'la anlaşmaya ve sığınmacıları göndermeye indirgeyen milliyetçi muhalefet ise Suriye halklarının eşit, demokratik ve özgür geleceğini umursamıyor. Suriye devletine duydukları sempati ve İdlib'e askeri operasyonu desteklemeleri pek de barışçıl olmadıklarını gösteriyor. Sosyalistler, Suriye krizinin başından bu yana aynı şeyi savunuyor: Dışarıdan müdahale (kimden gelirse gelsin) çözüm olamaz, sorunu daha da büyütür. Biz dün olduğu gibi bugün de Suriye'nin geleceğinin Suriye halkları tarafından belirlenmesinden yanayız. Çözüm, dışarıdan-tepeden-silahla değil tabandan-demokratik siyasetle sağlanabilir.

SINIR DIŞI ETMEYE SON!

güvenlik sorunu.” Krizin de yerel seçimlerin de faturası onlara kesildi. Son iki ayda binlerce mülteci sınırdışı edilerek savaş bölgesi İdlib’e gönderildi.

“Güvenli bölge” fikri Türkiye devletinin beka politikasının bir ürünü olsa da,bugünkü girişimi hızlandıran, yeni bir göç dalgası beklentisi.

İdlib’de Türkiye ve Suriye ordularının savaşması bir felaket olur. İdlib’e yapılan ve yapılacak olan her askeri müdahale gibi. Savaş varsa zorunlu göç de vardır.

İdlib’de son haftalardaki çatışmalar sonucu, 124 bin insan Türkiye sınırında kaçtı. 4 milyon kişinin yaşadığı şehirden 550 bin kişi bir yıl içinde göç etmiş durumda. Rusya ve Suriye ordularının saldırıları sürdükçe, çok daha fazla kişi kaçacak. Türkiye’nin desteklediği silahlı muhaliflerin de geri çekilebileceği biralana ihtiyaçları var. Çünkü Suriye ordusu, Rusya ve İran askeri desteğiyle ilerliyor. Türkiye ise sınırlarını mültecilere kapatmış durumda. Yeni bir göç dalgası karşısında Resulayn ve Tel Abyad arasında bir “güvenli bölge” oluşturulması ivedi bir sorun olarak görülüyor. Ankara’nın “misafir” dedediği milyonlarca Suriyeli göçmen artık bir “iç

Öte yandan Türkiye’nin “mülteci sorununu” çözmek için anlaştığı ABD emperyalizmi, çıkardığı savaşlar ve işgallerle zorunlu göçleri başlatan temel güçtür: Afganistan, Irak, Suriye ... Şüphesiz ki bazı Suriyeliler ülkelerine geri dönmeyi tercih edecektir. Geri dönüş, onurlu, gönüllü ve güvenli olduğu takdirde mümkün olabilir. Savaştan kaçanları savaşa göndermek vahşettir. Sosyalistlerin göçmen politikası “Sınırları açın” sloganıyla özetlenebilir. Türkiye devleti milyonlarca sığınmacıya sınırlarınıaçarak iyi bir şey yapmıştır. Türkiye toplumunun bir parçası olan Suriyeli göçmenler savaş ortamına gönderilmemeli. Sınır dışı etmeye hayır!

GÖRÜŞ Roni Margulies

YAHUDİYSE YAHUDİ Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun yeni partilerinin kuruluşu yaklaştıkça AKP saflarında korku ve şirretliğin artması çok doğal. Bu partilerin başarılı olup olmayacağını bilemem, ama çok başarısız olup AKP’den herbirinin sadece yüzde 1 oy koparttığını düşünelim. AKP uzun zamandır girdiği tüm seçimleriucu ucuna kazanıyor (veya kaybediyor).Babacan ve Davutoğlu’nun partilerinden AKP’nin etkilenmemesi ve artık seçim kazanamaz hâle gelmemesi için bu partilerin sıfır oy alması gerek. Bu da biraz zor görünüyor. Korkmakta haklılar. Korkunca siyasetlerini gözden geçirebilirler. Veya pisleşebilirler. Pisleşiyorlar. Birkaç gündür sosyal medyada şöyle bir “bilgi” paylaşılıyor: “Bunu biliyor muydunuz;Siyonistlerin içimize nasıl sızdığını anlaya biliyormusunuz.Fehmi Koru’nun Kardeşi Ali Naci Koru’nun eşi Canan Koru, Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül ile kardeş Çocukları.Fehmi Koru’nun karısı, Ali Babacan’ın halası olur. Ali Babacan’ın halası, Yahudilerin mezarlığı, Bülbülderesi mezarlığına defnedilmiştir. Anladınız mı şimdi Bu ülkede tesadüfe yer yoktur.” Bildiğiniz gibi, bir insanın halası Yahudiyse, o insan dünyayı ve özellikle Türkiye’yi ele geçirmeye çalışmaktadır, çok gizli bir şeylerin gizlice üyesidir vetüm Müslümanları ve özellikle Türkiye Müslümanlarını yeryüzünden yok etmeye çalışmaktadır. Bu “bilgi”, bu tehlikeli ve tüyler ürpertici durum o kadar tehlikeli ve o kadar tüyler ürpertici ki, verilen bilgilerin doğru olmaması hâlinde bile yine de önlem almak gerekir. Fehmi Koru bilgilerin hepsinin yanlış olduğunu yazdı: “Bir dostum sosyal medya ürünü bir mesajı iletti. Orada Abdullah Gül, eşi, Ali Babacan, ben ve kardeşim Naci Koru ile eşi arasında gerçeklerin çarpıtıldığı akrabalık ilişkileri kuruluyor (Naci’nin eşi Hayrünnisa Gül ile kardeş çocuğu değil) ve Ankara İlahiyat Fakültesi’nde en eski (1970’li yıllar) başörtüsü mücadelesini vermiş bir hanımefendi (Ali Babacan’ın halası, ama benim eşim değil ve halen sağ) sanki gayr-ı müslim biriymiş gibi yansıtılıyor.” Gerçekten de, Babacan’ın halası olan Hatice Hanım 1968’de Ankara’daokurkenbaşını örtüp derslere girmeye başlayan ilk öğrenciymiş.Üniversite yönetimi derslere girmesine izin verilmeyeceğini açıklamış.Babacan direnmiş, erkek öğrencilerle boykota başlamış. Dekanlık, 11 Nisan 1968’de Babacan’ın okulla ilişkisini kesmiş.Hatice Hanım enteresan bir Yahudiymiş yani! Sosyal medyadaki yorumları okudum. Millet aptal olmadığı için, “AKP’den ayrıldığı için karalamaya çalışıyorsunuz, yemeyiz” diyenler çok. Ama ilgimi çekti, tek bir kişi bile (Fehmi Koru dahil) “Yahudiyse Yahudi, sana ne, suç mudur Yahudi olmak?” diyememiş.


