DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
644
5 Eylül 2019 3 TL. sosyalistisci.org
-
-
İKLİM KRİZİNİ CÖZMEK İCİN
TEK YOL DEVRİM 20-27 Eylül’de iklimi, gezegeni, yoksulları, ekosistemi, yaşamı korumak için başlayan büyük ve yeni mücadele dalgasının yeni bir sıçrama noktası gerçekleşecek. Bu hareket yeni, genç ve çok kararlı. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de kolları sıvayan hareket çok genç. İlkokul, ortaöğretim öğrencileri kızgınlar. Hem bugünlerinin hem de geleceklerinin çalınmasına öfkeliler.
Şirketlerin arsızlığını, bu büyük şirketlerin sözcüsü gibi davranan otoriter liderlerin pervasızlığını gördükçe kızgınlıkları daha da artıyor. İngiltere’de “Yokoluş İsyanı” böyle bir öfkenin ifadesi olarak ortaya çıktı. Greta Thunberg’in başlattığı okul boykotları ve uyarı eylemlerine binlerce, on binlerce ve giderek milyonlarca gencin katılmasının nedeni bu. Türkiye’de de gençler, şimdilik kitlesel bir katılımla olmasa da her geçen gün büyüyen bir dalga halinde kolları sıvamış vaziyetteler. u 20-27 Eylül iklim grevi üzerine haber ve yorumlar sayfa 2 ve 3’te
2
GÜNDEM
KAYYUM ATAMALARI: SİYASETİ ÖLDÜREN HAMLE Erdoğan’ın Kürt illerindeki üç büyükşehir
belediye başkanını görevden alması ve yerlerine kayyum ataması siyasetin en basit ilkesi, demokrasinin en temel tanımı olan seçme ve seçilme hakkına vurulan bir darbe oldu.
İKLİM KRİZİNİ DURDURMAK İÇİN: TEK YOL DEVRİM! 20-27 Eylül’de iklimi, gezegeni, yoksulları, ekosistemi, yaşamı korumak için başlayan büyük ve yeni mücadele dalgasının yeni bir sıçrama noktası gerçekleşecek. Bu hareket yeni, genç ve çok kararlı. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de kolları sıvayan hareket çok genç. İlkokul, ortaöğretim öğrencileri kızgınlar. Hem bugünlerinin hem de geleceklerinin çalınmasına öfkeliler. Şirketlerin arsızlığını, bu büyük şirketlerin sözcüsü gibi davranan otoriter liderlerin pervasızlığını gördükçe kızgınlıkları daha da artıyor. İngiltere’de “Yokoluş İsyanı” böyle bir öfkenin ifadesi olarak ortaya çıktı. Greta Thunberg'in başlattığı okul boykotları ve uyarı eylemlerine binlerce, on binlerce ve giderek milyonlarca gencin katılmasının nedeni bu. Türkiye’de de gençler, şimdilik kitlesel bir katılımla olmasa da her geçen gün büyüyen bir dalga halinde kolları sıvamış vaziyetteler. Durum gerçekten acil! Kaybedecek tek bir saniye yok! 2005 yılında Küresel Eylem Grubu’yla “iklimi değil sistemi değiştir!” sloganıyla harekete geçen binlerce insan vardı. O zamanlar, iklim değişikliğinin bir gerçeklik olduğuna, bilimsel bir kesinlik taşıdığına demokratik muhalefeti ikna etmekte zorlanıyorduk. Bazı kitle örgütlerinin temsilcileri “temiz kömür”ü savunabiliyordu. Şimdi böyle değil.
hareketin bütününü etkilemesine izin vermemektir. Bu iklim krizinin sorumlusunun kim olduğu tartışmasında açığa çıkan bir problem. Hürriyet gazetesinin haberine göre aralarında enerji, otomotiv ve bankacılık alanlarda yer alan büyük şirketlerin de olduğu bir grup firma iklim değişikliğinin kendilerine çıkartacağı maliyetleri hesaplamışlar. BP, British Petrol ve Shell gibi firmaların iklim değişikliğinden şikayet etmesi gibi bir arsızlıkla karşı karşıyayız. İklim krizinin nedeni bu şirketler! Yalan söyleyerek, gerçekleri gizleyerek, acımasız kapitalist rekabet kurallarını daha da acımasız hale getirip fosil yakıta dayalı enerjiye yüklenip tüm gezegeni hayvanlar, bitkiler gibi örgütlenemeyen canlılar ve yoksullar için yokoluşun eşiğine getirenler bu şirketler. Bu şirketlerin sözcüsü gibi olan hükümetler, otoriter siyasi figürler. Gezegen, ormanlar, hayvanlar, ekolojik dengeyi zerre kadar umursamayanlar. Kapitalizm, bu konuda reforma edilemez. Greta Thunberg Nisan ayında İngiltere parlamentosunda yaptığı konuşmada Britanyalı milletvekillerini iklim değişikliğinde ülkelerinin oynadığı rol konusunda yalan söylemekle suçladı. Sadece Britanya’da değil, hemen her ülkede milletvekilleri, iktidarlar, gerçeği gizliyorlar.
Şimdi, iklim değişiminin bir iklim krizine dönüştüğü konusunda işçiler, gençler, kadınlar, köylüler hatta patronlar bile hemfikir.
Kitlesel bir hareket gerçeği tüm gezegene haykırmalı.
Nüfusun büyük çoğunluğu içinden geçtiğimiz iklim krizinin farkında. Araştırma şirketi Konda’nın anketine göre Türkiye’de nüfusun yüzde 61’i iklim değişiminden endişeli ya da çok endişeli.
1968 hareketinin gençlerinin sloganında söylendiği gibi: “Koş arkandan eski dünya geliyor.”
Bu, nüfusun çoğunluğunun durumu bizim gibi, gençler gibi algıladığını gösteren bir sonuç ve harekete geçecek milyonlarca insanın olduğuna işaret ediyor. Ve amaç milyonları harekete geçirmekse, milyonlar harekete geçmeden bu devasa boyutlardaki küresel iklim krizi konusunda adım atmak mümkün değilse, o zaman yapılması gereken ilk şey, hareket içindeki yanlış fikirlerin
Bu hareket reform değil, devrim peşinde koşmalı.
Gezegenin kurtuluşu için eski dünyanın yıkılması gerekiyor! Gerçeği gizleyen ve iklim değişikliğini tırmandıran politikaları uygulayan siyasetçiler, bu politikaların uygulanmasından kar elde eden şirketler, iklim inkarcıları, yeni kuşakların ekosistemini gasp eden kapitalizmin bekçileri de bu suçlarının hesabını vermeliler. Grönland’ı satın almak isteyen Trump gibi arsızları korkutacak bir hareket bize lazım olan.
Bu müdahaleyle siyasal alan, iktidarın keyfine göre ve istediği derecede kısıtlanabilir. Bu müdahale, iktidarın, “Siz istediğinize oy verin, kimi seçerseniz seçin, siz seçersiniz, biz devlet olmaktan aldığımız güçle indiririz” mesajı vermesi anlamına gelir. Gecesini gündüzüne katan, en temel demokratik hakkını kullanarak seçim kampanyası yapan, bildiriler dağıtan, toplantılar, ev toplantıları, kahve toplantıları, mitingler, basın açıklamaları, cami-cemevi-kilise ziyaretleri yaparak kampanyasını sürdüren, aylarca seçilmek için mücadele eden adaylar, bir minik kararnameyle görevden alınıyorlar. Bu, bölgedeki tüm belediye başkanlarının apaçık bir şekilde tehdit edilmesi anlamına gelmektedir. Demokrasiye tahammülsüzlüğün apaçık bir göstergesidir. Gerçek dışı iddialar Görevden alınan belediye başkanlarının belediye kaynaklarını “dağa yolladığı” hem Cumhurbaşkanı hem de çeşitli “medya” mensupları tarafından görevden almayı meşrulaştıran ana iddia olarak kullanılıyor. Oysa, hiçbir belediyede, görevden alınan belediye başkanlarının ardından yapılan hesap incelemelerinde her hangi bir usulsüzlük, yasadışı bir harcama, bir yolsuzluk ya da illegal örgütlere para yardımı gibi bir olguya rastlanmadı. Bu, kitlelerde görevden alınan belediye başkanları hakkında “yapmışlardır bir yolsuzluk” algısını oluşturmak için kullanılan ama gerçek dışı bir iddia. Gerçekler Gerçekler ise bambaşka. Hiçbir yolsuzluklarına rastlanmayan belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlar ise görev yaptıkları belediyeleri kelimenin tam anlamıyla hem yapısal hem de mali açıdan dağıtmışlar. Yerine kayyum atanan Van Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Bedia Özgökçe Ertan haksızlıkları protesto ettikleri ve 24 Ağustos’ta yaptıkları basın açıklamasında şunları söyledi: “1.2 milyar TL'lik borçla belediyeleri aldık. Bu enkaz içinde 4 aydır karşılaştığımız manzara yolsuzluk, usulsüzlük ve haksızlıktan başka bir şey değildir. Bunları savcılıklara bildirdik. Halk bunun hesabını meşru zeminde sormaya devam edecektir” diye konuştu. Kayyumların belli kesimlere rant sağladığını kaydeden Özgökçe, “48 bin TL'ye yemek takımı almak suçtur. Protokol teknesini 638 bin TL'ye tadilattan geçirerek sadece 'Altın günü' olarak kullanmak suçtur. Aynı gün içerisinde 3 tane 2 milyonluk, 3 mil-
Diyarbakır’da oturma eylemi
yonluk, 5 milyonluk doğrudan temin ihalesi yapılamaz, yasa gereği suçtur. Bunların teşhirini yapıyorduk. Halka kayyum döneminde verilen tahribat anlatacağımızın çok daha fazlasıdır.” Ahmet Türk de HDP’li başkanların belediye kaynaklarını çarçur ettiği iddiasına şöyle yanıt vermişti: “Belediye bakkal dükkanı değil. İşçilerin ve memurların paraları kuruşuna kadar banka hesaplarına yatırılmış ve bankalardan paralarını almışlar. Kayıtlar ortada. Buna rağmen eğer bir iktidar yalan söyleme ihtiyacı duyuyorsa 'vay Türkiye'nin haline' demekten başka söylenecek bir şey yok. Mali Hizmetler ödeme yapacak. Nereden nereye para aktaracağız? Ne yaparsanız yapın ama iftira atmayın. İftiralarla bu işi götürmeyin. Hukuksuzluk yaptınız. Kürtleri sindirmeye çalıştınız. Kürtlerin siyaset yapmasını engellemek için her şeyi yaptınız. Ama iftira atmayın. İftiralarla yönetilen bir siyaset bu ülkeye ne getirir." Terörle iltisaklı mı? Yerine kayyum atanan başkanların bazı davalarda yargılanması, iktidar tarafından sanki bu davalar sonuçlanmış ve başkanlar ceza almış gibi sunuluyor. Oysa, hemen 31 Mart seçimlerinden sonra İçişleri Bakanlığı’nın harekete geçtiği ortaya çıktı. Eski Diyarbakır Baro Başkanı Mehmet Emin Aktar’ın paylaştığı belgeye göre; İçişleri Bakanlığı’nın Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Selçuk Mızraklı’yı görevden almasına yönelik gönderdiği yazıda 1 Nisan tarihi yer alıyor. Yani kayyum atama hazırlığı 31 Mart seçimlerinden bir gün sonra başlamış. İçişleri Bakanlığı, Yüksek Seçim Kurulu’nun seçimlere katılmasında hiçbir sakınca görmediği siyasetçiler hakkında, siyasi görüşünü öne sürüp, bundan bir suç ve suçlu yaratarak belediye başkanlarını görevden alma sürecini başlatmış. Demokrasi kazanacak! OHAL karanlığında bu tür adımları atmak daha kolaydı. Fakat şimdi, AKP’nin gerileme içinde olduğu, insanların OHAL karanlığından çıkış için cesaretlendiği, 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin ardından, “Ben yaptım, oldu” politikasının kazanması o kadar kolay değil. Kayyum atandığı günden beri, bu şehirlerde, belediyelerin önlerinde mücadele sürüyor. Mücadele yalanların ömrünün daha da kısalmasını sağlayacak.
