Tohum 142

Page 1



Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Hamdolsun, nimetlerini genelleme yaparak bile sayamayacağımız Rabbimize, Salât olsun, hayatıyla bize en güzel örnek olan biricik Rasûlüne, Selâm olsun, onun ehl-i beytine, ashabına ve tüm mü’minlere… Takvimlerde senenin sayısının bir daha arttığı, ömürlerden senenin bir daha eksildiği 2012 yılının ilk günlerinde yeni sayımızla tekrar beraberiz. Geçen sayımızda haberini verdiğimiz birtakım değişikliklere bu sayımızda da devam ediyoruz. Bu noktada sizlerden gelen her türlü talep ve öneriyi değerlendirerek dergimizin muhtevasını zenginleştirmek istiyoruz. Geçen sayımızla ilgili birçok olumlu görüşün tarafımıza ulaşması, bu istikamette bize güç veriyor. Bu paylaşımdan sonra elinizdeki bu sayıyı tanıtalım sizlere: Bu sayımızda medeniyetimizin temelini oluşturan kavramlarımızın içinin boşaltıldığı yahut unutulduğundan hareketle “kavramlar” köşemize misafir olacaksınız. Sabri Otağ Hocamızın ‘îsâr’ başlıklı yazısıyla unuttuğumuz bu kavramı tekrar gündemimize alacağız. Ardından bu aydan itibaren toplum ve sanata dâir yazılarının olacağı muhterem hocamız, Prof.Dr. Saadettin Ökten’in ufkumuzu açan toplum ve sanat başlıklı ilk makalesiyle buluşacaksınız. Sonrasında Fahrettin Postacı’nın derlediği ‘Avrupa’daki Din Eğitimi Uygulamaları’nın anlatıldığı eğitim köşemiz, genç kalemlerimiz İsmihan Şimşek’in ‘Mikrofon “Aziz”liği’, Zehra Sevindik’in ‘Türkçe elden gidiyor mu?’, Ahmet Faruk Aygün’ün mütefekkir ve müellifleri tanıttığı ‘Doğudan-Batıdan’ isimli köşemiz sizi bekliyor olacak. Bu sayıda kapak dosyamızın konusu, “Allah’tan başka gâlip yoktur!” sözünü baş tâcı eden, İslam medeniyetine 800 yıllık bir katkı sağlayan, yükselişi kadar tarih sahnesinden çekilişi de çok hızlı olan ‘Endülüs’. Dergimizin sayfalarına sığmayacak kadar büyük yer tutan bir medeniyeti kısa ve mümkün olduğunca öz bilgilerle işlemeye çalıştık. Dosyamızda araştırmacı Yaşar Şadoğlu, Endülüs’ün geçirdiği tarihsel süreç hakkında bilgiler veriyor. Prof.Dr.Mehmet Özdemir ise bu medeniyetin temel felsefesine değiniyor. Dosyanın son kısmında ise Merve Çetinel, Türkiye’de yapılan Endülüs çalışmaları hakkında bizleri bilgilendiriyor. Panorama köşemizle İzzet Şahin’le birlikte İslam coğrafyasından Mali’ye yolculuk yapıyoruz. Zümrüt Sönmez ise ‘Türkmenistan İzlenimlerim’ diyerek bizi başka bir yolculuğa çıkarıyor. Editörümüz Ahmet Bolat’la Cizre’de Nuh’un gemisinin izini arıyoruz. Sağlık, psikoloji, kültür ve sanat, söyleşi, müzelerimiz, sinema, şiir, kitap ve bulmaca köşelerimiz sizleri bekleyen diğer zenginliklerimiz. Yeni sayıda buluşmak dileğiyle, Ves’selam…

EDİTÖR’DEN TOHUM

01


içindekiler 04

BAŞKAN’DAN FARKINDAYIZ VE ÇALIŞIYORUZ

10

16

ENDÜLÜS YAŞAR ŞADOĞLU - ENDÜLÜS TARİHİNİN SATIR BAŞLARI

SANAT PROF. DR. SAADETTİN ÖKTEN TOPLUM VE SANAT

06

KAVRAMLAR SABRİ OTAĞ - ÎSAR

14

EĞİTİM FAHRETTİN POSTACI - AVRUPA’DA DİN EĞİTİMİ UYGULAMALARI LDV HAREKETLİLİK PROJESİ

22

ENDÜLÜS PROF. DR. MEHMET ÖZDEMİR ENDÜLÜS

28

ENDÜLÜS MERVE ÇETİNEL - TÜRKİYE’DE ENDÜLÜS’LE İLGİLİ YAPILAN ÇALIŞMALAR

Katkılarından dolayı Bağcılar Belediye Başkanı Sn. Lokman ÇAĞIRICI’ya teşekkür ederiz. ÖNDER ADINA ‹MT‹YAZ SAH‹B‹ Dr. Hüseyin Korkut

REKLAM SORUMLUSU Mustafa Karahüseyino€lu

YAYIN DANIfiMANI Mustafa Canbey

TOHUM Dergisi, ÖNDER ‹mam Hatip Liseleri Mezunlar› ve Mensuplar› Derne€i yay›n›d›r.

GENEL YAYIN YÖNETMENİ Murat Şahin

GRAF‹K TASARIM Elagrafik (0212) 272 33 23 - (0544) 792 91 93 www.elagrafik.com

ED‹TÖR Ahmet Bolat YAYIN KURULU Sabri Ota€, Nazif Yılmaz, Ekrem Torun, Hikmet Şen,Fatih Serenli

02

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

BASKI Seçil Ofset (0212) 629 06 15 www.secilofset.com

ADRES Alemdar Mh. Hükümet Kona€› Sk. No: 7 34110 Ca€alo€lu - ‹stanbul Tel : (0212) 519 09 53-519 12 76 Faks : (0212) 519 09 57 onder@onder.org.tr tohum@tohumdergisi.com Kapak Fotoğraf : Melike Özhan Kaynak gösterilmeden al›nt› yap›lamaz. Yaz›larda k›saltma yap›labilir. Hukuki sorumluluk yazara aittir.


34

DENEME İSMİHAN ŞİMŞEK MİKROFON “AZİZ”LİĞİ

36

FİLOLOJİ ZEHRA SEVİNDİK - TÜRKÇE ELDEN GİDİYOR MU?

40

DOĞUDAN - BATIDAN AHMET FARUK AYGÜN FARABİ / THOMAS MORE

48

BİYOGRAFİ RÜVEYDA KORKUT - SEVİLMESİ YÜREK İSTEYEN BİR DAVA ADAMI

50

DÜŞÜNCE ATLASI DOÇ DR. SAFİ ARPAGUŞ MEVLANA CELALEDDİN RUMİ

62

FOTO-RÖPORTAJ AHMET BOLAT - NUH’UN GEMİSİNİN İZİNDE

80

MÜZELERİMİZ M. FATİH SERENLİ - İSTANBUL İSLAM BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ MÜZESİ

82 86

SİNEMA YUNUS KELEŞ - İZLERKEN DÜŞÜNDÜREN FİLMLER ÜZERİNE

54

PANORAMA İZZET ŞAHİN - MALİ

58

GEZİ ZÜMRÜT SÖNMEZ TÜRKMENİSTAN İZLENİMLERİM

68

SAĞLIK OP. DR. FAHRETTİN ÖZKAN ORGAN NAKLİ VE ORGAN BAĞIŞI

70

PSİKOLOJİ UZ. PSİKOLOG ESAN GÜL - ÇOCUKLAR NEDEN KÜFÜRLÜ KONUŞUR

72

KÜLTÜR-SANAT AHMET BOLAT - KOD 333 : BİR YASAĞA BAŞTAN BAKMAK FOTOĞRAF SERGİSİ

74 90 92

SÖYLEŞİ AHMET BOLAT MUSTAFA ÖZTÜRK KAYBOLAN DEĞERLERİ YENİDEN YAŞATMAK İÇİN

KİTAP BULMACA FATİH UĞURLU

ŞİİR ZEYNEP BAKTEMUR

İÇİNDEKİLER TOHUM

03


Dr. Hüseyin KORKUT ÖNDER Genel Başkanı

Farkındayız ve Çalışıyoruz İki yılı aşan bir zaman dilimine yayılan ve titiz bir çalışmanın ürünü olan “Anayasa Raporu”muz TBMM Başkanlığına ve Meclis de bulunan ve bulunmayan bütün siyasi partilere sunulmuş medya ve toplumumuzda önemli derecede yankı bulmuştur. Emeği geçen herkese gönül dolusu teşekkürlerimi sunuyorum. Milletimizin son yüzyıldaki serencamını her yönüyle hisseden ve yaşayan İmam-Hatip camiası olarak gelişen toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir anayasanın ne kadar önem arz ettiğinin ve bunun toplum önünde tarihi bir fırsat olduğunun farkındayız. İlk defa milletin katılımına açık yeni bir toplumsal sözleşme hazırlama fırsatı önümüzde durmaktadır. 12 Haziran seçimleri sonrası milletin geniş temsilinin meclise yansıması, milletin iktidarına dayalı Anayasa yapım yöntemi izlenmesi hiç şüphesiz çok önemli. Anayasa yapımında partiler arası uzlaşma komisyonu kurulması ve sürecin herkesin katılımına açık olmasını arzu edilen hedefe ulaşmada önemli bir fırsat olarak görmekteyiz. Milletin bağrından çıkmış, hamiyetle, fedakârlıkla, şefkatle sahiplenilmiş İmam-Hatip Liseleri mezunları ve mensupları olarak bu tarihi süreçte üstlendiğimiz rolün öneminin idrakindeyiz. Bir gönüllü teşekkül olarak hem camiamız adına hem de içinde yaşadığımız toplum adına önemli bir sorumluluğu yerine getirmek amacıyla görüşlerimizi ifade eden “Anayasa Raporu” hazırlamış bulunuyoruz. Amacımız 12 Haziran seçimleri sonrası Türkiye’nin en temel gündemine ilişkin üzerimize düşen vazifeyi yerine getirmekti. Raporumuzda Anayasanın geneline ilişkin öneri-

04

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

lerimizi, din ve vicdan özgürlüğü ve eğitim hakkı çerçevesinde görüş ve önerilerimizi, geniş açıklamalarıyla ve uluslararası karşılaştırmalarıyla birlikte sunma imkânı bulduk. İki yılı aşan bir zaman dilimine yayılan ve titiz bir çalışmanın ürünü olan “Anayasa Raporu”muz TBMM Başkanlığına ve Meclis de bulunan ve bulunmayan bütün siyasi partilere sunulmuş medya ve toplumumuzda önemli derecede yankı bulmuştur. Emeği geçen herkese gönül dolusu teşekkürlerimi sunuyorum. Öncelikle anayasa raporu hazırlık komisyonu başkanı ve üyelerine, yönetim kurulumuza, çalışmaya önemli katkılar sağlayan akademisyenlere, genişletilmiş istişare kurulumuza, Diyarbakır’da düzenlediğimiz 7. İmam-Hatipliler Kurultayımıza ülkemizin dört bir yanından teşrif eden okul müdürü, okul aile birliği başkanı, mezun dernek başkanlarına eleştiri, katkı ve müzakereleri için teşekkür ediyorum. Her ne kadar bazı basın kuruluşları “Laiklik gitsin, türban gelsin, milletvekilleri Kur’an-ı Kerim’e el bassın” şeklinde bu önemli raporu medya dili ile farklı bir şekilde sunmaya çalışsa da meramımız ilgililere ve milletimize ulaşmıştır ve anlaşılmıştır. Bu önemli gayretin Türkiye’nin yeni anayasa yapma sürecine katkı sağlaması ve önümüzdeki süreçte yapılacak çalışmalara ışık tutması umudu bizi mutlu etmektedir.


Raporumuzun temel felsefesi ve ilkesel duruşumuzu şöylece özetleyebiliriz;

Yeni Anayasa sağlam bir toplumsal zemine istinat etmeli; anayasanın ruhuna ters, ayrıştırıcı / ötekileştiren / kategorize eden muğlak kavramlardan ve ideolojik yüklerden arınmalıdır. Yeni Anayasa farklı toplum kesimlerini ve inanç guruplarını çoğulcu ve özgürlükçü bir bakışla kuşatmalı. Devlet bütün toplum ve inanç kesimleri karşısında tarafsız olmalı; topluma resmi bir ideoloji ve inanç dayatmamalıdır. Yeni Anayasada değişmez maddelerin olması halkın iktidarına ve demokratik katılıma dayalı anayasa yapımı yönündeki ilkesel duruşla bağdaşık olmadığından metot olarak yer verilmemelidir. Bu çerçevede anayasada yer aldığı zamanlardan bu yana yanlış ve farklı değerlendirmelerle din karşıtlığı ve düşmanlığı şeklinde anlayış ve uygulamalara zemin oluşturan laiklik prensibi anayasada yer almamalıdır. Nitekim Fransa anayasası dışında hiçbir Avrupa ülkesi anayasasında laiklik kavramı yoktur. Din ve vicdan özgürlüğü anayasal güvence altında olmalıdır. Din ve devlet ilişkileri açık bir şekilde belirlenmeli; kapsamı kapalı muğlâk kavramlara yaslanmamalıdır. Belirli bir dini öğretiye dayanmayan din kültürü ve ahlak bilgisi, sosyal bir fenomen olarak faklı dini inançları tanıtacak biçimde ilk ve ortaöğretimde zorunlu olmalıdır.

önemli, hayırlı katkılar sunabilecektir. İçinde bulunduğumuz zaman dilimi itibariyle, mezunu ve mensubu olmakla iftihar ettiğimiz İmamHatip Okullarının kuruluşunun 60. yılını geride bırakıyoruz. Bu önemli zaman zarfında okullarımızın oluşturduğu iklim, birçok sıkıntı ve zorluğa rağmen ülkemizin koparılmak istendiği kendi medeniyet değerleriyle buluşmasına, dolayısıyla normalleşmesine katkı sağlamaya devem etmektedir. Türkiye’nin başta Anayasa meselesi olmak üzere normalleşme süreci devam edecektir. Önder ve İmam Hatip camiası olarak yirmi yılı aşkın zamandır okullarımız ve mezunlarımız ile ilgili problemleri çözmek, sıkıntıları ortadan kaldırmak için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu çalışmalara bağlı olarak yıllardır okullarımızın önündeki engeller, sıkıntılar bir bir ortadan kalkmaktadır. YÖK’ün aldığı kararla haksız ve yanlış bir uygulama ortadan kalkmış bulunuyor.28 Şubat sürecinin en tahrip edici uygulaması olan 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulamasının kademeli hale getiriliyor olması 15 yıl süren yanlışlığı ortadan kaldıracaktır.

Belirli bir inanca dayalı din eğitimi ise toplumsal talebe uygun olarak örgün eğitim içerisinde her kademede yer verilmelidir. Din ve inanca dayalı kılık ve kıyafet her bakımdan bir hak olarak görülmeli ve bu kıyafetler hayatın her safhasında serbest olmalı.

Asıl iş ve mesuliyet bundan sonra diye düşünüyorum. Daha nitelikli ve planlı verimli çalışmalar yapmakla mükellefiz. Problemlerin birer birer aşılması ile okullarımıza artan teveccühün bihakkın karşılanabilmesi için yeni okullara, yurtlara ihtiyaç artacaktır. Buraları dolduran çocuklarımızın nitelikli eğitime ve İmam Hatiplilik bilinci ve davranışı kazanabilmeleri için ek gayretlere ihtiyaç olacaktır. Her birimize önemli mesuliyetler düşmektedir.

Türkiye arzu ettiğimiz istikamette ve en kısa zamanda büyük bir uzlaşma içinde ve bütün toplumsal talep, ihtiyaç ve beklentileri karşılayacak şekilde yeni bir toplumsal sözleşmeyi ortaya çıkarabilirse her anlamda daha güçlü hâle gelecektir. Ciddi meselelerle boğuşan İslam coğrafyasına ve dünyaya

ÖNDER olarak bu süreçte, camiamızın eğitim ve özellikle İmam-Hatip Liseleri ile ilgili diğer önemli kuruluşları ve ülkemizin her ilindeki mezun dernekleri ile beraber üzerimize düşeni yapmaya gayret edeceğiz. Cenab-ı Hakk yâr ve yardımcımız olsun.

BAŞKAN’DAN TOHUM

05


Sabri OTAĞ onder@onder.org.tr

ÎSAR İnsanı, kendisinin şiddetle ihtiyaç duyduğu şey hakkında, başkasını tercihe iten manevi güç; şüphesiz sarsılmaz iman, nimetleri ihsan edenin hazinesinin genişliğini kavrama, O’nun verdiklerini, O’nun rızası doğrultusunda harcayabilme olgunluğu, varlıkta da, yoklukta da verebilme basireti, veren elin, alan elden üstün olduğu gerçeğine teslimiyet gibi ahlaki meziyetlerdir. Hangimizin güzel amel işleyeceğini, güzel ahlâk ile insan-ı kâmil olma yolunda hangi mesafeleri kat edip zirvelere ulaşma gayretinde bulunacağını veya fıtratımıza ters düşen hatalar ve isyanlarla esfele safilin derekesine düşeceğini bilen imtihan ve neticesinde mükâfat veya mücâzât için hayatı ve ölümü yaratan Allah’tır.