8 TARTIŞMA

GÖÇMENLER, IRKÇILAR VE DIŞ MİHRAKLAR

Suriyeli göçmenler CAN IRMAK ÖZİNANIR

Başta Suriyeliler olmak üzere göçmenler yine Türkiye siyasetinin temel maddelerinden biri hâline geldi. Bu sefer hükümetin İstanbul seçimlerinde yaşadığı yenilginin acısını göçmenlerden çıkarmak üzere hızla yeni bir politikaya dönerek, İstanbul’daki göçmenleri kamplara ve sınır dışına zorla yollaması ile göçmenler üzerine tartışma başladı. Bu uygulama karşısında daha öncekine göre daha fazla dayanışma eylemi gerçekleşti, sivil toplum örgütlerinden açıklamalar yapıldı. Umutla bakılması, yaygınlaştırılmaya çalışılması gereken bir sonuç.

Türkiye “muhalefetinin” baştan beri ufku “Suriyelilerin gönderilmesi” ile sınırlı bir bölümü ise yaptıkları göçmen karşıtı “muhalefetin” sonuç vermeye başladığını düşünmüş olacak ki var gücüyle göçmen karşıtı argümanları tekrarlamaya başladı. İşin ilginci kimi bir tür “antiemperyalizm” üzerinden, kimi ise emperyalizmin en önemli kurumu NATO’yu savunarak bu tartışmaya girdi ancak ortaklaştıkları nokta tekti: “Suriyeliler gitmeli”. Saymaz’ın ucuz “solculuğu” Medyada Suriyeliler konusunda “ılımlı” ırkçılık öneren isimlerin başında Hürriyet muhabiri İsmail Saymaz geliyor. Suriyelilerin bayram ziyaretini diline dolayan Saymaz, arada ucuz “solcu” bir retoriğe başvuruyor. Suriyelilerin ucuz işgücü olarak kullanıldığını söyleyen Saymaz, yoksulların yoksullarla birbirlerine düşürüldüğünü söylüyor. Bunu ise yoksulları birbirine düşürmeye devam ederek ya-

pıyor. Saymaz bir tweetinde şöyle diyor: “Tanzim satışta patatesi taneyle alan, evlatları atanamayan, binbir umutla üniversiteyi bitirdiği halde emekli babasının eline bakan, tekstil atölyesinde ve sanayi sitesinde asgari ücrete çalışan yoksul Türk halkı, İslamcıların ümmetçi hayallerinin bedelini ödemek zorunda değildir” Saymaz’ın yoksulluğa karşı önerdiği tek çözüm yoksulların bir kısmının yani Suriyelilerin Türkiye’den gönderilmesi. Saymaz, yoksulluğun sebebi olarak göçmenleri gösterirken bir yandan yoksulluğun ve göçmenliğin gerçek müsebbiplerini yani kapitalizmi ve patronları aklıyor. Kendisine tepki gösteren gazeteci Banu Güven’e verdiği tepki ise Saymaz’ın nasıl sıradan bir milliyetçiliğe sarıldığını gösteriyor. Saymaz, Güven’in “Bunun sorumlusu savaştan kaçan Suriyeliler midir?” şeklindeki son derece makul konuşmasına “Hiç mi insanlarınıza karşı aidiyet hissetmiyorsun?” şeklinde cevap veriyor ve söylediklerinin nefret söylemine yol açtığı söylenince klasikleşmiş “dış mihrak” kartına başvuruyor. Medyada kimin “yerli ve milli” olduğunun tartışıldığı, SETA raporuyla merkezi Türkiye’de olmayan medya organlarında çalışan gazetecilerin fişlendiği bir ortamda Saymaz, Deutsche Welle’de çalışan Güven’e “Çalıştığın Alman kuruluşuna şunu anlatman iyi olur: Sultanahmet’te on Alman turisti katleden canlı bomba, geçici kabul belgesiyle dolaşıyordu” diye sesleniyor. Saymaz, Türkiye’nin anaakım medyasının göbeğinde yer alan ve hükümetin “yerli ve millilik” politikasına uygun Demirören

