Bismillahirrahmanirrahim “Fikre, Sanata, Ruha...Tohum...” ve sonrasında “Uyanış! Tıpkı bir tohum gibi” Yıllar, uzun yıllar sonra dalları göğe uzanan bir çınar olma duasıyla... Hızla dönen ve bilginin sürekli güncellendiği bir dünyada misyon ve vizyon sahibi olmanın öneminin farkındalığıyla -hele ki sahibi olduğunuz bu misyon ve vizyon gücünü “kökü ezelde, dalı ebedde” olan bir sistemden alıyorsa- karşınızdayız. Kıymetli okurlar! Dergimiz Tohum sizlerin de gördüğü üzere bir dönüşüm içerisinde. Ağabeylerimizin yarım asra ulaşan tecrübe ve birikimlerini, bugünkü ekibimizin enerji ve dinamizmiyle fikirlerin harman olduğu yer olan dergimizde birleştirmeyi arzu ediyoruz. Bu dönüşümü safha safha sizlere yansıtmak istiyoruz ve bunu elinize ulaşan bu sayıyla başlatmış bulunuyoruz. İnsanların Allah’la, bizi biz yapan değerlerle, yoldaki işaret ve işaretçilerle irtibatının kesildiği bir dönemde ümmetin kabul edilmiş duası olan okullarımızın kuruluşunun 60.yılında özel bir sayıyla karşınıza çıkmayı uygun gördük. Bu sayımızda Genel Başkanımız Dr. Hüseyin Korkut’un bir gün dünyayı adalet eliyle idare edeceğine inandığımız, insanları hayra çağıran davet erlerinin meziyetlerini ve sorumluluklarını makalesinde sizlere hatırlatıyor. Sonrasında Yrd.Doç.Dr. Mustafa Öcal’ın dünden bugüne İmam Hatip Liseleri başlıklı yazısıyla özellikle genç kuşağımızın detaylı bilgi sahibi olacağını düşünüyoruz. Ardından Prof.Dr. İsmail Lütfi Çakan’ın İmam Hatip Liselerinin çağdaş misyonunu kaleme alan bir makale sizleri bekliyor. Sonrasında ise kendine has uslubuyla Sabri Otağ her İmam Hatiplinin bir “Gönül Doktoru” olduğu gerçeğini hatırlatıyor. Prof.Dr. Hayrettin Karaman ise bir İmam Hatipli olarak bu neslin Türkiye’ye tesirini anlatıyor. Merhum Celalettin Ökten Hocamızın oğlu Prof.Dr. Saadettin Ökten düşünce dünyamızda bir ufuk açıyor ve kendimizi sorgulayıp İslam Medeniyetinin neresinde olduğumuzu düşünmemizi istiyor. Sonrasında İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü İHL Koordinatörü Nazif Yılmaz okullarımızda nicelikten niteliğe ya da eskimez tabirle kemiyetten keyfiyete dönüşmek gerektiğinden hareketle, yapılması gerekenleri madde madde sıralıyor. Yine bu sayımızda “60.yıl”a ilave olarak ikinci bir dosyayla, “kardeşlik” dosyasıyla sesimizi duyuruyoruz. Bu bağlamda, kalem ehli Ahmet Taşgetiren Hocamız zaman “Sevgi ve Kardeşlik Zamanı” diyerek Peygamber (a.s)’in yoğurduğu “kardeşlik” hamurunu önümüze koyuyor. Ardından araştırmacı-yazar Abdullah Yıldız yine Peygamber ölçüsünde “İslam Kardeşliği”ni zihinlerimize nakşediyor. Son olarak ülkemizde ve dünyada dökülen kardeş kanını görünce, Yrd.Doç.Dr. Adnan Memduhoğlu’nun insanı sarsan “Ey Allah’ın Kulları Kardeş Olunuz” başlıklı makalesi sizleri bekliyor. Yeni tasarımı ve yeni muhtevası vesilesiyle dergimizde 1963 yılından bugüne emek eden, noktasından virgülüne katkı sağlayan, şu an bu satırları okuduğunu bildiğimiz kıymetli büyüklerimize, ağabeylerimize ve kardeşlerimize; olmasalardı dergiyi bugün bu halde bulamayacağımız bilinciyle teşekkür ediyoruz. Yeni sayıda buluşmak dileğiyle... Ves’selam...
İHL 60.YIL TOHUM
01
içindekiler 04
06
İNSANLARI HAYRA ÇAĞIRAN DAVET ERLERİ
DÜNDEN BUGÜNE İMAM HATİP LİSELERİ
16
İMAM HATİP LİSELERİNİN ÇAĞDAŞ MİSYONU
26
GÖNÜL DOKTORU
30
İMAM HATİP NESLİNİN TÜRKİYE’YE TESİRİ NEDİR?
CELAL HOCA: EYLEMCİ, EYLEM VE BİRİKİM
ÖNDER ADINA ‹MT‹YAZ SAH‹B‹ Dr. Hüseyin Korkut
REKLAM SORUMLUSU Mustafa Karahüseyino€lu
YAYIN DANIfiMANI Mustafa Canbey
TOHUM Dergisi, ÖNDER ‹mam Hatip Liseleri Mezunlar› ve Mensuplar› Derne€i yay›n›d›r.
GENEL YAYIN YÖNETMENİ Murat Şahin ED‹TÖR Ahmet Bolat
GRAF‹K TASARIM Elagrafik (0212) 272 33 23 (0544) 792 91 93
YAYIN KURULU Sabri Ota€, Nazif Yılmaz, Ekrem Torun, Hikmet Şen,Fatih Serenli
BASKI Cemre Ofset (0212) 544 85 19
02
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
34
ADRES Alemdar Mahallesi Hükümet Kona€› Sokak No: 7 34110 Ca€alo€lu ‹stanbul Tel : (0212) 519 09 53-519 12 76 Faks : (0212) 519 09 57 onder@onder.org.tr tohum@tohumdergisi.com
Kaynak gösterilmeden al›nt› yap›lamaz. Yaz›larda k›saltma yap›labilir. Hukuki sorumluluk yazara aittir.
36
NİCELİKTEN NİTELİĞE İMAM HATİP LİSELERİNDE KALİTE
48
SEVGİ VE KARDEŞLİK ZAMANI
44
HATIRALAR
46
ŞİİR
47
VAN DEPREMİ
58
62
İSLAM KARDEŞLİĞİ
EY ALLAH’IN KULLARI, KARDEŞ OLUNUZ!
İHL 60.YIL TOHUM
03
Dr. Hüseyin KORKUT ÖNDER Genel Başkanı
İnsanları Hayra Çağıran
Davet Erleri Dünyanın ifsâdı, şeytani organizasyonlar tarafından en gelişmiş, en etkili-etkileyici, en saptırıcı, en öndürücü silahlarla her tür şeytani desîse kullanılarak gerçekleştiriyor. Böylelikle insanların dünyadaki hayatları iptal ediliyor; ebedi hayatın bu insanlar için ebedi bir felaket olmasının yolu açılıyor. Bütün bu felaketler ağının şahitleri olarak rahatlıkla diyebiliriz ki, insanları hayra çağırmak, hayrı takdim etmek, hayrın önünü açmak salih kullara yakışan salih bir davranıştır; üstün bir fedakarlık, üstün bir hizmettir.
Peygamberlerin ve onlara hakkıyla tabi olan müminlerin en önemli vazifelerinden birisi hayra öncü olmaktır. İnsanları huzura, mutluluğa, kardeşliğe çağıran şefkatli seslerdir onlar. Kalpler ve bedenler tertemiz olsun; yüzler ve gönüller aydınlansın; iyilikler evleri, sokakları, meydanları, çağları doldursun diye davetteydiler. Hakkı üstün kılmak; haksızlığı dokuzuncu, onuncu köyden kovmak; adaleti toplumların iftiharı, mukaddesi kılmak için çabaladılar. Hayra davet ile kula kulluk zilletinden her şeye gücü yeten, dilediğini hikmetle takdir eden, yaratan, yaşatan Allah’a kulluk izzetine kavuştu insan… Bu mücahede ile cehaletin, sapkınlığın, haksızlığın, kaba kuvvetin, ayrımcılığın, eşitsizliğin her türlü aşırılık ve azgınlığın, egoizm ve hedonizmin, sevgisizlik ve hukuksuzluğun mezarı kazılırken, üstün medeniyetler kuran güzelliklerin önü açıldı. Hayrın başı, insanları ebedi mutluluğa kavuşmasına vesile olmak ve hilkatte en üstün varlık olan insa-
04
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
nın ifsada uğramak suretiyle bu âli mertebesinden mahrum kalmasına mani olmaktır. İnsanı insan olmak değerinden uzaklaştıran zulüm, sömürü, ayrımcılık; teknoloji, moda, medya ve diğer araçlarla insan bedeninin, emeğinin, vaktinin ve aklının sömürülmesi, heba edilmesi hayra davetin sükuta uğramasından kaynaklanan büyük felaketlerdir. Davet erleri iman, istikamet, emniyet, hamiyet, gayret, vefa, fedakarlık ve samimiyet güzellikleriyle dopdolu olarak insanları karanlıklardan aydınlığa yükselteceklerdir. Allah Teala davet ehlinin özelliklerini vurgularken birbirinden ayrılmaz iki vasfını birlikte zikrediyor: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır” (Ali İmran, 104). Aslında iyiliği yayma, kötülüğe mani olma güzelliği, müminlerin başlıca vasıflarındandır. “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır ve Allah’a inanırsınız …” Ali İmran, 110.
Çağımızın büyük buhranları, sıkıntıları bulunuyor. Dünyanın ifsâdı, şeytani organizasyonlar tarafından en gelişmiş, en etkili-etkileyici, en saptırıcı, en öndürücü silahlarla her tür şeytani desîse kullanılarak gerçekleştiriyor. Böylelikle insanların dünyadaki hayatları iptal ediliyor; ebedi hayatın bu insanlar için ebedi bir felaket olmasının yolu açılıyor. Bütün bu felaketler ağının şahitleri olarak rahatlıkla diyebiliriz ki, insanları hayra çağırmak, hayrı takdim etmek, hayrın önünü açmak salih kullara yakışan salih bir davranıştır; üstün bir fedakarlık, üstün bir hizmettir. Nitekim Allah teala buyurmaktadır: “Ben şüphesiz müslümanlardanım deyip dürüstlükle çalışarak Allaha davet eden kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33). Aynı şekilde insanların hayatından zorlukları, sapkınlıkları, yolsuzlukları ve yanlışları, zulmü ve azgınlığı uzaklaştırmak, özetle kötülüklere mani olmak aynı derece de üstün bir meziyettir. Peygamberler hakkı kaim kılmak ve batılı zail etmek mesuliyetini birbirlerine miras bırakarak ayrıldılar. Efendimizin varisleri olan izzetli müminler bu kutsal gayreti devam ettirme mükellefiyeti altındadırlar. Hiç şüphesiz bir insanın imandan sonra sahip olabileceği en üstün mertebe, şanlı peygamberin hakkı kaim kılma, batılı zail etme mücadelesinin
bir ferdi olmaktır; bu şuurla egoizmi bir kenara itip diğerkâmlık ve fedakârlık gömleğini giyerek bütün bir insanlığı acıdan, ateşten, ızdıraptan, ebedi azap ve bahtsızlıktan kurtarmaktır, kurtarma gayretinde olmaktır. Çevresini aydınlatan mum olmak bu; malını canını Allah yolunda feda etmek bu; karanlıklardan kaçıp aydınlığa yelken açmak budur. Bu, insanın hayvanata dair hasletlerini meleklerden daha yükseğe, en yükseğe çıkarabilme muvaffakiyeti ve nimetidir. Dünyevi hiçbir kazanç, bu mesuliyetin yere bırakılmasına, bu hasletten sıyrılmaya gerek olamayacağı gibi, bir mola rahatlığı sağlayacak da değildir. Yeryüzünde fitnenin ortadan kalkması, insanlığın barışı ve huzuru müminlerin bu şuur ile çalışmalarına bağlıdır, şüphesiz. Hayra davet, iyiliği yayma ve kötülüğe mani olma gayreti olmadığında dünyayı fesat kaplayacak ve dünya bir cehenneme dönecektir. Ümitsiz değiliz. Cenab-ı Hakkın yardımına ve lütfuna dayanarak elimizden gelen çabayı ortaya koyarak O’na tevekkül edip takdirine teslim olmak ile mesulüz.
İHL 60.YIL TOHUM
05
Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖCAL Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Din Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Dünden Bugüne İmam-Hatip Liseleri Gerek yazılı kaynaklarda zikredildiği, gerek halen hayatta olup yaşı 70’in üstünde olanların hafızalarında canlılığını koruduğu gibi o yıllarda mihraba geçip namaz kıldıracak, ölen insanların cenazelerinin tekfin ve defin işlemlerini yapacak kimse kalmamıştı. Kur’an-ı Kerim dâhil dinî nitelikli yayın yapılamamaktaydı. Uygulanan bunca yasak sebebiyle toplum iyice cahilleşmişti. İlk örneği 1913’te açılan Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba’ya kadar uzanan İmam-Hatip Liseleri, yaklaşık bir asırdan beri eğitim sistemimizin temel taşlarından, olmazsa olmazlarından birisi olmuştur. Cumhuriyeti kuran irade 1924’te, genel medreselerle birlikte Medresetü’l-Eimme ve’lHuteba’yı da kapatmıştır ama aynı yıl yürürlüğe koyduğu Tevhid-i Tedrisat Kanununun dördüncü maddesiyle Maarif Vekâletine / Milli Eğitim Bakanlığına, İmam ve Hatip Mektepleri açma görevi vermiştir. Bakanlık da toplam sayıları 34’ü bulan İmam ve Hatip Mekteplerini açmıştır. Fakat ne yazık ki o dönemin zihniyeti mekteplere uzun süre hayat hakkı tanımamış, öğrenci yokluğu(!) bahanesiyle 1930 yılına kadar tamamını kapatmıştır.(1) Ancak aradan yıllar geçtikten sonra Tevhid-i Tedrisat Kanununun âmir dördüncü maddesine işlerlik kazandırılarak 1951’de bu sefer İmam-Hatip Okulu
Tevfik İLERİ
06
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
adıyla yenileri açılmıştır. 1973’te adı İmam-Hatip Lisesine dönüştürülmüştür. Biz bu kısa makalemizde, -en başa dönmeden- 1951’den bu güne 60 yıl boyunca İmam-Hatip Okullarının geçirdiği evreleri özetlemeye çalışacağız.
İmam-Hatip Okullarında / Liselerinde Görülen Gelişmeler ve Hizmetleri İmam-Hatip Okullarının Açılışı ve Kur’an’ın Latin Harfleriyle Okutulma Şartı 1951 yılında 7 ilimizde İmam-Hatip Okulu adıyla 4 yıllık din eğitimi ve öğretimi yaptıran kurumlar açılmıştı. Okulların açılış amacı, dönemin Maarif Vekili ve okulların açılış kararnamesini imzalayan Tevfik İleri tarafından; “İmam-Hatip Okullarının açılması zaruretine kaniiz. Çünkü Türk Milletine hitap edecek olgun, kültürlü hatip ve imamların yetişmesini arzu ediyoruz”(2) ifadesiyle ortaya konmuştur. Ancak okulları açan siyasi iradeye rağmen bürokratlar tarafından Kur’an-ı Kerim’in Latin harfleriyle okutulması şartının konulması da ihmal edilmemiştir. Dönemin İstanbul İmam-Hatip Okulu müdürü Celalettin Ökten’in Maarif Vekili Tevfik İleri ve ilgili bürokratlarla görüşmesi sonucunda Kur’an’ın Latin harfleriyle öğretimi şartını tashih ettirebilmiştir(3) Ancak buna rağmen Kur’an ilk birkaç yıl Latin harfleriyle okutulmuş ve öğrenci karnelerinde de;
Celalettin ÖKTEN
Arapça Kur’an, Türkçe Kur’an olarak iki ayrı ders gibi değerlendirilmiştir.(4) Peki, İmam-Hatip Okullarında Kur’an-ı Kerim’i aslından okutup öğretmek var iken neden Latin harfleriyle okutulması şartı konulmuştur? Bu soruya iki ayrı cevap vermek mümkündür; Birincisi; Cumhuriyet tarihi boyunca Kur’an-ı Kerim dâhil Arap harfli her tür kitaba ve yayına olumsuz gözle bakılmış ve hatta 1940’lı yıllarda toplatılıp yakılarak yok edilmiştir. İmam-Hatip Okullarının açılmasına imza koyan Müdürler Komisyonu üyeleriyle ders programını hazırlatıp onaylayan Maarif Vekâleti Talim ve Terbiye Dairesi üyelerinin bilinç altlarında da aynı düşünce ve zihniyet devam ediyor olduğu için böyle bir şart konulmuş olabilir. İkincisi ise; 1949’da Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinin açılışından itibaren dört yıl boyunca ders programı arasında Kur’an-ı Kerim yer alamamıştır. 1953’te ilk mezunlarını verdikten sonra Kur’an dersi fakülte programına konabilmiştir. İmam-Hatip Okulları 1951’de açıldığı ve bu okullarda Kur’an-ı Kerim dersi dâhil meslek dersleri öğretmenliğini de öncelikle İlâhiyat Fakültesi mezunları okutmak durumunda kalacakları için böyle düşünülmüş olabilir. Zira Kur’an’ı aslından okumasını bilmeyen onu nasıl öğretebilirdi ki!..
Tuhaftır ki, Hıristiyan din adamlarının bile yanlış bulduğu(5) bir durum İHO’nun ilk yıllarında zoraki uygulamaya konulmuş ancak Celalettin Ökten Hocanın uzun uğraşıları sonucunda bu kararın tashih edilmesi sağlanabilmiştir. Celalettin Ökten Hocanın, İmam-Hatip Okullarında Kur’an’ın aslından öğretime döndürülmesi konusundaki gayreti yanında bir başka ve belki ondan da önemli gayreti ve faaliyeti daha olmuştur. O, genel (düz) ortaokul mezunları için ihdas ettiği ihzari / hazırlık sınıfıyla 3 yıllık lise kısmının açılmasına da zemin hazırlamış, böylelikle İmam-Hatip Okulları 4+3=7 yıllık bir ortaöğretim kurumu haline gelmiştir.(6) Okulların Açılışını Gerekli Kılan Şartlar ve İlk Öğrencileri Hakkında Yapılan Tespitler 1930’lu ve bilhassa 1940’lı yıllarda din eğitimi ve öğretimi kesinlikle yasaktı. Gerek yazılı kaynaklarda zikredildiği, gerek halen hayatta olup yaşı 70’in üstünde olanların hafızalarında canlılığını koruduğu gibi o yıllarda mihraba geçip namaz kıldıracak, ölen insanların cenazelerinin tekfin ve defin işlemlerini yapacak kimse kalmamıştı. Kur’an-ı Kerim dâhil dinî nitelikli yayın yapılamamaktaydı. Uygulanan bunca yasak sebebiyle toplum iyice cahilleşmişti.
İHL 60.YIL TOHUM
07
1955 İmam-Hatip Okulu temel atma töreni
İşte böyle bir ortamda açılan ilk 7 İmam-Hatip Okulunda öğrenim görmeye başlayan 876 öğrenci büyük bir şevk ve heyecanla öğrenime başlamıştır. Daha okulların açılışının üçüncü yılında (1954’de) Amerika Birleşik Devletlerinden Howard A. Reed isimli bir araştırmacı Türkiye’ye gelerek, -o sırada sayıları henüz 16 tane olan- İHO hakkında araştırma yapmıştır. Reed, araştırmasının bir yerinde; İHO’da öğrenime başlayan öğrencilerin istisnasız hepsinin bu okullara kendi istekleriyle ve hakikaten İslâm’ı öğrenmek amacıyla geldiklerinden bahsetmekte ve onlar için: “Bu maksatla birçok güçlüğe göğüs gerip, fedakârlıkta bulunmakta ve hummalı bir şekilde çalışmaktadırlar” demektedir. Sözlerinin devamında ise şu tespitlerine yer vermiştir: “İmam-Hatip talebeleri çok disiplinli ve diğer okul öğrencilerine nispetle çok daha terbiyelidirler. Onların bu üstün vasıfları, hem liselerde hem de İmam-Hatip Okullarında hocalık yapan öğretmenlerin tespitleriyle sabittir.”(7) İlk İHO öğrencileri ile ilgili nakledilen tespitleri yapan Reed’in bir başka tespiti ise şöyledir: “İmamHatip Okulu öğrencileri, bu itibarla yapacakları görevler için bulunmaz bir fırsatla karşı karşıyadırlar. Zaten şerefli bir başlangıç yapmışlardır. Türkiye’nin cahil fakat saf ve dindar olan halk çoğunluğu üzerinde büyük bir tesire sahiptirler. Ama bunun yanında, bir taraftan zahiren manevi lider gibi görünen-
08
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Şurası da bir gerçektir ki aydın(!) zümre daha başlangıçta bu okullara karşı ilgisiz kalmakla yetinmemiş çoğunlukla karşı tavır almıştır. Aslı esası olmayan birtakım vehim ve iddialarla okulları, öğrencilerini, mezun ve mensuplarını töhmet altında bırakmışlardır. Her fırsatta okulların önünün kesilmesi ve hatta kapatılması için çareler aranmış, aleyhte raporlar hazırlatılmış, mezunlarının kendi alanlarındaki hizmetlere gitmedikleri, başka maksatlarla(!) faaliyet gösterdikleri gibi iftiraya varan iddialarıyla devletin etkili ve yetkili konumdaki görevlilerini bu okullar ve öğrencileri aleyhine şartlandırmışlardır.
lerin tepkileri, taassup ve merhametsiz bencilliği ile diğer taraftan da hor bakışlar veya dine boş verme tavırları ile kuşatılmış vaziyettedirler.”(8) Reed’in tespitleri bununla da kalmamış, halkın İHO ve öğrencilerine gösterdiği ilgiye karşılık, aydın kesimin ilgisizliğini ise şu şekilde dile getirmiştir: “Aydın zümre, İmam-Hatipli gençlerin rehberliğine son derece muhtaç oldukları halde, maalesef kendilerine pek az ilgi göstermektedirler. Halbuki onların arzu edilen vasıfta imam olmalarını sabırsızlıkla bekleyenler kendileriydi.”(9) Şurası da bir gerçektir ki aydın(!) zümre daha başlangıçta bu okullara karşı ilgisiz kalmakla yetinmemiş, çoğunlukla karşı tavır almıştır. Aslı esası olmayan birtakım vehim ve iddialarla okulları, öğrencilerini, mezun ve mensuplarını töhmet altında bırakmışlardır. Her fırsatta okulların önünün kesilmesi ve hatta kapatılması için çareler aranmış, aleyhte raporlar hazırlatılmış, mezunlarının kendi alanlarındaki hizmetlere gitmedikleri, başka maksatlarla(!) faaliyet gösterdikleri gibi iftiraya varan iddialarıyla devletin etkili ve yetkili konumdaki görevlilerini bu okullar ve öğrencileri aleyhine şartlandırmışlardır. Ancak her şeye rağmen okullar, halkın desteği ile ayakta kalmayı başarmışlardır. Öğrenci Profili İmam-Hatip Okullarının açıldığı yıllardaki öğren-
İlk İmam-Hatip Okulu binası
cilerin %90’a yakını köylü ve fakir çocukları idi. Kentlerde ikamet edip çocuğunu bu okullara gönderen aileler de -bazı istisnalar haricinde- genellikle köyden gelip kente yerleşen veya fakir çevrelerin insanlarıydı. 1970’li yıllara kadar da öğrenci profili böyle devam etmiştir. 1973’te Milli Eğitim Temel Kanununun yürürlüğe girmesi, mezunlarına üniversiteye giriş hakkının tanınması, öte yandan her geçen yıl şehirleşmenin yoğunlaşmasına paralel olarak öğrenci profilinde de değişmeler başlamıştır. Bilhassa 1990’lı yıllarda üniversiteye giriş sınavlarında Türkiye birincileri, ikincileri, üçüncülerinin çıkması üzerine İmam-Hatip Liseleri bazı zengin ve bürokrat çocuklarının da ilgi odağı haline gelmiştir. Okulun isminden ve kuruluş amacından dolayı ilk zamanlar kız öğrencilerin de İmam-Hatip Okulunda tahsil yapmaları kimsenin aklına gelmemekteydi. Buna rağmen 1960’lı yıllarda çok sınırlı sayıda da olsa bazı İHO’da kız öğrenciler de öğrenim görmeye başlamıştı. 1972’de çıkarılan İmam-Hatip Okulları İdare Yönetmeliğiyle kız öğrencilerin bu okullara girişleri yasaklanmıştır.(10) Ancak yönetmeliğin ilgili maddesinin 1976’da Danıştay tarafından “eğitimde fırsat eşitliği ilkesine aykırı” bulunarak iptali üzerine yeniden kız öğrenciler de İmam-Hatip Liselerine girmeye başlamışlardır.(11) Sonraki yıllarda giderek sayıları artan kız öğrencilerin oranı 2000’li yıllarda erkekleri geçmiştir.(12)
İmam-Hatip Okullarının kurucusu Celalettin ÖKTEN İHL 60.YIL TOHUM
09
1956 İmam-Hatip Okulları Öğretmenler Kurulu Toplantısı - ANKARA
İmam-Hatip Okullarının Önüne Çıkarılan Engeller ve Yapılan Müdahaleler Kendilerinin aydın(!) olduğunu iddia eden veya öyle zanneden kesim, ilk açıldığı dönemden itibaren İmam-Hatip Okullarına hep soğuk bakmışlardır. Onların soğuk bakışları kendi iç dünyalarında kalmamış, askerler başta olmak üzere devletin etkili ve yetkili kişi veya kesimlerinin de bu okullara karşı soğuk bakmalarını sağlamışlardır. Ayrıca bu okulları açan ve sonraki yıllarda destek vererek açmaya devam eden sivil / siyasi iradeye karşı olumsuz düşünmeye ve o doğrultuda kararlar almaya şartlandırmışlardır. Askerler tarafından 1960, 1971 ve 1980’de siyasi iktidarlara yapılan müdahalelerden medet ummuşlar, okulların tümden kapatılması veya mevcutlarının azaltılması için tekliflerde bulunmuşlardır. Fakat buna rağmen bu üç dönemde kısa süreli duraklamalar veya geçici bazı müdahaleler dışında okulların ciddi anlamda yara almaları söz konusu olmamıştır. Fakat 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu toplantısında irtica(!) ile ilgili ortaya konulan görüşler yıllarca tartışma konusu olmuş ve İmam-Hatip Liseleri de çok ciddi darbe almıştır. Yıllar boyu sü-
10
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
ren halk desteği devam ettiği ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Milli Eğitim Temel Kanunu yürürlükte olduğu için okulların bütünüyle kapatılmasına güç yetiremeyenler, önce 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim dayatmasıyla İHL’nin orta kısmını kapatmışlardır. Daha sonra da üniversite adaylarının ortaöğretim başarı puanlarının hesaplanmasını yaparken genel lise çıkışlı öğrencilerin puanlarının; önce 0.5 ile Meslek Lisesi ve İHL mezunlarının puanlarının ise 0.2 ile daha sonra 0.8 ve 0.3 ile çarpılması formülüyle bu okullardan mezun olanların kendi alanları dışında, üniversitenin diğer bölümlerine gitmeleri engellenmiştir. Buna rağmen bu okulların öğrenci ve mezunları yılmamış, büyük bir azim ve gayretle çalışmışlardır. Yıllar boyu önlerine çıkarılan her engeli aştıkları gibi bu engeli de aşmayı bilmişlerdir. Peki neden hep İHL’ye müdahale edilmekte ve önlerine engeller çıkarılmaktadır? Bir atasözüyle ve kısaca cevaplamak gerekirse; meyveli ağaca taş atarlar. Bu okulları tanımayan, kapısının önünden bir kere olsun geçmemiş olan birçok insan; ‘kişi bilmediğinin düşmanıdır’ atasözünde olduğu gibi çoğunlukla zanlarına ve tahminlerine dayalı olarak aleyhte kanaat sahibi olmuş ve tavır almışlardır. Okulları adeta bir yer altı örgütü gibi algılayanlar ve kamu-
oyuna öyle takdim edenler olmuştur. Programından bîhaber olan, “Matematik okumayanlar avukat olamazlar” vecizesini(!) ortaya koyan hukukçuların temsilcisi Aydın’lar, “eşitlik, eşit insanlar arasında olur” hikmetli(!) sözüyle kendi hukuk anlayışını ortaya koyan hukukçular olmuştur.(13) İşte bu zihniyetteki kişiler İHL öğrenci ve mezunlarını mevcut rejimin düşmanı ilân etmişlerdir. Oysa Ankara’da Hacı Bayram Veli Camiinde Cuma kılınarak, hatimler okunarak, günün manasına uygun hadisler nakletmek suretiyle konuşmalar yapılıp, dua edilerek TBMM’nin açılışındaki ruhu temsil edenler İHL mensupları ve onlar gibi düşünenlerin zihniyetidir.
aykırı görüş ve kanaate sahip yahut da düşmanca tavır takınan bir tek İmam-Hatipli gösterilebilir mi?
