Taylan Köken
ALİ ONAY
ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ: Ali Onay, Ayvalık ve Cunda’nın büyük değeridir. 01 Şubat 2016 tarihinde çok sevdiği eşi Fatma Hanımla buluşmaya gitmiştir. Bu duayen insan bilgisiyle, görgüsüyle yıllarca mübadeleyi, Girit’i, Ayvalık’ı ve Cunda’yı sabırla anlatmış, araştırmış ve yazmıştır. Ayvalık’ın bu büyük değeri Ahmet Yorulmaz ile aynı yolculuğu çıkmışlardır. Ayvalık peş peşe iki değerli insanını kaybetmiştir. Rahmetli Ali Onay ile birçok söyleşi yapılmıştır. Onun hayatını, mübadele detaylarını, Ayvalık ve Cunda yaşamıyla ilgili detayları bu söyleşilerden öğreniyoruz. Bu derlemede bu söyleşilerden bir kısmını toplayarak onu anmak istedik, anlattıklarını bir defa daha büyük hayranlıkla anımsamış olduk. Uğurlar olsun. Taylan Köken
1
Ali Onay Evinin Merdivenlerinde
ALİ ONAY
Taylan Köken
ALİ ONAY- OĞUZ SAVAŞ UYSAL ROPÖRTAJI –I (1) Ailenizi anlatır mısınız? Girit’e nereden gelmişler? Aileniz Girit’te ne iş yapıyordu? Ailem, 1672 yılında Aydın’ın Nazilli sancağından Fazıl Ahmet Paşanın (Köprülü) 1669 yılında fethettiği Girit adasına gitmişler ve Ayvasili bölgesinde geniş bir araziye yerleşmişler. Zamanla babamın sülalesi Resmo şehrine yerleşmiş. Babam ticaretle uğraşıyordu. 1890’lı yıllarda Türk askeri büyük devletlerin zoru ile adadan çekildikten sonra İslam halk (bu o dönemde Girit’te Müslüman halk için kullanılan bir tabir) için Girit’te artık yaşama şansının kalmadığını fark ettik. O tarihten sonra yavaş yavaş işlerini tasfiye ederek daha fazla kıymetli taşlar üzerinde iş yapmaya başladı. İstanbul’da bulunan tanıdık bir kuyumcu ile işbirliği yapmıştı.
Girit’te ne değişti de yıllarca birlikte yaşayan halk birbirine düşman oldu? Girit adasında Fazıl Ahmet Paşanın Hıristiyan halka gösterdiği kolaylıklarla Hıristiyan ve İslam halk 150 sene kardeş gibi geçindiler. Fakat 1821 Mora ihtilali hazırlığı sürecinde Yunanistan’dan gelen Rumlar ve Ayvalık Akademisinden adaya gelen öğretmenler Hıristiyan halkın içine girerek milli şuuru ve Hıristiyanlık propagandasını yaparak Hıristiyan halkı Türklere karşı ayaklandırdılar. 2
1821 Mora İhtilali patlak verdiği zaman Girit Adası da bundan nasibini almış. 1821’den 1922 yılına kadar 100 senelik devre içerisinde İslam halk huzur yüzü görmemiştir. 1821’den 1922 yılına yani Lozan antlaşması öncesine kadar adadan 50.000 Müslüman ayrılmak mecburiyetinde kalmıştır. 1821 Mora İhtilalinden sonra Osmanlının bütün uğraşlarına rağmen Girit’teki düzen sağlanamamış Hıristiyan halka verilen bütün haklar onları tatmin etmemiş ve 1913 yılında Bükreş ve Londra antlaşmaları ile Girit adası Yunanistan’a bağlanmıştır. Ada Yunanistan’a bağlandıktan sonra adanın kültürlü halkı tabiiyet telaşına düşmüş kimi Fransız kimi İtalyan tebaasını kabul etmiştir. Annem ve babam Girit tabiiyetini yürütmeyi daha uygun bulmuşlar. 1821 ihtilalinden sonra cereyan eden ihtilallerde Türklerin malları yakılmış, Türkler öldürülmüş halk bitap hale gelmiştir. 1919 yılında Yunan ordusunun İzmir’e çıkması ile Girit İslâmına Anadolu kapısı da kapanmıştır. Yunan ordusu Anadolu’ya çıkıp fazla bir direnişle karşılaşmadan Ankara’ya kadar dayanması Anadolu Rumlarını şımarttığı gibi ada Rumlarını da şımartmıştır. Ve bu şımarıklık neticesinde mülk sahiplerine baskı yapılarak şehirlere akın etmek zorunda bırakılmışlardır. Şehirlere inen mal sahipleri harp devam ettiği sürece ellerindeki hazır parayı yemek zorunda kalmışlardır. Venizelos’un başbakanlığı zamanında Türk cemiyeti Venizelos’a başvurarak Türklerin öldürülmemesini isterler. Venizelos başbakan olarak meclise çıkar ve özetle şu konuşmayı yapar; “Türkleri öldürmeyin onlara Hıristiyan kızlarınızı verin evlensinler.” Babamın anlattığına göre ertesi gün bir gazete başbakan Venizelos’u başında kırmızı bir fesle yayınlar.
ALİ ONAY
Taylan Köken
Venizelos bu hadiseden sonra tekrar meclis kürsüsüne çıkar ve der ki: : “Ben evvela Hıristiyan’ım ve Giritliyim; ama Türkleri öldürmekle bir yere varamayacağımıza inanmıyorum, eğer biz bunlara evlenmeleri için kız verirsek doğacak çocuklarını evde anne eğitecektir ve elli sene sonra İslam kendiliğinden bitecektir.” Öldürme olayları devam edince Türkler Anadolu’ya göç etmek zorunda kalıyorlar ve Rumlar yurtlarını terk etmek zorunda kalan bu insanlar için iki mani uyduruyor. Çan bunları kovuyor. Hacı Davut topluyor (vapuru) Ve İzmir’e ulaştırıyor.
Türk gördüm Kurşun ister Bir daha gördüm Bir daha kurşun ister
3
Bu iki maniden İslam halkının Girit’te ne kadar müşkül durumda olduğunu anlamak mümkündür. Anadolu’daki çatışmaların Yunan ordusu lehine gelişmesi yıllarca Türklerle beraber yaşayan Rum halkı şımartmış ve Türk komşularına yapmadıkları kötülük kalmamıştır. Anadolu halkı kurulan milli teşekküller ile işbirliği yaparak ölümcül darbeyi vurdular. Ve Yunan ordusu yenilerek İzmir’e doğru kaçmaya başlamıştır. Bu kaçış esnasında Hıristiyan halkı hiç kimse barklarından topraklarında kovmamıştır. Ama onlar İslam komşusuna karşı yaptığı kötülüklerin korkusu ile ordu ile beraber kaçmaya başladılar. Bu olayı endişe ile seyreden cemiyeti ahvamdan (Birleşmiş Milletler) İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Cusyon halk değişimini dile getirdi. Telaffuz edilen bu sözcükten sonra Atatürk başka hiçbir hususu görüşmeyi kabul etmedi ve iş Lozan antlaşmasına vardı. İzmir’e inen Hıristiyan köylüyü orada limanda bulunan hiçbir gemi almadı. Neden almadı, çünkü harp esnasında Anadolu’da bulunan Fransız gözlemciler mütemadiyen Yunan ordusunun ve halkının Türklere yaptığı eziyetleri kendi gazetelerine manşet ettiler ve dünya bu olayları öğrendiği için ecnebi gemiler bunları almak istemedi.
Mübadele kararından sonra Girit’te neler yaşandı? Ali Onay Girit İslamı (Türkler) İstiklal harbini çok yakından takip etti. İstanbul’a gönderilen kuryeler vasıtasıyla İstiklal Harbine maddi yardımda bulundular. Savaştan sonra Girit’te kalma ve yaşama imkânı tamamen ortadan kalkmıştı. Mübadele kararı çıktıktan sonra
ALİ ONAY
Taylan Köken
bir hassa Venizelos Girit İslamını mübadeleye sokmak istemedi ve Lozan’da bunu dile getirdi. Ama Türk cemaati tarafından Lozan heyetine ve İnönü’ye gönderilen, yaşadıkları insanlık dışı dramı anlatan mektupları İnönü masaya bırakınca Venizelos susmak zorunda kaldı ve Girit halkı mübadeleye tabii tutuldu.
4
Mübadele kararı verildikten sonra Girit’te komisyonlar kuruldu İslamın malları değerlendirilerek her aileye birer formül (mallarının değerini gösteren bir belge) verdiler. Türk halkı da bir hazırlığa başladı. Denkler yapıldı sandıklar bağlandı bayraklar hazırlandı. Ve vapurun gelmesini beklemeye başladık. Bu arada babam için en büyük sorun parasını nasıl götüreceği idi. Ablasının damadı Hüseyin Efendi çok dürüst sır tutan bir insandı. Onun verdiği fikirle annemle babamın yattığı pirinçten yüksek ayaklı (2- 2,5 m ayaklı) karyolanın alt tekerlekleri söküldü. Ve altınlarını ayakların içerisine doldurarak bu dört karyola ayağını hususi bir sandık yaparak çemberlerle sardırdı. Ve vapurda onu hep gözünün önünde bulundurdu. Vapur limana gelince eşyalar nakledildi. Mavnalarla vapura taşındı. Eşyalar yerleştirildikten sonra halkta rıhtıma indi. Sandallarla vapura geçeceğimiz zaman babamın Rum dostları gelip bizi uğurladılar. Türkiye vapurunu ikinci seferi idi. 24 Mayıs 1924 yılında Yunda adasının rıhtımına vapurdan ara vasıtalarla çıktık. Çünkü kaptan boğaz kanalını bilmediği için limana girmeye cesaret edemedi. Rıhtıma çıktığımızda Midilli’den ve Girit’ten bizden evvel gelenler bizleri davul ve zurnalarla karşıladılar, orada hemen aşılandık ve bizi Despotun sarayında 15 günlüğüne karantinaya aldılar. Rıhtıma çıkan eşyalarımızı korumamız için sahilde bulunan bir fabrika binasını tahsis etmişlerdi. Babam evvela para olan kasayı dibe koydu onun üzerine de sandık ve diğer bağlarımızı istifledi. 15 gün karantina süresi bittikten sonra sorumlu heyet bize sandıklarımızı almayacak kadar küçük bir ev tahsis etti babam buna çok şaşırdı. Ertesi gün Girit’ten getirdiği tasdikli formülleri heyete göstererek bize şimdiki oturduğumuz evi tahsis ettiler. Ve 81 yıldır ben bu evde yaşıyorum. Mübadeleyle gelenlere mal dağıtımı nasıl yapıldı? Mübadilin gelişi tamamlandıktan sonra iskân ve tevkif komisyonları kuruldu. Bu komisyonda iki tane Midillili bey vardı. Biri Fahri Bey diğeri de sağır Mustafa Bey. Fahri Bey nüfus başına 100 ağaç verilmesini önerir, Mustafa Bey bunu reddeder ve Fahri Beye tokat atar. Fahri Bey çok gururlu bir insandı. Komisyonu terk edip evine kapanır bir daha da evinden dışarıya çıkmaz. Nüfus sayımı yapılmadan da kahrından öldü. Sağır Mustafa Bey’in önerisi üzerine varlıksız olanlara 35 ağaç zeytin (1 kişiye) aileye de 20 şer ağaç zeytin bir ev ve birer buçuk dönüm tarla verildi. Tevkif sahipleri evraklarının kıymetine göre devlet yalnız değerinin %40’ını mal ev ve zeytinlik olarak verdi ve %60 devletin kasasında kaldı. Fahri Beyin dediği gibi hiç bir işe yaramadı, herkes elinden çıkardı. 4.000 nüfus varken 2.000 nüfus kaldı. Size Lozan Anlaşması ile Girit’ten göç edip Ayvalık’a gelen iki zenginin akıbetini anlatmak istiyorum: Biri Gurguthanaki Derviş Bey, lise mezunu zengin genç günde üç takım elbise değiştiren şık bir beyefendi. Buraya gelir, devlet ellerindeki formüllere göre Sarıyer’de 450 ağaç zeytin verir. Zeytin ağacı iş ister ama Derviş Bey, bey oğlu bu işlerden anlamaz. Kiraya vermek zorunda kalırlar ama kira onları geçindiremeyecek kadar azdır. Bunlar iki kardeşler ötekinin adı Kazım Bey, geçinemeyince o malı satmak hatasını
ALİ ONAY
Taylan Köken
yapıyorlar. Hazır para dayanır mı? Ondan sonra sefalete düşüyorlar küçük kardeşi daha aktif, dükkânlara sandallara isim yazarak harçlığını çıkarabiliyor, ama Derviş Bey onun kadar becerikli değil büyük bir sefalete düşüyor. Ve o Derviş Beyi, Derviş diye çağırmaya başlarlar. Sonuçta okul arkadaşı Mehmet Ertem’in fabrikasında zeytin küspesi üzerinde yalın ayak ölür.
5
İkicisi (isim vermek istemiyorum) doğduğu zaman altın leğen içinde yıkanır. Çocuk büyür evlenir 3 kız 3 erkek çocuğu dünyaya gelir, bu bey de köylerindeki mallarından kovulmuş, İzmir istilası günlerinde hazır para yemiş ve mübadele ile Ayvalık’a gelmiştir. 1924 yılında devlet, yanlışım yoksa, 500 ağaç zeytin, güzel bir ev biraz da tarla verir. Ama bütün bu mal mülk fiilen çalışmak, yani iş ister, bu adam bey olarak yetiştirilmiş yıllarca işçileri kâhyaları hizmetçileri vardı. Buraya yerleştikten sonra erkek oğullarının ikisi birer mağazaya tezgâhtar, öteki oğlu da kahvede garsonluk yapmaya başlarlar. Evdeki kızlar hanım efendi bir şey yapacak durumda değiller, çocuklarının kazançları ancak kendilerine yetiyor, hiçbiri babaya yardımcı olamıyorlar. Bu malı kiralamak suretiyle geçinmeye çalışıyorlar. O devirde ben CHP bucak başkanıydım bir iş için belediyeye gittim. Belediye çıkışında belediyenin dükkânlarında kiracı olan ve hurdacılık yapan Süleyman Çetinsoy’u dükkânın önünde yanağını eline dayamış düşünür vaziyette gördüm. “Hayrola Süleyman ne düşünüyorsun” dedim. Sormayın Ali Bey gelin içeriye de size bir şey göstereyim” dedi. Dükkâna girdik duvarda olan bir çividen altı adet perde halkasını çıkarıp bana gösterdi. “Bunları görüyor musun” dedi “Evet” deyince bunları az evvel ….. Bey getirdi ve bana dedi ki “Süleyman Ağa al bu halkaları ne verirsen ver çünkü ekmek almak istiyorum.” o acıyı hayatım boyunca unutmadım ve hala içimde hissediyorum.