Bizleri yaratan, yaşatan, idare eden Rabbimiz, asla biz kullarına zulmetmez, bize zorluk değil, kolaylık diler. O, insanoğlunu hiçbir zaman başıboş bırakmamış, bizi kendi halimize terk etmemiş, akıl ve irade ihsanıyla ahsen-i takvim üzere yaratıp, ahiret aleminin tarlası olan bu dünya hayatında, uyacağımız prensipleri peygamberleri vasıtasıyla bildirmiş; bu huzur yoluna, hak âşıklar güzel halleriyle işaret taşları dikerek, insanların Hakka vâsıl olacakları yollar aydınlatılmıştır. Nurlu yolumuzun işaret taşları gibi bizleri birre, iyiliğe, güzelliğe, Hakka kulluğa yönlendiren Allah dostlarının örnek hallerinin, sevgili Peygamber Efendimiz (SAV)’in “Ben, ahlaki değerleri tamamlamak için gönderildim” buyruğundan yansıyan numune davranışlarının en önemlilerinden birisi ÎSAR’dır. Ahir zaman ümmetinin, bugün manasını, mefhumunu idraktan uzak bulunduğumuz bir tabirdir ÎSAR. Kültür emperyalizminin, maddeciliği, egoizmi ve bencilliği, sekülerleşmeyi ve tek dünyalı olmayı dayattığı sahte görüntü, ahlaken sıfırın altındaki reklamlar ve özünden koparılmış top modellerle insanımızın değerlerinden uzaklaştırıldığı bunalım ve 21. cahiliye asrında, neslimiz ve ümmet-i merhuma, böylesi İslami tabirleri anlatmaktan oldukça uzak haldeyiz.

06

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


ÎSAR: Kendisi muhtaç olduğu halde başkasını tercih etmek. Sade cömertlik, bu tabiri tarife yetmez. Belki ÎSAR için cömertliğin zirvesi diyebiliriz. İnsanı, kendisinin şiddetle ihtiyaç duyduğu şey hakkında, başkasını tercihe iten manevi güç; şüphesiz sarsılmaz iman, nimetleri ihsan edenin hazinesinin genişliğini kavrama, O’nun verdiklerini, O’nun rızası doğrultusunda harcayabilme olgunluğu, varlıkta da, yoklukta da verebilme basireti, veren elin, alan elden üstün olduğu gerçeğine teslimiyet gibi ahlaki meziyetlerdir. Cömertlik cennet kapılarının anahtarı, ÎSAR ise hesaba çekilmeden cennete girmenin ve cennette dilediği yerde iskâna hak kazanmanın ulvi yoludur. Sehl b. Abdullah Tüsterî’nin aşağıdaki rivayeti konuya açıklık getirmektedir: Kelimullah olan Hz. Musa, Allah-u Teâlâya, “Ya Rabbi, Muhammed Mustafa (SAV) ile ümmetinden bazılarının derecelerini bana göster” talebinde bulununca, Rabbimiz, “Ya Musa, sen buna güç yetiremezsin, ben sana O’nun ümmetinin yüksek derecelerinden birini göstereyim.” Buyurdu. Hz. Musa, melekût aleminde onun makamını görünce, “Ya Rabbi, ne ile onu bu dereceye yükselttin?” diye sordu. Allah-u Teâlâ, “O’na verdiğim yüksek ahlak ile” buyurdu. Hz. Musa “Bu ahlak hangisidir?” diye sorunca, Rabbimiz “ÎSAR’dır, bu ahlak ile bana kim gelirse, ben O’nu hesaba çekmekten haya eder ve O’nu cennette istediği yerde iskan ederim” buyurdu.

Bu ne büyük müjde! Ne kadar huzur verici mükâfat! Varlıkta da yoklukta da infak; sahip olduklarımızı bize lütfedenin hazinesi ve rahmetinin genişliğine iman etmenin göstergesidir. Bu hususta, Söz Sultanı şöyle buyuruyor: “Sadakanın en faziletlisi, insanın eli dar, karnı aç, kendisi muhtaç iken başkasına verdiği sadakadır.” Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’inde “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça iyiye eremezsiniz. Her ne harcar iseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Bakara-172) “Onlar sevmelerine rağmen ellerindeki yiyeceği fakire, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan-8) buyurarak infak ve ÎSAR sahiplerini övmektedir. Kendileri muhtaç iken, başkalarını kendilerine tercih etme olgunluğuna erenler, sevdikleri şeylerden infak edenlerden daha üstündürler. Gökteki yıldızlar gibi olan Ashab-ı Kiram’dan bu hususta nice şanlı örnekler vardır. Zaman tünelinden asırlar ötesine, asr-ı saadete uzandığımızda, insanlık tarihinin iftihar tabloları ile karşılaşırız; ilk iman edenlerden, es’Sıddık sıfatına hak kazanan Hak dostu, Peygamber aşığı, dostunun sırdaşı, hicrette yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir, İslam ordusunun teçhizatı için yüklü miktarda yardım ettiğinde Resulullah Efendimiz (SAV) kendisine Ey Ebu Bekir ehlin ve evladın için geride ne bıraktın? diye sorunca: “Onlara Allah ve Resulünü bıraktım” cevabını veriyordu. Ashab-ı imanda kemale, cömertlikte zirveye, insaniyette

KAVRAMLAR TOHUM

07


Bencillik duygusunun esiri olup hep bana, hep bana diyen dünya insanlığının bu zarafete, bu fedakârlığa, bu vefakârlığa ve bu insanlığa bugün her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Temelde sağlam iman ve ihlas, gövdede ibadet ve taat, dallarda güzel ahlak ve ÎSAR, ülkemiz ve dünyamızda özlediğimiz huzurlu bir hayatın yol haritasıdır. Her imanlı kişi, bu kurtarıcı formülü kendi hayatında uygulamalı, nesline bunları aşılamalı, müştereken son hak dinin tebliğcisi olduğumuz ve her türlü olumsuzluklardan mes’ul bulunduğumuzu asla unutmamalıyız.

insan-ı kâmil mertebesine ulaştıran hayat verici hükümleri ihtiva eden kitabımızdan ulvi bir manzara, ebedi saadet muştusu medeniyet tasavvuruna kulak verelim: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler (Ensar), kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler, kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar (tercih ederler). Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar felaha erenlerdir.” (Haşr:9) Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebine dikkatlerinizi çekmek isterim: Beni Nadir’den elde edilen ganimetlerin taksimi öncesi Peygamber Efendimiz (SAV) Ensar’a “İsterseniz muhacirler ev ve mallarınıza ortak olmaya devam etsinler, ganimeti sizin aranızda paylaştırayım, dilerseniz ev ve mallarınızdaki tasarrufu muhacirler artık size iade etsinler, ganimetten size bir şey vermeyerek onlar arasında paylaştırayım.” teklifinde bulunmuştu. Bunun üzerine Ensar, “Muhacirlerin ev ve mallarımıza ortaklıkları devam etsin, hem de ganimeti onlar arasında paylaştırın” cevabını vermişlerdi. Yukarıdaki ayet-i kerime bu hadise üzerine inzâl olunmuştur. Kendileri muhtaç iken, başkalarını nefislerine tercih etme olan ÎSAR’ın, şanlı İslam tarihinde birçok örneklerine rastlamaktayız. Bu örnekler, önderler, cömertlerin yol haritası ve çoban yıldızı gibidirler. Yermük Harbi’nde cereyan eden bir hadise; bu harbde şehid olmak üzere olan bir yaralıya su getirilir. Tam içeceği sırada “su” diye bir inleme sesi duyar, kendisi içmez, ona götürülmesini işaret eder. Götürülen yaralı suyu tam içeceği sırada, bir başkasından “su” feryadını işitince, o da suyu içmez,

08

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

“Ona götürün!” diye işaret eder. Su, üçüncü yaralıya götürülünceye kadar o kişi şehadet şerbetini içer, diğerlerine getirildiğinde, onların da şehadet şerbetini içtikleri görülür. İşte can pazarında ÎSAR manzarası. Kurtuluş Savaşı ve Çanakkale Harbi’nde de bu manzaralara şahit olmaktayız. Şairin: “Şu Çanakkale Harbi nedir var mı ki dünyada eşi En kesif orduların saldırıyor dördü-beşi” beyitinde ifade ettiği üzere, emsali yok denecek kadar az bir savunma, bir vatan müdafaası Çanakkale. İşte bu ölüm-kalım mücadelesinde, yaralanan bir düşman askeriyle, şiddetle ihtiyaç duyduğu tayinini, kuru peksimetini bölüşen bir Mehmetçik ÎSAR’ın şaheserlerindendir. Van depremi dolayısıyla, bayram harçlığını depremzedelere gönderen bir yavrumuzun bu asil davranışı, gönlü zengin, merhametli insanımızın halini aksettiren bir başka manzaradır. Bencillik duygusunun esiri olup hep bana, hep bana diyen dünya insanlığının bu zarafete, bu fedakârlığa, bu vefakârlığa ve bu insanlığa bugün her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Temelde sağlam iman ve ihlas, gövdede ibadet ve taat, dallarda güzel ahlak ve ÎSAR, ülkemiz ve dünyamızda özlediğimiz huzurlu bir hayatın yol haritasıdır. Her imanlı kişi, bu kurtarıcı formülü kendi hayatında uygulamalı, nesline bunları aşılamalı, müştereken son hak dinin tebliğcisi olduğumuz ve her türlü olumsuzluklardan mes’ul bulunduğumuzu asla unutmamalıyız.



Prof. Dr. Saadettin ÖKTEN Mimar Sinan Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi

Toplum ve Sanat Buradan hemen anlaşılır ki ilk bakışta tamamen şahsi bir özellik gibi görülen estetik ölçütler ve estetik tercih kısaca söylenirse estetik zevk, ferdin ait ve mensup olduğu medeniyet tasavvurunun onun duygusal ve ruhi dünyasına bir biçimde yansımasından doğar. Bu sebeple aynı medeniyet tasavvuruna sahip olan kimselerde estetik zevkin ana hatlarıyla birbirine benzemesi ve böylelikle toplumsal ölçekte bir bütünlük arz etmesi son derece tabii bir vakıâdır.

Genel bir bakış açısı altında ifade edilirse gerek toplum ve gerek birey için önce sanat eseri vardır. Toplumun bir üyesi olan ferd önce sanat eseri ile tanışır ve bu eserden etkilenir. Bu etkilenme neticede bireyin sanat eseri ile estetik ilgi kurmasına yol açar, bu ilgi zaman içinde gelişerek olgunlaşır. Birey artık o eser ile fiziksel bir ilişki içinde olmasa bile iç dünyasında onunla meşguldür, ona yeni anlamlar atfeder ve o eserden yola çıkarak bir takım yorumlar yapar. Bu süreç zihinsel olmaktan çok duygusal bir süreçtir veya burada akıl çok ön planda değildir, hâkimiyet duygulardadır. Ferdin bir sanat eseri ile yaşadığı bu duygusal serüven onun zevk ve duygu dünyasına bu dünyayı zenginleştiren yeni bir boyut olarak akseder. Böylece bireyin estetik algılaması genişler, estetik değer ve yargı düzeyi yükselir. Birey ile sanat eseri arasında kurulan ilişkinin mutlaka müspet bir istikâmette gelişmesi de şart değildir, diğer bir deyişle fert bir eseri her zaman beğenmek ve bu beğeniş sonucu onu içselleştirmek veya onunla hemhal olmak durumunda da olmaz. Ancak bu halde de birey ruh ve duygu dünyasında o eserle meşguldür, onun ardındaki anlam ile bir gerilim yaşamaktadır.

10

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Bazen bir eser fert tarafından reddedilebilir de, bu durumda yine estetik bir değerlendirme ve yargıdan bahsedilebilir. Fakat burada estetik değerlendirmenin sonucunda varılan yargı olumsuzdur ve bunun neticesi olarak o eserin güzel görülerek temellük edilmesi bahis konusu değildir. Bir sanat eserinin içselleştirilmesi veya reddedilmesi bireysel ölçekte düşünüldüğünde ferdin duygu ve zevk dünyasını tanımlayan estetik ölçütler ve tercihler ile ilgili ferdi bir mesele olarak algılanabilir, bu algılama bir noktaya kadar doğrudur. Denilebilir ki bireyin estetik dünyasını tanımlayan ölçütler oluşmuştur ve her eser birey tarafından bu ölçütlere göre değerlendirilir. Bu ölçütlere uygun olan veya bunları oluşturan ana ilkelere ya da temel kabullere ters düşmeyen eserler fert tarafından beğenilerek içselleştirilir. Bir eser zahiren ferdin duygu dünyasındaki estetik ölçütlere tamamen uymasa bile eğer bu ölçütleri oluşturan temel kabuller ile ters düşmüyorsa yine de güzel görülebilir ve temellük edilir. Bu suretle birey bu eserden etkilenerek geliştirdiği ilişki sonucu estetik ölçütlerini geliştirir, duygu dünyasına yeni bir boyut kazandırır. Bireyin sahip olduğu estetik ölçütler ve daha önemlisi bunların oluşmasında asli rol oynayan temel ka-


Fotoğraf : Ahmet BOLAT

buller birey için bir kimlik ve kişilik göstergesidir. Estetik ölçütler birey tarafından ifade edildiklerinde şahsi tercihler gibi görünebilirse de aslında bunlar kendilerini oluşturan temel kabulleri de zımnen ifade ettikleri için aynı zamanda bir aidiyet ve mensubiyetin beyan edilmesidir. Çünkü ilk bakışta şahsi bir tercih gibi görülen estetik ölçütler daha derine inildiğinde bir aidiyet ve mensubiyet ifadesi olan temel kabullerden kaynaklanır. Kısaca belirtmek gerekirse bu temel kabuller bireyin ait olduğu toplumun medeniyet tasavvurundan kaynaklanan değerlerden başka bir şey değildir. Buradan hemen anlaşılır ki ilk bakışta tamamen şahsi bir özellik gibi görülen estetik ölçütler ve estetik tercih kısaca söylenirse estetik zevk, ferdin ait ve mensup olduğu medeniyet tasavvurunun onun duygusal ve ruhi dünyasına bir biçimde yansımasından doğar. Bu sebeple aynı medeniyet tasavvuruna sahip olan kimselerde estetik zevkin ana hatlarıyla birbirine benzemesi ve böylelikle toplumsal ölçekte bir bütünlük arz etmesi son derece tabii bir vakıâdır. Birey için sanat eseri önce, sanatkâr daha sonra gelir. Önce eserle tanışan, onunla duygusal bir ilişki kurarak estetik değer sürecini yaşayan ve buradan

estetik bir yargıya varan fert için bu eserin sahibini tanımak bir sonraki aşamadır. Birçokları sadece eserde kalmakla iktifa ederler, buradan eserin sahibine ulaşan yolu kat etmeyi göze alamazlar. Bir sanat eseri ile gerçek ve derin manada kurulan estetik ilişkinin sonunda ise bu eserin sahibini tanımak adeta duygusal bir zaruret ve estetik saygı ifadesidir. Tek tek dikkate alındığında her sanat eseri duygusal bir dünyanın ve estetik bir haberin veya haberlerin ileticisi ve taşıyıcısıdır. Bu bakımdan eser başlı başına duygulanmanın paylaşılması, haberinin tahlil edilmesi kısacası birlikte yaşanılması gereken bir varlıktır. Ancak bu birlikte yaşama sonucu eser duygu dünyamızda izler bırakır ve zevk ufkumuzu yeni renklerle aydınlatır. Bu süreç oldukça zordur, çünkü duygusal derinliklere götürebilen yeteneklerle beraber sabır, merak, titizlik ve dikkat gibi şahsi özellikler ister. Her sanat eseri için bu eserle beraber yaşama ve aynı duygusallığı paylaşma sürecini geçirmek üzere bireyde bulunması icap eden yetenekler ve özellikler farklı seviyelerdedir. Bazı eserler az bir gayret ve oldukça yüzeysel bir duygusallık sonucu estetik muhtevasını ikram ettiği halde diğer bazıları için böyle bir ikrama nail olmak oldukça zor ve meşakkatlidir. Eserdeki haberin paylaşımı noktasında ve birlikte yaşama

SANAT TOHUM

11


Fotoğraf : Ahmet BOLAT

sürecinde nihayete varıldığı zannedilen ve bu haberin tümü ile temellük edildiği zehabının uyandığı bir safhada eser üzerinde ışıldayan yeni ve meçhul bir ufkun varlığı fark edilebilir. Yetenek ve özellikler itibarı ile bu esrarlı ufku algılayabilen birey içinse bu safhada şimdiye kadar geldiği yoldan çok daha zahmetli bir yola revan olmaktan başka çare kalmaz. Bireyin sanat eseri üzerinde yaptığı bu duygusal paylaşım ve beraber yaşama yolculuğu gerçekte eserin sahibinin yani sanatkârın ruh dünyasına doğru ihtiyar edilen bir çözümleme ve kesif seferidir. Birey sanat eseri üzerinden giderek veya başka kelimelerle ifade edilirse sanat eseri vasıtası ile sanatkârın duygu ve ruh dünyasına doğru yola çıkmıştır. Kendi estetik ikliminde arayıp bulamadığı, eksikliğini hissedip adını koyamadığı duygusal boyutlar ve deruni inceliklerle sanatkârın ruh ve duygu dünyasında tanışacak ve yine yetenek ve özellikleri nisbetinde onlarla zenginleşecek ve derinleşecektir. Bu açıdan bakıldığında sanat eseri sanatkârın fertlere gönderdiği gizemli ve cazibedâr bir davet ve kabul mektubudur. Sanatkâr bu mektup ile insanları kendi duygu ve ruh iklimine davet etmekte ve mektubun sırrını çözebilenleri başka hiç bir kayıt aramaksızın bu iklime kabul etmekte ve oradaki estetik coşku ve hazzı o kimselerle paylaşmaktadır. Bir sanatkâr bir çok esere imza atmıştır, dolayısıyla o, topluma birçok açık davet mektubu yollamıştır. Genel olarak birey önce bir eseri vasıta-

12

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

sıyla sanatkâra ulaşır, estetik etki büyük ve estetik haz vazgeçilmez bir mertebeye ulaşmış ise bunu o sanatkârın diğer eserleri ile olan ilişki takip eder. Birey sanat eserlerinin verdiği sarhoş edici estetik haz içinde sanatkârın ruh ve duygu dünyasını tanımak için adeta seferber olur. Bu gayret bazı kereler o mertebede tecelli eder ki bir sanatkârı tanımak ve onunla bütünleşmek için bir ömür kâfi gelmez. Sanatkâr da bir ferttir ve her fert gibi bir ölçüde zemine, zamana ve muhite bağlıdır, bu saydıklarımızdan tamamen bağımsız değildir. Onun ruh ve duygu dünyası, bu dünyayı tanzim ederek sistemleştiren estetik kaygıları ve bu dünyanın dışa vurumu sırasında, yani eser verirken izlediği usuller yaşadığı toplumun temel kabulleri, kısacası medeniyet tasavvuru ile derin ve sağlam ilişkiler içindedir. Burada sözü edilen derin ve sağlam ilişkinin mutlaka olumlu manada olması gerekmez, sanatkâr içinde yetiştiği ve yaşadığı toplumun medeniyet tasavvurunu benimsediği gibi reddedebilir de. Ancak gerek kabulde gerek ret halinde sanatkârın duruşunu belirleyen veya daha yumuşak bir ifade ile kuvvetle etkileyen olgu ait ve mensup olduğu toplumun değer yargıları kısacası medeniyet tasavvurudur. Bireyin estetik ölçütleri ve tercihleri gibi sanatkârın da ruh ve duygu dünyası, estetik kaygıları ve bunları dışa yansıtma biçimi, içinde yetiştiği ve yaşadığı toplumun medeniyet tasavvuru ve bu tasavvurun dış dünyaya yansıma biçimleri olan kültürle çok yakından ilgilidir. Şimdi bu ilişkiyi daha yakın bir perspektiften gözlemleyerek açıklamaya çalışalım.