Bu okullar aleyhinde görüş ortaya koyanlar o ruhtan uzaklaştıkları için İmam-Hatiplileri mevcut rejim adına tehlikeli(!) olarak görüp öyle değerlendirmektedirler.
İmam-Hatiplilerin, gözle görülmeyen ama belki hepsinden de önemli olan bir başka hizmetleri ise; memleketimizde düşünce hayatına yeniliklerin, yeni bakış açılarının gelmesine, yeni fikirlerin doğmasına sebep olmalarıdır. Onlar, sade vatandaştan, devletin en üst kademesindeki yetkililere kadar hemen herkesin dinî, ilmî, millî, eğitimsel, sosyal, kültürel ve siyasi konulara yeni bir gözle bakabilmelerine ve olayları, gelişmeleri yeni ve farklı bir bakış açısıyla değerlendirebilmelerine sebep olmuşlardır. Bütün bunların üstünde de devlet-millet kaynaşmasını sağlamışlardır.
Mevcut İmam-Hatip Liselerinin kuruluşunun üzerinden 60 yıl geçmiştir. Acaba bunca yıl boyunca bu okul mensupları devlet ve millete hizmetten başka ne yaptılar? Kimsenin vatan, millet, bayrak sevgisi ölçülemez ve başkalarınınki ile mukayese edilemez ama acaba böylesine ortak maddi ve manevi değerlerimize
İmam-Hatip Neslinin Hizmetleri İmam-Hatip nesli ilk öğrenci ve mezunlarından başlayarak 60 yıl boyunca dinî, ilmî, kültürel, siyasi, ekonomik, spor ve çeşitli sanat dallarında gözle görülür-görülmez çok büyük hizmetler ifa etmişlerdir. Bugün diyanî hizmetlerin tamamına yakını İmam-Hatipliler tarafından ifa edilmektedir. Her seviyedeki din eğitimi ve öğretimi faaliyetlerini onlar yürütmektedir.
İHL 60.YIL TOHUM
11
Peki neden hep İHL’ye müdahale edilmekte ve önlerine engeller çıkarılmaktadır? Bir atasözüyle ve kısaca cevaplamak gerekirse; meyveli ağaca taş atarlar. Bu okulları tanımayan, kapısının önünden bir kere olsun geçmemiş olan birçok insan; ‘kişi bilmediğinin düşmanıdır’ atasözünde olduğu gibi çoğunlukla zanlarına ve tahminlerine dayalı olarak aleyhte kanaat sahibi olmuş ve tavır almışlardır.
12
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Kısaca, ülkemizde hangi tür veya seviyedeki dinî hizmet veya din eğitim-öğretimi ve kültürel faaliyet olursa olsun, bütün bunları gerçekleştirenlerin büyük çoğunluğu İmam-Hatip Lisesi kökenlilerdir. Bazıları bu okullara kuşku ile baksa da, haklarında olumsuz bazı kanaatlere sahip olsalar da aslında İmam-Hatip Liseleri birlik ve beraberliğimizin teminatı haline gelmiştir, öyle olmaya da devam edecektir. Denilebilir ki; bu okulların, öğrenci ve öğretmenlerinin hiç eksiği, kusuru yok mudur? Elbette vardır. Çünkü onlar da insandır, hata yapmaktan uzak kalamazlar. Bu bağlamda, İHL’de görev yapan herkesin özeleştiride bulunarak kendisine bir çekidüzen vermesi gerekir. Hatada ve yanlışta ısrar etmenin değil, onlardan dönmenin bir fazilet olduğunu bilerek her kesim kendisine düşeni yapmalıdır. Bilhassa meslek dersleri öğretmenleri, kendilerini bir sîgaya çekmelidir. Son yıllardaki mezunların Kur’an okuma konusunda, Arapça öğrenmede ve diğer meslekî derslerde edindikleri bilgi bakımından önceki yıllara göre bir hayli zayıf ve yetersiz oldukları herkesçe malumdur. Öyle ise bu konularda herkesin biraz daha gayretli olmaları, dinî, vicdanî ve
Denilebilir ki; bu okulların, öğrenci ve öğretmenlerinin hiç eksiği, kusuru yok mudur? Elbette vardır. Çünkü onlar da insandır, hata yapmaktan uzak kalamazlar. Bu bağlamda, İHL’de görev yapan herkesin özeleştiride bulunarak kendisine bir çekidüzen vermesi gerekir. Hatada ve yanlışta ısrar etmenin değil, onlardan dönmenin bir fazilet olduğunu bilerek her kesim kendisine düşeni yapmalıdır.
meslekî sorumluluklarının gereğini yapmaları şarttır. Bütün meslektaşlarımızın bunu yapacaklarına da inanıyoruz. İmam-Hatip Liseleri bu ülkenin -deyim yerindeysemarkalaşmış eğitim kurumlarıdır. Bize has okullardır. Hatasıyla, sevabıyla, başarılarıyla, başarısızlıklarıyla bizim okullarımızdır. Şimdiye kadar birçok alanda başarılı hizmetler ifa etmişlerdir, bundan sonra da daha fazla başarılara imza atacaklarına kuşku yoktur. İmam-Hatip Liseleri, kendi ülkemizde markalaşmış olmakla kalmamış, İslâm ülkelerine de örnek ve model olmuşlardır. Gerçekten de 1990’lı yıllardan bu yana çok sayıda Balkan ülkesi, Asya ve Afrika ülkesi tarafından okullarımız model kabul edilmiş, yaklaşık aynı programları uygulayarak, aynı veya benzer isimlerle okullar açmışlardır. Böyle giderse İHL bütün İslâm ülkelerinde daha da yaygınlaşacağa benzemektedir. Bu alandaki gelişmeler, öğrenci, mezun ve mensuplarıyla her birimizi ilgilendirip sevindireceği gibi aynı zamanda ülkemiz adına bir iftihar vesilesi olacaktır.
İHL 60.YIL TOHUM
13
DİPNOTLAR: İmam ve Hatip Mekteplerinin kapatılması konusundaki açıklamalar için bk. Öcal, Mustafa; Osmanlıdan Günümüze Türkiye’de Din Eğitimi -Mukaddime Kitap-, Düşünce Kitabevi Yay. İstanbul 2011, s. 145-153; Öcal, Mustafa; İmam ve Hatip Mektepleri, Mezunlarından Bazıları İle Yapılan Mülakatlar ve Şehadetname Örnekleri, U. Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. 12, sayı 2, 2003, s. 51-101; Öcal, Mustafa; Künye Defterlerine Göre İstanbul İmam ve Hatip Mektebi (1924-1930), U. Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. 17, sayı 2, 2008, s. 175-232.
(1)
(2)
Cumhuriyet Gazetesi, 3 Ocak 1951.
(3) Bu
konuda İmam-Hatip Okullarının ilk öğrencilerinden Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman, İsmail Karaçam ve Selahattin Parladır’ın açıklamaları için bk. Öcal, Mustafa; Tanıkların Dilinden Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi ve Dinî Hayat, İstanbul 2008, c. II, s. 299-300, c. II, s. 578-579, c. III. s. 67; c. III. s. 355-356.
Elimizde Çorum İmam-Hatip Okulundan 19541955 ile 1955-1956 öğretim yılı sonunda Ahmet Lütfi Kazancı’ya, 1956-1957 öğretim yılı sonunda ise Süleyman Uludağ’a verilmiş karne örnekleri mevcuttur. Süleyman Uludağ’ın 1956-1957 öğretim yılında Çorum İmam-Hatip Okulu birinci sınıf öğrencisi iken aldığı karne için bk. Kara, Mustafa; Bursa’da Kırklar Meclisi, Bursa Büyükşehir Belediyesi Yay. Mart 2011, s. 292; A. Lütfi Kazancı’nın karnesi için bk. Öcal, Mustafa; Osmanlıdan Günümüze Türkiye’de Din Eğitimi -Mukaddime Kitap- s. 199. (4)
Ahmet Lütfi Kazancı ile Süleyman Uludağ Hocalar, Kur’an’ı Latin harfleriyle okutmaya çalışan hocaların bunu bir türlü beceremediklerini ifade etmişlerdir.
retten sonra, Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri (Hayırlıoğlu) Efendiyi de ziyaret ederler. Sonra Patrik, henüz bir yıl önce açılmış olan Ankara’daki İmamHatip Okulu hakkında bilgi ister. Bu istek üzerine Reis çok sıkılır, kızarır. “Memleketimizde bozuk bir zihniyetin tesiriyle bir çeyrek asır büyük ihmale uğrayan İslâm din müesseselerinin yeni açılmaya başladığını, bu sene ancak beş-altı kadar okul açılabildiğini, fakat gelecek sene bütün memlekete şamil teşkilat yapılacağını” söyler. Patrik Ankara’daki İmam-Hatip Okulunun nerede olduğunu sorunca, Diyanet Reisi yerlerin dibine geçer gibi ter döküp sakalını sıvazlayarak: “- Evet Efendim, der. Acele karar verildi. Millî Eğitim Bakanlığı henüz bir yer tedarik edemedi. Muvakkaten bizim dairenin alt katına aldık. Sonra Patrik Okulu görmek ister. Reis büsbütün şaşırır, söyleyecek söz bulamaz. Yutkunarak; “- Buyurunuz efendim!” der. Fakat Reis kendisi onlarla çıkmaz, görevli bazı memurlar Patrik’le birlikte İmam-Hatip Okulunun olduğu bodrum kata inerler. Patrik ve maiyyeti hayret ve dehşet içerisinde kalırlar. Çünkü yerler çamurludur. Geceleri Reisin otomobiline garaj vazifesi görmekte, gündüzleri ise İmam-Hatip Okulu olmaktadır. Duvarları delik-deşik ve her tarafından sefalet akmaktadır. Sıralar kırık-döküktür. Rutubet ve yemek kokusu her tarafa sinmiştir. Çocukların üzerleri lime limedir. Yarım papuçlar, yırtık ve yağlı kasketler, yamalı poturlar, topukları soyulmuş çoraplar... Mektep Müdürü yerlerin dibine geçer. Nefesi tutulmuş, ne diyeceğini bilememektedir. Patrik sorar: “- Efendiler Kur’an okuyorlar mı, Ezan okuyorlar mı?” “- Okuyorlar efendim, Arzu ederseniz bir parça okutalım.” “- Hacet yok efendim. Hangi harflerle okutuyorsunuz?” “- Arap harfleri ile efendim”
1952 yılında Rum Patriği Athenagoras, bir grup Metropolid, Papaz ve bir Rum Milletvekili ile “Ramazanı tebrik etmek üzere” Ankara’ya gelirler. Cumhurbaşkanı dâhil diğer devlet adamlarını ziya-
(5)
14
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
“- Güzel, doğrusu da budur. Başka türlü Kur’an okunmaz.” Patrik Cenapları, çocukların arkasını sığar:
“- Evlatlar, der. Siz din adamı olacaksınız. Ahlâklı, îmanlı ve şuurlu olunuz. Bilhassa maneviyata ehemmiyet veriniz, derslerinize güzel çalışınız...”
Bk. Öcal, Osmanlıdan Günümüze Türkiye’de Din Eğitimi -Mukaddime Kitap-, Düşünce Kitabevi Yay. İstanbul 2011, s. 258.
(Sebiürreşad, c. VI. 1952, Sayı 27, Yıl s. 30-31.)
(13) 10
(Burada ek bilgi olarak; Ankara İmam-Hatip Okulunun 18 Aralık 1951 tarihinde Opera meydanındaki Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kullanılan binanın bodrum katında öğrenime başlamış olduğunu ifade edelim.)
(6) Bk.
İstanbul İHO’da açılan Hazırlık sınıfında okuyup (1) no.lu diplomayı alan Osman Nuri Alpaydın ve (2) no’lu diplomayı alan Nusret Vardar’la yapılan mülakat ve yapılan açıklamalar için bk. Öcal, Mustafa; Tanıkların Dilinden Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi ve Dinî Hayat, Ensar Neşriyat, İstanbul 2008, c. I. s. 495-513, 531-549; ayrıca bk. Öcal, Mustafa; Osmanlıdan Günümüze Türkiye’de Din Eğitimi -Mukaddime Kitap-, Düşünce Kitabevi Yay. İstanbul 2011, s. 197-205.
Howard A. Reed tarafından kaleme alınan Türkiye’nin Yeni İmam-Hatip Okulları isimli makalenin çevirisi için bk. Yavuz, Hulusi; Osmanlı Devleti ve İslâmiyet, İz Yay. İstanbul 1991, s. 187. (7)
Howard A. Reed tarafından kaleme alınan Türkiye’nin Yeni İmam-Hatip Okulları isimli makalenin çevirisi için bk. Yavuz, Hulusi; Osmanlı Devleti ve İslâmiyet, İz Yay. İstanbul 1991, s. 188-189. (8)
(9)
Reed; a.g.e. s. 184-185.
Bk. MEB Tebliğler Dergisi, 22 Mayıs 1972, sayı 1699; MEB Tebliğler Dergisi, 29 Mayıs 1972, sayı 1700, s.185. (10)
Bk. MEB Tebliğler Dergisi, 5 Eylül 1977, sayı 1950, s. 479-480.
(11)
(12)
Aralık 2007 Pazartesi günü YÖK Başkanı olarak göreve başlayan Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan yaptığı basın toplantısında; üniversitelerde her tür yasağın kaldırılacağını açıklamıştır. Buna rağmen YÖK, üniversiteye giriş sınavlarında uygulanan liseler ile meslek liseleri arasındaki farklı puanlama sisteminin ancak 21 Temmuz 2009 günkü toplantısında kaldırdığını açıklamıştır. YÖK’ün kararına karşı İstanbul Barosu adına Başkan Muammer Aydın kararın iptali için Danıştay’a dava açmış ve kararın iptal edilmesini sağlamıştır. Muammer Aydın’ın 3 Ağustos 2009 Salı akşamı atv (isimli televizyon kanalının) 19.00 ana haber bülteninde kendi sesinden yapılan açıklama haber olarak verilmiştir. Haber daha sonra internette yayınlanmıştır. Açıklama, ertesi günün gazetelerinde de yer bulmuştur. Gazete haberleri şöyle idi: “ATV’ye konuşan Baro Başkanı Muammer Aydın, iptal gerekçelerini İmam-Hatip Liselerine dayandırırken, İHL’ler hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğunu da(!) sözleri ile ortaya koydu. İmam Hatip Liselilerin avukat olmaması gerektiğini savunan Aydın, Hukuk Fakültelerinin Türkçe-Matematik ortalaması olan ‘Eşit Ağırlıkla’ (eşit ağırlıklı puan türüyle) öğrenci aldığını , oysa İmam Hatip Liselerinde matematik okunmadığını(!) söyledi. Baro Başkanı Muammer Aydın katsayıya yönelik tepkisini dile getirirken de şok bir ifade kullandı. 1999 yılına kadar eşit olarak sınava giren öğrencilerin önüne katsayı engelinin konulması konusunda ise “Ben 1999 yılına değil bugüne bakıyorum” dedi. Katsayının kaldırılmış olmasının düz liseye gidenler için haksızlığa yol açtığını savunan Aydın’ın, “Yeni düzenleme fırsat eşitliği getirmiyor mu?” sorusuna verdiği cevap inanılır gibi değil: “Eşitlik, eşit insanlar arasında olur.” (4 Ağustos 2009 Salı gününün Bugün ve Zaman Gazeteleri.) Yaptığı açıklamadan Baro Başkanının İHL’de okutulan derslerden hiç haberinin bile olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü, hem İmam-Hatip Okulu döneminde hem İmam-Hatip Lisesi döneminde her sınıfta Matematik de diğer fen ve kültür dersleri de okutula gelmiştir. “Eşitlik eşit insanlar arasında olur” ifadesi ise bir hukuk adamına hiç yakıştırılamayan talihsiz bir söz olarak kayıtlara geçmiştir.
İHL 60.YIL TOHUM
15
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
İmam-Hatip Liselerinin
Çağdaş Misyonu Unutulmamalıdır ki vasıflı olmayanın, tavırlı davranmaya kalkışması da; vasıflı olanın tavırlı olmaması da çekilmez. O halde hem vasıflı hem de gerektiğinde tavırlı olmasını bilmek ve becermek, saygın ve etkili olabilmenin, kişilikli hizmet sunabilmenin ya da “çağdaş misyon” sahibi olmanın vazgeçilmez şartıdır.
Ülkemizin son 60 yıldır eğitim sisteminde yer almış, değişik açılardan sürekli tartışılmış ve fakat bir şekilde sayısal olarak hep gelişme göstermiş eğitim-öğretim kurumu İmam-Hatip Liseleri’nin “çağdaş misyonu” konusunda düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. “Mesleğe ve yüksek öğretime eleman yetiştiren eğitim kurumu” olan İmam Hatip Liselerinin temel niteliği ve hatta esas misyonu bu tanımda ifadesini bulmuştur. Bu misyonun “çağdaş” kelimesiyle nitelendirilmesi, yöresel ve küresel gelişmeler çerçevesinde söz konusu okullar ve bilhassa yetiştirdiği öğrencilere yönelik yeni bir sorumluluk ve hizmet çerçevesi belirleme düşüncesinin sonucu olmalıdır. Bana teklif edildiğinde konuyu böyle algıladım ve buna göre bir değerlendirme yapmayı düşündüm.
dan yana aldıkları tavrı yansıtmaktadır:
İnançlı ya da dindar nesiller merkezli eğitim öğretim kurumlarının “çağdaş misyonu”nu belirleyebilmek için “çağlar üstü misyon”dan söze başlamak gereklidir. Bu noktada Tevhid inancına endeksli olarak toplumları dönüştürmek ve geliştirmekle görevli Peygamberlerin ortak iki uygulamasına ya da sünnetine işaret etmek istiyorum.
Muvahhid Nesil Dileği
İnananlardan yana tavır almak Muvahhid nesiller yetiştirmek Hz. Nuh’un şu sözleri peygamberlerin inananlar-
16
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
“Ey milletim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfâtım ancak Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi cahil bir topluluk olarak görüyorum. Ey milletim! Ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim korur? Düşünmüyor musunuz? Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum!”
Allah katında büyük cürüm sayılan Allah yolundan insanları (Allah’ın kullarını-müslümanları) alıkoyma girişimlerini (saddün an sebilillah) önlemek için bütün peygamberlerin ve dolayısıyla Peygamber Efendimizin de seçtiği yol, engelleyicilerin toptan helâkini istemek değil; onların soyundan muvahhid bir nesil yaratmasını Allah’tan dilemek ve bu uğurda sabırla çalışmak ve gerektiğinde hicreti göze almak olmuştur. Olay çok dikkat çekicidir: Allah kendisinden râzı olsun Âişe vâlidemiz, bir keresinde
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e; -Uhud savaşından daha fazla sıkıntıya düştüğünüz bir gününüz oldu mu? diye sormuş. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: -”Ey Âişe! Hayatımda Kureyş’in sebep olduğu sayısız zorluklarla karşılaştım. Fakat Akabe günü karşılaştığım durum hepsinden zordu. Kureyş’ten gördüğüm baskı üzerine Tâif’e gitmiş, korunmamı İbnu Abdi Yalil’e teklif etmiştim. O buna yanaşmadı. Ben de elemli, kederli, nereye gideceğimi ne yapacağımı bilemez bir halde Mekke’ye dönüyordum. Karn-ı Seâlib denilen yere gelince, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Bir bulutun beni gölgelendirdiğini gördüm. Dikkatlice baktığımda bulutun içinde Cebrâil’in bulunduğunu farkettim. Cebrâil bana; -Ey Muhammed! Allah, milletinin senin hakkında söylediklerini duydu. seni korumaktan kaçındıklarını gördü. O, sana şu dağlar meleğini gönderdi. Onlar hakkında ne yapılmasını dilersen, emret” dedi. Bunun üzerine dağlar meleği, seslenip selâm verdi ve sonra; -Ey Muhammed! Cebrail doğru söyledi. Ne emredersen, yerine getirmeye hazırım. Eğer şu iki yalçın dağın (Ebû Kubeys ve Kayakan) Mekkeliler üzerine çökerek birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri toplu-
ca mahvetmesini) istersen (onu da) emret (yerine getireyim), dedi. Bunun üzerine şöyle dedim: “-Hayır! Ben, Allah’ın, o müşriklerin soyundan, hiçbir şeyi ortak koşmayıp yalnızca Allah’a kulluk edecek (muvahhid) nesiller yaratmasını dilerim.” Allah elçilerinin bu iki ortak sünneti, inananlara her yöre ve her devirde geçerli soylu bir duruş ve problemlere köklü bir çözüm yolu göstermektedir. Şah Veliyullah ed-Dihlevi de Peygamberlerin aslında iki temel konu ile ilgilendiklerini, diğer mevzularla bu iki ana konuyla olan alakaları kadar meşgul olduklarını söyler: Bireyin yetiştirilmesi yani nefsin terbiyesi Toplumun yönetimi Bu iki temel tavır ve de ortak sünnet öyle zannediyorum İmam-Hatiplilerin olmazsa olmaz iki niteliğine kaynaklık etmektedir: Vasıflı olmak Tavırlı olmak Bu iki nitelik de müştereken bir başka özelliği gerektirir: Hem vasıflı olmanın güçlüklerine hem de
İHL 60.YIL TOHUM
17
Unutulmamalıdır ki vasıflı olmayanın, tavırlı davranmaya kalkışması da vasıflı olanın tavırlı olmaması da çekilmez. O halde hem vasıflı hem de gerektiğinde tavırlı olmasını bilmek ve becermek, saygın ve etkili olabilmenin, kişilikli hizmet sunabilmenin ya da “çağdaş misyon” sahibi olmanın vazgeçilmez şartıdır.
18
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Müslümanların, dünyanın neresinde ve hangi şartlar altında bulunurlarsa bulunsunlar takınmaları gerekli tavrın çerçevesini, aslî misyonlarını belirlemektedir: İnançlı, bilinçli, sabırlı, vasıflı, tavırlı, duyarlı, kaygılı, ilkeli, ölçülü, sorumlu, iradeli, olumlu, gayretli, erdemli ve şefkatli bir çizgiyi takip etmek. tavırlı olmanın sonuçlarına göğüs germek, yani sabırlı olmak. Unutulmamalıdır ki vasıflı olmayanın, tavırlı davranmaya kalkışması da vasıflı olanın tavırlı olmaması da çekilmez. O halde hem vasıflı hem de gerektiğinde tavırlı olmasını bilmek ve becermek, saygın ve etkili olabilmenin, kişilikli hizmet sunabilmenin ya da “çağdaş misyon” sahibi olmanın vazgeçilmez şartıdır. Kazanlı âlim Musa Carullah Bigiyef, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra “ümmetin risaleti/elçiliği” döneminin başlamış olduğunu vurgular. O halde çağlar üstü misyon çağdaş imkan ve araçlardan istifade edip çağın idrakine hitab etmesini
becerebilen tebliğ ve irşat kadrolarına sahip olmaktır. Nitekim bu görev ümmetin asli sorumluluğudur. Yüce Rabbimiz, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik eden, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erecek olanlar onlardır” buyurmuştur. On beşinci hicrî asırda yaşayan müslümanlar olarak genelde hepimize, özelde İmam-Hatip Liselilerden itibaren tüm dini tahsil görenlere, günümüzde hem geçmiş birikimi ve tecrübeyi bütün yönleriyle mümkün olduğunca öğrenmek hem de dünya ufuk ve ülkelerine, insanlarına İslâm’ı, peygamber örneğiyle ulaştırmak/tebliğ görevi düşmektedir. Bir başka ifade ile, ümmetin risâleti/elçiliği görev ve hizmetine -imkanlar ölçüsünde- bilinçli olarak soyunmak, sahip çıkmak gerekmektedir.
İHL 60.YIL TOHUM
19
Bu büyük sorumluluğun üstesinden gelebilmek için inanç değerlerimizi, kişisel olarak yaşamak, kurumlaşmak eğitim-öğretimini yapmak, yaptırmak yani peygamber varisi olacak âlimler, beyin ve yürekler yetiştirmek, hizmet bilinci ve çizgisi olarak ise, din kardeşliğini öncelemeyi benimseyip ihlasla sürdürmek ve bunu asla bir takım özel küçük mensubiyetler adına ihmal etmemek, ötelememek lâzımdır. Söz konusu büyük yükümlülüğün altından kalkmak için içte ve dışta gösterilecek her türlü faaliyetin mümkünse öncüsü, değilse destekçisi ve duacısı olacak bireyleri yetiştirmek, hiç kuşkusuz “çağdaş misyon”un boyutları olarak İmam-Hatip Liselerinin önünde durmaktadır. Eğitim görmüş insanların önde gelen nitelikleri arasında, ana dilini doğru kullanmak, nazik tavırlı olmak, tefekkür ve değerlendirme gücüne sahip bulunmak, sürekli gelişmeye açık ve verimli olmak yer almaktadır. Asla unutul-
20
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
maması gerekli bir gerçek vardır; tarih boyunca bozulan her yapı, inançlı ve eğitimli kadrolar eliyle düzeltilmiştir. Peygamberler ve onlara inananların geliştirdikleri güzellikler, onlara karşı çıkanların ve hatta hayat hakkı tanımak istemeyenlerin bile sonuçta yararlandıkları gelişmeler olmuştur. Belli bir süreden beri İmam-Hatiplerin kemiyet ve keyfiyetine, öğrencilerin kimlik ve kişiliğine, öğrenim ve istihdam haklarına ve aslında da inanç değerlerine karşı, inatla sürdürülen kısıtlama ve dayatmalar gibi ilkelliklerle bundan sonra da karşılaşılabilir. Böylesi olumsuzluklar ve her çeşit yıkıcı, moral bozucu propaganda ortamlarında çıkış yolu ararken, müşriklerin Hz. Peygamber’e yönelttikleri tenkitler karşısında onun nasıl davranması gerektiğini bildiren Hicr Sûresi’nin son âyetleri hatırlanmalıdır: “Onların söyledikleri yüzünden canının sıkıldığını elbette biliyoruz. Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! Ve sana ölüm gelinceye dek Rabbine kulluğa devam et!”
