BEŞ İR KARA ÖZGÜN OZAN EMİN İLKDOÖAN İNCİ VURAL NURCİHAN AYKUT HÜSEYİN MERT FERİDUN ARKIN SEVGİ BİRET TÜRKÂN YORGANCI ZAKtR GÜVEN MUZAFFER GÜLTEKİN AYLİN AKAY ÜNAL ÇALLI HÜLYA ARABACI MURAT GÜLTEKİN GÖNÜL IŞIK LÜTFİYE GÜNER NURİYE DİNÇ SAFİYE SAMUR ŞEBNEM MEZRA
YIL :
5
SAYI :
24
ŞUBAT
1979
ÎLKKURŞUN A yvalık Lisesi A ylık Eğitim, Kültür Sanat Derpişi
SAYIN ÖĞRETMENİM
Kurucusu : M. Oğuz - M. Gültekiıı Sahibi : Ayvalık Lisesi Adına OSMAN AKSOY Yazı İşleri Sorumlu Yönetmeni :
HÜNER İLE YOĞURDUN
MUZAFFER GÜLTEKİN Başkan ÜNAL ÇALLI Başkan Yardımcısı RENGİN AYKÖK Müdür EMİN İLKDOGAN Müdür Yardımcısı NURHAN DAĞLAR Saymanlar ERDEM BORAN NEŞE SARYAN ESİN BAGÇECİ Yazmanlar SEMRA KAVAS ŞEBNEM MEZRA İnceleme Kurulu SEVGİ BİRET İBRAHİM KAYANDAN NEDRET ÖZGEN t. AYŞEN ÖTKKN BELGİN DALGACI Kapak Düzenlemesi YEŞİM NOMAK
İLKKURŞUN • 5 Şubat 1979* Sayı : 24 * * Karınca Matbaası •
BEŞİK KARA
BİLİM İLE KARDIN. SEN, KARANLIK UFKUMU AYDINLIĞA ÇIKARDIN. ŞENİNDİR ASLINDA ALDIĞIM HER AFERİN. ÖĞÜNCÜMDE PAYDAŞSIN KAZANDIĞIM ZAFERİN. SEN ERDEMLIĞİM TÖREM VE IŞIĞIMSIN BENİM. NİCE AYDINLIK YILLARA ERESİN ÖĞRETMENİM.
AYVALIK LİSESİ AYLIK EĞİTİM, KÜLTÜR, SANAT DERGİSİ
Tanıtma ve yayın kolu organıdır. Gönderilen yazılar yayınlansın yayınlanmasın geri verilmez Gelen yazılar inceleme kurullarından geçer. Gelen yazılarda gerekli özleştirme yapılabilir. Ayda bir kez yayınlanır, yıllık sekiz sayıdır. * öğretmen ve öğrencilere % 25 indirimlidir. Tel : 185890 İzmir » Edinme koşulu : Yıllık 80, dörtaylık 40, sayısı 10 TL d r * Yazışma : îlkkurşun Dergisi Ayvalık Lisesi - AYVALIK Yıl
OKUMAK VE YAZMAK ÖZGÜN OZAN İki sözcük alır götürür bizi düşüncelerin doruğuna. «Okumak ve Yazmak». Dizi dizi sorular çakılır usumuza. Yanıtlamaya çalışırız her bir soruyu. Ama çözü me ulaşmaz yine de sorun. Beyinler karıncalaşır düşünmekten, önce kendimizden başlarız çözüm aramaya. Acaba gereği gibi okuyor muyuz? Bırakın bir betik (ki tap) okumayı, günlük ya da aylık bir yayın organından, güncel konulan içeren yazılara ne denli yaklaşım sağlıyabiliyoruz? Ulusal sorunları paylaşabiliyoruz mu? Yazınsal, eklnsel sorunları izleyebiliyor muyuz? Ulusal sevinci ya da acıyı birlikte duyabiliyor muyuz? Geri kalmışlığın, az gelişmişliğin temelinde yatan eğitim sorunu kesin bir çö züme ulaşmadığı sürece, uygarlaşmayı köstekleyeceği bilinen bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında birey olarak sorumluluğumuzu yerine getirdiğimizi söylemek çok güç olacaktır. Yetişkinlerin olduğu kadar, yetişmekte olan gençlerin (öğren cilerin) de bu konuya gereği gibi önem vermediğini söylemek; gerçeği bir kez daha vurgulamaktan başka birşey değildir. Şöyle bir göz atalım çevremize. Kaç kişiyi, boş zamanlarım okuyarak geçirdiğini izleyebildiniz? öylesini biliriz ki, evinde yüzlerce betiği vardır; belki de her ay bir betik taşır koltuğunun altında gösteriş olsun diye belki de - evine. Hergün bir ya da iki gazete alır okumak için Ama okuyan yok, kalıbımı basarım çoğu okumaz aldıklarını. Okusalar da, okunan kesimler b elli: Bir spor., bir ölümlü olay., serüven dizileri.. Büyük başlıklar.. Ulu sal sorunumuzu içeren güncel konulara göz atanı, us yoranı çok az çıkar nedense Eline hiç gazete almayanı da ayn bir konu. Bir araştırmada öğrencilerin büyük çoğunluğunun ders betikleri dışında oku maya zaman bulamadıklarım saptayınca, doğrusu öğretmen olarak yüzümüz kı zardı. Oysa öğrenci sürekli ders betiği okumakla «çalışkanlığını» vurguluyordu. Gerçekten «ezberlemeye» dayanan bir okumayla derslerinde başarı sağlıyan öğren cilerin sayısı kabarıktır. Ders betiklerini bile - ezberlemeye dayansa da - okuma yan öğrencileri unutmuş değilim.. Başarısızlığın en büyük nedeni de. bu olsa gerek: Okumamak... Nasıl okunacağım bilmemek, niçin okuduğunu bilmemek.. Bir kişi on kez okuyup da anlamadığını söylerse hiç şaşırmamak gerekir. Çünkü nasıl oku nacağını bilmeyen, ya da öğretilmeyen öğrencilerin başarılı olmasını bekleyeme yiz. Nedenini, nlçininl düşünmeden okuyan öğrencinin anlamasını beklemek de boşuna... Anlayamazlar... Geçenlerde bir öğrenci, öğrenim gördüğü okulun adını taşıyan ve de dersine girdiği öğretmenlerinin, sokakta birlikte koşturduğu arkadaşlarının yazılarının bulunduğu ÎLKKURŞUN’u okumadığım söyleyince nedenini sordum. Ne dese beğe nirsiniz? «birşey yok öğretmenim içinde.» dedi, «Ne arıyordun içinde?» diye sürdür düm soruyu. Başını öne eğdi, yanıtlamadı, «llkkurşun’u okumayabilirsin, beğenmiyebilirsin ama, okuyup da beğenmediğin bir yazıyı, bir şiiri söyler misin bana?» Yanıt yine yoktu. Sınıfı da peşinden sürükleyen bir suskunluk... İnsan birşeyl okur, anlamaz, bilirim. Ama içinde «hiçbir şey yok» demek; Okumadığının en açık kanıtıdır. Okuma isteğinde olmadığının da. Ders durumunu araştırdım bu öğrencinin. Hiç de iç açıcı değildi. Olması da beklenemezdi. Beş yıl lık yayın yaşamında îlkkurşun'un, ilk kez böyle bir beğenmemezlikle karşılaştım. Acı oldu bizim için. Hele hele bir öğrenciden duyunca bu sözleri... tlkkurşun g
Yazma ödevlerinin genellikle başa, rısız olduğunu biliriz öğrencinin. Ama, nedenlerine eğilenimiz çok azdır. «Yaz» deriz öğrenciye. Veririz konuyu güncel liğini araştırmadan, öğrenci düzeyini düşünmeden; hatta yazma ilkelerini vermeden öğrenciye, «yaz» deriz, ö ğ renci alır eline kalemi, koyar şakağına, düşünür. «Ne yazsam:» diye düşünür kumrular gibi, çıkamaz altından. Düşünür, bir neden de bulur kendine. Yaz mak «yetenek» işidir der. Doğrularız bunu düşünmeden. Oysa nice yetenekler de, yazmayı bilmediklerinden körelir, gider.. Duymayız, duyamayız onları. Çünkü yüreklendirenleri yoktur başın da. Tutanı yoktur kolundan, yol göste reni yoktur... Oysa «yazmak» yetene ğin ötesinde «okumak» ister. Okumak ve düşünebilmek... ön ce okumasını bilmeli kişi, okuyup anlamasını, sonra da düşünmesini. Dü şünen insan yazar birgün. Ama ilkin kötü bir başlangıç yapar belki de. Dü zelir kırıldıkça kalemi. Yazmak başka, yazar olmak başkadır bir bakıma. Eğer yazmıyorsa kişi, yazamıyorsa; okumadığındandır, okuyup anlamadığından, oturup düşünmediğinden. Yazmak İçil, «gözlem» i de unutmuyorum elbet. İyi bir gözlem için de okumak, iyi okumak, anlamak, düşünmek gizidir işin. Okumak, bilgili olmayı istemektir bir bakıma. Okuyorsa, bilgi dağarcığını dolduruyorsa öğrendikleriyle; yaşam savaşının tüm güçlüklerine bilinlyorduı kişi. Güzel konuşmanın, güzel yazmanın
îlkkurşun
4.
ve toplumsal yaşamın bir gereğidir. Adam olmanın da, öğrenmenin de yaş sınırı yoktur deriz hep. Deriz de oku mayız yine de. Bırakmayız «bilgisizli ği», söküp atamayız kökünden. Bu ne denle doğrulmaz belimiz. Okumak ve yazmak.. En güzel dostu olmalı insanın. Tüm kötülüklerden uzak bir yaşam için... Düzenli bir yaşam için... Huzurlu bir yaşam için... îyi betik, iyi dost. Bu gerçeği de çı karmayalım usumuzdan.