Toplumun ortak aklı, o toplumu düşünce ve fikir planında temsil eden bilim, fikir ve düşünce adamlarının zihin dünyalarını tanımak ile mümkün olur. Bu kimseler fikir ve düşünce ortamında toplumun önünde olan, toplumdan çok daha geniş bir ufka, ihatalı bir bilgi hazinesine ve derin bir düşünme kabiliyeti ile buradan fikir üretme kapasitesine sahip kimselerdir. Toplum fertlerden oluşur ve her ferdin ilk bakışta diğerlerinden farklı kendine özgü gibi görülen bir yaşama, düşünme ve duygulanma biçimi vardır. Ancak bu biçimlere toplumsal ölçekte bir genelleme ile yaklaşılırsa bunların her birinin kendi içinde ana hatları ile bir bütünsellik gösterdiği ve ahenkli bir yapı arz ettiği görülür. Bu bütünselliği müşahade etmenin en kolay yolu bu vakıanın müşahhas cephesini yani toplum içinde yer alan fertlerin yaşama biçimlerini gözlemlemektir. Belli bir toplumun mensubu olan fertlerin günlük hayatta her zaman karşılaşılan rutin davranışlarında geniş ve genel anlamda belli kalıplar içinde hareket ettikleri görülür. O toplumda yaşayan insanların selam verip almaları, birbirleriyle muaşeretleri, yemek yeme adabı, yolculuk yapma tarzları, doğum, ölüm ve evlilik törenleri ve bunlara benzer diğer tüm davranış ve hareketleri kendi kişisel özelliklerinin üzerinde yer alan belli bir biçimler düzenlemesine göre gerçekleşir. Toplumsal ölçekte gerçekleşen ve bir bütünsellik içinde sistem haline gelen bu biçimler aynı zamanda o cemiyeti diğerlerinden ayıran özelliklerdir, bu sebeple maddi planda o cemiyeti tarif ederler. Toplumun yaşadığı ve yaşattığı biçimlerden oluşan bu sisteme o toplumun kültürü adını verelim. Benzer şekilde yine bir genel hüküm elde edebilmek için bu kez farklı bir yol izleyerek yapılacak gözlem ve tespitler, toplumu oluşturan fertlerin düşünme tarzları ve fikir dünyaları için de gerçekleştirilebilir. Bu gözlem ve tespitlerden şu sonuca varmak kâbildir, yine ferdi özellikler ve çeşitlilik-

ler bir yana bırakılırsa bunların üzerinde yer alan ve fertlerin düşünce tarzlarını tanımlayan genel ve toplumsal ortak bir düşünme biçimi veya düşünme yöntemi mevcuttur. Bu ortak düşünme tarzını veya yöntemini belirlemek dış dünyada gerçekleşen davranış biçimlerindeki ortak ve genel özellikleri tespit etmek kadar kolay değildir. Ortak biçimlerden oluşan kültürü yalın gözlem ve tespit ile belirlemek mümkün olduğu halde toplumda mevcut ortak düşünme tarzı veya yöntemini kısaca söylersek ortak aklı veya ma’şeri aklı belirlemek için bu tür çabalar yeterli olmaz. Toplumun ortak aklı, o toplumu düşünce ve fikir planında temsil eden bilim, fikir ve düşünce adamlarının zihin dünyalarını tanımak ile mümkün olur. Bu kimseler fikir ve düşünce ortamında toplumun önünde olan, toplumdan çok daha geniş bir ufka, ihatalı bir bilgi hazinesine ve derin bir düşünme kabiliyeti ile buradan fikir üretme kapasitesine sahip kimselerdir. Dolayısı ile toplumun düşünce yapısı yani ortak veya ma’şeri aklı bu kimseler tarafından belirlenir, bireyler farkında olarak ya da olmayarak bunların etkisinde kalır ve bu kimselerin geliştirdiği düşünce sistematiğini benimser. Toplumun benimsediği ortak aklı veya ma’şeri düşünce tarzını anlamak için o toplumun içinde yetişmiş bilim, fikir ve düşünce adamlarının eserlerini tetkik etmek, bu eserlerdeki ortak noktaları ve bunları doğuran ortak yaklaşımları tesbit etmek gerekir. Bu çalışma sonucu o cemiyete has toplumsal düşünme tarzının özellikleri belirlenebilir.

SANAT TOHUM

13


Fahrettin POSTACI fahrettinpostaci@gmail.com

Avrupa’da Din Eğitimi Uygulamaları LDV Hareketlilik Projesi Çalışma Raporu 2010 teklif çağrısı döneminde, Leonardo Da Vinci, Avrupa Birliği Mesleki Eğitim Programı Hareketlilik (Mobility) projeleri kapsamında, İstanbul Küçükçekmece Zehra Mustafa Dalgıç Ticaret Meslek Lisesinin hazırladığı “Avrupa’da Din Eğitimi Uygulamaları” başlıklı projenin ilk akışı 10-24 Nisan 2011 Avusturya’da (Viyana), ikinci akışı Mayıs 2011 tarihlerinde İsveç’te (Stockholm), son akışı ise 26 Haziran - 9 Temmuz 2011 İngiltere’de (Londra) gerçekleştirildi. Projenin sahibi kurum Zehra Mustafa Dalgıç TML, ortak kurumları ise Ensar Vakfı, Önder, Küçükçekmece Gültepe İ.Ö.O., Edirne Şehit Asım İ.Ö.O., Turgutlu Anadolu İmam Hatip Lisesi, Turgutlu İlim Yayma Cemiyeti, Özel Baran Eğitim Kurumları, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Turgutlu Belediyesidir. Projenin yurtdışı ortakları ise Avusturya’da WONDER, İsveç’te Svenska Islam Stiftelsen, İngiltere’de ise Anatolian Muslim Society’dir. Proje kapsamında yurt dışındaki ziyaretlerde yurt dışındaki proje ortağı kurumların organizasyonunda çeşitli eğitim faaliyetleri yürütülmüş, ülkenin eğitim yapısı ve din eğitimi faaliyetleri hakkında bilgi alınmış, çeşitli örgün ve yaygın din eğitimi kurumları ziyaret anaokulları, ilköğretimler, ortaöğretim kurumları, üniversiteler, dini temsilcilikler, sivil toplum kuruluşları, sosyal hizmet kurumları ziyaret edilmiştir. Bu kurumlar hakkındaki bilgileri şöyle sıralayabiliriz:

Avusturya’da (Viyana) 1. Avusturya Türk İslam Birliği Derneği: Bu kurum ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığının Avusturya’daki şubesidir ve ATİB olarak bilinmektedir. Burada da Dernek Başkanı Seyfi BOZKUŞ ile röportaj

14

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

yapılmış ve Diyanet İşleri Başkanlığının Avusturya’daki faaliyetleri hakkında bilgi alınmıştır. 2. İslamiche Glouben Gemeinsahft (Avusturya İslam Birliği): Avusturya İslam Birliği, Avusturya devletinin tanıdığı 15 dini cemaat/gruptan bir tanesidir ve Avusturya’da Müslümanların ibadet, eğitim ve öğretim gibi tüm konularında sorumlu olan tek teşkilattır. Bu kurum, Avusturya’daki din dersi öğretmenlerinin eğitimi, ataması görevlerini Eğitim Bakanlığı adına yürütmektedir. Ayrıca bünyesinde bir üniversite bulunmaktadır. 3. Avusturya Katolik Kilisesi Eğitim Programları Merkezi: Ziyaret gerçekleştirdiğimiz kurumlardan biri de, Katolik Kilisesi baş psikoposluğunun bulunduğu ve Avusturya’daki Katoliklerin merkezi olan, tüm eğitim ve öğretim işlerinden sorumlu olan Avusturya Katolik Kilisesi Eğitim Programları Merkezidir. Bu kurumda da yetkili kişilerden Katolik din dersi ve programları hakkında bilgi alınmıştır. 4. Katolik Kilisesi Türkiye Diyolog İlişkileri Merkezi: Bu kurum, Papa adına Avusturya başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerini kapsayacak şekilde Türkiye ile olan diyalog faaliyetlerini yürüten bir merkezdir. Bu merkezin başında Martin Rupreck bulunmaktadır. Bu kişi ile röportaj yapılarak, Katolik dünyasının Türkiye ile ilgili çalışmaları hakkında bilgi alınmıştır. 5. Viyana Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, İslam Din Bilimleri Bölümü: Bu bölüm, Avusturya’da İslam dini hakkında yüksek eğitim almak isteyenlere hizmet veren bir kurumdur. Kurumun başında Türk asıllı Prof. Dr. Ednan ARSLAN bulunmaktadır. Burası ziyaret edilmiş ve Prof. Dr. Ednan ARSLAN ile raportaj yapılmıştır. 6. Viyana İslam Lisesi ziyaret edilerek burada kurum müdürü Ludwk Sonmer ve okul koordinatörü


Kenan Ergün ile görüşme yapılmıştır. Bu görüşmede okulun vermiş olduğu eğitim ve içeriği hakkında bilgi alınmıştır. 7. Arsenal Askeri Müze ziyaret edilerek, Osmanlı dönemi eserleri hakkında bilgi edinilmiştir. 8. Avusturya Milli Kütüphanesi ziyaret edilerek, başta Osmanlı dönemi eserlerin yer aldığı bölümler ziyaret edilmiştir. 9. Avusturya Viyana’da yer alan 3 anaokulu (Bunlardan biri Katolik kilisesi diğeri de Protestan kilisesine aittir), 2 lise (Bunlardan biri kilise okulu) ve bir de papaz okulu ziyaret edilmiştir. 10. Yaygın eğitim kurumlarından bir yaşlı huzur evi ve çocuk yuvası ziyaret edilerek, buralarda kalanlar için yapılan din eğitimi çalışmaları hakkında bilgi alınmıştır. 11. Bu kurumlar dışında Avusturya’daki Türklere ait olan çeşitli eğitim kurumları ziyaret edilmiştir. Bu kurumlarda gerçekleştirilen eğitim faaliyetleri hakkında bilgi alınmıştır. Proje kapsamında Avusturya’da dikkat çeken hususları kısaca şu şekilde sıralayabiliriz:

let okullarında, hem de özel okullarında kendi din eğitimi derslerini verebilmektedirler. Şuan itibari ile 1000’in üzerinde din dersi öğretmeni, 50.000’in üzerinde Müslüman öğrenci bulunmaktadır. 3. Avusturya devleti din eğitimi uygulamasında dini topluluk ve cemaatlere önemli yetki ve görevler vermektedir. Başta Katolik kilisesi olmak üzere devlet tarafından tanınan dini topluluklar son derece önemli görev, sorumluluk ve yetkiye sahiptir. 4. Avusturya’da devlet tarafından tanınan toplam 15 dini grup ve cemaat bulunmaktadır. Bunlar arasında en büyük ikinci dini grup ve cemaat İslamiche Glaubengemenschaftch. İslam din eğitimi programlarından ve din dersi öğretmenlerinin yetiştirilmesinden bu kurum sorumludur. 5. Avusturya devlet okullarında din dersleri zorunlu dersler arasında yer alır. Hem okul bitirme sınavı olan matura sınavında, hemde üniversiteye girişte önemli bir paya sahiptir. 6. Öğrencilerin din derslerine katılım oranı %95’in üzerinde olup, öğrencilerin derse ilgi ve alakaları yüksek orandadır.

1. İslam Dini’nin Avusturya Devleti tarafından resmi olarak tanınan bir din olması,

7. Yılın ilk din dersi Hıristiyan öğrenciler için kilisede, Müslüman öğrenciler içinde camilerde yapılabilmektedir.

2. Avusturya’da din eğitimi, konfesyonel (bir dine veya mezhebe dayalı din eğitimi) modele göre uygulanmaktadır. Buna göre Müslümanlar hem dev-

8. Öğrencilerin tüm derslerde kendi inanç değerlerine uygun olarak giyinmeleri serbesttir. Her hangi bir kılık kıyafet sınırlaması mevcut değildir.

EĞİTİM TOHUM

15


Yaşar ŞADOĞLU Araştırmacı Yazar

Endülüs Tarihinin Satır Başları

16

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Bu devlet, bugün İspanya olarak bildiğimiz ülkenin büyük bir bölümünü kapsıyordu.

Müslüman Endülüs Devleti gibi, olağanüstü bir hızla yükselen, 800 yıl devam eden, medeniyetiyle olağanüstü etkiler bırakan ve olağanüstü bir düşüşle sahneden çekilen bir devletin, ikinci bir örneğini tarihte göstermek mümkün değildir sanırım. Bu devlet, bugün İspanya olarak bildiğimiz ülkenin büyük bir bölümünü kapsıyordu. İber Yarımadası olarak da ifade edilen bu bölgede, müslümanların hakim olduğu bölge için kullanılan Endülüs isminin, müslümanlardan evvel bölgeye hakim olan Vandalların Vandalus isminden dönüştürülerek kullanıldığı söylenebilir. Şam’dan yönetilen Emevi Devleti zamanında, İslamiyet’in yayılmaya başladığı ilk yüzyılı içinde, 710 yılına kadar Kuzey Afrika’nın tamamına yakını Müslümanların eline geçmişti. Emevi Devleti’nin Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nusayr, aslen Berberi olan Tarık bin Ziyad komutasında ilk önce 7000 kişilik ardından da takviye olarak 5000 kişilik bir birliği İspanya’ya göndermişti. Tarık bin Ziyad Vizigot Kralı Rodrigo’yu ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu zaferin ardından İslam fütuhatı devam etmiş ve kısa bir sürede Malaga, Elvira, Cordoba ve Vizigotların başşehri Toledo da müslümanların eline geçmiştir. Böylelikle Şam’a bağlı Valiler Dönemi başlamış oldu.

Fotoğraf : Gülşah AYDOĞAN

ENDÜLÜS TOHUM

17


Fotoğraf : Salih Mehmet BOSTAN

18

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Valiler Dönemi (711-755) Tarık bin Ziyad’ın ilerleyişinin ardından Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nusayr 18.000 kişilik bir ordu ile 712 yılında İspanya’ya intikal etti. Sevilla, Carmona, Niebla ve Merida’yı zaptettikten sonra Toledo’da Tarık bin Ziyad ile birleşti. Vizigot Krallığı’nı parçalayan Müslümanlar kısa sürede bütün İber Yarımadası’nı ele geçirdi. Tarık bin Ziyad’ın savaşta ricat olmaması için gemileri yaktırdığı ve askerlerine ya zafer ya ölüm diyerek üstün bir dayanma ruhu aşıladığı rivayet edilmektedir. Müslümanların kısa zamanda büyük zaferler elde etmesinin sebepleri arasında, Vizigot idaresinden memnun olmayan ahaliden ve Yahudilerden destek alması da gösterilmektedir. Musa bin Nusayr ile başlayan bu dönem, 750 yılına kadar Emevi devletinin tayin ettiği valiler tarafından yönetildi. Bu dönemde Müslümanların ilerleyişi 732 yılında Paris yakınlarındaki Tours ve Poiters bölgeleri arasında Müslümanlarla Franklar arasında gerçekleşen savaşla durmuştur. Müslümanlar bu savaşta Franklara yenilmiştir. Belatüşşüheda adı verilen bu savaşın, İspanya’daki İslam tarihi açısından bir dönüm noktası olduğu savunulmaktadır. Ancak bu tartışmalıdır. Böyle erken bir dönemdeki savaşın Endülüs tarihini belirlediğini söylemek zordur. Ancak ilerlemenin sınırları da bu savaşla belli olmuştur diye düşünebiliriz. Bu dönemde büyük başarıların yanısıra bazı zaafların da ortaya çıktığı dönemdir. Kabilecilik, rekabet ve mücadeleleri zaafların başında gelmektedir. Endülüs’te iç çekişmeler dönemi de başlamıştır. İspanyolların Reconquesta (yeniden fetih) hareketinin temelleri de bu dönemde atılmıştır.