Medya Grubu’nda çalışıyor olmanın güvencesiyle bir meslektaşını “dış mihraklara” çalışmakla suçlarken, bir yandan da sözde muhalif gazeteci olmanın ekmeğini yiyor. Ucuz bir popülizmle yoksullara seslenirmiş gibi yaparken, en tepedekilere sesleniyor: “Suriyelileri gönderin”. Saymaz ve benzerlerinin halkı savunur gibi yaparken savundukları şey, Suriyelilerin ölüme gönderilmesi. Irkçılığa karşı çıkmak elitizm mi? Bu ucuz “solculuğun” bir argümanı da göçmenlerle dayanışmayı elitizmle özdeşleştirmesi. Saymaz, bir başka tweetinde “Suriyelilerle biriken bu öfkeyi anlamaya çalışmak yerine kibirli bir dille halkı ırkçı ve faşist diye suçluyorlar” diyor. “Dış mihraklar” ve “elitizm” suçlaması sadece Saymaz’la sınırlı değil. Mesela aynı mantık silsilesini çalıştıran biri “Zengin Avrupa devletleri tarafından fonlananların, AB ile Türkiye arasındaki geri gönderme anlaşmasına tek laf etmeden mültecilere tepki gösteren yoksul halka faşist dediğini, solun bir kısmının ise buna alet olduğunu” söylüyor. Öncelikle şunu belirtmek gerek, kimse halka ırkçı demiyor, sosyalistler halk içinde yaygınlaşan ırkçılığın ortaya çıktığı bataklığı kurutmaya çalışıyorlar. Bu bataklığı kurutmak ise en başta ırkçı argümanları kullanan ve kendini “muhalif” olarak pazarlamaya çalışanların ırkçılığına karşı mücadele etmeyi gerektiriyor. İşçilere yoksulluğun sebebinin Suriyeliler olduğunu anlatanlar sınıfın yararına bir iş yapmıyor tam tersine göçmenlerin de bir parçası olduğu işçi sınıfını bölüyorlar. Asıl

elitizm, yoksulları Türk, Suriyeli, Kürt diye ayırmak ve aralarından birini gözetiyormuş gibi yapmak. Marx, egemen fikirlerin her çağda egemen sınıfın fikirleri olduğunu söylüyordu. Irkçılık da bir egemen sınıf fikridir. İşçilerin arasında bu egemen fikrin yaygın biçimde alıcı buluyor olması bu gerçeği değiştirmez. Dolayısıyla göçmenlere dönük ırkçılığa karşı mücadele aynı zamanda işçi sınıfının hakları için mücadele etmek demektir. Sosyalistler, işçi sınıfıyla bağ kurmak adına egemen sınıftan kaynaklı yanlış fikirlere prim vermezler. Ne kadar zor olursa olsun parçası oldukları işçi sınıfını dönüştürmeye, egemen sınıf fikirlerinden azade kılmaya çalışırlar. İşçi sınıfının çıkarını savunuyormuş gibi yapan şovenist, ırkçı ve milliyetçi fikirleri çürütmek için ellerinden geleni yaparlar. Göçmenlerle omuz omuza Gündelik sorunlarımızın, yoksulluğun, baskıların, patlayan bombaların, işsizliğin, doların yükseliyor olmasının, zamların sebebi göçmenler değil kapitalizm, savaş ve bizatihi bu sistemi yöneten sınıf olan burjuvazi. Bilakis eğer bu sorunların üstesinden gelmek istiyorsak bugün göçmenlerle omuz omuza sisteme karşı mücadele etmek zorundayız. Eşit işe eşit ücret istiyorsak, göçmenlerin mülteci statüsü almasını savunmalı, sömürüye beraber karşı çıkmalıyız. Sorunumuz göçmenler değil, sorunumuz muhalif taklidi yaparak kapitalistleri ve ırkçılığı aklayanlar.


EMEK GÜNDEMİ

9

AK PARTİ HÜKÜMETİ İSTEDİ, TÜRK-İŞ YÖNETİMİ SATTI FARUK SEVİM

Ak Parti hükümeti ve Türk-İş yöneticileri, Kurban Bayramı tatilinde, 200 bin kamu işçisini doğrudan ilgilendiren, ama gerçekte 500 bin kamu işçisinin beklediği TİS’i imzaladılar. İmzalanan TİS’e göre 200 bin kamu işçisinin ücretlerine, 2019 yılı için ilk altı ay yüzde 8, ikinci altı ay yüzde 4, 2020 yılı için de yüzde 3+3 zam yapılacak. Brüt 3 bin 500 TL’nin altında ücret alan işçilere seyyanen (Brüt 3 bin 500 TL’yi aşmayacak biçimde) 150 TL zam yapılacak. Taşerondan kadroya geçirilen 300 bin kamu işçisi ise ancak 2020 yılının ikinci yarısındaki yüzde 3’lük zamdan yararlanabilecek! Türk-İş yönetimi krizin emekçinin sırtına yükledi

yükünü

Toplu sözleşme görüşmeleri başlamadan önce Türk-İş, en düşük ücretin 3 bin 500 liraya yükseltilmesini, tüm kamu işçilerine seyyanen brüt 300 lira zam, ilk altı ay yüzde 15, ikinci, üçüncü ve dördüncü altı aylarda enflasyon artı yüzde 3 zam talep etmişti. Türk-İş’in altına imza attığı oranlar, talep ettiğinin yarısına denk geliyor. Bu emekçileri açıkça yoksullaştırmak, kriz karşısında ezmektir. TÜİK, 12 aylık ortalama enflasyon oranını yüzde 20 olarak ilan etti. Emekçilerin yaşadığı gerçek enflasyon oranı bunun çok üzerinde. Daha bu hafta elektriğe yüzde 45, doğal gaza yüzde 35 zam geldi. Yüzde 8’lik bir zammın bu yoksullaşmayı telafi etmesi mümkün değil. Kamu işçisine dayatılan düşük zamlı sözleşme, yakında memurlara da düşük zam dayatılacağının göstergesidir. Ak Parti hükümeti bir kez daha göstermiştir ki krizin ve enflasyonun yükünü emekçilerin sırtına yıkma noktasında kararlıdır. Türk-İş yönetimi bu politikasında Ak Partiye payanda olmuştur. TİS süreci boyunca açıkça görülmüştür ki, sendikacılar, işçilerin haklarını her platformda savunmak için seçilmiş işçi önderleri olmaktan uzaktır. Bu sendikacılar, siyasal olduğu kadar yaşam tarzlarıyla da işçilerden tamamen kopmuş sendika bürokratları olarak hareket etmektedirler. Türk-İş başkanı Ergün Atalay hemen istifa etmelidir Sözleşme sürecindeki önemli bir gelişme de, Türk-İş Başkanının sözleşmeyi niçin