SAPLANTI EMİN İLKDOGAN İlerleyen bir dünyada, hele 1979 dünyasında, geçmiş zamanların anıları ile oyalanmanın; bireyler açısından da, toplumlar açısından da olumsuz sonuçlar vereceği, du rağanlık yaratacağı su götürmez bir olgu. Ancak kısa zaman ara lıklarında, kişiyi zaman zaman ür perten, gelecek kuşkusu yaratan, gözardı edilen, daha doğrusu çalkıntılı dönemlerde gözden kaçan önemli sorunlar da var. Örneğin lise öğrencisine, hatta ortaokul öğ rencisine ulaşan toplumsal bilinç biçimi, belirli öğretilerin yine be lirli sözlerinde kısırlaşıp kalıyor. Bu dar kapsamlı doygunluklar la, beslendiğini sanan öğrenci dünya yazınının önemli ürünlerine hiç gereksinme duymuyor. Genel ekin (kültür) dediğimiz konuların yüzeysel kavramlarına bile sırt çeviriyor. Böylece tartışma masa larının önünde aynı ısıtılmış ye mekler duruyor. Yazın (edebiyat) tarihindeki ki şiler de izinleri olmadan 1979 Türkiyesine getiriliyor, kendileri ni bile tanımayacak duruma geli yorlar. Bir Yunus Emre, salt bi rer dize ile ne kılıklar değiştiriyor, ne yorumlar getiriyor Yunus’a : «Kamu dllnya birdir bize.»
Diyor, tamam, bizden.. «Çıkmış isl&m bülbülleri.» Diyor, tamam, bizden..
Sırat köprüsünde yatası gelmiş., bizden... Bir kişi çıkıp da dünyaya cö mertçe açılan sevgi dolusu yüre ğine bakmak istememiş Yunus’un Paşaları, Vezirleri yerden yere çalan; ölürken bile «cellât’ı yeren Divaeı ozam Nef’i bizden..» Nedim nasıl yaşamış İstanbul’u güzelleriyle... Bizden.. Mehmet Akif, Tevfik Fikret kavgası.. Biri sizden, biri bizden.. Mevlâna? Ney sesi, bizden. Ha yır, hayır «Kim olursan gel.» de miş, öyleyse bizden. Bırakalım adamları yaşadıkları çağlarda. Bırakmıyacaksak incele yelim derinliğine. Görülecektir ki, hiçbiri 1979 Türkiye’sine geleme yeceklerdir. Sosyal ekonomik koşulların zo runlu koşulu bu. Betikler (kitaplar), betiklikler de (kitaplıklarda) neredeyse birbiri ne yapışacak. Oysa kişilerin kişi liklerini oluşturacak gizler, bu di zinde. Karacaoğlanı, Pir Sultan’ı, Dadaloğlu’nu okumadan Veysel’in tadına varamayız. Şhakespeare’i, Molieri’i okumadan iasanın yüz yıllar boyu süre gelen evrensel yapısını tanıyamayız. Günümüz çağdaş sanatçıları 1979 dünyasına ışık tutuyor. An cak onlar da bir tarihsel akışın kıyılarımıza vuran dalgaları. Dal galar bu noktada son bulacak de ğil ya.. îlkkurşun
5
POMPEİDEN den I
Z L E N ■• I
M L E R ■ İNCÎ VURAL
İstanbul’da boğucu bir sıcak vardı. Kasıp kavuruyordu ortalığı. Oysa biz o anda bu etkiyi anlayaîlkkurşun Q
cak, düşünecek durumda değildik. Çünkü onbeş gün sürecek bir Ak deniz gezisinin son hazırlıklarını yapıyorduk. Gezip göreceğimiz yerlerin coşkusuyla (heyecanıyla) doluyduk. Kısa bir süre bekledikten sonra gemiye bindik. Gemi, umduğu muzdan daha güzeldi. Gece saat 23.00 de İstanbul’dan demir aldık. Uzun ve güzel bir gez:cıi.n başlan gıcıydı bu ük demir alış. Çok zevkli ve eğlenceli geçiyordu gezi miz. Çok ilginç yerler görüyorduk. Yolculuğun üçüncü günü İtal ya’nın ünlü yemyeşil CAPRÎ ADASInın kıyısından geçerek N A POLİ,ye geldik. Lirmcıa demir at tık. Otobüslere bindik. Ağaç kolla rının uzandığı geniş asvalt yolda bir süre üerledikten sonra, Napo li’nin ünlü sönmüş yanardağı olan VEZÜV, tüm yüceliği ile karşımı za dikildi. Irkilmiştik. Coşkumuzu yenmeye çalışıyorduk. Biraz daha üerleyince, «POMPEl H ARABE LERİ» denilen yıkıntı topluluğu çıktı karşımıza. Fakat bu yıkıntı lar öyle basit bir yıkıntı değildi. Geçmiş yüzyıllarda VEZÜV ya nardağının püskürttüğü lavlarla örtülmüş bir uygarlıktı. Ancak son yıllarda ortaya çıkmıştı bu uygarbk. Evler, hamamlar, hasta neler.. tümü yanmıştı. Sağlam ka lan tek bir ev yoktu. Kiminin ya nı, kiminin üstü yanmış, yok ol muştu. Sanki VEZÜ V’ün ululu ğundan çekinip yerlere eğilmişler di .Bazılarının da sadece kapı sü tunları kalmıştı ayakta. Bunların arasından geçerken, elimde olma dan irkildim. Oysa iartık VEZÜV sönmüştü. Son olarak, kent halkı
nın tümünün canını aldıktan son ra susmuştu. Oysa Pompei halkı ne denli uygarmış.. O tarihlerde, bugün yurdumuzda bile çok az kesimin kullandığı kaloriferi kul lanıyorlarmış.. Fakat bu ısıtma düzeni biraz daha değişikmiş.. İki kat duvar örüp, bunların arasın dan sıcak hava dolaştınyorlarmış. Böylesi insanlara bu dağ nasıl kıymış..? Yıkıntılar arasında dolaşırken önümüze büyükçe bir yapı çıktı. İçeriye girdiğimizde, şaşkınlığı mızdan neredeyse küçük dilimizi yutacaktık. Vitrinlerin içinde, VEZÜ V’ün canlarım aldığı insanların cesetleri duruyordu. Her an kal kıp yürüyeceklermiş gibi geliyor du bana. Bu insanlar lavların al tında kalıp kıvranarak ölmüşler di. Şimdi de, vitrinlerde ölürken acılarını yansıtan donuk davranış ları ile sergileniyordu... Biraz ile ride bir köpek.. Geniş salonun en sonunda ise, boynundaki tasma dan «köle» olduğu anlaşılan bir insan.. Beni en çok -etkileyen de bu görünüm idi. Zavallı, boynun daki tasmayı açmaya çalışırken oan vermiş olacak ki; bir eli tas mada, bir elini başının üstünde tutuyordu. Belki de, üstüne üstü ne gelen lavlardan ,eliyle korun maya çalışmıştı. Burada, gördüklerim, Pompei’de ölen binlerce kişiden bir kaçıy dı. Artık daha fazla kalamazdım -acıyı en güzel biçimiyle sergileyen ölüler arasında. Duygu selim ka bardıkça kabarıyordu. Çok etki lenmiştim . Dışarı çıktığımızda, çevre, tu rist kaynıyordu. Çok mutluydu
lar... Sevinçle geziyorlar, alış veriş yapıyorlardı. VEZÜV’ün patlayıp binlerce can -alması, Pom pei halkım mutluluğa eriştirecek DÖVİZİ sağlıyordu... Büyük yıkımdan sonra, Pompei halkına gömüt (mezar) olan bu topraklarda yaşayan insanlar, tu rizm olgusundan büyük gelir sağ lıyor ve mutlu oluyorlardı. Yıllar önce sönen ocakların bugünün in sanlarına bir gönenç (refah) sağ ladığını düşündükçe, vitrinlerde sergilenen VEZÜV kurbanları, acımı bir kez daha arttırdı. Yıllar öncesinin acılarıyla kendi acılan mı bir potada eritirken, şimdi, bu topraklar üzerinde yaşa yan halkın mutluluğuna katıla madım doğrusu... llkknrşun
7
AÇ KOLLARINI AYVALIK
■ NUKCİHAN AYKU1
A ve B harfleri ne denli yakın sa birbirine, Ayvalık ve köyümüz de o denli yakındır. Bir dostun yakınlığı, sıcaklığı değildir bu. Arada kilometrelerin yakınlığı var dır. Oysa isteriz ki, sıcak sımsıcak olalım. Sait bu yakınlık taşlarda, çakıllarda kalmasın. Ne gün yolum Ayvalık’a düşse, sahilde gezinirken hep bunlar usumda halavlaşır. Acı - sevi ka rışımı ezgiler tümleşir bende... Ayvalık canlı. Her yerinden apayn yaşam suları fışkırmakta. Gelip geçen otolar, - Bizler bu kı yman danteliyiz - diyen yapılar. Akşamlan dinlenmek için bank larda oturan neşeli neşesiz insan lar. Sonra dergi ve güncelerde - Bir incidir Ayvalık - yazan gös terişli yazılar... Bir bunları, bir de ötede olan köyümüzü düşünürüm. Ana, bacı, bebelerimiz hiçbir şey bilmez. Su larımızı Abdal’dan taşım . Hem ırak hem de bulanıktır. Traktör lerle koyuluruz yola, ineriz Per şembe pazarına. Canımızı hiçe sa yarız. Yeter ki doysun kamımız. Soğuk işlemez bedenlerimize. Elle rimiz değil tek nasırlaşan, dört bir yanımız da böyledir. Hakkımızdır yakınmak. Nasü anlatsak : DertIlkkurşun g
lerimiz boy boy. Umutlarımızsa Çin şeddinden büyüktür. Alınma sevgili Ayvalık, dönme arkanı. Bak.. Uzattık ellerimizi. Kırmızı, yeşil ,mavi, beyaz umut ların beslendiği dostluğunu diliyo ruz. Haydi artık aç kollarını.