Endülüs Emevi Devleti Dönemi (756-1031) 750 yılında Abbasiler, Emevi devletine son vererek Bağdat’ta halifeliklerini ilân ettiler. Emevi Hanedanı üyelerini ortadan kaldırdılar. Ancak Abdurrahman bin Muaviye Abbasilerin elinden kurtulmayı başardı. Önce Kuzey Afrika’ya sığındı. Daha sonra Endülüs’teki destekçilerinin yardımıyla Ağustos 755 tarihinde İşbiliyye’ye ulaştı. Çeşitli mücadeleler sonunda emirliğini kabul ettirdi. 32 yıllık saltanatı boyunca iç karışıklıkları bastırdı, güçlü bir yönetim tesis etti. Bu dönem 1.Abdurrahman’la başlayan bağımsız bir emirlik dönemi olmuştur. Ancak, 3. Abdurrahman Kuzey Afrika’daki Şii Fatımi devletine karşı siyasi nüfuz kazanma gayesiyle kendini halife olarak ilan ettirmiştir. Böylece bu dönemde, 3. Abdurrahman’a kadar emirlik sonrası halifelik olarak ikiye ayrılabilir. Bu dönem Endülüs’ün en

parlak dönemi olarak bilinmektedir. Altın Çağ ifadesi de kullanılmaktadır. Kurtuba şehri, Bağdat ve Kahire’den sonra dünyanın üçüncü önemli bilim merkezi haline gelmiştir. Avrupa bilim ve sanatının temelleri bu dönemde atıldı. Avrupa’nın genelinde sadece papazlar ve yöneticiler okuma yazma bilirken, Endülüs’te neredeyse halkın tamamı okuma yazma biliyordu. Şehircilik ve şehir kültürü çok ileri düzeydeydi. Kültürel farklılıkların zenginlik olarak algılandığı bir dönemdir. Ancak yönetimdeki zaaflar, iktidar hırsı, 1031 yılına kadar süren iç karışıklıklar ve taht kavgaları sonucu Endülüs Emevi Devleti yıkılmış ve bunun yerine küçük emirlikler ve devletler kurulmuştur. Bunların dönemine ise Mülük El Tavaif dönemi denmektedir.

Beylikler (Mülük el-Tavaif Dönemi (1031-1090) Fitne sonucu devlet yıkılmış, parçalara ayrılmıştı. Bu dönemde Kurtuba dışındaki şehirlerde ve bölgelerde nüfuzlu ailelerin bağımsızlıklarını ilan etmeleri sonucunda Endülüs’deki İslam hakimiyetinin parçalanma süreci belirginlenmiştir. Her şehir ayrı bir devlet haline gelmiştir. Bu devletçiklerin arasındaki iktidar kavgaları, Hüslümanların Hristiyanların karşısındaki durumlarını zora sokmuş ve İspanya’nın hıristiyanlar tarafından yeniden fethi hareketi (reconquista) hareketi hız kazanmıştır. Beyliklerin birbirleriyle olan mücadelesi, zaman zaman Hristiyan devletçiklerle birlik olmak yolunu da açmış bu da en önemli zaafiyet kapısını ardına kadar aralamıştır. 1064 yılında İspanyol ve Fransız haçlı birliklerinin Berbeştru (Bobastro) işgali tehlike çanlarının çalmaya başladığı olaydır. 1085 yılında Kastilya Kralı VII. Alfonso’nun Toledo’yu ele geçirmesi Müslümanların tehlikenin farkına varmaları için bir vesile olmuş ve Kuzey Afrika’daki Murabıtlar’dan yardım istemişlerdir.

Murabıtlar Dönemi (1090-1147) Endülüslülerin daveti üzerine İspanya’ya geçen Murabıtlar’ın hükümdarı Yusun bin Tafşin, Toledo’yu ele geçiren VI. Alfonso’yu 1086 yılında Zellaka Savaşı’nda yenilgiye uğratınca Hristiyan ilerlemesi bir süre durmuş oldu. Murabıtlar Müslüman bölgelerin büyük bir bölümünü kontrol altına alarak, yönetimlerini 60 yıl sürdürdü. Zamanla onlarda Hristiyan saldırıları ve iç karışıklıktan nasibini aldılar ve güç kaybına uğradılar. Murabıtların yönetim merkezi Kuzey Afrika idi. 1147’de kendileri gibi Kuzey Afrikalı olan Muvahhid’lere yenildiler. Böylece Kuzey Afrika’da

ENDÜLÜS TOHUM

19


Muvahhidler egemenliği başlamıştı. Bu karışık dönemde, Hristiyan krallar oluşturdukları Haçlı ordusu ile önemli şehirleri ele geçirmeye başladılar. Endülüslüler, bu zor durumda yine Kuzey Afrika’da egemenliğini kurmuş olan Muvahhidlerden yardım istediler.

Muvahhidler Dönemi (1147-1229) Muvahhidler İspanya’ya geçtikleri andan itibaren Cordoba, Granada ve bir takım önemli Endülüs şehirlerini ele geçirerek hakimiyetlerini güçlendirme yoluna gittiler. Muvahhid ordusunun Kuzey Afrika’ya geri dönüşünün ardından bir Haçlı ordusunun bazı Endülüs şehirlerine saldırması üzerine Muvahhidler yeniden İspanya’ya geçerek 1195 yılında Kastilya Kralına karşı Cordoba’nın kuzeyinde önemli bir zafer kazanmışlardır. Bu zafer Endülüs’ün yeniden dirilişi olarak nitelendirilmiştir. Papalık Kudüs için savaşmayla, Endülüs Müslümanlarına karşı savaşmayı bir tutan açıklamalarıyla haçlı ordusu çağrısı yaptı. Papa’nın çağırısı üzerine

20

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Aragon, Kastilya, Navarro ve Leon Krallıkları, Portekiz ve İngiliz birliklerinin katılımı ile oluşturulan yeni bir Haçlı ordusu 1212 yılında Muvahhidleri İkab Savaşı’nda ağır bir bozguna uğrattı. Bu bozgun Muvahhidlerin Endülüs’deki hakimiyetlerini zayıflattığı gibi Hristiyanların oluşturduğu “reconquista” hareketine de yeni bir ivme kazandırdı. Muvahhidlerin başarısızlığı Endülüs’te kendilerine de başkaldırıyı beraberinde getirdi. 1227 yılında başlayan isyanda Valencia, Murcia ve Granada şehirleri isyancıların eline geçti. Müvahhidler sahneden çekilince Hristiyan krallıklarına teker teker yem olacak yeni bir beylikler dönemi başlamış oldu. Bu beyliklerden bir tek Granada da tutunabilen Beni Ahmer Hanedanı (Nasıriler) olmuştur. Bu emirlik Hristiyan saldırılarına karşı 2.5 asır direnebilmiştir.

Gırnata Sultanlığı (Beni Ahmer Emirliği Dönemi) (1238-1492) Gırnata Sultanlığı, İspanya’da İslam’ın son temsilcileri olmaları açısından ayrı bir öneme sahiptir. Bu dönemde ilim ve sanat alanlarında önemli çalışma-


Fotoğraf : Fatih YAŞAR

lar olmuştur. Elhamra Sarayı ile zirveye ulaşan mimari eserler ortaya çıkmıştır. Gırnata emirleri hükümranlıklarını sürdürebilmek için dengeli bir siyaset izlemişler ve Hristiyan Krallıklar ile çatışmaya girmekten çekinmişlerdir. Aynı zamanda yalnız kalmamak için Kuzey Afrika’da hakim olan Meriniler ile de iyi ilişkiler tesis etmişlerdir. Ancak 1462 yılı Endülüs Müslümanları için daha doğrusu Granada’ya sıkışıp kalan Müslümanlar için bir dönüm noktası olan yıl olmuştur. Bu yılda Kastilya - Leon krallığı Müslümanların Kuzey Afrika ile olan tek bağlantısı olan Cebeli Tarık’ı ele geçirmiştir. 1469’da Kastilya - Leon Kraliçesi İsabella ile Aragon Kralı Ferdinand’ın evlenmesi ile İspanya birliği sağlanmış ve Müslümanların İspanya’dan tamamen çıkartılması için büyük bir hamle başlatılmıştır. Müslümanlar İspanyolların sinsi stratejileriyle son Sultan Ebu Abdullah ile amcası Ez-Zagal arasında bölünmüştür. 1482 yılında başlatılan Gırnata’yı işgal planı 1492 de hedefine ulaşmıştır. Granada’ya bağlı Alhamra, Ronda, Loja ve Malaga gibi önemli şehirler düşmüş ve Granada muhasara altına alın-

mış, Müslümanların şehrin müdafaası için büyük bir gayret göstermelerine rağmen 1492’de şehir hıristiyan birliğinin eline geçmiştir.

Müdeccenler ve Moriskolar (1492-1610) Daha evvelde kaybedilen topraklarda Müslümanlar büyük sıkıntılar çektiler. Ancak yine de bazı dönemlerde Müslümanların diğer bölgelerdeki varlığı İspanyol Krallıklarını durdurabiliyordu. Ancak son sultanlığın düşmesiyle Müslüman unsuru koruyabilecek hiçbir güç kalmamış oldu. Son Gırnata Sultanı’nın İspanya’yı terk etmesine karşılık, Hristiyanlar burada kalan Müslümanların hakları için teminat vermişlerdi. Çok kısa bir süre içinde anlaşmaya uymayacaklarını gösterdiler. 1499’da zor kullanarak Müslümanlar Hristiyanlaştırılmaya başlandı. Engizisyon zulümleri başladı. 1501 yılında çıkarılan bir fermanla Müslümanların Hristiyan olmaları veya İspanya’yı terketmeleri istenmiştir. 1556’da 2. Filip Müslümanların dilini,dinini ve yaşam tarzlarını terketmesini istemiştir. 1610 yılında bütün Müslüman asıllı unsurdan İspanya’yı terketmesi sağlanmıştır.

ENDÜLÜS TOHUM

21


Prof. Dr. Mehmet ÖZDEMİR Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Ana Bilim Dalı

Endülüs Michelangelo’ya sormuşlar: “ Üstad nasıl oluyor da, bu mermer ve granitten bu kadar mükemmel heykeller ortaya çıkartıyorsun? Bu son derece zor bir şey olmalı.” Cevap vermiş: “Önce zihnimde ne yapacağımı tasarlarım sonra çizmeden mermere yerleştiririm, geriye yontmak kalır.”

amacının da insanlar arasında bir tearuf yani karşılıklı tanışma, bilişme ve bu tanışmadan hareketle birbiriyle etkileşme demek olduğu anlatılır. Bunun tamamlayıcı bir unsuru da ‘tesamüh’tür, yani müsamaha. Bugün daha ziyade tolerans ya da hoşgörü kelimesiyle karşılamaya çalışıyoruz.

Zannediyorum ilk Müslümanlar bir tasavvura sahiptiler. Endülüs ve bütün Endülüs coğrafyası, Hazreti Peygamberin vefatından sonra 100 - 150 yıllık bir süre içerisinde ortaya çıkmış bir coğrafyadır. Osmanlı ile birlikte buna Balkanlar da ilave edilmiştir. Bu Müslümanlar zihinleri tamamen boş olarak fetih gerçekleştirmediler. Zihinlerinde önemli projeler vardı. Kur’an merkezli olarak ve peygamberin örnekliği üzerine bir ıslah ve imar düşüncesine sahiptiler. İkincisi, zihinlerinde bir ‘tearuf’ fikri vardı. Kur’an-ı Kerim’de değişik kabilelerin ve toplumların Allah tarafından yaratıldığı, bu yaratılmanın

Müslümanlar gittikleri her coğrafyada, istisnasız imar, ıslah, tearuf ve tesamüh fikirlerini harekete geçirip, uygulamaya koymuşlardır. Elbette uzun süreçler içerisinde Müslümanlar arasında yanlış yapanlar çıkmamış değildir. Bu bahsettiğim ilkelerin dışına çıkarak, yakan yıkan insanlarda ortaya çıkmıştır. Bu kurumlara karşılık tahripkâr işlerde bulunan kişilerin çıkmış olması ayrı bir tartışmadır.

Bu Müslümanlar zihinleri tamamen boş olarak fetih gerçekleştirmediler. Zihinlerinde önemli projeler vardı. Kur’an merkezli olarak ve peygamberin örnekliği üzerine bir ıslah ve imar düşüncesine sahiptiler.

22

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Bu zihniyetle dört bir yana yayılan fatihler, Semerkant’dan Kayrevan’a kadar, Kayrevan’dan Kurtuba’ya kadar çok hızlı bir ıslah ve imar ger-


Müslümanların şehir hayatına fetihle birlikte getirdikleri emniyet ve güvenlik, bunun yanında şehirleşmeyi teşvik etmeleri tekrar şehir hayatında ciddi bir diriliş ve canlanma meydana getirmiştir. çekleştirmişlerdir. Endülüs bu genel gidişatın bir sonucudur. Kuzey Afrika coğrafyasına Müslümanlar girdiği zaman orada yaşayan insanların çok büyük bir bölümü kabilelerden oluşmaktaydı ve bu kabilelerin çoğu da bedevi kabilelerinden oluşmaktaydı. Fakat 300 yıllık bir süre içerisinde bu kabileler şehir hayatına adapte edilmiştir. Bazen dile getirildiği ve inanıldığının aksine İslamiyet şehirde doğan bir dindir ve insanları sürekli şehirleşmeye teşvik etmiştir. Bu nedenle Hz. Ömer zamanından itibaren Müslümanlar gittikleri yerlerde bir taraftan var olan şehirleri muhafaza ederken diğer taraftan yeni yeni şehirler kurmuşlardır. Bu hareketi Kuzey Afrika’da görüyorsunuz, Orta Asya’da görüyorsunuz, aynı şekilde İspanya’da da görüyorsunuz. Kurtuba’yı Müslümanlar fethettiğinde metruk bir

şehirdi. Nüfusunun ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Birkaç binle sınırlı olması gerekir. Çok önemli, herkes tarafından bilinen, tanınan bir şehir değildir. Ama aradan 200 yüz sene geçtikten sonra; 500’ün üzerinde cami, bir o kadar hamamı, 8.000 iş yapan atölyesi, hanları, hamamları, surların içine yerleşmiş bir şehir ve surların dışında da 21 tane mahallesi olan bir yer. Bu yapısıyla en az 300 bin, en fazla 500 bin nüfuslu bir şehir ortaya çıkmıştır. Bugün İspanya’da şehir tarihi araştırması yapan araştırmacılar var. Bunların yaptığı tespite göre, İspanya’da şehircilik bir Roma Döneminde gelişmiştir, bir de Endülüs Döneminde. Müslümanların şehir hayatına fetihle birlikte getirdikleri emniyet ve güvenlik, bunun yanında şehirleşmeyi teşvik etmeleri tekrar şehir hayatında ciddi bir diriliş ve canlanma meydana getirmiştir. Bu şehir kelimenin tam anlamıyla çoğulcu bir şehirdir.

Fotoğraf : Salih Mehmet BOSTAN

ENDÜLÜS TOHUM

23


Endülüs’de bir arada yaşama tecrübesiyle üç dinden insanlar, cemaatler aynı şehrin sınırları içerisinde biraraya gelmişlerdir. Bu o günün dünyası için son derece önemlidir. Birarada yaşama tecrübesi sadece Müslümanların tatbik ettiği bir uygulama değildir. Her devlette birarada yaşama tecrübesiyle karşılaşabilirsiniz. Fakat hiçbir devlette, Müslüman devletlerde olduğu kadar, uzun ömürlü birarada yaşama tecrübesiyle karşılamazsınız. Çünkü ilk defa İslam, birarada yaşamayı hukukun bir parçası haline getirmiştir. Bir dini norma dönüştürmüştür. Hiçbir hükümdar inisiyatif kullanarak kendi hakimiyeti altında yaşayan bir gayrimüslimin hakkını, hukukunu çiğneyemez. Kur’an-ı Kerim Tevbe Suresi 29’da çok açık bir şekilde o insanların haklarını garanti altına almıştır.

Fotoğraf : Yaşar ŞADOĞLU

24

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Hazreti Peygamber çok açık bir şekilde bir zımmiye haksızlık yapan kimseye Allah’ın laneti üzerine olsun demiştir. Gerek Kur’an, gerek Peygamber Efendimizin söz ve uygulamaları, Müslümanlar için sürekli ilham kaynağı olmuştur. İbn-i Hazm Endülüs’ün yetiştirdiği çok büyük bir alimdir. Hem fakihtir, hem mukayeseli dinler tarihçisidir. Hem mantıkçıdır, hem filozoftur. Gerçekten çağında bir yıldızdır. Bugün bile dikkatle okunmaya, istifade edilmeye değerdir. Bu kişi el-fasıl isimli karşılaştırmalı dinler tarihini yazmıştır. Onun burada yaptığı en önemli şey, bu dinleri kaynaklarından okuyarak hataları ortaya çıkarmak olmuştur. Fakat eleştirileri o kadar sert üsluptadır ki, bir alim bu kadar sert bir üslup kullanır mı diye hayret edersiniz.