Türk-İş Başkanı Ergün Atalay ve Çalışma Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk

böylesine düşük bir zam oranı ile imzaladığını açıkça söylemesi oldu. Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, açık kalan mikrofondan duyulacak şekilde, yanındaki Çalışma Bakanına “uzasa iş karışacaktı, böyle kapattık iyi oldu' itirafında bulundu. Bu itiraf sendika bürokrasisinin, tabanına verdiği söze rağmen, bütün bir işçi sınıfını nasıl sattığını çok iyi gösteriyor. İşçinin alınterini, emeğini, çocuklarının geleceğini satan Türk-İş Başkanı bu koltukta bir gün dahi oturmamalıdır. Türk-İş üyesi işçiler ve sendikalar sözleşmeden rahatsız Türk-İş üyesi işçiler imzalanan sözleşmeden memnuniyetsizliklerini sosyal medyadan açıkça dile getiriyorlar. Eski sözleşme süreçlerinde “Buna da şükür” diyen işçiler olurdu. Ama bu sözleşme hiçbir işçiyi tatmin etmedi. Türk-İş üyesi işçiler sözleşmenin nasıl bu şekilde düşük ücret zammı ile imzalandığının hesabını sormaya başladılar. Bunun için çeşitli düzeylerde tartışmalar başlattılar. Bayramdan sonra çok sayıda işçi, işyeri temsilcilerine, sendika yönetimlerine hesap soracak, sözleşmenin yırtılıp atılması için baskı yapacak. Türk-İş'e bağlı Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) Başkanı Hakan Yeşil, "Talep ettiğimiz ücreti alamadık. Çerçeve anlaşması pazarlık gücümüzü zayıflattı" diye

konuştu. Türk-İş üyesi Tek Gıda-İş'in Genel Başkanı Mustafa Türkel ise "Türk-İş'in eli bu dönemde çok güçlüydü. Bir taraftan hayat pahalılığı, bir taraftan işsizlik almış başını giderken, diğer taraftan da hükümetin içinde bulunduğu oy kaybı, Türk-İş için bir avantaj olmalıydı. Türk-İş Başkanı, koltuğunda oturabilmek için AKP’ye diyet ödedi. Ergün Atalay ve Türk-İş yönetimi derhal istifa etmelidir. İşçilerin önünü açmalıdır” değerlendirmesine yaptı. Türk-İş'e bağlı Harb-İş Sendikası Eskişehir Şube Başkanı Hasan Atak şunları söyledi: "Türk-İş kamuda çalışan ve TİS kapsamında olan yaklaşık 200 bin işçi adına hükümetle anlaşarak yine yapacağını yapmıştır. Vergi diliminin yüzde 15’te sabit tutulma vaatleri, reel anlamda ücretleri enflasyona ezdirmeme sözleri tutulmamış, hatta bugüne kadar kazanılmış haklar geriye götürülmüştür. Varılan anlaşma işçi sınıfına hakaret ve saygısızlıktır.” Ak Parti’nin işçi düşmanı-patron dostu yüzü bir kez daha açığa çıktı Bu toplu sözleşme, hükümetin de, işçilerin talebini görmezden gelen, kirli pazarlık yöntemleri kullanan, işçi düşmanı, patron dostu yanını bir kez daha ortaya koymaktadır. Ak Parti hükümeti sürekli grev yasaklamaları ile işçi sınıfının en doğal hakkı

olan toplu pazarlık hakkını fiilen kullanılamaz hale getirmiştir. Şimdi üstüne bir de, sendika bürokratlarını etki altına alıp, düşük zam oranlarına imza attırması bardağı taşıran damladır. Ak Parti hükümeti kendi emrindeki TÜİK tarafından, yıl ortalaması yüzde 20 olarak açıklanan enflasyona rağmen, işçilere yüzde 8 zam vererek, krizin yükünü işçi sınıfının sırtına yüklemektedir. İşçi sınıfı bu kadar haksızlığın hesabını Ak Parti’den de, sendika bürokratlarından da sormalıdır. Çare: Birleşik işçi mücadelesi Hükümetin yüzde 7’lik önerisini kabul etmeyen Türk-İş, nasıl olmuştur da yüzde 8’lik öneriyi kabul edebilmiştir? Türk-İş yüzde 15’lik zam teklifinden bu kadar geri nasıl çekilmiştir? Çünkü Türk-İş, kendi üyelerinin eylemlerinden, kararlılığından çekinmiştir. Enflasyon altında ezilen işçilerin sert mücadelesinden korkmuştur. Krizin başlangıcından beri bizler “yeni türden birleşik işçi cephesi”nin inşasının ne kadar önemli olduğu ifade etmekteyiz. Türk-İş yönetiminin işçileri satan bu tavrı, önerimizin doğruluğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu cephe aşağıdan, sendikaların tabanından örülmelidir. Yoksa bir yılda yarı yarıya fakirleşme yaşayan işçilerin sözcülüğünü yapan sendika başkanları, hareketi satmaya devam edeceklerdir.