Çocukluğunuz ve eğitiminiz hakkında bilgi verir misiniz? Biz buraya gelince Biz buraya gelince Taksiyarhis Kilisesi avlusunda bulunan okulda tedrisat başladı. Ondan sonra devlet, yani Ayvalık ileri gelenleri, zamanında öksüz yurduna dönüştürülen Despotun Sarayını ilkokul olarak açtılar. Akabinde yetiştirme yurdunu da bu binaya topladılar. Ben ilkokulumu bu binada bitirdim. Babam okuluma karşıydı, çünkü yaşlıydı ve malımızın başında kim kalacak diye annemle konuştuklarını duyuyordum. O yıl Ayvalık’ta yıllığı kırk liraya açılan hususi bir ortaokula başladım. Onu bitirmeden de hayata atılmak zorunda kaldım. Babam ilk geldiğimizde maliyeden bir sabunhane, bir yağ deposu kiralamıştı. Girit’ten gelen ustalarla sabunlar yapıldı fakat piyasaya sürme imkânı bulamadı. Midilli’den mübadil olarak gelen Mustafa Reisin pareme tipi gemisine sabunlar yüklendi ta Babakale’den İzmir’e kadar bütün limanlara uğrayarak ancak satılabildi. Gemide motor olmadığından ve rüzgâr yardımıyla hareket ettiğinden bu yolculuğun ne kadar zamanda yapıldığını bilmiyorum, çünkü çocuktum ama gemi döndüğünde babamın sabun işi burada biter dediğini hatırlıyorum. Ardından patlak veren 28 Amerika krizi burayı da etkiledi ve pek çok Girit tüccarı iflas etti. Babamın bir dolara satın aldığı yağı yani 90 kuruşa topladığı yağı
ALİ ONAY
Taylan Köken
yarı fiyattan aşağı satmak zorunda kaldı. İşte babamın Anadolu’ya geldikten sonra ilk büyük zararı buydu. Babamın üzüldüğünü gören kâhyamız Fodul Ali Ağa babamı Pateriça’daki evine davet etti. Babam dostu olan Kuyumcu Mehmet Beyle konuşarak iki aile birden ayrı ayrı evlerde kalmak üzere Pateriça’ya gidip bir ay kaldık. Döndükten sonra babam maliyeden bir bina satın aldı ve o binada bir yağ değirmeni kurdu. İşlerimiz çok iyi gidiyordu zeytinyağı ticareti ama babam 1938 yılının mart ayının sonlarında tarlalarda çalışan işçilerin yanına gitmek için kâhyadan atı istedi. Kâhyanın atın bir haftadır dışarı çıkmadığını ve damlı olduğunu söylemesine rağmen atı eyerleterek yola çıktı.
6
Babam ata bindi mahalleden çıkıp Taksiyarhis kilisesinin önünden geçerek değirmen yoluna yaklaşırken çitle çevrilmiş olan tarlamızda (şimdiki okulun arkasındaki tarlalar) tam kapının hizasına geldiği zaman esen şiddetli poyrazla rezeleri yağsız kapı açılırken bir gıcırtı çıkarır at o gıcırtı ile bir adım geriler. Babam atın önünden yere düşer at terbiyeli olduğu için kımıldamayarak babamın daha fazla darbe almamasını sağlar. Babam darbeden çeşitli sıyrıklar almıştı, ama kanaması yoktu. Ertesi gün gece yarısından sonra burnundan kan gelmeye başladı. Şehirde doktor yoktu, esen şiddetli fırtına nedeniyle motorla gidip doktor getirmekte imkânsızdı. Annem, akraba ve dostlarımızı çağırarak soğuk kompleksler ve nabızları bağlamak suretiyle güçlükle kanı durdurdular. Ertesi gün doktor getirdik ilaçlar verdi ama o ilaçlardan etki etmedi. Dostlarımız Edremit’te bulunan askeri Doktor Yarbay Refik Malik Beyi önerdiler hemen adam gönderip getirttik. Refik Malik Bey muayene ettikten sonra çok kan kaybından ötürü kalbinin çok zayıfladığını söyledi ve ilaçlar verdi. İlaçları kullandık ama faydalı olmadı. Annemin odada bulunmadığı bir gün beni yanına çağırdı: “Bak oğlum ben öleceğim, sen evin büyük erkek oğlu olarak annen ve kardeşini sana emanet ediyorum.” dedi. O sırada ben ağlayınca “Annen görmesin ağladığını.” dedi ve ertesi gece 16 Nisan 1938 cumartesi günü öldü. 17 Nisan Pazar günü toprağa verdik. Babamın vasiyeti bütün hayatım boyunca gerek anneme gerekse kardeşime karşı omuzlarıma büyük bir sorumluluk yükledi. Annem kültürlü bir insandır, ondan öğrendim ben Yunancayı. Kardeşim Ayvalık ortaokulunu bitirdikten sonra onu İzmir Lisesine gönderdik. Ben işlerin başına geçtim. Ama 1940 yılının Ocak ayında askere çağrıldım işlerimi tanzim ederek bir müdür tayin ettim ve ocak ayının 5 veya 6’sında askere gittim. Askerlik yıllarınızı anlatır mısınız? İlk ve ortaokulumun iki yaz tatilinde aile dostumuz olan Satı Barok Beyin babamı ikna etmesiyle (Satı Barok Bey ailesiyle yüz küsur yıllık dostluğumuz var) demir atölyesinde çalıştım. Askere gideceğim zaman nüfusuma makinist sözcüğünü koydurdum. Ayvalık’tan sevk edilmeden işlerimin tanzimi için şube başkanından birkaç gün izin istedim beş gün sonra gitmeme müsaade etti. Beş gün bittikten sonra torbamı alarak Balıkesir’e gittim. Gittiğim kıta 102’ci Motorize Topçu Alayı idi. Balıkesir’e indiğimde geceydi, geceyi otelde geçirdim. Ertesi sabah bir faytona binerek şehirden dört km ilerde olan Çayhisar köyündeki kıtama gittim nizamiye kapısında bulunan nöbetçi “ne var hemşerim ne istiyorsun” deyince acemi erim teslime geldim dedim. Beni aldı nöbetçi subayı Melih Beye götürdü. Kaydım yapıldıktan sonra koğuşa götürdüler. Ben koğuşa gittiğimde bana battaniye ve yatak vermediler (nedenini bilmiyorum) İki Ayvalıklı arkadaşım yatacağımız zaman beni aralarına aldılar ve örtündük ama hava o kadar soğuktu ki arkadaşlarım istemeden uyku ve soğuğun etkisiyle battaniyesine
ALİ ONAY
Taylan Köken
sarıldı ben ortada battaniyesiz kaldım. Yanan sobanın başına gitmek zorunda kaldım başka çaremde yoktu zaten. Birliklere tahsis edilinceye kadar birkaç gün orada kaldım. Dağıtımda alay karargâhında kaldım. Birkaç gün sonrada kışlanın vadisinde bulunan su motoru için bir elemana ihtiyaç duyulunca beni oraya verdiler. Talim görmedim çünkü her gün kıtaya su vermek zorundaydım. Almanya Danzik Koyunu işgal ettikten sonra işgalleri ilerlemeye başladı. O zaman alay bütün ağırlığı ile Çanakkale’ye Çanakkale’den de Gelibolu yarım adasına geçti. Ben 28 ay motorun başında kaldım.
7
Bu arada 16 Mayıs 1941 tarihinde izinli olarak Ayvalık’a geldiğim gece o kadar fırtına vardı ki adaya geçme imkânı bulamadım sonradan kayın validem olan kuzenimin evine gittim beni çok hoş karşıladı masa kurdu ve yemeğimizi yedik. Geç saatlere kadar oturup sohbet ettik. Kahvaltı ettikten sonra vedalaşırken akşam adaya gelmesi için davet ettim. Normal motora binip eve geldim annem beni büyük bir sevgiyle karşıladı ilk konuşmalardan sonra anneme: “Fato’yu benim için isteyeceksin.” dedim. (Fatma Hanım akşam evinde kaldığım kuzenimin kızı) "Olur oğlum yalnız müdürün Hüseyin efendiye de soralım" dedi. Evimizde çalışan kızı yazıhaneye gönderdi ve Hüseyin Akman efendiyi eve çağırdı. Hüseyin Efendi eve gelince annem durumu anlattı. Hüseyin Efendi: “Aaaa altın iş ama siz söylemeyin çağırın beni ben söyleyeyim.” diyor ve işine dönüyor. Saat 10.30 sıralarında kuzenim Fato’yla Ayvalık’tan geldiler, annem büyük bir iltifatla onları karşılayarak Hüseyin efendiyi çağırttı. Kahveler içildikten sonra Hüseyin Efendi kuzenimi odaya çağırır (ki anne tarafından onunda akrabası idi) ve Fato’yu istediğimi söyler. Bu teklif kuzenimin çok hoşuna gider, kuzenim kabul edince o gün söz kesmiş olduk. (17 Mayıs 1941) Eşim o zaman 14 yaşında ben 22 yaşındayım, ben tekrar askere gittim. 1942 yılında kıtama çağrılmadan evvel bir fırsatını bularak 22 Nisan 1942 tarihinde eşim 15 yaşındayken eşimle evlendim. Eşimle evlenmek hayatımın en isabetli kararlarından biriydi. Burada şube başkanım bana çok yardımcı oldu ve kıtama gidişimi bir hafta daha erteledi. Gelibolu’ya gidişim benim için yepyeni bir başlangıçtı. İlk gittiğimde zırh arabalarında karantinaya aldılar. Ben karargâh askeriydim ve atölyede görevlendirildim. Karantina sona erdiği zaman emir subayı olan Cemil Cebe Beye ricada bulundum dedim ki “Ben sigara içmiyorum müsaade edin de ben arabada kalayım” ve bana müsaade ettiler. Gelibolu’ya gidişimle fakir bir devletin harp hazırlığı içinde ki eksikliklerini gördüm. Alaylar çadırda, kadanalar açıkta, Gelibolu hastanesinde her gün 7 – 8 genç ölüyor tabi bunu çeşitli nedenleri var soğuk algınlığı ve zatürre gibi tabi bu zamanki gibi antibiyotikler yoktu… İsmet İnönü 42 yılında Gelibolu’ya Fevzi Çakmak’la beraber gelir teftiş eder. Tahkimat komutanı Muzaffer Paşaya düşmanı burada ne kadar oyalayabilirsin diye sorunca “15 gün Paşam” cevabını alır. İnönü ve beraberindekiler 68 koşulu topçu alayını teftiş ederler bütün erler resmigeçit yaparlar ve İnönü, Fevzi Çakmak’a dönerek “Bu alay harp edemez” der. Alayın komutanı Hüseyin Bey “Eder paşam eder” cevabını verince İnönü elini kaldırarak: “Edemez edemez.” der. İşte İnönü askerimizin iç durumunu çok iyi bilerek harbe sokmamak için elinden geleni yapmıştır. Biz kapana kısılmıştık. Almanların Anadolu’yu
ALİ ONAY
Taylan Köken
ezerek Ortadoğu’ya gitmemesinin tek sebebi İnönü ile Almanya sefer Von Papen arasındaki mutabakattır. ABD başkanı Rosvelt, Stalin ve Churchill’in İnönü ile iki mülakatı oldu biri Adana mülakatı öteki de Kahire mülakatı; ama İnönü’nün şartlarını hiçbiri yerine getirip İnönü’yü harbe sokamadılar. Harpten sonrada Nurenberg harp suçlular mahkemesi kurulduğu zaman Von Papen’i elektrik sandalyesinden kurtaran İnönü’nün içtinaba suretiyle verdiği ifade olmuştur. 30 Aralık 1942 tarihinde terhis olup memleketime döndüm. Yeni bir hayata başladım.
Siyasete girişinizi ve fabrikanızın icra yoluyla satışa çıkarılmasını anlatır mısınız?
8
Askerden döndüğümde mahsul zamanıydı ürünü aldıktan ve işlerimizi tanzim ettikten sonra ilk işim askerliğim döneminde planını yaptığım zeytinyağı fabrikasını kurmaya başlamak oldu. Ve 1943 mahsulüne yetiştirdim. Bu arada arkadaşlarımla siyasete girmeye karar verdik. 1944 Eylül ayının başında yapılan CHP bucak idare kurulu toplantılarına katıldık. Kongre günü kongreye iştirak etmiş olan üyelerin oylarıyla hiç beklemediğim bir anda bucak başkanlığına seçilmiştim. Ertesi gün dosyamı CHP İlçe idare kuruluna götürdüğüm zaman ilçe idare kurulu: “Bizim haberimiz olmadan siz nasıl başkan seçilirsiniz?” dediler. Tabii o zaman partiye katılmak tek parti olduğu için kolay olmuyordu. Adaylar geniş bir incelemeden geçiriliyordu. İlçe idare kurulunun benim bucak başkanlığına seçilmeme böyle reaksiyon göstermelerine hiç iltifat etmedim. “Beyler ben dosyamı teslim ediyorum siz gereken incelemeyi yapın ve durumu bana bildirin.” dedim ve ayrıldım. Üç gün sonra haber verdiler ilçeye gittim, beni ayakta karşıladılar, tebrik ettiler ve bucak idare kurulu başkanlığına seçilmiş oldum. Fabrikamı 4 Ekim 1944 günü kampanyaya açtım yağ çıkardık, polimiler yağ doldu. Ama 4 Ekimi 5 Ekime bağlayan gece sabaha karşı çok şiddetli bir deprem oldu. Bizim şahsi olarak büyük zararımız olmadı yalnız sallantıyla biraz yağ ziyan oldu. Ama bucakta yıkıntılar oldu. Adada tek bir ağır yaralı vardı. Ayvalık’ta sahil kısmında daha büyük yıkıntılar ve ölümler meydana geldi. Tabii başkan olmam nedeni ile halkımızı yerleştirme görevi bana düşmüştü. Biz de sahildeki meydanda geniş bir baraka yapmıştık. Fabrika ve siyasi işlerim zirvede çalışıyorduk. İsmet İnönü’nün demokrasiye geçiş kararından sonra kurulan Demokrat Parti bucağımızda bazı akımlar sebebiyle taban buldu. Ve muhalefet çok sert yapılmaya başladı. Beni bucak başkanlığına seçen dostlarım benim karşıma muhalif olarak çıktılar. Ve amansız muhalefet yapmaya başladılar. Ben karakter itibari ile ve İnönü’nün bizi harbe sokmamama rollerini gördüğüm için hiçbir zaman CHP saflarından ayrılmayı düşünmedim. Parti organlarını iyi çalışmaması nedeni ile fabrikama yapılan boykotlar bizi ciddi maddi kayıplara uğrattı. Elimizdeki sermaye gittikten sonra bankalara borçlanmak zoruna kaldık; ama boykotlar devam ettiği için almış olduğumuz krediler bize nefes aldırmak yerine büsbütün nefesimizi kesti. Öyle ki krediler ödenmeyecek bir seviyeye geldi. Ve bankalar icra vasıtasıyla harekete geçtiler. Aile içindeki meselelerimiz
ALİ ONAY
Taylan Köken
yemekten evvel masaya gelmezdi bir akşam, akşam yemeğinden sonra annem bize dedi ki çocuklar durumu inceliyorum ve bu şartlar altında sizin bankadaki borçları ödemeniz mümkün değil biz mal satacağız ve aciliyet arz eden İş Bankasının borçlarını ödeyeceğiz bütün mesele sizin onurunuzu kurtarmaktır. Onurunuzu kurtardığımız gün piyasada varsınız iş yapabiliriniz para kazanabilirsiniz ama onurunuzu kaybederseniz her şey söner ve annem hiç tereddüt etmeden malını sattı. Ve İş Bankasına olan borçlarımızı ödedik. Ama geride Ziraat Bankasından alınan kredi borcu vardı. Borçları ödeyemeyince Ziraat Bankası fabrikamızı icra yoluyla satışa çıkardı. Birinci müzayedede alıcı çıkmadı. Tabii bu olaylar beni son derece üzüyor ve etkiliyordu. Birinci müzayededen sonra Ayvalık tüccarlarından dostum rahmetli Mehmet Ertem Bey yanıma geldi ve ikinci müzayede işlemi için filanca ve filanca bey (isim vermek istemiyorum) müzayedeye iştirak edecekler ve fabrikayı satın alacaklar dedi. Böyle kara kara düşünürken aklıma Ankara’daki bir dostum geldi. Hemen arabaya binip Ankara’ya gittim kendisiyle görüştüm durumu anlattım. Bana: “Kolay iş hallederiz, ama bana iki gün müsaade edeceksin.” dedi.