Birarada yaşama tecrübesi sadece Müslümanların tatbik ettiği bir uygulama değildir. Her devlette birarada yaşama tecrübesiyle karşılaşabilirsiniz. Fakat hiçbir devlette, Müslüman devletlerde olduğu kadar, uzun ömürlü birarada yaşama tecrübesiyle karşılamazsınız. Çünkü ilk defa İslam, birarada yaşamayı hukukun bir parçası haline getirmiştir.

Fotoğraf: Salih Mehmet BOSTAN

Hristiyan ya da Yahudi için: “Siz ahmaklar, kitabınızı bozdunuz, siz kalın kafalılar okuduğunuzu anlamıyorsunuz” gibi son derece sert ifadeler kullanır. Fakat aynı İbn-i Hazm, kendi coğrafyasında Müslüman hakimiyeti altında yaşayan Hristiyan ya da Yahudilerin hayat hakları, din hakları, kişilik hakları söz konusu olduğunda aynen şunu söylemektedir: “Şayet bizim Endülüsümüzde, içimizde yaşayan Hıristiyanlara, dışarıdan bir saldırı olursa, her birimiz canımız pahasına onları savunmakla mükellefiz. Çünkü onların hakkını korumak, Allah’ın üzerimize yüklediği bir görevdir.” Bu şuurdur ki, İslam coğrafyasında azınlıkların varlığını, başka dinlerden insanların ve cemaatlerin varlığını kalıcı kılmıştır. Bunun dışındaki coğrafyalarda ise, bir arada yaşama baştaki insanların inisiyatifine tâbi olduğu için eğer başta merhametli bir yönetici varsa azınlık olarak rahat edebilmiştir. Baştaki yönetici insafsız birisiyse bu azınlıkları zor-

la din değişimine zorlayabilmiştir. Çünkü onu engelleyen bir şey yok. İslam’da bunu yapamazsınız. Yavuz Sultan Selim bir ara aklından Balkanlarda yaşayan Hristiyanları toptan Müslüman yapmayı geçirmiş, fakat Zembilli Ali Efendi karşısına geçmiş ve demiş ki: “Hayır, bunu yapamazsın, çünkü zımmi hukuku diye doğrudan din kaynaklı bir hukuk vardır. Bunu keyfi olarak ortadan kaldıramazsın.” Endülüsü düşününce bugün üzülüyoruz. Fakat daha sonra üzülmemek gerektiğini de öğrendim. Şu anda Endülüse ait İspanya’daki o eserler bizden daha iyi bir şekilde İslamı tebliğ etmektedir. Bir hatıramı paylaşmak istiyorum: 1993 senesinde El-Hamra Sarayı’nı ziyaret ettim sonra Endülüs Musikisine ait bir kaset alayım diye kitapçıya girdim. Kitapçı: “Nerelisin?” diye sordu, Türkiye’liyim dedim. “Bizim halifelerin sarayını gördün mü?” Diye sordu. Bu topraklarda eskilerden kalan bir Müslümanla karşılaştığıma içimden sevinirken, Müslüman

ENDÜLÜS TOHUM

25


Fotoğraf : Gülşah AYDOĞAN

26

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Bu topraklarda eskilerden kalan bir Müslümanla karşılaştığıma içimden sevinirken, Müslüman olmadığını öğrendim. “Ben ateistim ve o insanlar bu topraklarda yaşadı, yeryüzünün nasıl cennete çevrileceğini bize gösterdiler.” Dedi.

Fotoğraf: Salih Mehmet BOSTAN

olmadığını öğrendim. “Ben ateistim ve o insanlar bu topraklarda yaşadı, yeryüzünün nasıl cennete çevrileceğini bize gösterdiler.” Dedi. “Kuzeyde Hıristiyanların yaptıkları kiliseler vardır, içine girdiğinizde kaçarsınız. Son derece karanlıktır, içinize bir karamsarlık çöker, ama buraya girdiğinizde cennetle müşerref olmuş olursunuz.” Dedi. Türkiye’deki aydınlar aklıma geldi, İslam’ı bir karanlık dönem olarak görenleri düşündüm. 90 yıl Müslümanların hakimiyeti altında kalmış bir şehir olan Barcelona’yı gezerken orada da bir ize rastlıyorsunuz. Endülüs Müslümanlarının meydana getirdiği Endülüs üslubu bir sanat var: “Müdeccen Sanatı.” Bu Endülüs üslubu o kadar orijinal, o kadar beğeni toplayan bir sanat ki, Hristiyan krallar saray yaptırırken, Hristiyan asilzâdeler köşk yaptırırken, Müslüman ustaları çağırtıyor. Burada önemli olan şu: Siz genel olarak insanların zevklerine hitap edebilen, beğenilerini kazanabilen bir eser ortaya koyabiliyorsanız, mutlaka bunun müşterisi çıkmakta. Dini, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun, Müslüman ustalar, Hristiyan krallar için saray yaparken ayetlerle tezyin edilmiştir. Sanat tamamıyla Endülüs sanatı-

dır. Barcelona Üniversitesinin büyük bir binası var, Endülüs sanatını yansıtmakta. Bugün Türkiye’de Selçuklu sanatıyla bir üniversite yapmaya kalkın hemen karşınızda koca bir blok bulursunuz. İspanyollar İslam sanatının orijinalliğini kabullenebiliyor ve bugüne adaptasyon yapabiliyor, biz bu toprakların varisleri, dinimizi de değiştirmediğimiz halde kendi mirasımızı, kendi sanatımızı bu güne uyarlamakta sıkıntı çekiyoruz. Bu muhafazakarlar için de geçerli bir durumdur. Birçok belediye başkanı var, bu kadar yönetici var, bakınız ellerinde ciddi imkanlar var ama bir vizyon eksikliğimiz de var. Yapılan binalara bakıyoruz, kibrit kutusu gibi, her taraf kopyala yapıştır. Barcelona’yı cazip kılan orijinalliğidir. Kendisine göre mimari bir tarz oluşmuş. Endülüs’ü orijinal kılan Endülüs’ün ürettiği mimaridir. Şimdi bir turist Türkiye’ye gelse, modernleşme tarihimize bakıp soracaktır: “Kendinizden şu mimariye kattığınız ne var?” Endülüs bu açıdan son derece önemlidir. Eğer bir medeniyet varsa, bu medeniyetin gerisinde hem bir proje var, hem bir alın teri var, hem de bir orijinallik arayışı var. Bu açıdan örnek olması temenni edilir.

ENDÜLÜS TOHUM

27


Merve ÇETİNEL Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi

Türkiye’de Endülüs’le İlgili Yapılan Çalışmalar

Fotoğraf : Ayşegül KIDIK

28

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Fotoğraf : Salih Mehmet BOSTAN

800 yıllık Endülüs tecrübesi gerek İslâm tarihi, gerek Avrupa tarihi bakımından oldukça önemli bir yeri teşkil etmektedir. Buna rağmen, ülkemizde uzun yıllar ihmal edilmiş; ancak 1990’lı yıllarla birlikte, akademik araştırmalara nispeten daha sıklıkla konu olmaya başlamıştır. Cumhuriyet döneminde Endülüs tarihi ile ilgili çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalara geçmeden, söz konusu çalışmaların tarihî seyrini kavrama bakımından Osmanlı dönemine de kısaca değinmek gerekir. Mabeyn Müşîri Edhem Paşa, Ziya Paşa’ya Vardiot’un Endülüs Tarihi’ni Fransızcadan tercüme etmesini teklif eder ve böylece, Ziya Paşa, eseri 1861’de çevirmeye başlar. Tercüme, Endülüs Tarihi başlığıyla önce 4 cilt halinde İstanbul’da yayınlanır. Eserin ilk cildinde Endülüs Emevî Devleti, ikinci cildinde Tavâif-i Mulûk ve Murâbıtlar Dönemi, üçüncü cildinde Muvahhidler dönemi, Benî Ahmer Devleti ile Gırnata’nın işgâl edilip İslâm devletinin yıkılması ele alınmakta olup, son ciltte ise Endülüslü âlimler, askerî, mâlî ve sosyal hayat gibi konular bulunmaktadır. Bu ilk Endülüs Tarihi tercümesinin ardından, Tanzimat Döneminde Abdülhak Hamid, Muallim Naci ve Şemseddin Sâmi gibi edebiyatımı-

zın önemli isimleri, Endülüs’e ilişkin tarih ağırlıklı edebî eserler vermişlerdir. Endülüs’e ilişkin kaleme alınan bu tiyatro eserlerinden sonra, Sami Paşazâde Sezâi, yaptığı İspanya seyahatinde şahit olduğu İslâm dönemi eserlerinden Kurtuba Ulu Câmii ve El Hamra Sarayı hakkında izlenimlerini aktardığı yazılar yazmıştır. Aynı şekilde, Yahya Kemal Beyatlı da, elçi göreviyle 1928-1930 yılları arasında bulunduğu İspanya hakkında –Endülüs’e dair tespitler de içeren İspanya Hatıraları’nda izlenimlerini kısaca anlatmıştır. Bununla beraber Yahya Kemal Beyatlı, Endülüs’te Raks ve Madrid’de Kahvehane adlı iki şiir kaleme almıştır. Osmanlı’nın son dönemi ve Tanzimat döneminden Cumhuriyet Türkiye’sine kadarki süreçte Endülüs tarihine ilişkin verilen eserlerden bahsettik. Şimdi de Cumhuriyet döneminde Endülüs tarihi konulu çalışmaları değerlendireceğiz. Karışıklığı engellemek adına, Endülüs’le ilgili eserleri “kitap”, “makale”, “tebliğ” ve “tez” olmak üzere dört kısımda ele alacağız. Bu bağlamda, söz konusu eserleri, te’lif veya tercüme oluşlarına, yıllarına, konularına, popülaritelerine ve ele aldıkları tarihî dönemlere göre bir sınıflamaya tâbi tutarak aktarmaya çalışacağız.

ENDÜLÜS TOHUM

29


KİTAPLAR Tespit edebildiğimiz kadarıyla Endülüs tarihine ilişkin olarak, toplam 51 kitap bulunmakta olup bunların 25’i te’lif, 26’si tercümedir. Bu kitaplardan 10 tanesi edebî romandır. İlgi çekici olan nokta, Türkiye’de Endülüs’e ilişkin verilen ilk te’lif ve tercüme eserlerin arasında çoğunlukla romanların bulunuyor olmasıdır. Bu edebî eserler genel olarak, Endülüs tarihinin içinden -genellikle de fetih ya da yıkılış sürecinden- bir kesiti ele alıp o dönem üzerinden hikâyelerini aktarmışlardır. Ayrıca, Sadık Yalsızuçanlar’ın kaleme aldığı Gezgin ve Ahmet Baydar’a ait olan Endülüslü Zidyar Son Anka gibi romanlar da İbn Arabî’yi konu edinmiştir. Endülüs tarihine ilişkin tercüme edilen bu ilk ilmî eserlerden sonra, 1994 ve 1997 yıllarında Prof. Dr. Mehmet Özdemir tarafından Endülüs Müslümanları Siyasî Tarih, İlim ve Kültür Tarihi ve Medeniyet

30

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Tarihi olmak üzere üç kitap yayımlandı. 1998’de Ali Vasfi Kurt tarafından doktora tezi olarak hazırlanıp daha sonra kitaplaştırılan Endülüs’te Hadis ve İbn Arabî, aynı şekilde doktora tezi olarak İsmail Hakkı Atçeken tarafından hazırlanıp kitaplaştırılmış Endülüs’ün Fethi ve Musa b. Nusayr, yayımlanan eserlerden bazılarıdır. 2003’te Lütfi Şeyban’ın doktora tezi olarak sunup ardından kitaplaştırdığı Reconquista: Endülüs’te Müslüman İlişkileri adlı eser, önceki eserlerde Endülüs Tarihi içerisinde ele alınmakla birlikte, Lütfi Şeyban tarafından müstakil olarak irdelenmiş bir konu olma özelliği taşımaktadır. 2011’e geldiğimizde, bu yıl içerisinde Endülüs’le ilgili olarak altı kitabın yayımlandığını görmek bizi mutlu etmektedir. Nitekim Endülüs tarihi henüz Türkiye’deki araştırmacılar için bâkir bir alan olmakla birlikte, bu sahada yapılan çalışmaların sayısı her sene artmaktadır. Bu sene için Montgomery Watt’ın Endülüs Tarihi ismiyle Türkçe’ye çevrilen eseri öne çıkmaktadır.


MAKALELER Tespit edebildiğimiz kadarıyla Endülüs tarihi konulu 112 makaleden, ulaşabildiğimiz en eski çalışma, Zekâi Konrapa’nın “Endülüs Mersiyesi-Nizamî Tercümesi ve Endülüs Tarihine Kısa Bir Bakış” adlı, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Dergisi’nde yayınlanan makalesidir. 1990’lardan itibaren, Endülüs tarihi alanında -tıpkı kitaplarda olduğu gibi- çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Yine kitaplarda görüldüğü şekilde, 1970’lerde ve 80’lerin başında bu konuya ilişkin akademik literatürde herhangi bir yayın olmaması dikkat çekici ve üzücüdür. 1990’ların başından itibaren, Endülüs’e ilişkin makale olarak ilk çalışmalar, Mehmet Özdemir tarafından verilmiştir. Bununla birlikte, Ekmeleddin İhsanoğlu da “Endülüs Menşeli Bazı Bilim Adamlarının Osmanlı Bilimine Katkıları” adlı çalışmasını 1995’te yapmıştır. 2003’te Tarih ve Düşünce Dergisi, 2004’te İslâmiyat Dergisi, 2007’de Kültür Dergisi ve 2009’da da İS-

TEM Dergisi’nin çıkardığı Endülüs özel sayılarıyla birlikte, alandaki makalelerin sayısı yükselmiştir. Son olarak, ulaşabildiğimiz 112 makaleden 15 tanesi Manuela Marin, Şerif Ragıb Alavine, Abdulcelil et-Temimi, Allan Cutler, Jerilynn Dodds, Ignaz Goldziher, Maribel Fierro gibi isimlerden tercüme edilmiş makalelerdir. Söz konusu tercümelerin bu denli az oluşu kanaatimizce, yabancı araştırmacıların Endülüs tarihine ilgi duymadığı anlamına gelemez. Nitekim yaptığımız araştırmalar neticesinde, özellikle İngilizce ve İspanyolca Endülüs tarihi konulu çok zengin bir makale literatürünün varlığından söz edebiliriz.

TEZLER Lisans Tezleri Tespit edebildiğimiz kadarıyla, lisans bitirme tezi olarak yaklaşık 15 civarında Endülüs tarihi konulu

ENDÜLÜS TOHUM

31


Fotoğraf : Salih Mehmet BOSTAN

tez yapılmıştır. Fakat bazı üniversite kütüphaneleri kataloglarında lisans bitirme tezlerinin bulunmaması, ulaşılabilirliği kısıtladığı düşünülürse, bu sayının daha fazla olma ihtimali söz konusudur. Ulaşılabilen lisans bitirme tezlerinden hareketle, 1990’lı yıllarla birlikte Endülüs’ün lisans tezlerine daha sıklıkla konu olarak seçildiği, Endülüs’ün fetih ve yıkılma süreçlerinin de, söz konusu alan içerisinde daha popüler ve üzerinde durulan noktalar olduğu tespit edilmiştir. Yüksek Lisans Tezleri Endülüs tarihine ilişkin lisansüstü çalışmalar en çok yüksek lisans tezi olarak hazırlanmış olmakla birlikte, tespitlerimize göre 17 yüksek lisans tezi bulunmaktadır. Chakib Benafri’nin Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde 1989’da hazırladığı Endülüs’te Son Müslüman Kalıntısı Moriskoların Cezayir’e Göçü ve Osmanlı Yardımı adlı yüksek lisans tezi ile Mehmet Faruk Toprak’ın Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde hazırladığı 1985 tarihli Endülüs’te Gramer Çalışmaları başlıklı yüksek lisans tezinin ardından 1990’larda hazırlanan yüksek lisans tezleri gelmektedir. Geçmiş yıllara baktığımızda en çok 2008 ve

32

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

2009 yıllarında Endülüs konulu yüksek lisans tezi yapılmıştır. Doktora Tezleri Endülüs tarihini konu alan doktora tezlerinin sayısı, tıpkı diğer akademik çalışmalarda olduğu gibi yıllara göre bir artış göstermektedir. Tespit edebildiğimiz 15 doktora tezi bulunmakla birlikte, bunlardan 5 tanesinin Endülüs’te dil ve edebiyat çalışmalarıyla ilgili olması dikkat çekicidir. Bu durum, tarih çalışmalarının henüz yeterli olmadığının da bir göstergesidir diyebiliriz. Doktora tezleri arasında Mehmet Özdemir’in Prof. Dr. Mustafa Fayda danışmanlığında hazırladığı Endülüs’te Müvellidûn Hareketleri konulu doktora tezi 1989 yılında tamamlanmış olması hasebiyle, Endülüs’le alâkalı dönemin öncü tezlerindendir. Bu tezi, Endülüs Şiirinde Mersiye doktora tezi ile Mehmet Faruk Toprak izlemiştir.