ÖZGÜRLÜK Gündüz için güneş. Gemi için deniz, Yelken için rüzgâr, Geceler için ışık Ne ise; Karnı aç İçin yemek, Hasta için ilâç. Uygar için hak, Asker için silâh, Ne ise; Kafes için kuş, Saksı için çiçek, Motor İçin benzin, Çöldeki için su, Ne ise; Benim için de öyledir Yaşam içinde özgürlük İnşam İnsan yapan ve do İnsan gibi yaşatan özgürlük.
Çeviri : HÜSEYİN MERT
•........................................................................................................... ....................... .
g eçm işten
.,
geleceğe
PİRİ
REİS FERİDUN ARKIN
Türk tarihini öğrenir ve öğre. t irken, Türk Uygarlık tarihinin, Türk siyasi tarihine göre daha az ele alındığı, eksik kaldığı bilinen bir gerçektir. Türk Uygarlık ta rihinde birey ve toplum olarak önemli yapıtlarımızı biliyormuyuz? Köşemizde ilk olarak, bugün Türk ulusunun övüncü olan dün yaca ünlü bilgin, deniz coğrafya cısı Piri Reis’i anımsamak istedik. 9 Ocak 1929’da Milli Müzeler Müdürü Halil Ethem Eldem, Topkapı saray arşivleri arasında, o zamana değgin harita bulur. Deri çizilmiş renkli resimler ve kenar larında notlar bulunan bu harita, Amerika'nın en eski haritasıdır. XVI. yüzyılda Piri Reis’in araş tırıcı ve yöntemli olarak o zama nın dünyasını tanıtan bu harita ve onun Bahriye kitabı (Kitab-ı Bahriye) m incelemek için Piri Reis’in yaşadığı dünyayı, siyasi tarihi de bilmek gerekir. Bu ne denle sınırlı dizelerimizde fazla gcn'şlememeye özen gösterdik. Piri Reis’cn doğum tarihi kesin likle bilinmiyor. Onun 1465 - 1470 lerde Gelibolu’da doğduğu kabul edilir. Gelibolu o tarihlerde bir Osmanlı deniz üssüdür. Piri Reis’ in çocukluk adı Muhiddin Piri olup, babası Hacı Mehmed’tir. Ço cukluğunu aşan Muhiddin Piri,
amcası Kemal Reis’in gemilerinde denizciliği öğrenir. Piri Reis’in 11 - 16 yaşlarında amcasının yanın da olduğunu, Kitab-ı Bahriye'deki kendi notlarından öğreniyoruz. Kitab-ı Bahriye’deki bilgi ve göz lemler Kemal Reis’le birlikte ol duğu yıllarda hazırlanmıştır. Ege adaları ve kıyılarıyla, Akdeniz kı yıları üzerine bıraktığı notlar, bilgiler ve haritalar doğruluk de recesi yönünden ve zamanının tek niğine göre çok ilgi çekicidir.
i } •: y *'
\
‘ \Ş*%\ * .-r*
’
m ı : -i o & , m m *
’-i
Piri Reis’ln Amerika Haritası
İlk kurşun 9
Her gördüğü önemli yer, ada ve kıyı için not açarak bilgiler ver miştir. Notlarında şehirlerin bü* yüklüğünü, kalesinin durumunu, limanının ve ölçülerini vererek, o yerin bir de haritasını, bugünkü ölçülere uygun olanaik çizmiştir. Türk deniz tarihinde ilk kez resmen Muhiddin Piliden söz edil mesi 1499 - 1502 yıllarındaki de niz savaşları nedeniyledir. Osman lI donanmasında bir savaş gemisi kumsmdanı olarak Pir! Reis res men görev almıştır. 1511’de Ke mal Reis’in ölümüyle, koruyucu sundan yoksun kalır. Bu ayrılık tan sonra bir süre denizlerden uzak kalarak Gelibolu’ya gelmiş ve burada ilk yapıtı, dünya haritası nı hazırlamıştır. Ünlü Amerika
BİR KÖY
BEKLİYORUM SEVGİ B ÎR E ! Bekliyorum seni Bazan umuttan Bazan umutsuzluktan Bekliyorum ulu çamlınıı altında Mavi denizin koyunda Yeşermiş otların arasında Bekliyorum rıhtımda Gözlerim dalgın Seni bekliyorum BEKLİYORUM.
haritası da bu yapıtın bir parçası dır. Pirî Reis’in biyografisi, onun Bahriye kitabından alman bilgi lerdir. Bahriye kitabından, Piri Reis’in Ege ve Aküenizdeki yaşa mını günü gücıüne öğrenmek ola sıdır.
TÜRKÂN YORGANCI Bir köy anımsıyorum Ufak, yorgun, yoksul bir köy Analar, bacalar, çocuklar Bir sıcak çorba için Bir dilim ekmek için Alın terleriyle çalışanlar... Okul özlemiyle yanan çocuklar «Okuma yazma gibisi var m ı?» Diyen çocuklar... Bir köy anımsıyorum Çeşmeleri, yeşil tarlalarıyla Anımsadığım kadarıyla.
Ukkurşun
Kitab-ı Bahriye’de Pirî Reis, iç tenlikle her gördüğünü yazarak saptadığım, çünkü yazılmayan bil gilerin unutulacağını şöyle anla tır : «Unutulur yazmamakla bir nişan Anın içlin gördüğümü yazardım Yani tekrar varmak olursa ana» «Pes gerektir yazıla daim işftn Yazar İdim bahri kim gezerdim Bile idim ta.ş sığlar ne yana.» (Kitab-ı Bahriye, s. 17)
FOLKLOR Yöre : Doğu Anadolu
KINA GECESİ _______________________ Doğu Anadolu'da nişanlı gençle rin aileleri, düğün hazırlıklarını karşılıklı hazırladıktan sonra; erkek (oğlan) evi, kız evine SÖZ almaya gider. Aralarında düğün tarihini kesin olarak saptayınca; CEHİZ (CİHAZ) yazmaya başla mak için eşe dosta okuntu (dave tiye) yollanır. Bu işe bir haftalık süre ayrılır. Çağrılıların getirdik leri hediyelerin arkası kesilince, yazıma başlanır. Bu yazım işi genellikle Muhtar, İmam ve Kâtip’in görevidir. Ara larında kız ve oğlan tarafından da birer temsilci bulunan kurul, gelen eşyaları günün değer ölçülerine ve türlerine göre yazar. Liste İmam ve Muhtar tarafından imzalanıp mühürlendikten sonra, kız babası na verilir. Eğer ileride damatla gelkı arasında olabilecek bir an lamazlıkla ayrılıkla sonuçlanırsa, Kız babası verdiği eşyaları alma ya hak kazanmış olur bu liste ile. Cebiz yazımı bittiği gün, gelin adayı, kendisini bekleyici kız ar kadaşları ile birlikte SAĞDIÇ evine çıkarılır. Sağdıç, gelinin ba basının akrabası ya da dostudur. Düğün bitimine değin kızın tüm giderleri sağdıç tarafından karşı lanır. Sağdıç evinde iki gün kalı nır. Erkek yanı, sağdıçm izniyle,
ZAKİR GÜVEN
gelin adaylarını törenle HAMA MA götürürler. Buna GELİN H A MAMI denir. Gelin hamamının akşamından KINA GECESİ başlar. Çevrenin uygun bir evinde toplanılır. Gele nek uyarınca iki taraf, karşılıklı olarak, gelinin EL ÖPME zamanı na değin pek konuşmazlar. Renk renk giyim - kuşam içinde takıp takıştırmış olan yeni dünürler (Akrabalar), biribirlerine pek ısmmış değülerdir. Kirpik arası süzüşler, dudak bükmeler, sessiz sözsüz eleştirilerin yanı sıra, kıs kançlık hırsıyla karmaşık duygu ların etkisi altında kararsızdırlar. Kma gecesini sağdıçın bayanı açar. Bu şöyle başlar: Kenarları yanar mumla donanmış, içinde ye terince hediyeler bulunan büyük bir bakır tepsiyi başının üstüne alır. Çalgının havasına uyarak; ağır ağır, ölçülü ritimlerle oynaya oynaya, kaynananın önüne doğru yürür. Diz çöker, hediyeleri say gıyla sunarken; gelin tarafına «Geliniz» işaretini verir. Bu arada kızın önemle dokuduğu, hiç kulla nılmamış bir halıyı da kaynananın önüne sererler. Bekleyici kızlar yanar mumlarla; arkada GELİN, önde ağır ağır yürürler. Kız anası yaşlı gözlerle yavru ÜkkurşuD 11
sunun adım adım kendisinden koptuğunu izlerken, ccıun içini ya kan, üzgüyü dile getiren şu dört, lük, güzel sesli biri tarafından söylenir : Yüzüğüm, elmas taşım Akar gözümden yaşım Nasıl koyar gidersin Dert ortağım, sırdaşım.