9
İki gün yazıhanesinde bekledim üçüncü gün arabası ile Büyük Millet Meclisi Başkanı Refik Koraltan’ın köşküne gittik. Reisi Cumhur Celal Bayar o tarihte İngiltere’de olduğu için Koraltan aynı zamanda Cumhurbaşkanı vekili idi. Köşkün görevlisi bizi doğrudan doğruya salona aldı. Az sonra Refik Koraltan geldi. Benden durumu izah etmemi istedi. Ben de kendilerine durumu izah ettim. Tahsin Bey beni kendilerine tanıtırken akrabam ve Alibey adası CHP bucak başkanı olarak tanıttı. Refik Beye bilgi verdikten sonra beraber telefon odasına geçtik Ziraat Bankasını aradı, telefona ikinci müdür çıktı durumu anlattı. İkinci müdür: “Beyefendi birinci satış yapıldı, şimdi ikinci satış aşamasında onu durdurmak mümkün değil.” deyince Refik Koraltan ikinci müdüre karşılıksız milyonlarca borçlar dururken ipotekli bir ticari kredinin borçlarını tecil edilmesi gerekmektedir dedi ve telefonu kapattı. Salona geçtik kendisi de maliye bakanlığına uğrayacaktı köşkten beraber çıktık Refik Bey maliye bakanlığına biz de Ziraat Bankasına gittik. İkinci müdürü gördük müdür Refik Beye söylediklerini bize tekrarladı. Yani mevzuatın buna müsaade etmediğini. Ama dostum olacak dedi biz orada beklerken bilmiyorum 20 -25 dk. sonra Ayvalık’tan Bay Ali Onay diye bir görevli beni çağırıp genel müdürün odasına götürdü. Müdürün ismini hatırlayamıyorum, soyadı Dülge idi, Koraltan’ın referansı ile gittiğim için beni ayakta karşıladı. Oturdum kahve teklif etti ama o kadar heyecanlıydım ki teşekkür ettim ve içmeyeceğimi söyledim. Hayır, bir kahvemi içeceksiniz dedi kahveler geldi ve içildikten sonra ne düşünüyorsunuz dedi. O kadar ümitsizdim ki işi kısa yoldan halletmeye çalıştım. İki ay müsaade edin kendi arzumla satıp borçlarımı ödeyeceğim dedim. Hemen zile bastı dosyamı istedi ve kırmızı bir telgraf yazdı. Görevliyi çağırarak telgrafı Ayvalık şubesine çekin dedi. İşiniz tamam deyince teşekkür ederek ayrıldım bir gün sonra Ayvalık’a geldim. Fabrikamız faaliyete hazır kampanya başlamıştı. Güzel bir mahsul vardı. Tam kapasite ile çalışmaya başladık ama mahsulün orta yerinde vade bitti. Ne yapacağım Belediye başkanı ve aynı zamanda Demokrat Partinin ilçe başkanı olan rahmetli Avni (Baskın)Beye belediye personeli ayrıldıktan sonra mesai bitiminde gittim. “Hayrola Bay Onay?” diye karşıladı. Durumumu anlattım, otur dedi. Ziraat Bankası müdürüne telefon açtı. Bankanın o zamanki müdürü Ekrem Beydi.
ALİ ONAY
Taylan Köken
“Ekrem Bey bizim Onay’ların biliyorsunuz bir borçları vardı, müsaade almışlardı ama vade yarın bitiyor siz kampanya sonuna kadar durumu idare edin.” dedi. Bana takibat yapan müdür rahmetli Avni Beye baş üstüne emredersiniz diyerek kampanya sonuna kadar vadeyi uzattı. Kendisine teşekkür ederek ayrıldım kampanya sonunda iratlarımızla borçlarımızı sıfırladık ve fabrikamızı borçtan kurtardık. Madenciliğe başlamanız nasıl oldu?
10
Fabrika çalışırken Alibey adasında bir kurşun madeni şirketi kurulmuştu. Şirketin bir Rum ortağı ile yardımcısı fabrikamın 20 metre ilerisinde Mustafa Atalay’ın yaptırdığı bir dükkânı kiraladılar. Burasını hem yatakhane hem de yazıhane olarak kullanıyorlardı. Bu komşuluk sebebiyle bunlarla tanışma imkânı bulmuştum. Banka borçlarımı tasfiye ettikten sonra yaşadığımız boykotların da etkisiyle kardeşimle fabrikanın makine ve alet hırdavatını satma kararını verdik. O zaman toplam olarak elimize 36.000 TL para geçti. Mevcudiyetinden bahsettiğim kurşun madeni şirketindeki sermayedar İstanbullu Miltiadis Kurteşoğlu, sebebini bilmediğimiz bir nedenle şirketten ayrılmak istedi. Komşum olan şirketin Rum ortakları Kliafos Vafiadis ve kuzeni Petroskaya Stavrinos maden şirketine sermayedar olarak girmemizi ısrarla istediler. Sürekli ısrar edilince aile içinde görüştük ve o şirkete eşimin ortak olmasına karar verdik. Şirket elemanlarından şirketin ne kadar borçlu olduğunu sorduk 3–4 bin lira olduğunu söylediler. Girmeye karar verirken sonra notere gittik Miltiadis Kurteşoğlu ile orada tanıştık. Kurteşoğlu hiç sakınmadan öteki ortakların önünde bana şirket hisselerinin %51 ini almadan şirkete dâhil olmamamı söyledi. Ama ben iyi niyetle şirket kar ederse %25 hissede bize yeter diye düşündüm, çünkü ortaklık yapacağım kimselerin daha işe başlamadan hisselerine göz dikmeyi kendime yakıştıramazdım. Ama yıllar sonra Kurteşoğlu’nun ne kadar haklı olduğunu anladım. Kurteşoğlu’na %25 hisse bize yeter deyince peki hayırlısı olsun dedi mukaveleyi imzaladık ve Kurteşoğlu’nun şirkete vaat etmiş olduğu 10.000 TL sini peşinen verdik.( 29.02.1956 tarihinde şirketten ayrılan Miltiadis Kurteşoğlu’nun yerine eşim Fatma Onay sermayedar ortak olarak girmiştir.) Ortaklardan Kearlios Dimitriyu Vafiadis’in burada daimi kalma müsaadesi yoktu. Ancak iki, iki buçuk ay kalabiliyordu. Bunun üzerine Kearlios Dimitriyu Vafiadis ve Petros Nikolayos Stavrinos işin başında daimi bulunabilmeleri için Ekonomi ve Ticaret Bakanlığına şirket olarak müracaat ettik. Ama o zaman Kıbrıs olayları da en hararetli günlerini yaşıyordu hatta 1957 yılında Ayvalık’ta yapılan Demokrat Parti kongresinde parti üyelerinden Ahmet oğlu Hasan Bağder söz alarak bu iki Rum vatandaşının maden sahalarına gitmelerine niçin müsaade ediliyor diye itirazda bulundu… Kearlios Dimitriyu Vafiadis acı çekmiş bir insandı. Anne babasını 1922 yılında çeteler öldürmüşlerdi. Bazen uluorta konuşuyordu. 1958 yılının başında bu konuşmalarından ötürü ihbar edilince tutuklandı. Tutuklandıktan sonra Ayvalık’a gelen Balıkesir milletvekillerinden Vacit Asena, Sıtkı Yılcalı ve Esat Budakoğlu beni Demokrat Parti merkezine çağırdılar, gittim. Bana: “Ali Bey siz hiçbir şekilde bu adamı müdafaa etmeye kalkışmayın.” dediler. Bu laf benim için kâfi idi. Çünkü partinin ve parti idaresinin ne kadar kuvvetli olduğunu biliyordum, ortağımı hapiste dahi ziyaret edemedim. Ondan sonra Devlet Türk Parasını Koruma Kanununa dayanarak mahkeme açtı ve mahkeme sonucunda Kearlios Dimitriyu Vafiadis’in sınır dışı edilmesine karar verildi ve buradaki şirketteki bütün haklarını kaybetti. O haklar şirkete kaldı. Kearlios Dimitriyu Vafiadis’in
ALİ ONAY
Taylan Köken
babası Dimitriyu Vafiadis Yunda adasının son belediye başkanıydı. Petross Niklayos Stavrinos ile Kearlios Dimitriyu Vafiadis kuzenlerdi. Bu olaylar olurken Petros Midilli’deydi bu olaydan sonra kendisi geriye dönmedi. Zaten ortam dönmesi için müsait değildi o tarihlerde İstanbul’da 6–7 Eylül olayları cereyan etmişti (13.7.1955 tarihinde teşekkül etmiş olan Alibey Adası Madencilik Koll. Şti. Abdi Sönmez ve ortakları kolektif şirketinin ilk kurulu tarihi) Şirkete resmi olarak ortak oldum, tabi ben işten anlamıyordum. Sahibi olduğum küçük deniz motoru ile defalarca Pirgos (Büyük Maden Adasına) gittim ve eski işletmeleri günlerce inceledim. Ortak olduktan sonra sabahleyin işçileri alarak, yayan olarak maden sahasına gidiyordum. Bu arada sağdan soldan şirketin daha evvel vermiş olduğu senetler geliyordu. Ve hiç farkına varmadan bu faturalara da 10.000 TL ödedik. O güne kadar yeteri kadar büyük bir maden çıkaramamıştık. Bu durum bizi ürkütmeye başladı. Ve eski dosyaları karıştırırken şirketin daha evvel mesul mühendis tayin emiş olduğu Balıkesir’de oturan Sadi Onat Beyin adresini bulduk. Hemen kendisi ile diyaloga geçtik ve Ayvalık’a gelmesini rica ettik. Çok centilmen bir insan olan Sadi Onat Bey ertesi gün hemen fabrikamıza geldi ve motorla maden sahasına gittik.
11
Maden sahasını gezerken kendisinden elektronik aletlerle maden arama imkânlarının olup olmadığını sordum. Sadi Onat Beyin cevabı çok ilginçti. “Ben Fransa’da tahsil gördüm ve metal mühendisi değil kömür mühendisiyim ama eğer elektronik usullerle madenler aranmış olsaydı bütün madenciler milyarder olurlardı. Ama şunu da unutmayın ki her şey kazmanın ucunda…” Onun tavsiyeleri bize güç verdi tabi ben o zaman çok gençtim üşenmek yorulmak nedir bilmiyordum. Şuraya bir çukur buraya bir çukur derken güzel bir madenin üzerine düştük, çukuru açıp madeni çıkarmaya başladık. Madenin uzunluğu 35 metreye ulaşıyordu, çalışmaya başladık biraz derine indikten sonra çıkrıklar kurduk. Çıkrıklar vasıtası ile toprak ve madeni yukarıya alıyorduk. Ama havalar kışa doğru soğumaya başladı. Bu bizim için bir sorundu. Ne yapmamız gerektiğini düşünürken kardeşimi Edremit Orman İşletmesine gönderdim 6 metre uzunluğunda kütükler getirttim bunların el bıçkısı ile keserek kalas haline getirdik. Ve bu keresteyi ilerde binalarda kullanacak şekilde makaslar yaptım. Bu makasları 150 cm arayla madenin üzerine döşettim. İzmir’den Ayyıldız fabrikasından bir gemi kiremit getirdim. Bu kiremitlerle yarmanın üzerini güzelce örttüm. Kiremitten akacak suları oluklar açarak çimentoladım ve bütün kış o çatının altında çalışmayı sürdürdük. Bu çalışmalara devam ederken yarmanın iki ucuna dört köşe birer kuyu inmeye başladım. Bahara doğru tekrar Sadi Beyi çağırdığımızda projemi kendisine anlattım o kuyuların oluşmasına karşı çıktı. Desandire tavsiye etti ama ben kendisine 10–12 metre sonra suyla karşılaşacağımızı ve suyun tahliyesinin bizim açtığımız kuyulardan daha kolay olacağını anlattım. Biraz düşündükten sonra ben size itimat ediyorum, nasıl münasip görüyorsanız öyle yapın dedi. Kendisine teşekkür ettim kardeşim ve diğer ortakla beraber Ayvalık’a geçtik. 1957 yılının başlarında İstanbul’a giderek 40 Kw’lık bir elektrojen, su pompası ve inşaat vinçleri aldık. Hemen bir jeneratör kuracak şekilde bir santral binası yaparak motoru monte ettim. Elektrik direklerini diktikten sonra İstanbul’a gidip bakır teller, şalterler ve elektrik malzemesi aldık ve Ayvalık’a geldikten sonra elektrik teknisyeni İsmet Bey bu işe vazifedar
ALİ ONAY
Taylan Köken
kıldık o zamana kadar iki kuyu galeri yapmıştım bu galeriler düşük voltajlı elektrikle döşedik. Kuyu başlarına vinçleri kurdum. İşçilerimiz Balya köylerinden ve Savaştepe’den geliyorlardı. Tabi bu arada kuyuların tahkimi için galerilerin kasalarının yapımı için biçki makinesi kurduk küçük bir işletme ama makine gibi çalışıyordu. 57 yazının sonlarında Sadi Bey Eğmir demir madeni mühendisleri ile beraber ziyaretime geldiler. Hangi fakülteden mezun olduğumu sorduklarında mühendis olmadığımı aslında zeytinyağı fabrikatörü olduğumu tesadüflerin beni madenci yaptığını söylediğimde şaşırıp kaldılar. Gayet güzel çalışıp her ay İstanbul’a bir gemi mal gönderirken ben askıda mal sahibi gibi kalıyordum. Bir gün kardeşim elinde 100 küsur bin liralık bir listeyle geldi. Listeye göre piyasaya ödememiz gereken 100.000 küsur lira borcumuz vardı. Ocaklarda bir yöntem kullanarak iki buçuk ay içerisinde 1.000 ton cevher çıkardım ve borçlarımızı kapattım.