TEBLİĞLER Endülüs’le alâkalı tebliğlere baktığımızda, Ortaçağ’da Müslümanların İlmî Açıdan Batı’ya etkisi konusuna Endülüs’ü dâhil edenler haricinde, Endülüs tarihi ve medeniyetini konu alan 12 civarındaki tebliğden 9 tanesi 1992’de Türkiye Diyanet


Fotoğraf : Salih Mehmet BOSTAN

Vakfı tarafından düzenlenen Endülüs İslâm Devleti Sempozyumu’nda sunulmuştur. Bu sempozyumda Endülüs’te dil ve edebiyat, İbn Arabî ve Türkiye’ye tesirleri, Endülüslülere Osmanlı yardımı, Endülüs sanatı, Endülüs medeniyetinin yıkılış süreci gibi konularla ilgili bildiriler sunulmuştur.

bulunmakla birlikte, Endülüs kurumlar tarihi, askerî yapı, vergi sistemleri, Berberî-Arap mücadeleleri, eğitim-öğretim faaliyetleri ve kurumları, Endülüs toplumunun farklı unsurları, aile hayatı, Endülüs kadını gibi konular, üzerinde çalışılması gereken konulardır.

Endülüs’e dair tebliğlerin sunulduğu bir diğer sempozyum da, 14-15 Kasım 2011’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İspanyol Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı tarafından düzenlenen Uluslararası Türk-İspanyol İlişkileri Sempozyumu’dur.

Bununla birlikte, Endülüs’le ilgili elimizdeki mevcut eserlerde, en çok Endülüs’ün Müslümanlar tarafından fethedilme süreci, Müslüman-Hristiyan İlişkileri, yıkılış dönemi ve Müslümanların İber Yarımadası’dan Reconquista süreci sonunda sürgün edilmelerinden bahsedilmiştir. Fakat arada geçen dönemler içerisinde Endülüs’teki Müslüman idârî yapıların kendi iç siyasî mücadelelerine daha fazla yer verilmesi, resmin tümünün görülebilmesi açısından önem taşımaktadır.

SONUÇ Prof Dr. Mehmed Said Hatipoğlu’nun belirttiği üzere, Endülüs kültürü ve tarihi ile ilgili olarak yayımlanmış pek çok değerli eser henüz Türk akademisyenlerinin istifadesi dışındadır. Bu bağlamda, İngilizce, Arapça, İspanyolca ve Fransızca yapılmış son dönem Endülüs tarihi çalışmalarının tercümesi, ülkemizde Endülüs tarihi açısından eksik kalan bir husustur. Aynı şekilde, Endülüs tarihi açısından kaleme alınmayı bekleyen pek çok konu bulunmaktadır. Kanaatimizce çok az da olsa akademik çalışma

Son olarak, Endülüs tarihine ilişkin akademik çalışmaların özellikle 2000’lerden sonra artış gösterdiği fakat yeterli olmadığı âşikârdır. Endülüs İslâm Medeniyeti gibi bâkir alanlardan hasat edilecek deneyimlerin algılanabilir ve işlenebilir kılınması amacıyla, vakit kaybedilmeden ve günümüzdeki öncü çalışmaların kıymetini bilerek yol alınmasında fayda bulunduğu görülmektedir.

ENDÜLÜS TOHUM

33


İsmihan ŞİMŞEK ismihansimsek@gmail.com

Yitikler Makamı Orada Kalabalıkta seyrelen insanlar Sözü lafa dönüştürürler Yalanlar pazarında … Orada Susarak biriktirilen ve içe atılan kelimelerin ağırlığı Bir gürültü seline terk edilir … Suavi Kemal Yazgıç

34

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Mikrofon “Aziz”liği Mikrofonlar diziliyor önlerinde. Cızırtılar yumağından örülü kibar cümleler sıçrıyor hoparlörlerden. Afişler, pankartlar, plaketler, sahneler… Sokaklar çağırıyor, duvarlar geliyor üstüne, otobüsler maruz bırakıyor, yolunu değiştirsen bir diğeri çıkıyor karşına.

Komşuluğun önemli olduğu konuşulur o ışıkların altında. Ama etkinliklerden, toplantılardan komşu ziyaretine vakit yoktur. Ailenin yerini hiç bir şey tutmaz denir, ayetler, hadisler döşenir zemine ki sözün gücü kavileşsin. Ama aileyle vakit geçirmeye enerji kalmamıştır.

Kablolarla bağlanıyorlar karıncalanmış hedef kitlelerine mikrofonik sesler. Körler sağırlar birbirini ağırlıyor kimi zaman, kimi zaman soytarılar şeyh kılığına giriyor ve dolup boşalıyor salonlar. Kelimeler pazarında tutanın elinde kalıyor cahillerin çoğalttığı nokta. Kapı kapı dolaşıyor anlatanlar, söyleyenler. Kapı kapı dolaşıyor dinleyenler. İyilikten güzellikten başlayıp saz söz nağmelerine geçiyor dudaklar. Fotoğraflarda gülümsüyor herkes… Ya da uzaklara bakıp gözlerini kısarak düşüncelere dalıyor. Oysa fotoğraflarda çıkmayan bir cini var her fâninin. Suratı asık, al gülüm ver gülüm alışverişinden bezgin.

Hep yorgun, hep kafası karışık, hep dertli. Yanlarında taşıdıkları not defterlerine bile içlerini dökemeyecek kadar tedirgin. Büyüdükçe mekânlar, çoğaldıkça sayılar, doldukça keseler, parçası oldukları döngünün büyük bir tekerleği olarak yuvarlanırlar hayatta. “Yuvarlanıp gidiyoruz işte” derler. Güya küçümserler hallerini, bıyık altında sakladıkları gülümsemeleriyle. Daha büyük, daha da büyük işlere imza atmaktan dem vururlar.

“Ne iyi insanlar, ne çok iyi insan var” derdik akşama sahne haber bültenlerine kalmasa. Metrobüste birbirini itekleyenleri görmesek mesela, iyilikleriyle hırslarını ambalajlayanları bilmesek… Sözün gücüne değil süsüne tapınılan fuarlar döndürmese başımızı. Tüylü kalemlerden dağıtılan imzaların mürekkebiyle yıkanmasaydı hayaller. O hayalleri yıkılmasaydı kitap ayracı koleksiyoncularının.

Ve Onlar… Hiç boş vakitleri yoktur onların. Küstahlık sahne kostümlerinin vazgeçilmez aksesuarı olarak yakalarından damlar. Gidilmesi gereken yerler, okunması gereken yazılar, görülmesi gereken kişiler bir sonraki gereklilerin yerini, zamanını hazırlar. Yeniden afişler, yine mikrofonlar, yine salonlar… “Acelem var” şımarıklığıyla üstünkörü dokundukları şeylerden çıkarırlar acılarını. Uzaktan uzağa sevilmenin getirisi tek başınalığın yakından vuruşlarını hissederler başlarını yastıklarına koyduklarında. Profesyonellik “yeşil” bir yoldan geçer, gelir dillerine yerleşir. Aynı dilden çıkar amatör duyguların sömürülmesi de. Karşılıklı ağlaşılır, karşılıklı eğleşilir. “Aman da ne güzel sosyal olduk, bilgi dolduk, sınıfları doldurduk” sihirli halısıyla uçar alkışçılar.

“Bu işler böyle olmaz efendim”cilikleri tutar. . İşi sadece onlar bilir. “İşlerini bilirler”. Neler görmüş, geçirmiştir onlar, kimler kimler onları baş tâcı etmiştir de onlar nitelikli işler peşinde koşmuştur hep. Elbette haksızlıklara da uğramışlar, o sarsılmaz duvarlarına birileri gelip duvar yazısını karalayıvermiştir. Ama haksızlığa uğramaları bile artıya dönüşür onların. Sitemleri bitmez, mazlumlukları geçmez.

Kalsaydık Küçücük Noktamızla… Fikirler kirlenir, aklımızın kapısını çalmaya üşenir oldu şimdi. Düşünüp konuşmaya tercih ediyoruz değil mi artık, hazırcevap olmayı? Yüzeyde kalan parseli toplamak yetiyor kendi pazarımızda tezgâha koyup çığırtkanlığını yapmak için. Hatta bazen ne kadar saklarsan o kadar ortaya çıkıyor köklerini kundaklayıp değer verdiklerin. Kucaktan kucağa dolaşırken bozuluyor kundak. Onun da koyuyorlar önüne bir mikrofon, veriyorlar eline bir klavye. Hadi konuş, hadi yaz. Kalmasın içinde, ne varsa uçuşsun, toz duman olsun etraf, göz gözü görmesin. Afişler olsun göz kapağın. Kırptıkça bir yenisi eklensin. Oysa bir buğday tanesi olsaydık bir cüzdanda. Bereket olsaydık sadece banknot yerine. Çokluk avutmasaydı da bize yetecek kadarına ses etseydik. Bir rahle, bir sayfa, bir kalem, bir hoca, bir çatı olsaydı av malzememiz. Sabah ezanıyla koysaydık bir nokta ve bitiverseydi cümle orada.

DENEME TOHUM

35


Zehra SEVİNDİK zehrasevindik2006@hotmail.com

Türkçe Elden Gidiyor mu? Fakat burada mesele şudur ki, dildeki değişim halkın onayı ile mümkün olur. Cumhuriyetin ilk devirlerinde TDK çokça uğraşarak Arapça ve Farsça kökenli kelimelerden vazgeçilmesi için yüzlerce Türkçe kelime türetmiş, ancak bunların kimisi tutmuş, kimisi unutulup gitmiştir. Yani dilin değişiminde esas, dili aktif olarak konuşanların tercihleridir. İnsanoğlunun sahiplenme ve muhafaza etme hissiyatı, hayatın her alanına sirayet edegelmiştir. Bu koruma bilinci, hayatın akışında her zaman aktif olan dili de içine alan bir zihniyet olarak günümüze kadar artarak taşınmıştır. Dil ile milletin birbirini tamamlayıcı ve temellendirici yapısı, birini diğerinin koruyucusu kılmış; dil milletleri ayırt etmede mihenk taşı olarak görülmüştür. İşte bu bilinçle milli ayrımlar ve bütünleşmelerde dil özel bir konumda yer almıştır. O; milletin, kültürün, medeniyetin taşıyıcısı olduğundan, onda meydana gelen herhangi bir değişim, bu değerlerde bir eksilme, bozulma hatta kirlenme addedilmiştir. Bu görüş ülkemizde de halen tartışılmaktadır. Nitekim halkın dil bilinci de bu doğrultuda şekillenmiştir. Türkçenin güncel formunun dışına çıkıp yüzünü özellikle Batı’ya çevirmesi, dilciler ve edebiyatçılar tarafından bir kimlik kaybı, bir asimilasyon olarak görülmüştür. Ancak bu durumda kapsamlı ve mukayeseli bir araştırma yapıldığında durumun aslında öyle olmadığı, ‘Bye Bye Türkçe’ denilecek kadar korkunç öngörülerin yersiz olduğu görülmektedir.

36

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Toplumumuzda yaygın olan görüşe göre Türkçe kirlenmekte, aslından uzaklaşmaktadır. Bizi asimile etmek isteyen dış mihrakların oyunlarıyla geleneksel çizgisinden çıkarılıp özellikle İngilizcenin etkisi altına girmiştir. Yeni kelimeler, yapılar, İngilizcelerinden ödünçlemelerle dilimizi işgal etmiştir. Fakat ne var ki tüm dillerde olduğu gibi Türkçenin de zaman içinde değişmesi gayet tabii bir durumdur. Ancak bu değişim, bir bozulma olarak görülerek bu görüş özellikle uzmanlık alanları dilbilime çok uzak olan bilim adamları tarafından dile getirilmiş, birçok kesim tarafından da benimsenmiştir. Türkçenin İngilizceden yeni kelimeler alması, kültür emperyalizmi sonucu küresel güçlerin büyük oyunlarıyla bize kimliğimizi unutturmak için dilimizi bozmaları olarak anlaşılmıştır. Bu yaygın görüşe göre geçmişte Arapça ve Farsçadan dilimize girmiş olan kelimeler Müslüman medeniyetlerin dillerinden oldukları ve zamanla kabul gördükleri için onları değiştirmeye lüzum yoktur. Fakat Batı dillerinden Türkçeye giren her ne kelime varsa hemen Öztürkçe karşılığı türetilmelidir. Nitekim bu fi-


Dildeki kelime değişimlerini bozulma görmek şöyle dursun, o dilin yok olacağı hakkında veryansın edenler de ilim camiasında çokça mevcuttur. Ancak dillerin ortadan kalkma sebebi kopyalamadan kaynaklanan yapısal bozulma değil sosyal işlev kaybıdır. kir doğrultusunda büyük gayretlerle zorlama Türkçe sözcükler ortaya çıkmış, halk tarafından kabul görmek şöyle dursun, bir kez bile kullanılmamıştır. Üniversite için evrenkent, internet için örütbağ, turizm için gezim kelimelerini önermişler, bunların halka yayılmasını ummuşlardır. Fakat burada mesele şudur ki, dildeki değişim halkın onayı ile mümkün olur. Cumhuriyetin ilk devirlerinde TDK çokça uğraşarak Arapça ve Farsça kökenli kelimelerden vazgeçilmesi için yüzlerce Türkçe kelime türetmiş, ancak bunların kimisi tutmuş, kimisi unutulup gitmiştir. Yani dilin değişiminde esas, dili aktif olarak konuşanların tercihleridir. Önceki paragrafta değindiğimiz durum yalnızca Türkçeye özgü değildir. Her dönemde dilin bozulduğunu, kirlendiğini iddia eden, eskiye dönüşü dayatan tasfiyeciler olmuştur. Birçok örnekten bir tanesi olan İskenderiye Okulu MÖ 2. yüzyılda dönemin Yunancası yerine MÖ 8. yüzyıl Yunancasının kullanılması gerektiğini öne sürmüşlerdir. MS 8. yüzyılda da Basra Ekolü, devrin Arapçası yerine Kur’an Arapçasının tercih edilmesi gerektiğini iddia

etmiştir. Fakat ne var ki dönem dönem kimi gruplar çabalasa da, dil doğal seyrinde yürümüştür. Dildeki kelime değişimlerini bozulma görmek şöyle dursun, o dilin yok olacağı hakkında veryansın edenler de ilim camiasında çokça mevcuttur. Ancak dillerin ortadan kalkma sebebi kopyalamadan kaynaklanan yapısal bozulma değil sosyal işlev kaybıdır. Yani dile giren yeni sözcüklerin dilde değişime yol açması, o dilin yok olmasına sebep olmaz. Diller, kullanıcıları tarafından terk edildiklerinde ortadan kalkarlar. Bir dildeki kelimelerin tamamının kendisine ait olması, o dili güçlü kılmaz, ya da yabancı dillerden kelime alması o dili zayıflatmaz. Nitekim dünyanın en güçlü ve en yaygın dili kabul edilen İngilizcenin söz dağarcığının sadece %26’sı ‘öz’ İngilizce ve yakın akraba dillerden gelen kelimelerden oluşmaktadır. %74’nün Fransızca -ki İngiltere’yi 11 yy’da işgal edip uzun bir süre orada kalanların diliydi ve İngilizce üzerindeki yoğun etkisi o zamandandır-, Latince, Grekçe ve diğer dillerden mürekkep oluşu onu zayıflatmamıştır.

FİLOLOJİ TOHUM

37


Bunun yanında bir dili dış tesirlere karşı tamamen korumaya almak da zaten mümkün değildir. Bir milletin, çeşitli temaslarda bulunduğu ve etkileşime geçtiği toplumların kültürlerinden, dolayısıyla dillerinden etkilenmesi doğaldır. Yani dillerdeki değişim her dönemde yaşanmıştır. Nitekim Orta Asya’da, temas ve münasebetlerde bulunduğumuz Çin, Hint ve İran milletlerinin inanç ve kültürleri vesilesiyle dilimize bu milletlerin dillerinden çeşitli kelimeler girmiştir. Örneğin, Sanskritçe “yalabaç” (yalvaç) , Soğdca “tamu” ve “kent” kelimeleri Türkçeye Göktürkçe ve Uygurca dönemlerinde girmiş, halk tarafından benimsenip kullanılmıştır. Geçmişte Türkçede yaşanan değişim sadece diğer dillerden kelime alımı şeklinde de gelişmemiştir. Dilin kendi içinde de ses, yapı ve anlam değişikleri yaşanmış, bazen sözcükler tanınmayacak kadar farklılaşmıştır. Ancak bu değişimleri doğal bulmak yerine geleneğin muhafaza edilmesini beklemek şundan dolayı çok da tutarlı değildir. Örneğin “getiriyordu” sözcüğü Eski Türkçede “keltüreyorırerti”; “iyi” kelimesi “edgü” şeklinde ifade edilmekteydi. Bununla beraber Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlı Türkçesi de şu anki Türkçe ile aynı değildi. “Okudı” , “adlu” zaman içinde “okudu” ve “adlı” ya dönüştü. Ancak hiç kimse dili muhafaza etmek maksadıyla bu formları tercih etmemiz gerektiğini savunmamaktadır. Yani bu ifadeler kullanıldığı devirde kabul görmüşken; zaman, mekân değişimleri ile o kullanımlar da değişerek bugünkü haline kadar gelmiştir. Bu demek oluyor ki, bir süre sonra güncel formlar da aynı kalmayıp çeşitli değişiklikler geçirebilecektir. Nasıl ki Eski Türkçe şimdi ko-

38

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

nuşulmuyorsa, şimdi konuşulan Türkçenin güncel formunda dondurularak değişmesini engellemek de gerçekçi bir yaklaşım değildir. Zaten dillerde toplumsal olarak ‘doğru’ bulunan kullanım, (politik, kültürel, vb.) güç sahibi grupların dil kullanımlarını temel alarak şekillenir. Dilin doğru ya da yanlış kullanılması, hâkim gücün tercihlerine göre değerlendirilmektedir. Buna binâen yanlış addedilen kullanımları “temizlemek” isteyenler, kendi kişisel beğeni ve dil kullanımlarını ölçü almaktadırlar. Dilde değişim kaçınılmaz olmakla birlikte kimi dillerde değişim diğerlerine göre çok daha az görülebilmektedir. Ancak bu istisnai durumlar bazı özel şartlardan dolayı gerçekleşmiştir. Örneğin klasik Arapça, 1400 yıldır süregelen formunun çok da dışına çıkmamış, aslını muhafaza etmiştir. Fakat bu durum, onun dinî konumundan, yani Kur’an dili olmasından kaynaklanmıştır. Ancak halkın kullandığı Arapça bu form değil, ‘Âmmîce’dir. O da klasik Arapçadan (fusha) çok daha farklı ve adeta ayrı bir dil gibidir. Yani farklılaşma “fusha” da çok olmasa da Âmmîce genel seyre göre zaman içinde değişmiştir. Sonuç olarak dilde değişim kaçınılmazdır ve Türkçenin günümüzde geçirdiğini gözlemlediğimiz değişim de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Türkçenin değişimini, emperyalistlerin kötü niyetli planları olarak yorumlamamak gerekir. Nasıl ki medeniyet, kültür, çağdan çağa değişim gösterir; dil de bunlar gibi devirden devire bazen tanınmayacak hale gelene kadar değişir ve zamana uyum sağlar.