GÜNDEM
20 EYLÜL’DE İKLİM İÇİN GREVE
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
BARIŞTA GERİLEME
ABD’de Trump protestosu BBC internet sitesinde yayınlanan bir haber, merkezi Avustralya’da olan düşünce kuruluşu Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün açıkladığı 2019 Küresel Barış Endeksi’nde Türkiye’nin 3 sıra gerileyerek 163 ülke arasında 152. sırada yer aldığını gösteriyor. İstanbul’da öğrenciler 20 Eylül’e hazırlanıyor
İsveçli öğrenci Greta Thunberg'in başlattığı iklim için okul grevleri tüm dünyayı sarıyor. İklim değişikliğini durdurmak için hiç bir gerçekçi adım atmayan hükümetlere karşı gelecekleri çalınan gençler isyan ediyor. Şimdiye kadar 15 Mart ve 24 Mayıs tarihlerinde iki büyük küresel iklim grevi gerçekleşti. Bu grevlere onlarca ülkeden 2 milyondan fazla genç aktivist katıldı.
ğiştir” diyenler sokaklarda taleplerini dile getirecek. Küresel hareketin en önemli talebi hükümetlerin İklim Acil Durumu ilan etmesi ve 2030 yılına kadar karbon salımını %50’nin altında bir oranla düşürmesi. Hareket aynı zamanda iklim meselesini bir iklim
adaleti ve demokrasi meselesi olarak da görüyor. Bu nedenle hükümetlerin iklim değişikliği ile mücadele planlarının oluşturulması ve takibinin Yurttaş Meclisleri tarafından gerçekleştirilmesini talep ediyor. Üçüncü küresel iklim grevinin İstanbul ayağını örgütlemek için içerisinde Anti-
Saat 14.00’da Kadıköy iskele meydanında buluşacak olan iklim grevcileri adına Gelecek İçin Cumalar Türkiye’den (Fridays for Future Turkey) genç aktivistler basın açıklaması gerçekleştirecekler. 16.00’da ise Yoğurtçu Parkı'nda iklim festivali için buluşulacak. Stantların, atölyelerin, performans gösterimlerinin ve konuşmaların olacağı festivalde 18.00’dan itibaren konserler olacak.
Bu kez de 20 Eylül için küresel iklim grevi çağrısı yapılıyor. Ancak bu sefer sadece gençler ve öğrenciler değil yetişkinler ve sendikalar da 20-27 Eylül tarihlerinde greve çıkacaklar. Kapitalizmin yarattığı en büyük sorun olan iklim değişikliğine karşı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “İklimi değil sistemi de-
kapitalistler’in de yer aldığı Sıfır Gelecek platformu 20 Eylül’de Kadıköy’de olacağını duyurdu.
Gelecek için Cumalar (FFF) aktivisti öğrenciler, 20 eylül grevine çağrı yaptı
İstanbul dışında da Sıfır Gelecek İzmir platformu İzmir’de bir etkinlik gerçekleştirecek. Diğer illerde de irili ufaklı basın açıklamaları ve etkinlikler olacak.
KRİZİN FATURASI İŞÇİLERE KESİLİYOR Ekonomi küçülüyor. İşsizlik artıyor.
Merkez Bankası faizleri düşürdü fakat fiyatlar artmaya devam ediyor. Krizle mücadelede başarısız olan AKP hükümeti, şirketlerin borçlarını “artan maliyet” gibi gösterip, ard arda zam kararlarına imza atıyor. Ağustos ayında doğalgaza yapılan üst üste zamlar sonucu, faturalar yüzde 30 kabardı. Elektriğe de yüzde 15 zam yapılmıştı. Benzin ve motorin de sürekli zamlanıyor. İstanbul’da belediyenin ulaşımda yaptığı fahiş zamlar, başka illere de yayılıyor. Herkes Eylül ayında tüm ürünlerin zamlanacağı konusunda hem fikir. Marketler birçok ürününün etiketlerini sürekli değiştirirken, mevsimsel
bollukta düşen sebze ve meyve fiyatları da yazın bitişiyle artacak. Türkiye kapitalizminin borç krizi sürerken, zam yağmuruyla ikinci bir yoksullaşma dalgası başladı. Toplu sözleşmeler Her şey zamlanıyor. İşçilerin alım gücü ise geriliyor. 200 bin kamu işçisi adına Türk-İş’in imza attığı 2020-2021 toplu sözleşmesi enflasyonun altında. Krizle birlikte yüzde 30 gelir kaybı da giderilmedi. 3 milyon memur ve 2 milyon memur emeklisinin toplu sözleşmesinde kararı, Hakem Heyeti verdi. 11 üyesinden 7’si Cumhurbaşkanlığı tarafından atanan heyet, fiyatların artış hızının altında bir sözleşmeyi dayattı.
Metal sektöründe Eylül 2019-2021 dönemini kapsayacak olan toplu sözleşme görüşmeleri başlamak üzere. 111 bin işçiyi kapsayan toplu sözleşme görüşmeleri, sanayinin kilit fabrikalarını kapsıyor. Tekstil sektöründeyse toplu iş sözleşmesi görüşmeleri tıkanmış durumda. 10 bin işçi adına pazarlık masasına oturan Türk-İş’e bağlı Teksif sendikası enflasyon oranında zam talep ederken, patronlar yüzde 3+3 teklif etti. Yasal sürecin sonu 10 Eylül günü. Eğer anlaşmazlık sağalanamazsa tekstil işçileri greve çıkacak. Ne istiyoruz? n Enflasyon altında sözleşmeye hayır! n Ücretler iyileştirilsin, işçilerin talepleri kabul edilsin!
Türkiye geçen yıl da 3 basamak gerileyip 149. sıraya inmişti. Barış endeksinde gerilemek, gerçekten de bütün gerilemelerle bağlantılı. Daha yoksul olmak, kadınlara yönelik baskı ve şiddetin oranının sürekliliğinde ya da silahlanmaya yapılan harcamalarda artış gibi endeksler de var ve Türkiye bu alanlardaki sıralamalarda da benzer bir eğilime sahip. Kuşkusuz sadece Türkiye’de değil, barış açısından tüm dünyada benzer bir eğilim geçerli. Küresel Barış Endeksi’ne göre, son 10 yılda ortalama küresel barış seviyesinde yüzde 3,78 kötüleşme yaşanmış. 2018 yılında şiddet olaylarının küresel ekonomik etkisi 14,1 trilyon dolar olmuş ki bu rakam, dünya milli gelir toplamının yüzde 11,2’sine ve kişi başına 1853 dolara denk düşüyor. Endeks bir başka etkeni de şöyle gösteriyor: Küresel ısınma kaynaklı iklim değişikliği; çatışmalara yol açarak veya insanların yaşamını, güvenliğini ve geçim kaynaklarını etkileyip bu çatışmaların daha da yoğunlaşmasına neden olarak dünya barışını olumsuz etkiliyor. Dünyada 1 milyar insan, iklim değişikliğinin yol açtığı tehlikelere yüksek düzeyde maruz kalıyor ve bunların 400 milyonu barış seviyesinin zaten düşük olduğu ülkelerde yaşıyor. İklim değişikliğiyle ilgili bu verileri 2019 yılında Avrupa’yı ve ABD’yi kavuran korkunç sıcaklarla, Amazon ormanlarındaki vahim yangınla, Sibirya’daki yangınla ve en son Dorian kasırgasının şiddetinin gösterdiği olgularla birlikte düşündüğümüzde 2019 yılı endeksi daha korkunç bir hal alacak. Bu gelişmeler, bir doğa kanunu değil ve kendi kendine yaşanmıyor. Bu gelişmeler bu akıl dışı kapitalist üretim tarzının ürünü. Kapitalizmin bir evresi olan ve tüm yaşamı içinde nefes almanın imkansız olduğu bir askeri-saldırgan girdaba sürükleyen emperyalizmin ürünü. Ne demek istediğimi endeksteki sıralama çok net bir şekilde gösteriyor. Dünyanın süper gücü olarak caka satan ABD, barış endeksinde 128. sırada. Suriye’den Kırım’a, Ukrayna’ya kadar ABD’yle küresel hegemonya mücadelesi içinde olan ve başka bir süper güç olduğunu iddia eden Rusya ise barış endeksinde 154. sırada. Bu iki emperyalist güç ve bu güçlerle ittifaklar ve gerginlikler içindeki Türkiye gibi ülkelerin hırslarının sonucu yine endeksin altını çizdiği bir gelişme oluyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika dünyanın en az barışçıl bölgeleri olmaya devam ediyor. Türkiye’de, bölgede ve dünyada küresel, aşağıdan ve milyonları harekete geçiren, iklim mücadelesinden kadın mücadelesine, işçilerin özgürlük mücadelesine kadar tüm mücadeleleri çatısı altında birleştiren bir barış mücadelesi ertelenemez bir sorumluluk.
4
DÜNYA
DÜNYANIN TEHLİKELİ SİLAHLANMA TRENDİ
İNGİLTERE: ON BİNLERCE KİŞİ SOKAĞA ÇIKTI, DEMOKRASİYİ SAVUNDU
Kuzey Kore’de balistik füze denemesi
Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü'nün (SIPRI) açıkladığı 2019 raporuna göre, 2018 yılında küresel silahlanma için 1.822 milyar dolar harcama yapılmış. Bu küresel gayrisafi yurtiçi hasılanın %2,1’ini oluşturuyor. Bu rakam dünya için bir rekor. Bu artışın ana nedeni ABD ve Çin’in askeri harcamalarındaki artış. ABD tek başına 649 milyar dolarlık silah harcaması ile dünya silahlanma bütçesinin %36’sını gerçekleştiriyor. En yakın rakibi olan Çin’den 2,6 kat daha büyük bir harcama bu. Çin’in askeri harcaması 2018’de 250 milyar doları buldu. Çin hala ABD’nin çok gerisinde olmasına rağmen 2009 yılından bu yana askeri harcamalarını %83 oranına artırmış durumda. Yani hızla ABD’yi yakalamaya doğru ilerliyor. ABD’yi endişelendiren durum Çin’in askeri harcamalardaki artışının yanı sıra Çin ekonomisinin büyümeye devam ederken ABD ekonomisinin 2008 krizinden beri tam anlamıyla toparlanamamış olması. En büyük askeri harcamaları yapan diğer ülkeler ise sırasıyla Suudi Arabistan, Hindistan ve Fransa. Suudi Arabistan özellikle Katar krizi, Yemen savaşı ve Kaşıkçı cinayeti sonrası yaşadığı sorunlar nedeniyle ABD’den rekor silah alımı gerçekleştirmişti. Hindistan ise geçtiğimiz aylarda Pakistan ile sınır çatışmaları yaşadı. 2014-2018 yılları arasında dünyanın en fazla silahlanan bölgesi Asya ve Avustralya olurken, Ortadoğu dünya silah harcamasının %35’ini gerçekleştirerek ikinci en fazla silahlanan bölge oldu. Ancak Ortadoğu’da aynı yıllarda silahlanma %87 gibi yüksek bir oranla artmış durumda. Bunun ana nedeni Suriye ve Yemen’deki savaşlar. Türkiye askeri harcama konusunda en çok harcama yapan ülkeler arasında 15. sırada yer alıyor. 2018 itibariyle Türkiye’nin 19 milyar dolarlık bir askeri harcaması var. Bu, 2009’la karşılaştırıldığında %65’lik, 2017 ile karşılaştırdığında %24’lük bir artış demek. Türkiye’nin askeri harcamaları GSYH içerisinde %2,5’lik kısmına tekabül ediyor. Son 5 yılın rakamlarına göre Türkiye en büyük 13’üncü silah alıcısı ve en büyük 14’üncü silah ihracatçısı durumunda. S400 füze kalkanları, F35 uçakları, insansız hava araçları ve daha birçok pahalı askeri harcama enflasyonun ve işsizliğin artmakta olduğu bir dönemde insan ihtiyaçlarını karşılamaya değil silahlanmaya ayrılıyor. 2018 yılında 68,5 milyon insan savaşlar nedeniyle göç etmek zorunda kaldı. BM raporuna göre tüm dünyada 820 milyon insan aç. Küresel ısınmanın durdurulması ve açlıkla mücadele için harcanması gereken bütçeler silahlanmaya ayrılıyor.