12
İşimiz çok iyi giderken 27 Mayıs ihtilali oldu. 1.400 TL’ye verdiğimiz cevher hemen hemen yarı fiyatının altına düştü. 1959 bilânçomuza ortaklarımın yaptığı bir hata ile 220.000 vergi tahakkuk etmişti. Bu paranın o zamanki değeri 20–21 kg altın demekti. Neden işlenmişti bu hata, çünkü 1958 yılında yapılan büyük bir devalüasyonla dolar 260 kuruştan 8,5 liraya yükselmişti. Biz hala tesis halindeydik eskiden piyasadan 1.000 TL ye aldığımız motoru tüccar 5.000 TL’ye satıyor ama şirkete 1.000 TL’lik fatura veriyordu. Elde edilen bu açıkları kapatmak için şirket ortakları hiç düşünmeden bir hata yaptılar. Herkes hissesi nispetinde kasadan para çekmiş gibi fiş sürdüler. Tabi sonunda bunlar defterde kâr olarak göründü. O devirde ben şirketin yalnız teknik işleri ile ilgileniyordum. Ortaklarım bu hatayı muhasebecimiz ben ve kardeşime hissettirmeden yapmışlardı. Şirketimizin muhasebecisi son derece dürüst bir bankacı arkadaştı. İhtilal dolayısı ile cevheri alan alıcı firma piyasada para yok gerekçesiyle fiyatı yarı fiyata indirdi. Ve o parayı da peşin değil bono olarak verdi. Filan bey (isim vermek istemiyor) benim bonolarımı kırar diyerek bizi o beye gönderdi. O beyde kırma komisyonu aldıktan sonra elimizde kalan para ile biz mal sevk edemeyecek hale geldik. Bu sefer vergileri tecil etmek için Ankara’ya gittik Maliye Bakanlığında büyük bir ilgi gördük ama dosyamız masaya geldiği zaman Ayvalık vergi dairesi müdürünün beyanı bizim bütün işlerimizi alt üst etti. Çünkü Ayvalık müdürlüğü şirket borcunu ödeyebilecek durumdadır ama hüsnüniyetleri yoktur ibaresini koymuştu… Bunu gören yetkiler: “İnsan kendi memleketinden merkeze böyle bir yazı gönderttirir mi?” dediler. Merkezdeki yetkililer ellerinden geleni yaptılar ama gelen yazı üzerine borcu taksitlendiremediler. Ayvalık vergi dairesinin düşüncelerini parafe eden tahsilât şefi benim dostumdu. Onunla görüştüm: “Sen bizim dürüstlüğümüzü çocukluğumuzdan beri biliyorsun niye imzaladın?” diye sorduğumda “Müdürüm imzaladı, ben de imzalamak zorunda kaldım.” dedi. “Sen ona uymaya mecbur değildin muhalefet şerhini kullanabilirdin.” dedim, ama iş işten geçmişti. Ondan sonra İstanbul’da bulunan Metalor Madencilik Şirketi ile bir ortaklık anlaşması yaptık ortaklıkta %49 bizim %51 hisse ise onlarındı. Şirket sahipleri Necip ve Ercüment Beyler son derece dürüst ve centilmen insanlardı. Ama buraya işletme başına gönderdikleri temsilci işten hiç anlamıyordu. Bunlar işletmeye yeni bir düzen kurdular ama ben yine şirketin teknik müdürüydüm. Getirdikleri işçilerde kurşunda değil kömür
ALİ ONAY
Taylan Köken
madenlerinde çalışmışlardı. Bir gece teftişe gittiğimde on dinamiti sırayla patlattıklarını duydum. Ocaklara indiğimde patlattıkları bu dinamitlerle bütün kurşun cevherini taş ve molozlarla karıştırmışlardı. O zaman temsilciyi çağırdım, iş böyle devam ederse iş karla değil büyük bir zararla kapanacak dedim. Bir buçuk senelik çalışmadan sonra Metalor şirketinden Necip Bey mühendisle beraber adaya maden sahasına geldi. Madenden şehre geldiğimizde beni Çamlık gazinosunda yemeğe davet ettiler. Ben önce eve uğrayıp banyo yapıp evde yemek yedikten sonra arabaya binerek Çamlığa gittim. Necip Bey dedi ki; “Ben şirketi lağvedeceğim” benim cevabım şu oldu “Alibey Adası Madencilik Koll. Şti ile aranızdaki durumu halletmeden şirketi fesih etmeyin” ama Necip Bey beni Alibey Adası Koll. Şirketinin insanı olarak mütalaa ettiği için dinlemedi ve ertesi gün noter vasıtasıyla Alibey Adası Madencilik Şirketini fesih ettiğine dair bir tebligat gönderdi. Tabi bu durumda benim teknik müdürlüğümde fesih olmuş oldu. Bu arada Metalor şirketi 200 tonluk bir gemi göndererek Alibey Adası Madencilik Koll. Şirketinin işletme zamanında çıkarılmış yığın halinde duran ikinci derecedeki cevheri kaldırmak istedi. Bu sefer Alibey Adası Madencilik Koll. Şirketi Metalor şirketine bir telgraf çekerek bu malla Metalor şirketinin bir ilgisi olmadığını ve bir anlaşma olmadan gemiye yüklenmesine müsaade edilmeyeceğini, anlaşma yapılmadan gönderilen geminin zararının da kendilerine ait olacağını bildirdik.
13
Bu sefer onlar bir telgraf göndererek benim teknik müdürlüğümün devam edeceğini bildirdiler, çünkü ben bütün malzemenin yediemini idim ama telgraflarına cevap vermek zorunda kaldım. Teknik müdürlüğü kabul edemeyeceğimi ancak mesuliyetlerine müdrik bir yediemin olarak Alibey Adası Madencilik Koll. Şti. ile aranızdaki ihtilaflar halledilmedikçe ne Alibey Adası Madencilik Koll. Şirketine ne de Metalor şirketine envanterde bulunan malzemelerden bir iğne dahi veremeyeceğimi bildirdim. İki şirket arasındaki anlaşmazlık 1965 yılına kadar devam etti. O zaman ben araya girdim ve maden ruhsatının Alibey Adası Koll. Şirketi üzerine devir edilmesi şartıyla daha evvel Metalor şirketi üzerine noter senedi ile geçmiş olan malzemeyi Metalor şirketine devrederek iki şirket arasında anlaşma sağladık. O zaman Metalor şirketi aynı zamanda yediemini bulunduğum malzemenin yerinden sökülerek kasalanması ve İstanbul’a nakledilmesi ile benim ilgilenmemi rica ettiler. Bu emeğime karşılık 40 beygir gücünde kompresör, iki kompresör tabancası, 300 metre galvaniz boru, iki büyük saplama anahtarını bana verdiler. Bütün listelerdeki malzemeleri yerlerinden söküp kasaladım. Ve 1960 yılında kamyonlara yükleyerek İstanbul’a götürüp teslim ettim. Alibey Adası Madencilik Koll Şti. Metalor şirketinden devir aldığı maden sahasının faaliyet raporlarını zamanında bakanlığa vermediği için bakanlık bir yazı ile bizi ikaz etti. Yazının müddetinin bitimine kadar şirket faaliyet raporlarını göndermediğinden 15 senelik işletme ruhsatım fesih oldu. Burada çalışma imkânı kalmayınca İvrindi kazasının Taşdibi köyünde ruhsatı kardeşimin üzerinde bulunan antimon maden sahasını ve Çanakkale ilinin Yenice kazasının Karaköy’ü hudutları içerisinde bulunan kurşun madenlerini işletmeye başladım. Her iki taraf kontrolüm altında çalışıyordu. Bütün ağırlığımı Taşdibi antimon madeni ocaklarına vermiştim. Oğlum askere gittikten sonra iki yıl bu işletmenin başında kaldım. Üretimimiz zirvedeyken kardeşim antimon eritme fikrine kapıldı ve bu tesisi Alibey Adasındaki Pateriça koyunda bulunan kurşun sahasının, batı sahil kenarında ki arsanın
ALİ ONAY
Taylan Köken
içerisinde bulunan eski kurşun eritme binalarında yapmak istedi. Her ne kadar mesafeyi ve maliyeti göstermeye çalıştıysam da o ısrarından vazgeçmedi. Ve İstanbul’dan Metalor şirketine sevk ettiğim daha evvel Alibey Adası Madencilik Koll. Şirketine ait alet ve hırdavatı Metalor şirketinden satın almamı istedi. 26 Haziran 1970 yılında dünürüm Haydar Beyle beraber Metalor şirketine giderek oraya nakletmiş olduğum bütün alet ve hırdavatı 30.000 TL’ye satın aldım. 17.500 TL’yi nakden 12.500 TL’yi ise imzam karşılığında senetle aldım. Malları İstanbul’dan iki kamyona yükleyip adaya getirdik. Birkaç gün sonra İstanbul’dan izabe ustası Şinasi Doğru’yu getirdi hep beraber binaların olduğu yere gittik yeri çok beğendi santrali yapacağımız yeri ve döner ocağı yapacağımız yeri de tespit ettik. Hemen faaliyet başladı. Bir santral binası yaptırdım. İki jeneratör kurdurdum verdiği ölçülere göre döner ocağın beton kaidelerini de döktüm. Az zaman içerisinde döner ocak geldi ama kamyon maden sahasına götürmedi. Şimdi Pazaryeri kurulan meydanlığa indirdi. Kendi yöntemimle döner ocağı maden sahasındaki beton kaidelerin üzerine yerleştirdim. Bu arada Şinasi Bey İstanbul’a gitmişti geldiğinde “Ben döner ocağı yapmaktan vazgeçtim kupul ocak yapacağım” dedi. Mademki kupul ocak yapacaktınız ki bu kupul ocağın maliyeti 5-6 bin TL arasındadır neden döner ocağın yapımı için 125 TL. verdirdiniz diye sorduğumda. Daha evvel netice almak için bunu yaptım dedi. Şinasi Doğru’nun bu hareketi bana döner ocağı çeviremeyeceği kanaatini yerleştirdi. Hemen kardeşime telefon açtım. 14
Şinasi Doğru’nun bu antimon işini beceremeyeceğini ve yol kısa iken bu işten vazgeçmenin daha doğru olacağını söyledim, çünkü antimonu verdiğimiz Danon-Danon şirketi ile hiçbir ihtilafımız olmadığını ve bu şirketin işletmemizin para musluğu olduğunu söylediğim halde kardeşim Şinasi Beyin İstanbul’un en iyi antimoncusu olduğunu söyledi. Şinasi Beyin ısrarı üzerine kupür ocağının temeli atıldı ağaçtan yüksek bir torna kurdum ve ocağın içini verdiği ölçüde ve eğimde yaptırdım. Bu arada aspiratörler, oksidi depolayacak bez pantolonlu depolar yapıldı ve maden ocağında gelen antimon madenlerini yakarak oksidini depolamaya başladık. Kâfi derecede oksit tamamlandıktan sonra ve oksidi eritecek ocakları da tamamlandıktan sonra, Şinasi Bey soğuk bir akşam olmasına rağmen bu akşam ocakları çalıştıracağım dedi. Her ne kadar gündüz yapmasını söylediysem de o çok ısrar etti ve bende bunu kabul etmek zorunda kaldım. Oksit ocaklara verildi ve antimon erimeye başlarken madeni pantolonlardan oksit uçmaya başladı. Öyle bir an oldu ki bütün Pateriça koyunun gökyüzünü kesif beyaz bir bulut kapladı. Bu durumu görünce çok üzüldüm arabaya binerek şehre geldim. Oğlum Hasan’ı çağırarak durumu izah ettim. Çünkü oksit Patriça’yı istila etti ve ben o vaziyeti görmeye tahammülüm yok dedim ve oğlumu maden ocağına gönderdim. Ocakların potaları dolduktan sonra kepçe ile kalıpları doldurmak için kepçeyi erimiş durumda olan antimonun içine soktular. Ama kepçeler saplarından koparak erimiş antimonun içinde kaldı. Büyük maşalarla kopmuş olan kepçeleri aldılar blövürleri hiç kısmadan arabaya binip adaya geldiler. İbrahim ustayı evinden kaldırdılar atölyesine gittiler kepçeleri perçinlediler ama ocaktan ayrılırken brövürleri kısmadıkları için erimiş antimon sudan daha ince bir hale gelerek tuğlaların içine girdi ve ocakları patlattı. Ocağa gittikleri zaman ocak patlamış ve antimonu zemine üç santim kadar kalınlıkta yayılmış buldular. Ocakların bu durumunu gören oğlum işleri durdurarak eve geldi. Durumu bana olduğu gibi
ALİ ONAY
Taylan Köken
anlattı. Ertesi günü beklemek zorunda kaldım kardeşime de haber verdik. Ve hep beraber izabeye gittik. Kardeşim son derece üzülmüştü. O kadar ki yüzünün rengi değişmişti. İzabenin başında bulunan Şinasi Beye ne yapacağımızı sorduğumuzda bekleyelim iki gün yere dökülen maden soğusun ondan sonra bu malı çuvallayarak İstanbul’a götürelim benim tanıdıklarım var potada eritip kalıplara toplar satarız dedi. Bu durumda yapılabilecek başka bir şey yoktu. Bekledik yere dökülen cevheri toplayarak İstanbul’a götürdük ama benim burada tanıdıklarım var diyen Şinasi Beyin İstanbul’a gittikten sonra bir şey yapamayacağını anlayan kardeşim Haliçte kurşun izabeleri olan İstanbul doğumlu Rum dostu Avram’ı bulup durumu anlattı. O da bizi Ermeni bir dökümcüye götürdü. Bu dökümcü cevheri potayla eritip kalıplayarak kardeşime teslim etti. Kardeşim Şinasi Beyi de yanına alarak malı piyasaya sürdüler ve ürünü sattılar. Fakat Şinasi Bey kardeşimi yolun ortasında bırakarak bir daha yanına uğramadı. Bu şartlar altında bu işler için bir ortak almak zorunda kaldık ama bu arada daha evvel iş yaptığımız DanonDanon şirketi mal vermediğimizden ötürü tazminat davası açtı. Ve bu anlaşmazlık uzun sürdü. Ben kardeşimi suçlu buluyorum. Çünkü izabe kurma teşebbüsü hatalıydı. Ortak ararken aslen Rizeli Mehmet Bayramoğlu ile temasa geçtik. Kardeşimle adaya geldiler tesisi ve işletmeyi görüp madene gittiler. Ve %49’a %51 oranında bir ortaklık yapıldı. Kardeşim Hüseyin Onay’da 550.000 TL. ile bizim adımıza şirkete girecekti. Bu paranın 250.000 TL’si devrettiği menkullerden 125.000 TL’si şirket kurulunca kalan parayı da vadelerle ödeyecekti. İstanbul’da mukavele yapılacağı gün yazıhanede bekliyordum. 15
Oğlum yüksek izabe mühendisi arkadaşı Atilla Yaman’la yanıma geldiler ve oğlum dedi ki “Baba bey amcam yeni kurulacak şirkete sizi ortak olarak göstermiyor.” Buna çok üzüldüm ve bir an düşündüm şirkete 550.000 küsur bin lira (70 yılındaki değerle) yatırımı yapmıştık sonra piyasadan da 50.000 TL borçlanmıştık böyle bir tablo karşısında haklarım için direnmem bize faydadan çok zarar verecekti. Oğluma gidip mukaveleyi imzalamasını söyledim. Ama şunu belirtmek istiyorum bu mukavele yapılacağı zaman maden ocakları ve izabenin bütün takımları resmen oğlumun üzerindeydi. Ama bu imkânı koz olarak kullanmayı asla aklımdan bile geçirmedim. Mukavele yapıldı. Bu şirket için oğlum %15 kardeşim de %34 pay aldı. Benim ise elli yıllık emeğim bir anda ortadan kalkmış oldu. O tarihten sonra madencilik yapmaktan vazgeçtim…
Geçirdiğiniz kaza hakkında bilgi verir misiniz? Kaza 24 Ekim 1959 yılında oldu. Madende izabe fabrikası inşa ediyorduk. O gün o kadar şiddetli rüzgâr esiyordu ki kaza olabilir diye paydos ettirdim. Ayvalık’tan bir aspiratör siparişi vermiştim, tesadüf ya o gün getirip duvarın yanına koydular. Ben montajı kontrol ederken elektro motorla aspiratörün montajının hatalı yapıldığını gördüm. Ben onu incelerken şiddetli bir rüzgârla duvar yıkıldı. Ben aspiratörün üzerine yığıldım duvarda üzerime yıkıldı. Üzerimde kuzu postundan çok kalın bir palto vardı. İlk başta bir şey hissetmedim. Sonra bütün hislerimi kaybettim. Oradaki çavuşlar telaşa düşmüşler öldüm diye hemen savcının gelmesini istemişler. Ama şoförüm Cevdet Şamil Bey
ALİ ONAY
Taylan Köken
çavuşların karşı çıkmalarına rağmen beni duvarın altından çıkarmış. Onun göstermiş olduğu bu aşırı duyarlılık benim hayatta kalmama vesile oldu. Çünkü savcı beklenseydi ben o yükün altında ölecektim. Yıkıntıdan çıkardıktan sonra arazide kullanılan bir traktörle şantiyeye çıkarmışlar. O sarsıntıyla kendime geldim. Cevdet beye ne olduğunu sordum kaza geçirdiğimi söyledi. Ben hemen “Kardeşim Ayvalık’ta hemen hastaneye kaldırın ama eve haber vermeyin” dedim. O zaman köprü yoktu, araba karşıya salla geçiyordu. Madendeki sıhhiye memuru arabaya yastıklar koymuş ve iskeleye getirmişler. Motora bindiğimizi hatırlıyorum ama ondan sonra bilincimi yitirmişim. Şuurumu kaybederken bile eşimi arıyordum. Hastaneye getirilince Dr. Cahit Kocabaş nabzımı bulamamış başlamış ağlamaya. (Kendisi sevdiğim bir dostumdu kazadan önceki akşamda beraberdik.) O sırada Dr. Hamdi Bey de gelip muayene etmiş kalbimin çok hafif attığını tespit edince hemen iğne yapıp tedaviye başlamışlar. Altı gün komada kalmışım. Dr. Cahit Bey hemen Edremit’e telefon açıp bir operatör istemiş. Çünkü kazada ayağım ters dönmüş kolum ise kırılmıştı. (Kolumu hala kullanırken sorun yaşıyorum.) Ne zaman ki komadan çıktım bağırmalarımdan hastane inliyordu. Çünkü korkunç bir ağrı vardı. Bu defa penisilin septomizin karışımı iğne yapmaya başladılar. Ayvalık’tan birçok dostum ziyaretime gelmiş ama doktorlar izin vermemişler. Gece yanımda bir çavuş kalıyordu, sabah ise hastaneyi eşim açıyordu. Ne zamanki yürümeye başladım bir kolumda eşim diğer kolumda hemşire pencereden adayı görmek istedim.