Ahmet Faruk AYGÜN ahmet_fa@hotmail.com

DOĞUDAN-BATIDAN

Fârâbî

Fârâbî’yi anlayabilmemiz için tarih süzgecinden, ilim ve felsefenin İslam coğrafyasına geliş sürecini dikkatlice incelememiz gerekmektedir. Bu ince belli, zarif ve bir o kadar meşakkatli yolculuk esnasında, kollektif bir birikim ile Fârâbî’ye taşınan eserler Doğu’nun sıcakkanlı misafirperverliği ve filozofumuzun parlak zekası ışığında çağları aydınlatacak bir hurşide dönüşmüştür. Engebeli düzlüklerden, ege kıyılarına kadar, kıraç, yağmura hasret topraklardan tutun, Sina Dağı eteklerine dayanan bu serüvene bir göz atmaya ne dersiniz? İslam felsefesinde, en önemli yeri tutan Batı (Yunan) felsefesi tesirinin doğrudan değil, Helenistik felsefe yani İskenderiye yolu ile olduğu bilinir. Zira, miladi 6.yüzyılın başlarında dağılan Atina okullarının filozoflarından bir kısmı İskenderiye’ye, bir kısmı Suriye’deki merkezlere gitmiş, buralarda Platon ve Aristo’yu açıklayarak Hristiyanlaşmış Yunan felsefesini oluşturmuşlardı. Bu merkezlerde önce Yunanca yazılan eserler, sonradan Süryanice ve Aramcaya çevriliyordu. İşte İslam dünyasında tercümesi yapılan ve İslam felsefesine tesir eden eserler de ilk planda bunlardı.

40

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Yunan felsefesinin İslam dünyasına aktarılmasında, daha 7. yüzyılın ortalarında Müslüman Arapların eline geçen Suriye ve İran’daki Hristiyan Nasturi ve Ya’kubi manastırlarının rolü ayrı bir yer tutar. Bu felsefenin mühim merkezleri olarak Urfa (Edese), Nusaybin (Nisibe), Harran, Gundeşapur ve Antakya’yı sayabiliriz. Abbasilerde, özellikle Bağdat’ı devlet merkezi yapan ve Süryanca, Yunanca ve Farsça eserlerin tercümesini yapan kişileri teşvik eden Halife Mansur zamanında tercüme faaliyeti ciddi bir şekilde gelişmeye başlamış, daha sonra Harun Reşit ve Me’mun zamanlarında ise sistemli bir tercüme faaliyetine girilmişti. Bu halife Bağdat’ta Beyt-ül Hikme adını verdiği bir okul kurmuş, onun başına Yununcaya vakıf, Süryanice ve Arapça eserler yazmış bir kişi olan Yahya B. Maseveyh getirilmişti. Fârâbî (ö. 339/950), aslen Orta Asya’lı bir Türk olup, en büyük İslâm düşünürlerinden biridir. Bağdat’ta öğrenim görmüş ve ömrünün son yıllarını, tamamen inziva içinde, Halep’te Hamdânî Hükümdarı Seyfüddevle’nin sarayında geçirmiştir. Aristo’nun mantığa ait eserlerine yazdığı şerhlerle büyük ün


Fârâbî, maddi servete değer vermeyen, şöhret ve gösterişten nefret eden, ruh ve ahlak temizliğini herşeyin üstünde tutan bir dindardır. Genellikle münzevi bir hayat yaşamayı seven, Farabi hiç evlenmemiş ve mal, mülk edinmemiştir. Fırsat buldukça su kıyılarında ve bağlık, bahçelik yerlerde gezinip, öğrencileriyle buralarda sohbet etmiştir.

kazandı. Özellikle, Tıp ve Musikîye dair eserleri, standart risaleler oldu; fakat İslâm felsefesine katkılarından dolayıdır ki onun ismi hâlâ yaşamaktadır. İslâm dünyasının yetiştirdiği en büyük filozoflardan biri olan ve kaynaklarda kendisinden “el-Feylesûf et-Türkî” diye söz edilen Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhân b. Uzluğ Fârâbî, Türkistan’da Sır-Deryâ’ya Arıs kolunun döküldüğü yerde, eskiden önemli bir kültür merkezi olan Fârâb (Otrâr)’a tâbi Vesîc Kalesi Türk kumandanı Muhammed’in oğlu olup, takriben 257/870 yıllarına doğru doğmuştur. Fârâbî, bir süre Merv’de tahsil gördü. Felsefe öğrenimini Bağdat’ta tamamlamaya çalıştı. Burada özellikle Ebû Bişr Mettâ b. Yûnus’tan Mantık dersi alarak Aristo mantığını iyice öğrendi. Arkadaşları arasında çalışkanlığı ve zekâsıyla tanındı. Daha sonra Harrân’a gitti. Orada Yûhannâ b. Haylân ile tanıştı ve ondan ders alarak Mantık ve Felsefe alanındaki bilgisini artırdı. Yeniden Bağdat’a dönerek Aristo ve Eflâtun’un kitaplarını inceledi. Fârâbî, Bağdat’tan Şam (Dimaşk)’a gitti. Bir süre sonra Mısır’a geçti. Kısa bir zaman sonra tekrar Şam’a döndü. Birçok

dil bilen ve çeşitli eserler yazmış olan bu Türk filozofuna, Halep ve Şam dolaylarında hüküm süren Hamdânîler’in Sultanı Seyfüddevle, Fârâbî’ye çok hürmet gösterdi. Fârâbî bir müddet onun sarayında kaldı. Bu büyük Türk düşünürü, 339/950 yılında 80 yaşlarında iken Şam’da hayata gözlerini yumdu. Fârâbî, maddi servete değer vermeyen, şöhret ve gösterişten nefret eden, ruh ve ahlak temizliğini herşeyin üstünde tutan bir dindardır. Genellikle münzevi bir hayat yaşamayı seven, Fârâbî hiç evlenmemiş ve mal, mülk edinmemiştir. Fırsat buldukça su kıyılarında ve bağlık, bahçelik yerlerde gezinip, öğrencileriyle buralarda sohbet etmiştir. ‘Saadetin Elde Edilmesi (Tahsilü’s Saade)’ adlı eserinde, kâmil bir filozofun niteliklerinden söz ederken adeta kendini de anlatmaktadır. ‘Öğrenim sırasında karşılaştığı güçlüklere katlanmalı, üstün bir zeka ve kavrayışa sahip olmalı, doğruluğu ve doğruları, adaleti ve adil olanları seven, onurlu bir şahsiyet olmalı, altın, gümüş vb. şeylere değer vermemeli, yeme içme konusunda aç gözlü ve insani arzularına düşkün olmamalı, doğruya ulaşması için azim ve iradesi güçlü bulunmalıdır.’

DOĞUDAN - BATIDAN TOHUM

41


İslâm felsefe tarihiyle ilgili sahada yapılan son yarım yüzyıllık araştırmalar İslâm âleminde yetişen ilk filozofun Fârâbî olduğunu göstermektedir. Yunan ilim ve felsefesini İslâm âlemine kazandırmış olan büyük çeviri faaliyetinden sonra yetişen Fârâbî’nin İslâm âleminde ilk filozof sıfatiyle işgâl etmiş olduğu yer el-Kindî münasebetiyle tartışma konusu olmuş olsa bile, çağdaş araştırıcıların Fârâbî lehine varmış oldukları sonuçlar hemen hemen kesinleşmiş gibidir.

Araştırmacı Küyel, ‘Fârâbî’nin bütün yaşantısını bilim, bilgelik sevgisi ve sanat gibi kültür ve uygarlığın yüksek değerlerini öğrenmek, edinmek, diğerlerine yaymak, genişletmek ve onlara yepyeni, göz alıcı katkılarda bulunmakla’ geçirdiğini söyler. Küyel, Fârâbî’nin yaşayışı sırasında, yönetici etekleyecek yerde, bilgelik sevgisi, bilim ve sanat alanlarında insan aklından alan hümanitelerle ve doğa ortasında öylece kalmış insan sorunuyla ardı arkası kesilmeden, bıkıp usanmadan, uğraşmış olması, dili, dini, ırkı ne olursa olsun, öğrenmek isteyen her insana, yine insanın ürünlerini ve yaratılarını sunmakta eli ve gönlü çok açık davranmış bulunması; ona, mantıkçı, bilgelik sever, bilim adamı, sanatçı gibi büyük yönlerini, en anlamlı biçimde ve bütün varlığıyla yansıtan ikinci öğretmenliği yanında bir anokranizmadan çekinmeden gerçek bir hümanist gibi bakma olanağını’ sağladığını da belirtir. Küyel, Fârâbî’nin bu yönleriyle, Orta Çağ’da, Modern Çağ’da ve Çağımızda Müslüman, Hristiyan ve Yahudi düşünürler, bilim adamları, bilgelik severler ve sanatçılar üzerindeki etkisinin geniş ve derin olduğunu belirtir. İslâm felsefe tarihiyle ilgili sahada yapılan son yarım yüzyıllık araştırmalar İslâm âleminde yetişen ilk filozofun Fârâbî olduğunu göstermektedir. Yunan ilim ve felsefesini İslâm âlemine kazandırmış olan büyük çeviri faaliyetinden sonra yetişen Fârâbî’nin İslâm âleminde ilk filozof sıfatiyle işgâl etmiş olduğu yer el-Kindî münasebetiyle tartışma konusu olmuş olsa bile, çağdaş araştırıcıların Fârâbî lehine varmış oldukları sonuçlar hemen hemen kesinleşmiş gibidir. Bununla beraber, Fârâbî’nin İslâm âleminde “Muallim-i Sânî” (ikinci öğretmen, Aristotales birinci

42

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

öğretmen kabul edilir.) olarak işgal etmiş olduğu yer, bazen, İbn-i Rüşd lehine şüphe davet etmiştir. Fakat, hal ne olursa olsun, onun eserlerinin Lâtince ve İbranîce tercü¬meler yoluyla Aquino’lu St.Thomas’a ve İbni Meymun gibi Orta Çağ Yahudi filozoflar kanalıyla da Spinoza’ya ve dolayısıyla Avrupa düşüncesine yapmış olduğu önemli tesir son zamanlar da ilim adamlarının dikkatini çekmiş ve onları Fârâbî incelemelerine teşvik etmiştir. Hattâ, araştırıcılar arasında bir “Fârâbî Modası”ndan bile bahsetmek mümkün görünmektedir. Fârâbî vefat ettikten bir süre sonra açtığı yoldan, izini takip edecek yüzlerce ilim ve fikir adamı olacaktır. Bunlardan ilkleri; Sicistani, Ebu Hayyan, İbn Miskeveyh, İbn Heysem’dir. ‘Fârâbî Okulu’ diye bilinen akım, kendisini hemen takip eden, tesirini devam ettiren saydığımız bu fikir adamlarının oluşturduğu bir sürecin adıdır. Fârâbî yalnızca yakın dönem fikir adamlarını etkilemekle kalmamış, Prof. İsmail Hakkı İzmirli’nin belirttiğine göre, onun küçük ve büyük alem teorilerinin izlerine Leibniz, Spencer, Nicolaus ve Paracelsius’da dahi rastlandığı görülmüştür. Akılcı ahlakçılığıyla Kant’a, sezgiye dayanan bilgi teorisiyle Nicolaus, Schilling, Ravaisson, Bergson ve Steiner’e da öncü olmuştur. Kaynaklar: Necip TAYLAN

Anahatlarıyla İslam Felsefesi

Mesut YILMAZ

Platon ve Farabi’nin Ütopik Devlet Anlayışlarının Karşılaştırlması

Mübahat KÜYEL

Farabi’nin Peri Heimeneios Muhtasarı

Prof.Dr.Hüseyin ATAY Farabi’nin Üç Eseri Önsözü İbrahim GÖKTÜRK

Farabi’nin Hayatı



Thomas More

Thomas More, 7 Şubat 1478’de Londra’da doğar. Sekiz yaşındayken girdiği St. Anthony okulunda 4 yıl okuduktan sonra, o yıllarda çocukların bilgi ve görgülerini daha iyi artıracaklarına inanılan, başka ailelerin yanına verilmeleri geleneğine uygun olarak babası onu bir kardinalin evine verir. En soylu ve varlıklı aileler bile bu geleneğe uyar, çocuklarının eğitimi açısından daha yararlı bulurlardı. Genç More, Kardinal Morton adında soylu bir adamın yanına yerleşir. Kardinal Morton, bir süre sonra More’a hayran kalır. Sofrada hizmet eden çocuğu konuklarına gösterip, “Şu küçük yok mu, eşsiz bir insan olacak günün birinde, göreceksiniz,” der. Damadı Roper’in anlattığına göre, güler yüzü ve zekâsıyla Kardinal’in evini canlandıran genç Thomas, dışarıdan çağrılan tiyatro kumpanyaları sahnedeyken oyuncular arasına karışır, tuluat yaparak öyle güzel oynarmış ki, en usta oyunculardan bile daha çok alkış toplarmış. Thomas More 14 yaşına gelince, Kardinal Morton onu Oxford’a gönderir. More orada çağın önde gelen birçok yazarı ve düşünce adamıyla tanışma fır-

44

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

satı bulur. More, Oxford’da kalıp, Yunanca ve felsefeyle ilgili çalışmalarını sürdürmek ister. Ne var ki, yargıç olan babası, onu kendi mesleğine yöneltmek niyetindedir. Böylece More, Oxford’da ancak 2 yıl okuduktan sonra, o sıralarda bir çeşit Hukuk Fakültesi yerini tutan New Inn ve Lincoln’s Inn’de hukuk öğrenimi yaptı ve 1501’de, yani 23 yaşındayken Baro’ya girdi. More hayatının belirli bir döneminde, 4 yıl, bir manastıra kapanmış ve din görevlisi olmayı istemiştir. Fakat o günün manastırları dev kütüphanelere sahip olduğundan yalnız dua etmekle kalmamış, bir çok eser okuyarak verimli bir şekilde yararlanmasını bilmiştir. More’u tanıyan ya da ölümünden sonra üstüne bilgi edinen çağdaşları da, bu adamın yaşantısına tanıklık etmek, bu konuda bildiklerini gelecek kuşaklara iletmek gerektiğine inanmışlardı herhalde. Böylece, More öldükten 29 yıl sonra dünyaya gelen Shakespeare’ in yaşamıyla ilgili nerdeyse hiçbir şey bilmezken, More konusunda ayrıntılı bilgi vardır elimizde. Şüphesiz bu kaynaklardan en önemlisi More ile Erasmus’un mektuplarıdır. Rotterdam’lı