10

YORUM

TONİ MORRİSON: IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELENİN SESİ

YENİDEN YABANLAŞTIRMA ÇEVRESEL KAOSU ENGELLEYEBİLİR Mİ? Sarah Bates yeniden yabanlaştırmanın gelmekte olan iklim felakatini durdurmasının mümkün olup olmadığını inceliyor

21. yüzyılın en büyük yazarlarından Toni Morrison geçen hafta öldü. Morrison, edebiyat dalında Nobel Ödülü alan ilk Afro-Amerikan kadın yazardı. 1993 yılında ödülü aldığı zaman Morrison, “Baskıcı dil şiddeti temsil etmekten daha fazlasını yapar, kendisi şiddettir.Bilginin sınırlarını temsil etmekten daha fazlasını yapar, bilgiyi sınırlar” demişti. Morrison, Büyük Buhran sırasında Ohio ‘da büyüdü. 30 yıl sonra iki çocuklu bir ebeveyn olarak New York’a taşındı. New York’a taşındıktan sonra yazmaya başladı. “Yazmak, çocuklar uyuduktan sonra akşamları yaptığım bir şeydi” dedi. Morrison, özellikle ırk ve siyah kadınların deneyimlerini ayrıntılı bir şekilde irdelerken çoğu zaman göz ardı edilen bir Amerikan gerçekliğine hayat verdi. En ünlü alıntılarından biri, “Okumak istediğiniz bir kitap varsa ve henüz yazılmamışsa, o zaman yazmalısınız.” Kendisi öyle yaptı. Morrison’ın kitaplarının hepsi okumaya değer. Beloved (Sevgili) tüm zamanların en iyi deneysel kurgu eserlerinden biridir. Kölelik, ırkçılık ve kadın olmanın ne demek olduğunu güçlü bir şekilde işler.

Avrupa Vaşağı

Çarpıcı bir hızla değişen iklim doğal ekosistemleri tehdit ediyor, bazı türlerin yok olması ve karmaşık yiyecek ağlarının çökmesi riskini beraberinde getiriyor. "Yeniden yabanlaştırma" kavramını sürdürülebilir bir geleceğin anahtarı olarak görenler var. Doğal alanları işlenmemiş hâllerine geri döndürmeyi ve biyo-çeşitlilik ortamında gelişebilecek bitki ve hayvan türlerini bu alanlara salmayı öneriyorlar. Küresel bir yeniden ormanlaştırma projesi atmosferden karbon emiliminin artmasına ve dünyanın ısısının düşmesine yardımcı olabilir. İsveç Federal Teknoloji Ensitüsü tarafından Temmuz'da yayınlanan bir çalışmada bu konu değerlendirilmiş. Bu araştırmaya göre, dünyada 0,9 milyar hektar üzerine 500 milyardan fazla ağaç ile kesintisiz bir orman potansiyeli olduğu tahmin edilmiş.

Yazısı cesur, şaşırtıcı, hassas ve güzeldir.

Bu, orman alanının %25'den fazla artması, buna bağlı olarak da atmosferdeki karbo miktarının yaklaşık %25 oranında azalması anlamına gelecektir.

Birçok ödülden sonra Morrison’ın eserlerinin dünya genelinde okullarda okuma listesine girmiş olması mutluluk verici.

Ayrıca ağaçlar, topraktaki fazla suyu emerek ve sahile yaklaşırken akan suyun hızını yavaşlatarak, seller ve fırtınaların önlenmesine de yardımcı olacaktır.

Toni Morrison 88 yaşındaydı, uzun yaşadı.

Yalnızca kırsal alanlarda değil, şehirlerde de ağaçlar emisyonların azalmasına ve ısının düşmesine yardım eder.

Fakat böyle güçlü bir yazar ve sosyal yorumcunun kaybı dünya için trajik bir zamanda geldi. Yazdığı kelimeler ölümünden çok sonra yaşamaya devam edecek.

Ağaçlar biyo-çeşitliliğin - farklı hayvan ve bitki türlerinin çeşitliliği ve miktarı- desteklemekte de kritik önem taşır. Ama mesele basitçe daha fazla ağacın

ekilmesinden ibaret değil - ormansızlaştırmanın da durdurulması gerekecektir. Amazon bölgesinde ormansızlaştırma hızı 2012'den bu yana artıyor ve Jair Bolsonaro'nun başkanlığı döneminde dakikada bir buçuk futbol sahası büyüklüğüne ulaşmış durumda. Ormansızlaştırmanın tam nedeni bilinmiyor, ama Bolsonaro'nun bölgede yasadışı tarım ve madenciliğe izin vermiş olduğundan kaygılanılıyor. Ormanlar Yeniden yabanlaştırmanın karbon emilimi konusundaki faydasının ortaya çıkması zaman alacak -ormanların tam olgunluğa erişmesi 70-100 yıl alabiliyor. Ayrıca hızla değişen iklim ağaçların olgunlaşmasını güçleştiriyor- yüksek sıcaklık ve kuraklıklar büyümeyi etkiliyor. Yeniden yabanlaştırma insanları da etkileyecek. Tarım veya hayvancılıkla geçinen ziraat işçileri topraklarına yeni bir ormanın ekileceğini duymaktan pek de memnun olmayacaktır. Hayvan türlerinin oluşturulan ortama yeniden salınması ile ilgili sorunlar ise daha da karmaşık. Bazı kampanyacılar biyolojk çeşitliği artırmak konusunda çok hevesli; "işgalçi türler"i eleyelim ve daha önce o bölgede yaşamış olan hayvanları -örneğin İngiltere kırsalı için kurtlar ve yaban domuzları gibi- salalım. Örneğin Lynx UK, Britanya'da ortaçağda soyu tükenmiş bir yaban kedisi türü olan Avrupa vaşağının yeniden doğaya salınmasını öneriyor. Lynx UK, İskoçya'da daha fazla Avrupa vaşağı bulunmasının karaca popülasyo-