Bu âyetler, her Müslüman bireyin dolayısıyla İmamHatiplilerin de temel misyonu olan Allah’a kulluğa devam etmesini, yani ısrarla kendi işini yapmasını istemektedir. Ayrıca Mısır’da Firavun zulmünden iyice bunalmış olan İsrailoğulları’nın; “Ey Rabbimiz! Bizi bu zâlimler topluluğuyla sınama! Bizi rahmetinle şu kâfirler topluluğunun elinden kurtar!” dualarına, yüce Rabbimizin verdiği cevabı bildiren şu âyet-i kerimenin gösterdiği yöntem de –toplumda yaygınlaştırılacak en köklü tedbir olarak- uygulama alanında tutulmalıdır:
kış yolu ve o toplumlara öncülük edecek nesillerin asli ve çağdaş misyonu da aynıdır. Son devrin ünlü müfessiri merhum Elmalılı Hamdi Yazır der ki; Biz Müslümanlar, Bakara Sûresi’nin son âyetinde Rabbimize yalvarıyor ve “Sen bizim Rabbimizsin. Bizi kafirlere karşı muzaffer kıl!” diyoruz. O da bize Âl-i İmran sûresinin son âyetinde şöyle cevap veriyor: “Ey mü’minler! Sabredin, (düşmanlarınıza karşı) sebat gösterip (onlarla sabır yarışında bulunun), (maddi-manevi) sınırlarınızı koruyun ve Allah’a karşı gelmekten de sakının ki kurtuluşa eresiniz!”
“Biz de Musa ve kardeşine şöyle vahyettik: Mısır’da milletiniz için evler hazırlayın ve evlerinizi mescid haline yapın; namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Musa, böyle yaparsanız) mü’minleri (kurtuluşla) müjdele!”
Burada Medinelilerin Akabe görüşmelerinde Hz. Peygamber’e verdikleri ilk sözü de hatırlamak yerinde olacaktır:
İsrailoğullarının kurtuluş yolu, nasıl ailede başlayan yaygın eğitim ve Allah’a kullukta devamlılık olarak bildirilmiş ise, sıkıntılı ortamlardan toplumların çı-
“Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, hem neşeli ve hem de kederli zamanlarımızda emirlerini dinleyip itaat etmek, yönetim konusunda (açık kü-
Ubâde b. Sâmit radıyallahu anh diyor ki;
İHL 60.YIL TOHUM
21
Öğretmen kadrosu açısından bir tespit ve bir teklif de bulunmakla yetinmek istiyorum: “Salah olmadan ıslah olmaz” diye eski bir deyim vardır: Öğretmen bilgi, duygu ve davranış bakımından belli bir kıvam düzeyini yakalamış olmalı ki, çevresindekilere örnek olabilsin, onları olumlu yönde etkileyebilsin. “Kendisi himmete muhtaç bir dede, nerde kaldı gayra himmet ede!” cinsinden bir durum elbette arzu edilmez.
fürlerini görmedikçe) yöneticilere karşı çıkmamak, nerede (nasıl) bulunursak bulunalım orada hakkı ayakta tutmak (veya hakkı söylemek) ve Allah uğrunda hiçbir kınayıcının kınamasından da asla çekinmemek üzere söz verip bey’at ettik.” Medine’de ilk İslâm toplumunun kurulmasının temelinde yer alan bu sözleşme, aynı zamanda tüm Müslümanların, dünyanın neresinde ve hangi şartlar altında bulunurlarsa bulunsunlar takınmaları gerekli tavrın çerçevesini aslî misyonlarını belirlemektedir: İnançlı, bilinçli, sabırlı, vasıflı, tavırlı, duyarlı, kaygılı, ilkeli, ölçülü, sorumlu, iradeli, olumlu, gayretli, erdemli ve şefkatli bir çizgiyi takip etmek. İnanç değerlerini ve aynı inancı paylaşan din kardeşlerini öncelemek prensibinden hareketle, aslî görevini, sadece ülke değil küresel çapta, olabildiğince yerine getirme gayreti içinde olmak, herkesten çok bu işin eğitimini almış olanlara düşer.
22
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Yüksek malumlarınız olduğu üzere güzel dinimiz İslâm, ilkelerini Kur’an-ı Kerîm’in belirlediği, uygulamasını/pratiğini Sünnet-i Seniyye’nin şekillendirdiği, Tevhid inancını merkeze alan vahiy öncelikli bir düşünce, duygu ve davranış sahibi, kendisiyle barışık, çevresine duyarlı, İslâm tebliğini en soylu ve kutlu hizmet bilen, ufku ve sorumluluk bilinci dünya ile sınırlı olmayıp âhirete de uzanan, bilgili, yetişkin/kâmil bir insan/kul tipini geliştirmek ister. Bütün eğitim-öğretim, tebliğ ve irşat etkinliklerinin amacı, bu kimlik ve kişiliğe sahip bireylerin oluşturduğu mutlu toplumları inşa edebilmektir. Biz Müslüman kimliğinin ya da şahsiyetinin en özlü tanımını şu âyet-i kerimede buluruz: “(İnsanları) Allah’a çağıran, iyi işler yapan (eylemi, söylemine uygun olan) ve ‘ben müslümanlardanım” diyen kimseden sözü/çağrısı daha güzel kim vardır?”
Bu âyet-i kerime’de tanımlanan kimliğin açılımını şöylece ifade etmemiz mümkündür sanıyorum: Müslümanlığını en büyük şeref ve izzet kaynağı bilen, bunu açıklamaktan, duruşunu belirtmekten asla çekinmeyen, insanlığa derin bir şefkat duyan, tüm insanlığın İslâm ile tanışmasını arzulayan ve bunun için çalışan, güzel işler ve hizmetler ortaya koyma gayreti peşinde olan, hayat modelini Sünnet’ten alan, konjonktürü değil, İslâmî ve insanî gerçekleri kollayan, hak ve haklıdan yana, mu’tedil, muvahhid, müstakim, müstekarr, muhsin, muhlis bir kimlik ve kişilik… Buna biz, kısaca Hz. Peygamber ve ashâbının yaşayışına uygun yaşamayı amaç edinen bir şahsiyet de diyebiliriz. -Sözünü ettiğiniz insan modeli ile İmam-Hatip Liselerinin amaçları, öğretmen kadrosu, mezunları ve öğrencileri arasında bir paralellik, ya da örtüşme var mıdır? diye sorulacak olursa, herhalde şöyle cevap verebilirim diye düşünüyorum:
Mevzuat açısından değil ama, bu okulların açılışına vesile olan toplumsal düşünce ve ihtiyaç bakımından bir paralellik ve örtüşme bulunmaktadır. Zira çerçevesini çizmeye çalıştığımız müslüman kimlik ve kişiliği, takdir edersiniz ki o kimliğe sahip yetişmiş elemanların öncülüğüne, rehberliğine ihtiyaç duyar. İlmin ve bilginlerin öncülük etmediği hiçbir hareket hedefe ulaşamaz. Ülkemiz insanlarının müslüman kimliği ve yaşayışının sorumluluğu ve dünya insanlığının İslâm ile tanışma şansı ve mutluluğu, günümüz şartlarında bu okullardan başlamak üzere yetişecek müslüman beyin ve yüreklerin hizmet, himmet ve sorumluluklarıyla yakından ilgilidir. Öğretmen kadrosu açısından bir tespit ve bir teklif de bulunmakla yetinmek istiyorum: “Salah olmadan ıslah olmaz” diye eski bir deyim vardır: Öğretmen bilgi, duygu ve davranış bakımından belli bir kıvam düzeyini yakalamış olmalı ki, çevresindekilere örnek olabilsin, onları olumlu yönde etkileyebilsin. “Kendisi himmete muhtaç bir dede,
İHL 60.YIL TOHUM
23
Kemiyet-keyfiyet, adet-nitelik açılarından “dışı seni yakar içi beni” diye özetlenebilecek ciddi tartışmaların önüne geçilemez gibi gelmektedir bana. Gelecek yıllar bakımından ise, 4 yıla indirilen eğitim süreci, ve değişen öğrenci profili (kız-erkek dengesi ya da dengesizliği) üzerinde durulması, düşünülmesi, misyona yönelik tedbirler geliştirilmesi gerekli ciddî bir sorun gibi gözükmektedir.
nerde kaldı gayra himmet ede!” cinsinden bir durum elbette arzu edilmez. Günün şartları özellikle de İstanbul ortamı, öğretmenler için ilave sıkıntılar odağı durumundadır. Buna rağmen, özveri sınırlarını zorlayarak da olsa, öğrencilere “benzemeye çalışacakları bir kişilik” örneği gösterebilmek herhalde en gerekli işlevdir. Öğretim ağırlıklı yürütülen öğretmenliğin eğitim ağırlıklı hale getirilmesi, yetişen nesillerin karakter sağlığı açısından oldukça önemlidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bizim İmam-Hatip yıllarımızda (ki ben 1959-1966 yıllarında İ. H. öğrencisiydim) kimi yaşlı hoca efendiler, belki öğretim usulleri bakımından değil ama insan ilişkileri, öğrenciye yaklaşımları, ilgileri bakımından gerçekten örnek nitelikte idiler. Onların bu sıcak tavırlarında belki kendi yetişme dönemlerindeki olağan dışı sıkıntıların, öğrenci bulma zorluklarının
24
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
etkisi olabilirdi. Bizler için o hocaların olgun tavırları, onlar gibi olabilme düşünce ve temennilerine konu olurdu. Allah hepsine rahmet eylesin. Teklifim ise şudur: Özellikle büyük şehirlerde görev yapan İ.H. Lisesi öğretmenlerinin hiç değilse ev kiralarını üstlenecek bir vakfın oluşturulmasıdır. Şimdiye dek bazı vakıflarımıza bu yönde şahsen çağrıda bulunmuş olmama rağmen, herhangi bir olumlu gelişme olmamıştır. Geçim derdindeki öğretmen kadrosundan “kendilerini öğrencilerine adamalarını” beklemek, sadece iyi niyete dayalı bir beklentiden ibaret kalacaktır. Konuya bir de İmam-Hatip Liselerinin yetiştirdikleri açısından bakacak olursak, bu noktada geçmiş yıllara, özellikle (1951-1970 arası) ilk yıllara dönük
Burada şu noktayı vurgulamakta fayda vardır: İslâm hizmeti, cinsiyet anlamında erkek işidir diye bir söz söylemek mümkün değildir. Ama İslâm hizmeti, yetişmişlik ve himmet anlamında gerçekten erkek işidir. Bu niteliğe kim sahipse, cinsiyetine bakılmaksızın hizmet kapıları ona açıktır, açık olmalıdır.
olarak olumlu konuşmak, son senelere yönelik olarak da “yetersizlik” odaklı kimi yakınmalarda bulunmak kaçınılmaz olacaktır. Kemiyet-keyfiyet, adet-nitelik açılarından “dışı seni yakar içi beni” diye özetlenebilecek ciddi tartışmaların önüne geçilemez gibi gelmektedir bana. Gelecek yıllar bakımından ise, 4 yıla indirilen eğitim süreci, ve değişen öğrenci profili (kız-erkek dengesi ya da dengesizliği) üzerinde durulması, düşünülmesi, misyona yönelik tedbirler geliştirilmesi gerekli ciddî bir sorun gibi gözükmektedir. Burada şu noktayı vurgulamakta fayda vardır: İslâm hizmeti, cinsiyet anlamında erkek işidir diye bir söz söylemek mümkün değildir. Ama İslâm hizmeti, yetişmişlik ve himmet anlamında gerçekten erkek işidir. Bu niteliğe kim sahipse, cinsiyetine bakılmaksı-
zın hizmet kapıları ona açıktır, açık olmalıdır. İmam-Hatip Liseleri’nin orta okuldan sonra 4 yıllık bir öğretimden ibaret hale getirilmiş olması, bu okullarda yetişenler için özellikle meslekî formasyon bakımından çok büyük şanssızlıktır. Bu olumsuz durum, genelde üniversite özelde İlahiyat tahsilini ve sonrasını da ne yazık ki etkilemektedir. Netice: Geleceğinin parlak olmasını temenni ettiğimiz ülkemizin en büyük şanslarından birinin, hatta birincisinin vasıflı, tavırlı, sabırlı ve gayretli dindar kadrolar olacağını, bunun kaynağının da mevcut şartlarda -her şeye rağmen- başta kızlı–erkekli İmam-Hatipliler olmak üzere din eğitimi alan gençler olduğunu düşünüyor, onlara bu vadide üstün başarılar diliyorum.
İHL 60.YIL TOHUM
25
Sabri OTAĞ onder@onder.org.tr
Gönül Doktoru Ülkemizde, yıllarca süren maneviyat düşmanlığı, inançtan mahrum tek tip insan yetiştirme projeleri, hem insanımızı, hem yurdumuzu perişan etmiş, bugünkü olumsuzluklara zemin hazırlamıştır. Kur’an öğrenmenin, öğretmenin, Arapça ezan okumanın, İslâmı anlatmanın yasaklandığı, Müslüman cenazelerini kaldıracak ehil kişilerin bulunamadığı fetret dönemi yaşanmıştır bu güzel ülkede. İnsan madde ve manadan müteşekkil zübde-i âlem bir yaratıktır. Bir yanda bedeni ve cesedi, diğer yanda ruhu ve kalbiyle bütünlük içerisinde varlığı bir mana ifade eder. İnsanoğlunun maddi âlemi gibi mana âleminin de ihtiyaçları vardır. İhmaller, hem bedende hem kalpte hasarlar oluşturur. Mümin çift dünyalı, çift âlemli bir varlıktır. Dünya ve âhiret dengesi iki cihan huzuru için bedeni ve ruhi gıdalarının zamanında, düzenli olarak karşılanması bir zarurettir. Bu dengeyi sağlayamayan fertler ve devletler kaos ve stresten kurtulamazlar. Ülkemizde, yıllarca süren maneviyat düşmanlığı, inançtan mahrum tek tip insan yetiştirme projeleri, hem insanımızı, hem yurdumuzu perişan etmiş, bugünkü olumsuzluklara zemin hazırlamıştır. Kur’an öğrenmenin, öğretmenin, Arapça ezan okumanın, İslâmı anlatmanın yasaklandığı, Müslüman cenazelerini kaldıracak ehil kişilerin bulunamadığı fetret dönemi yaşanmıştır bu güzel ülkede. Halkın galeyanını bastırmak, infialini önlemek ve dini mihraptan yıkmak gayesiyle despot idareciler zamanında göstermelik İmam-Hatipler açılmış, bir müddet sonra sudan bahanelerle zalimler tarafından bu kurslar kapatılmıştır. Nihayet 1951 yılında, bugünkü İmam-Hatiplerin kuruluşuna şahit oluyoruz. Merhum Mahmud Celâlettin Ökten’in deyimiyle “bu okulların hayatımıza girmesiyle surda bir gedik açılmıştı”. Temelleri ihlâs, samimiyet ve dualarla açılan bu okullar güzel insanlar yetiştirmiş ve yetiştirmeye devam etmektedir. Bu ilim ve irfan ocaklarının temelinde; ninelerimizin - dedelerimizin
26
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Temelleri ihlâs, samimiyet ve dualarla açılan bu okullar güzel insanlar yetiştirmiş ve yetiştirmeye devam etmektedir. Bu ilim ve irfan ocaklarının temelinde; ninelerimizin-dedelerimizin hastalık-sökellik için biriktirdikleri, inşaatlarda amelelik yapanların, çocuklarının nafakalarından keserek verdikleri, gelinlik kızların çeyiz paraları, Anadolu’daki vefakâr insanların mahsulü, bir şey verme imkânı olmayanların dua ve gözyaşları ve ümmetin umudu vardı. hastalık - sökellik için biriktirdikleri, inşaatlarda amelelik yapanların, çocuklarının nafakalarından keserek verdikleri, gelinlik kızların çeyiz paraları, Anadolu’daki vefakâr insanların mahsulü, bir şey verme imkânı olmayanların dua ve gözyaşları ve ümmetin umudu vardı. Bu okulları halkımız sahiplendi, bu okulları yaptırıp devletine “İmam-Hatip Okulu” olsun diye teslim etti. Bu okullar hiçbir zaman kimsenin önarka bahçesi olmadı, milletin has bahçesi oldu. Bu bahçeden nadide güller yetişti, Güllerin Efendisinin müştâkı olarak. Bu okullardan, tarumar edilen gönüllere tevhidi nakış nakış işleyecek, Allah (c.c.) ve Rasûlullah (s.a.v.) sevgisiyle gönülleri mutmain hale getirecek nice gönül doktorları yetişti ve yetişmeye devam ediyor. Bu okulları hazmedemeyenler, buralardan ancak ölü yıkayıcısı çıkar diyerek, bu güzide eğitim yuvalarının mezun ve mensuplarına tepeden istihza ile baktılar. Buna mukabil gönül doktorları, ümmetin cenazelerini kaldırmanın farz-ı kifaye olduğu bilinciyle, İmam-Hatiplilerin bunu bir görev kabul ettiğini anlayamayan ve İmam-Hatiplilerin cenazeler yanında bu milletin dirilerini ve yaşayan ölülerini tevhid, muhabbet ve şefkat yağmurları ile yıkayıp günah ve şirk kirlerinden temizleyeceklerini idrakten mahrum şahıslara kızmadı; ancak ıslahları ve hidayetleri için dua ettiler. Çünkü onlar, yaratandan ötürü yaratılanı hoş görme; kusurları ifşa etmeyip örtme erdemindedirler. Gönül doktorları, Rahman’ın sığınak yerleri olan gönüllere hiz-
meti gaye edinen, bir gönül yıkmanın onlarca kez Kâbe’yi yıkmaktan daha büyük günah ve vebal olduğunun bilincine eren mana erleridir. Gönül doktorları, iman kardeşliği potasında eriyen, Allah (c.c.) katında üstünlüğün ancak takvayla, Allah’a yakın olmakla mümkün olabileceğinin şuuruna erenlerdir. Kavmiyetçiliğin, kendi ırkını üstün görmenin, cahiliye hastalığı olduğu ve bu hastalıktan kurtulmadıkça “Muhammed (s.a.v.)’e layık ümmet olunamayacağı gerçeğiyle hemhal olmuşlardır. Her İmam-Hatipli bir gönül doktorudur. Bunun farkına varamayıp gereğini yapamayanlar da müstakbel gönül doktorudurlar. Çünkü İmam-Hatip liselerinin havasını teneffüs edenler, o iklimde bulunanlar “Allah (c.c.)‘a ta’zim, mahlukâtına şefkat” düsturunu er ya da geç iliklerine kadar hissedeceklerdir. İmam-Hatipli olmamakla birlikte, ümmetin derdini dert edinen tüm dostlar, O güzeller güzelinin nurlu yoluna râm olmuş ahbab-u yâranlar da birer gönül doktorudurlar. Gönül doktoru dostlar! İşimiz vaktimizden çok. Âhir zaman ümmeti her taraftan tuzaklarla kuşatılmış, hanelerimizde yangınlar, mahallelerimizde ilhad fırtınaları, dünyamızda tufanlar var. Nüfusunda İslâm yazanlarının çoğu kendi dinine, şeriatına düşman edilmiş, yaratılış gayeleri unutturulmuş, nefsinin esiri yapılmış. Sokaklarımız, mahallelerimiz, kentlerimiz, köylerimiz adeta işgal edilmiş, bizi biz eden değerlerimiz sürgüne gönderilip, özümüzle uyuşmayan bayağılık rağbet görür hale getirilmiştir.
İHL 60.YIL TOHUM
27
Gönül doktorları, gaye Allah (cc.)’a kul olmakmış, gerisi çelik-çomakmış diyerek yaratılış gayesini idrak eden, Mevlâ’nın hatırını üstün tutup başkalarının hatırı uğruna Hakk’ın hatırını yıkmayanlardır. 60. kuruluş yılını idrak ettiğimiz İmam-Hatip Liselerimiz bu şuurda gönül doktorları yetiştirmeye devam ederek ümmete ve insanlığa en hayırlı hizmeti yapmaktadırlar.
Dinden tavizler verilerek, inandığımız gibi değil, yaşadığımız gibi inanmaya başlamışız. Bunca olumsuzluklar karşısında, bizim kapısını çalıp hakkı tebliğ etmediğimiz kimse kalmamalıdır. Gönül doktorları, ümmetin ve insanlığın perişanlığını dert edinen ve derdini sevendir. Gönül doktorları, davasının çilesini çeken, çilekeş olmayı, Rabbe sevgili olmanın nişanesi olarak görendir.
Gönül doktorları, değişmeyen lider Hz. Peygamber’in örnek hayatı ile kendi hayatları arasında köprü kuranlardır. Gönül doktorları, insanı insan yapan tüm güzelliklerin ve ahlaki erdemlerin odaklandığı şahsiyet olan Peygamber Efendimizin örnek hayatında, her asırda geçerli olacak evrensel ilkelerin bulunduğuna ve insanlığın ancak bu ilkeler ile kurtuluş ve huzura erebileceğine gönülden inananlardır.
Gönül doktorları, yaptığı ibadet ve görevleri, ihlâs derecesine yükseltebilen, yaptığı her şeyi Kadir-i mutlak olan Allah (c.c.)’ın gördüğüne, yaptıklarının ve yapması gerekirken yapmadıklarının hesabını bizzat Allah (c.c.)’a vereceğine gönülden inananlardır.
Gönül doktorları, Hz. Peygamber’in güzel ahlakını davranışlarının mihveri ve rehberi yapanlardır.
Gönül doktorları, geçici dünyanın esiri olmayan, bununla birlikte “veren elin, alan elden üstün olduğu” bilinciyle hareket ederek her alanda ileride olmayı hedefleyen ve dünya-ahiret dengesini iyi kurandır.
Gönül doktorları, dindarlığı Allah (c.c.)’a gönülden bağlılık, peygambere güven, başka inanç sahiplerine hoşgörü ve tahammül, müslümanca yaşayıp iman üzere ölmek olarak algılayanlardır.
Gönül doktorları, dünya hâkimiyet ve idaresinin dinsizlere bırakılamayacak kadar önemli olduğunu idrak ederek dünya idaresine namzet ve talip olma şuurunda bir halifedir. Gönül doktorları, sevgi ve imanı toplumsal barışın temel taşı sayarak gönüllere bu değerleri aşılayandır. Gönül doktorları, Allah (c.c.)’a ibadetin hayatımıza anlam kattığı gerçeğini kabul edip yaptığı her şeyi ibadet şuuruyla yapabilendir.
28
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Gönül doktorları, varoluşun kaynağı olan sevgiyi yayan; nefret, kin, haset yerine muhabbeti, dostluğu ve kadere rızayı yeğ tutanlardır.
Gönül doktorları, gaye Allah (cc.)’a kul olmakmış, gerisi çelik-çomakmış diyerek yaratılış gayesini idrak eden, Mevlâ’nın hatırını üstün tutup başkalarının hatırı uğruna Hakk’ın hatırını yıkmayanlardır. 60. kuruluş yılını idrak ettiğimiz İmam-Hatip Liselerimiz bu şuurda gönül doktorları yetiştirmeye devam ederek ümmete ve insanlığa en hayırlı hizmeti yapmaktadırlar. Bu okulların kurulmasında, yaşatılmasında emeği geçenlerden Rabbimiz razı olsun. Nice 60. yıllara.
İHL 60.YIL TOHUM
29
Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN
İmam Hatip Neslinin
Türkiye’ye Tesiri Nedir?
Şimdi asıl mesele imam hatip neslinin Türkiye’ye tesiri nedir? En köklü, en temel, en esaslı tesiri nedir? Bu sualin cevabi şudur: Medeniyet şuurudur.
Kim ne derse desin bazı kimseler hep bardağın boş kısmını görürler. Evet bardağın boş yerini de görmeli. Hep bardağın dolu yerini görürsek bu bizi tembelliğe sevk eder, olduğumuz yerde sayarız. Fakat devamlı boş yerini görmek ve doluyu da inkar etmek doğru değildir. Hep aynı açıdan baktıkları için İmam-Hatip mekteplerini de beğenmiyorlar, ilahiyatları beğenmiyorlar, olup biteni de beğenmiyorlar. İmam-Hatiplerin kat ettikleri mesafeyi de Türkiye’de icra ettiği faaliyetleri, elde ettiği başarıları da görmüyorlar. Ben bunu nankörlük olarak görüyorum. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Eksiklerimizi hep görelim; ki bunun başında keyfiyet var. Bu çok doğru. Celal Hoca’nın bir formülü var, ben orada okumadığım için onu İstanbul İmam Hatip Okulu mezunları bilir. Bir İmam Hatipli prototipi çiziyor: “Asrın ihtiyaçlarını müdrik, Doğu’yu ve Batı’yı iyi bilen münevver, dindar görüneceğim diye mutaassıp olmayan, aydın desinler diye de dinden taviz vermeyen, tavizsiz ama müsamakâr”. Celal Hoca sürekli bunu tekrarlarmış. Şöyle bir bakıldığında biz eski hocaların bilmediği bazı şeylerle alakalı -eski hocalar derken bir önceki nesli kastediyorum yani medreseler geriledikten sonra, orada bazı lüzumlu dersler kaldırıldıktan sonra ki safhada yetişmiş olan yine de mübarek yine de dini mübini iyi bilen ama biraz dünya bilgisi eksik olan hocalar- biz o kısımla alakalı olarak epeyce malumat elde ettik ama onlarda olup bizde olmayanlar var. Bunun da başında bana sorarsanız ahlak ve maneviyat geliyor. Ahlak ve maneviyat, ahlak kelimesi üzerinde fazla durmayacağım çünkü ben o devre yetiştim ve o devrin hocalarıyla hem hal oldum.
Biz ahlaksız değiliz fakat maneviyatımız eksik, bu ikisi birbirinden farklı bana göre. Bizim bu neslin hocalarında maneviyat eksikliği var. Bizde gayret-i diniye eksikliği var. Düşünüyorum da, bizdeki gayret ile bugünkü hocalarda veya öğrencilerde olsun, arasında çok büyük fark var. Siz buna heyecan da diyebilirsiniz. Bu heyecan ve gayret eksikliği durup dururken olmaz. Bu heyecan ve maneviyat eksikliğinin istinad ettiği maneviyat vardır.
Biz medeniyetimizi değiştirmeyi kabul etmiyor, reddediyoruz. Bu medeniyet İslam merkezli, Kur’an merkezli bir medeniyettir. Biz İslam’a, Kur’an’a, medeniyetimize sahibiz ama yapılacak şey çok açık ortada: “İhya ve inşa”.