Hayatta geriye dönüp de baktığınızda hiç keşkekleriniz var mı? 16
88 yıllık ömrümde dönüp de geriye baktığımda güzel bir hayat yaşadığımı görüyorum. Gözüm tok olduğu için keşkelerim yok. Hiçbir şeyin değil ama bir şeyin olmasını çok isterdim: “Keşke eşim yaşasaydı.” Hayatta birçok problemle karşılaştım dışarıda sorunlardan çıldırıyordum, ama eve gelip kapıyı çalınca eşim karşılıyordu. İşte o an bütün problemlerim kapının önünde kalıyordu.
Sizce hayat nedir? Hayat ot gibi yaşamak değil, mutlu yaşama imkânlarını bulmaktır. Zaten mutsuz hayatın hiçbir anlamı yok ki. Çocukluğumdan 2002 yılına kadar mutlu yaşadım. En mutlu yıllarım çocukluğumdan 1996’ya kadar olan zaman dilimidir. Çünkü eşim 1996 yılında ameliyat oldu. Sevgi Nedir? İçten gelen bir duygudur. Karşıdan yankı bulacak bir duygunun size yansımasıdır.
Duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz (1) Kaynak: www.cundadan.com
ALİ ONAY
Taylan Köken
ALİ ONAY- OĞUZ SAVAŞ UYSAL ROPÖRTAJI –II (2) Tarihe olan ilginiz nerden geliyor? Maden işlerinden elimi çektikten sonra yörenin tarihiyle ilgilenmeye başladım. Ama bir araştırma yapılırken herhangi bir olayı bir sefer görmekle bir konuyu da bir sefer okumakla iş bitmiyor. Büyük bir özveriyle üzerinde durmak gerektirmektedir. Bu araştırmalarım sonunda okuduğum Yunanca kitaplarda Ayvalık köyünün o zamanki siyasi şartlarla Rumlar tarafından kurulması ihtimalini olanaksız buldum yaptığım incelemelerde Ayvalık’ın ilk temelini oluşturan unsurların Türk balıkçıları olduğu kanaatine vardım.
Osmanlı arşivlerinde Ayvalık’ın kuruluşuna ilişkin ne gibi kayıtlar var? Ayvalık’ın kuruluşuna ilişkin Osmanlı arşivlerinde bir kayıt mevcut değildir. Hocam Hıfzı Erim bütün arşivleri karıştırdı ama Ayvalık’ın kuruluşu hakkında bir kayıt bulamadı. Hatta verilen özerkliğe ait bir kayıt da bulamadı. Ve 1942 yılında Macit Uygur’la beraber Ayvalık tarihine ilişkin yayınladıkları kitap iki bölümden teşekkül etmiştir. Macit Uygur Bey Yorgi Sakkari’nin kitabının bir bölümünü tercüme ederek Hıfzı Erim Beyle beraber yayınladılar. Yorgi Sakkari’nin Ayvalık tarihine ilişkin yazmış olduğu kitap Yunan ordusunun Anadolu’da bulunduğu dönemin en parlak devresine rastlar. Onun için aşırı derecede Türklere karşıdır. 17
Hıfzı Erim ve Macit Uygur’un kitabı ile Gündüz Ata’nın (Doğrusu Doğan Aka olacaktır T.K.) 1944 yılında yayınladığı Ayvalık İktisadi Coğrafyası isimli kitabı Ayvalık hakkında yazılan ilk kitaplardı. Ama ne yazık ki bu her iki kitap Ayvalık hakkında araştırma yapan birileri tarafından Ayvalık kütüphanesinden kaldırılmıştır. Doğan Aka’nın Ayvalık İktisadi Coğrafyası kitabı Ali Güreli tarafından Ayvalık kütüphanesine hediye edilmiştir.
Nasos hakkında bilgi verir misiniz? İ.Ö. 1500 yıllarında Yunanistan’dan gelenler Anadolu sahillerinde ve adalarında bir şehir kurmuşlardır. Bu kavme Aiol deniyordu. Bunlar Çanakkale’den Gediz’e kadar Midilli dahil 12 kent kurmuşlardır. Bu 12 kentten biride Yunt adasının doğusundaki sahilde kurulmuştu. Ve bu kent M.Ö. Büyük İskender’in Anadolu’yu zapt ettiği tarihe kadar kentin ayakta olduğu 1900’lerde bulunan bir yazıttan anlaşılmıştır. Ama Ayvalık ve Yunt köyü kurulurken oradaki taşlar talan edildi. Şimdi ise traktörle derin sürüldüğü zaman bazı taşlar meydana çıkmaktadır, ama ne yazık ki o bölgede bilimsel bir araştırma yapılmadan inşaat müsaadesi verilmiştir. Piri Reis buraya niçin Yunda demiş? Yunda ne anlama geliyor? Benim anladığım kadarıyla Piri Reis yörenin ismini bilmiyordu. Ama bir hassa büyük adanın üzerinde başıboş gezen kısrak at görmesi ile bunlardan esinlenerek Yunt Adası ismini vermiştir. Çünkü sarayın kısrak ve atlarına bakanlara Yunt oğlanları deniyordu.
ALİ ONAY
Taylan Köken
Moshonis hakkında bilgi verir misiniz? 1530’lu yıllarda büyük adanın batısında, içinde suyu bulunan daha küçük bir ada varmış. Bu adada Moshas adında kötü ün salmış bir korsan ailesi ve ortağı ile beraber yaşıyordu. Osmanlı donanması yöreye gelince adayı terk etmek zorunda kaldı. O tarihten sonra adanın ismi Moshonisos ve bölgedeki adalar grubuna da Moshonisia denmeye başlandı, o isim bütün adalara hâkim oldu. Bu fikre Yunanlı tarihçi yazar Hariklia Stavridu da iştirak etmektedir. Yöreye korsan Moshas’ın Kılıç Ali Paşa’dan evvel, Piri Reis’ten sonra geldiği anlaşılıyor.
Kokulu Ada ismi nerden geliyor? Mosho sözcüğü Türkçede mis anlamındadır. Tarihi olayları inceleme zahmetinde bulunmayan halk o sözcüğü dile dolayarak bu ismin mis sözcüğünden geldiğini kabul etti. Hâlbuki tarihi olayları incelediğimizde Mosho sözcüğü ortada yokken kötü ün salmış korsan Mosha’nın adaya yerleştiğini görüyoruz. Ada ve yöre bu ismi korsan Moshas’tan aldığını ve o tarihten sonra adanın ve yörenin o isimle anıldığını görüyoruz.
18
Cezayirli Hasan Paşanın donanmasını Çeşme’de yakılması ve İkonomos ile yakınlaşmaları hakkında bilgi verir misiniz? Çeşme deniz savaşında gemilerin limana yerleştirilmesi esnasında gemilerin çok yakın bağlandığını gören Hasan Paşa itiraz eder, ama gemiler bağlanmıştır. (Hasan Paşa bu savaşta ikinci komutandır.) Bunu dikkatli izleyen Rus donanması gece yarısından sonra limana bir yangın gemisi sokar ve Türk donanmasını ateşe verir. Hemen çatışma başlar, Türk donanması limandan çıkarabildiği gemilerle Çanakkale’ye doğru yola koyulur. Hasan Paşa hafif yaralı olarak üç arkadaşı ile beraber kurtulur. İzmir limanını tahkim ettikten sonra Foça Dikili yolu ile Ayvalık’ın güney kısmına gelir. Tesadüf olarak Papaz İkonomus’un çiftliğine gelirler. Çalışan işçilerden konuşurlar ve yatacak yer ararlar. Bunları oturduğu yerden gören papaz yabancıları çağırtır yiyecek ve yatacak bir yer aradıklarını öğrenince Papaz bunları konuk olarak kabul eder ve karısına dört kişilik yer hazırlamasını söyler. Kadın itiraz eder: “Bıktım sizin tanımadığınız insanları misafir edip hürmet etmenizden der.” Bunun üzerine papaz: “Kadın iyilik yap denize at. “ der. Papaz yabancıları misafir eder, akşam yemeğinden sonra üç kişi çekilir. Hasan Paşa ile Papaz yalnız kalırlar, o zaman Çeşme çatışmasında gemisinin battığını ve donanmaya Çanakkale’de yetişmek istediğini söyler. Yardımlaşmalarından bahsederler. Papaz: “Siz istediğiniz kadar dinlenin günü gelince ben sizi Çanakkale’ye ulaştıracağım” der. Hasan Paşa, dinlendikten sonra Papaz elli silahlı gençle Hasan Paşa ve arkadaşlarını Balya kazası üzerinden Çanakkale’ye ulaştırır. Ve Hasan paşa İstanbul’a varır. Hasan Paşa İstanbul’a vardıktan sonra Kaptan-ı Derya veya Sadrazam olur. Siyaseti çok yakından takip eden Papaz bu bilgiyi alınca hemen İstanbul’a gider. Tabi anladığımız kadarıyla programlı ve neler isteyeceğini bir liste halinde hazırlamış vaziyette gider. Papaz
ALİ ONAY
Taylan Köken
Hasan Paşa ile görüşmek ister. Oradaki muhafızlar güçlük çıkarınca Papaz bağırıp çağırmaya başlar: “Hasan Paşa benim dostum, onunla görüşmeye geldim” der. Bu gürültüler Hasan Paşanın odasına ulaşır: “ Nedir bu gürültüler?” diye sorduğunda: “Sizi görmek isteyen bir kesiş var ve sizin dostunuz olduğunu söylüyor” derler. Hasan Paşa hemen dışarı çıkar. Papazla sarmaş dolaş olurlar. Hasan Paşa: “İyilik yap denize at” der ve taşı gediğine koyar. Dile benden ne dilersen der o zaman Papaz önceden hazırlamış olduğu liste halindeki taleplerini anlatır. Hasan Paşa Papazın bütün istediklerini kapsayan bir ferman hazırlatır ve Papaza verir.
Kidonia iddiası nedir? Kidoni kelimesinin Türkçesi Ayva, Kidonia kelimesinin Türkçesi ise Ayvalık demektir. Kidonia Ayvalık’tır. Kidonia şehri ise Girit Adasında bulunmaktadır. Ayvalık ise bizim yaşadığımız bölge ve kazamıza ilk kuruluşunda verilen isimdir. Rumlara özerklik verildikten sonra kasabadaki Türkler civar köy ve şehirlere dağıtıldı.
19
Kasaba tamamen Rum kontrolüne geçince ilk önce ilkokullar kuruldu. Daha sonra Papaz İkonomos’un tasarısı olan Akademi kurulur, 1803 yılında bu akademiye bir isim vermek gerekiyordu. Ayvalık Akademisi diyemezlerdi, bunun üzerine Türkçe sözlük olan Ayvalık Yunancaya çevrilerek Yunan Akademisi, Kidonia Akademisi denmiştir. Ve o tarihten sonradır ki şehrin ismi hem Ayvalık hem de Kidonia’da denmeye başladı. Ayvalık’ın eski fotoğraflarına baktığımız zaman hiçbirinde Kidonia yazmamaktadır. Fotoğrafların üzerinde Asia Ayvalik ismi geçmektedir. Ve eski ansiklopedilerin hiçbiri Ayvalık’ı Kidonia olarak göstermemekte Kidonia şehrinin Girit’te olduğunu yazmaktadırlar. Osmanlı bölgede zayıf kalınca bölgeyi Rumlaştırma felsefesi doğrultusunda Kidonia ismini ön plana çıkarmaya başladılar. Hatta Ayvalık’ın Yunanistan’a bağlanmasını istiyorlardı. Ve onun içindir ki Ayvalık Rum halkı yani İkonomos’un gününden 1922 yılına kadar halk ikiye bölünmüştür. Bir kısmı Osmanlı yanlısı ve Osmanlıya karşı çıkmamak gerektiğini savundu. Diğer bölüm ise bilhassa gençler Yunanlılığı ve Hıristiyanlığı savunarak Ayvalık’ın Yunanistan’a bağlanmasını istiyorlardı. Ve Yunan askerinin Anadolu’da bulunduğunun en parlak günlerinde 1920 yılında ısmarlama ile Yorgi Sakkaris’e Ayvalık tarihi yazdırılmıştır. Yani Yunan ordusu Anadolu’da kalıcı olmayı başarabilseydi Sakkaris tarafında yazılmış olan ısmarlama tarihe dayanarak Ayvalık’ın Yunanistan’a bağlanmasını isteyeceklerdi.
Girit’in Yunanistan’a bağlandığı dönemde neler yaşandı? Çünkü Girit İslamı vatanlarına çok sadık bir topluluktu. Ne zamanki Rumlar Türklere karşı çatışma bayrağı açtılar o zaman huzur ortamı bozuldu. Ve Türklerde karşılık vermek zorunda kaldılar. Osmanlı Devleti, Girit Rum yöneticileri ile birçok temaslar kurdu birçok tavizkar anlaşmalar yaptı. Ama Rumları memnun etmeye muvaffak olamadı. Ve sonunda büyük devletlerin işe karışması ile Girit Adası yapılan anlaşmalar ile Yunanistan’a bağlandı. Büyük devletler işin içine girince Türk halkı muallâkta kaldı. Ve ciddi bir tabiiyet telaşı başladı. Bölgede yaşayan
ALİ ONAY
Taylan Köken
Girit İslamından hiçbiri İngiliz tabiiyetini kabul etmedi, çünkü İngilizler adaya geldikten sonra ciddi katliamlar yaşandı. Özellikle bu katliamlar Hanya şehrinde daha çok yaşandı. V. Berard’ın Girit meseleleri isimli Rumcaya çevrilmiş olan kitabında yaşananlar resimlerle beraber detaylı olarak anlatılmaktadır.