Öz ana söyler de, kaynana sar mı :
su
Arası ayıramam Kumunu sayıramam (temizleycmeru anlamında; Gelinimsin, camınsın Kızımdan ayıramam.
Kız tarafı buna yürekten sessiz ce bir «İnşallah» çeker. Gelinin de bir alçak gönüllülü ğü göstermesi, kaynanayı - şimdi lik - biraz olsun şişindirmesi ge rekmez mi? Elbette, zaten temblhlidir :
ğı konulur. Ana, babası sağ olan bir kız, kınayı su da ezer. Gelin yastığa yatırılır. Avucunun içine bir REŞAT ALTINI ile birlikte KINA konur ve sarılır. Bu gece, baba evinde yatışın son gecesidir. Gelinden sonra orada bulunan kız lar da; bir gün avuçlarına SARI LİRA’yı koyabilecek aslana ka vuşmanın dileğiyle ellerini kına larlar. KENA GECESİ, son nefese ka dar sürecek bir mutluluğun düğü mü olarak bilinir Anadolu’mda. Toprağı ter, havası özlem kokan Anadolu’mda... TOYUN (düğün) sonu şu mani ile bağlanır : Gümüş kemer beline Kına yaktım eline Kızlar Maşaallah deyin Göz değmesin geline.
Kına beni Koy elen, kına beni Anam diye sevmezsem Kaynanam, kına beni.
Bu candan deyişin ardında o ğ lan tarafı, GELÎN’lerini hediye yağmuruna tutarlar. Bilezikler, küpeler, saç bağlar, telli kemer ler.. Hava ısınmış, buzlar erimiştir artık, iki tarafın yaşlıları, bir an da canciğer olur, sarılır, öpüşür ler. Birer HATIR KAHVESİ içil, dikten sonra, gecenin kalan bolümü, GENÇ KIZLAR’a bırakılır ve dağılırlar. Artık KINA YAKMA zamanı gelmiştir. Bu da şöyle y a pılır : Önce gelinin gelinliği çıkarılır. Kendisine bir gece giysisi giydiri lir. Odanın ortasına bir baş yastı îlkkurşun J2
Hülya Sural
ACI TOKAT .......................................
T
MUZAFFER GÜLTEKİIS
Sabahın ayazı. Yamaklarımız al al. Belki de mor. Soluğun burun deliklerinden çıkışı ürpertiyor iüklerini insanın. Yürüyoruz bi rer, ikişer. Ayakkabıları unuttuk. Ya pantolonlar, pantolonlar diz boyu çamur. Nasıl gizleriz öğret menden, düşündüğümüz yok. Okulun kapısı kapalı. Bahçede çamuru eziyoruz. Zaman ilerliyor. Eli kulağında demeye varmadan çalıyor zil. Sınıflara koşuşuyoruz. Sınıfa giren, daha sobaya yaklaş, madan uzatıyor elini. Çözüldükçe ağırlaşıyor parmaklar. Üstelik ka lem tutacağız. Eldiveni olanlar için sorun yok, biliyorum. Isınma gereğini duymayıp yeri ne oturanlar defter, betik karıştı rıyor durmadan. Belli ki hazırlık yapıyor. Ne güzel şey... Kimi pay laşamıyor yazı tahtasını. Tebeşir ler kırılıyor, tebeşirler atılıyor. Yazı tahtası, yaz - boz tahtası; yazılıyor, siliniyor.. Hava soğuk. Soğuk havada üşünür elbet. Soba yamyor. Kollar kanat olmuş so banın üstünde. Bırakmıyor ısıyı. Isındıkça üşüyor insan nedense. Ama çoğunun umurunda değfl. Ağırlığınca giriyor öğretmen sınıfa. Derin bir suskunluk. Aya ğa kalkıyor tüm öğrenciler. Üşü yenler, yazanlar, koşuşuyor sıra larına. Daha oturmadan çakılıp kalıyor sıra başlanna varınca. Seyrek adımlarla yürüyor öğret men. önce siyah çantasını yerleş tiriyor kürsüye. Gözlüğünü sapın
I
dan tutarak düzeltiyor özenli. Yutkunuyor bir - iki kez. Beyaz camlı gözlüğünün gerisinde kaşlar geriliyor, gözler dikleşiyor, tüm sınıfı taradıktan sonra tiz bir sesle süiyor suskunluğunu sınıf m: — Guten Morgen. (günaydın) — Guten Morgen. — Sitzen Sie. (oturun) Oturuyoruz. Sıralarda bir kay naşma. Sınıf başkam yerinden doğrulup isim isim alıyor yokla mayı. Sınıf tam. Birşeyler yazıyor ders defterine öğretmen, göremi yoruz. Arada bir kayıyor gözleri bize. Konuşmuyor. Ama artıyor konuşmalar. Çantasını açıp birkaç betik (kitap) çıkarıyor. Açıyor b i rini, okuyor, belki de göz gezdiri yor. Artıyor gürültü. Susmasım bekliyor sınıfın anlaşılan. Aldıran yok. Doğruluyor yerinden, iskem lesi gıcırdıyor, derin bir suskun luk... — Evet, konuşmayalım... Yeter artık... Şimdi derse başlıyorum. Başlıyoruz derse. Ders ilerliyor. Hava soğuk. Bilmiyoruz üşüdüğü müzü. Arada bir vurmasa çenele rimiz, düşünen de olmayacak belkide. Bir tümce yazılıyor tahtaya : «Das Wetter İst ıkalt» öğretmen okuyor önce. Yüksek sesle bizde okuyoruz. Ama bilmiyoruz ne olduğunu. Belki bilenimiz vardır. Türkçes;ni söylüyor : «Hava so ğuk.» Seviniyoruz. Yeni bir dil öğrenmenin coşkusu sarıyor içimiîlkkurşun
13
Bir soruyla ikiye bölünüyor se vincimiz : — Bir sözcük var almancada. Ayrı ayrı anlamları olan iki söz cükten oluşmuş. Bu iki sözcük ay rı ayrı kullanıldığı gibi, birleşik olarak da ayrı bir anlamda kulla nılabiliyor. Araştırın. Kim bulur sa «10» vereceğim. Evet kim bu lursa.. Bayram kalkıyor ayağa : — öğretmenim, usumuzdan mı "i — İster defterden, ister sözlük ten.. Herşey serbest. Hava soğuk, sınıf soğuk. Soba da odun kalmadı besbelli. Defter ler .betikler, sözlükler.. Karıştıran karıştırana. Parmaklar kalkıyor, parmaklar in'yor, bulan yok. ö ğ retmen oturmuş kürsüye; önünde not defteri, elinde kalem... Zü çalıyor. Dışarı çıkıyoruz. Ki misi mıhlanmış gibi ayrılmıyor ye rinden. Arap Mustafa’da sezgili bir bakış. Arayış içinde olduğu apaçık. Ama bulur mutlaka. O bul mayacak da kim bulacak. Bir de Leman... Sınıfın en çalışkanlan. Giyimleri, konuşmaları yerinde. Çalışkanlıklarına diyecek yok. Her türlü olanağı var ikisinin de. Oysa ben sevmiyorum, içim ısın mıyor biır türlü... İkinci ders giriyoruz. Herkesin ağzında: bir sözcük. Kimi gizleme ye çalışıyor usundakini. On nu marayı kaptırmak va.r işin sonun da. Ama hangisi doğru bulunan ların. Bilemiyoruz. Evet «10» nu mara. Adını hep duyarız. Hep söyleriz. Hep düşleriz. O kadar. Gördüğümüz yok çoğumuzun. Ya bulursak o sözcüğü. Ya bulursak.. Fakat kim bulacak. Belli. Düşün meye gerek yok, Arap Mustafalar varken. İlkkurşun 14
Gidip oturuyorum sırama. Hiç kimseyle konuşmuyorum. Bir sı kılganlık kemiriyor yüreğimi. Bîr eziklik var içimde, söküp atamıyo rum. Köy çocuğu oluşumdan mı ne. Gerçi köylü de demiyorlar ba na. «Koca Dağlı»... Bozulduğum dan olacak, iki sözün aras:na sıkıştınveriyorlar bu sözcüğü. Ço ğu kez giysilerim yadırganıyor. Konuştuğum, kullandğım sözcük ler bilerek çarpılıyor yüzüme: — Gelyon mu? — Bıvandan (baba) haba ber) va mı?