32
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Heyecan ve gayretin istinat ettiği maneviyat eksik olduğu için heyecan ve gayret eksik. Bizim bunları tamamlamaya bakmamız icap ediyor. Yani ben eksiklerimizi biliyorum hülasa. Eksiklerimizi biliyorum ama fazlalarımızı da biliyorum. Eksiklerimden dolayı üzülüyorum, gayret ediyorum. Allah’ın eşsiz lütuflarından dolayı seviniyorum, mutlu oluyorum, göğsüm kabarıyor ve şükrediyorum. Şimdi asıl mesele İmam-Hatip neslinin Türkiye’ye tesiri nedir? En köklü, en temel, en esaslı tesiri nedir? Bu sualin cevabi şudur: Medeniyet şuurudur. Tanzimat devrinden başlamak üzere; daha öncesinde medeniyet değiştirme azmi yok. İdari alanda, askeri alanda Avrupa’dan bazı örnekler almak olan Islahat var. Ama Tanzimat’ın adı büyük olan Mustafa Reşit Paşası ilk defa diyor ki; adam olmak için mütemeddin yani medeni -bundan da batıyı kast ediyor- milletler gibi olmaktan başka çaremiz yok. 1839 Tanzimat ilk adımdır. Medeniyet değiştirme azminin, kararlılığının ilk adımıdır. Bu adımlar devam etti. Ama herkes Mustafa Reşit Paşa bile açık açık söyleyemedi, biz İslam Medeniyetini bırakalım, onun ötesinde batıyı alalım diyemediler. İslam ne kadar az kalırsa o kadar iyi oluruz inancı hakim. 2. meşrutiyetten sonra artık Osmanlı Cemiyetinde adı sanı belli birer ideoloji olarak İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık, Turancılık ortaya çıkıyor. Bu memleketin çocuklarının bir kısmı diyorlar ki biz medeniyet değiştirelim ve batılı olalım diyorlar. Meşrutiyetten Cumhuriyete geliyoruz, tamamen apaçık olarak, “biz ilhamımızı göklerden alacak de-
ğiliz” diyorlar. Göklerden alacak değiliz derken, ne demek istiyorlar. Yani vahiyle bizim bir alakamız olmaz demek istiyorlar. Bu işte Aguste Comte’un üç hal felsefesi var: meşhur efsaneler çağı, din çağı, bilim çağı. Efsaneler ve din çağı geçti şimdi bilim çağı diyor, o da 1830’larda bu lafı söylemiş. 1920’lerden sonra Türkiye’de tekrarlanmış. Benim asıl söylemek istediğim şudur; muasır medeniyetten maksatları batı medeniyeti idi. Sonrasında onu aşıp İslam medeniyetine geleceğiz demiyorlar. Düşünün 80-90 sene olmuş; o batı batı diye imrendikleri ülkelerin ahlakını, maneviyatını, ictimai münasebetlerini, insani taraflarını bir tarafa koyuyorum; Müslümanlar ve İslama ait olanlar ile mukayese bile etmem. Bilim ve teknolojiyi alalım örneğin, hani bilim ve teknolojide daha ileri gidecektiniz; hiç gitmemişsiniz. Daha ileri ne zaman gidildi? İmam-Hatip nesli işe el koyduktan sonra 15-20 yıl içerisinde bazı alanlarda batıyı geçtik. Bu yürüyüş böyle devam edecek, işte bu neslin bu ülkede yaptığı en büyük tesir, medeniyet davasında olmuştur. Biz medeniyetimizi değiştirmeyi kabul etmiyor, reddediyoruz. Bu medeniyet İslam merkezli, Kur’an merkezli bir medeniyettir. Biz İslam’a, Kur’an’a, medeniyetimize sahibiz ama yapılacak şey çok açık ortada: “İhya ve inşa”. Bu milletin özü bozulmadan; bugün bütün dünyaya alternatif medeniyet olarak sunulması gerekiyor. Bunun için gece gündüz çalışmamız, bir dil bulmamız, bir ifade şekli bulmamız gerekiyor.
İHL 60.YIL TOHUM
33
Prof. Dr. Saadettin ÖKTEN Mimar Sinan Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi
Celal Hoca: Eylemci, Eylem ve Birikim Soru şu: Celal Hoca İslam Medeniyetinin genel akışı içerisinde nereye oturuyor? Bir yeri var mıdır? Yoksa irapta mahalli olmayan bir adam mıdır? İmam Hatip Okulları kurulduğu zamanlarda ve bu zamanlarda İslam Medeniyetinin genel akışı içerisinde nereye oturmaktadır? Celal Hoca bir eylem ortaya koymuş, İmam Hatip Okulu bu eylemin adı. Bu eyleminde toplumda yankıları olmuş. Celal Hocayla ilgili bir birikim olmuş, birileri konuşuyor. Kimler konuşuyor? İşte, biz konuşuyoruz, siz dinliyorsunuz. Celal Hoca’nın üflediği nefesle oluşan bu birikim sadece konuşulanlardan ibaret değil. Bu birikimin niteliği hakkında birazdan bahsedeceğim. Ama ben biraz gözü kulağı açık bir adamım, inşaallah Allah gönlümü de açar. Bu birikimle ilgili subjektif lakırdıların dolandığını işitiyorum. Ben bir bilim adamıyım ya da bilim adamı olmaya çalıştım hayatım boyunca. Gönlüm isterdi ki Celal Hoca a,b,c şıklarında iyidir; d,e,f şıklarında nakısdır densin ve reel bir anlam ortaya konsun. Babamın ölümünden 50 sene geçti. Artık bu zatı bilim çevreleri objektif kriterlerle değerlendirmelidirler. Bizde daha bu yapılmadı. Şimdi bu girişten sonra bu eylemi yapan adam kim? Eylemci, eylemkar kim? diye merak ettiğimiz zaman Celal Hoca’yı tanımak noktasındayız. Dikkat ederseniz bahsettiklerim hep 1951-1961 seneleri arasında. Celal Hoca 69 yaşında. 69 yaşına kadar bu adam ne yapmış?
34
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
7 senelik okul projesi nasıl zuhur etmiş? Hangi zihniyetten, hangi düşünceden, hangi birikimden? Bunu şu anda bilmiyoruz. Mesela Nusret Vardar Bey dedi ki: “Bugünkü yurtlar hakikaten 5 yıldızlı otel”. Şimdi bunu Celal Hoca’ya sorsak anlamaz. Tahminimce, bir şeyin rahatlığını, güzelliğini, konforunu anlatmak için “paşa konağı” derdi. 5 yıldızlı otel - paşa konağı bunu niçin örnek verdim. Eğer içinizden her hangi birisi, hususen genç nesiller Celal Hoca’nın nasıl bir insan olduğunu, kalifikasyonlarını, niteliklerini, anlamak istiyorsanız o dönemin kodlarına dönmek zorundasınız. Bu kodlar sadece zihinde gelişen kodlar değil, gönüldeki kodlar da böyle. Bakın “kod” lafını kullanıyorum “değer” lafını değil. Çünkü biz her şeye kodlanır olduk. Dolayısıyla Celal Hoca’nın yetiştiği muhitin arka planını ele almak istiyorsak; o neslin, o büyük medeniyet birikiminin var olan arka planını, değerlerini, zevklerini, ihtişamını tartışmaları ve tenkitleri ile beraber bilmek ve benimsemek mecburiyetindeyiz. Ama bunu bilmiyoruz. Celal Hoca hep heyecanlı bir aksiyon adamı olarak anlatıldı. Celal Hoca gerçekten öyle miydi? Sırf
aksiyon adamı mıydı? Yoksa bir tezi var mıydı? Bu konuda bilgimiz yok. Neden? Çünkü metrukat, hakikaten metruk durumda. Soruyorlar: Celal Hoca metrukatı ne oldu? Öyle duruyor, benden sonra ne olur? Onu da Allah bilir diyorum. Ama metrukat halen duruyor kapısını açan bir adam görmedim. 50 kusur defter el yazısı ile yazılmış öyle bekliyor. Evet bu sözlerden sonra sıra geliyor Celal Hoca ve eylemine. Eylem ve eylemci bunun değeri, ağırlığı nedir? Hakikaten yaptığı iş kıymetli bir iş midir? Sıradan bir iş midir? Her insanın hayatında subjektif noktalar vardır ve olması gerekir. Babam hakkında da hep onlardan söz ettik. Şimdi bana bir referans çerçevesi lazım. Yapılan işin hangi kriterlere göre, hangi ortamda bir değeri var. Siz, diyelim ki amatör kümeden bir takıma gol atarsanız çok önemsizdir. Ama Alman Milli Takımına gol atarsanız önemlidir. İkisi de goldür bunların. Bu noktada iki ayrı düzlem ortaya çıkıyor. Hangi referans çerçevesinde olaya bakacağız? Yerel şartlar ve kısa ömürlü bir dönem. Biz hep yerel şartlardan bahsettik. 1948–49 Türkiye’si. İşte CHP vs. Bu konularda anlatılanlar doğru, hilafı yok; hatta az dahi anlatıldı. Ama bunlar bizi bir yere götürmeye yetmiyor 2011’in Türkiye’sinde. Peki evrensel boyutta bakabilir miyiz? Uzun soluklu bakabilir miyiz? Ona daha henüz bakamıyoruz. Evrensel ve uzun boyutlu baktığımızda karşımıza İslam Medeniyeti çıkıyor. Soru şu: Celal Hoca İslam Medeniyetinin genel akışı içerisinde nereye oturuyor? Bir yeri var mıdır? Yoksa irapta mahalli olmayan bir adam mıdır? İmam Hatip Okulları kurulduğu zamanlarda ve bu zamanlarda İslam Medeniyetinin genel akışı içerisinde nereye oturmaktadır? İmam Hatip Okullarından sonra gelen İlahiyat Fakülteleri nereye oturmaktadır? Bu sorula-
rın sorulması ve çok cesur bir şekilde bu cevapların verilmesi gerekmektedir. Netice de Celal Hoca, o günkü İmam-Hatip Okulları, bu okulların serüvenleri, onların devamı olan Yüksek İslam Enstitüsü ve ondan sonra gelen ilahiyat fakülteleri İslam Medeniyeti nokta-i nazarından hangi noktadadır. Yani şu soruyu çok net sorabilmeliyiz: Beytü’l Hikme ile Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi arasındaki fark nedir? Daha üstün müdür? Yoksa farklı düzlemlerde midir? Yoksa daha aşağıda mıdır? Böyle soruları soramadığımız sürece, biz daima uygarlık üreten batı insanının peşinde kalmaya mecbur ve mahkum oluruz. Topluma baktığımız zaman sayısal olarak büyük bir diriliş var. Ama tercihler planına baktığımız zaman, değerler planına baktığımız zaman, orada batının çok bir kötü kopyası ile karşı karşıyayız. Laflar burada bitti. Eylemci, eylem ve birikim. İslam Medeniyeti açısından, İslam Medeniyetinin özellikle orta çağı açısından hiç gocunmadan, üşenmeden, yorulmadan ve karşımıza çıkacak her türlü cevaba hazır olarak, nesnel bir biçimde; benim rahmetli merhum babamı (birikimleriyle, eksikleriyle), kurduğu okulu, o okulun oluşturduğu -eğer olmuşsa- ekolü düşünelim. Mesela bir problem söz konusu olduğu zaman, sosyal bir problemde toplum niçin Şerif Mardin’e gidiyor? Niçin onun dışında isim yapmış, ciddi bir ağırlığı olan, bizim medeniyetimizin temsilcisi bir sosyoloğa gitmiyor. Bunu düşünelim. Çünkü o ağırlıkta bir adam daha çıkaramadık, benim kanaatim budur. Bunları yapacağımız, bunları düşüneceğimiz zamanın geldiğini hissediyorum. Okulların kuruluşundan 60 sene, ilk mezunların verilişinden aşağı yukarı 53 sene geçti. Benim sorum ve arzım bundan ibarettir. Ben burada son defa saygı ve muhabbetle selamlıyor, bunu da düşünmenizi, zihinlerinizin bir kenarına kaydetmenizi diliyorum.
İHL 60.YIL TOHUM
35
Nazif YILMAZ İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü İHL Koordinatörü
Nicelikten Niteliğe İmam Hatip Liselerinde
Kalite
Ahlâkî değerlerin kaybolduğu, şahsiyetlerin savrulduğu, temel insânî ölçülerin unutulduğu bugünlerde ve gelecekte İmam Hatip nesline önemli vazifeler düşmektedir. Bu neslin iyi yetişmişliği, kalitesi ve nitelikli olması İslam ümmetini doğrudan etkileyecektir. Bundan sonra yapılacak en önemli çalışma bu okulların kalitesi ve niteliği üzerine çalışmak, kemiyeti (niceliği/sayısal çokluğu) da dikkate alarak keyfiyeti (niteliği/kaliteyi) arttırmaktır.
36
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
İmam Hatip Liseleri, açılışından bu güne kadar engebeli koşu gerçekleştiren okullardır. Kendine özgü bir eğitim anlayışıyla eğitim sistemimizde varlığını sürdüren bu okullardan ülkemize ve dünyaya hizmet etmiş ve hizmet etmekte olan nice nesiller yetişmiştir. İmam Hatip Liseleri, İstiklal Şairimizin ifadesiyle “İslam’ı asrın idrakine söyletecek” insan modelini yetiştiren müesseselerdir. İmam Hatip neslinin öncülüğünde, Türkiye’nin dünyada ve İslam ülkeleri arasında yükselen konumu bunu işaret etmektedir. Milenyum çağında İmam Hatip nesline olan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır. Ahlâkî değerlerin kaybolduğu, şahsiyetlerin savrulduğu, temel insânî ölçülerin unutulduğu bugünlerde ve gelecekte İmam Hatip nesline önemli vazifeler düşmektedir. Bu neslin iyi yetişmişliği, kalitesi ve nitelikli olması İslam ümmetini doğrudan etkileyecektir. Bundan sonra yapılacak en önemli çalışma bu okulların kalitesi ve niteliği üzerine çalışmak, kemiyeti (niceliği/sayısal çokluğu) da dikkate alarak keyfiyeti (niteliği/kaliteyi) arttırmaktır. Eğitimdeki tecrübelerimizden ve İstanbul’daki İHL öğretmeni arkadaşlarımızın düşüncelerinden yarar-
lanarak kaleme alınan bu yazıda İmam Hatip Liselerinde nitelikli ve kaliteli eğitim için önemli hususları ve tekliflerimizi dile getireceğiz. Genel Hususlarla İlgili Teklifler 1. Mart 2010 tarih ve 2631 sayılı Tebliğler Dergisinde “Kurum Açılması ve Kapatılmasına İlişkin Esaslar” çerçevesinde yayımlanan “İmam Hatip Lisesi açılacak yerin merkez nüfusunun en az 20.000 olması, Anadolu-İmam Hatip Lisesi açılacak yerin öğrenci alabileceği çevre ilçe ve köyleri ile birlikte nüfusunun en az 50.000 olması” şartı çıkarılmalıdır. Bu sınır eğitim düzeyi daha iyi olabilecek okulların açılmasının önünde engel teşkil edebilir. 2. Milli Güvenlik Bilgisi dersleri sivil savunma ve ilk yardım bilgilerini de içerecek şekilde Avrupa Birliği kriterlerine uygun olarak seminer tarzı ve not verilmeksizin işlenen bir ders haline getirilmelidir. Milli Güvenlik Bilgisi dersleri Sivil Savunma ve İlk Yardım Bilgilerini içerecek şekilde değiştirilmeli ve pedagojik formasyonu olan öğretmenler tarafından verilmelidir.
İHL 60.YIL TOHUM
37
3. Sekiz yıllık kesintisiz eğitim kesintili olmalıdır. İsteyen öğrenciler İmam Hatip Lisesini orta kısmından itibaren okuyabilmelidir. Beş yıldan sonra hafızlık eğitimi almak isteyen öğrencilere Kur’an Kurslarının yolu açılmalıdır. Kesintisiz eğitim, 18. Milli Eğitim Şûrası’nda alınan karar gereği kesintili hale getirilmelidir. İmam Hatip Liselerinin orta kısımları yeniden açılmalıdır. Kesintisiz eğitim, başta mesleki-teknik eğitim veren her tür meslek lisesini, dini-mesleki eğitim veren İmam Hatip Liselerini, Kur’an kurslarını ve hafızlık eğitimini olumsuz yönde etkilemiştir. 4. Fiziki şartları uygun olan okullarda temel dersler özel dizayn edilmiş sınıflarda verilebilir. Bunun uygulanması teşvik edilmelidir. (Hadis sınıfı, Kur’an sınıfı, Tarih sınıfı gibi) 5. İmam Hatip Liseleri için yeni stratejiler geliştirilmelidir. İmam Hatip Liselerinin çağın ihtiyacına cevap verecek şekilde olması gerekir. Bu amaçla uygulamanın içinde olan öğretmenlerle, idarecilerle, ilahiyatçılarla ve alanında uzman sosyal bilimcilerle özel bir çalışma yapılmalıdır. “İmam Hatip Liseleri
38
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Çalıştayları” veya “şûraları” düzenlenmeli, bu okulların durumu bilimsel olarak çağımızın verilerine göre yeniden ele alınmalı ve yapılandırılmalıdır. 6. Müstakil kız ve erkek İmam Hatip Liseleri açılması yaygınlaştırılmalıdır. Karma eğitimin ülkemizdeki durumuyla ilgili bilimsel çalışmalar ve alan araştırmaları yapılmalı, velilerin isteği üzerine öğrenciler ayrı okullarda ya da sınıflarda okuyabilmelidirler. 7. İl merkezlerinden başlayarak ihtiyaç olan her bir okula, her türlü donanıma sahip kız ve erkek öğrenci yurtları yapılmalıdır. Özellikle kız öğrencilerimiz için Devlet Parasız Yatılı Yurtları açılmalıdır. Çocuklarını İmam Hatip Lisesinde okutmak isteyen veliler mahrum edilmemeli, devletin ve halkın imkanlarıyla ellerinden tutulmalıdır. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü bu konuda bir çalışma başlatmalı, okul ve yurt ihtiyacı olan bölgelerin tespitini yapmalıdır. 8. Belirli merkezlerde proje İmam Hatip Liseleri açılmalıdır. İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin yaşayacakları çağa hitap edebilmeleri için mesleki ve
Sekiz yıllık kesintisiz eğitim kesintili olmalıdır. İsteyen öğrenciler İmam Hatip Lisesini orta kısmından itibaren okuyabilmelidir. Beş yıldan sonra hafızlık eğitimi almak isteyen öğrencilere Kur’an Kurslarının yolu açılmalıdır. Kesintisiz eğitim, 18. Milli Eğitim Şûrası’nda alınan karar gereği kesintili hale getirilmelidir. İmam Hatip Liselerinin orta kısımları yeniden açılmalıdır. Kesintisiz eğitim, başta mesleki-teknik eğitim veren her tür meslek lisesini, dini-mesleki eğitim veren İmam Hatip Liselerini, Kur’an kurslarını ve hafızlık eğitimini olumsuz yönde etkilemiştir.
kültürel bilgi ile donanmış, sosyal beceri düzeyi gelişmiş, iyi bir yabancı dil eğitimi almış olarak yetişebilecekleri proje okullar açılmalıdır. 9. Yurtdışında Türkiye modeli İHL’lerin açılması ile ilgili çalışmalar yapılmalıdır. Talep edilen ülkelerde fiziki imkanları ve eğitim kalitesi ile İslam dünyasına örnek gösterilebilecek, model İmam Hatip Liselerinin açılması için bakanlık nezdinde yapılacak çalışmalar hızlandırılmalıdır. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü bünyesinde yurt dışındaki din eğitimi çalışmalarıyla ilgili bir birim oluşturulmalıdır. 10. İlahiyat Meslek Yüksek Okulları (İMYO) öğrenci almalı ve yeniden eğitime başlamalıdır. İmam Hatip Liselerinde verilen eğitim artık Diyanet İşleri Başkanlığının beklentilerine cevap vermemektedir. İmam Hatip Lisesi mezunlarının daha iyi bir mesleki eğitim alarak göreve atanmaları sağlanmalıdır. İmamlık- Hatiplik, Müezzin-Kayyımlık ve Kur’an Kursu öğreticiliği için İmam Hatip Lisesi mezunu olmak yanında İMYO mezunu olma şartı da getirilmeli, bu konu üzerinde Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ve İlahiyat Fakül-
telerinden oluşan bir komisyon tarafından çalışılmalıdır. 11. 1999 yılında hazırlana İHL Gelişim Modeli güncellenerek ve geliştirilerek uygulamaya konulmalıdır. Gelişim modelinin en güzel şekilde uygulanması için okul idarecileri bilgilendirilmeli, konuyla ilgili bir idareci görevlendirilmeli ve çalışmalar yakından takip edilmelidir. 12. İmam Hatip Liseleri’nde mesleki eğitimin kalitesi için meslek derslerinin sayısı arttırılmalı ve son sınıftaki meslek dersi yoğunluğu aşağı sınıflara çekilmelidir. Son sınıf öğrencilerinin üniversite kaygısı ile okulda olmadıkları, bedenen oldukları zamanlarda da zihnen olmadıkları inkar edilemeyecek bir gerçektir. Meslek dersleri içinde önemli bir yere sahip olan Fıkıh, Hadis ve Tefsir dersleri 2+2 şeklinde iki (2) yıl okutulmalıdır. Lise 2. sınıfta haftalık 7 saat olan Kur’an dersi azaltılarak Fıkıh ve Hadis dersleri konulacak bir formül üzerinde çalışılmalıdır. Aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi İHL meslek dersleri ağırlıklı olarak son sınıfa kaydırılmıştır.
İHL 60.YIL TOHUM
39
İdarecilerle İlgili Teklifler 1. İmam Hatip Liselerine müdür olarak meslek dersleri branşından deneyimli ve çağdaş bir yönetim anlayışına sahip, takım ruhu ile çalışan lider müdürlerin atanması sağlanmalıdır. Mevzuatta ise durum farklı olup bu okullara İHL Meslek Dersleri branşında olmayan idareciler atanmakta ve okuldaki eğitimin içeriğine yönelik bilgi eksikliğinden kaynaklanan sorunlar ortaya çıkmaktadır. 2. İmam Hatip Liselerinde görev yapan mevcut müdür ve müdür yardımcıları, idarecilik, iletişim, kişisel gelişim, yönetim ve organizasyon, toplam kalite, yönetişim konularında yeterli düzeyde mesleki gelişim programlarına katılmalı, İmam Hatip Liselerindeki yönetim anlayışı öğretmeni, öğrenciyi ve veliyi de yönetimin bir unsuru kabul edecek şekilde değişmelidir. 3. Okul idareleri yönetimde ve eğitimde kalite için okuldaki eğitimin paydaşlarının eğitim-öğretimle ilgi görüşlerini almalı ve yeni düşüncelere
40
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
açık olmalıdırlar. Okul aile birlikleri, öğretmenler, öğrenciler ve veliler ortak akıl toplantılarında bir araya gelerek daha nitelikli bir eğitim için görüş alışverişinde bulunmalı ve sorumluluk almalıdırlar. Okul idareleri, ortak akıl toplantılarının ve alınan kararların uygulanmasını takip etmeli, sorumluluk almalıdır.
Öğretmenlerle İlgili Teklifler 1. Yurt dışı yabancı dil bursları için Milli Eğitim Bakanlığı öncelikle kendi personelini göndermelidir. Burslarla ilgili kontenjanları ekonomik sebeplerle öğretmenlerin kullanamadığı bir gerçektir. Yurt dışı bursundan yararlanmak isteyen öğretmenlere sadece ücretsiz izin verilmektedir. Maaşı kesilen öğretmen Yabancı Dil imkanlarından yararlanamamaktadır. Üniversite Öğretim Üyelerine sağlanan kolaylık gibi üç aylık bir süre (yaz tatillerinde) öğretmenlerin yabancı dil öğrenimi için yol-kurs-pasaport-vize masrafları karşılanarak Arapça konuşulan ülkelere
Öğretmenlerin bilgi, birikim ve tecrübe paylaşımını gerçekleştirmeleri amacıyla alt zümrelerin oluşturulması, bölge zümrelerinin ve meslek dersleri çalıştaylarının yapılması gerekir. İmam Hatip Liselerinde eğitimöğretim birlikteliğini gerçekleştirmek, öğretmenlerin bilgi, birikim, tecrübe, iyi örnekleri ve ders öğretim yöntemtekniklerini ve eğitim materyallerini paylaşımlarını sağlamak, öğrencilerin ders içi ve ders dışı sosyal kültürel etkinliklerinde daha nitelikli çalışmalar yapmalarına katkıda bulunmak için Bölgesel İHL Meslek Dersleri Çalışma toplantıları yapılmalıdır.
gitmeleri için fırsat verilmelidir. Aynı durum tüm Yabancı Dil öğretmenleri için de uygulanabilir. 2. İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin mesleki uygulamalarını geliştirmek için çalışmalar yapan meslek dersleri öğretmenlerine diğer Meslek Liselerinde olduğu gibi özlük haklarında iyileştirme yapılmalı, ek ders imkanı veya egzersiz ücreti hakkından faydalanma fırsatı verilmelidir. Mesleki uygulama çalıştırmalarında, Türk İslam Sanatları ile ilgili olan sanatsal çalışmalarda ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğünce her yıl düzenlenen Arapça Bilgi ve Etkinlik yarışmalarının hazırlık sürecinde görev alan öğretmenlere mevzuata uygun olarak egzersiz ücreti verilmelidir. 3. Öğretmenlerin bilgi, birikim ve tecrübe paylaşımını gerçekleştirmeleri amacıyla alt zümrelerin oluşturulması, bölge zümrelerinin ve meslek dersleri çalıştaylarının yapılması gerekir. İmam Hatip Liselerinde eğitim-öğretim birlikteliğini gerçekleştirmek, öğretmenlerin bilgi, birikim, tecrübe, iyi örnekleri ve ders öğretim yöntem-tekniklerini ve eğitim materyallerini paylaşımlarını sağlamak, öğrencilerin ders içi ve ders dışı sosyal kültürel etkinliklerinde daha nitelikli çalışmalar yapmalarına katkıda bulunmak için Bölgesel İHL Meslek Dersleri Çalışma toplantıları yapılmalıdır. 4. Kur’an-ı Kerim derslerine bu derste yetkin ve maharetli Meslek Dersleri Öğretmenlerinin girmesi sağlanmalı, özellikle de Hafız olan öğretmenlere öncelik verilmelidir. Kur’an derslerine mesleğinde mahâretli, tashih-i huruf, talim, çalışması yaptırabi-
lecek, Kur’an okumada yetkin ve okutmada etkin öğretmenler görevlendirilmelidir.
Öğrencilerle İlgili Teklifler 1. İmam Hatip Liselerinde 11. Sınıfa da Hitabet ve Mesleki uygulama dersi haftada 1 saat konulmalı ve mesleki uygulama öne alınmalıdır. 11. Sınıftan itibaren başlayan mesleki uygulamalarla ilgili forumlar hazırlanarak öğrencilerin beceri düzeyleri meslek dersleri öğretmenleri tarafından düzenli takip edilmelidir. İHL son sınıf öğrencileri için diğer meslek liselerinde olduğu gibi haftada en az bir gün cami ve kurslarda veya Yaz Kur’an Kurslarında mesleki uygulama için staj izni verilmeli ve düzenli olarak staj yapmaları sağlanmalıdır. Öğretmen ve öğrencilerin özlük hakları da buna göre yeniden düzenlenmelidir. Mevzuatta İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin bu alanıyla ilgili herhangi bir hak ve uygulamaya yönelik bir açıklama yoktur. 2. Din Öğretimi Genel Müdürlüğünce Türkiye genelinde okullar arsında sadece Ezan-Kur’an ve Hafızlık yarışması yapılmaktadır. Bu yarışmalar bir kabiliyet yarışmasıdır. Öğrencilerin çok az bir bölümüne hitap etmektedir. Bugün çoğunluğu kız öğrenci olan okullarımızda onlar bu yarışmalara katılamamaktadır. Gerçekte daha kapsayıcı ve kuşatıcı bir yarışma olması için bu yarışmaların çeşitliliği arttırılmalıdır. Öğrencilerin kabiliyetlerini geliştirmek için bilgi, hadis, kitap okuma, hutbe okuma, münazara yarışmaları v.s. olmalıdır.
İHL 60.YIL TOHUM
41
3. İmam Hatip Lisesine yeni gelen öğrencilere (Lise 1) yönelik bir yıla yayılan program çerçevesinde okula uyum ve motivasyon eğitimleri verilmelidir. Öğrencinin okulu benimsemesi için bu çalışmaya ağırlık verilmelidir.
yönelik çalıştırmalar yapılması, proje tabanlı mesleki yarışmalar koordine edilmesi gerekir. Meslek dersleri öğretmenleri, öğrencilerin çok yönlü mesleki bilgiyi kazanmaları konusunda projeler geliştirmeli ve uygulamalıdırlar.
4. İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin mesleki gelişimlerine ve akademik bilgi kazanımlarına katkı sağlamak için öğrenciler arasında bilgi yarışmalarına, mesleki kitap okumaya ve öğrenci panellerine
5. İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin meslekleriyle ilgili her yıl için okuyacakları “Kırk Temel Eser” belirlenmeli ve bu eserlerin okunması için öğrencileri teşvik edecek çalışmalar yapılmalıdır.
42
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Kurumsal İlişkilerle İlgili Teklifler 1. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, Akademi Lisan ve İlmi Araştırmaları Derneği, ÖNDER ve Ensar Vakfı tarafından koordine edilen Arapça Bilgi ve Etkinlik Yarışmaları önemsenmeli, Arapça Öğretiminin gelişmesinde önemli katkıları olan bu yarışmalarda derece alan öğrencilerin ödüllendirilmesinde ve organizasyon masraflarının karşılanmasında hayırseverlerin desteğini artıracak çalışmalar yapılmalıdır. 2. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mesleki eğitimin geliştirilmesi ve iyileştirilmesine yönelik ortak projeler artmalı, Müftülüklerin ve İmam Hatip Liselerinin ortak çalışmaları geliştirilmeli, İmam Hatip Liseleri ile birlikte Yaz Kur’an kursu çalışmaları yapılmalıdır. 3. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü birimleri daha fonksiyonel hale getirilmeli, ihtiyaç duyulan yeni birimler oluşturularak yeniden yapılandırılmalıdır. Din Öğretimi Genel Müdürlüğünün yapısı güçlendirilmeli, uzman personelin sayısı arttırılarak ülkemizdeki din eğitiminin ve İmam Hatip Liselerindeki eğitimin çağımızın beklentilerine cevap verebilecek şekilde olması için yerel ve küresel stratejiler geliştirilmeli, rutin işlerin yanında daha özgün projeler üretilmelidir. Bu çerçevede “Din Eğitimi ve Öğretimi Danışma Kurulu” oluşturulmalıdır. Akademik çevreden ve uygulamanın içinde olan eğitimciler
bu kurulda yer almalıdır. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, İlahiyat Fakülteleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ve STK’larla işbirliği içerisinde ülkemizdeki din eğitimi ve öğretiminin geliştirilmesine ve iyileştirilmesine yönelik çalışmalar yapılmalıdır. 4. İmam Hatip Liselerinde görev yapan meslek dersleri öğretmenlerinin meslekî gelişimine katkı sağlamak, ilahiyat fakültelerinde öğretilen teorik bilgi ile öğretmenlerin uygulama tecrübesini buluşturmak, mesleki eğitimde karşılaşılan sorunlara birlikte çözümler üretmek, görüş alışverişinde bulunmak, meslekî eğitimin kalitesini artırmak için İlahiyat Fakültelerinin olduğu illerde Fakülte-Okul İşbirliği geliştirilmeli, ortak projeler üretilerek uygulamaya konulmalıdır. 5. İmam Hatip Lisesi Meslek Dersleri için özgün eğitim materyalleri hazırlanmalıdır. Bakanlığımızın “Fatih Projesi” kapsamında “Akıllı Tahta” vb. diğer uygulamaları başladığında meslek derslerinde materyal ihtiyacı daha çok ortaya çıkacaktır. Bakanlığımız tarafından ders kitaplarının dışında herhangi bir eğitim materyali hazırlanmamıştır. Bu konuyla ilgili çalışmalar yapacak, uzman ve üretken bir komisyon kurulmalıdır. Eğitim materyalleri alanında çalışmaları olan akademisyen, öğretmen ve teknik elemanlar tarafından, STK desteği de alınarak öğretmen ve öğrencilerin yararlanacağı özgün eğitim materyalleri üretilmelidir.
İHL 60.YIL TOHUM
43
HATIRALAR Selahaddin KAYA Celal Hocamızın bir projesi vardı. Arapça öğretiminin yetersiz olduğunu düşünüyordu. Yıllarca liselerde Arapça muallimliği yaptığı için bu durumu iyi biliyordu. Hocamız derdi ki: “Bir insan iki dili iyi bilmeli, birisi İngilizce diğeri Arapça”. Özellikle Arapça’nın layıkıyla öğretilemediğini görünce “Arapça Kolej” projesini geliştirdi. Bu okul Arapça tedrisat yapacaktı. Bu fikrini açıkladığı zaman İstanbul’un zenginleri, bu fikre çok sıcak baktılar. Hatta bir toplantıda Eskişehir’de bir un fabrikatörü Süleyman Çakır’da vardı. Süleyman Bey: “Hoca”dedi. “Sen bu koleji aç. Ben Çemberlitaş’ta ki apartmanımı senin bu işine tahsis edeceğim. Sirkeci’de ki Liman Hanın gelirini de bu okulun masraflarına tahsis edeceğim” dedi. Celal Hoca bu proje için Milli Eğitime müracaat etti ve Milli Eğitim kabul etmedi. Hoca, Danıştaya müracaat etti bunun üzerine. Danıştay’da red cevabı verince, tekrar itiraz etti. Avukatlığını da meşhur avukatlardan İlim Yayma Cemiyeti’nin Başkanı Seniyyüddin Başak yapıyordu. Mesele tekrar itiraz
sonrası Danıştay Dava Kurulu’na intikal etti. Kurulda da Danıştay Başkanının iki oyu vardı. O zaman ki başkan Tevfik Gerçeker. Davanın görüleceği gün toplantıya gelmedi. Niye gelmedi? Eğer gelip, orada lehte oy kullanmış olsa müslümanlara yardım edip irticacı diye damga yiyeceğinden korktu. Tevfik Gerçeker gelmeyince konu bir oyla reddedildi. Aradan geçen biraz zamandan sonra birgün Celal Hocamla İskenderpaşa Camii’ne gidiyorduk. Camiden iri yarı birinin çıktığını gördüm. Onun önünde durdu ve selamlaştılar. Celal Hoca dedi ki: “Yarın, mahşer günü, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda senin ağabeyinin iki yakasına yapışacağım ve Cenab-ı Hakka şöyle şikayet edeceğim: Bu Efendi, İslam davasına ihanet etti!” dedi. Ayrıldıktan sonra kim olduğunu sordum. Tevfik Geçeker’in kardeşi olduğunu söyledi. Bu okul o gün açılmış olsaydı, çok daha büyük hizmet olacaktı. Arapça’ya vakıf insanların yetişmesi memleketimize büyük katkı sağlayacaktı.
Şükrü ÖZTÜRK BİR ÖĞRENCİNİN İDEALİ UĞRUNA MÜCADELESİ Celal Hocam ileri görüşlü bir insandı. Bu okullar 7 yıllık olarak açıldı. Tabii devamı yok. Hocamında Yüksek İslam Enstitüsü açılması yönünde çalışmaları var. Bende yakından takip ediyorum çalışmaları. Biz mezunlar olarak 2 yıllık bir enstitünün yeterli olacağını düşünürken Celal Hoca ısrarla 4 yıllık olması gerektiğini söylüyordu bize. O zamanlar, 1959 yılının ilkbaharıydı ayını tam hatırlamıyorum. Rahmetli Adnan Menderes’in İzmit’e bir fabrikanın genişletilmesiyle ilgili temel atma törenine geleceğini duydum. Bunu duyunca arkadaşlarla beraber oturduk, bir dilekçe yazdık başbakana verilmek üzere. Yazdıklarımızı Celal Hocamıza arzettik. Yazdıklarımızın bir kısım yerlerini kensini düzeltti. Sonra arkadaşım Hakkı Kopya ile birlikte İzmit’e gittik. Hakkı Bey İzmit’liydi. Geceyi onların evinde geçirdik. Sabah olunca Hakkı’yla beraber Başbakan’ın geleceği yere gittik. Uzun süre bekledikten sonra geldi fakat yaklaşmak ne mümkün. Bende mektubumuzu vermeyi kafaya koyduğum için harekete geçtim. Tabii polisler, korumalar falan derken bir
44
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
karışıklık çıktı. Başbakan görmüş bizim sebep olduğumuz bu karışıklığı. “Ne oluyor orada?” diye sormuş. Yanındakiler: “Bir çocuk var ille de sizinle görüşmek istediğini söylüyor” demişler. Başbakan: “Bırakın o zaman gelsin” demiş. Bir polis aldı götürdü beni Başbakan’ın yanına. Elini öpmek istedim, müsaade etmedi. Ben İstanbul İmam Hatip Okulu öğrencisiyim bir arzım vardı dedim. Bunun üzerine hemen sağında oturan kişiye oradan kalkması anlamında eliyle işaret yaptı ve beni sağ tarafına oturttu. “Söyle evladım!” dedi. Kendimce derdimi anlattım ve mektubumuzu verdim. Mektubu aldı, cebine koydu. Sonra sağ elini sol dizime koydu; “Evladım! Bu okullarınız açılacak. Benim bütün ümidim sizsiniz. Bu ülkenin geleceğine yön verecek olanlar sizsiniz. Ben bunu arzu ediyorum. Onun için kendinizi çok iyi hazırlayın” dedi. Bende derdimi anlatmanın, mektubumu vermenin ve ondan bu sözleri duymanın mutluluğuyla oradan ayrıldım. Ondan sonra da hazırlıklar yapıldı ve aynı yılın ekim, kasım aylarında enstitümüz açıldı.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖCAL İNFAKIN RAHMETİ Yıl 1979. Yozgat’ın Akdağmadeni İlçesine İmamHatip binası yaptırılacaktır, yardıma ihtiyaç vardır. Müdür Ahmet Saraç, yardımcısı ise Mehmet Doğan’dır. Her ikisi de okul arkadaşım. Bir ekip halinde köy-köy, kasaba-kasaba yardım toplamaya çıkmışlar. Yolları Arslanlı köyüne düşer. Tarlada çalışan bir grup köylü ile karşılaşırlar. Arabadan inip, durumu anlatmak isterler. Köylülere yaklaşıp, selâm verdikten sonra; ‘İlçeye İmam-Hatip Lisesi binası yaptırdıklarını, maddi yardıma ihtiyaçları olduğunu, para, buğday, arpa, fasulye, nohut, ağaç her ne olursa olsun kabul edebileceklerini’ söylerler. Köylülerden biri; - Bakın Hocalar, şu kavaklığı görüyor musunuz? Orada gördüğünüz kavakların hepsi sizin olsun, kesin götürün, der. Ekip bir kavaklığa bakar, bir köylünün yüzüne; “Acaba ciddi mi söylüyor, yoksa dalga mı geçiyor” diye. Çünkü orada gerçekten çok sayıda yetişkin kavak ağacı vardır. Bir köylünün bu kadar ağacı bir teklif üzerine verip-veremeyeceği konusunda tereddüde düşerler. Gerçekten verip-vermeyeceğini anlamak için; - Ciddi mi söylüyorsunuz, gerçekten tamamını keselim mi?!.. - Evet, niye tereddüt ettiniz Hocalar, kesin götürün. Yalnız bizden kesmek, taşımak için yardım istemeyin, buna vaktimiz yok, derler. Sonrasını Mehmet Doğan Hoca şöyle anlatmıştı: Biz kavaklığa doğru gittik, baktık, gerçekten çok sayıda yetişkin kavak ağacı vardı. Ancak bulunduğu yer derin bir çukurluk halindeydi. Adeta uçurum gibi bir yerdi. Bu durum bizi tereddüde düşürdü. O çukura nasıl inilecek, inilip kesilince ağaçlar yukarıya nasıl çıkarılacaktı… Kendi aramızda istişare ettik, ne pahasına olursa olsun kavakları kesip götürmeye karar verdik. O gün gittik, ertesi gün bize yardımcı olacak birkaç kişi ile tekrar geldik. Zar-zor aşağıya indik, epeyce çalışarak ağaçları önce köklerinden kestik, sonra belli ebatlarda tomruk haline getirdik. Şimdi sıra geldi bu ağaçları o derin çukurdan çıkarmaya…
Bir traktör bulduk, halatlar temin ettik. Aşağıdan tomrukları halatlara bağlayıp traktörle yukarıya çekeceğiz. Başka türlü ağaçları oradan çıkarmamız mümkün değildi. Fakat o sırada hava iyice bulutlanmış, gök gürlemeye, şimşek çakmaya başlamıştı. Birden bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Biz kaçarak canımızı zor kurtardık. Bu arada hepimiz sırılsıklam ıslanırken, kimimizin ayakkabısı çamura saplandı kaldı, kimimiz yere düşerek baştan ayağa çamura battı… Arkasından çok kuvvetli bir sel geldi… “- Eyvah, bütün emekler boşa gitti” diye hayıflanmaya başladık. Çünkü o kadar uğraşarak kestiğimiz kavakları sel almış götürüyordu. Aradan zaman geçti, yağmur durdu, sel suları giderek azaldı. Biz de her şeye rağmen; ‘Çamura bata-çıka kavaklığa doğru gidip bir bakalım, acaba selin götürmediği tomruk kalmış mı, birkaç tane de kalsa hiç olmazsa onları çıkarıp götürelim’ dedik. Vardık çukura bir göz attık, birden bütün ümitlerimiz yok oldu. Çünkü görünen hiçbir ağaç yoktu. O sırada arkadaşın biri; - Arkadaşlar, gelin şöyle biraz aşağıya doğru bir bakalım, belki sağa-sola takılıp kalanlar olmuştur, dedi. Yürüdük, bir müddet sonra tomruklardan biri gözümüze ilişti. Birden umuda kapıldık, yürümeye devam ettik, gözlerimize inanamadık. Bir de ne görelim, sel vasıtasıyla bütün kavakların kenarlara çıkarılıp atılmış olduğunu gördük. Hayret dolu gözlerle birbirimize bakakaldık. Kuşkusuz bu Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu, bir yardımı idi. Birkaç gün bekledik, tarlalar suyunu çekip, çamur kuruyunca kamyonla geldik, bütün kavakları yükledik götürdük… Allah o kavakları bağışlayan köylülerden ve kavakları kesme ve taşıma macerasında yer alan herkesten razı olsun… Öyle inanıyorum ki kavakların sel vasıtasıyla kenara çıkarılıp dizilmesi olayı; herhangi bir maddi karşılık beklemeksizin onca zahmete katlanarak, hasbi duygularla yardım toplamaya çıkan okul yöneticileriyle, bir teklif üzerine hiç tereddüt etmeden o kadar kavak ağacını bağışlayan insanların tavrına karşı Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu, bir ihsanı olarak gerçekleşmiştir.
İHL 60.YIL TOHUM
45
ŞİİR MEKTEBİM İMAM HATİP Selam sana, sevgili İmam Hatip Mektebim, Her geçen gün artıyor sende ilmim, edebim. Sende atıldı bu özbenliğimin temeli, Yurduma, milletime daim hizmet emeli. Bekliyor bizi mektep, cami, mihrap ve minber, Âlimler varisimdir buyurdu HAK PEYGAMBER.
Saygı sana ey benim ilm-u irfan ocağım,
Ruhuna, ruhaniyetine hep uyacağım.
Şanlı bir geçmişin var, eserin ecdadın, Sahip çıkacaktır sana vefakâr ahfadın.
Dolaşacak adın nesiller boyu dillerde,
Yaşayacaktır hep sevgi dolu gönüllerde.
Ey Yüce Hakk’ın bize nasip ettiği nimet, Layıktır yolunda her türlü gayret ve himmet.
Seni açan senden geçen eslafı anarım,
Hocalarıma dualar, Kur’anlar sunarım.
Pek çok hatıralar veda ederken sana, Gönlüm senle dolu hakkını helal et bana.
Ebedi yaşasın, şanlı mektebim Ya VEHHAB,
Ya müfettihal ebvab, iftah lena hayral bab.
Hafız Müzekkâ GÜRBÜZ 1956 İstanbul İmam-Hatip Okulu Mezunu
46
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Acınızı Paylaşıyoruz Milletimizn başı sağolsun! Van depreminde hayatını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.
İHL 60.YIL TOHUM
47
Ahmet TAŞGETİREN
Sevgi ve
Kardeşlik Zamanı
48
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Ya iki Müslüman toplumun - kavmin, farklı devlet ve vatanlar içinde bulunulduğu için birbiriyle vuruşması... Yıllarca... On binlerce, yüzbinlerce insanın can vermesi? Hangi Müslümanlık aidiyetinden beslenir? “Ben İranlı bir Müslüman olarak şu kadar Irak’lı Müslümanı öldürdüm” dediğinde, ya da Iraklı benzeri bir katliam listesi sunduğunda, nasıl bir mukabele bekler Yaratan’dan? Bunlar, yarın Rasulullah’ın hamd sancağı altında buluşurlar mı?
KARDEŞLİK TOHUM
49
Acaba kendi içimizde barış var mı? Bütün uzuvlarımız birbiriyle sevgi ilişkisi içinde mi? Aklımızla kalbimiz ya da nefsimiz barışık halde mi? Bedenimizle ruhumuz sevginin sağladığı itminan duygusu, ya da temkin hali yaşıyor mu? Yoksa ihtilaçlar içinde miyiz? Birer sevgi odağı olması gereken, ancak sevgi iklimi içinde saadeti bulacak olan ailelerimiz sevgiyi doya doya yaşıyor mu? Eşler arasındaki ilişki, kardeşler arasındaki ilişki, ebeveynle evlatlar arasındaki ilişki, derin bir meveddet ve rahmet ilişkisi mi? Yoksa, gün gün yığılmakta olan boşanma dosyaları, aile içinde yürekleri saran bir münafereti mi haber veriyor? Aile içi cinayetler neyin habercisi? Allah yolunda hizmet için meydana gelmiş birlikteliklerin bizzat kendi içindeki ilişkilerde derin bir muhabbet ve adanış duygusu var mı? Yoksa kibir, buğuz, öne geçme, riyaset, gıybet gibi yürekleri kemiren ve ihlası eriten duygular, insanların içinde kol gezip, bulduğu güzellikleri talan mı ediyor? Ya bu hizmet gruplarının birbiriyle ilişkisinde ne hakim? Birbiri için hüsn-ü zan, birbirinin muvaffakıyeti için dua, birbirine sevgi, rahmet dileği mi? Sıcak bir dostluk mu? Yoksa rahmet-i ilahiyi bile kıskanmak mı? Kusur aramak mı? Kusur isnadı mı?
50
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Gıybet mi? Hatta iftira mı? Birbirinin cennetinin yolunu kesmek için sürekli engeller üretme gayreti mi? İslam içinde oluşmuş mezheplere aidiyet, kendimiz için her şeyi “Allah için kılma” çabası mı?, bir başkasını “Allah’ın yolundan dışlama” gayreti mi? Buradan yola çıkıp, Allah için yarış duygusuyla birimiz diğerinin gayretine bakıp sevinç mi duyuyoruz, yoksa birbirimizin tekerine çomak sokarak yoldan alıkoymaya mı çalışıyoruz? İslam ki, bütün zamanlarda, farklı dinden olanların bile mabedine dokunmama hassasiyetiyle gelmiş, şimdiki zamanlarda, şu veya bu mezhep mensuplarının gittiği “ibadethane”yi bombalamak nedir? Yani Allah’a, herkesin mabuduna secde edilen yeri bombalayınca, kimin amel defterine ne yazılır? Ve o amel defteri Allah’ın huzuruna nasıl götürülür? Ya iki Müslüman toplumun - kavmin, farklı devlet ve vatanlar içinde bulunulduğu için birbiriyle vuruşması... Yıllarca... On binlerce, yüzbinlerce insanın can vermesi? Hangi Müslümanlık aidiyetinden beslenir? “Ben İranlı bir Müslüman olarak şu kadar Irak’lı Müslümanı öldürdüm” dediğinde, ya da Iraklı benzeri bir katliam listesi sunduğunda, nasıl bir mukabele bekler Yaratan’dan? Bunlar, yarın Rasulullah’ın hamd sancağı altında buluşurlar mı? Buluştuklarında birbirine kılıç çeker, bomba ku-
Ya aynı vatan içinde yaşayan Müslüman kavimlerin birbirine karşı mağruriyetleri... Üstünlük taslamaları... Öfke ve kin alış verişleri... Allah’a yakınlık dışında birbirine üstünlük kıstasları üretmeleri... Vatanların bile anlamlarını yitireceği mahşer zemininde, kim neyin kavgasına soyunur? sarlar mı? Orada da can alma duygusuyla hareket ederler mi? Ağızlarında, öldürdüğü diğer mü’min kardeşinin etini çiğnerler mi? Ya aynı vatan içinde yaşayan Müslüman kavimlerin birbirine karşı mağruriyetleri... Üstünlük taslamaları... Öfke ve kin alış verişleri... Allah’a yakınlık dışında birbirine üstünlük kıstasları üretmeleri... Vatanların bile anlamlarını yitireceği mahşer zemininde, kim neyin kavgasına soyunur? Allah’ın huzuruna insanlar, neyi götürürler? Kalplerinde birbirlerine karşı besledikleri kini mi?, yoksa Allah’a kulluk duygusunu mu? Sevgi istidadını, “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek” boyutunca zenginleştirmek ve bu istidatla, tüm varlıkla dostluk ilişkisi kurmak varken, daha kendi kendimizle barış gibi ilk merhalelerde tökezlemek... Bu Müslümanca bir şey olarak görülebilir mi? “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın” bir kere... Nimetini hatırlayın da;
Kardeşlik... Kalpleri birbirine ısındıran ve birbirimizle ilişkimizi “kardeşlik” olarak niteleyen Varlık, bizi yaratan Varlık. “Mü’minler ancak kardeştir” temel prensibini koyan da O (c.c.) Kalplerin birbirine ısındırılması hep zor olmuş. Diyor ki Yüce Yaratan Rasul-ü Eminine: “...mü’minlerin kalplerini birbirine ısındıran O’dur. Eğer sen, yeryüzündeki her şeyi harcasan, onların kalplerini birbirine ısındıramazdın. Fakat Allah onları birbirine ısındırdı.” (Enfal, 63) İmanı sevdirmiş bize... Onu kalplerimize nakşetmiş... İnkârı, yoldan çıkmayı ve günahı çirkin göstermiş kalplerimize... (Hucurat, 7-8)
“Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.”
Yani kalpler, Allah Teâlâ’nın ölçülerine bağlılık doyumuna ulaşmış...
“Hani siz birbirinize düşmandınız.”
Kalplerin birbirine ısınması böyle gerçekleşmiş.
“Bir ateş çukurunun kenarında idiniz...”
Kardeşlik böyle gerçekleşmiş.
Kalpleriniz adeta bir ateş çukuru olmuştu. Kin, öfke ve düşmanlıklar kuşatmıştı yüreğinizi...
Rasulullah Efendimiz (s.a.), “Cahiliye” diye nitelenen toplum içinden, vahyin ışığında, Cenab-ı Zülcelal’in işaretleriyle, yardım ve lütfuna sığınarak, adeta engin bir “kalp işçiliği” ile bu toplumu inşa etmiş.
“Allah sizi oradan kurtardı. “Kalplerinizi birbirine ısındırdı ve O’nun nimetiyle kardeşler oldunuz.” (Al-i İmran, 103)
Aşiret asabiyetini aşmış.
KARDEŞLİK TOHUM
51
“Kalplerinizi birbirine ısındırdı ve O’nun nimetiyle kardeşler oldunuz.” (Al-i İmran, 103)
Kavmi asabiyeti aşmış. Renk, ırk, dil asabiyetini aşmış... Mal, mülk, evlad-ü iyal asabiyetini aşmış... “Arab’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak takva iledir” ölçüsünü, kalplere kazımış... Arap olduğu halde kavmi asabiyeti dışlamış, kaliteyi, takva gibi, Yaratan’la bağlılığı en öne alan bir insanlık kıvamına bağlamış. Heybetinden ürkenleri, “Ben Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum” diye teskin ederek yola çıkmış. “Başınıza, kuru üzüme benzeyen bir Habeşli geçse bile, ona itaat ediniz” diyerek, toplum yönetiminin zirvesinin bile belli statülere münhasır olmadığını ilan ederek yola çıkmış.
52
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Savaşta amcasını öldüreni, hatta amcasının ciğerini çıkarıp ağzında çiğneyeni affederek, kendi duygularının üzerine yürümüş... Evs’in, Hazreç’in, savaş ortamında oluşmuş kinlerini yıkamış... Mekke mü’minleri ile Medine mü’minleri arasında “muâhât - kardeşlik” gerçekleştirerek, mal-mülk sahipliğinin bir farklı kademede, izafi olduğunu yüreklere nakşetmiş... İşte o noktada, etrafında... Arap Ebubekir... Fars Selman... Rum Süheyb... Habeşli Bilal...
El ele tutuşmuş, ümmeti oluşturmuş. Bu bir iman topluluğu... “İslam bir toplum inşa ederse böyle eder” hükmünü tarihe kazımış. Bir gün, o kutlu Elçi’nin etrafındaki mü’minlerden, Ebu Zer (r.a.), Bilal-i Habeşi’ye “kara kadının oğlu” diyecek olmuş... Bilal çok üzülmüş. Olay Rasulullah’a intikal etmiş. Rasulullah da çok üzülmüş buna. Ebu Zer’i çağırmış ve ona üzüntüsünü bildirmiş. Söyledikleri şu söz İslam’ın insanlık ölçüsü olarak anıtlaşmış: “Ey Ebu Zer, beyaz kadının oğlunun, kara kadının oğluna bir üstünlüğü yoktur” Ebu Zer, söylediği sözün vahametini çoktan anlamış olarak, başını yere, kumların üzerine koymuş, sonra şöyle söylemiş: -Bilal, bu başın üzerine ayaklarınla basmadan başımı yerden kaldırmayacağım.” Bilal, bunu yapmamış, kolundan tutmuş Ebu Zer’in ve ayağa kaldırmış. Rasulullah’ın huzurunda aşkla kucaklaşmışlar. İşte bu... İslam’ın yanlışa ve doğruya getirdiği ölçü bu.
Kişiliklerin tahliyesi ve tahliyesi (*) İslam, Müslümanlar arasında bu “Kardeşlik” kıvamını temin etmek için iki şey yapmış. Yani bir anlamda kişilikleri “tahliye - arındırma, boşaltma”ya, ve “tahliye - süsleme, donatma”ya yönelmiş. (*) Bir: İnsanları, kardeşliğe mani olacak duygu ve yönelişlerden arındırmayı amaçlamış. İki: İnsanlarda, kardeşliği yüreklerde pekiştirecek hususiyetler inşa etmeye yönelmiş. Şunlardan arındırmak istemiş insanları: -Gıybet. Yani mü’min kardeşinden, onun sevmeyeceği bir şekilde bahsetmek. Kur’an gıybeti, ölmüş kardeşinin etini yemeye, yani tiksinti verici bir şeyi yapmaya benzetmiş. Bundan şunu anlamak mümkün: Gıybet, içinizde mü’min kardeşinizin sevgisini öldürmek ve ondan sonra da konuşarak onun ölmüş bedeninin etini çiğnemek
Rasulullah Efendimiz (s.a.), “Cahiliye” diye nitelenen toplum içinden, vahyin ışığında, Cenab-ı Zülcelal’in işaretleriyle, yardım ve lütfuna sığınarak, adeta engin bir “kalp işçiliği” ile bu toplumu inşa etmiş. Aşiret asabiyetini aşmış. Kavmi asabiyeti aşmış. Renk, ırk, dil asabiyetini aşmış... Mal, mülk, evlad-ü iyal asabiyetini aşmış... KARDEŞLİK TOHUM
53
Arap Ebubekir... Fars Selman... Rum Süheyb... Habeşli Bilal... El ele tutuşmuş, ümmeti oluşturmuş. Bu bir iman topluluğu... “İslam bir toplum inşa ederse böyle eder” gibi bir şey... “Tiksindiniz değil mi?” diye sarsıyor bizi Hâlık-i Zü’l-celal. (Hucurat, 12)
sanla alay etmeyi, mü’min kişiliğine yakışmayacak davranışlar arasında sayıyor.