nunun kontrol altına alınmasına yardım edeceğini ve daha fazla turizm geliri sağlayacağını ileri sürüyor. Ancak yerel çiftçiler kendi hayvanları, vaşağın bölgeye uzun vadeli etkisi ve doğal alanın uygunluğu konularında çeşitli kaygılara sahip. Gerçekte, hiç kimse Avrupa vaşağınının ya da herhangi başka bir türün, soylarının tükenmiş olduğu alanlara yeniden salınması durumunda ne olacağını bilmiyor. Britanya'nın Yeniden Yabanlaştırılması derneği yeniden yabanlaştırma kavramının "doğanın kendisine bakabileceği" anlamına geldiğini ileri sürüyor. Ama yeniden yabanlaştırma, insanın çevreye müdahalesinin bir başka biçimi; müdahale etmeme anlamına gelmiyor. Yeniden yabanlaştırma fiziksel olarak mümkün olmasına rağmen, kapitalist dünyada böyle bir şey yapılmıyor. Braziya'da görüldüğü gibi, tam tersi -yani ormansızlaştırma- devam ediyor. Ve bu fikirler yeni değil; doğal hayatı koruma dernekleri onyıllardır Britanya'da bazı küçük bölgeleri yeniden yabanlaştırmak için çabalıyor. Yeniden yabanlaştırma daha yeşil bir dünya yaratma planlarının önemli bir unsuru olabilir; ancak küresel ısınmanın arkasındaki itici gücün önünü almayacaktır. İklim krizinin sorumlusu, fosil yakıtların kullanımı çerçevesinde yapılanan kapitalizmdir. Yeniden yabanlaştırma gelecek için yapılan planların bir parçası olabilir, ancak hepimizi tehlikeye atan sistem alt edilmedikçe hiçbir etkisi olmayacaktır. (Çev. Deniz Kızılkaya)


AKTİVİZM

İstanbul Kadıköy: 0 533 447 97 09 Şişli: 0 555 637 24 50 Fatih: 0 536 219 63 41 Ankara: 0 535 884 21 22 İzmir: 0 507 555 02 72 Antalya: 0 536 335 10 19 Antep: 0 533 627 30 25 Balıkesir: 0 543 692 96 23 Bursa: 0 507 727 50 45 Çanakkale: 0 532 462 38 04 Malatya: 0 534 982 59 26 Muğla: 0 539 932 21 17 Sivas: 0 533 515 28 24 Tekirdağ: 0 533 233 41 50

ANTİKAPİTALİST ÖĞRENCİLER YENİ DÖNEME HAZIRLANIYOR Üniversitelerde ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, homofobiye ve transfobiye, her türlü ayrımcılığa ve kapitalizme karşı faaliyet yürüten Antikapitalist Öğrenciler, yeni döneme hazırlanmak için İstanbul’da hazırlık toplantısını yaptı. Buna göre, okulların açılışına hazırlık olarak çıkaracağımız bir bültenle, antikapi-

talist bir solun neleri savunması gerektiğini, üniversitelerde ırkçılığı ve ona karşı mücadeleyi, akademik özgürlükleri ve üniversiteler üzerindeki baskı ve sansürü, eğitimin parasız olmasının önemini ve cinsiyetsiz bir kampüsün nasıl yaratılabileceğini tartışacağız. Kayıt günlerinde üniversitelere yeni gelen

öğrenci arkadaşlarımıza ulaşmayı deneyececeğiz. Bunun yanında İstanbul’un farklı üniversitelerinden öğrencileri bir araya getiren tartışma toplantıları ve film gösterimleri düzenleyeceğiz. Üniversitelerde iklim adaletinin ve göçmenlerle dayanışmanın sesi olacağız!

EKİM SOSYALİST TARTISMA 11-12-13 İSTANBUL

-

BİZİ ARAYIN, SOSYALİST İŞÇİ’YE ULAŞIN!

11

ÖNE ÇIKAN Özdeş Özbay

TRUMP’IN IRKÇI KAMPANYASI: FAŞİSTLER ÖLDÜRÜYOR Geçtiğimiz haftalarda ABD’de 24 saat içinde iki kitle katliamı gerçekleşti. Önce, Texas sınırındaki El Paso şehrinde markete tüfekle giren bir faşist, Latin aileleri katletti. ABD-Meksika sınırında yer alan El Paso’daki WallMart mağazası, okulların açılmasından hemen önceki hafta alışverişe gelenlerle doluydu. 21 yaşındaki beyaz saldırgan, kulaklıklarını takıp yanında getirdiği tüfekle içeri girdi. 20 kişiyi öldüren katil, 25 kişiyi de yaraladı. Faşist saldırgan ırkçı bir manifesto da yayınladı. Manifesto, Latinlere yönelik nefret söylemiyle doluydu. Saldırganın Trump’ı öven paylaşımları da medyada yer aldı. Texas katliamından saatler sonra ise ikinci katliam, Ohio eyaletinde gerçekleşti. Dayton şehrinde yapılan silahlı saldırı sonucu 9 kişi öldü, 17 kişi yaralandı. Bu katliamlardan sadece bir hafta önce de New York’un Brooklyn bölgesindeki bir semtte ve Kaliforniya’da bir yemek festivaline saldırı düzenlenmiş, çok sayıda insan öldürülmüş ve yaralanmıştı. Saldırılar, Trump’ın Meksika sınırından ABD’ye girmeye çalışan Latin Amerikalı göçmenler için “tecavüzcüler ve suçlular” demesinden birkaç ay, Demokrat Parti’nin sol kanadında yer alan dört kadın siyasetçiye “Evinize dönün” demesinden ise sadece birkaç hafta sonra gerçekleşti. Trump, 2020 başkanlık seçimlerini kazanmak için ırkçılık silahını kullanıyor ancak bu, faşistlerinsokaklarda katliam yapmasına da neden oluyor.