(ha
Bir kaçı bunlar. Daha kaç söz cük istersiniz yüzümde parçala nan. Konuşmuyorum. Oturuyorum yerimde. Bir Bayram olmasa sı nıfta, Bir Bayram.. Belki de okuyamıyacağım bu okulda. Sıkılıyo rum okula gelmekten konuşmak tan. Benim yapım bu. Kiminle ko nuşsam ayak parmaklarımdan sa çımın teline dek kızarıyorum. Öğretmen ikinci dersine de giri yor. Oturmadan soruyor sorusu nu : — Evet, bulan var mı? Tüm parmaklar havada tetik düşürüyor. Ayağa kalkıyor sınıf. Bir yarıştır başlıyor, ön ce konu şabilmek için ayak parmaklan üzerinde yükselerek parmak kal dıranlar çoğunlukta: — Ben buldum öğretmenim.. — Doğrusunu ben söyliyeyim mi? — Ben de.. Tüm yanıtları tek tek alıyor öğretmen. Başıyla olumsuzluğu vurguluyor hemen. Umutsuzca ini yor kollar kırık - dökük. Bir ben kaldırmıyorum parmağımı. Oysa
ben de bulmuştum. Ama bilemiyo rum doğruluğunu. Bilsem de ne çıkar. Parmak kaldırıp söyliyememki. Ah.. Bir Bayram kadar olabilsem. Konuşabilsem onun kadar. Yüreklenebilsem arada bir. Bir atabilsem çekingenliği üzerimden. Olası değil. İstemekle olmuyor. Belki yaratılış, belki aileden, bel ki çevreden.. Her neyse... Cin gibi Bayram, açık yürekli, zeki, atıl gan. Seviyorum Bavram’ı. Beni anlasa da, anlamasa da seviyo rum. Parmaklar kalkıyor, parmaklat iniyor... Bulan yok henüz. Arap Mustafalar, Lemanlar, harıl harıl.. Bayram da kaldırvor parmağım. Olmuyor. Bir ara bana çeviriyor başını. Kulağıma doğru eğiliyor : — Sen de araştırsana. Anlamsız bir çarpıntı saplanı yor yüreğime. Kızarıyorum. Titri yorum. İster - istemez bir yanıt akıyor ağzımdan : — Buldum ama.. — Nedir? — Vielleicht... Viel : Çok, de mek; le ic h t: kolay, demek, viel leicht : belki.. — Söyle istersen öğretmene. — Yoo. Ben söyliyemem. Seeı söyle..
— Neden? Susuyoruz ikimizde. Çarpıntı gittikçe büyüyor. Kulaklarımın di bi kan kırmızısı. Hava soğuk. Sı nıf soğuk. Yazı tahtasında izlerini okuyorum «Das wetter İst kalt.» tümcesinin. Üşüyorum. Bayram yürekleniyor bir ara. Bana bakıyor, öğretmene bakıyor ve kaldırıyor parmağını. Utanıyo rum. Çakıyorum gözlerimi sıraya. Yüzüm yanıyor, kulaklarım keçe leşiyor. Anlamsız bir duygu seline kaptırıyorum kendimi. Öğretme nin tiz sesi ile irkiliyorum. — Buyurun. Kaldırıyorum başımı. Başım dö nüyor. Oysa Bayram kalkıyor ayağa. Yutkunarak çıkarıyor ağ zından söylediğim sözcüğü : — Vielleicht, öğretmenim. — Evet, kaç numaran? — 116, öğretmenim. — Aferin, on.. Yığılıp kalıyor Bayram oturdu ğu yere. Gözleri büyüyor mu, kü çülüyor mu bilemiyorum. Bıçak açmıyor ağzını sınıfın. Tüm bakış lar noktalaşıyor Bayram’da. Dili tutuluyor Bavram’m, dilim tutulu yor, konuşmuyoruz. Çekingenliği acı tokadı bir kez daha, bir *kez daha, bir kez daha iniyor beyni me. Açılıyor gözlerim. Arap Mus tafalar geçiyor önemden saygıyla, Lemanlar, Bayramlar.. Hem de çok yakınımdan. Daha bir iyi ta nıyorum onları. Düşünmeye çalışı yorum: Tümü aynmsız benden. Bir yel alıp götürüyor uzaklara sıkılganlığımı, yalnızlığımı. Bir silkinişle kırıyorum taş üuvarlar n ı suskunluğun. Yiten bir umu du yeşertmek için acı tokatın son rasında... İlkku rşu n
Jg
ODAM Acı - tatlı birçok anılarla Dopdolu benim odam Dalarım anılara Birazcık yalnız kalsam. Oturur bir köşşede kedim Yalanır, esner miskin miskin Radyom, köşesinde, Yorgunluğunu çıkartır. Sandalyem gıcır gıcır Gıcırdar kıpırdadıkça Çivilerle yaralı masam üstünde yorgunluğu senelerin. Çökmüş omuzlanma ışığı Ha., sönüyor, ha., sönecek lambam Yıllarca sırtında taşımış beni Yüksek bacaklı karyolam. Söndü artık sobam Hiçbir odaya benzemez Bir masal gibi Anıla.rla vüklü odam.
AYLİN AK AY İlkkurşuıı
16
OKUZ BİR ANI ÜNAL ÇALLI Her yıl yinelediğimiz gibi, bu şubat dinlencesinde de İstanbul” a gittik. Günlerce süren yağmur, başımızı kapıdan uzatmamızı bile engelledi. Evde kapanıp kaldık. Belki dinlenmek, betik (kitap) okumak daha yararlı olurdu ama, ne yazık ki, evin içi yılda bir kar. şılaşan çoluk - çocuğun curcuna, sı ile dopdolu... Değişiklik olsun diye biz de apartman içi konukluğa yöneldik. İstanbul bu. Kimkime - dumdu ma... komşuların pek birbirini ta nıdığı, ilgilendiği yok ama, benim kaynana kişisel yaklaşımlarla komşuluk il;skilerinde başarılı olabilmiş. Bir gece alt kattaki dairelerden birine konukluğa gittik. Başka da irelerden de cici konuklar geldi. Doluştuk odaya. Bir gürültüdüı gidiyor. Çocukların sayımını ya pıp, kesin bir sayı elde etmek ola nak dışı. Boğuşanlar, körebe oy nayanlar, bağırış, çağırış... Bir ara : — Yeter artık çocuklar, bak aramızda öğretmen var, şimdi sîz leri «imtihan» eder.. — Doğru vallahi.. — Ünal Bey, şunları susturacak yol yok mu? dediler. Oyalama yolu bize bırakılınca : — Gelin, oturun bakalım çocuk lar. Size bir sorum var. Deyince,
çevremde halkalandılar ve sesi kestiler. Bir anda karşımda düzenli bir sınıf oluşuverdi. Hiç «soru» için hazırlıklı da değildim. Usuma her zaman küçük çocuklara yöneltti ğimiz bir «dikkat» sorusu geliver di. Gerçekte ilkokul birinci sınıf öğrencilerine sorarız bunu. Orada lise birinci sınıfa giden öğrenciler bile vardı. Ben, onları işe karıştır mamak için ilkokul birinci sınıfa giden ev sahibinin kızı BANU’ya dönerek : — Bak Banu, iyi dinle. Koca man bir ÖKÜZ varmış. Öyle bü yükmüş ki, sizin eve sığmamış; ava duvarı yıkarak komşunun evi ile sizin evi birleştirince ancak s:ğdınabilmişler. öküzün ön ayak ları sizin evde, arka ayaklan da komşunuz Ayşe teyzenlerde kal mış. Peki.. Şimdi söyle bakalım bana, bu öküzün sütünü kim sağ maya hak kazanır, siz mi? Yoksa Ayşe Tezyenler mi? Banu, ellerini dizleri iarasına alıp oğuşturdu ve sağa sola salla nırken gülümsemeye başladı. «Ah, dedim. Çözdü kerata so ruyu. Hafif geldi. E ... İstanbul öğrencisi. Ne olacak.» diye düşün düm. — Buldun mu Banu? — Tabi buldum, söyliyeyim mi ? — Söyle bakalım. — Ayşe Tezyeler sütünü alırlar. Ükkurgun £7