Bir ibret hadisesi:
“İnsanlarla sözle ve göz kaş işaretiyle alay edenlere yazıklar olsun.” (Hümeze, 1)
Bir gün Hazret-i Aişe, Rasulullah’ın yanında Safiyye validemizden, onun kısa boylu olduğunu ima eden bir sözle bahsediyor. Rasulullah Hazret-i Aişe’ye: “Öyle bir söz söyledin ki, diyor, o söz denizin suyuna karışsa o denizi ifsat ederdi.”
-Söz getirip götürmek. -Bir Müslümana sövmek, hakaret etmek fısk, onunla savaşmak küfür olarak nitelenmiştir.
Ne ürpertici bir durum değil mi?
-Bir Müslümanın kanına, ırz ve namusuna dokunmak.
-Bilmeden konuşmak. İnsanlar hakkında bilgi sahibi olmadan konuşmak, Kur’an ölçüleriyle bağdaşmıyor.
-İftira atmak. (İftira gıybetten daha ağır bir suçtur ve bir Müslümanda olmayan şeyi ona isnat etmek anlamına gelir.)
“İyice bilmediğin bir şeyi söyleme. Arkasına düşme. Zira kulak, göz, kalp, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.” (İsra, 36)
-Buğz ve düşmanlık etmek.
-Su-i zan. İnsanlar hakkında gelişi güzel zan ve tahminlerde bulunmak. Bu da Kur’an ölçülerine aykırı. “Ey iman edenler zannın pek çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı büyük günahtır.” (Hucurat, 12) -Alay etmek. Kur’an göz kaş işaretiyle bile bir in-
54
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
-Bir Müslümanla münasebeti kesmek, ona yüz çevirmek. -Müslümanı hor görmek, küçük görmek. -Kendisini büyük görmek. -Kıskançlık duymak. Yani onda var, bende yok duygularına kapılmak. -Haset etmek. Yani bir Müslümanda olan şeyin
heba olmasını istemek.
-İyiliği başa kakmak.
-Tecessüs. Yani bir Müslümanın ayıplarını noksanlıklarını araştırmak yasaklanmıştır.
-Müslümanlar arasına husumet, fitne ve fesat düşürmek.
-Başkasının işitmesini istemediği bir sırrını dinlemeye, öğrenmeye çalışmak.
-Topluluk içinde fısıldaşarak konuşmak.
-Bir başkasına karşı herhangi bir şeyle övünmek. -Zulmetmek. -Bir başkasının pazarlığını bozmak. -Kötü lakap takmak. -Bir Müslümanın başına gelen musibetten dolayı sevinmek. Rasulullah buyuruyor: “Kardeşinin başına gelen musibete sevinme. Allah ona rahmet eder, onu kurtarır, seni müptela kılar.” -Hile yapmak. -Sözünden dönmek. -Yalan yere vaad etmek. -Emanete riayet etmemek.
-Gösterişte bulunmak. -Bir Müslümana kafir demek. -Müslümanlarla niza etmek. Tartışmada haddi aşmak. -Elinden ve dilinden bir başkasının zarar görmesi. Bütün bunlar, kardeşleşme yolunda Müslüman kişiliğini yaralayan davranış özellikleridir ve Müslüman, kişiliğini bunlardan arındırmak durumundadır. Kuran’da Hucurât Suresi’nde, “Müslümanlar arası ilişkiler” konusunda çok net ölçüler vaz’edilmiştir. Yine yukarda zikrettiğimiz davranış biçimleri, Rasulullah Efendimizin hadis-i şeriflerinde yer almıştır.
Sıhhatli kişilik inşası için Bunun yanında, kardeşliği yüreklerde pekiştirecek hususiyetlerin inşası da, yine gerek Kur’an’ın, yani kelam-ı ilahinin, gerekse Rasulullah Efendimizin kutlu ölçüleriyle gerçekleşmiştir.
KARDEŞLİK TOHUM
55
“Bünyan-ı marsus - tuğlaları sıkı dokunmuş duvar” gibi olsa İslam ümmeti, “Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz, bu yol ki Hak yoludur dönme bilmeyiz yürürüz” diyebilen bir celadet topluluğu olur. “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” diyebilen bir şehamet topluluğu olur. “İslam Ümmeti” deyince bir “mazlumiyet coğrafyası”nı değil, bir medeniyet hamlesini konuşuyor oluruz. Bunların başında, “Allah’a sımsıkı sarılmak” (Hac, 78) ve “Allah’ın ipine toptan sımsıkı sarılma ve parçalanıp ayrılmama” (Al-i İmran, 103) çağrısı gelir. İşin sırrı oradadır. Elleriniz kime veya neye tutunmuştur? Kalpleriniz nerede buluşmuştur? Allah-u Teâlâ’ya sarılmak ve Allah’ın ipine tutunmak, sizin için ne anlam ifade etmektedir? Bunlar, dünya ve ukba muhasebesinin en merkezindeki sorulardır. Bunları düşünmeden oluşacak tüm bağlılıklar, aidiyetler, tutkular, asabiyetler, yanlış yollara sürüklenmeye açıktır. Bütün bağlılık ve aidiyetleri, bütün heyecanları ve aşkları, “Allah-u Teâlâ’ya bağlılık” etrafında sıralamak gerekiyor. Müslümanın ana kişilik dokusu böyle örgülenmek zorundadır. Allah’a ve Rasulü’ne itaat yanında, hemen “niza etmeme, birbiriyle didişmeme” gereğini hatırlamak, bunun mü’minleri zayıf düşüreceğini, mü’minlerin gücünün, kuvvetinin, rüzgarının, hatta devletinin gideceğini unutmamak, zorlu sınavlarda sabra yapışmak... (Enfal, 46) Kur’an, “Birbirinizle didişirseniz, rüzgarınız gider” diyor. Bunu bir müfessir “devletiniz elden gider” şeklinde tefsir ediyor. Son yüzyılda, iç didişmelerin Müslümanlara nasıl devletler kaybettirdiğine bakıldığında bu tefsirin işaret ettiği mananın mahiyetini görebiliriz. Mü’minlerle ilişkide, tevazuyu öne çıkarmak, kardeşlik iklimini besleyen bir başka Kur’an öğüdü. “Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı izzetli, onurlu bir duruş...” (Maide, 54) Ya da “kafirlere karşı çetin duruşlu, birbirine karşı merhametli...” ilişki... yani şu değil: “Kafirlerle iliş-
56
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
kide son derece müsamahakâr, birbiriyle ilişkide çetin...” değil. Mü’minlerle ilişkide, ötekinin kişiliğine değil, günahına, yanlışına karşı olmak ve onu yoketmek değil, onu yanlıştan arındırmak ilkesi ile hareket etmek. Yani ötekini yok etme değil, kurtarma yaklaşımı içinde bulunmak. Ve dua... Bütün mü’minlere karşı dua halinde bulunmak... kalplerimizin mü’minlere karşı mağfiret talebi içinde olması, kinden arınması için dua. Şu ayet bu duayı öğretiyor bizlere: “Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla. Mü’minlere karşı kalbimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz. Şüphesiz Sen, çok şefkatli, çok merhametlisin.” (Haşr, 10) Kalblerimizi, buğzu ve sevgiyi Allah için yapabilme olgunluğuna eriştirmek. Nefsi duygularla buğza yönelmemek. Bütün bunların özeti ise, şefkatte, sevgide, rahmette, sevinçte, acıda bütünleşmiş; Allah-u Teâlâ’nın “Vedud” ismi şerifinden emişen meveddeti ve “Rahim-Rahman” ismi şerifinden emişen merhametleşmeyi, insan ilişkisi ve toplum inşasında ana doku haline getirmiş bir şahsiyet arayışıdır. Allah Rasulü (s.a)’nün şu hadisi şerifini unutmadan: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş olmazsınız.”
Ve terbiye Şu yukarıda saydığımız kişilik özelliklerini, hem tahliye-arındırma, hem tahliye-donatım boyutunda kazanmak için kararlı bir kişilik terbiyesine ihtiyaç bulunduğu açıktır. Çünkü bunlar, ancak yaşanabildiği takdirde, kardeşliği özümsemiş bir Müslüman kişiliği ve bir Müslüman toplum inşası mümkün olabilir. Bu da, nefsi, bu umdeler çerçevesinde terbiye etmekle sağlanabilir. Terbiye için de, günün 24 saatini bu hassasiyet içinde yaşamak ve her an nefsimize, mü’minlere karşı muhabbeti telkin etmek zarureti vardır. Terbiyenin özünde de, her mü’mini, kendi bünyemizin bir parçası gibi kabul etme hassasiyeti olmalıdır. Kalpten kalbe akış varsa, bu sağlanabilir. Onun için kalplerimizi birbirimize akış sağlayacak vasıfta yoğurmak gerekiyor. Bugün, müminlerin rüzgarı yok, devletleri sarsılıyor; Ümmet, Rasulullah Efendimizin inşa ettiği ümmetin hacmiyle ölçüldüğünde binlerce kat büyüklüğünde ama özgül ağırlık açısından ölçüldüğünde, büyük zaaflar içinde... Niye? Çünkü Rasulullah Efendimiz etrafındaki kardeşlik keyfiyetine sahip değil. Kardeş olmuş ve birbirinde fani olmuş bir ümmet haysiyeti... O olsa, her şey olacak. O olsa, birimiz bin olacak. O olsa, me-
lekler yardıma koşacak. O olsa, Allah’ın rahmet eli ümmetin üzerinde olacak. “Bünyan-ı marsus tuğlaları sıkı dokunmuş duvar” gibi olsa İslam ümmeti, “Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz, bu yol ki Hak yoludur dönme bilmeyiz yürürüz” diyebilen bir celadet topluluğu olur. “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” diyebilen bir şehamet topluluğu olur. “İslam Ümmeti” deyince bir “mazlumiyet coğrafyası”nı değil, bir medeniyet hamlesini konuşuyor oluruz. Son söz: Yüreklerimize bakalım. Ne hissediyoruz, şarktaki garptaki mü’min için? Ne hissediyoruz Rabbimizle ilişkimizi değerlendirdiğimizde? Ne hissediyoruz kalbimizle aklımız ve nefsimiz arasında dolaşırken? Rasulullah’a layık bir ümmet. Yarın mahşer ortamında aranacak olan budur. Ve Müslüman, mahşer ortamını asla unutmayan ve her davranışının orada hesabını verebilme hazırlığında olan insandır.
(*) Buradaki birinci “tahliye” kelimesi Arapça’da, “noktalı H” ile yazılmakta ve boşaltma, arındırma anlamına gelmekte, ikinci “tahliye” ise “noktasız H” ile yazılmakta ve süsleme, donatma anlamına gelmektedir.
KARDEŞLİK TOHUM
57
Abdullah YILDIZ
İslam Kardeşliği Müminler, Allah’ın insanlığa en büyük nimeti olan Kur’ân’a sarılarak kardeşler oldular, akleden kalpleri bu nimet sayesinde kaynaştı; inançları, akîdeleri, düşünceleri, fikirleri, değer yargıları, dünya görüşleri, hisleri, heyecanları, eylemleri, davranışları, ibadetleri aynı oldu. Dolayısıyla kimlik tanımlamaları da aynîleşti ve bir tek kimliğe, “Müslüman” kimliğine sahip oldular. Tevhîd akidesine inanıp İslam’a girenler, hayatlarının merkezine Allah’ı yerleştirerek tepeden tırnağa “Allah’ın boyası” (Bakara 2/138) ile boyanırlar; kimliklerini ve bütün iş ve ilişkilerini Allah’ın emrettiği ilkelere göre yeniden tanımlar ve yeniden düzenlerler. Rablerinin kendilerine lâyık gördüğü “Müslümanlar” isminin (Hac 22/78) bilincinde olarak; kavim, kabile, renk, dil, kültür, coğrafya gibi kimlik tanımlamalarında kullanılan bütün cahilî unsurları iptal eder ve yerine bir tek esası; “Îman/ İslâm kardeşliği” esasını koyarlar. Namaz, oruç, hac ve zekat ibadetiyle de bu bilinci sürekli diri tutarlar.
İman Edenler Gerçek Kardeştir İslâm toplumu, zengini-fakiri, yetimi (2/220), kadını-erkeği (9/71) ve farklı dilleri ve renkleri (49/13) ile sadece “din kardeşleri”nden oluşan bir îman toplumudur. Kimlik farklılaşmasında belirleyici unsur îman ve ameldir. Kur’ân, aynı dine inanıp yaşayanları “kardeşler” (Hucurat 49/10) olarak tanımlar.
58
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
“Eğer tevbe edip namazı kılar ve zekâtı verirlerse, onlar sizin dinde kardeşlerinizdir.” (Tevbe 9/11) Bu kardeşlik, öylesine belirleyici ve daha önceki aidiyet/kimlik duygularından öylesine güçlüdür ki, Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanlar arasında, tarihte eşine rastlanmayacak bir dayanışma ve fedakârlık uygulamasına vücut vermiştir. Medineli müminler (ensâr), Mekkeli kardeşleriyle (muhacir) herşeylerini paylaşırken, onları kendi öz nefislerine tercih ettiler (îsâr): “Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr 59/9) Hatta, kardeş ilan edilen Müslümanlar, başlangıçta birbirlerine mirasçı oldular. Fakat varislik, iki yıl kadar sonra vahyolunan bir âyetle iptal edildi (Enfal 8/75).
Peygamberimiz Medine’de, müminleri birbiriyle tek tek kardeş yaptı. Medineliler, muhacir kardeşlerine her türlü yardımı yaptı; evlerini ve yemeklerini paylaştı. Bazıları Rasulullah’a başvurarak sahip oldukları hurmalıklarını muhacirler arasında paylaştırmasını teklif ettiler. Rasulullah (s.a) bunu kabul etmedi. Bu sefer ‘bakım ve sulama işlerini muhacirler üzerlerine alsınlar, ürünü onlarla paylaşalım’ teklifinde bulundular. Bu yeni kimlik ve kardeşlik bilinci, Medine’de 120 yıl boyunca birbirlerinin kanını döken Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki kin ve düşmanlığa da son verdi, onların kalplerini birbirine kaynaştırdı. “Hepiniz, toptan sımsıkı Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sarılın ve sakın tefrikaya düşüp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinizin düşmanları idiniz de O, kalblerinizi kaynaştırmıştı. İşte O’nun bu nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun kenarında iken sizi oradan da O kurtarmıştı. Umulur ki hidayete erersiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklar.” (Âl-i İmran 3/103)
Kısaca: Müminler, Allah’ın insanlığa en büyük nimeti olan Kur’ân’a sarılarak kardeşler oldular, akleden kalpleri bu nimet sayesinde kaynaştı; inançları, akîdeleri, düşünceleri, fikirleri, değer yargıları, dünya görüşleri, hisleri, heyecanları, eylemleri, davranışları, ibadetleri aynı oldu. Dolayısıyla kimlik tanımlamaları da aynîleşti ve bir tek kimliğe, “Müslüman” kimliğine sahip oldular. Artık onların aidiyet duyguları değişmiş, kendilerini bir coğrafya parçasına, bir etnik yapıya, bir siyasi çatıya, bir dile, bir renge değil, bir tek dîne, tevhîd dini olan, “edDîn” olan “İslâm”a nispet eder olmuşlardı. Bu hassasiyetle, aslen Farisi/ İranlı olan Selmân, kendisini “Selmân bin İslâm” (İslâm oğlu Selmân) olarak tanımlamıştı. Habeşli Bilal, Rum Suheyb ve diğerleri, başka şey değil sadece “kardeş”tiler artık.
Kardeşlik Bilincini Sürekli Diri Tutmak İçin Medine modelinde “iman-amel” ve “tevhîd” ekseninde inşa edilen yeni kimlik/kardeşlik bilincinin cahilî alışkanlıklar ve seküler değer yargılarıyla zedelenmesine asla izin verilmedi.
KARDEŞLİK TOHUM
59
Mesela; Mekke fethedildiğinde, Rasûlüllah’ın talimatıyla Kabe’nin üzerine çıkarak, bazı müşriklerin ‘Bir siyahi Kabe’nin üzerinde ha!’ mırıltıları arasında ezan okuyan Bilâl, elbette affetti kardeşini. Gerçekleştirdiği büyük inkılapla “İslâm Çağı”nı açan Rasûlullah (s.a) yine Mekke fethinden sonra şöyle konuştu: “İslâm çağında cahiliye özelliklerini ortaya çıkarmayın. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslümanlar kendilerinden olmayanlara karşı birdirler, bütündürler. Düşmanlarına karşı topluca hareket eder, birbirleriyle yardımlaşırlar.” Bu kardeşlik selam ve sevgi ile pekiştirildi. Peygamberimiz, Müslümanların birbirlerini sevmelerini ve her karşılaştıklarında selamlaşmaları istedi: “Allah’a yemin ederim ki siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerektiği gibi iman edemezsiniz. Ben size yerine getirdiğiniz zaman aranızda sevgiyi oluşturup pekiştirecek bir şey söyleyeyim mi? O selâmdır.
60
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Selâmı aranızda yaygınlaştırın.” Müminleri günde beş vakit omuz omuza aynı safta birleştiren namaz ibadetinin cemaat halinde kılınmasını ısrarla teşvik eden Peygamberimiz (s.a), böylece müminlerin kardeşlik bilincini diri tuttu. Kur’ân’ın zekât, infak ve sadaka talimatını harfiyen uygulayan ashab, bu sayede birbirine kenetlendi. Hep birlikte tuttukları Ramazan orucu, aynı beyaz kefenlere bürünerek mahşer provası yaparcasına ifa ettikleri hac ve Allah için kestikleri kurban ibadetleri, onları gerçek anlamda bir ve bütün kıldı. Kur’ân tedrisatı, istişare, cihad, yardımlaşma ve diğer faaliyetler kardeşliklerini iyiden iyiye pekiştirdi. Müminler Kur’ân’ın iman kardeşliğine dair hükümlerine ve bu kardeşliğin bozulmaması için aralarındaki anlaşmazlıkların adaletle halledilmesi gerektiğine dair talimatlarına harfiyen uydular: “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin...” (Hucurat 49/10)
Yine onlar, mümin kardeşleri hakkında kötü zanda bulunmamaya, gıybet etmemeye, onların gizli yönlerini araştırmamaya, birbirlerine kötü lâkap takmamaya özen gösterdiler. “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.” (Hucurat 49/12) Zira onlar; herkesin bu dünyada yaptıklarının hesabını bir bir vereceğini ve “kulakları sağır eden o ses geldiğinde, kişi o gün, kendi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacak” (Abese 80/33-36) ayetini işittiler. O gün kimsenin (akraba, ırkdaş, vs.) kimseye faydası olmazdı...
Kan Bağı ve Kan Kardeşliği İman Kardeşliğinin Önüne Geçemez Kur’ân müminlere, değer/kıymet ölçüsünün ırk, kan, dil, renk değil takvâ olduğunu söyler: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip (muttaki) olanınızdır…” (Hucurat 49/13) Kur’ân, aynı anne-babadan (Hz.Adem ve Havva) gelen insan türü arasında üstünlük ölçüsünün kavim ve kabile gibi “tanınma” özelliklerinde değil “takvâ”da olduğunu vurgular. Kaldı ki, kavim veya kabile aidiyetine, “tanışma”nın ötesinde bir anlam
yüklemek ve çokça yapıldığı gibi bir ayrıcalık izafe etmek ilahî mesajın özüne ters düşer. Zaten, âyetteki “li-te‘ârafû: birbirinizle tanışmanız için” ibaresi de, “ma’rûf üzere birbirinizle hayırlarda yarışmanız için” şeklinde anlaşılmıştır.
Netice-i Kelâm İslam Dini, îman-amel-takvâ esası dışında bir değer ölçüsü tanımaz. Allah’ın en sevgili kulları olan peygamberlerden bazılarının iman etmeyen eş, ana-baba ya da çocuklarının “aile”den bile sayılmamaları ve bu kutlu elçilerin -isteseler de- onlara bir faydalarının olmaması da dikkat çekicidir: “Allah, inkârcılara, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” (Tahrim 66/10) “Nuh Rabbine dua edip dedi ki: Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin. Allah buyurdu: Ey Nuh, o asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir.” (Hûd 11/45-46) Dolayısıyla, müminler açısından iman/din kardeşi olmayan gerçekte “kardeş”, “eş”, “velî” olamaz.
Ve Duamız Müminler, kardeşlik bilincini sürekli diri tutmak için mümin kardeşlerine şöyle dua ederler: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin/ukde/kötü duygu bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.” (Haşr 59/10)
KARDEŞLİK TOHUM
61
Yrd. Doç. Dr. Adnan MEMDUHOĞLU Van 100. Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Ey Allah’ın Kulları, Kardeş Olunuz! Kainatı ve içindeki nimetleri insanlar aralarında sosyal adaleti sağlayacak şekilde adilce paylaşsınlar diye yaratmıştır Allah (c.c.). Herkes çalışması karşılığında ondan istifade edecektir. Ancak insan sadece çalışmasının karşılığını almak için değil, kainattaki görevini yerine getirmek için de çalışmak zorundadır. Aksi takdirde denge bozulur, sosyal dayanışmayı sağlayacak merdivenin basamakları kırılır ve adalet tevzi edilemez hale gelir. Aynı anda birden fazla ilişkiyi içinde barındırabilen bir bağdır kardeşlik. Evvela bizler var edilmiş ve vücuda gelmiş olmak itibariyle kâinattaki bütün yaratılmışlarla bir nevi kardeşiz. Dağlar, denizler, bitkiler, toprak, hava, ateş, yıldız, güneş, yeryüzü ve gökyüzü ile kısacası Allah Teâlâ’nın tüm ibâdıyla kardeşiz. Evrendeki bu mahlûkat kardeşliğinin elbette insan denen eşrefi mahlûka yüklediği vazife ve sorumluluklar olacaktır. Bunların başında kâinatta ilahi kudret tarafından var edilen muhteşem nizam ile uyumlu olmak gelir. Bu nasıl mı sağlanır? Hayvanları aç ve susuz bırakmayarak, yuvalarını bozmayarak, ormanları, denizleri, havayı, çevreyi kirletip tahrip etmeyerek, bilakis imar ve ıslah ederek… Bizim dışımızda hizmetimiz için yaratılmış olan diğer varlıklardan, meşrû bir çerçevede faydalanıp israf etmemek, doğal çevreyi evimiz gibi korumak, doğal dengeyi bozacak işler yapmamak hep bu kardeşlik hukukunun gereğidir. Hâlbuki bugün gerek kâinatı kullanmamızda ve gerekse de insanlarla ilişkimizde birçok bozulmaya, haksızlığa, dengesizliğe sebep ol-
62
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
maktayız. Ekolojik dengeyi tahrif eden, iklimleri bozan bizden başkası değildir. Bilinçsizce akıtılan sanayi atıkları, mecraından çıkarılmış nükleer çalışmalar sonucunda bozulan çevre; birçok hastalığın, kirliliğin maddi ve manevi tahribatın en büyük sebebi değil midir? Toprak kirletilmekte, atmosfer bulandırılmakta, genetik doku tahrip edilmekte ve netice itibariyle Yüce Allah’ın bizlere rahmet olarak sunduğu bu nimetler zalimce harcanıp gelecek nesillere hasta bir dünya miras bırakılmaktadır. Çok kazanmak hırsıyla sağlıksız ve kirli ortamlarda üretilen gıda bile tek başına bir terörden daha tahrip edici değil midir? Bütün bunların sorumlusu da maalesef insandır. Peki, bu zulümler karşılıksız mı kalacak? Elbette hayır. Cezası hem bu dünyada ve hem de ahirette acı olarak tattırılacaktır. Kainatı ve içindeki nimetleri insanlar aralarında sosyal adaleti sağlayacak şekilde adilce paylaşsınlar diye yaratmıştır Allah (c.c.). Herkes çalışması karşılığında ondan istifade edecektir. Ancak insan sadece çalışmasının karşılığını almak için değil, kainattaki görevini yerine getirmek için de çalışmak zorundadır. Aksi takdirde denge bozulur, sosyal dayanışmayı sağlayacak merdivenin basamakları kırılır ve adalet tevzi edilemez hale gelir. O halde insanların kendi aralarında ahlaki ve hukuki ilkelere dayalı olarak yapacakları her türlü iş bölümü ve
yetki dağılımı aynı zamanda kâinattaki görevlerinin icrası anlamına gelecektir. Bizler insaniyet boyutuyla da yeryüzündeki bütün insanlarla kardeşiz. Çünkü hepimiz “ben-i Âdem’iz.” Sonradan farklılaşan dilimiz, dinimiz, rengimiz, ırkımız bu kardeşliğe engel teşkil etmez. Kur’an-ı Kerim bu kardeşlikteki hikmeti bizlere şu şekilde açıklamaktadır: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır…”(1) Bu insani kardeşlikte, yeryüzündeki bütün hemcinslerimize karşı sevgi, saygı, tearuf, yardımlaşma, adâlet, başkasının hakkına tecavüz etmeyen hürriyet ve eşitlik, hak ve hukuk ilkeleri esas teşkil eder: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”(2) Günümüzde bu kardeşliğimiz de büyük yaralar almıştır. Yeryüzü yeryüzü olalı, kimbilir kaçıncı seferdir, zulmün ve küfrün baskıları, dayatmaları altında inliyor... Bir tarafta sefalet kol gezerken, diğer tarafta sefahat diz boyu… Bir tarafta oluk oluk kanı
akıtılan mazlumlar, diğer tarafta sömüren ve kan akıtan zalimler... Bir tarafta sömürüye karşı sosyal adalet isteyen, ezilen, katledilen fakir milletler, diğer tarafta sömürü çarkını elinden kaptırmamak için canavarlaşan emperyalist sözde medeni ülkeler... Bir tarafta açlıkla pençeleşen insanlar, diğer tarafta tüketim yarışı yapan çılgınlar… Bir tarafta horlanan ahlaklı ve namuslu insanlar, diğer tarafta şımartılan, el üstünde taşınan ahlaksız, ırz ve namus bezirgânı mahlûklar... İnsanlık, bu korkunç tezatların verdiği bunalım içinde kıvranmakta, kendine kurtuluş yolu aramaktadır. Yirmi birinci yüz yılın başında insanlığın getirildiği bataklığa bakın! Her tarafta kan, her yerde ölüm, acı, zulüm, açlık, sefalet... Kominizm gibi kapitalist dünyanın da insanlığın başına musallat ettiği böyle bir zulumatlı gecede kâbuslarla uyanan insanlık ailesinin namuslu fertleri, insaniyet kardeşliğinin bir gereği olarak, dünyayı saran bu küfür ve zulüm karanlığından hemcinslerini kurtarmak zorunda… Bunun için de güç birliği yapmak zorunda. Haksızlığa karşı yürekleri birlikte çarpan ve insaniyeti henüz ölmemiş kimselerle bir araya gelip, onların renklerine, dillerine, dinlerine, mezheplerine, farklı
KARDEŞLİK TOHUM
63
Evet, Âdemoğlu “elest bezmi”ndeki ahdini hatırlamalı, ayağa kalkıp kendine gelmeli, çevresine sevgi, merhamet, birlik ve sulh tohumlarını yeniden ekmeli! İçindeki Kâbil’i çıkarıp onun yerine Hâbil’i buyur etmelidir. görüş ve düşüncelerine takılmadan insanlığın ortak düşmanlarına, yani zulme ve haksızlığa karşı birlikte hareket etmek zorunda. Ve insan denen “eşref-i mahluk”u hemcinslerinin zulüm ve sömürüsünden acilen kurtarmak zorunda... Evet, Âdemoğlu “elest bezmi”ndeki ahdini hatırlamalı, ayağa kalkıp kendine gelmeli, çevresine sevgi, merhamet, birlik ve sulh tohumlarını yeniden ekmeli! İçindeki Kâbil’i çıkarıp onun yerine Hâbil’i buyur etmelidir. Ta ki iman ruhu, gayret ruhu neşvünema bulsun... Yoketmeye, öldürmeye gelen kimse de, bu sevgi ikliminde yeniden dirilsin. İnsanlık ailesinin bir mükerrem ferdi olduğunu hatırlasın. Aksi takdirde hayvanlaşacağını, belki de hayvanlardan daha aşağı derekeye ineceğini idrak etsin. Aynı anne babadan dünyaya gelen fertler arasındaki kardeşlik ise nesep kardeşliğidir. Sıhriyete dayalı bu kardeşlikte aile fertleri arasında karşılıklı hak ve sorumluluklar, miras, vasiyet gibi konulara dair hukuki hükümler bulunmaktadır. Aynı aileye mensup kardeşlerin başlıca görevleri: Birbirlerini sevmek, aralarındaki kuvvetli kardeşlik bağını korumak, birbirlerine yardım edip saygı ve merhamet göstermektir. Bu arada sütkardeşliğini de unutmamak gerekir. Aynı dine inanan insanların kardeşliği ise bütün bunların üstünde yer almaktadır. “Müminler ancak kardeştirler”(3) ayetinin ifade ettiği gibi İslam kardeşliği nesep kardeşliğinin üstünde bir kardeşliktir. Aynı anne babadan doğmamış olsa da aynı dine ve ona bağlı olarak aynı ümmete mensup olmanın oluşturduğu bir birlikteliktir İslam kardeşliği… Kur’an’da İslâm’a karşı oluşturulan grupların da birbirinin kardeşi olduğu belirtilmiş(4) Hz. Peygamber müslümanları din kardeşliğine bağlı kalmaya çağırmıştır.(5) Hadislerde geçen “din kardeşi, din ve dünya kardeşi(6) tabirleri de bu hususun önemini ifade eder. Ahîlik’te, fütüvvet ehli arasında ve tasavvufi gelenekte ise aynı tarikatın mensupları, kendi aralarında sırf Hak rızâsına dayanan samimi bir dostluğun ifadesi olarak genellikle “ihvan” tabirini kullanmış ve bu manevî kardeşlik bağına büyük önem vermişlerdir.(7)
64
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
İslam kardeşliği, soy-sop kardeşliğinin dışında, aynı dine veya dünya görüşüne mensup olmayı ifade eden akide/inanç kardeşliğidir. Âyeti kerimeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla bir araya gelenler kardeş olarak kabul edilmektedirler. Buna göre yaşadığı yer, kavmi, dili ve rengi ne olursa olsun bütün mü’minler birbirlerinin kardeşleri ve birbirlerinin sadık dostlarıdırlar.