Londra’daki protesto eylemi
İngiltere’nin yeni Başbakanı Boris
Johnson’ın AB’den çıkış sürecinde yaşanan sorunlar nedeniyle kraliçe II. Elisabeth’ten parlamentoyu askıya almasını istemesi ve kraliçenin bunu kabul ederek parlamentoyu 14 Ekim tarihine kadar askıya alması ülkeyi karıştırdı. Cumartesi günü ülkenin 70 ayrı noktasında onbinlerce aktivistin katıldığı protestolar gerçekleşti. Farklı fikirlerden grupların katıldığı eylemlerde AB bayrakları ve Brexit karşıtı dövizler de vardı, sağcı iktidara karşı mücadeleyi ve demokrasinin savunulmasını öne çıkaran sol gruplar da. Brexit referandumunun tekrar yapılmasını talep edenler de sokaklardaydı, derhal erken seçime gidilmesini talep edenler de. Ülkedeki sol muhalefet parlamentonun askıya alınmasını bir “darbe” olarak nitelendiriyor. Bu nedenle gösterilerde “ne yapmak istiyoruz?”
sorusuna karşı binlerce insan “darbeyi durdurmak” diye haykırdı. Westminster Köprüsü ile Trafalgar Meydanı’nı trafiğe kapatan onbinler “siz parlamentoyu kapattınız biz de yolları” sloganı attılar. Glasgow’daki gösterilere İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn de katıldı. Bu sorunun en temelde bir demokrasi sorunu olduğunu söyleyerek erken seçim istedi. Protestolara katılan sosyalistler sokak hareketinin Brexit karşıtı değil hükümet karşıtı olması gerektiğini vurguluyor. Sokak gösterilerinin hem demokrasiye hem de işçi sınıfına saldıran hükümete karşı referandumda Brexit oyu vermiş olanlara da açık olması gerektiğini belirtiyorlar. Kenarda bekleyen aşırı sağın referandum sonucunu tanımayan bir yeniden referandum talebi üzerine güçlenebileceği tehlikesine vurgu
MÜLTECİLERİ KURTARAN KAPTAN ÖDÜLÜ REDDETTİ Akdeniz’de binden fazla mülteciyi boğulmaktan kurtaran Kaptan Pia Klemp, Paris’in en önemli onur nişanını geri çevirdi. “Kimin ‘kahraman’, kimin ‘yasadışı’ olduğuna karar verecek otoritelere ihtiyacımız yok” sözleriyle göçmen karşıtı politikaları eleştiren Kaptan Pia Klemp, Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo‘ya da şöyle seslendi: “Mürettebatımız her gün mültecileri zor koşullardan kurtarmaya çalıştığı için bana madalya vermek istiyorsunuz. Bu esnada sizin polisiniz, sokaklarda yaşamak zorunda bıraktığınız insanların battaniyelerini çalıyor. Siz de protestoları bastırıyor ve mültecilerin, iltica talep edenlerin haklarını savunan insanları suçlu gibi gösteriyorsunuz.”
Kaptan Pia Klemp
yapıyorlar. Sağcı hükümetin Brexit anlaşması taslağının ırkçı, neoliberal ve göçmen düşmanı olduğunu, bu nedenle bu anlaşmaya karşı olmak gerektiğini söyleyen sosyalistler, Johnson’ın kriz içerisindeki hükümetin ömrünü uzatmak için erken seçimden kaçarken en sert kemer sıkma politikalarını uygulamaya devam ettiğini belirtiyor. Bu nedenle de protestoların iklim değişikliği, ırkçılık ve kemer sıkma politikalarına karşı sürdürülmesini savunuyor. Johnson’un parlamentoyu askıya alma isteğinin nedeni AB’den bir anlaşma olmadan çıkmak istemesi ve parlamentonun buna izin vermeyeceğini düşünmesi. AB ile İngiltere arasında Ekim sonunda bir anlaşmaya varılması gerekiyor. Ancak parlamento Ekim ortasına kadar çalışmayacağı için Johnson hiç bir anlaşma yapmadan AB’den çıkabilecek.
RÖPORTAJ
“İDLİP BİR İNSANLIK SINAVI OLACAK”
Sosyal Uyum Uzmanı ve Bir Dünya Çocuk Ülke Direktörü Ersin Tek’le Suriyeli göçmenlerin yaşadıklarını, göçmenlerle ilgili yaklaşımları ve Suriye’de yaşanan gelişmeleri konuştuk. Temmuz ve Ağustos ayında İstanbul’da bazı Suriyelilerin gözaltına alınması ve sınır dışı edilmesinin ardından kamuoyunda tekrar yoğun olarak Suriyelilerin ve diğer göçmenlerin durumu tartışılıyor, şu an Suriyelilerin yasal statüsü nedir? Ersin Tek: Suriyeliler Türkiye’de “geçici koruma” statüsünde yaşıyorlar. Bu statü bir detay gibi görünebilir. Gerçekte, Türkiye’deki sığınmacılara dair en temel sorunları bu statüden hareketle özetlemek mümkün.
Ülkeye yasal olmayan yollarla girmek zorunda kalan göçmenler genelde en kötü koşullardaki, en yoksul ve en yüksek risk altındaki göçmenler oluyor. Ülkeye düzensiz giriş yapmanın sınır dışı edilme gerekçesi olarak sunulmasını kabul etmemek gerekir. Geçici koruma statüsüne dönersek, Suriyeliler bugün Türkiye’de “geçici koruma kanunu” uyarınca “geçici koruma” statüsü ile yaşıyorlar. Normalde geçici korumanın, kalıcı bir koruma mekanizması devreye girinceye kadar kişiler koruma hizmetlerinden yararlanabilsinler diye uygulanması gerekir. Türkiye’de geçici koruma statüsü, Suriyeliler için özel üretildi. Böylece hem Suriyelilerin uluslararası antlaşmalarla tanımlanan mülteci/sığınmacı gibi bir statüye ve böylece çeşitli haklara erişimleri engellenmiş oldu hem de Suriyelilerin geçici olarak Türkiye’de bulunduğunun altı çizilmiş oldu. Ayrıca Suriyelilerin yasal statüleri, sahip oldukları haklar, sorumlulukları bir tek kanun ve hatta bağlı yönetmeliklere indirgenmiş oldu. Bu nedenle, Suriyelilere evrensel bir hak olan mültecilik, güvenli bir yere sığınma koşullu ve geçici olarak tanınmış oldu. Bahsettiğiniz son gelişmelere kadar Suriyeliler bu durumdan çok rahatsız görünmüyordu. Suriyelilerin geneli en azından Türkiye’nin sınırı açıp Suriyelileri kabul etmesinden dolayı Türkiye’ye bir minnet hissiyatındaydı. Ancak son gelişme Suriyelilerde büyük bir panik yarattı dersek abartmış olmayız. Çünkü hiçbir gerekçe olmaksızın Suriye’ye geri gönderilme tehlikesiyle karşılaştılar ve ellerinde ne yasal bir koruyucu var ne de Türkiye kamuoyunda Suriyelilerin haklarını destekleyen bir kamuoyu hareketi. Bir anda, hiç beklemedikleri bir şekilde boşlukta kaldılar. Hiçbir gerekçe olmadan Suriye’ye gönderilme tehlikesinin, nasıl ürkütücü olduğunu anlamamız güç. Özellikle bayram ziyaretleri üzerinden, “ülkesine dönebilen mülteci olmaz” diye başlayan ve “Suriyeliler ne zaman ülkeleri-
Bombardımanların yıktığı şehir İdlib
ne dönecekler?” diye biten bir koro var. Bu konuda ne demek istersiniz? Suriyelilerin bu karşılaştığı korku nedir? Ne yazık ki ulusalcı mülteci düşmanı mitoloji geçtiğimiz sekiz yılda toplumda çok ciddi şekilde kök saldı. “Suriyeliler ile ilgili doğru bilinen yanlışlar” bir deyim halini almış durumda. Suriyelilerle ilgili biriyle konuşurken ilk söylediğimiz şey, “bildiğin her şeyi unut” oluyor. Suriye bugün 3 hatta 4 bölgeden oluşuyor. Rejimin kontrol ettiği bölgeler, YPG-SDG’nin ABD desteği ile kontrol ettiği bölgeler, muhaliflerin kontrol ettiği bölgeler (İdlip ve çevresi) ve Türkiye’nin kontrol ettiği bölgeler (Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı operasyonlarının yapıldığı bölgeler). Şu an İdlip ve çevresinde çok yoğun bir bombardıman var. Güney’den Kuzey’e doğru Rusya ve rejim çok yoğun bir şekilde insanları Kuzey’e, Türkiye sınırına doğru hareket etmeye zorluyor. Bu bölgeler zaten şu an aktif savaş alanı. Rejim kontrolü altındaki bölgelerde ise infazlar dahil yaşam hakkı riskleri mevcut. Erkeklerin askere alınması durumunda süresiz bir şekilde ve halkına karşı savaşma riski mevcut. Pek çok Suriyelinin bu bölgelere ulaşıp güvenli bir hayat sürmesi imkansız. Türkiye kontrolü altındaki bölgelerde ise bir miktar stabilizasyon olsa da hemen her hafta patlamaların olduğu, gerçek bir güvenlik tedbiri veya otoritesinin olmadığı, akşam sokağa çıkmanın yaşam riski olduğu bir ortamdan bahsediyoruz. Bayramda sınırı geçenlerin gittiği yerler, Türkiye’nin kontrolü altındaki ve çok sınırlı bölgeler. Bu nedenle de Suriye’ye geçen sınırlı sayıda Suriyeli, bu bölgelere tatil yapmaya değil, mal ve mülklerini (bazen de mülkleri için kalan akrabalarını) görmeye, bir nevi kontrol etmeye gidiyorlar. Burada en önemli sorun şu; Suriye hala yaşamanın güvenli olduğu bir ülke değil. Eğer
GÖÇMENLİĞİNİ HATIRLAYANLARIN HİKAYELERİ “Hepimiz Göçmeniz - Irkçılığa Hayır” platformu, 6 Ağustos günü saat 21.00’da sosyal medyada “Belki sen de göçmensin” içerikli bir kampanya başlattı. Türkiyeli Twitter kullanıcıları, ailelerinin ve kendilerinin göç etme hikâyelerini paylaştı. 700 bin kişiye ulaşan kampanyadan örnek bazı tweetler şöyleydi: Sülalem 1492’de #Engizisyon nedeniyle İspanya’dan Osmanlı’ya göç etmek zorunda kalmış. Geleli 500 yıldan fazla olmuş, ancak ‘misafir’likten kurtulamamış. Anneannemler ise -misaifirperverlikten olsa gerek#TrakyaPogromu’nu yaşamış sonrasında İstanbul’a göç etmiş. (@elihaligua)
Bu arada “düzensiz göçmen” konusunda da değinmeden geçemeyeceğim. Son dönemde bu terimi geri gönderme ve sınır dışı uygulamalarında duymaya başladık: “16 bin düzensiz göçmeni yakaladık ve geri gönderdik” gibi. Düzensiz göçmenlere eskiden yasadışı göçmen deniyordu: Ülkeye yasal yollarla örneğin pasaportla sınırdan giremeyen ve bunun yerine örneğin kaçak olarak sınırı geçen göçmenler.