Venizelos’un Anadolu’ya çıkmasına kimler karşı çıktı? Kimler niçin tenkit edildi? Venizelos’un Anadolu’ya çıkmasına en çok General Mitaksas karşı çıktı. Mitaksas kurmaydı. Anadolu’nun yapısını iyi biliyordu. Anadolu’ya çıktıkları takdirde başarılı olamayacaklarını biliyordu. Ve Anadolu’ya çıkmaya karşı çıktığı için tenkit edildi. Eğer işgal İzmir ile sınırlı kalsaydı eminim 10–15 yıl İzmir’de kalabilirlerdi ama büyük idea amaçları doğrultusunda bütün Batı Anadolu’yu işgal etmeye kalkıştılar. Ve tarihte görüldüğü gibi büyük bir yenilgiyle çekilmek zorunda kaldılar.
Venizelos Girit Türklerinin mübadeleye dâhil edilmesine neden karşı çıkıyordu?
20
Venizelos’un kendisi de Girit Hanyalıdır. Karşı çıkıyordu, çünkü Anadolu Rumlarının Girit’e gelip de yerleşmesini istemiyordu. Anadolu Rumlarını sevmiyor, Türkleri halletmek ise daha kolay geliyordu. Girit’teki Türkleri Rumlaştırabileceği düşüncesi hâkimdi. Venizelos’un başbakanlığı döneminde Türk cemiyetleri Venizelos’a başvurarak Türklerin öldürülmemesini isterler. Venizelos başbakan olarak meclise çıkar ve derki: “Türkleri öldürmeyin onlara Hıristiyan kızları verin evlensinler.” bu konuşma bazı çevrelerde şok etkisi yapar. Babamın anlattığına göre ertesi gün bir gazete Başbakan Venizlos’u başında kırmızı bir fesle tam sayfa olarak yayınlar. Venizelos bu hadiseden sonra tekrar meclis kürsüsüne çıkar ve der ki; “Öncelikle ben Hıristiyan’ım ve Girit'liyim, ama Türkleri öldürmekle bir yere varacağımıza inanmıyorum, eğer biz bunlara evlenmeleri için kız verirsek doğacak çocuklarını evde anne eğitecektir ve elli sene sonra İslam kendiliğinden bitecektir.” Sadece bu sözleri bile Türklerin adadan gitmesine neden karşı çıktığını anlatmaya yeter. Nitekim Anadolu’dan giden I. kuşak Hıristiyan çok çekti ancak II. kuşak rahat etmeye başladı.
Fransız gözlemcilerin raporlarına göre Yunan askerleri İzmir’den kaçarken kendileri ile birlikte kaçmak isteyen yerli Rumları beraberlerinde götürmemişler hatta gemilere binmek isteyen Rumlara karşı gemilerden sıcak su sıkmışlar. Niçin? Gemilere binmemeleri için su sıktılar. 1919–1922 yılları arasında Fransız gözlemciler tarafından kendi ülkelerinin basınına aksettirmiş oldukları bilgilerle, yerli Rumların ve Yunan askerinin Anadolu İslamına karşı yaptıkları kötülükler herkesin gözü önüne serilmiştir. Ecnebi vapur personelinin Anadolu’dan kaçan Rum halkını gemilerine almamasının tek nedeni Fransız neşriyatının kendilerini etkilemiş olmalarına bağlanmaktadır. Fransız neşriyatının Anadolu Rum’u ve Yunan ordusunu hakkında yaptığı yayınlar için Venizelos bu neşriyatın
ALİ ONAY
Taylan Köken
Türkler tarafından güzel organize edilmiş bir propaganda olduğunu söyleyerek zamanın kötülüklerini örtmeye çalışmaktadır.
Atatürk İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Cusyon mübadeleden bahsedince niçin başka bir konuda görüşmeyi kabul etmedi. Neden? Çünkü Yunan ordusu Anadolu’da bulunduğu süre içerisinde yerli Rumlar yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Türklere karşı Yunan ordusu ile birleşerek yerli İslam’a çok büyük kötülükler yaptılar. Harbin Türklerin lehinde bitmesi ile Yunan ordusu çekildikten sonra Türklerin kalan yerli Rumlardan öç alma yoluna başvuracaklarından korktuğu için tek çarenin değişimde olacağını düşünüyordu. Bu nedenle başka bir hususu görüşmek istemedi.
II. Dünya Savaşı sırasında Ayvalık ve Cunda’da ne gibi tedbirler Alındı?
21
Sivillerden gruplar halinde sahil koruma grubu oluşturuldu. Sahil boylarına askeri gruplar tahkim edildi. Sahiller askerin kontrolü altındaydı. Milli Savunma Bakanlığı halkı bilinçlendirmek için kampanyalar başlattı. Asker çağı geçmiş olanlara Profit İlia Tepesinde pasif korunma yöntemleri öğretildi. Tehlike anında halka tehlikeyi haber vermek için Alibey Adasındaki Panayia kilisesinin çanını Ayvalık Profit İlia tepesindeki kilisenin çan kulesine yerleştirdiler.
1944 Ayvalık depreminde neler yaşadınız? 4 Ekim 1944’te fabrikamı faaliyete koydum. Ve yağ çıkarmaya başladık. İşten çıktıktan sonra kardeşim, Mehmet Ülgen Bey ve Enis Damar Beyle okula kadar yürüdük. Zannedersem saat 10-11 civarıydı, şimdiki Hizmet Eczanesinin bulunduğu meydana geldiğimizde ben bir sarsıntı hissettim. Arkadaşlarım bunu fark etmediler. Hiç birimizde bunu önemsemedik. Herkes evine gitti. O gece sabaha karşı 05.00’te çok şiddetli bir deprem oldu. Öyle ki biz kıyamet oluyor zannettik. Karşımızda bulunan eski bir eczanenin saç sundurması sarsıntıyla bütün duvarı içeri aldı ve evin terası çöktü. Karşımızdaki evlerde de hasarlar meydana geldi. Bizim evde büyük bir hasar olmadı. Ancak ön cephedeki mermer balkon kaldıraç vazifesi görerek ön üst cepheyi biraz ileriye çekti. Evimizde başka bir hasar yoktu. Ama şehirde yıkıntılar olmuştu. Sahile indiğimizde bütün rıhtım baştanbaşa yarılmış ve zifiri siyah sular ortaya çıkmıştı. Bu dönemde devlet halka çadır dağıttı. Ve biz de Enis Beylerle beraber halılarla pratik bir çadır yaparak içine yerleştik. Ama 15 Ekim gecesi yağan yağmurla yukarıdaki sokaklardan gelen sular çadırımızı istila etti. Ondan sonra sahilde bir baraka yaptık ve orada iki kış geçirdik. İkinci kışın sonunda annemin isteğiyle evlere girdik. Adada ölüm olmadı. Yalnız İbrahim Bodin adında bir dostumuz deprem esnasında balkona çıkmış. Çok geniş olan mermer balkon aniden çökünce İbrahim de balkonla aşağıya düşmüş ama tesadüfe bakın ki mermerler çadır şeklinde düşmüş. Ve İbrahim
ALİ ONAY
Taylan Köken
yaralı olarak ölümden kurtuldu. Ayvalık’ın sahil yöresinde ölümler oldu(zemin sağlam olmadığı dolgu olduğu için) çöküntülerden ölümler meydana geldi. Ama 62 yıl önce cereyan eden bu olayda kaç kişinin öldüğünü hatırlamıyorum.
Maden Adasındaki maden ocakları hakkında bilgi verir misiniz? Buradaki maden ocakları Balya Karaydın Kurşun Maden Şirketinin bir kolu tarafından işletildi. Yaptıkları kazılarda M.Ö. açılmış olan bir galeri buldular. Galeride bulmuş oldukları o döneme ait bir ağaç merdiveni şirketin sahibi Mösyö Ralis’e götürdüler. Şirketin Balya’da izabe ve filetasyon tesisleri vardı. Burada çıkarmış oldukları kurşun madenini gemilerle Akçay’a götürüp oradan da demiryolu ile Balya’ya sevk ediyorlardı. O zamanlar Akçay’dan Balya’ya demir yolu vardı. Balya’daki tesislerde erittikleri kurşun madenini yurt dışına ihraç ediyorlardı. Ocaklar 1937 yılına kadar bu şirket tarafından işletildi.
Adadaki camiler hakkında bilgi verir misiniz? Adanın ilk camisi şimdiki Taksiyarhis Kilisesinin bulunduğu yerin karşısındaki büyük arsanın doğu kısmındaydı. 1915 Kasım’ında Rumların adaya yapmış oldukları baskında baskıncılar tarafından yıkılmıştır. Bu cami Taksiyarhis Kilisesinden çok önce inşa edilmiştir. 22
İkinci cami (şu anki cami) 1906 yılında Midilli kökenli kaymakam Mehmet Bekir Bey tarafından yaptırılmıştır. (2) Kaynak: www.cundadan.com
ALİ ONAY
Taylan Köken
ALİ ONAY- “Tarihe 1000 Canlı Tanık Projesi” ROPÖRTAJI (3) 1918 yılı Girit-Resmo doğumlu Ali Onay, 1924 yılında Büyük Mübadele ile gelip yerleştikleri Ayvalık Cunda (Alibey) Adası’nda yaşıyor. Çocuk yaşlarda babasının kurduğu yağhanede başlar çalışmaya. Askerlik sonrası yağ fabrikasını kurar, maden işletmeciliğiyle uğraşır bir süre. 1942 yılında Fatma Hanım’la evlenir. Bu evlilikten üç çocuk olur. Fatma Hanım’ın ölümünün ardından derin bir yalnızlık hissettiği Ayvalık-Cunda’daki evinde görüştük kendisiyle… Anılarla dolu bir ev… Aile yadigârı fotoğraflar ve eşyalarla bezenmiş eski, şirin bir Ayvalık evindeyiz. 2003 yazının en sıcak günlerinden biri yaşanıyor. Karşımızda 85 yaşında gözlerinde ve sözlerinde ‘Büyük Mübadele’nin izlerini taşıyan Ali Onay… Duvar saatinin gonkları eşlik ediyor yaşam anlatısına. Her gongun vuruşuyla tersine akıyor zaman. 22 Mayıs 1924 günü Girit Resmo Limanı’ndan kalkan Türkiye gemisinin güvertesinde buluveriyoruz kendimizi, 6 yaşlarında küçük bir çocuk ilişiyor gözümüze… Girit Adası Yunanistan’a ilhak olduktan sonra oradaki halk himayesiz, ortada kaldı. Ticaret hayatı sona erdi, baskılar arttı. Babam 1896 ve 1906 yılında iki sefer Ayvalık’a gelmişti ve bilhassa adaya (Cunda Adası) geleceğimizi haber aldığı zaman çok sevindi. 1923 Lozan Anlaşması’ndan sonra yaşanan büyük mübadele ile pek çok insanın hayatı değişir. Yunanistan’da yaşayan Türkler buraya, burada yaşayan Rumlar da Yunanistan’a gönderilirler. İşte onlardan biri de o tarihlerde beş-altı yaşlarında olan Ali Onay ve ailesidir: 23
“O zaman Girit’te komisyonlar kuruldu. Herkesin malları ve bu malların değerleri tespit edildi. Sefere çıkacağımız zaman hazırlıklar yapıldı, denkler toplandı, sandıklar tanzim edildi. O arada babamın paraları nasıl geçireceği endişesi başladı. Bizim çok yüksek bir karyolamız vardı, hiç unutmam sarıydı rengi, ayakları bu kadar (eliyle karyola ayaklarının genişliğini göstererek). Babam onların alt tekerleklerini çıkarttı ve bunların içine altınları doldurdu. Karyola ayaklarını hususi bir kasa yaptı, çemberlerle bağladı, çaktı. Onları hep yanında taşıdı Türkiye’ye gelene kadar. “Annem, babam, iki kardeş, halam, halamın eşi ve kızı; yedi kişi Cunda’ya geldik. Yolculuk iki-üç gün sürdü. Türkiye sahillerinde ışıklar göründüğünde, herkes geminin sahil tarafına hücum edince gemi yalpaladı. Kaptanın yolcuları uyardığını hatırlıyorum.” (*) Adaya ayak bastığımızda 1924 yılının mayıs ayı cumartesi günüydü, ikinci Türkiye Vapuru’yla geldik. Adaya geldiğimizde, bizden altı ay evvel birinci Türkiye seferiyle gelenler ve Midilli’den göçenler bizi rıhtımda davullarla karşıladılar. Ve dediler ki: “Siz 15 gün karantina altına alınacaksınız.” Sahilde o zaman ayakta duran bir fabrika vardı. Rumlardan kalma, papazın sarayı denen metruk bir bina. Bütün mübadillerin eşyaları oraya kondu. Babam o 4 karyola ayağını en dibe sakladı ve sandıkları onların üzerine yığdı. Orada 15 gün kaldık. Ondan sonra bize bir ev verdiler. Öyle bir ev verdiler ki sandıklarımız bile sığmadı eve. Bir türlü sığdıramazlar eşyalarını bu eve. Kısa bir süre sonra yola çıkmadan doldurdukları mal beyanlarının ışığında verilen yeni evlerine taşınırlar: “Hükümet oradaki mallarımızı beyan ettiğimiz formüllere (belgelere) bakıp bin kök zeytin ağacı, beş-altı dönüm
ALİ ONAY
Taylan Köken
arazi ve hala oturduğumuz evi uygun gördü. Tüm bunlar Girit’te bıraktığımız malların %40’ı kadardır. Kalanı devletin uhdesinde, devletin kasasına kaldı.”
Yağhaneden fabrikaya Babası Hasan Bey Girit’teki gibi ticaretle uğraşmaya karar verir burada da. Kurduğu sabunhanede dönemin en iyi ustalarını bir araya getirir. Bir süre sonra da yağhanesini kurar. “O zaman yağhanede atla dönüyordu taşlar.” Binayı maliye bakanlığından satın alan Hasan Bey makinelerini de dışarıdan getirir. Bu arada babasıyla çalışmaya başlayan Ali Onay eğitimine devam edemez: “İlkokulu bitirdim, paralı ortaokula gittim ama babam okulu bırakmamı istedi. Çünkü yaşlıydı. ‘İşlerimizi kim idare edecek?’ dedi. Ama çok iyi yetiştim onun yanında. Piyasa adamı oldum.” 1938 yılında babasını kaybeder Ali Onay. “O günlerde babam çağırdı, ‘Bak oğlum ben öleceğim. Annen, kardeşin sana emanet, sen evin büyüğüsün’ dedi ve vefat etti. Tabii annem çok akıllı bir insan, hemen bize sarıldı ve ondan sonra 1940’ta benim askerliğim başladı. O zaman işin başına (babasından kalma yağhane) bir müdür koydum ve askere gittim.” Askerlik dönüşü zeytinyağı fabrikası kurar ve kardeşini de yanına alır.