İslam kardeşliği, soy-sop kardeşliğinin dışında, aynı dine veya dünya görüşüne mensup olmayı ifade eden akide/inanç kardeşliğidir. Âyeti kerimeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla bir araya gelenler kardeş olarak kabul edilmektedirler. Buna göre yaşadığı yer, kavmi, dili ve rengi ne olursa olsun bütün mü’minler birbirlerinin kardeşleri ve birbirlerinin sadık dostlarıdırlar. Bu kardeşler kendi aralarında iman birliğine dayalı apayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi akidelerine saldıran veya imana karşı küfrü tercih eden kimselere sevgi beslemezler ve Rablerinin şu mealdeki uyarılarını asla unutmazlar. “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsın ki onlar Allah’a ve Rasûlüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar, bunlar ister, babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.”(8) “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar.”(9) Âyet-i kerimede mü’min gönülleri en sağlam ve köklü bir biçimde bağlayan bağın, iman ve takvadan kaynaklanan kardeşlik bağı olduğunu anlıyoruz. Allah Teâlâ bizlere, cahiliyye döneminde birbirlerine düşmanlıklarıyla ün salmış Evs ve Hazreç kabilesine mensup fertleri iman bağıyla nasıl kardeşler haline getirdiğini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma, mü’minlerin hep birlikte Allah’ın ipine içtenlikle sarılan insanlar olmaları gerektiğini zımnen öne çıkartmaktadır. Dahası ve en önemlisi,
mü’minlerin başarısını, Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp kardeşlik bağını kuvvetlendirmek şartına bağlamaktadır. Kardeş olmak, arkadaş ve sadık dost olmak; sevinçte ve kederde beraber olmayı göze almak demektir; bunu fiili olarak göstermek demektir, sevmek, saymak, güvenmek, merhamet etmek, yardımlaşmak ve dayanışmak demektir. Bunlar olmadan kardeşlik iddiasının bir anlamı olmaz. Kur’ân ve Sünnetin öngördüğü kardeşlik, bütün bunları içeren bir muhtevaya sahiptir. Bir hayat biçimidir İslâm’daki kardeşlik. Dinde kardeşliğin en güzel numunesini Peygamber çağında yaşayan sahabe efendilerimiz ortaya koymuşlardır. Muhacir-Ensar ilişkisi, kardeşliğin ne anlama geldiğini bizlere gösteren son derece mükemmel bir örnekliktir. Medineli Ensar, Mekkeli Muhacir kardeşlerinin nefislerini, kendi nefislerinden daha aziz tutmuşlar, onları hiçbir konuda yalnız bırakmamışlardır. Yardım ve isârlarıyla “kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler”(10) âyetinin tebciline mazhar olmuşlar ve bu davranışlarıyla imanlarında ne denli ihlaslı olduklarını ispat etmişlerdir.(11) Sahabeye bu rabıtayı kazandıran İslam Dini, onu güçlendiren ve idame ettiren de Müslümanlık inancı ve bilinciydi. Zaten Müslüman olmak; Yüce Allah’a itaat etmek, Resulullah Efendimizin din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile tasdik edip dil ile söyleyerek inandıklarını yaşamak değil midir? Asr-ı Saadeti idrak etmiş ve Efendimizin yanında iman ve cihadla dopdolu bir hayat yaşamış olan bu örnek nesil, hilkatin gayesi ve fıtratın neticesinin Allah’a iman, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî olduğu şuuruna çok iyi varmışlardı.
KARDEŞLİK TOHUM
65
Sahabe arasında, Resul-i Ekrem Efendimizce tesis edilen bu kardeşlik, tarihe her yönüyle “örnek bir kardeşlik” ve onu destansı bir şekilde gerçekleştirenler de “örnek bir nesil” olarak geçmiştir. Ve bu seviyede bir kardeşlik, daha sonra hemen hiçbir zaman diliminde o ölçüde temsil edilememiştir. Gerçi, Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde onların aralarında bir kısım ihtilaf ve iftiraklar görülmüştür ancak bunları çıkaranlar ve başını çekenler de İbn Sebe veya Übeyy İbn Selûl gibi münafıklar olmuştur. Bunun ötesinde aralarında cereyan etmiş fikri ve siyasi ayrılıklar ehlisünnetin nazarında içtihadi ihtilaflar olup bizlere düşen yıldızlar mesabesindeki bu güzide nesil aleyhinde ileri geri konuşmamaktır. Aksi taktirde Kur’ân-ı Kerim’in dediği(12) insanları karalamak zarardan başka bir şey sağlamayacaktır.
bozan hususlar arasında sayılırlar. Kardeşlik ruhunu yeniden canlandırmak ve mü’minlere kaybettikleri kuvveti yeniden kazandırmak, ancak bu tür hasletlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir.
Kardeşliği Bozan Durumlar ve Hal Çareleri
Grup taasubu da kardeşliği bozan ve mü’minleri birbirine düşüren hastalıklardandır. Çünkü grupçuluk kaçınılmaz olarak beraberinde tefrikayı, çekişmeyi ve çatışmayı getirmektedir. Mü’minlerin birbirine düşmesi veya düşürülmesi ancak bu yollarla mümkün olabilmektedir. Nitekim bir hadisi şerifte, şeytanın bu yönde daima bir umut beslediğine işaretle şöyle buyurulmaktadır: “Şeytan, Kıbleye dönen (mü’minlerin artık kendisine ibadet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hala ümitlidir).”(13)
İslam kardeşliğini bozan pek çok iç ve dış etkenler bulunmaktadır. Irkçılık ve ihtilaf bu hastalıkların başında gelir. Suizanda bulunmak, alay etmek, kötü lakap takmak, kin beslemek, haset etmek gibi bütün gayrı ahlaki zaaflar kardeşliği
“Eskiden tehlike dışarıdan geliyordu, mukavemet kolaydı; halbuki şimdi içeriden geliyor” o nispette mukavemet de güçleşti. Bir illet hâlinde, bütün cemiyeti saran ahlaksızlık, bir toplumu ayakta tutacak esasları yıktı; yerle bir etti.
66
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Hem temel prensiplerin ve hedefin vahdeti, davânın hakkaniyeti, metod ve vesile farklılığını te’sirsiz kılar. Mizac ve meşreb olarak “mahlûkatın soluklarınca Allah’a (c.c.) vâsıl yollar vardır.” O halde dinin cevaz verdiği sınırlar içinde, her yolculuk aziz bilinmeli ve her hizmet alkışlanmalıdır. Halbuki farklı düşünce ve anlayışlar, farklı yaradılışın neticesidir. Yaradan böyle dilemiştir ve bunda da rahmet ve hikmet vardır. Her şeyden evvel, temelde olmayan farklı düşüncelerin normal kabul edilmesi elzemdir. Ancak hizmet topluluklarının, kendi mesleklerinin muhabbetiyle yaşamaları bir esas iken, bunun yerine başkalarına düşmanlıkla meşgul olmaları İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey kazandırmayacaktır. İslâm adına verilen kavgada, diğer hizmet cemaatlerini “yıkma” esasıyla hareket edilmesi ne hazin bir durumdur. Hem temel prensiplerin ve hedefin vahdeti, davânın hakkaniyeti, metod ve vesile farklılığını te’sirsiz kılar. Mizac ve meşreb olarak “mahlûkatın soluklarınca Allah’a (c.c.) vâsıl yollar vardır.” O halde dinin cevaz verdiği sınırlar içinde, her yolculuk aziz bilinmeli ve her hizmet alkışlanmalıdır. Başkasını tekfîr, tadlîl ve tecrîme ne gerek var. Herkes kendi yolunu tervîc ile meşgul olmalı ve onun muhabbetiyle yaşamalıdır. Bu yol hem aklın ve mantığın, hem de iman ve Kur’ân’ın yoludur. Bu yolda “herkes kendi mesleğinin sevgisiyle hareket eder, diğer gruplara husûmet beslemez. Onlara yönelteceği tenkidler, yıkıcı, kırıcı ve küstürücü olmaz. Kendi grubunun itibar kazanmasını öbürünün ibtal ve tezlîlinde aramaz. Onu da bir kardeş bilir ve kusurlarını araştırmaz. Fazilet ve başarılarını gördüğü zaman takdir eder ve sevinir.” Kısacası, herkesle beraber aynı kutsal davaya hizmet yolunda bir hayır yarışında bulunduğunu hatırından çıkarmaz. Böyle olunca da, aynı istikamette hareket eden herkesi, kendine yardımcı kabul eder, muvaffakiyetleri için hayır dualar eder.
Sevgimiz Allah için, nefretimiz Allah için, öfkemiz Allah için olsun. Nefsin ma’bûdiyetine artık bir son verelim, zira nefsine bağlananın ne Hakk’ı ne de halkı sevmesi mümkün değildir. Karşılaştığımız her şahsa birleştirme havarisi gibi, “gelin, birleşelim” demeyelim ve hele bunu derken, grubumuza da’vet edâsı içinde asla ifade etmeyelim. Zira bu tutum şimdiye kadar grup hamiyetini tahrik etmekten başka bir işe yaramamıştır. Bilakis uğradığımız kimselerin, hizmetlerini senâ edip, rehber ve mürşidlerine karşı hürmetkâr olalım. Bir mü’min olarak mü’minlere karşı daima mülâyim olalım. Tenkidimiz tahripkar değil, yapıcı olsun. Ve gerektiğinde tenkidi bir kenara bırakıp bir miktar da takdîr ve tebcîlle yaşayalım. Yeniden sahabe asrına baktığımızda, emirler bu istikamette sâdır olduğu gibi, pratiğin de, bu anlayış çizgisi üzerinde cereyân ettiğini görüyoruz. Kardeşlik anlayışının çok ileri seviyeye ulaştırılmış ve uzlaştırıcı faktörlerin şuur hâline getirilmiş olmasına rağmen, birbirinde farklı istidatlara hiç ilişilmemiştir. Bir Abdullah b. Ömer ile baba Hz. Ömer’in, bir Ebu Zerr ile Abdurrahman bin Avf’ın, bir Bilâl ile Hz. Osman’ın küçümsenmeyecek kadar farklı düşünceleri, teferruâtdaki farklı görüşleri, hiç yadırganmamıştır. İctimâî vahdeti zedelemedikten sonra, kabîle ve aşîretler arasındaki bağlılıklara da dokunulmamıştır. Mesela Evs ve Hazrec nâmları ilelebed sürüp gitmiş hatta aralarındaki övünmelere -cidâle girmemek kaydıyla- göz yumulmuştur. “Vahiy katipleri bizdendir, Kur’ân’ı ezberleyenler bizdendir, falan bizdendir, filan bizdendir” şeklinde cereyan eden her şey hemen hemen müsâmaha ile karşılanmıştır.
KARDEŞLİK TOHUM
67
Bugün Osmanlı bakiyesi Türkiye’ye baktığımızda asırlardan beri doğusu batısı, kuzeyi güneyi ile Anadolu’nun hemen her tarafında yerleşmiş, oldukça farklı topluluklar görürüz. Bu gruplardan bazılarının bilerek veya bilmeyerek bu tehlikeli duruma düşme ihtimali karşısında Kur’an’ın davetini hatırlatıyoruz: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve sakın parçalanıp ayrılmayın.”
Bütün bunlar vardı, ama ittifak ve âhenk de vardı. İlâhî rızayı kazanma sathında her ferdi vahid, her grup kendisini umûmun oluşturduğu o vahdetle bütünleştiriyordu. Çünkü “Ümmetim dalâlet üzerine içtima etmez” hadisine yakinen iman etmişlerdi. İslam kardeşliğini bozan önemli tehlikelerden birisi de, kana ve ırka dayalı etnik kutuplaşmadır. Bu tehlikeye karşı İslam’ın çözümü bellidir. Bir kere Allah Rasûlü’nün getirdiği prensiplere göre insanlar bir tarağın dişleri gibidir. Arab’ın Aceme, Acem’in Arab’a hiçbir üstünlüğü yoktur. Başa geçen Habeşli bir köle bile olsa ona itaat edilecektir. Mesela Zeyd b. Hârise bir siyahî idi. Allah Rasûlü’nün eline bir köle olarak geçmiş.. Efendimiz (sav), onu hürriyete kavuşturmuş ve ardından da evlat edinmişti. Bu, o günün insanının havsalasının alamayacağı bir inkılâp demekti. Rahmet Peygamberi, bir siyahî köleyi evlat ediniyor ve kendini ona, onu da kendine mirasçı yapıyordu... Sonra da, onun oğlunu, içinde Ebu Bekir’lerin, Ömer’lerin, Ali’lerin ve daha nice Kureyşli asilzadelerin bulunduğu bir orduya kumandan ta’yin ediyordu. O gün için bu ne müthiş bir hâdiseydi! Mühim olan mes’elenin edebiyatını yapmak değil, o mes’eleyi bilfiil yaşamaktır. Madem insanlar analarından hür olarak doğmuşlardır, o halde hiç kimsenin onları köleleştirmeye, kendisini onlardan üstün görmeye hak ve selahiyeti yoktur. Kimin nerede doğacağı, hangi millette, hangi dili konuşacağını insan iradesi dışında ilahi takdir tayin etmişken böyle bir üstünlük taslama, ancak Âdem’e üstünlük taslayan İblislerin işi olabilir. Şâri’ Teâlâ’nın tespitiyle “üstünlük; renk, ırk, soy ve sopla değil; takva, Allah (cc)’tan korkma ve iyi bir insan olma ile değerlendirilir” Bugün Osmanlı bakiyesi Türkiye’ye baktığımızda asırlardan beri doğusu batısı, kuzeyi güneyi ile Anadolu’nun hemen her tarafında
68
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
yerleşmiş, oldukça farklı topluluklar görürüz. Bu gruplardan bazılarının bilerek veya bilmeyerek bu tehlikeli duruma düşme ihtimali karşısında Kur’an’ın davetini hatırlatıyoruz: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve sakın parçalanıp ayrılmayın.” Evet, dün olduğu gibi bugün de İslam’ın bizden istediği böyle bir ittihadı ve kardeşliği gerçekleştirmek mümkündür. Ancak bu meseleyi artık bir his ve heyecan sloganı olarak değil de, içtimâî bir mukâvele şeklinde ele almak mecbûriyetindeyiz. Bu ise, bütün fasl-ı müştereklerimizi ortaya dökerek, onlarla ayırıcı faktörlerin muvazenesini yapma şeklinde olacaktır. İman esasları birliği, amel ve ibadet birliği, asırları aşan acı-tatlı kader birliği, düşman ve hasım birliği gibi fasl-ı müştereklerimizi... Evet bütün bunlar bağlayıcı ve birleştirici unsurlar olduğu halde, bunların yanında bölünmeyi gerektirecek şeylerin, kayda değer şeyler olmadığı da bir vâkıadır. Bütün bunlara rağmen ehl-i îman ve ehl-i kıble olanlarla anlaşmama, uzlaşmama hele hele onları tekfîr, tadlîl ve tecrîm etmeye kalkmak, iman ve iz’ânla nasıl telif edilir..! Tarihî bir gerçektir ki, yahudiler başta olmak üzere bütün şer güçler İslâm tarihi içindeki hemen bütün ihtilaf ve fitnelerde ellerinden geldiğince birşeyler yapmış ve aktif rol oynamışlardır. Bugün de benzer şekilde Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Doğulu-Batılı, şu cemaat-bu cemaat gibi etnik ve mezhepsel ayırımlarla İslam kardeşliğini bozmaya ve ittihadı İslam’ı yıkmaya yönelik fitne ocaklarının gayretleri artarak devam etmektedir. Bu sinsi oyunları bozmak için yapılacak şey bellidir: vifak ve ittifak, yani her şeye rağmen birlik ve beraberliğimizi bozmamak. Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi, Batı’da bir dönemde ütopyalar yazılıp duruyordu. Halbuki biz,
Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi, Batı’da bir dönemde ütopyalar yazılıp duruyordu. Halbuki biz, yıllarca bu ülke topraklarında, Türk’ü, Kürt’ü, Arab’ı, Çerkez’i, Arnavut’u ve Boşnak’ıyla.. aramızdan su sızmayacak şekilde ve ütopyalardakinin çok üstünde hep birlik ve beraberlik içinde yaşadık.
yıllarca bu ülke topraklarında, Türk’ü, Kürt’ü, Arab’ı, Çerkez’i, Arnavut’u ve Boşnak’ıyla.. aramızdan su sızmayacak şekilde ve ütopyalardakinin çok üstünde hep birlik ve beraberlik içinde yaşadık. Bu birliği ve medeniyeti kaldıramayan düşman güçler, çeşitli sun’î kutuplaşmalarıyla insanımızı karşı karşıya getirerek, birbirine düşürebilmişlerdir. Maalesef, içimizdeki bazı hainler de, düşmanlarımızın bu çirkin ve kirli emellerine alet olmuşlardır. Bütün bunlara karşılık bugün, sadece Türkiye’de değil topyekun İslam Âleminde Allah’ın yardım ve keremiyle müslümanlar, kardeşlik esintileriyle toparlanıp, yeniden bir diriliş sürecine girmiştir. Bu süreç bizi bölüp birbirimize düşürmek isteyen ve bunu “böl, parçala ve idare et” plânıyla yürüten hasımlarımızın oyununu bozma adına çok önemli bir süreçtir. Evet, biz İslam âlemi olarak tarih boyunca kurduğumuz farklı devletlerin çatısı altında asırlarca bu inanç birliği ve İslam kardeşliğimizi kısa süreli bazı fetret dönemleri hariç iç ve dış düşmanlara karşı korumuş bir ümmetiz. Bugüne geldiğimizde, bağı kopmuş tesbih taneleri gibi parçaları sağa-sola saçılmış haldeki toplumumuzu, yeniden bir araya getirme adına Orta Asya’dan Ortadoğuya, Balkanlara kadar önemli uyanışlar görülmekteyken İslam düşmanlarının da boş durmayacağı ve bizi değişik kamplara ayırıp, bölmeye çalışacakları gerçeği göz ardı edilmemelidir. Meşhur şairimizin ifadesiyle: Tefrika girmeden bir millete düşman giremez. Toplu çarptıkça yürekler, onu top sindiremez. Evet, içte ve dışta Türkiye’nin ve topyekun İslam Aleminin toparlanmasını ve yeniden izzetli günlere kavuşmasını çekemeyen ve kıskançlık içinde bulunan hasım güçler, geçmişte olduğu gibi bugün
de, insanımızı birbirine düşürecek yeni argümanlar araştırıp toplum içinde tekrar düşmanlık tohumları ekmeye çalışacaklardır. Dün, bizi birbirimize düşürerek birliğimizi bozmak suretiyle gücümüzü za’fa uğratanların, bugün de var oldukları gerçeği kat’iyen hatırdan çıkarılmamalı ve kardeşlik ve birlik süreci kararlı ve ciddî adımlarla her şeye rağmen devam ettirilmelidir. İçinde bir arada bulunduğumuz gemimizi delmek isteyenlere karşı biz, asırlarca nasıl aynı kaderi paylaşarak delikleri tamir etmeye ve gemiyi sahili selamete ulaştırmaya çabaladıysak bugün de sağduyu ile hareket ederek bu meseleyi basiret, feraset ve idrakla çözme yoluna gitmeliyiz. Şer güçlerin tahriklerine kapılıp, toplumda anarşi havası estirenler karşısında her zaman müteyakkız durmalı, saflarımızı daha da sıklaştırmalıyız. Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kitabımız bir, cibilliyetimiz birse, kavga etmenin bir mantığı yok demektir. Bilmeliyiz ki Cenâb-ı Hakk’ın tevfiki, bizim vifak ve ittifakımızla çok alâkalıdır. Çünkü vifak, tevfik-i ilâhînin çok önemli bir vesilesidir. Vifak, bir çizgi üzerinde birleşme; ittifak da geldiği “bâb” itibarıyla bu meselelerin mutavaatı yani insan ruhunda tabiat haline gelmesidir. “Uhuvvet Risalesi” müellifi Bediüzzaman Hazretleri, bu eserinde meselenin dinamiklerini bizlere şu şekilde göstermiştir. “Tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.. Hem Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir.. bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir”. (hatta düşmanlarınız bir, sizi istemeyenler bir, büyümenizi engelleyenler bir.. bir..)
KARDEŞLİK TOHUM
69
İslam kardeşliğini tesis etmek için, hissin yanısıra mantıkî unsurların dikkate alınması, vifak ve ittifak çizgisi üzerinde birleşilmesi ve bunun ağırlığının kalpte daima duyulması ve mutlaka müşahhas adımların atılması gerekir. Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak sahabe-misal bir kardeşliğin gerçekleştirilmesinde öncelikle böyle bir zorunluluğun hissedilmesi, onun bir niyet halinde kalplerde ağırlığının duyulması, sonra da bu niyet istikametinde adımların atılması gerekir.
70
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Hac ibadeti kişideki benlik ve bencillik duygusunu, gurur ve kibiri törpüleyen fiilî örneklerle doludur. Bunun temsili görünümü, en güzel şekilde Arafat’ta kendini gösterir. İşte burada, hep birlikte âdeta kefene bürünmüş vaziyette bir tarağın dişleri gibi eşit olmanın bilincini fiilî olarak yaşar müslümanlar. Bu, eşitlikten çok öte gerçek bir kardeşliktir.
Elhasıl: Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Allah için hükmetmek olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve şikak meydan alır. Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına ٌ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de dövebilir.. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..Biliniz ki Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir... Evet muhabbetin sebebleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kal’alardır. Adavetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeblerdir. Öyle ise bir müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.” Buna göre İslam kardeşliğini tesis etmek için, hissin yanısıra mantıkî unsurların dikkate alınması, vifak ve ittifak çizgisi üzerinde birleşilmesi ve bunun ağırlığının kalpte daima duyulması ve mutlaka müşahhas adımların atılması gerekir. Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak sahabe-misal bir kardeşliğin gerçekleştirilmesinde öncelikle böyle bir zorunluluğun hissedilmesi, onun bir niyet halinde kalplerde ağırlığının duyulması, sonra da bu niyet istikametinde adımların atılması gerekir.
Bu Yoldaki Dinamiklerimiz İslam’ın hükümlerini kısaca Allah’a ibadet etmek ve Allah’ın yaratıklarına şefkat ve merhamet göstermek şeklinde iki madde de özetleyebiliriz. Sadece Allah’a ibadet etmekle vazifemiz bitmiyor, ahlaki görevlerimizi, insani ve kardeşlik vazifelerimizi de yapmamız gerekiyor. Olgun bir Müslüman, sadece kendisini yaratan Allah’a karşı ibadetlerini yerine
getirmekle kalmaz, aynı zamanda bütün insanlara ve özellikle din kardeşlerine karşı da iyi davranışlar içinde bulunur; onlara elinden geldiği kadar şefkat ve merhametle muamele eder, iyilik yapar. Çünkü Allah’a ibadet nasıl dinimizin emri ise, başta insanlar olmak üzere O’nun yarattığı diğer canlılara merhamet göstermek ve iyi davranmak da dinimizin emridir. Müslümanlar her iki görevi yerine getirdiği takdirde olgun birer mümin olurlar. Başta Kelime-i Şehadet olmak üzere namazdan oruca, zekâttan hacca varıncaya kadar İslam’ın bütün şartları İslam kardeşliğini beslemekte ve ayakta tutmaktadır. Hac, zekat ve oruç gibi ibadetlerin her birisi bizlere, aynı zamanda müslümanların derdini dert edinmeyi öğreten ve kardeşlik bilincini kazandıran dinamiklerdir. Çünkü Müslümanların derdini dert edinmeyen, onlardan değildir. Hac zamanı Arafat’ta vakfeye duran ve ırkları, coğrafyaları, dilleri, renkleri ve kültürleri farklı, fakat imanları ve gönülleri bir, milyonlarca insanın bir araya geldiği bu büyük günde hacılar, müminler denizinden bir damla olabilmenin hazzını yaşarlar. Bir kimsenin veya topluluğun kendini ayrıcalıklı ve üstün görmesi, bencillik ve çıkarcılık İslâm kardeşliğinin en büyük engelidir. Hac ibadeti kişideki benlik ve bencillik duygusunu, gurur ve kibiri törpüleyen fiilî örneklerle doludur. Bunun temsili görünümü, en güzel şekilde Arafat’ta kendini gösterir. İşte burada, hep birlikte âdeta kefene bürünmüş vaziyette bir tarağın dişleri gibi eşit olmanın bilincini fiilî olarak yaşar müslümanlar. Bu, eşitlikten çok öte gerçek bir kardeşliktir. Arafat günü, ayrılıkların ve gayrılıkların kalplerden silindiği, herkesin Hz. Adem’in çocukları olarak Allah’ın huzurunda eşit olduğunu, topraktan yaratıldığını ve toprağa döneceğini bilerek, kıyameti ve mahşeri hatırlatan ihramları içinde Rablerine dönüşlerini prova ettikleri bir gündür.