5
olsaydı bile, milyonlarca insanın geri dönebilmesi için başka koşullar da gerekli. Örneğin iyi kötü bir ekonomi ve iş pazarı olmalı ki, insanlar çalışıp hayatlarını idame ettirebilsinler. Örneğin, iyi kötü bir sağlık hizmeti olmalı ki, basit hastalıklardan yaşamlarını kaybetmesinler. Örneğin, iyi kötü bir eğitim sistemi olmalı ki, çocuklar ve gençler eğitimlerine devam edebilsinler. Bu sonuncuyla bağlantılı olarak en önemlisinin “insanların umut edebilmeleri” olduğunu düşünüyorum. Kimseyi geleceklerini inşa edemeyecekleri, çocuklarının eğitim alıp bir meslek sahibi olamayacağı bir ülkeye güvenli olsa bile geri gönderemeyiz. Ekonomi yoksa sağlık ve eğitim hizmeti yoksa; aktif bir çatışma olmasa bile bir ülkeyi, bölgeyi güvenli kabul etmek imkansız. Üstelik şu an İdlip çevresinde çok ciddi bir askeri müdahale var. Dolayısıyla insanlar geri dönmekten tedirgin. Bu son askeri saldırılardan sonra, Kuzey Suriye’de gösteriler yapıldı. Göstericilerin talebi neydi ve bu talepler karşılanabilir mi? Bu son bombardımanlara kadar Suriye içinde yer değiştirmeler gördük. Son 3 yılda rejim bir bölgeyi kuşatır, bir koridor açar ve genelde o bölgede rejimin saldırılarından hayatta kalabilenler bir başka bölgeye gitmeye zorlanırdı. Bu sefer yine çok yoğun ve şiddetli bir saldırı var fakat bu sefer insanların hareket edebilecekleri bölge çok daraldı. Daha önce sivillerin katledildiğine, kimyasal silahların kullanıldığına şahit olduk. Bu kez yüzbinlerce insan bombardımandan kaçıyor ama küçük bir coğrafi bölgede sıkışmış durumdalar. Bu nedenle gösterilerin talebi Rusya desteğiyle devam eden bombardımanların durması ve Türkiye sınırının açılması oldu. Görünen o ki, İdlib bir insanlık sınavı olacak. Bölgede aşırı sağcı İslami örgütlerin aktif olduğu bir gerçek olsa da bu asla milyonlarca sivilin hayatına mal olacak saldırganlığı meşrulaştırmanın ve aklamanın bahanesi olamaz.
Bulgaristan'da ailesini,yakınlarını kaybettikten sonra bir başına göçüp gelmiş büyükdedem babaannemlerin köyüne,Macırlar(muhacir) denirdi babamlara;annemi 4 yıl vermemisler babama, Bulgar soyu diye Göçmenlik zordur ve hepimiz biraz göçmeniz.. (@firuzeorgel) babaannem ve dedem bulgaristan göçmeni. ikisi de evlerini, eşyalarını geride bırakarak biri mestanlı'dan diğeri kırcali'den göçmüşler. belki sen de göçmensin. (@sachikoharuno) Anne tarafımda Bulgarlık, Çerkezlik var, babamsa 1917 Şam (Osmanlı İmp) doğumluydu. Kim ister evini, işini, her şeyini geride bırakmak? Ama Türkiye zaten göçmen ülkesi! Dilerim insan icadı bütün sınırlar bir gün kalksın... (@gulaysekocak) Baba dedem Bosna, anneannem Çerkez göçmen bir ailedenim. Çerkezler göçerken Karadeniz’de çok boğulmuş o nedenle anneannemin akrabaları balık yemezmiş. (@idilika) Anneciğimin babası 1930 senelerinde Selanik’ten Orduya mübadele olarak göçmüştü.İsteyerek değil, ama mecburen. Anneciğim’de 1963’de Almanya’ya.Bende 2011’de Belçika’ya.Fakat üçümüzün arasındaki fark,ben isteyerek ve imtiyazlı göçtüm. #HepimizGöçmeniz ve hepimizin hikayesi değişik (@SeeRap)
6 GELENEK
TROÇKİ: YOL AYIRIMINDA T
Leon Troçki RONİ MARGULİES
Troçki Odessa limanından 10 Şubat 1929’da bir daha Rusya’ya hiç dönmemek üzere eşi Natalya ve oğlu Lyova ile vapura bindirildiğinde hava koşulları bile Stalinist karşı devrimin önünü almaya çalışır gibidir. Troçki’yi İstanbul’a sürgüne götürecek olan Kalinin vapuru buzlar arasında sıkışıp kalmıştır, tüm çabalara rağmen kurtarılamaz. Stalin’in gecikmeye tahammülü yoktur. GPU (gizli polis) ajanlarının verdiği emirle, alelacele İlyiç şilebi hazır edilir. Bazen gülünç, bazen ilginç, bazen de böyle acıklı oluyor tarihin bu anlamsız cilveleri: Adları 1917 devrimiyle özdeşleşen iki yoldaştan biri, diğerinin adını taşıyan bir şileple sürgüne gönderiliyor! Yoldaşlardan birinin cansız gövdesi mumyalaştırılıp sirklerdeki sakallı kadın veya ateş yutan cüce gibi Kremlin Sarayı’nda gösterime açılmış, diğeri on yıl sonra dünyanın öbür ucunda, Meksika’nın Coyoacán şehrinde kafasına vurulan bir buz baltasıyla öldürüleceği güne doğru ilerliyor. Troçki İstanbul’da dört yıl kalır. Avrupa’da bir yere gidebilmek, gelişmelere daha yakın olabilmek için sürekli vize başvurularında bulunur, ama hem Stalin’in
Rusya’sıyla aralarını bozmamak için hem de böyle bir devrimciyi topraklarına kabul etmekten korktukları için hiçbir ülke başvurusunu kabul etmez. Nihayet vize geldiğinde, Fransa’ya gönderilmek üzere paketlediği eşyaları on iki sandık dolusu kitap, arşiv ve belgeden ibarettir. “Evde varlığını hissettiği birkaç özel eşyası; dolmakalemi, dıştan takma motor, balık oltası ve av tüfeğiydi... Dolmakaleminin onun gözünde büyük bir önemi vardı, yeni bir dolmakalem seçmek bir sürü sıkıntı demekti” diyor Büyükada’da koruma görevi yapan Hollandalı genç Troçkist van Heijenoort. “Troçki’nin hiç ufak tefek süs eşyaları veya hatıra eşyası yoktu. Bir zamanlar yatağının başucunda, belki de Rusya’daki en yakın dostu olan Rakovski’nin bir fotoğrafı dururdu. Fotoğraf 1932’de Rusya dışına gizlice çıkartılmıştı.” Fransa’dan Norveç’e, oradan da Meksika’ya gidecektir.
rilir. Saman dolu bir arabaya saklanarak 1902’de kaçar, Lenin’in ve birçok Bolşevik liderin sürgünde olduğu Londra’ya gider, Lenin, Plehanov ve Martov’la birlikte Iskra (Kıvılcım) gazetesinin önemli yazarlarından biri olur. Rusya’da 1905 devrimi patlak verdiğinde derhal döner ve Petersburg’a yerleşir. Petersburg işçileri Rusya’nın ilk işçi konseyini (sovyet’i) kurmuşlardır, yazıları ve faaliyetleriyle işçiler arasında ün kazanmaya başlamış olan Troçki önce başkan yardımcısı, sonra da Sovyet Başkanı seçilir.
1917 Devrimi
Devrimin Çarlık güçleri tarafından bastırılmasıyla, tüm önde gelen işçilerle birlikte Troçki de tutuklanır, yine sürgününe mahkûm olur. Bu sefer Sibirya yolundayken kaçar ve tekrar Londra’ya gider. Partinin 5. kongresine katılır, Pravda (Gerçek) adında, Bolşeviklerle Menşevikler arasında taraf tutmayan, ara bulmaya çalışan bir gazete çıkarır.
Troçki, 1879’da Odessa yakınlarında doğar (Lenin’den dokuz yaş gençtir). Okulda sosyalist fikirlerle tanışır, Çarlık rejimine karşı faaliyetlere katılır. Daha 19 yaşındayken tutuklanır, iki yıl hapis yattıktan sonra eşi ve iki çocuğuyla Sibirya’ya sürgüne gönde-
Nihayet, 1917 devriminin patlak vermesi, Çarlık rejiminin devrilmesi, her tarafta işçi, asker ve köylü sovyetlerinin kurulmaya başlaması ve bir ‘ikili iktidar’ (bir yanda işçilerin iktidarını temsil eden sovyetler, bir yanda burjuvazinin iktidarını temsil eden
parlamento ve hükümet) dönemine girilmesiyle birlikte, Troçki ve diğerleri Rusya’ya döndü. Bir süre sonra Troçki Bolşevik Partisi’ne katıldı, merkez komitesine girdi ve devrime önderlik eden, Ekim ayında iktidara el koyma kararını alan Petersburg Sovyeti’nin başkanlığına yine seçildi. Devrimden sonra Troçki önce Dışişleri Komiseri oldu, Sovyetler Birliği’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmesini sağlayan Brest-Litovsk anlaşmasını imzaladı. Sonra, hem yabancı istila ordularına hem Çarlık rejimini geri getirmeyi amaçlayan Beyaz Ordular’a karşı Kızıl Ordu’nun kuruluşuna ve yönetimine başkanlık etti. Bu yıllarda Troçki, Lenin’le birlikte devrimin iki tartışılmaz önderinden biri, partinin önde gelen teorisyenlerinden ve en iyi hatiplerinden biriydi. Üstelik, 1920’ye kadar süren iç savaş boyunca hayatını cepheden cepheye giden bir trende geçirdi. Karşı devrim ve sürgün Avrupa’nın en yoksul ülkelerinden biri olan Rusya’da, devrim olmuş ve işçi sınıfı kendi iktidar organlarını yaratarak iktidarı ele geçirmişti, ama Birinci Dünya Savaşı ve ardından iki yıldan fazla süren iç savaş
GELENEK 7
TARAF OLMAK ekonomiyi yıkıma uğratmış, savaşın yol açtığı açlık, kıtlık ve hastalık devrimin kaleleri olan Petersburg ve Moskova’da nüfusun yarıya düşmesiyle sonuçlanmıştı. Devrimi yapan işçi sınıfının önemli bir kısmı ya Kızıl Ordu’ya katılıp cepheye gitmiş ya açlığa dayanamayıp köylerine dönmüştü. Bu ortamda sosyalist politikalardan ödünler verilmeye başlanmış, bir yandan da devleti yönetebilmek için Çarlık bürokrasisinin epey bir kısmı tekrar istihdam edilmişti. Yirmili yılların ortaları boyunca Rusya’da müthiş bir tartışma ortamı vardı. Ne yapmak, nasıl yapmak gerektiği işçilerin ve partinin her kademesinde kıran kırana tartışılıyordu. Daha 1924’te, ölümünden hemen önce Lenin bürokratikleşmeye, kötü gidişe karşı önlemler önermişti. Ne var ki, 1920’lerin sonlarına doğru artık bürokrasi Stalin’in önderliğinde iktidara hakim olmaya başlıyor, işçilerin iktidar organlarını işlemez hâle getiriyordu. Ve 1928-32 Beş Yıllık Plan döneminde bürokrasinin iktidarı pekişti, tartışmalar bitti, Sovyetler Birliği Amerika’yla rekabet içinde bir süpergüç olma sürecine girdi. Troçki İstanbul’a vardıktan az sonra Wall Street borsası çökmüş ve yüzyılın en büyük ekonomik krizi patlak vermiş, işsizlik tüm Avrupa ülkelerinde örgütlü işçi sınıfını hallaç pamuğu gibi atmaya başlamıştı. Almanya’da faşizmin yükselişi nihayet, Troçki İstanbul’dan ayrılmadan dört ay önce, Hitler’in iktidara gelmesiyle sonuçlanmış, Avrupa bir kâbusun karanlığına gömülmüştü. Tüm bu gelişmeleri Troçki gün gün izliyor, yorumluyor, açıklıyordu; kitaplar, Muhalefet Bülteni’ne yazılar, dünya basınına makaleler yazıyordu; Sovyetler Birliği’nde çoğu Sibirya’da sürgünde olan
taraftarlarıyla, Fransa’daki, Amerika’daki Troçkistlerle yazışıyor, hemen hepsi Kızıl Ordu’nun tek bir mangasından daha küçük olan örgütlerin iç sorunlarını çözmeye, büyümelerini sağlamaya çalışıyordu. Ve her şeyden önemlisi, faşizmi engellemenin gün gibi aşikâr taktiklerinin, Üçüncü Enternasyonal’in ilk kongrelerinde geliştirilen birleşik işçi cephesi taktiğinin Almanya’da uygulanması için hiç durmadan yazıyor, bulabildiği herkesle yazışıyordu. (Bu yazılar Faşizme Karşı Mücadele adlı kitapta toplanmıştır). Taraf olmak Kısacası, mücadelenin dışına sadece coğrafî anlamda düşmüştür Troçki. Başkaca, bir yandan faşizmin, öte yandan Stalinist bürokrasinin yükselişine karşı direnişin tam göbeğindeydi. Ve bilincindeydi bunun. Yıllar sonra, Meksika’dayken, hayatında verdiği en önemli mücadelenin, yaptığı en büyük katkıların, Petersburg’da veya iç savaş meydanlarında değil, sürgün yıllarında olduğunu söyleyecekti. Doğrudur. Ekim Devrimi’nin yaktığı meşaleyi düştüğü yerden kapıp günümüze kadar sönmeden gelmesini sağlayan, hayatı pahasına, Troçki olmuştur. Rusya’da işçi sınıfını iktidardan uzaklaştıran bir karşı devrim yaşanmasaydı, Stalin olmasaydı, kimsenin kendisini “Troçkist” olarak tanımlamasına gerek olmayacaktı. Kendimizi basitçe Marksist, devrimci, sosyalist olarak tanımlıyor olacaktık. Troçkist olmak, karşı devrim sürecinde ana temsilcileri Troçki ile Stalin olan yol ayırımında taraf olmak demektir. İşçi sınıfının kendi iktidar organları aracılığıyla iktidarda olmadığı yere “sosyalist” denmeyeceğini savunmak demektir. Bürokratik bir diktatörlüğe sosyalist demeyi reddetmek demektir.