Bozulan Ekonomi 24
“Efendim, ben Cumhuriyet Halk Partisi’ne 1944 yılında iktisap ettim, başkan seçildim. Ama 1946 yılından sonra, İnönü’nün verdiği kararla Demokrat Parti kuruldu. Memleket demokrasiye kapıyı aralamaya başladı.” İkinci dünya savaşı yıllarının ardından bir türlü düzelmeyen ülke ekonomisinin olumsuz gidişinden Ali Onay da etkilenir. “İşimizi çeviremedik. Bizim evde olaylar ancak yemekten sonra gündeme gelirdi. Masada annem “Çocuklar dikkat ediyorum sizin bu şartlarda borçlarınıza son vermeniz mümkün değil. Onun için mal satacağız ve borçlarınızı ödeyeceksiniz. Bir insanın onuru zedelenirse piyasada bir daha tutunamaz.” dedi. Ve anneciğim hiçbir şey demeden tıkıt tıkır malını sattı ve biz borçlarımızı kapattık. O zamanın parasıyla 350 bin liraydı borcumuz. Şimdi bir ayakkabıcıya versen almaz. O zaman büyük bir servetti.” Yine bu tarihlerde madencilikle de ilgilenir Ali Bey: “Yine işlerimiz tıkandı. 1949’la 1951 arasında bir ortak bulduk ve haksızlığa uğradım. Madencilikten vazgeçtim.” 1999 yılında doğduğu topraklara Girit’e gider Ali Bey: “Doğduğum evi, çiftliği aradım. Resmo’da çocukluğuma ait iz bulamadım. Bu beni çok üzdü. Doğrusu doğduğum evi görmek istiyordum. Lozan’da Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi imzalandıktan sonra benim orada bir hakkım olmadığını anlayan biriyim. Girit benim doğduğum anam, ama yine de Girit’e en ufak bir nostalji duymuyorum (**)
ALİ ONAY
Taylan Köken
“Cunda değil Yunda” Yıllarını verdiği, 80 yıldır yaşadığı Ayvalık ve Alibey Adası’nı çok sever Ali Onay: “Alibey Adası ve Ayvalık, dört başı mamur iki tane küçük şehir. Rumlar 35 bin nüfus diyor, ama ben bunu tenkit ettim. Araştırdım, 20 bindi Ayvalık’ın nüfusu. Alibey Adası’nda büyük sabunhaneler vardı. Bir sürü yağ depoları, beş tane büyük kilisesi, iki tane aile kilisesi vardı ve bunların hepsini hatırlıyorum, içlerine girdim, biliyorum. Eğer o kiliseler ayakta kalmış olsaydı, bugün Alibey Adası bir müze şehir olacaktı. Ayvalık’tan bahseden kitaplarda diyorlar ki, Rumlar kurdu. Benim yaptığım araştırmalarda Ayvalık’ı Türkler kurmuş. Bildiğiniz gibi 1968’den sonra turizme açıldı burası ama şimdi her yer betonlaşıyor. Bir de Cunda Adası var! Türkler buraya Yunda Adası diyorlardı. 1513 yılında Piri Reis buraya geldiği zaman civar adaları gezer. Piri Reis’in neşrettiği kitabında, Yund Adaları der buraya. O günden 1924 yılına kadar Osmanlı’nın bütün yazışmalarında adı böyle geçer. Buraya gelen mübadillerden bir akıllı yahut bilgisiz, oradaki yazışmları yahut belediyedeki kayıtlarda “Yunda”yı “Cunda” okudu. Cunda’yla adanın hiçbir ilgisi yok. Bu bir cehaletin, bir Türk cahilinin ortaya çıkardığı bir sözcük…” Giritliler daha medeniydi…
25
“Zirvede yaşadık biz çocukluğumuzu. Mesela karşı komşularımız vardı. Babam hususi çinko tabaklar aldı ve anneme yemek pişirtiyordu, onlara her gün yemek veriyordu. Eğlenceler tertip edilirdi. Vals, polka, sirto. Bunları hep Girit’ten getirdik biz. Bu kültürleri İtalyanlar bizimkilere öğretti Girit’te. Biz çok medeniydik. Mesela buraya gelen Midillililerden yalnızca bir tane aile pantolonluydu, diğerleri poturlu (yöresel özellikler taşıyan şalvar). Mesela Birinci Büyük Millet Meclisi’nde çok Giritli vardı. Neden? Medeniydiler, yüksek tahsilleri vardı. Şimdi bakınız, ben hep şunu müdafaa ediyorum, Yunanlar ve Türkler aynı bölgede yaşadıkları için biz aynı taabiyete mensup insanlarız. Kanlarımız karışık, bütün huylarımız benziyor, suratlarımız benziyor. Onun için bu bölgenin insanları mutlaka aralarındaki ihtilafları halledip kardeş gibi geçinmek zorundadırlar. Ve bakınız kardeş gibi geçinmeyi sağlarlarsa harp malzemesine verdikleri trilyonlar halka kalacaktır, bünyede kalacaktır ve bölgenin en kuvvetli iki halkı olacaktır.” (*), (**) Bu iki bölüm Ali Onay’la yapılan bir söyleşinin de yer aldığı, İskender Özsoy’un derlediği Bağlam Yayınları’ndan çıkan “İki Vatan Yorgunları” kitabından alınmıştır. Not: Bu yazı 7 Eylül 2003 tarihinde Milliyet Gazetesi’nin Pazar Eki’nde yayınlanmıştır. Ali Onay ile yapılan söyleşi Türk Tarih Vakfı’nın “Tarihe 1000 Canlı Tanık Projesi” kapsamında gerçekleştirilmiştir.
Danışmanlar: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu, Doç. Dr. Esra Danacıoğlu Proje Koordinatörü: Gülay Kayacan Görüşmeyi Yapan: Hakan Koçak Görüşme Kayıt Süresi: 3 saat Deşifre Redaksiyon: Sevil Üzrek Görüntü Kaydı: Tamer Üstel Yayına Hazırlayan: Tuba Çameli. (3) Kaynak: www.ayvalikhatirasi.wordpress.com
ALİ ONAY
Taylan Köken
BRUCE CLARK- “İki Kere Yabancı” kitabında Ali Onay (5) Fiyakalı, konuşkan, ufak tefek seksenlik Ali Onay, 2004 başlarında Cunda Giritlileri arasında yaşayan yaşlı ve saygın bir beyefendidir. Giritli coşkusuyla bu çelişkilerin bazılarını şahsında barındırmaktadır. Babası Rethimno (Resmo - Ç.N.) limanının zengin tüccarlarındandır. Ailesi ana dili Rumca olan sadık, seçkin Osmanlı nüfusunun mensubudur. Bu durumu kendi mantığıyla şöyle izah ediyor: Ana dili Yunanca değildir, Kritika'dır ( Giritli ağzı). Gerek kendisinin gerekse Giritli topluluğunun geliştirdikleri tarih versiyonuna göre 1669 yılında Girit'in Osmanlılar tarafından fethi bir "kurtuluş"tu çünkü Osmanlı hem Müslümanlara hem de Hıristiyanlara bir önceki Venedik idaresine oranla çok daha merhametli bir rejim getirmişti. Kritika meselesine gelince, Osmanlı döneminin daha başlarından itibaren pratik nedenlerle kullanılmaya başlanmıştı. Girit, Osmanlı Müslümanlarının -ki bunlar Arap, Slav, Arnavut ya da Türk olabilirdi- idaresi altında bir ada olup bu Osmanlılar sıklıkla Yunanlı Hıristiyan kadınlarla evleniyorlardı. Kritika da böylelikle faydalı bir uluslararası dil olup çıkmıştı. Girit Müslümanları Türk değildiler (çünkü o zaman bu kavram henüz yoktu) ama Rum da değildiler. Onlar sadece Kritika konuşan Osmanlılardı.
26
Ali Onay kendi aile hikâyesini anlatırken zaman zaman hırçınlaştı, zaman zaman muzaffer bir edaya büründü, zaman zaman duygulandı, gözyaşı döktü. "Resmo'dan dışarıya en çok parayı çıkaran aile benim ailem" derken kıkır kıkır gülüyor Ali Bey ve babasının pirinç karyolanın demirlerinin içine altın liraları nasıl tıkıştırdığını, mis kokulu servi ağacından yapılma nefis sandıklara süs eşyalarını, dantelleri, arşiv malzemelerini nasıl doldurduklarını anlatıyor. "Ölünceye kadar bu sandıkları saklayacağım, bana Girit'i hatırlatıyorlar" diyor ve ekliyor: "Ama eminim ki öldüğüm gün çocuklarım eskiciyi çağıracaklar ve kurtar bizi bu pisliklerden diye verecekler sandıkları." Sevgi dolu anılarla Yunan milliyetçiliğine yönelttiği sert eleştirilerin karışımı Girit hakkındaki sözleri, Cunda'nın merkezinin biraz uzağına düşen iki katlı taş evinin içindeki eşyalarla dokunaklı bir uyum içinde. Sadece sandıklar değil, halılar, el işlemeleri, soluk bir gelinlik, dikkatle çerçevelenmiş bazı belgeler, içinde yüksek siyah çizmeler giymiş pos bıyıklı adamların yer aldığı sepye fotoğraflar ve Girit adasının eski bir haritası; bütün bunlar Girit’te bırakılan yaşama hem selam yolluyor hem de yasını tutuyor. En değerli evladiyelikleri arasında büyük büyük anneannesi tarafından bir yerden kopya edilmiş içinde romantik şiirlerin yer aldığı seksen sayfalık defter var. Osmanlıca yazılmış Arap alfabesiyle, ama dili Yunanca. Ailesinin Resmo'da yakın görüştüğü Yunanlı komşuları olduğunu çocukken farkında Ali Onay. Ama dediğine bakılırsa ailesi aynı zamanda Hıristiyan cemaatin siyasi niyetlerine de ihtiyatla yaklaşıyor. Ali Bey, mübadeleden on yıl önce bile iş adamı babasının pusulanın ucunun nereyi işaret ettiğini açıkça görebildiğini söylüyor. İşlerinin çoğunu tasfiye edip varlığının büyük bölümünü paraya çevirmiş. "Babam Girit Müslümanları için Yunan idaresi altında hiçbir umut olmadığını görmüştü, haklıydı da." (4) Bruce Clark –İki Kere Yabancı –Çeviren: Müfide Pekin - İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları – 2008 (Ali Onay’la Bruce Clark’ın söyleşisi “Ayvalık ve Hayaletleri” maddesindedir. Sayfa:72-74)
ALİ ONAY
27
Taylan Köken
Ali Onay, Türklerle Yunanlıların bir arada süren yaşamlarına ölümcül darbenin 1919 Mayıs'ında İzmir'e Yunan ordusunun girmesi ve giderek Anadolu içlerine yayılmasıyla vurulduğunu söylüyor. Bu tespitini doğrularcasına anne ve babasının henüz Resmo'da yaşarlarken Yunan birliklerinin Anadolu'da giriştikleri vahşete dair anlatılan hikâyelerle nasıl dehşete kapıldıklarını anımsıyor yaşlı beyefendi. Komşuları Rum kasabın oğlu Yunan ordusunda Anadolu cephesinde savaşıyormuş. Oğlan yaralı olarak geri döndüğünde asker arkadaşlarının Türk kadınlarını nasıl dövdüğüne, taciz ettiğine dair korkunç hikâyeler anlatmış. Oğlanın annesiyle babası şok olmuşlar; elbette Ali Onay'ınkiler de. Muharebe alanlarından gelen bu hikâyeler Ali Bey'in ebeveynlerinin, artık Yunanlılarla herhangi bir yerde bir arada yaşamanın imkânsız olacağı konusundaki önsezilerini doğrular nitelikteymiş. "Aslında bu çok acıydı çünkü Hıristiyanlarla Müslümanlar yüzyıllardır bir arada yaşıyorlardı" diye ısrarla sürdürüyor konuşmasını Ali Onay. Standart Türkçe terminolojiye sadık kalarak Rumlarla –yani Ortodoks inanca sahip Osmanlı uyruklarıyla- Yunanistan devleti arasındaki farkın altını çiziyor. Yunanistan 1919'da işgal ordusunu Türkiye'ye yolladığında, Ayvalık gibi Rum yerleşimlerinde yerel halkın orduyla suç ortaklığı yapması kaçınılmaz bir durum değildi ama yaptılar ve bedelini de ödemek zorunda kaldılar. "Maalesef Rumlar 1919'dan sonra Müslüman-Hıristiyan dostluğunu çabuk unuttular. Yunan ordusu Anadolu'ya gelmeden önce Rumlar milliyetçi değillerdi; devletlerine sadık Hıristiyan Osmanlılardı. Ama buraya Yunan ordusu gelip de Müslümanlara çok feci şeyler yapınca, bir de üstelik Rumlar onlarla işbirliği yapınca, her şey bitti. Eğer bu korkunç olaylar olmasaydı, şimdi burada Rumlar hala yaşıyor olacaklardı." 1922'de ölen yerel Rumların ve Piskopos Grigorios'un hayaletlerine karşı Ali Onay'ın bir çırpıda dile getiriverdiği özlem dolu cümleleri işte bunlar. Girit'te ve Yunanistan'ın herhangi bir yerinde Müslümanlara yaşam hakkı olmadığı sonucuna varan babası haklı mıydı öyleyse? Esasında Ali Onay'a göre ailesi daha önceden gelmeliydi. Mübadeleden çok önce Girit'ten gelip İzmir'e ya da Anadolu'nun başka yerlerine yerleşen kuzenlerinin tavsiyesine uysalar ne iyi olurmuş. Ama Girit'ten ayrılmanın doğru olduğuna bunca ısrar da etse Ali Onay oraya hala hayli bağlı görünüyor.
ALİ ONAY
Taylan Köken
BAY ONAY- BİR MÜBADİL / OĞUZ SAVAŞ UYSAL (5) Mutlu göç yoktur diyor bir yazar ve ekliyor “her göç kişisel bir trajedidir; sonu iyi de bitse kaybetmenin, geride bırakmanın, eksilmenin öyküsüdür aynı zamanda… Ali Onay, Cundalıların deyimiyle Bay Onay 15.01.1918 yılında Girit Resmo’da tüccar bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş. Henüz altı yaşındayken bir gün kapıyı çalan inzibatlar hiç beklemedikleri haberi vermişler. “Toplanın Türkiye’ye gidiyorsunuz.” “Ben daha çocuktum bunun ne anlama geldiğini kısa bir süre sonra çok iyi anlayacaktım.” Bizim evde ve arkadaşlarımın evlerinde büyük bir hareketlilik başladı. Eşyalarımızı topluyor. Bir kısmını denklere yerleştirirken bir kısmını da Rum dostlarımıza emanet ediyorduk. Bir gün mutlaka donup gelecektik. O zamana kadar teslim ettiklerimize göz kulak olmaları gerekiyordu. Şimdi o günleri gözümün onunu getiriyorum da ne kadar masumane bir düşünceymiş. Oysa zamanla öğrenecektim sadece bizler değil Ege’nin her iki kıyısında yer alan ve bu mübadeleye dahil olan yaklaşık bir milyon yedi yüz bin insanın hepsi aynı duygularla hareket ediyordu. “Bir gün eve geri döneceğiz.” Sanırım Limana yanaşacak olan o gemiye, geri dönüşe ve eve kavuşmaya duyulan özlemdir Ege’nin her iki kıyısındaki insanları uzun yaşatan. Beklenen o gemi gelmese de umut hep vardır. Her iki kıyıda da evlerin pencereleri limanı ya da boğazı görecek şekilde inşa edilmiştir. Ola ki bir gün vapur gelirse görmek, koşup ta vapura yetişmek ve de eve dönmek için… Her pencere limana bakmıştır. 28
Vapur limana yanaştığında eşyalarımız maunalarla vapura taşındı. Hepsi tek tek kontrol edilmiş çok fazla bir şey almamıza izin verilmemişti. Ve ayrılık vakti geldiğinde Rum komşularımız, dostlarımız biraz çekingen ve ürkekçe olsa da hepsi limana bizi göndermeye gelmişlerdi. Kolay mıydı öyle çocukluk arkadaşından dostundan ayrılmak. Her sarılışta bir daha görmeceymiş hissi olsa da hepsi yüreğindeki umudu korumak için komşusunun kulağına usulca fısıldıyordu “emanetini merak etme sen gelene kadar gözüm gibi bakacağım” Gemi limandan ayrılmaya başladığında kıyıda kalan Niko’nun da gemideki Hasan’ında kalbinde hep aynı hüzün vardı. Ne Neden Niçinler de kendi payları olmasa da sonuçlarına kendilerinin katlanmak zorunda oldukları bir ayrılıktı bu… Evinden, yurdundan, dostundan, kimisi de yavuklusundan koparılışın isyanını bir yanardağ şiddetinde sessizce akıp giden gözyaşlarında yaşıyordu. Biz Türkiye vapurunun ikinci seferi ile yola çıkmıştık. Yol boyunca hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Gönlümüz yüreğimiz Ege’nin her iki kıyısı arasında gidip gidip geliyordu. Bir tarafta bıraktığımız evimizin topraklarımızın dostlarımızın hüznü diğer tarafta ise anavatanımıza kavuşmanın sevinci gözyaşlarımıza karışıp duruyordu. Boğaz dar olduğu için ara vasıtalılarla çıkarıldık Cunda Adasına. Rıhtıma çıktığımızda Midilli ve Girit’ten bizden evvel gelenler davul ve zurnalarla karşıladılar. Gelenlerin hepsini hemen orada aşıladılar. Despotun sarayında on beş gün karantinada tutulduk. Karantina süresi bittikten sonra ellerimizdeki formüllere göre (Yunan hükümetince verilen mal beyanları) varlıksız ailelere kişi başına 35 ağaç zeytin varlıklı ailelere ise 20 şer ağaç zeytin bir ev ve birer buçuk dönümde tarla verildi.