u 11 Ekim Cuma 17.00-18.30: Arap Baharı’ndan Sudan’a: Ortadoğu’da devrimler ve karşı-devrim 19.00-20.30: Barışın kaybedeni olmaz u 12 Ekim Cumartesi 11.00-12.30: Evrim: teori mi gerçek mi? 13.00-14.30: Otoriter rejimler, faşizm ve diktatörlük 15.00-16.30: Lenin: Fikirlerinin modası geçti mi? 17.00-18.30: Kadınların özgürlüğü: İhtimaller ve karşıt eğilimler

19.00-20.30: İklim krizini durduralım: Şimdi değilse ne zaman? u 13 Ekim Pazar 11.00-12.30: Popüler dizilerde sistem eleştirisi: nerede başlıyor, nerede bitiyor? 13.00-14.30: Üç tehlike: ırkçılık, göçmen düşmanlığı ve aşırı sağ. 15.00-16.30: Sanayi 4.0: İşçi sınıfının sonu mu? 17.00-18.30: AKP çözülürken: Olasılıklar ve Antikapitalist sol ihtiyacı u Yer: Cezayir Salon

Trump’ın kışkırttığı ırkçılık Trump, iktidara geldiği günden beri ırkçılığı kışkırtıyor. Daha seçim kampanyası döneminde polislerin siyahlara yönelik şiddetine karşı başlayan “Siyahların Hayatı Önemlidir” hareketine karşı polisleri savunarak “Mavilerin hayatı önemlidir” demişti. Seçim kampanyasını tamamen ırkçı bir göçmen karşıtlığı üzerine kurmuş ve Meksika sınırına duvar sözü vermişti. Seçim kampanyasının başına açık bir beyaz üstünlükçü ve anti-semit olan Steve Bannon’u getirmişti. Steve Bannon ve “alt-right” ismiyle örgütlenen Richard Spencer, Trump kampanyasında ve sonrasında ülke çapında birçok eylem ve toplantı örgütlediler. Bu etkinliklerde Nazi sembolleri ve sloganları öne çıkarıldı. Güney eyaletlerinde ırkçı konfederasyon askerlerinin heykellerinin kaldırılmasına karşı sokak eylemleri örgütleyen faşistler, 2017’de Charlottesville’de kendilerini protesto eden anti-faşist kalabalığa arabayla saldırarak bir kişiyi öldürmüşlerdi. 2018 sonunda, Kongre seçimleri öncesinde de Meksika duvarı üzerinden ırkçılık kartını oynayan Trump, yüzlerce silahlı faşistin göçmenleri avlamak için sınırda kamp kurmasına neden olmuştu. Irkçı katliamlar Trump’ın göçmen karşıtı her kampanyası ardından devam etti. Göçmenler için sürekli olarak “işgalciler” demeyi sürdürdü. Mayıs ayındaki bir miting sırasında kalabalığa ABD sınırını geçmeye çalışan göçmenleri “nasıl durduralım?” diye sorduğunda, bir kişi “öldür onları” cevabı vermişti. Trump ise bu cevaba kahkaha atmıştı! Sadece 2019’da, ABD’de 251 silahlı saldırı düzenlendi. Verilere göre bu saldırılarda Oregon saldırısıyla birlikte 531 kişi hayatını kaybederken, 2 bin 56 kişi de yaralandı. Bu saldırıların önemli bir kısmı ırkçı nefret barındıran ya da toplumda yükseltilen nefretin sebep olduğu çeşitli nefret cinayetleri. Irkçılık her zaman egemen sınıfın bir kesimi tarafından sisteme yönelik öfkenin başka bir yöne çevrilmesi ve ezilenlerin egemen azınlığa karşı birleşmesini engellemek için tepeden aşağıya pompalanıyor. Irkçılığa karşı mücadele, ezilenlerin kendi arasındaki her türlü ayrıma karşı birleşme mücadelesi aynı zamanda ve bu mücadele bir kitle hareketi olarak sokak sokak, işyeri işyeri örgütlenerek kazanılabilir.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

KAZDAĞLARI’NA DOKUNMA! NURAN YÜCE

Büyük bir açgözlülük, büyük bir hırsla adeta gözü dönmüş bir halde Türkiye’nin coğrafi sınırlarının içinde yer alan her bölgede ya ekolojik bir yıkım yaşanıyor ya da buna yol açacak projelere yol veriliyor. Bu yıkımın boyutu her geçen gün artıyor. Günlerdir Su ve Vicdan Nöbeti ile büyük bir direnişle korunmaya çalışılan Kazdağları bu yıkımın yaşandığı yerlerden sadece biri. Kirazlı Altın ve Gümüş Madeni Projesi “Bin pınarlı, vahşi hayvanlar anası İda” nın suyunu, ormanını acımasızca katlediyor. Kazdağları’nın üstü altından değerlidir