TROÇKİ’NİN MÜCADELESİNİ BUGÜNE TAŞIMAK
Meksika’da sürgün yılları, Troçki ve yoldaşları OZAN TEKİN
Uluslararası Sosyalist Akım’ın kurucusu Tony Cliff, devlerin omuzlarında yükseldiğinizde çok uzakları görebileceğinizi söyler. Marks, Engels, Lenin, Rosa, Gramsci, Troçki gibi devlerin, çok önemli sosyalist aktivist ve düşünürlerin geleneğine yaslanmak, dünyada olup bitenleri analiz etme konusunda bize bu avantajı veriyor. Ancak Cliff ekliyor: Devlerin omuzlarında yükselip gözlerinizi kaparsanız hiçbir şey göremezsiniz. Troçki’nin ölümünün ardından onun takipçilerinin seçtikleri yollar, bu duruma iyi bir örnek oluşturuyor. Lev Troçki’nin 1940 yılında öldürülmeden önce, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşacak dünyayla ilgili tüm öngörüleri yanlış çıktı. Troçki, kapitalizmin nihai krizine gireceğini, dolayısıyla işçilerin hayat standartlarını yükseltecek reformları kazanmanın mümkün olmayacağını savundu. Gerçeklik tam tersiydi. Kapitalizm tarihindeki en ciddi genişleme dönemine girdi, tam istihdam sağlandı ve işçilerin durumu iyileşmeye başladı. Troçki, Stalinist bürokrasi tarafından politik iktidar gasp edilmiş olmasına rağmen, işçilerin ekonomik kazanımlarını koruduğu iddiasıyla SSCB’yi “dejenere” bir işçi devleti olarak görüyordu. Ekim Devrimi’nin liderlerinden biri için, kendi emeğiyle kurulmuş rejimin kapitalist olduğunu kabullenmek zordu. Ve Troçki, stalinizmin savaşın yaratacağı krize dayanamayarak tasfiye edileceğini düşünüyordu. Böyle olmadı, aksine, Doğu Avrupa’da SSCB’nin uydusu olan başka rejimler kuruldu. Ve Troçki, hem Batı hem Doğu’da yaşanan krizlerin ardından milyonlarca insanın 4. Enternasyonal’in bayrağı altında toplanacağını öne sürmüştü. Aksine, Troçkistler soldaki tüm akımlar içinde dahi marjinal kalmaya devam ettiler.
Troçki, Lenin, Kamanev.
Dönemin Troçkistleri, Troçki’nin görüşleri hayat tarafından doğrulanmayınca, hayatı teoriye uyarlamaya çalıştılar. 4. Enternasyonal’in bir lideri, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden epey bir süre sonra, savaşın aslında henüz bitmemiş olduğunu iddia edebildi!
Troçki’nin teori ve pratiğini güncellemek ise Filistinli sosyalist Tony Cliff’e düştü. Cliff, Sovyet Rusya’nın herhangi bir şekilde bir “işçi” devleti olmadığını, bu ülkede Batı kapitalizminin benzeri, özel sermayenin yerine devletin kontrolünde ağır bir işçi sömürüsüne dayanan bir sermaye birikim rejiminin ortaya çıktığını analiz etti. Cliff, Batı kapitalizminin 1940’ların ortasında başlayıp 1960’lara kadar süren genişlemesini, Soğuk Savaş döneminin başındaki sürekli silahlanma ekonomisi ile açıklıyordu. Doğu Bloku’nda, stalinizmin askeri-politik müdahaleleriyle kurulan rejimlerin “dejenere”, “yozlaşmış”, “özel türde” işçi veya halk devletleri olmadığını savundu. Bu aşağıdan sosyalizm geleneğinin korunması demekti. Stalinist bürokrasi karşıdevrimciyse, onun genişlemesini ifade eden devletler nasıl “işçi devleti” olabilirdi? İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseridir ve bir işçi devleti ancak geniş emekçi kitlelerin aşağıdan mücadelesiyle yaratılabilir. Cliff’in teorisi, Soğuk Savaş yıllarında bizim geleneğimizin ABD ve Batı emperyalizmine karşı Sovyet Rusya’yı savunmamasını, “Ne Washington ne Moskova, aşağıdan sosyalizm!” sloganının genel perspektifimiz olmasını sağladı. Bu şekilde Sovyetler ve uydularının kapitalist-yayılmacı politikalarını, dünyanın birçok yerindeki devrimleri ve işçi hareketlerini “sosyalist anavatanın çıkarları” için ezmelerini, militarizmlerini savunmadan sosyalizm için mücadele etmeye devam edebildik. Kimi Troçkistler ise, daha birkaç yıl öncesine kadar, “dejenere işçi devleti Kuzey Kore’nin nükleer silahlanma hakkını” savunmak için imza topluyor! Gerekçesi bu garip “dejenere işçi devleti” teorileri. Batı emperyalizmine karşı “denge” için nükleer silah gibi insanlığı toptan yok edebilecek bir felaketi savunur konuma düşüyorlar. Tony Cliff ve takipçileri ise işçi sınıfının eşitlik ve özgürlük için verdiği tüm mücadelelerde yer alıp bunları genelleştirmeye çalışıyor, kurtuluşumuzun buradan geçtiğini anlatıyor.
8 GELENEK
İBLİB TRAJEDİSİ, SINIRLAR VE SOSYALİZM VOLKAN AKYILDIRIM
Türkiye'nin Astana'daki ortakları Rusya ve İran'ın desteklediği Suriye ordusu, 4 milyon nüfuslu İdlib şehrini vuruyor. Burası, silahlı muhaliflerin kontrolündeki son şehir. İdlib bölgesinin büyük bölümünü HTŞ yani El Nusra Cephesi'nin kontrol ettiği söyleniyor. Geçen yıl Rusya ve Esad şehre saldırı kararı aldığından sivil halk sokaklara dökülmüş, hem iki devleti hem de sivilleri kendine kalkan olarak kullanan Suriye El Kaidesi'ni protesto etmişti. Putin ile Erdoğan arasında imzalanan Soçi mutabakatına göre İdlib'in büyük bölümü "gerginlikten arındılmış" bir hale getirilecekti. 4 milyon nüfuslu şehirde 3.4 milyon sivilin yaşadığı, silahların ve isyancıların çekileceği bu alan çok sayıda TSK askeri gözlem noktasıyla çevrildi. Ancak hayata geçirilmeyen Soçi mutabakatı, 2 ay önce çöktü. Rusya savaş uçakları ve Suriye ordusu, şehri yeniden vurmaya başladı. İki ayda yapılan bombardımanlarda 1500'e yakın sivil hayatını kaybetti. Öldürülenlerin bir kısmı çocuklar. Suriye ordusunun şehri almak için başlattığı taarruz, havadan ve karadan saldırılar sonucu, 500 bin insan evlerini terk edip Türkiye sınırına sığındı. Burada kurulan kamplarda ayakta kalmaya çalışıyorlar. Rusya destekli Suriye ordusunun atağı sonucu, İdlib şehri kuşatılırken, bir TSK gözlem noktası da Esad'ın askerleri tarafından çevrildi. Üç devletin askeri saldırıları ve kendilerini korumak için orada olduğunu söyleyen devletin acizliği, kazanmayacakları bir savaşı yürüten cihatçıların maceracılığıyla birleşince, sivil halk kaçmaya başladı. Yüzlerce göçmen botlarla Yunanistan'a ulaştı. Aynı anda binlerce İdlibli sivil, Türkiye sınır kapılarında gösteri yaptı. Göstericilerin talebi "Ya Esad ve Rusya'nın saldırılarını durdurun ya da sınırları açın" oldu. Şehirde can güvenlikleri kalmayan siviller, kendilerine garantör olan Türkiye'ye ya da Avrupa Birliği'ne geçiş için sınırların açılmasını istiyor. Rusya ve Suriye İdlib'i ele geçirmek konusunda net. Erdo-
İdlib’de bombardıman sonrası
ğan, Putin'i ikna etmek isterken, anlaşmazlıklar yaşadığı ABD'den yardım istedi. Sınırda gösteri yapanların "saldırıları durdurun" talebinin yani kalıcı bir ateşkesin hayata geçirilip geçirilmeyeceği belirsiz. İdlib halkının trajedisi, yaşadıkları yerin Suriye savaşının merkezi haline gelmesi. Canlarını kurtarmak için sığınmak istedikleri ülkenin ırkçı bir yer olması. Yardım istedikleri AB ve küresel toplumun, tel örgüler, duvarlar, silahlı sınır bekçileriyle karşılık vermesi. Siyasi sınır bekçileri İdlib'de sivil halk savaştan kaçarken, İstanbul'da gözaltına alınan Suriyeli sığınmacılar sınırdışı edilerek savaş bölgesi İdlib'e gönderiliyor. Irkçı ve şovenist odaklar, Türkiye'deki bütün sorunların nedeninin Suriyeli mülteciler olduğu yaygarasını kopartırken, Ankara sınırları çoktan kapatmış durumda ve göçmenleri bir "iç güvenlik sorunu" olarak görüyor. Şirketlerin borç krizinin de, AKP'nin hezimete uğradığı seçimlerin de sorumlusunun Suriyeli sığınmacılar olduğunu savunanlara göre sınırda "Bizi kurtarın" diye haykıranlar büyük bir tehdit. Faşist odakların nefret kampanyasına dahil olan bazı çevrelerse "Cihatçılar sınıra dayandı" propagandası yapıyor. İdlib krizinin başından beri şehre operasyon yapılmasını destekleyen sağdan ve soldan farklı çevreler, bir konuda anlaşmış gözüküyor: Canını kurtarmak isteyen İdlib halkına sınırları kapatın! Her Suriyeliyi "tehdit", "cihatçı" ya da "terörist" olarak damgalayanlara için İdlib halkının, yıkılan diğer Suriye şehirlerindeki insanlar gibi yok olması normal bir durum. Onlar ölüm tehdidi altındaki savunmasız insanları değil, sınırları savunuyor. Sınırdaki göstericilerle, onları durdurmak için ateş açan cihatçıları, bir ve aynı şeymiş gibi gösteriyor. Sosyalizm enternasyonalisttir Savundukları sınırlar, Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri, İngiltere ve Fransa tarafından çizilmişti. 150 yıl önce bambaşka devletlerin sınırları vardı. Bugün mültecilere
sımsıkı kapatılan dünya sınırları, binlerce yıl içinde defalarca değişti. Sınırları ortaya çıkartan devletlerdir. Servete el koyan bir azınlığın toplumun geri kalanı üzerinde iktidarını sürdürmesinin aracı olan devlet, vergilendirme ve gümrük tarifleriylekasasını doldurması, üretimin ve ticaretin örgütlenmesi, diğer devletlerle rekabet ve ekonomik zor için masa başında çizilmiş sınırlara ihtiyaç duyar. Sınırlar doğal değil siyasidir. Güç ve egemenlik ilişkilerine dayalı oldukları için, siyasi dengeler değiştinde sınırlar da değişmiştir. Sosyalizme göre sınırlar, dünya toplumunu bölen, emekçi sınıfları birbirlerinden ayıran, halkları birbirlerine düşüren ve kırdıran, emekçi sınıfların hayatları pahasına var edilmiş birer engeldir. Marksist gelenek "işçilerin vatanı yoktur" der. Ulus-devletler ve sınırlar, kapitalist sınıfın çıkarları temelinde örgütlenmiştir. Küresel kapitalizmde, sermaye istediği yere gidebilir. Patronlar için sınırlar yoktur. Ancak işçiler istedikleri yere gidemez. Bombardıman altında kalsalar da karşılarına engeller çıkar. Marx, milliyetçiliğin amansız bir eleştirmeni olarak, işçiler açısından yalın gerçeği şöyle anlatır: "İşçinin ulusu ne Fransız, ne İngiliz, ne Alman’dır, onun ulusu iştir, özgür köleliktir, kendisini satmaktır. Onun hükümeti ne Fransız, ne İngiliz, ne Alman’dır, onun hükümeti sermayedir. Onun soluduğu hava ne Fransız, ne Alman, ne de İngiliz’dir, onun soluduğu hava fabrika havasıdır. Ona ait olan topraklar ne Fransız, ne İngiliz, ne de Alman’dır, o toprağın birkaç metre altında yatmaktadır." Devrimci sosyalizm, sınırların olmadığı devletsiz ve sınıfsız bir toplum için mücadele ediyor. Sınırların olmadığı bir dünyadan yana olanların, İdlib halkı ya da dünyanın başka bir yerindeki felaketlerden kaçan göçmenler için söyleyebileceği tek bir şey var: Sınırları açın!