KARDEŞLİK TOHUM
71
Namazların cemaat halinde kılındığı camilerimiz mabet olarak görev yapmanın yanında, İslam kardeşliğini pekiştiren birer eğitim yuvası olarak da görev yapmaktadır. Camilerde, müminlere her türlü kötülüklerden uzak durmalarının yanında; her türlü iyilik ve güzellikler anlatılır. Zengin-fakir, köylüşehirli, amir-memur, resmi-sivil, yaşlı-genç, siyah-beyaz, yerliyabancı... herkesi bünyesinde toplayan mekanlar olan camiler; aynı safta omuz omuza, diz dize namaz kıldığımız mabetlerimizdir. Üzüntülerimizi giderdiğimiz, moral bulduğumuz, birlik ve beraberliğimizi, kardeşlik duygularımızı, hoşgörü anlayışımızı güçlendirdiğimiz ve pekiştirdiğimiz yerlerdir. Kâmil manada insan olmanın yollarını ve kardeşlik esaslarını, camilerimizde yapılan telkin ve nasihatlerden öğrenmekteyiz.
Müslümanlar arasındaki manevi bağların en önemli tezahürlerinden birisi de namazların cemaatle kılınmasıdır.(14) Namazların cemaatle kılınması, Müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarına, bilgi alışverişinde bulunmalarına, aralarında disiplin, sevgi ve düzenin yerleşmesine ve ibadetlerini severek yapmalarına vesile olur. Hz. Peygamber’in hayatı boyunca cemaate namaz kıldırması, hastalandığında da namazını yalnız başına değil de Hz. Ebû Bekir’in arkasında kılmış olması, bunun dinimizdeki yerini göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Ayrıca, Hz. Peygamber’den düşman korkusunun bulunduğu sefer halinde bile Müslümanlara namazı cemaatle kıldırmasının istenmesi,(15) yine namazları cemaate kılmanın ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bir hadisi şerifte Resûlullah sallallahu (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Bir köy veya kırda üç kişi birlikte bulunur da namazı aralarında cemaatle kılmazlarsa, şeytan onları kuşatıp yener. Şu halde cemaate devam ediniz. Muhakkak ki sürüden ayrılan koyunu kurt yer”.(16) Namazların cemaat halinde kılındığı camilerimiz mabet olarak görev yapmanın yanında, İslam kardeşliğini pekiştiren birer eğitim yuvası olarak da görev yapmaktadır.(17) Camilerde, müminlere her türlü kötülüklerden uzak durmalarının yanında; her türlü iyilik ve güzellikler anlatılır. Zengin-fakir, köylü-şehirli, amir-memur, resmi-sivil, yaşlıgenç, siyah-beyaz, yerli-yabancı... herkesi bünyesinde toplayan mekanlar olan camiler; aynı safta omuz omuza, diz dize namaz kıldığımız mabetlerimizdir. Üzüntülerimizi giderdiğimiz, moral bulduğumuz, birlik ve beraberliğimizi, kardeşlik duygularımızı, hoşgörü anlayışımızı güçlendirdiğimiz ve pekiştirdiğimiz yerlerdir. Kâmil manada insan olmanın yollarını ve kardeşlik esaslarını, camilerimizde yapılan telkin ve nasihatlerden öğrenmekteyiz.
Kardeşlik Hukuku Meseleye fıkhi ve ahlaki açıdan bakıldığında İslam toplumunu (ümmet-i Muhammed) meydana getiren mü’minler arasında kardeşlik hukukuna dayalı önemli hukuki hükümler, hak ve sorumluluklardan bahsetmek lazım gelir. Mü’min mü’minin gerçek kardeşidir; onun gözüdür, delilidir, kılavuzudur. Ona ihanet etmez, ona zulmetmez, onu aldatmaz, canına, malına, namusuna asla göz dikmediği gibi, bütün bunları kendi canı, kendi malı ve kendi namusu telakki eder ve öyle korur. Mü’mine sövmek, eziyet vermek en bü-
72
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
İslam kardeşliğinin bir gereği olarak yeryüzündeki bütün müslümanları; renk, dil, ırk, mezhep, tarikat, görüş, fırka ve düşünce farkı gözetmeksizin, Allah (cc) için sevmeliyiz. Allah (cc)’ın rahmetinin birlikte, beraberlikte, birbirini sevip kardeş olmakta olduğu düstürundan hareketle metod, yol, çalışma şekilleri farklı olsa da, bizim gibi düşünmeyen müslüman kardeşlerimize ensar ve muhacir kardeşliği sıcaklığıyla muamele etmeliyiz. yük günahlardan ve ona silah çekmek ise gerektiğinde küfrü gerektiren durumlardandır. İslam kardeşliği inanan gönüller arasında meydana gelen samimi bir sevgi ve bağlılık köprüsüdür. Çıkış yeri, hedefi ve menzili ilahi rızadır. Buna göre bütün müslümanlar birbirine dosttur. Çünkü aralarında sönmeyen bir din kardeşliği vardır. Allah için olan bu kardeşlik ve dostluk dünyada olduğu gibi ahirette de devam eder. Sadece dünya için olan dostluk ise bir akan yıldız gibi parlayıp söner. Dostluğun karşıtı, düşmanlık, adavet ve kindarlıktır. Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren tarafgirlik, inad ve hased, her açıdan çirkin ve merduddur; bu vasıflar İslam kardeşliği ile bir arada ve beraber bulunmazlar. İman kardeşliği, mü’minler arasındaki başka ufak tefek ihtilafları yok eden en önemli etkendir. Mü’minin mü’mine buğzu bir anlamda münafıklık alametidir. Mü’min, kendisi için istediğini mü’min kardeşi için istemiyorsa, onu hakir görüyor ve bir takım önemsiz sebeplerle ona düşmanlık besliyorsa, bu gerçek imanın bulunmadığının alametidir. Bir mü’mine yapılan kötülük, bütün mü’minleri harekete geçirir ve mü’minler her bakımdan birbirleriyle yardımlaşırlar. Aksi bir tutum, mü’minlerin cemaatinin gücünün gitmesine, gevşeyip zayıflamalarına ve sonuçta iyiliği hakim kılıp kötülüğü yok edecek başka bir topluluk bulunmadığından, yeryüzünde büyük bir fesadın çıkmasına sebep olur. O halde öncelikle İslam kardeşliğinin bir gereği olarak yeryüzündeki bütün müslümanları; renk, dil, ırk, mezhep, tarikat, görüş, fırka ve düşünce farkı gözetmeksizin, Allah (cc) için sevmeliyiz. Allah (cc)’ın rahmetinin birlikte, beraberlikte, birbirini sevip kardeş olmakta olduğu düstürundan hareketle metod, yol, çalışma şekilleri farklı olsa da, bizim gibi düşünmeyen müslüman kardeşlerimize ensar ve muhacir kardeşliği sıcaklığıyla muamele etmeliyiz. İslam kardeşliğine zarar verecek her türlü
davranıştan uzak durmalı ve kardeşlik bağlarımızı bozmak için çalışacak her türlü şer güçlere karşı mücadele etmeliyiz. Allah rızası için bu ahdimize hayatımız boyunca sadık kalmalıyız. Müslümanların birbirleriyle geçinmelerinde samimiyet, tevazu, sadelik, karşılıklı yardım, nezaket, saygı, sevgi ve hayırseverlik esastır. İslam Dini kardeşler arasında iyi geçinmenin yollarını başka söze hacet bırakmayacak şekilde en güzel biçimde âyet ve hadislerle bizlere tavsiye buyurmuştur: Bunların bir kısmı şunlardır: 1. Kardeşlerine karşı tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalbli olmak, onlara eziyet vermekten kaçınmak. Konuyla ilgili bazı hadis-i şeriflerde şöyle buyrulmuştur: “Şüphe yok ki, Allah yumuşak huylu, açık yüzlü kimseyi sever.” “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü’min de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.”(18) “Her müslümanın öteki müslümana kanı, ırzı (namusu) ve malı haramdır!”(19) “Zandan sakınınız. Çünkü zan (yersiz itham), sözlerin en yalan olanıdır. Başkalarının konuştuklarını dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı öğünüp böbürlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Allah’ın size emrettiği gibi kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir: Ona haksızlık etmez, onu yardımsız bırakmaz, küçük görmez. (Göğsüne işâret ederek) Takvâ buradadır, takvâ buradadır! Kişiye, müslüman kardeşini hor görmesi kötülük olarak yeter. Müslümanın her şeyi, kanı, namusu ve malı müslümana haramdır.”(20)
KARDEŞLİK TOHUM
73
“Hiç şüphesiz Allah Teala Kıyamet günü: ‘Nerede benim rızam için birbirlerini sevenler? Gölgemden başka gölgenin bulunmadığı bu gün onları, kendi arşımın gölgesinde gölgelendireceğim.’ buyurur”(21) 2. Kardeşlerinin eziyetlerine katlanmak, kötülüğe karşı iyilikle mukabele etmek. Konuyla ilgili bazı hadis-i şerifler: “Sıddîkların (özü-sözü dosdoğru olanların) derecelerine geçmek istersen, senden ilgiyi kesene bağlan, senden esirgeyene sen ver, sana zulmedeni de bağışla.” “Kardeşine zalim de olsa mazlum da olsa yardım et. ‘Mazlumsa yardım ederim, zâlime nasıl yardım ederim?’ diye sorulunca Resul-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu: Onu zulmünden alıkoyarsın, bu da ona yardımdır”(22) 3. Dargınlığa hemen son vermek. Müslümanlar arasında bir dargınlık olursa hemen barışırlar, birbirlerinden üç günden ziyade ayrı kalmazlar. Müslümanların gönüllerinde düşmanlık ve kin duyguları yaşamaz. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Birbirinize kin tutmayınız, hased (kıskançlık) etmeyiniz, birbirinizden yüz çevirmeyiniz, ey Allah’ın
74
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
kulları!.. Kardeş olunuz. Bir müslümanın müslüman kardeşine üç günden çok dargın kalması helal olmaz.”(23) 4. Dargınların arasını düzeltmeye çalışmak. Bir müslüman, iki din kardeşi arasında her nasılsa bir dargınlık olduğunu görünce aralarını bulmaya ve küskünlüğü gidermeye çalışır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Sadakanın en faziletlisi, dargınların aralarını bulup düzeltmektir.” 5. Kardeşlerinin kusurlarını araştırmamak ve yaymamak, aksine örtmeye çalışmak. Evet, Müslümanlar kimsenin kusurlarını araştırmazlar. Kimsenin ayıbını ve kusurunu araştırıp ortaya çıkarmaya ve göstermeye çalışmazlar. “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da kıyamet günü onu(n kusurunu) örter.”(24)
6. Kardeşleri arkalarından savunmak. Bir müslüman gerektiğinde din kardeşlerini, dostlarını arkalarından savunur. Onlar hakkındaki yanlış fikirleri düzeltmeye çalışır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Mü’minleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücud gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır”.
“Bir kul kardeşine yardımda bulundukça, kendisine de Allah daima yardım eder.”
“Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir.” Hadisi rivâyet eden Ebû Musa El-Eş’arî’nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir.”(26)
7. Kardeşlerinin kalplerini kötü zandan korumak için sakıncalı yerlerden uzak durmak. Buna aykırı davranmak birçok kimselerin günaha girmesine sebep olur, insanlar arasında dedi-koduya ve nefrete yol açar. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Töhmet yerlerinden kaçınız...” 8. Herkese kabiliyet ve durumuna göre hitab etmek. Değişik halk sınıfları ile makamlarına göre sohbet edip ilişki kurmalıdır. Bir alimden, bir zahidden, bir zenginden beklenen vasıfları, bir cahilden, bir fasıkdan, bir fakirden beklememelidir. 9. Yaşlılara hürmet, çocuklara, düşkünlere merhamet ve şefkat göstermek. İslamda büyüklere karşı saygı, küçüklere karşı sevgi esastır. Bu esas, ailede ve kardeşler arasında bir kat daha önemlidir. Anaya-babaya ziyadesiyle hürmet etmek bunun bir örneğidir. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Bir genç bir yaşlıya sadece yaşından dolayı hürmet etti mi, Allah da ona bir mükâfat olmak üzere, ihtiyarlığı zamanında hürmet edecek bir kimseyi muhakkak yaratır.” Bu hadis, yaşlılara saygı gösteren gençlerin sevab kazanacaklarını ve çok yaşayacaklarını müjdelemektedir. Artık ihtiyarları bir yük kabul eden gençler, bunu biraz düşünmelidirler. 10. Hayırsever olmak, yardım etmek ve arka çıkmak. Şöyle ki: Müslümanlar başta din kardeşleri olmak üzere herkes için hayır ister, herkese yardımda bulunmaktan haz duyar. Müslümanların din ölçüleri içinde birbirlerine yardım etmesi ve şefaatta bulunması, aralarındaki kardeşliğin bir gereğidir. Kendisi için hayırlı görüp istediği bir şeyi, başkaları için de istemeyen kimse, İslam adabının güzel esaslarını gözetmemiş olur. Bu konuda pek çok hadis-i şerif vârid olmuştur: “Sizden biriniz kendi nefsi için sevip istediği bir şeyi kardeşi için de sevip istemedikçe, gerçek mü’min olamaz.”(25)
11. Selamlaşmak ve musafaha (el sıkışmak). Müslümanlar arasında selam vermek bir sünnettir, bir dostluk ve hayırseverlik alametidir. Selam almak da bir farzdır. İki müslüman bir araya gelince birbirinin elini tutarlar. Salat-selam getirerek birbirinin hatırını sorarlar. Bu da sevgi ve dostluk nişanıdır. Âyet-i kerimenin ifadesiyle “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah her şeyi hesap eder”(27) Bu konuda hadis-i şeriflerde de şöyle buyrulmuştur: “Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size bir şey göstereyim mi ki, onu yaptığınız zaman birbirinizi sevmiş olursunuz: Aranızda selamı yayınız.”(28) “Birbirine rasgelen iki müslüman musafahada bulundu mu, onlar daha birbirinden ayrılmadan bağışlanırlar.” 12. Teşmitte bulunmak (aksırana hayır ve bereket istemek). Şöyle ki: Bir müslüman aksırınca: “Elhamdülillâh” der. Yanındaki müslüman kardeşi de: “Yerhamükallah : Allah sana rahmet etsin” diye dua eder. Aksıran adam da: “Yehdina ve yehdikümullah : Allah, bizleri de sizleri de hidayet üzere bulundursun” diyerek karşılık verir. 13. Kardeşleriyle bir araya geldiği toplantılarda temiz bulunmak ve edebe uygun davranmak. Müslümanlar, toplantılarda temiz bir halde bulunurlar, içleri ve dışları temiz olur. Toplantılarda ilim sahipleri ve yaşlılar baş tarafa geçirilir. Gerek olmadıkça söze karışmazlar, söylenilen yararlı şeyleri dinlerler. Toplantıya sonradan gelenlere yer verir ve birbirlerine karşı güler yüzlü bulunurlar. İki kişinin arasına rızaları olmadıkça girip oturmazlar. Bir toplantıda üç müslümandan ikisi baş başa verip gizlice konuşmazlar. Böylece üçüncü kimsenin üzülmesine ve yanlış fikre kapılmasına meydan vermezler. Müslümanlar bulundukları bir toplantıdan, arkadaşlarından izin alarak ayrılırlar. Geçici olarak toplantıdan ayrılanların yerine de hemen oturmazlar.
KARDEŞLİK TOHUM
75
Müslümanlar, yanlarına gelen din kardeşlerine karşı ayağa kalkabilirler. Mesela bir toplantıya gelenler için ayağa kalkılması adet olan yerlerde, ayağa kalkılması bir hürmet belirtisi olarak düşünülebilir. Müslümanlar, alimlerin ve takva sahibi kimselerin ellerini sevgi ve saygı göstermek niyetiyle öpebilir, onlarla musafahada bulunabilirler; bunda bir sakınca yoktur. Bunlardan başka büyüklerin ellerini dindarlıklarına saygı ve ikram için öpmek de caizdir. Fakat dünyaya ait bir maksat için öpmek mekruhtur. Büyüklerin huzurunda yerleri öpercesine eğilmek ise uygun görülmemiştir. 14. Ziyaretleşmek. Müslümanlar uygun zamanlarda gidip din kardeşlerini, büyüklerini ve yakınlarını ziyaret ederler. Bu ziyaret de, bir sevgi ve bağlılık nişanıdır. Ancak ziyaret, usandırıcı ve pek sık olmamalıdır. Ziyarete gelen misafirlere mümkün olduğu kadar ikram edilmesi gerekir. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Sizi ziyarete gelenlere ikram ediniz.” 15. Ziyafetlere (davetlere) icabet etmek. Bir müslüman, din kardeşinin davetine uyar, ziyafetinde bulunur. Böylece aralarındaki sevgi ve yakınlık artmış olur. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
76
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
“Sizden birinizi, kardeşi düğün yemeğine veya başka bir şeye çağırsa, ona icabet etsin (uysun)” Yeter ki, ziyafet yerinde haram bir şey bulunmasın. Çünkü bir müslüman, haramların işleneceğini bildiği bir yere gidemez. Ancak o haramları engelleyebilecekse veya kendisine saygı için işlenmeyecekse, gidebilir. Toplantılar sade ve külfetsiz olmalıdır. 16. Müslüman kardeşlerinden komşu olanların komşuluk haklarını gözetmek. İslamda komşuluğun büyük önemi vardır. Hadîs-i şerifin ifadesiyle: “Ev satın almadan önce komşu, yola çıkmadan önce de yoldaş arayınız.” Komşulara ikram bir sünnettir. Bir müslüman komşusunun hakkını fazla gözetir, ona güleryüz gösterir, gerektiğinde ödünç verir, bir kederi olunca onu teselli etmeye çalışır, taziyede (baş sağlığı dileğinde) bulunur. Komşusuna eziyet verecek şeyleri yapmaktan sakınır. Evin akıntı suları ile ve çöplerle komşularını rahatsız etmez. Yüksek müzik sesleri ile komşularını rahatsız edenler, hasta ve okur-yazarlarını düşünmeyenler komşuluk haklarını gözetmemiş olur ve topluma karşı görevlerini çiğnemiş sayılırlar. Hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Kötülüklerinden komşusu emin olmayan kimse, gereği üzere Allah’a iman etmiş olmaz.”(29)
“Komşularına iyi komşuluk et ki gerçek Müslüman olasın.”(30) 17. Hastaları ziyaret etmek. Müslümanlar hasta olan kardeşlerini ve komşularını uygun zamanlarda yanlarına giderek ziyaret ederler. Sağlıklarına duada bulunurlar. Bu da sevgiyi kuvvetlendirmeye ve kalpleri telif etmeye yardımcı olur. Ancak bu ziyaretler pek sık yapılmamalıdır, hastanın yanında çok oturmamalı, hastanın canını sıkacak sözler söylememelidir. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Beş şey vardır ki, bunlar kardeşine karşı müslümana vacib olur; Verilen selamı almak, aksırana teşmit (hayır dua) etmek, davete gitmek (icabet etmek), hastayı ziyaret etmek, cenazelerin arkasından gitmek.” 18. Cenazeleri teşyî etmek (uğurlamak). Bu da önemli ve sevabı çok olan bir kardeşlik görevidir. Müslümanlar, ölen din kardeşlerinin cenazelerini mezarlarına kadar üzgün ve düşünceli olarak götürürler. Rahmet toprağına bırakırlar. Haklarında rahmet isteyerek duada bulunurlar. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Bir cenaze üzerine namaz kılana bir kırat, gömülmesinde bulunana da iki kırat (sevab) vardır. Bir kırat ise, Uhud dağı kadardır.” Müslümanlar kendi aralarında, ahirete göçmüş olanların, özellikle akrabalarının, alimlerin ve salih kimselerin, mezarlarını zaman zaman ziyaret ederler, onları rahmetle anarlar. Bu da bir vefakarlıktır, değer bilmedir. Bir hadîs-i şerîfde beyan olunduğu üzere, mezarları ziyaret etmek ölümü hatırlatır, uyanmaya sebeb olur. 19. Dua etmek. Annemiz, babamız, ailemiz ve çocuklarımız için dua ettiğimiz gibi din kardeşlerimiz için de dua etmeliyiz. Herkes için hidayet, barış, huzur ve mutluluk dilemeliyiz. Dünyanın dört bir bucağında zulme maruz kalmış insanların kurtuluşu, İslâm’dan sapma eğilimine girmiş olanların hidayet ve kurtuluşu, Müslümanların yeryüzünde adaletin ve hakkın temsilcileri olarak denge unsuru olmaları için dua etmeliyiz. Netice olarak şunları ifade edebiliriz ki İslam kardeşliğinin gerektirdiği hak ve sorumlulukların bilincine sahip fertlerin oluşturacağı sahabe misali bir toplumda ilahi rızaya bağlı olarak huzur ve mutluluk hâkim olacaktır. Çünkü bu toplumda yaşayan her mü’min inancında, düşüncesinde, söz, iş, davranış, icraat ve ibadetlerinde samimidir. İnandığı
dinin temel prensiplerine kayıtsız ve şartsız teslim olmuştur. Kur’an’a ve onun hayata tatbik edilmiş şekli olan sünnete bağlıdır. Her türlü hurafe ve batıl inanışlardan uzaktır. İbadetlerinde ve hayır-hasenatında devamlıdır. Günah ve hatalarında ısrarcı değildir. Günah işlediğini ya da hata yaptığını anladığında derhal yaptıklarından tevbe eder. Güzel ahlâk sahibidir. Elinden ve dilinden kimseye zarar gelmez. Her yönüyle güven ve emniyet insanıdır. Hayır sahibi ve hizmet ehlidir. Çünkü “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır” hadisini kendisine düstur edinmiştir. Uyanık ve duyarlıdır; başkalarının acı ve ıstıraplarına karşı lakayt kalmaz. Dost ve arkadaş seçimine dikkat eder. Malayani ile boş vakit geçirmez. Yaptığı her işi sağlam yapar. Her zaman ve her yerde iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirir ve bu uğurda başına gelenlere sabreder. Yersiz bir gurura kapılarak kardeşlerine karşı üstünlük taslamaz. Davranışlarında dengeli ve ölçülü olur. Emanete riayet eder, sözleşmelerine sadakat gösterir. Adil davranır, haksızlık yapmaz. Hakkı ve adaleti ayakta tutmak için var gücüyle çalışır. Kardeşleri bir yana düşmanına bile adil davranır. Kardeşlerinde kusur aramaz, alay etmez, onlara kötü lakap takmaz. Zandan sakınır, tecessüs edip onların gizli hallerini araştırmaz. Gıybetlerini yaparak arkalarından çekiştirmez. Bilmediği şeyin peşine düşmez, bilmediği konuda fikir beyan etmez. Yapmayacağı şeyi söylemez. Öfkesine hâkim olur, kusurlarını bağışlar. Kin beslemez. Kendisi kusur ettiyse özür diler. Hatalı tutum ve davranışlarında ısrar etmez, onları tekrarlamaz. Kendisinin ve yakınlarının aleyhinde bile olsa adaletle şahitlik eder. Kötülüklerini iyilikle savar; güzel öğütle ve hikmetle Allah’ın yoluna davet eder. Yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara zekât ve sadakayı sevdiği mallardan verir; ama gereksiz yere de saçıp savurmaz. Mü’min kardeşleriyle hayır işlerinde, iyilik ve takva üzere yardımlaşır, düşmanlık üzere yarış ve dayanışma içinde olmaz. İşlerini ehil gördüğü kardeşleriyle istişare eder. Kendisine Allah’ın ayetleri hatırlatıldığında onlara karşı kör ve sağır davranmaz. Yalan yere şahitlik etmez, boş söz ile karşılaştığı zaman oradan vakar ile geçip gider. Hayatı iman ve salih amellerle, davet ve cihadla geçirir. Müslüman olarak yaşayıp Müslüman olarak ölmek en büyük arzusudur.(31)
KARDEŞLİK TOHUM
77
DİPNOTLAR:
Mesacid 1, (II, 31) Buhari, İman 4, 5 (I, 8-9); Tirmizi, İman 12, (V, 17) (2629)
(18)
(1) (2) (3) (4)
Hucurât, 49/13. Nahl, 16/90. Hucurat, 49/10 Haşr 59/11
Buhârî, “Nikâh”, 45, “Mezâlim”, 3; Müslim, “Bir”, 23,32
(19)
Müslim, Birr 32. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 18
(20)
Müslim, Birr 30
(21)
Müslim, Birr, 12, (III,1988)
(22)
Buhârî, Mezâlim 4, (III, 98)
(5)
(6)
Buhârî, “Nikâh”, 11; Tirmizî,”Menâkıb”, 20
Bkz: Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-kulûb, Kahire 1961, II, 442-489; Şehâbeddin es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l-maârif, Beyrut 1966, s. 423-442; Ebü’nNecîb es-Sühreverdî, Âdâbi’l-mürîdîn, Tahran 1984, s. 188; Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Din. Kahire 1973, s. 162-184.
Buhârî, Edeb, 57; Feraiz 2; Müslim, Birr, 23; Tirmizi, Birr, 24
(23)
(24)
Müslim, Birr, 45/58, (III,1996
(25)
Buhari, İman, 7 (I, 9)
(7)
Buhârî, salat, 88, Mezalim, 5; Müslim, Birr, 65; Tirmizî, Birr, 18; Nesâî, Zekat, 67
(26)
(27)
Nisa, 86 Müslim, İman, 22, (I, 74)
(8)
Mücadele, 58/22
(28)
(9)
Al-i İmrân, 3/103
(29)
(10)
Haşr, 59/9.
Enfâl, 8/72; Buhârî, “Nikâh”, 7; “Savm”, 51, Müslim,”Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 203; İbn Sa’d, Tabakat, III, 396
(11)
(12)
Bkz:Tevbe, 9/100
(13)
Tirmizi, Birr, 25; Müslim, Münafıkun, 65
Konuyla ilgi bkz: Bakara, 2/43; Buhârî, Ezân 9 (I,152), Mevâkît 20, (I,141), Ezân 34, (I,160); Müslim, Salât 129 (I,325), Mesâcid 252, (I,451-452).
(14)
(15)
Nisâ, 4/101-102
Ebû Dâvûd, Salât 46, (I,371); Nesâî, İmâmet 48(II,106-107).
(16)
Konu hakkında bkz: Tevbe, 9/17-18; Bakara,2/114; Müslim, Mesacid 24, (I, 378; Nesâî,
(17)
78
TOHUM KASIM-ARALIK 2011
Buhârî, Edeb 29; Müslim, Îmân 73. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 60
(30)
İbn Mâce, Zühd, 24; II,1410.
Geniş bilgi için şu âyetlere bakılabilir: Âl-i İmran 3/103-104, 110, 118, 134-135; Furkan 25/6377; Lokman 31/13-19; Müminun 23/1-11, 61; İsrâ 17/ 26-27, 32-38; Hucurat 49/ 6-12; Furkân 25/6377; Ahzap 33/70; es-Saff 61/2; Tahrîm 66/ 8; A’râf 7/55-56, 205; Nisâ 4/135; Mâide 5/8; 90-92; R’ad 13/22; Nahl 16/ 125; Kasas 28/ 54; Ankebût 29/46; Fussilet 41/34; Bakara 2/ 43-44, 177; Enfal 8/ 2-4, 46,74 ; Şûrâ 42/38; Asr 103/1-3; Tevbe 9/71-72…
(31)
Geniş bilgi için şu hadislere de bakılabilir: Buhârî, Edeb 31, 57, 78, 83, 85, Nikâh 80, Rikâk 23, Mezâlim 4; Müslim, İmân 62, 74, 75, 77, Birr 15, 32, Zühd 63,64, Kader 34; Ebû Dâvûd, Edeb 29, 23,47, 139; Tirmizî, Zühd 11, Zühd 61, Birr 24, 55, Kıyâmet 50, İsti’zân 15; İbni Mâce, Duâ 5, Fiten 12,13…