Alamos Gold şirketine ait altın ve gümüş madeni projesi Çanakkale merkezine 26 km uzaklıkta. Çanakkale’nin tek içme suyu ve tarımsal sulama içinde kullanılan Atikhisar Barajı’na ise 14 km uzaklıkta. Alamos Gold şirketi "düşük maliyetli üretim" modeli ile övünüyor. Şirketin web sayfasında temel odak noktalarının ilk sırasında "düşük maliyetli üretim, finansal performans ve hissedarlara değer sağlamada liderlikten" bahsediliyor. Kirazlı projesi ise kârlılık açısından şirketin CEO'su John McCluskey’in ifadesi ile “gerçekten istisnai bir proje” olarak adlandırıyor. 495 bin ons altın ve 3 milyon ons gümüş elde etmeyi hedefleyen şirket maden kazısı için açık işletme madenciliği yapacağını ve siyanür kullanacağını açık bir biçimde ifade ediyor. Bu ifade ettiklerinin anlamı şu: Önce maden sahasının üstünde yer alan ağaçlar kesilecek, delme patlatma yöntemleriyle basamaklar halinde toprağın derinlerine doğru inilecek, milyonlarca ton ( ÇED raporunda 72,5 milyon ton olarak belirtilmiş) toprak kamyonlarla taşınacak ve siyanürle yıkanacak. İşte bu Kazdağları’nda cehennemi yaratma projesidir ve orman ekosistemini yok ederek buna başladılar. Projenin ÇED raporunda bile kesilecek ağaç sayısı 45 bin 650 adet olarak yer alırken Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı

Kazdağlarında Su ve Vicdan Nöbeti

hiçbir hesaplama yöntemi belirtmeden kesilen ağaç sayısını 13 bin 400 olarak açıkladı. Alamos Gold şirketi ise ben ağaç dikimi için 5 milyon dolar verdim, ne kadar ağaç kesildiğini ben bilmem Orman Genel Müdürlüğü bilir dedi. Bozacının şahidi şıracı misali Çanakkale Orman İşletme Müdürlüğü ise kesilen ağaç miktarıyla ilgili son resmi açıklamanın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'ndan yapıldığını söyledi.Uydu görüntüleri, çekilen fotoğraflar ise çok büyük ölçekte alanın tamamen çıplak hale geldiğini, ağaç katliamı yapıldığını ve bunun ört bas etmek için kesilen ağaç sayıları ile oynandığını açığa çıkardı. TEMA uydu görüntüleri üzerinden yaptığı incelemeler sonucunda maden sahası ve yol bağlantıları için 195 bin ağaç kesildiği bilgisini paylaştı. Kesilen ağaç sayısının çokluğu dehşet verici. Ama yaşanan yıkımı sadece ağaçlardan ibaret görmemeliyiz, orman ekosistemi çalılar, otlar, bitki örtüsü, kuşlar, sürüngenler, memeliler ile bir bütündür. Ormanı yok ettiğinizde bunların hepsini yok edersiniz. Kazdağları’nda şimdi yapılan budur.

Siyanür zehirdir Siyanürün kendisi ve türevleri, zehir maddeleridir. İster kapalı devre sistemlerinde ister açık madencilik sistemlerinde siyanür kullanımı sonrasında, toprağa ve suya siyanür karışır. Kirazlı projesinin ÇED raporunda bu projede açık alanda yığın liçi ile birlikte siyanür kullanılacağı açık bir şekilde ifade ediliyor ve madende günde 9 ton, yılda 3150 ton sodyum siyanür (NACN) kullanılacağı belirtiliyor. Siyanür ve diğer kimyasallarla kirlenmiş toprak atık barajlarında depolanacak. Bu zehirli maddeler zaman geçtikçe zehir özelliklerini yitirmiyor. Atık barajlarının yıkılması, sızıntı, deprem, taşma gibi olaylar hiç de nadir olmuyor. Olduğunda ise toprağa, suya karışan zehirin çok geniş bir alana yayılmasının önünde hiçbir engel yok. Kazdağları Türkiye’nin hatta dünyanın oksijen deposu, birçok endemik bitkinin yer aldığı, biyoçeşitliliğin zengin olduğu tarihi, kültürel özellikleri olan bir yer. Altın madenciliği ile yıkıma uğratılması bile isteye bir cinayettir, katliamdır. Ama Kaz-

dağları ne sadece yerli olmayan Kanadalı bir şirketin ne de sadece altın madenciliğinin tehdidi altında. Kazdağların’da AK Parti’nin palazlandırdığı şirketler ile köklü firmalar Cengiz’den Koç’a, Eczacıbaşı’ndan Koza’ya kadar hepsi var. Sadece Kirazlı projesi değil Kazdağları ve çevresinde arama/işletme olarak 900’e yakın maden ruhsatı verilmiş durumda. Kazdağları sadece altın madenciliği değil, kömürle, ÇED gerekli değildir denilen 800’den fazla proje ile delik deşik edilmekte. Ve sadece Kazdağları değil Hasankeyf’ten Munzur’a, Salda Gölü’nden Alakır’a, Cerattepe’den Murat Dağı’na onlarca yerde sular, toprak, hava kirletiliyor, orman ve tarım arazileri, zeytinlikler enerji, inşaat ve otoyol projeleri için yok ediliyor. Hükümet ekonomik krizi daha fazla doğa ve emek sömürüsü ile şirketler lehine çözmek için attığı her adımla ekolojik yıkımın boyutunu büyütüyor. Bu attığı adımlarla kendi sonunu getirecek bir mücadeleyi büyüttüğünü göremeyecek kadar gerçeklerden kopmuş durumda.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.