EMEK GÜNDEMİ
9
ÇARE ÜRETİMDEN GELEN GÜCÜ KULLANMAK
KESK iş bırakma eylemi FARUK SEVİM
Memur sendikaları ile iktidar arasında 1 Ağustos’ta başlayan ve yaklaşık 5,5 milyon memur ve memur emeklisini ilgilendiren toplu sözleşme görüşmeleri taraflar anlaşamadığı için yasa gereği 20 Ağustos’ta hakem kuruluna gitti. Çoğunluğu doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanan hakem kurulu, hükümetin taleplerini esas alarak sözleşmeyi imzaladı.
murları sattığı ilk vukuatı bu değil.
Süreç, bu kadar olumsuz bir kulvara nasıl girdi?
Memur-Sen iki yıl önceki toplu sözleşme görüşmelerinde, 2018 yılı için yüzde 16, 2019 yılı için yüzde 18 zam talep etmiş iken, sonuçta hükümetin talebinin yarım puan üstündeki, 2018 için yüzde 7.5, 2019 yılı için yüzde 9 zam oranlarına imza atmıştı.
Sürecin olumsuz sonuçlanmasında ilk husus, hakem kurulunun yapısı ve işleyişi. Hakem Kurulu adeta cumhurbaşkanının özel kurulu gibi hükümetin önerdiği zam oranını yeterli gördü. Çünkü 11 kişilik kurulun 6’sını Cumhurbaşkanı doğrudan atıyor, hakem kurulu başkanını yüksek mahkeme üyeleri arasından yine Cumhurbaşkanı belirliyor. Sadece kalan 4 üye sendikalar tarafından belirleniyor.
Görüşmelerde memurları, en çok üyeye sahip olan Memur-Sen temsil etti. Memur-Sen’in me-
Yaşadığımız ekonomik krize rağmen yine benzer bir tablo ortaya çıktı. Memur-Sen görüşmeler başladığında 2020 yılı için ortalama yüzde 25, 2021 yılı için de yüzde 14 zam talep etti, ama toplu sözleşme 2020 için yüzde 8, 2021 için yüzde 6 ile bitti. Bu dönemki sürecin tek farkı, 2 yıl önce bir gece yarısı aniden hükümetin talepleri doğrultusunda sözleşmeyi imzalayan Memur-Sen, bu defa sözleşmeyi kendisi imzalamadı, sözleşmenin hakem kurulu tarafından bitirilmesine seyirci kaldı.
KESK adil bir toplu sözleşme için iş bıraktı
Aliağa Belediyesinde işçi kıyımı devam ediyor
içerisinde sendika temsilcilerinin de bulunduğu belirtildi.
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) tarafından yapılan çağrıyla emekçiler, ülke genelinde 27 Ağustos’ta iş bırakarak toplu sözleşme görüşmelerinde dayatılan zam oranlarını protesto etti. Eylem çerçevesinde, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Kayseri gibi pek çok ilde kitlesel basın açıklamaları ve yürüyüşler yapıldı.
31 Mart yerel seçimlerinin ardından işçi kıyımına başlayan MHP’li Aliağa Belediye Başkanı Serkan Acar işten çıkarmalara devam ediyor.
Belediye önünde işten atma saldırısına karşı direniş devam ederken Genel-İş Sendikası, direniş alanında basın açıklaması yaptı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden Beltur’da işçi kıyımı
Böylece resmi enflasyonun yüzde 20, gerçek enflasyonun yüzde 40 olduğu bir dönemde memurlar, 2020 için yüzde 4+4, 2021 yılı için de yüzde 3+3 zam alacaklar. Memur sendikalarının ücret talepleri kabul edilmediği gibi, çalışma koşulları ile ilgili iyileştirme taleplerinin de hiç birisi kabul edilmedi.
Daha önce toplamda 179 işçiyi işten atan Acar, kıyım saldırılarına dün de devam etti ve 8 işçiyi daha işten attı. Aliağa Belediyesi’nde atılan işçilerin sayısı 187’ye ulaşırken dün atılanlar
2000’li yıllarda kamu çalışanları ile ilgili Yargıtay 9.Hukuk Dairesi tarafından oluşturulan bağımsız bir uzlaştırma kurulu vardı. Bu kurul pek çok anlaşmazlıkta memurlar lehine kararlar vermişti. Sonrasında bu kurul ortadan kaldırıldı, bugünkü tamamen Cumhurbaşkanının inisiyatifinde olduğu kurul oluşturuldu.
1700 kişinin çalıştığı Beltur’da 175 kişinin işten çıkarıldığı öğrenildi. Beltur’da çalışanlara mesaj gönderilerek işten çıkarıldıkları
Sözleşme sürecinin memurlar için olumsuz sonuçlanmasında asıl sebep memurların üretimden gelen güçlerini kullanmamış olmalarıdır. Öncelikle Memur-Sen toplu sözleşme görüşmeleri boyunca çok zayıf bir mücadele sergiledi. Önce iş bırakma eylemi yapacağını duyurdu, sonra bunu Ankara ile sınırladı, sonra da bir kaç bakanlıkla sınırlı bir iş bırakma eylemi yaptı. Halbuki toplu sözleşmede memurların en büyük silahı, iş bırakma eylemidir. İş bırakma eylemi, sendikaların kararı ile yapıldığından, Anayasanın 90. Maddesine göre bir haktır. Memurların iş bırakma hakkı, işçilerin grev hakkından pratikte daha etkilidir. İşçi grevleri hükümet tarafından ertelenebilir, ama memurların iş bırakma eylemine hükümetin engel olma hakkı yoktur.
Sonuçta Memur-Sen etkili biriş bırakma eylem yapmadı. Türkİş’ten sonra Memur-Sen de ortalığı sarsacak eylem yapma gücüne sahipken, çok düşük bir eylem performansıyla tam anlamıyla dostlar alışverişte görsün mantığıyla geri çekildi. Sendika liderliklerinin hükümete yakın olması, geri çekilmelerin önemli bir nedeni. Fakat bir diğer neden de hükümetin olduğundan farklı bir şekilde görülmesi. Hükümet güçlü sanılıyor. Oysa değil. Hükümet güçlü olduğu için değil, güçsüz olduğu için işçi ve memur sendikalarını ya masa başında ya hakem kurulunda ya da grev yasaklayarak denetim altında tutmaya çalışıyor. İşçi ve memurların mücadelesinin bir iki kazanımı bu güçsüzlüğü çok hızlı bir şekilde ortaya serecektir. Yeter ki liderlikleri aşabilecek bir mücadele seviyesini yakalayabilelim.
‘Yaşam endeksi’nde Türkiye sonlarda
ülkeleri arasında işgücü maliyetinin en düşük olduğu ülke durumunda. Türkiye, OECD’nin ‘yaşam endeksi’nde ise sondan 3. oldu. ‘Yaşam endeksi’nde ilk üç sırayı Hollanda, İtalya, Danimarka alırken, son üçlüde Türkiye’nin ardından Kolombiya ve Meksika son iki sırada yer aldı.
Türkiye’de, krizin de etkisiyle çalışma ve yaşam koşullarında kötüleşme giderek yaygınlaşıyor. Avrupa İstatistik Kurumu (Eurostat) verilerine göre, Türkiye, AB
Fazla mesai olarak tanımlanan haftada 50 saatin üzerinde çalışanların oranının yüzde 32,6 olduğu Türkiye, iş-yaşam dengesi en bozuk OECD ülkesi oldu.
haberi verildi. İşçilere, iş kanununun 17. maddesine göre işten çıkarıldıkları söylendi. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu şirketin başına Özsüt Genel Müdürü Güçlü Şeneler’i atamıştı.