ALİ ONAY
Taylan Köken
Kolay olmadı alışmak çünkü oradan gelenlerin çoğu varlıklı ailelerdi ve burada ki ekonomik şartlara uyum sağlamaları çok zor oldu. Bazıları ise maalesef uyum sağlayamadılar. Tam 81 yıldır bu evde yaşıyorum bundan birkaç yıl evvel Girit’e gittim. Çocukluk hayallerimde sakladığım her şey yerli yerinde duruyordu. Birbirimizi hatırlamasak ta kendi yaşımdaki arkadaşlarımı, doğduğum evi yürüdüğüm sokakları pencerelerimizi her şeyimiz bir yetişkin gözüyle görmek çok farklıydı benim için… Ben 81 yıldır doğduğum yerden uzakta yaşıyorum. Burayı seviyorum çünkü burası benim ülkem ama bazen farkında olmadan da olsa pencereden acaba gemi geliyor mu diye baktığım zamanlarda olmuyor değil…
(5) Kaynak: www.fotogezgin.com / 05 Ocak 2009
29
ALİ ONAY
Taylan Köken
Burnumum Ucunda Tarihin Kokusu: Ali Onay- Derya İzgiş (6) Şirin bir Ayvalık evi… Aile yadigârı eşyalarla, fotoğraflar ve anılarla dolu bir ev… Büyük Mübadelenin izlerini taşıyan, geçmişine tutunmuş, geleceğini özenle yaşamış Ali Onay’ın Ayvalık-Cunda’daki evindeyiz. 1918 yılı Girit-Resmo doğumlu Ali Onay, 1924 yılında Büyük Mübadele ile gelip yerleştikleri Ayvalık Cunda (Ali bey) Adası’nda yaşıyor. Erken yaşlarda babasının kurduğu yağhanede çalışmaya başlar. Askerlik sonrası kendi yağ fabrikasını kurar, maden işletmeciliğiyle uğraşır bir süre. Hayatının kadını Fatma Hanım’la evlenir. Kendi ailesini kurar ve 3 çocuk babası olur. Mutlu bir yaşamın ardından, Fatma hanım gözlerini dünyaya kapatır. Ali bey, anılarıyla birlikte kalabalık bir yalnızlığa mahkum olur. Bu günlerde 95 yaşını süren ve canlı bir tarih olan Ali beyi ilk ziyaret eden biz değiliz. Allah uzun ömür versin ki; Son da olmayacağız…
Resmo’dan gelişinizi ve sebebini anlatır mısınız? Girit Adası Yunanistan’ın himayesine geçtikten sonra, İslam halkı ortada kaldı. Ticaret hayatı sona erdi. Baskılar arttı. 1923 Lozan Anlaşması’ndan sonra yaşanan büyük mübadele ile pek çok insanın hayatı değişti. Yunanistan’da yaşayan Türkler buraya, Türkiye’nin belirli yerlerine, burada yaşayan Rumlar da Yunanistan’a gönderildi. Babam daha önce işle ilgili Ayvalık’a gelmişti. Bu sebepten dolayı adaya (Cunda Adası) geleceğimizi haber aldığı zaman çok sevindi. 30
O tarihlerde Girit’te komisyonlar kuruldu. Herkesin malları ve bu malların değerleri tespit edildi. Eşyalarımızı koymak için sandıklar tanzim edildi. O arada babamın paraları nasıl geçireceği endişesi başladı. Bizim çok yüksek bir karyolamız vardı. Babam onların alt tekerleklerini çıkarttı ve bunların içine altınları doldurdu. Karyola ayaklarını hususi bir kasa yaptı, çemberlerle bağladı, çaktı. Onları hep yanında taşıdı Türkiye’ye gelene kadar. Baba, Annem, kardeşim, halam, eşi ve kızı; yedi kişi Cunda’ya geldik. Yolculuğumuz iki-üç gün sürdü. Adaya ayak bastığımızda 1924 yılının Mayıs ayının bir Cumartesi günüydü, ikinci Türkiye Vapuruyla gelmiştik. Adaya geldiğimizde, bizden altı ay evvel birinci Türkiye seferiyle gelenler bizi rıhtımda davullarla karşıladılar.
Ali bey sohbet ederken birden sustu, torunu Pelin Onay’a likör ikram etmesini söyledi. Koyu yeşil ve etiketi olmayan bir cam şişe içindi geldi vişne likörü. “Dedem misafirlerine ikram edeceği likörü kendi yapıyor” dedi. Pelin hanım… Benim gibi alkolle arası pek olmayan birinin bile içmeye doyamadığı harikulade bir tat… Bu likör için Ali beye teşekkür ediyor ve sohbetimize devam ediyoruz. Bizi karşılayan yetkililer dediler ki; “Siz 15 gün karantina altına alınacaksınız.” Sahilde o zaman Rumlardan kalma bir fabrika vardı. Bütün mübadillerin eşyaları oraya kondu. Babam o dört karyola ayağını en dibe sakladı ve sandıkları onların üzerine yığdı. Orada 15 gün kaldık. Ondan sonra bize bir ev verdiler. Verdikleri ev o kadar küçüktü ki, sandıklarımız bile zor sığıyordu. Bir türlü sığdıramadık eşyalarımızı bu eve. Neyse ki; Kısa bir süre sonra, yola çıkmadan doldurduğumuz mal beyanları doğrultusunda başka bir ev tayin ettiler. Hükümet Girit’te beyan ettiğimiz formüllere ( belgelere formül denirdi o
ALİ ONAY
Taylan Köken
dönemler) bakıp, hala oturduğumuz evi, bin kök zeytin ağacı ve 5-6 dönüm arazi vermeyi uygun gördü. Tüm bu mallar Girit’te bıraktığımız malların %40’nı karşılıyordu. Kalanı ise Türk Devletinin kasasına kaldı.
Büyük Mübadelenin, 6 yaşında küçücük bir çocuğu Ali Onay. Tüm olup biteni anlatırken, hala gözlerinde o günlerin acısını, kederini görebiliyorsunuz.
Babasının oğlu Ali beyin babası Hasan Bey, Girit’te olduğu gibi, burada da ticaretle uğraşmaya karar verir. Önce sabunhane ve bir süre sonra da yağhanesini kurar. İyice yetişen ve babasıyla çalışmaya başlayan Ali Onay eğitimine devam edemez. Babasının yanında çok iyi yetişir ve piyasa adamı olur. Babasının vefatından sonra da, yağhaneyi işletmeye devam eder. Bir gün Ali Onay’ın askerlik zamanı gelir. Babasından kalma yağhanenin başına bir müdür atayıp askere gider. Askerlik dönüşü bir Zeytin Yağı fabrikası kurar ve kardeşini de yanına alır.
Babanız kaç yılında vefat etti?
31
1938 yılının Mart ayının sonlarıydı. Babamın kurduğu yağ değirmeni çok iyi işliyor, işlerimiz çok iyi gidiyordu. O gün babam tarlalarda çalışan işçilerin yanına gitmek için kahyadan atı istedi. Kahyanın atın bir haftadır dışarı çıkmadığını ve damlı olduğunu söylemesine rağmen dinlemedi ve atı eyerleyerek yola çıktı. Mahalleden çıkıp Taksiyarhis kilisesinin önünden geçerek değirmen yoluna yaklaşırken çitle çevrilmiş olan tarlamızda (şimdiki okulun arkasındaki tarlalar) tam kapının hizasına geldiği zaman esen şiddetli poyrazla rezeleri yağsız kapı açılırken bir gıcırtı çıkarır at o gıcırtı ile bir adım geriler. Babam atın önünden yere düşer at terbiyeli olduğu için kımıldamayarak babamın daha fazla darbe almamasını sağlar. Babam darbeden çeşitli sıyrıklar almıştı, ama kanaması yoktu. Ertesi gün, gece yarısından sonra burnundan kan gelmeye başladı. Şehirde doktor yoktu, esen şiddetli fırtına nedeniyle motorla Ayvalık’a gidip doktor getirmekte imkânsızdı. Annem, akraba ve dostlarımızı çağırdı. Bin bir güçlükle kanama durduruldu. Ertesi gün doktor getirdik ilaçlar verdi, ama o ilaçlardan etki etmedi. Dostlarımız Edremit’te bulunan askeri Doktor Yarbay Refik Malik Beyi önerdiler hemen adam gönderip getirttik. Refik Malik Bey muayene ettikten sonra çok kan kaybından ötürü kalbinin çok zayıfladığını söyledi ve ilaçlar verdi. İlaçları kullandık ama faydalı olmadı.
Yağhaneden Madenciliğe geçiş nasıl oldu? 1944 yılında, Cumhuriyet Halk Partisi’ne iktisab ettim, daha sonra çalışmalarımdan dolayı başkan seçildim. Ama 1946 yılından sonra, İnönü’nün verdiği kararla Demokrat Parti kuruldu. Demokrat parti bucağımızda bazı akımlar sebebiyle taban buldu. Muhalefet çok sert yapılmaya başladı. Beni bucak başkanlığına seçen dostlarım benim karşıma muhalif olarak çıktılar.
ALİ ONAY
Taylan Köken
İkinci dünya savaşı yıllarının ardından bir türlü düzelmeyen ülke ekonomisinin olumsuz gidişi bizi de etkiledi. Öyle ki krediler ödenmeyecek bir seviyeye geldi. Yağ fabrikamız icra yoluyla satışa çıktı. Ziraat bankasından tanıdık vasıtasıyla vade istendi. Bu sure zarfında, fabrikamız çalıştı ve borçlarımızı ödedik. Fabrika çalışırken Alibey adasında bir kurşun madeni şirketi kurulmuştu. Şirketin bir Rum ortağı ile yardımcısı fabrikamın 20 metre ilerisinde Mustafa Atalay’ın yaptırdığı bir dükkânı kiraladılar. Burasını hem yatakhane hem de yazıhane olarak kullanıyorlardı. Bu komşuluk sebebiyle bunlarla tanışma imkânı bulmuştum. Banka borçlarımı tasfiye ettikten sonra yaşadığımız boykotlarında etkisiyle kardeşimle fabrikanın makine ve alet hırdavatını satma kararını verdik. O zaman toplam olarak elimize 36.000 TL para geçti. Mevcudiyetinden bahsettiğim kurşun madeni şirketindeki sermayedar İstanbullu Miltiadis Kurteşoğlu, sebebini bilmediğimiz bir nedenle şirketten ayrılmak istedi. Komşum olan şirketin Rum ortakları Kliafos Vafiadis ve kuzeni Petroskaya Stavrinos maden şirketine sermayedar olarak girmemizi ısrarla istediler. Sürekli ısrar edilince aile içinde görüştük ve o şirkete eşimin ortak olmasına karar verdik. Madencilik de böyle başladı. Çocuk yaşlarda doğduğu yerleri bırakıp gelmiş ve 90 yıldır bu evde, bu şehirde yaşamış Ali bey… Bu sebeptendir ki; Ayvalık ve Ali Bey Adası’nı çok sever Ali Onay. Biz de Ali Onay’ı…
(6) Kaynak: www.blog.miranda.com.tr / www.giritturklerikulturu.wordpress.com
32
ALİ ONAY
Taylan Köken
ALİ ONAY- Vecdi Yılmaz Beyin Alıntıları (7) "Girit'ten Türkiye isimli bir vapurla 24 Mayıs 1924'te Cunda adasına geldik. Ben altı yaşındaydım. Lozan antlaşması yapılınca herkes eşyalarını sandıklarına topladı. Üstlerini kenevir gibi çuvallarla kapladı. Bizim pirinç bir karyolamız vardı. Babam demir ustası bir akrabamıza tekerleklerini söktürüp, içine paralarını doldurdu. Büyük selvi sandığımıza da ikinci bir taban yaparak altınları sakladılar. Buraya Girit ve Midilli'den gelenlerin %80'i parasızdı. Verilen azıcık malı ucuz ucuz sattılar; İzmir'e, Manisa'ya, Edremit'e dağıldılar. Geride ikibin kişinin kaldığı bu adayı hatırlıyorum. Dört kilise, beş sabunhane, mengene, dükkânlar vardı. Ama hiçbiri yürümedi. Çünkü gelenlerin çoğu ziraat adamıydı. 1944'teki deprem de tuz biber oldu. Ama kiliseleri yıkan deprem değil insanlardı. Bağnazlıktan buraya gelenlerin %85'i Türkçe bilmezdi. Girit mahallesi lehçesi kullanırdık. Bu yüzden buradakiler bize "Yarı Gavur" derlerdi. Halbuki biz orada yüzyıllarca Müslüman kalabilmek için mücadele vermiştik. Girit'e 1999'da gittim. Evimizi bulamadım. Oradaki haklarımızın tamamen kaybedilmiş olduğunu bilen bir insanım. Göç etmekten başka şansımız yoktu. Dostlarıma karşı özlemim var, memlekete değil. Birkaç sene önce de gittim. 16 gün kaldım dostlarımda. Yeter ki iki halk arasında dostluk pekişsin." (NTV Tarih) *Ali Onay’ın ise babası Resmo okulunun müdürü, beş dil biliyor... *Ali Onay'ın dedesi beş dil biliyor, Galatasaray Sultaniyesi’nde okumuş mühendis konumunda demir yollarında görevli baş amir… Fransızcası fevkalade güzel... 33
*Anadolu’ya geldiğinde maddi sıkıntı yaşamış aile… Bir çoğu malını, mülkünü orada bırakmış… Ve nice Napolyon altınını… Hatta Ali Bey şöyle der: Orada altın leğende yıkanan çocuk yani maddi durumu çok iyi olan bir aile buraya geldiğinde ekmeği bile borçla alacak hale gelmiş… Ve oradaki bir çadır buradaki bir saraya bedeldi demişler...
Benim Giritli limon ağacım Seni nerelere dikeyim Dikeyim, dikeyim Seni kalbime dikeyim…
(7) Kaynak: www.facebook.com / Fotoğraflarla Ayvalık Nostalji Grubu / Sayın Vecdi Yılmaz’ın yazısı.
Taylan Köken
ALİ ONAY
ALİ ONAY GÖRSELLERİ:
34
Ali Onay ve Ailesi
Ali Onay
Taylan Köken
ALİ ONAY
Ali Onay ve Derya İzgiş 35
Ali Onay ve Vişne Likörü
Taylan Köken
ALİ ONAY
Ali Onay Maden Adasındaki Ocaklarının Başında
36
Ali Onay Maden Adasındaki Ocaklarda
Taylan Köken
ALİ ONAY
Girit Hatırası Sandık 37
Uğurlar olsun…