Ben güldüm, yanıt olmamıştı. Ama hiç kimse benim gülüşüme ortak olmadı. — Neden Ayşe Teyzeler alsın lar? Diye sorduğumda : — E., onların bebekleri var. Sütü cna içirmeleri gerek de onun için. Yanıtım verdi. Bu ilginç yanıta herkes güldü. Fakat yanıt bu değildi. Çocuklara dönüp : — Sizler ne düşünüyorsunuz? Dediğimde bir kıpırtı gelmedi, ses sizlik... Şöyle bir büyüklere de göz gez dirdim. Hayret. Herkes eli çene sinde düşünüyordu. Mmtıklı bir yanıt bulmaya çalışıyorlardı. Şa şırdım doğrusu. Soruyu püf nok tası olan yerine basa basa bir kea daha anlattım. Artık yanıtı çocuk lardan öte, bir oda dolusu insan dan bekler olmuştum. Cici cici ha nımlar, uzun, ojeli tırnaklarıyla boyalı saçlarının arasını kaşıyarak yanıtı bulmaya çalışıyorlardı. Ses sizliği ortaokul birinci sınıfa gi den KORKUT bozdu : — İki ev sütü aralarında pay laşırlar, olur biter; hiç düşünme yin oldu mu? Topluluk hafif bir kıpırdandı. Ben, şaşırdım. Ortaokul öğrencisi sorudaki inceliği (espriyi) nasıl kavrayamaz, nasıl yanıtlayaımaz. dı. — Ama olamaz Korkut, dikkat etmedin herhalde, dedim. Söze evsahibesi çok bilmiş Ha nımefendi karışmakta artık yarar gördü. - Geç bile kalmıştı — A., çocuklar. Çok ayıp etti niz Vallahi, hepinize çok gücen dim. Ne kadar dikkatsizsiniz, ö ğ retmenlerinize sizi bir bir şikâyet edicem. Öküzün ön ayakları ne llkkurgun
lg
rede, bizim evde değil mi? Öyley se başı nerededir? Tabii ki bizim evde. Hayvanın yemini kim veri yor oanikolarım? Tabii ki ben. Öyleyse parayı veren düdüğü ça lar. Öküzü ben doyuruyorsam; sü tünü sağabilmek payı da bana: dü şer... işte bu kadar basitti ya... Hanımefendi şöyle bir göz süz dü, bir omuz silkip baş kasarak poz verdi ki sorun çözülmüştü; bu onur, bilmiş hanımefendin'n usun dan fışkırmıştı. Bana döndü. « Bravo» diye el çarpmamı istiyor du sanki. Bir iki yutkundum. Ne deseydim Tanrım. Olmazdı bu denli dik katsizlik. O denli şaşırdım ki; birşeyler yandı içinde, ciğerlerim parçala.ndı sanki... — Vallahi olmadı. Yanıt bu de ğil, diye kekeledim. Şöyle bir omuz silkerek : - - A., çok rica ederim. Niyeymiş o? dedi. Ben doğru bir yanıt bulunur mu düşüncesiyle, gözlerimi tekrar odadakiler üzerinde bir bir gezdir dim. Daha da şaşırdım. Herkes susuyordu. Çok güç durumday dım. Çocuklar çözsün, mutlu ol sun diye sormuştum. Biraz da böyle bir öğretmer.eilik oyununa beni kendileri zorlamışlardı. İlk okul öğretmenliği yaptığım yıllar da köylü çocuklarına da sorardım bunu. Daha sorunun yarısına gel-
........... ...................... ................. ....................
■........................................................
GELS ENE ■ ! |
Issız bir geceydi Yıldızlar kıpır kıpırdı gökyüzünde Sarı saçlı, mavi gözlü Ayşe, Baktı, baktı., geceye Bir yıldız kaydı yıldızlar arasından
diğimde yırtık poturlu, sümüklü çocuklarım gülümserler, sözleri min gülünç noktasını hemen yaka larlar, soru bitince : — ÖKÜZÜN SÜTÜ OLUR MU? biçiminde yanıtlarlar, so nunda hep birlikte gülüşürdük. Kasabamda ki çocuklara da mer diven başı söyleşilerimde sorardım hep bunu : — Hadi sende, öküz süt ver mez... Diye sorunun yarısında ağ zımı tıkayı verirlerdi. Şimdi ise Hanımefendiler, Bey efendiler, şehirli çocuklar benim ağzıma bakıyorlardı. Bir Bey atıl dı: — Hocam, bunu çözemiyeceğiz, «cevabı» sizden rica etsek, diyor du. — Şey., dedim. Vallahi nasıl olur. Sorarken açıkça ÖKÜZ diye belirtmiştim. Sütü olmaz ki ökü zün. — Evsahibesi coşkuyla atıldı. — Canım olur mu hiç sütü ol mayınca yavrusunu nasıl besliyecek? — Hanımefendi, ineğin siitü olur. öküz, erkeğidir; süt vermez doğal olarak.
Dedi ki, Küçük Ayşe : «Anneciğim...» Ne olur Celsene...
HÜLYA ARABACI j
— A.. Öküz, inek.. Hepsi aynı şey, öyle değil mi Cüneyt Beyciğim? Diyerek, destek bekliyordu. Koca odadan bir kişi çıkıp ta, «gerçekten nasıl da dikkat edeme dik.» diyemiyordu. Kimsenin öküzden, inekten haberi yoktu. Gerçekten ciğerim sızladı. Yanak larım utançtan cayır cayır yandı. Tezekle yoğrulmuş, sümüklü öğ rencilerim geçti gözlerimin önün den bir bir. Boyunlarım bükmüş ler, üzgün üzgün bana bakıyorlar dı. Gözleri doluyordu yavruları mın, iç çeken hıçkırıklarım duyu yordum, ellerime sarılıyorlardı. Ağlıyorlardı : — Bizi ve bizim yaşantımızı bu Amcalar, bu Ablalar niçin bilmi yorlar Öğretmenim, diyorlardı. Bir oda dolusu cici Hanımefen dilere, papyonlu Beyefendilere ba kıp, derin derin düşündüm kal dım... Selâm, Tarım ülkesi Türkiye’ me.. Selâm, San öküze.. Selâm, Terliksiler] öğreten eği tim düzenimize... Selâm, Buğday yüklü tarlalara.. Çatlak ellere, çorak SELAM...
topraklar;: tlkkurşuıı
19
SAKATLAR SINIFI
GÜNDELİKÇİLER
MURAT Gt'LTEKİÎs Saat 13.00’e çeyrek vardı. Zil çaldı1. Sakarya İlkokulu öğrencile ri okul bahçesinde toplandı. Top luca ANDIMIZ’ı söyledik. Sınıfla ra girmeye başladık. 3 /B sınıfı da girdi, öğretm en gelmediğinden, çocukların çoğu sınıf başkamnın kafasını şişirmekten başka şey yapmıyordu. Sınıfta 26 kişi bulu nuyordu: Dilek, Serap, Suat, Hayriye, Derya, Tolga, Okan, Mu rat (Foçalı) Yeşim, Süleyman, Behire, Serdar, Petek, Reyhan, Fı rat, Ufuk, İlknur, Ayşe, Ayşegül, Kadir, Haşan, Sibel, Fehim, Ha şan (Yanyalı), Nilgün ve ben. O gün derste Okan, Tolga, Sü leyman ve Fehim yoktu. Öğret men : — Suat, yavrum. Şunları çağırır mısın, dedi. Suat hemen dışarı çıktı. 10 - 15 dakika sonra kapı çalındı : — Tak, tak, tak.. — Kim o ? Suat yumuk bir sesle : — Biz., dedi. — Neredeydiniz? — Hastanedeydik, dedi, Suat. Çocuklar teker teker içeri gi rince herkes gülmekten kırıldı. Okan ile Tolga kavga ederken düşmüşler; Okan kolunu, Tolga da bacağını kırmıştı. Süleyman ile Fehmi’nin gözüne de yumruk in mişti. Nasıl olduysa Suat’ın da burnu kırılmıştı. Bu nedenle sınıfımızın adı SA K ATLAR SINIFI kaldı. llkkurşun
20
GÖNÜL IŞIK
Haydi Emine Fatma’yı da sesle Geç kalmayın ZUlfiye Haydi, davranın, traktöre..
Yine gündelikçiler Traktöre doluşmuşlar Kazanmaya gidiyorlar Ne hikmet Hiç üşümüyorlar... Arkalarından Çoluk, çocuk Kırmızı eller, burunlarla, Köy meydanında kaldılar. Bunca emek Bunca zahmet Yine bu yıl da Evde, çocuk bakacak, Ahmet N iye? olmasın bu terslik î.ş bulamıyorsa ne yapsın Kadın gidince gündeliğe. Kahroluyor, gelesiye Bu yaşam da, ne yaşam ya.. örnektir bilmeyenlere.