10
KADIN
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NE SALDIRILAR MÜNFERİT DEĞİL
Emine Bulut cinayeti, birçok ilde protesto edildi MELTEM ORAL
Emine Bulut’un katledilmesinin ardından,
kadın cinayetlerine karşı biriken toplumsal öfke bir kez daha açığa çıktı. Kadınlar sokağa çıkarak veya sosyal medya aracılığıyla “ölmek istemiyoruz” diyerek kadın cinayetlerinin önlenmesi için taleplerini dillendirdi. Emine Bulut ne yazık ki son olmadı, her güne yeni bir cinayet haberiyle uyanıyoruz. Birkaç gün önce Mersin’de “eşim beni öldürmeye geliyor” ihbarıyla yakalanan adamın üzerinden, tabanca, bıçak, ip, plastik kelepçe ve bant çıktı. Sistematik şiddetten kurtulup, boşanan, kendisine yeni bir hayat kuran kadınlar nefes alabildikleri için kendisini şanslı hisseder vaziyette. Toplumun farklı kesimlerinden kadın cinayetlerine “lanetler” okunurken, bu konuda sorumluluk alması gereken siyasi iktidar ise son yılların en tuhaf kara propagandasına yol vermiş durumda. Emine Bulut’un ardından oluşan öfke manipüle edilerek, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı kampanyaya çevrilmeye çalışılıyor. Kadınları görece koruyan mevcut yasaların ve hakların aile kurumunu tehlikeye soktuğu iddiası bir süredir iktidar ve çevresinde dillendiriliyor. Nafaka hakkı üzerinden yapılan tartışmalar da bu iddianın bir sonucu. Kadınların nafaka hakkının kesilmesini isteyen Yeni Akit gibi çevreler 6284 sayılı yasanın ve İstanbul Sözleşmesi’nin de iptalini istiyor. Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) gibi Türkiye’nin kadın hakları meselesinde imzacı olduğu uluslararası sözleşmelerden çekilmesini talep ediyorlar. Haziran ayında Milli İrade Platformu’nun iftarında iktidara yakın kadın örgütü KADEM’in temsilcisi
bile yuhalanmıştı. Aynı etkinlikte Erdoğan “İstanbul Sözleşmesi nas değil, feshedilebilir” demişti. Aylardır yoğunlaşan fısıltılar şimdi ayan beyan kampanyaya dönüştü. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasanın iptalini talep edenlerin ne yazık ki bir grup meczuptan ibaret olmadığını da bu süreçte görüyoruz. Gerçeği eğip bükerek, kadın cinayetlerinin sorumlusunun İstanbul Sözleşmesi olduğu iddiasını sloganlaştırarak sanki bir toplumsal talep varmış gibi bir hava yaratmaya çalışıyorlar. Anlattıkları şey şu: Avrupa’nın oyunu İstanbul Sözleşmesiyle kadınların en küçük şikayetiyle erkekler evden uzaklaştırılıyor, sıcak yuva bozuluyor, evden uzaklaştırılan erkek cinnete sürükleniyor. Yani aslında talepleri kısaca; kol kırılsın yen içinde kalsın. İstanbul Sözleşmesi’nin iptalini talep edenler kadın cinayetlerinin önlenmesini de şiddetin bitmesini de istemiyor. Şiddet aile içinde kalsın diyorlar. Şiddete rağmen aile devam etsin istiyorlar. Üzerinde silah, bıçak, kelepçelerle yakalanan adamın bir anlık cinnet geçiren, İstanbul Sözleşmesi mağduru olduğuna inanmamızı bekliyorlar. Bu argümanlar belli çevrelerden geliştiriliyor ve İstanbul Sözleşmesi’nin gerektiği gibi uygulanmasından sorumlu olan hükümet bu çevrelere boncuk dağıtıyor. İşin ilginç yanı sağ muhafazakarların İstanbul Sözleşmesi’ne karşıtlığı sadece Türkiye’ye özgü değil. Agos gazetesinden Alin Ozinian’ın aktardığına göre, bu sıralar Ermenistan’da da “ailesiz toplum hazırladığı” iddiasıyla sözleşmeye karşı girişimler var. Devlet işini yapmayı reddediyor Siyasi iktidar ve devlet bu konuda kendi
sorumluluğundan kaçmaya çalışıyor. İstanbul Sözleşmesi’ne göre şiddetin önlenmesinde öncelikli yükümlülük devlette. Sözleşmenin gereklerinin yerine getirilmesi ve denetlenmesinin yanı sıra şiddetin faillerinin bulunması, cezalandırılması ve oluşan zararın tazmin edilmesi de devletin sorumluluğunda. Sözleşmenin gereklerini tam olarak yerine getirmeyip, üstüne iptalini tartıştırmak “devlet kadın cinayetlerini ve şiddeti önlemekle ilgilenmiyor” demektir hatta şiddeti teşvik etmektir. Emine Bulut cinayetinin ardından idam tartışmasının gündeme gelmesi de aslında Türkiye için yeni bir durum değil. Daha evvel Özgecan Aslan cinayetinde olduğu gibi, kamuoyunda geniş tepki uyandıran her kadın cinayetinin ardından idam veya hadım cezası topluma tartıştırılıyor. Kadınlar sanki erkekler öldürdüğü için değil, idam cezası yok diye ölüyormuş gibi televizyonlarda, sosyal medyada günlerce idam konuşuluyor ve bir sonraki cinayete kadar konunun üzeri kapatılıyor. Kısaca bu tartışmalar devletin hedef şaşırtmasına, kadına şiddeti ve cinayetleri önlemek için hiçbir şey yapmasına gerek yokmuş gibi davranabilmesine vesile oluyor. Mevcut yasalar devlet tarafından doğru düzgün uygulanmadığı için, mahkemeler “kravat indirimi” verdiği için, devletin önceliği kadınları korumak olmadığı için erkekler rahatça cinayet işleyebiliyor. Öncelikli olarak tartışılması gereken şiddetin, tacizin, tecavüzün, cinayetlerin nasıl cezalandırılacağı değil nasıl önleneceğidir. Erdoğan kadın cinayetlerini bahane edip, idam cezasını parlamentoya getirme peşinde. Dünyanın değişik ülkelerinde idam cezasının uygulandığını söylüyor, doğrudur.
Bazı ülkelerde idam cezasının uygulanıyor olması o ülkelerde kadına şiddetin sona erdiği anlamına gelmiyor. Aksine şiddetin en çok yaşandığı ülkeler onlar. İktidar kadınlara saldırmakta ısrarcı İktidarın uzun yıllardır bu meseleye dair yaklaşımında bütünlüklü olan tek bir şey var, o da kadınları yok saymak. Bu günlerin geleceği 2016’da TBMM Boşanma Komisyonu Raporu’nun yayınlanmasıyla birlikte en net şekliyle belli olmuştu.Nafaka hakkının sınırlandırılması, istismarcıların serbest bırakılması, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanunun getirdiği hakların törpülenmesi raporda okuduğumuz üzere komisyonun hedefleri arasında yer alıyordu. Raporda İstanbul Sözleşmesi’nin kapsamında olan koruyucu ve önleyici tedbir kararlarının, kadınların kötüye kullandığı ve erkekleri mağdur ettiği gerekçesiyle sınırlandırılması gerektiği ifade ediliyordu. Üstelik tedbir kararı almak için kadınlara belge ve delil sunma koşulunun getirilmesi savunuluyordu. Bugün medyada sözleşmeye karşı kara propaganda yapanların iddialarıyla çok benzer değil mi? Bu konu bir takım ne idüğü belirsiz muhafazakâr erkeğin hükümete dayattığı, gelip geçici bir tartışmadan ibaret değil. Yıllardır iktidar tarafından kararlı bir şekilde hazırlık yapılan, adım adım uygulanan bir politikadır. İdam veya hadım tartışmalarıyla basında fırtına kopartılırken kadınların kazanılmış haklarına karşı kapsamlı bir girişim söz konusu. Bu girişime karşı en geniş mücadele zemininde kadınları bir araya getirecek çabal çok önemli. Bu kapsamlı saldırılara ancak birleşik bir mücadeleyle yanıt verilebileceğini hiç unutmamalıyız.
11
AKTİVİZM
24 Temmuz 2019 3 TL. sosyalistisci.org
-
-
GÖCMENLERE DOKUNMAYIN SINIR DISI ETMEYE SON! DEVRİMCİ
ANTİKAP
İTALİST HAFTALI
K GAZETE
u Yönetenler mülteci politikasını değiştirdi. İktidar ve muhalefet arasında Suriyeli mültecilerin geri gönderilmesi konusunda hem mutbakat hem de rekabet var. Irkçı odakların yürüttüğü kampanya ve saldırılarla birlikte göçmenlerin hayatı daha da zor hale geldi.
u Krizin faturası, düşük ücretlerle sömürülen Suriyeli mültecilere kesildi. İktidarın dış 21 Ağustos 2019 politik krizinin de. Kıbrıs açıklarındaki yaşanan sondaj krizi, Avrupa Birliği’nin cezai 3 TL. yaptırımlarıyla sonuçlandı. İçişleri Bakanı “sınırları açarız” diye AB’yi tehdit ederken, sosyalisti sci.org hükümet AB ile imzaladığı göçmen anlaşmasını askıya aldı. Milyonlarca insanın haya-
u İstanbul’da mültecilere operasyon yapılıyor. Kayıtsız mülteciler sınırdışı edilirken, kaydı başka şehirde olup da İstanbul’da yaşayan Suriyeli mültecilere 20 Ağustos’a kadar süre verildi. Gitmezlerse zorla gönderilecekler. Denetimler ve baskınlar sonucu çok sayıda mülteci işten çıkarıldı. Sınır dışı edilme korkusuyla kaldıklara yerlere kapandılar.
u Mülteci operasyonu tepkiyle karşılandı. Hukukçular, sınır dışı etmelerin yasadışı olduğunu söylüyor. Göçmenlerle dayanışanlar harekete geçiyor. Suriyeli mültecilerin, tüm göçmenlerin hayatı değerlidir. Irkçılığa hayır!
KAN SECİLMİ
tı, bir parçası olmadıkları AB-Türkiye krizine malzeme yapıldı.
Dünya nüfusunun büyük bir bölümü sefalet koşullarında, yaşam mücadelesi veriyor. Çevresel sorunların derinleşmesi ve iklim değişikliğinin yarattığı ekonomik ve sosyal sorunlar, savaşların yarattığı yıkım ve milyonlarca insanın coğrafya değiştirmek zorunda kalması: tüm bunlar kapitalist sistemin başarısızlığını bariz bir şekilde göstermekte. Açıkça söylenmiyor ama sistemin “topun ağzında” olduğu anlamına gelen pek çok açıklamalar yapılıyor. IMF başkanı ABD ve Çin arasındaki ticaret savaşlarını işaret ederek kapitalizmin küresel bir krize gireceğini söylüyor. Dünya Bankası ve IMF yetkilileri dünyadaki gelir dağılımındaki adaletsizliklerden duydukları endişeleri dile getiren açıklamalar yapıyorlar. ABD'nin dört büyük bankasından biri olan JP Morgan'ın başkanı kapitalizmin reforme edilmesi gerektiğini söylüyor.Kuşkusuz bu açıklamaların arkasında kitlesel ayaklanmalar ve devrimci dönüşümlerden duyulan korku var. Ekonomik durgunluktan çıkmak için sermayenin başvurduğu tasarruf tedbirleri, güvencesiz çalışma koşulları, kitlelerin özellikle en alttakilerin işçilerin ve yoksulların arasındaki rahatsızlığı, sisteme karşı öfkeyi
beraberinde getirmekte. Sadece işçiler değil, iklim krizine karşı direnenlerden, kadın hareketine, göçmenlerle dayanışan ırkçılık karşıtı harekete kadar tüm toplumsal hareketlerin hedefinde kapitalizm var. Kriz derinleştikçe öfke büyüyor Sermaye sınıfının derin bir çözümsüzlük, kriz ve savaş koşullarında ortaya çıkan ve giderek sayıları artan otoriter figürler, “Amerika’yı yeniden büyük yap” gibi milliyetçi popüler söylemlere ve ırkçılığa başvurmaktalar. Bu demogojik söylemlerin ortak özellikleri her yerde ve dönemde aynı: ırkçılık, göçmen düşmanlğı, sola karşı düşmanlık ve cinsiyetçilik. Ancak otoriterleşen sistem toplumsal kutuplaşmaları tırmandırıyor ve siyasal istikrarsızlaşmayı derinleştiriyor. Özellikle, Avrupa’da geleneksel partiler zayıflarken, hem sağın hem de solun yükseldiğini görüyoruz. Zenginler kulübünün
ORHANLAR'DA MADEN İSTEMİYORUZ! Balıkesir’in Balya ilçesindeki Orhanlar köyünde siyanürlü altın madeni açılması girişimi var. Madene karşı yükselen direnişin de onayladığı gibi bu; çevredeki canlılığa karşı bir saldırı. Direnişçilere, bu saldırıya neden hedef seçildiklerini sorduğumuzda; krize giren ve satacak bir şeyi kalmayan ulusal egemenlerin telaşından dem vuruyorlar; “yaptıkları çılgınlık, hukuk
temsilcisi Trump'ın karşısında, en güçlü aday Demokrat Parti'nin sol kanadı var. Gelirin yeniden bölüştürüleceğini, yoksulluluğu azaltacak sosyal programları, parasız eğitim ve sağlığı savunan Demokratik Sosyalistler giderek güçleniyor. Keza, Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi'nin yükselişinin arkasında da sınıf mücadelesi ve öfkeli kalabalıklar var. Antikapitalist bir odak için sosyalist fikirler Türkiye’de ise 31 Mart yerel seçimlerinden sonra, özellikle de 23 Haziran’da tekrarlanan İstanbul seçiminden sonra AKP ve MHP ittifakının yoksulların ve işçilerin desteğini yitirmeye başladığı yeni bir siyasal sürece girildi. Ekonomiden, uluslararası ilişkilere pek çok konuda tam bir çözümsüzlük içinde olan otoriter sağcı ittifak işsizlik, yoksulluk zamlar ve düşük ücretler koşullarında yaşamak zorunda kalan milyonlarca insa-
nın öfkesini Suriyeli göçmenlere yönlendirmek peşinde. Yerel seçimlerde kitlelerin sisteme ilişkin öfkelerini ifade eden sol bir alternatif çıkarılmadı. İmamoğlu’nun potansiyel yeni bir lider adayı olarak yükselişi, diğer yanda AKP kitlesini cezbedebilecek olan Babacan-Gül ekibinin yeni parti çalışmaları burjuvazi için seçeneksizlik durumunun değişmeye başladığını göstermekte. Ancak işçilerin ve ezilen tüm kesimlerin mücadelesini siyasallaştıracak, antikapitalist bir sol odağın yarattığı boşluğun doldurulması önümüzdeki birkaç yıl açısından hayati önem taşıyor. Ekim ayının ilk haftasından itibaren, Tekirdağ, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Antep’de düzenleyeceğimiz “Sosyalist Tartışmalar” adı toplantılar dizisinde kapitalizmi dünya çapında yenmenin olanaklarını konuşacağız. Otoriterleşmeye yakıt veren milliyetçiliğe, ırkçılığa, göçmen düşmanlığına ve cinsiyetçiliğe karşı işçi sınıfının birliğini savunan, “amasız fakatsız barış” diyen antikapitalist bir odağı nasıl inşa edeceğimizi tartışacağız. Katılın birlikte tartışalım, birlikte mücadele edelim.