TURİZM GEREKLİ Mİ ? LÜTFİYE GÜNER TURİZM NEDİR?.. Para kazanmak «m açına dayan mayan ve sürekli kalış şekline dö nüşmemek koşulu ile insanların yaşadıkları yerin dışında bir yerde konaklamaları ve gezmelerinden doğan olay ve ilgilerin tümü «tu rizm» adını alır. Dünyamız sürekli bir gelişme içindedir. Eski çağlarda aşılmaz olan dağlar bugün aşılır, geçil mez olan okyanuslar geçilir ol muştur. Orta çağların, yeni çağ ların büyük dünyası gitmiş, yeri ni küçülen dünyamız almıştır. Bu, boyutların küçülmesi değildir do ğal olarak. Teknolojik gelişmeler le uzaklıklar son bulmuştur. Ve televizyon denen «kapalı kutu» dünyanın en uzak köşesinde olu şan bir olayı açık seçik gözler önüns sermektedir. Bir bakıyorsun İran olayları, bir bakıyorsun dün ya buz pateni şampiyonası. Viet nam - Çin savaşı, E iffel’deki Türk gecesi, Brezilya’daki bir futbol karşılaşması, Japonya’daki müzik festivali odamızın içine gelmiş. Dünün uzaya sığmayan dünyası, artık avucumuzun içindedir. DÜNYA TURİZM OLAYINA HANGİ GÖZLE BAKIYOR?... Teknolojinin bu denli gelişmiş oluşu turizmin yararına olmuş; yeryüzü insanları kendi ülkelerin de olsun, dış ülkelerde olsun gezip
görmeyi, dinlenmeyi yaşamanın anlamı, amacı olarak benimseme ye başlamıştır, ö t e yandan teknolojjik ilerlemeler gelişmiş ülkeler de tüketimin hızlanmasıyla bütçe açıklan ortaya çıkarmıştır, örne ğin; birinci sanayi d e m mini ta mamlayıp ikinci sanayi devrimini yaşamakta olan günümüz Fran sa’sında ülke ekonomisi bu «tür nedenlerle -açık vermektedir. Bir İngiltere, bir İtalya aynı durum dadır. Ama turizm olgusu bu ül kelerin yardımına koşmakta ve bütçe açıklarını kapamalanm sağ lamaktadır. Yani bu ülkeler dert lerini iyileştirecek ilâcı bulmuş lardır. Bu ilâcın uluslararası adı TURİZM* lir. 1978 yılı turizm hareketi sonun da Ispanya’nın geliri 5 milyar do lardır. Eğer Ispanya’ya geçen yıl giden turist aynı döviz: bize getir miş olsaydı; bugün belimizi büken ve Demokles’in kılıcı g b i tepemiz de durarak her adımımızı engelle yen dış borçlarımızın yarısını öde miş olacaktık. Ülkemiz parasal tü kenişin (iflâsın) eşiğinde bulun mayacaktı ; kalkınmasını sürdü ren, halkının yüzü gülen ve karnı her geçen gün biraz daha iyi do yan bir ülke olacaktık. TÜRKİYE’NİN TURİZM POTANSİYELİ Ispanya yılda 50 milyon, Fran Ükkurşun 21
sa, İtalya, Avusturya ona yakın turist çekebilirken, ülkemize ne den 1,5 milyon gibi az sayıda tu rist gelmektedir? Yurdumuz gelişmekte olan biı ülkedir. Gelişmekte olan her ülke gibi de çok yönlü sancılar çeki, yor. Bu sancıların büyük bir bö lümü parasal (ekonomik) neden lere dayanmaktadır. Peki, Avru pa’nın yaptığını biz niçin yapa,ma yalım?.. Turizm bizim bütçemizi dengeleyen bir ilâç olamaz mı? Sahip olduğumuz turizm biriki mine (potansiyeline) bakıyoruz. Doğa güzelliklerimiz eşsiz. Dantelâ gibi, inci gibi işlenmiş kıyıları mız; doğal plajlarımız, üzerinde «ben tarihim» diye yazan dağları mız var. Suyun Pamukkale’de o. luşturduğu traver'.enler, volkanik etkilerin ortaya çıkardığı Ürgüp, Göreme - Nevşehir yöresinin ben zeri, bir başka ülkede yok. Dün. yanın yedi harikasından ikisine sahip olmakla övünebiliriz (Bod r u m c a Mausolos’uıı Mezarı ve E fes’te Artemis Tapmağı.) Aspendüstîanmız, Truva - Bergama, Selçuklularımız, Ayasofyalarımız var. Görkemli bir imparatorluğun izlerini taşıyan Topkapı, Dolma, bahçe, Yıldızlarımız, Süleymaııiye, Seiimiyelerimiz sayılamıyacak den li çok... TURİST NİÇİN GELİR?.. NEYİ A R A R ?.. Şimdi yakardaki soruyu yineliyelim. Neden İspanya Avrupa’nın bir numaralı ülkesidir, turist çek me bakımından da, bize onun an cak otuzda biri kadar turist gel mektedir? Konaklama kapasite mizin yalnızca 75.000 dolayında oluşunun bunda) etkisi var doğal lıkla. Ama sanmıyoruz ki en önemli neden bu olsun. Turist geld İlkkurşuıı
22
Sevil Kara
de «yerimiz yok» gerekçesiyle ge ri mi çevrildi?.. Elbette hayır... Sorumuza en iyi yanıtı, «bir ülke ye turist niçin gelir, o-rada ne arar?» konusunu düşünerek bula biliriz. «Dinlenmek» en önemli neden lerden biridir. Teknolojik gelişme lerin alabildiğine yorduğu kafalar, en iyi dinlenme şekli olarak yer değişikliğini düşünüyor artık. Bu da turizm olayını doğuruyor. İnsan denen yaratık olaylar karşısında belli bir bilme isteği içindedir. E iffel kulesindeki Türk gecesini izleyen Fransız ya da di ğer bir yabancının kafasında, Tür kiye konusunda bir ilgi, bir istek oluşturulmuştur. Bugün olmazsa yarın ülkemizi görmeyi isteyecek tir o insanlar. Konuştuğum ya bancılardan biri, Türkiye’ye geliş nedeni olarak Paris’te bir Türk
filmi izlemesini, diğeri mektup ar kadaşının çağırışına uyduğunu, bir çift ise, folklorumuzdan bazı örnekleri televizyonlarında izle diklerini, o yılki gezi programları nı değiştirerek ulusumuzu yeğle diklerini belirtmişlerdi. Turistin ne aradığına gelince; önce sınırsız bir özgürlük arar gezgin kişi. îş yaşamının gerektir diği katı kurallardan yorulmuştur. İşine şortla gidemez ama tatilde, en tutucu ülkede bile şortunu gi yecektir. Bu en doğal isteği engel lemeye kalkan ülke «Altın yumur tla yumurtlayan tavuğu» kaçırır Bu böyle biline... Gezginin arayacağı en önemli şeylerden biri de temizliktir. Gıda maddeleri satan yerlerin temizliği, otellerin, cadde ve sokakların ve karşılaştığı insanların temiz oluşu yabancı için çok önemli bir tanı tım nedenidir. Yabancı güleryüz arar. Unut mayalım ki, güler yüzlü satıcının sattığı sirke, bal değerindedir. Böylelikle ufak tefek eksiklikleı unutturulabilir. Ne var ki bu güleryüzlülük, hiçbir zaman onları rahatsız edici bir ilgi görünümüne dönüşmemeli. Kimse arkasında kuyruk olmuş bir «meraklı» kü mesi ile gezmek istemez. İlgi ve yardım istendiğinde, gerektiğinde yapılmalı. Turist kendisine bir «ganimet» gözüyle bakılmasından hoşlanmaz. Yerliye başka, yabancıya başka «fiyat» söylemek turisti aptal ye rine koymak olur ki, bu cna değil ülkeye zarar getirir. Kaldı ki, ül kemize gelmeden edindikleri reh ber kitapta ilk yer alan uyarılar dan biri, «Türkiye’de pazarlık et
meden alış-veriş etmeyiniz.» dir. Bu tümce hakkımızda verilen, ka nımca, en ağır yargılardan biridir. Ve nedeni, turisti «ganimet» bilen fırsatçı vatandaşlarımızdır. TURİZM HAREKETİNDE ÖĞRENCİYE DÜŞEN GÖREVLER Turizmin gelişmesinde ilkokul öğrencilerinden başlayarak her düzeydeki öğrenciye görevler düş mektedir : 1 — Turizm hareketinin isteni len düzeye ulaşabilmesi için basın, radyo .televizyondaki ilgili yapım ları izleyip, aileden başlayarak en yakın çevreyi turizm konusunda bilinçlendirmek. 2 — Turizm «sezonunda» tu rizmle ilgili görevlerde gönüllü olarak çalışmak. 3 — Öğrendiği yabancı dilde, mektuplaşma olanakları arayarak,
llkkurgun 23
AKŞAM LAR Kapadı kapıyı yüzlerine güneş, herkes gibi Korkarlar unutacak diye bu kimsesizleri. Ağır ağır inerken karanlığın perdesi Bir hüzün çemberi sarar herkesi. Ağlayan bir çocuğun sesini duyanm öylesine acıklı, öylesine yalvarma dolu Belli ki karanlıktan korkmuş olmalı Korkunç çehresi akşamın, sakladı aydınlığı. Hiç sevilmez bizim orda akşamlar Her işte yarım kalmışbğın ezikliği Ararken aydınlığı fersiz gözleri Kara akşamlar anımsatır kara yazgılarını. NURİYE DİNÇ
mektup arkadaşlarına kartpostal, broşür, anı eşyaları göndermek; böylece ulusumuzu en iyi yönleriy le tanıtmaya çalışmak. 4 — Yabancı dil öğrenme konu sunu hem kendisi, hem de ulusa katkısı açısından daha ciddiye al mak. 5 — Tarihî değerlere saygıh ol mak, ulus bilincine varmanın ilk koşullarından biridir. Bu nedenle tarihî değerleri gözü gibi koruya rak, yabancıya tanıtılmasında yar dımcı olmak. 6 — Her ulus ülkesini tanıtmak için en küçük olaydan yararlanı yor. Sınırlarından giren herkesi Ispanya’da, kastanyet ve gitar seslerinin sıcaklığı, gösterileri karşılar. Fransa.mn küçük kentle rinde bile, istasyonlarda, güler yüzlü, yardımsever yer hostesle rince karşılanırsınız. Gerekiyorsa îlkkurşuü 2 4
gideceğiniz yere kadar götürürler sizi. Avusturya’da adım başı g ö nüllü turizm örgütleri ülkelerinin «tanıtımını» yaparlar Strauss’un vasleri eşliğinde. Bizler Ayvalık için ne yapabili riz?... Turizm ve Sanat Eğitimi dersleri toplu şarkı ve toplu oyun etkinliğiyle folklorumuza büyük ölçüde eğiliyor. Lisemiz kız ve er kek öğrenci sayısı yeterli olduğu, na göre, oluşturulacak ekipler tu rizm mevsiminde yabancı gruplar geldiğinde, gerekirse kaldıkları otellere kadar giderek, çoğunlukla da kent merkezinde (satış yapa bilmek açısından, önceden otellere duyurulmak koşulu ile) gösteriler sunabilin Ayağımıza gelen yaban cının memnun edilmesi, binlerce turist gelmesine neden olacaktır. Yeterki bu işe yürekten inanalım ve biraz ciddiye alalım, lütfen...