mücadelemizden çok umutluyuz, kazanacağımıza inanıyoruz”. Altın madeninin sebep olacağı yıkım husussunda köylülerin, otoritelerce bilgilendirilmediğini de öğrendik. Bu hiç şaşırtıcı değil. Belki de çevre meseleleri ile ilgili inisiyatif alan aktivistler olmasa, otoritelere duydukları güven köylüleri, yaklaşan felakete çevredeki ağaçlar kadar hazırlıksız bırakacaktı. Ağaçlar bizden, köylüler de! Ali Rıza Seven
MARKSİST SÖZLÜK Y- YABANCILAŞMA Karl Marx’ın özellikle gençlik dönemi eserlerinde önemli bir yer tutan yabancılaşma kavramı daha önce Marx’ı çok etkileyen düşünürler olan Hegel ve Feuerbach tarafından da kullanılmıştır. Marx, özgür bilinçli etkinliğin insanın türsel özelliği olduğunu savunarak kapitalizmde emek gücünün sömürülmesinin insanı bu bilinçli etkinliğe
Orhanlar sakinleriyle sohbet
yabancılaştırdığını söyler. 1844 El Yazmaları’nda Marx yabancılaşma hakkında şöyle der:“Emeğin ürettiği nesne -emeğin ürünü- emeğin karşısına yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir”. Biraz basitleştirirsek işçi ürettiği ürünü kendi ürünü olarak görmez, markete gittiğinde karşısına dikilen şey o ürün değil, parasını ödemek zorunda olduğu bir metadır. Ancak yabancılaşmanın ortaya çıktığı yer tüketim değil, bizzat üretim alanının kendisidir. Marx şöyle sorar: “İşçi daha üretim ediminde kendini kendine yabancılaştırmasaydı, kendi etkinliğinin ürünü karşısında nasıl yabancı kalabilirdi?”. Marx, bu süreci işyeri ile sınırlamaz, yabancılaşma bütün bir hayatı sarmalar. İnsanı mutsuz ve potansiyellerini geliştirmekten alıkoyan ilişki biçimine Marx, yabancılaşmış emek adını verir. Yabancılaşmış emek, bireyi
CEZAYİR VE SUDAN AYAKLANMALARINDA
SLERİ GÖRE
-
-
-
ATANMIS BA
643
ÇAĞLA OFLAS
642
SOSYALİST TARTIŞMA 2019: OTORİTERLEŞEN KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELENİN PLATFORMU
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
VDEN ALDI sayfa 2 ve 5’te
KAMU İŞÇİLERİ, MEMURLAR, EMEKLİLER HAYKIRIYOR
ÖZ ÖRGÜTLENME
YÜZDE 5+4 ZAM KABUL EDİLEMEZ!
sayfa 8
sayfa 6-7
KAYYUM D E DEMOKRAS ĞİL İ u Kayyum siyaseti geri döndü. u Yüksek oylarla seçilmiş bakır, Mardin Diyarve Van başkanla belediye rı görevden alındı. u Seçme-s eçilme hakkını tadan kaldıran orantidemokratik müdahale farklı kisiyle karşılan kesimlerin tepdı. sayfa 3
KÜRESEL İKLİM ÖĞRENCİ BULUŞ GREVİ İÇİN SELİN GÖREN MASINA KATILAN ANLATIYOR: “DENEYİMLE R ORTAKLAŞTIR ILDI”
AKP HÜKÜM ETİ TÜRK-İŞ YÖN İSTEDİ ETİMİ SATTI
sayfa 5
sayfa 9
BİZİ ARAYIN, SOSYALİST İŞÇİ’YE ULAŞIN! İstanbul Kadıköy: 0 533 447 97 09 Şişli: 0 555 637 24 50 Fatih: 0 536 219 63 41 Ankara: 0 535 884 21 22 İzmir: 0 507 555 02 72 Antalya: 0 536 335 10 19 Antep: 0 533 627 30 25 Balıkesir: 0 543 692 96 23 Bursa: 0 507 727 50 45 Çanakkale: 0 532 462 38 04 Malatya: 0 534 982 59 26 Muğla: 0 539 932 21 17 Sivas: 0 533 515 28 24 Tekirdağ: 0 533 233 41 50
kendi yaşamına yabancılaştırır, bireyin yaşamını sürdürmesinin aracı olan çalışma yaşamın amacı hâline gelir. Yabancılaşma bununla da sınırlı değildir, yabancılaşmış emek insanı dış doğaya ve kendi türüne de yabancılaştırır. Peki üretim yapması zorunlu olan insanın, üretim sürecinde kendisine ve diğer insanlara yabancılaşması bir paradoks mudur? Marx’a göre yabancılaşmayı aşmak mümkündür. Sorun üretim araçlarının birkaç kişinin özel mülkiyetinde toplanmış olmasıdır. Özel mülkiyetin bizzat yabancılaşmış emeği kendi eylemiyle aşabilecek olan işçi sınıfının elleriyle ortadan kaldırılması, insanlığın tüm potansiyellerini sonuna kadar kullanabileceği bir dünyanın kapısını aralayabilir. Can Irmak Özinanır
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
AMAZON KALACAK BOLSONARO GİDECEK! NURAN YÜCE
Dünyada biyolojik çeşitliliğin en
fazla olduğu Amazon Ormanları, dünya ikliminin istikrarı açısından vazgeçilemeyecek bir öneme sahip. Tropik ormanlar 90 ila 140 milyar ton karbonu muhafaza ederek küresel iklimin istikrarına büyük katkı sağlıyor. Güney Amerika’nın tamamında nem ve yağış oranlarını dengeliyor. Güney Amerika'nın tamamı için muazzam miktarda su üretiyor. "Uçan nehirler" olarak adlandırılan, su buharı ile yüklü hava kütleleri Brezilya'nın pek çok bölgesine nem taşıyor. Yağmur ormanlarının yok edilmesi halinde Bolivya, Paraguay, Arjantin, Uruguay ve hatta Şili'deki yağışlar da olumsuz etkilenecek. Ayrıca Amazon Nehri de güney yarımkürede denizlere akan toplam suyun beşte birini sağlıyor. Tüm canlı yaşamı için önemi tartışmasız olan Yağmur ormanları hem iklim krizinin tehdidi atlında hem de şirketler tarafından yok ediliyor. Bu iki tehdidin kaynağı kapitalizm. Piyasaların dostu, milliyetçi ekonomi savunucusu aşırı sağcı Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro ise tehdidi gerçek hale dönüştüren kişidir. Ormanların düşmanı şirketler Bolsonaro şirketlere Amazon bölgesini tarım ve madencilik faaliyetleri açısından geliştirme sözü verdi. Paris İklim Anlaşması şartlarının Brezilya'nın egemenliğini sınırladığını ve Amazon bölgesine
dair alınacak kararlar konusunda hükümetin elini bağladığını savunarak, anlaşmadan çekilebileceklerini duyurdu. Brezilya en fazla sera gazı salımına sebep olan ilk on ülke arasında yer alıyor. Brezilya Paris anlaşmasına sadık kalması durumunda 2030 yılına kadar karbon salımlarını 2005 seviyesine göre yüzde 43 azaltma taahhüdünde bulunmuştu. Bu hedefi tutturabilmesi için değil ormanları yok etmek 12 milyon hektar ek orman yaratması gerekiyor. Bolsanaro bunun tam tersini yapıyor. Uzmanlar Amazon'da yasal olmayan yollarla kesilen ağaç sayısında geçen yıla oranla yüzde 45 artış olduğunu söylüyor. Amazon bölgesinde halen dakikada üç futbol sahası kadar orman alanı yok ediliyor.
Ocak ayından beri ise Brezilya’da yaşanan orman yangınlarında, geçen yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 82 artış yaşandı. Buna göre yaklaşık sekiz aylık dönemde 79 binden fazla yangın tespit edildi. Yangınlar özel mülk olan toprakların yanı sıra koruma altındaki doğal bölgelerde ve yerli halkın yaşadığı yerlerde oldu. “Hayvanat bahçesinde yaşıyorlar” diyerek yerli halklara savaş açan, çevre kuruluşlarına yapılan hükümet yardımlarını kesen Bolsanaro, "Sivil toplum kuruluşları bana karşı, Brezilya hükümetine karşı dikkat çekebilmek için kriminal eylemlerde bulunmuş olabilirler" diyerek yangınlardan da çevrecileri sorumlu tuttu. Bolsanaro günlerce yangına gerekli müdahaleyi
KAPİTALİZM GEZEGENİ YAKIYOR! "Dünya Yangın Haritası" küresel çapta kaç tane orman yangını olduğunu ve bunların tahribat boyutunu açık bir şekilde gösteriyor. 2019’da şu ana dek dünyanın dört bir tarafında 16 milyon orman yangını meydana geldi. Afrika kıtasının güneyinde sadece bir hafta içinde Kongo'da 110 bin, Angola'da 135 bin yangın yaşandı. Zambiya'da 73 bin, Mozambik'te 40 bin ve Tanzanya'da da 24
Şirketler için yakılan Amazon yağmur ormanları
yapmayarak tahbiratın boyutunun büyümesine yol açtı. Sağcılar gezegeni tehdit ediyor Maalesef Bolsanaro gibi aşırı sağcı, otoriter liderler bir tek Brezilya’da bulunmuyor. Küresel kapitalizmin ekonomik krizi ile birlikte derinleşen rekabet ortamında bu tür liderler krizden çıkmanın yolunu kendi ülke sınırları içindeki doğal varlıkları daha fazla sömürerek, şirketlerin karlarını artırmakta görüyorlar. Şirketler
için kestikleri, yaktıkları ormanlar sadece yeni kâr odakları. Oysa özelikle iklim krizinin derinleştiği günümüzde Amazon Ormanları ya da başka ülkelerdeki ormanların yok edilmesi sadece bir ülke sınırlarındaki doğal varlıkların yok edilmesi değil bundan daha fazlasıdır, gezegendeki tüm canlı yaşamının yok edilmesidir. Ekonomik kriz ve iklim krizi ile alt üst olan dünyada kapitalizmin çıkarları doğrultusunda çözümlerin hayat bulabilmesi ancak
bin yangın aynı süre zarfında uydular tarafından kayıt altına alındı.Asya kıtasında ise toplam 18 bin 500 yangınla Moğolistan ve Endonezya en fazla orman yangınına maruz kalan ülkeler oldu. Avustralya'daki yangın sayısı da 22 bin 500'ü geçmiş durumda.Orman yangınları sadece her sene yaz döneminde büyük orman yangınlarının yaşandığı Güney’i değil Kuzey’i de sarmış durumda. Rusya'nın Sibirya bölgesindeki Tayga Ormanları'nı etkisi altına alan yangın Yunanistan büyüklüğünde, 130 bin ki-
daha otoriter siyasal eğilimlerin güçlenmesi, eşitlik ve adalet taleplerinin, tüm özgürlüklerin baskılanmasıyla mümkün olabilir. Bu yüzden Bolsanaro’nun aynı zamanda kadın düşmanı, ırkçı, cinsiyetçi, iklim inkarcısı, yerli halklara düşman olması bir tesadüf değildir. Amazonları korumak için aşırı sağcı Bolsanaro’dan kurtulmak gerekiyor. Bolsanaro’dan kurtulmak için Bolsanaroların üremesine yol açan bataklığı kurutmak, kapitalizmden kurtulmak gerekiyor.
lometrekarelik bir alanı etkiledi. İklim değişikliğinin orman yangınlarının sayısını ve etki alanını genişleteceği yıllardan beri söylenmekteydi. Eğer iklim değişikliği durdurulmazsa bu tehlike önümüzdeki yıllarda artarak devam edecek. Ağaçlar yanınca bünyelerindeki karbondioksit atmosfere salınıyor, daha fazla karbondioksit daha fazla küresel ısınma, daha fazla küresel ısınma daha fazla orman yangını demek ve bu ölümcül döngüye doğru hızla ilerliyoruz.