MURATELİ KÖ YÜ Dar ve bozuk bir yolda, ağır ağır arabamızla Murateli köyüne gidiyoruz. Yolun iki tarafında zeytin ağaçları uzanıyor. Köy kızlaıınm türküleri kuş sesiyle karı şınca, bir başka renk katıyor do ğanın alımlılığına. Köye yaklaştı ğımızda önce köy minaresi kucak lıyor insanı. Sonra da Murateli köyü ve cana yakın insanları. Köye girişimizde beşimizde de bir suskunluk var. Oldukça coşku luyuz. İlk gördüğümüz kişiye köyün muhtarını sormak için ara banın camını açıyoruz. Öyle bir rastlantı k i; karşılaştığımız ilk ki şiye «biz Muhtar ile görüşmek is tiyoruz» dediğimizde, «Muhtar be nim, buyurun.» yanıtını alıyoruz. Arabadan inerek tanıtıyoruz ken dimizi. Kısa bir söyleşiden sonra köy odasına gidiyoruz. Küçük bir pencereden güneş alabilen, yarı aydınlık bir köy odası. Oldukça düzenli. Çaylar geliyor kırmızı karanfil renginde. Yudumluyoruz. Bu arada sorularımızı da soruyo ruz Muhtara : «Ben, Murateli kö yü muhtarı Mehmet Çakıroğlu» diye başlıyor söze. Bir buçuk yıl dan beri sürdürdüğü bu göreve değgin sorumluluklarını da şöyle sıralıyor : — Valla bizim köyde belediye, farzet Candarma, Emniyet Guvvetleri olmadığı içlin bütün so rumluluk muhtara düşer. Burda haliyle iş bana düşmüş oluyor. Bir zaman geliyor zeytin mevsimi za manı burda 5000 nüfus oluyor.
Haz. : S. Samur - B. Izbek D. Dedeköy- Z. tlmen- G. Kantarcı Şimdi 2000 nüfus var Millet yavaş yavaş gidiyor. — Köyünüzün tarihsel bir değe ri var mı? | r • — Evet. Burda ilk Ali Çetinkaya, karşıda resmi bulunan, Yunan’la kurşun harp sahası burda başlamış. Ve görüp su içtiğiniz çeşme, Ali Çetinkaya’nın tarihi bir çeşmesidir. Onun gününde yapıl mış. Halen bu çeşme çalışıyor. — Köyünüzde sağlık sorunu ile ilgilenen bir yetkili var mı? — Yetkilimiz yok. Kendi ara bam var. Bir hastalık esnasında kendim hastaneye götürüyorum. — Ya çok aoil olaylarda.. — Artık Allah’a kalıyor, ölür se, ölür.. Kalırsa, kalır.. Zaten köylüyü düşünen kim? Bizden bi ri ölmüş kimin umrunda... — Köyün ilkokulu? — Var. Okulda onbir öğrenci okumakta. Okulu bitiren çocuklar öğrenime devam etmiyor. Edecek olan devam ediyor. Var lisede, var okuyan birkaç tane talebemiz. — Okuma - yazma oram nedir? — Herkes okuma yazma bilmez. Ekseriyeti bilmez. Yani bugün 72 seçmenimiz var. Geçen sene be*, de seçime girdiğim zaman, ben de seçimi alayım diye, 36 - 37 tane eve aldım. Bunların içinde bir ai lem, bir de ben okuma yazma bili yordum. Yani bugün «muhtar» kimi dersen yaz. Okuyamaz üzetlkkur^un 25
raideki yazıyı. Çünkü büemez. — Son yıllarda köyünüzden kentlere göç var mı? Sizce neden leri? — Var. Burda bunların kenıte g öç etmeleri halkla anlaşamama yüzündendir. Bir de herif çocuğu nu okutçek. Ayvalık’a burdaeı ge lip gitme davası ters geliyor. Ken dim diyor farzet çocuğuma yol pa rası vereceme, Ayvalık’tan bir ev kiralıyayım, kendim de gideyim.' Okusun çocuğum. — Köyünüzde televizyon vsr m ı? Hangi programı izliyorsunuz? — Var. Köy Kahvesi programı faydalı oluyor. Halka meselâ. Kö yün sorunlarını dile getiriyor, çe şitli yönlerde halka temsil getiri yor. — Eki büyük sorununuz ned^r? — En büyük sorununuz dediniz, görüldüğü gibi yol sorunudur. Kö yümüzün yolu bu yıl çok çamur oldu. Y a n yere çakıl atıldı. Yan yere -atılmadı.. Bugün yarın çakıllama davası.. Bütün kış millet burda adamakıllı bir sefalet çekti. Yani bu yol için dört «araba» ba tan oldu.. Yani yol sorunumuz çok büyük. Önümüzde teyp, dönüyor dönü yordu. Sayısını unuttuk içtiğimiz çayların. Tüm benliğimizle Muhta rın, sorularımıza verdiği yanıtı dinliyor, düşünüyorduk... Bir ara teşekkür ederek noktaladık soru muzu. K öy adasında birlikte çık tık muhtarla, patika bir yoldan Hkkurtjun 26
(Soldan - Sağa) : Dilhan Dedeköy - Ze kiye İlmen - Blrgül Iztck - Mehmet Çakıroğlu (Muhtar)
yürüyoruz köy içinde. Hava gün lük güneşlik. Muhtar bizi, köyün en yaşlı ve ileri gelenlerinden biri nin evine götürüyor. Yetmişbeşinde Hikmet Aytekin’in evi. Karısı Cemile (teyze) işleniyor evinde. Bizi görünce buyur ediyor. Oturu yoruz. Bir söyleşide bulunmak is tediğimizi söylüyoruz. Birbirlerine bakışıyorlar karı - koca. Söze ka rışıyor Cemile Teyze : — Hadi kızım, Dede’ye sorun görek. Dede’ye (Hikmet Aytekin) y ö neliyoruz. Açıyoruz teybi. Sorula rımızı soruyoruz tek :ek. İlginç yanıtlar alıyoruz. Bir ara Muhta ra sorduğumuz sorulardan birini yöneltiyoruz : — Köyden kente göç olduğunu öğrendik. Bu sizce doğru mu? — Çocuklar buna ben şaşırma derim. Akıllı adam köyü bırakıp şehre gitmez. Tatlı suyun balığı tuzlu suda yaşamaz. Bu da buna benzer... Sorular, sorular... Dedik ya, ilg :«nç yanıtlar her soruya... Saat ilerliyor izin istiverek kalkıyorum ayağa. Uğurluyorlar bizi... — Güle güleyin çocuklar...
BENİ UNUTM A ŞEBNEM MEZRA Yasenrn, şebboy, leylak kokularıyla Ve, Ekvator boyu satırlarla Bir mektup yazsam sana Bazaıı gülen, baza» ağlayan Ve duygularım hiçbir hecenin, hiçbir harfine Asılı kalmasa ö y le güzel, öyle içli, öyle etkileyici Dön desem, özledim desem, ölürüm desem Ne desem, yazayım mı, gelir misin?
Ederi : 10 TL.