More’u tanıyan ya da ölümünden sonra üstüne bilgi edinen çağdaşları da, bu adamın yaşantısına tanıklık etmek, bu konuda bildiklerini gelecek kuşaklara iletmek gerektiğine inanmışlardı herhalde. Böylece, More öldükten 29 yıl sonra dünyaya gelen Shakespeare’ in yaşamıyla ilgili nerdeyse hiçbir şey bilmezken, More konusunda ayrıntılı bilgi vardır elimizde. Desiderius Erasmus (1467-1536) öğrencisi Lord Mountjoy’un çağrısı üzerine, 1499’da ilk olarak İngiltere’ye geldiği sırada, More ile tanışmıştı. Anlatıldığına göre, Avrupa’nın en ünlü bilginiyle o sırada henüz 21 yaşında olan More, kim olduklarını bilmeden, bir dost sofrasında karşılaşmışlardı. Bu, iki dostun, ömürlerinin sonuna kadar sürecek bağlılıklarının ilk adımıydı. Erasmus’un en önemli eseri olan ‘Deliliğe Methiye’ adlı kitabını More’a ithaf ettiği ve dostunun evinde yazdığı bilinmektedir. Beraber yaptıkları Lukianos çevirisinin önsözünde de, More’a duyduğu büyük sevgiyi dile getirir; onun ince ve keskin zekâsını, burukluktan arınmış, güler yüzlü mizah duygusunu göklere çıkardıktan sonra, arkadaşının hem akıl, hem de huy açısından eşsiz olduğunu söyler. Yine Erasmus’un, More’u tanımak isteyen, bir yazara yolladığı mektuptan şunları okuyoruz. “More, orta boylu, biçimlidir. Solgun teni, ancak yüzü kızarınca renklenir. Saçı, sarıyla karışık kara, ya da karayla karışık sarıdır. Açık kurşun rengi gözlerinde sarı benekler vardır. İngilizlere göre, bir deha belir-

tisidir bu; ancak üstün insanlarda bulunur. Cana yakın, hoş bir yüzü vardır. Kolayca gülümser. Yediğine içtiğine onun kadar aldırmayan bir adam ömrümde görmedim. Sadece su içer. Müziğe çok düşkün olduğu halde, sesi kalın ve uyumsuzdur. Ağır ağır, açık net konuşur; hiçbir zaman duraklamaz. Sade giyinir; ipeklerden, kadifelerden, altın zincirlerden hoşlanmaz. Teşrifata aldırdığı yoktur. Ne kendi katlanır buna, ne de başkalarından bekler. Ona göre, aklı başında bir adam, bu çeşit saygı gösterilerine metelik vermez. İşte bu yüzden saraydan uzak kalmıştır bugüne dek. Her çeşit kumardan nefret eder. Sohbetine doyum olmaz. Açık saçık konuşmadan, dedikoduya düşmeden çok eğlenceli olmasını bilir. Akıllılarla akıllıdır; akılsızlarla şakalaşır. Tüm hayvanlara düşkündür; onları incelemekten hoşlanır. Chelsea’nin kuşları, acıkınca ona gelirler. Ona gösterilen bütün acayip şeyleri satın alır. Evi, garip eşyalarla dolu bir dükkâna benzer, bunları çevresine göstermekten ayrıca hoşlanır.” Thomas More 25 yaşındayken parlamentoya girer. Siyasal yaşantısında hiçbir ödün vermeye yanaşma-

DOĞUDAN - BATIDAN TOHUM

45


Hürriyet çığlıkları çağımızda dahi yankılanan bu özgür adam, idamını alaylı bir şekilde kabul etmiştir. More bir şölene gidercesine özene bezene giyinmiş, pek az parası olduğu halde, cellada armağan olarak bir altın lira göndermiştir. Acele kurulan idam sehpasının fena halde sarsıldığını neredeyse yıkılacağını görünce, yine alay ederek, yanındakilere “Rica ederim siz beni sağ salim şuraya bir çıkarın hele; inerken durumu nasıl olsa idare ederim,” demiştir. yacağı daha o sırada anlaşılır. Çünkü iplerini elinde tuttuğu kuklalar gibi, parlamento üyelerine her istediğini yaptıran VII.Henry, kızını evlendirmek bahanesiyle parlamentodan haksız bir vergi koparmaya kalkıp da, üyeler de buna katlanır gibi olunca, Thomas More bir tek söylevle kralın isteğini engeller. “Tüysüz bir oğlan” dedikleri genç parlamento üyesine kızan kral, hıncını More’un babasından alır. More’un parası olmadığı için, onun yerine babası yüz İngiliz lirası para cezası verir ve bir süre hapis yatar. Saklanmak zorunda kalan More, sıkıntılı bir iki yıl geçirir. 1508’de, belki de kralın baskısından kurtulmak için, Paris’e ve Louvain’e bir yolculuk yapmıştır. Kısa bir zaman zarfında talihi dönen More, 1509’da VIII.Henry tahta geçince, “undersheriff” unvanıyla yargıçlığa atanır. Thomas More, yıllarca süren yargıçlığı sırasında, dürüstlüğü ve yoksullara gösterdiği anlayış ve iyilikler sayesinde Londra’da ün salmıştır. VIII.Henry etrafında ilim adamlarını toplamaya başlayınca, devrin bir çok ilim adamı hoşnutlukla krala yaklaşmışlardır. Fakat More bu teklifi hiç hoş karşılamamıştır. O özgür bir gökyüzü altında, uçurtma uçuran çocuklar kadar düşkündür hürriyete. Ne yazık ki, bir süre sonra kralın baskısıyla kraliyette danışman olarak çalışmaya başlar. VIII. Henry, More’u çok sever ve vaktinin bir çoğunu More ile geçirebilmek için More’dan özel dersler almaya başlar. Damadı, böylesine yüce bir kralın sevgisini kazanmakla, kayınbabasının çok mutlu olduğunu söyleyince Thomas More, “Kralın bana gösterdiği sevgiyle gururlanmamam gerek, oğlum Roper,” demiş ve Fransa ile İngiltere arasındaki savaşa değinerek, “Kellem sayesinde Fransa’da bir kaleyi ele geçireceğini bilse, kellemin uçacağından hiç kuşkun olmasın.” diye eklemiştir. Nitekim dediği de olmuştur: VIII.Henry’nin çıkarlarıyla More’un inançları çatışır çatışmaz, kral hiç çekinmeden, bu pek sevgili dostunun canına kıymıştır.

ten geçirmeyi ister. Meclisten geçen yasa, More’un vicdanına ve inançlarına takılı kalmıştır. Sessiz bir şekilde istifa eder. Fakat herşey bu kadar basit değildir. Görevinden istifa edip bir kenara çekilen More suskunluğuyla bütün dikkatleri üzerine çekmiştir. VIII.Henry, More’un bu evliliğe ve Papalığın hakimiyetini üzerine alan yasaya and içmesi için bir mektup yazar. Böyle bir and ise, Katolik olan, dolayısıyla Papa’yı tüm Hristiyan dünyasının başı sayan Thomas More’un vicdanına aykırıdır. More, derin bir sessizliğe gömülerek, bu tehlikeli durumdan belki de sıyrılabileceğini umar. Bu yasaya karşı propaganda yapmadığına, yazılı ya da sözlü olarak bu konuda düşündüklerini hiç kimseye açıklamadığına göre, hiçbir suç işlememiştir. Ancak bir süre sonra tutuklanır ve 6 Temmuz 1535’te idama mahkum edilir. Hürriyet çığlıkları çağımızda dahi yankılanan bu özgür adam, idamını alaylı bir şekilde kabul etmiştir. More bir şölene gidercesine özene bezene giyinmiş, pek az parası olduğu halde, cellada armağan olarak bir altın lira göndermiştir. Acele kurulan idam sehpasının fena halde sarsıldığını neredeyse yıkılacağını görünce, yine alay ederek, yanındakilere “Rica ederim siz beni sağ salim şuraya bir çıkarın hele; inerken durumu nasıl olsa idare ederim,” demiştir. Kaynaklar: Mina URGAN

Thomas More

BATIYA YÖN VEREN METİNLER CİLT 2 (RÖNESANS) Mustafa DEMİRKAN Ütopik Bilincin Kutsaldan Profana Önlenemez Özgürleşmesi Tüm Zamanlar İçin Bir Adam (A Man For All Seasons) Çağımızın İngiliz tiyatro yazarlarından Robert Bolt, A Man for All Seasons adıyla, Sir Thomas More’u ele alan ve İngiltere’de, Amerika’da ve Fransa’da büyük ilgiyle seyredilen, hatta filmi bile yapılan bir oyun yazdı. Bu oyunun sinemaya çevrilen adı da aynıydı. Yönetmenliğini Fred Zinnemann’ın üstlendiği

Nitekim kral yıllar sonra usulsüz bir evlilik yapmaya kalkar ve bunu yasalaştırıp baskıyla meclis-

46

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

film 1966 yılı Oscar Ödülünün de sahibidir. Filmde Thomas More’un hayatının ve mücadelesinin son yılları konu alınmıştır.



Rüveyda KORKUT Kadıköy İmam Hatip Lisesi 11. Sınıf Öğrencisi

Sevilmesi Yürek İsteyen

Bir Dava * Adamı Mehmet Akif, bildiğimiz üzere, yirminci yüzyılın en büyük şairlerinden biri; mütefekkir, müderris, hafız, mütercim, vaiz, yüzücü, gezgin, veteriner ve milletvekili. Birçok mesleğin sahibi. Türklüğün öz karakterini ve ruhunu, genetik esasını ve manevi ilkelerini, İslam medeniyetini ve kültürel değerlerini şiirleştiren bir şair. “İstiklâl bilinci”nin, sonsuz hürriyet aşkının ve büyük “iman hareketi”nin sözcüsü. Sevilmesi yürek isteyen bir dava adamı. Hepsinin üstünde –her açıdan hak ettiği ve layık olduğu- bir sıfatı var: Türk İstiklâl Marşının şairi. O yüzden milletinin gözbebeği. Milletinin “o benimdir” dediği. Mehmet Akif; hayatını ebediyete intikal ettiren, insanımızı ve insanlığı ölümsüzlük yurduna layık bir anlayışa davet eden “ezanın şairi”. Ezan nasıl muhataplarını, sesine kulak verenleri, kutsal bir işe, bir göreve çağırıyor ise, Akif’in şiiri de muhataplarını, kulak verenlerini kutsal bir işe, bir göreve yani cihada çağırmaktadır. Akif, her şeye rağmen ve her şeyle birlikte hayatının, sanatının, karakterinin, idealinin bir nevi “model”ini yaşamış ve yazdığı şey, yazgısı halini almıştır: Ebedi İstiklâl. Bu yüzden o, yirminci yüzyılda “Başı Arşa Değen” şairlerden ilki olma şerefine haizdir. Çünkü “bayrağının ve sancağının, ırkının ve milletinin, dininin ve devletinin, ezanın ve şehadetinin” ebediyen izmihlâle uğramayacağına inanmaktadır. Bir şair ve düşünür olarak Akif’in portresini dokuyan ses ve renk, yazının hiç solmayan rengi ve hiç dinmeyen sesidir. Onun eserini ve ruhunu okumak bu dokuyu fark etmekle mümkündür. Aksi takdirde Mehmet Akif’in yaptığı bütün işler, mücadeleler,

48

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

gidişler, gelişler, hemen herkeste görülebilecek niteliklerdir. Oysa şairi, niceliklerin niteliğe dönüştüğü yerde aramak gerekir. Bu yer, söylemin eyleme dönüştüğü yerdir, sözün canlandığı ve kanın imanlandığı yerdir. Orada söz, enerjinin özüdür. Şairi anlamak, onu bu cepheden, bu boyuttan görmek demektir. Bu boyut şairin var oluş sancılarını, büyük endişelerini, yaşama sevincini ve kalp huzurunu aynı anda içermektedir. “Gel ey biçare Şarkın, Şarka küsmüş gitmiş evladı!” Diyerek bana seslenen Akif’in davetine icabet etmem gerekti. Çünkü o, bir nesilden söz ediyordu. İstiklâl için mücadele eden, Hak için yaşayan, Hakkı söyleyen, geçmişine, tarihine sahip çıkan, zalimi kınayan ve aklıyla, gücüyle düşmanının karşısında dimdik duran bir nesil...

“Asımın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek; İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!” Öyleyse o dava adamının arzu ettiği nesil, yıllardır büründüğü kızıl çehreden, sessizliğin hâkimiyetini ilan ettiği vicdanlardan kurtulmalı! Bir zamanlar Balkan, 1.Cihan ve İstiklâl Harpleri yaşanırken hissedilen neyse bugün de aynısı olmalı! Değişen zaman ve mekân sadece... Vahşetler yine denk. Yine cihet yok. Sermedi bir seddi var karşımızda yeldanın. Akif gibi hem milletiyle ağlayan hem de “Hak bildiğini, Hak uğruna, Hakça söyleyen” şairler zor bulunsa da, Akif’in bize yol gösterici olarak bıraktığı fevkalade bir yadigârı var: Safahat. Şairin dediği gibi;


“Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın. Derdim, sana baktıkça, a biçare kitabım! Kim derdi ki, sen çök de senin arkana kalsın, Uğrunda harab eylediğim ömr-i harabım?” Akif’i tanıma vesilem işte bu kitapla, “hayatın safhaları” anlamına gelen Safahatla oldu. Akif diyordu ki; “Bana sor sevgili kâri, sana ben söyliyeyim. Ne hüviyette şu karşında duran eşarım; Bir yığın söz ki samimiyyeti ancak hüneri; Ne tasannu bilirim, çünkü ne sanatkârım. Şiir için “gözyaşı” derler, onu bilmem, yalnız, Aczimin giryesidir bence bütün asarım! Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem; Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım! Oku, Şayet sana bir hisli yürek lazımsa; Oku, zira onu yazdım iki söz yazdımsa.” Hiç unutmam. Aralık ayında soğuk bir gündü. Caddeler, sokaklar bomboştu nerdeyse. Niyetim Bayezit Kütüphanesinde gerçekleştirilecek olan Safahat okumalarına katılmaktı. Hem Osmanlı Türkçesiyle okumamı geliştirecek hem de Akif’i anmaya ve anlamaya yönelik ehemmiyetli bir gündem oluşturacaktı. Her yaştan, her kesimden insanın bir araya geldiği ve Akif’le bütünleştiği, birleştiği bu mekânda, Akif’in şu mısralarını hatırlayarak, şairin mütevazılığının ne ölçüde olduğunu anlıyordum: “Topraktan gölgeme, toprak çekilince, Günler şu heyulayı da er geç silecektir. Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma, Sessiz yaşadım, kim, beni, nerden bilecektir?” Bilmiyordu, yılların bize bu “hisli yüreği” sevdireceğini... Bu düşüncelerden sıyrılarak, okuduğumuz şiire, Leyla’ya döndüm. Leyla, oldum olası beni etkileyen bir şiirdi zaten. Bülbülle aynı dönemde, bir yıl arayla yazılmış olmasına rağmen çok farklı tutuyordum onu. Şairin Leyla’sı, diğer Leyla’lardan, aşklardan, maşuklardan farklıdır. Ne Mecnun’un Leyla’sıdır, ne Kerem’in Aslı’sı, ne de Ferhat’ın Şirin’i... Akif’in Leyla’sı: İslam’ın âtisidir. Şark, Mecnun-ı nakamdır onun için (arzusuna ulaşamayan bahtsız). Ve şair en güzel benzetmelerini yapar. Cemaatler kölen, kâbeler haclen der Leyla için... Der ama o karanlık devirde bu ışığı göremez. Bir kıvılcımla yangınlar sardırır etrafa. Yürekleri yakar bu sevda. “Gel ey Leyla! Gel ey candan yakın canan ki gaiblerdesin hala!

Bu nazın elverir, Leyla, ini artık ini ki baladan, Müebbed bir bahar insin şu yanmış ruha Mevlâdan.” 63 sene... Bir anı bile boşa harcanmayan, Allah rızası için vakfedilmiş, nice mücadeleleri barındırmış, fevkalâde eserler vermesine vesile olmuş hayırlı bir hayat. Aşığı olduğu o kutlu elçinin dünyaya veda ettiği yaşta; ondan daha uzun yeryüzüne ayak basmanın manasız olduğunu hissedercesine veda ediyor. Başka bir deyişle; “İstiklal Marşının şairi ve İstiklal madalyasının sahibi Akif, yine bir aralık günü, İstiklal Caddesinde, Mısır Apartmanında “Hakka layık” bir yürüyüşle 63 yaşında Hakkın rahmetine kavuştu. Geride maddi olarak pek bir şey bırakmadı. Terikesi “hiç” denecek kadar azdı. Giydiği bir kaç elbise, bir mavzer tüfeği, Meclis üyesi iken aldığı İstiklâl Madalyası, bir kaç lira ve –verdiği sözü ona bakarak tuttuğu, Yenicami ayarı- bir saat. Odasında kanepe, seccade, nalın, divit vs. Hepsi bu. Ancak milletine bıraktığı miras, milleti için kıyamete kadar yetecek bir ses ve söz hazinesi. Her zaman “celâdet” sahibi bir şairdi. Mithat Cemal’in dediği gibi; “Bazı dostları onu gizlice sevdi, çünkü onu sevmek bir “cesaret” işiydi! * Gazikent Üniversitesi’nin “Mehmet Akif Ersoy’u Anmak mı, Anlamak mı?” konulu kompozisyon yarışmasında ikincilik ödülü almıştır.

BİYOGRAFİ TOHUM

49


Doç. Dr. Sâfi ARPAGUŞ Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilimdalı Öğretim Üyesi

Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve Tasavvufî Düşüncesi

Kıssa ve menkıbelerle geçmiş toplumların olumlu ve olumsuz yönlerini ortaya koyarak insanların hisse almasını sağlamakta, bu sayede onlara hata ve kusurlarını düzeltme ve kontrol etme imkânı sunmaktadır. Anlaşılması güç ve soyut kavramları, temsîlî anlatımlarla somutlaştırmakta, zor gibi görünen birçok konuyu hikâye anlatımı yoluyla anlaşılır ve kolayca hatırda tutulur hâle getirmektedir. 50

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Mevlânâ Celâleddin Rûmî, 13. yy’da yaşamış, düşünce ve eserleri ile yedi asırdır insanlığa rehberlik eden, günümüze kadar eserleri, düşünce ve anlayışıyla yaşamaya devam eden bir mutasavvıftır. Günümüzde Doğu’dan Batı’ya bütün dünyada ilim ve fikir çevreleri dikkatle üzerinde durmaktadır. İslâm’ın evrensel dinamizmini en iyi şekilde anlayıp, yorumlayan ve insanlığa anlatan evrensel bir kimlik ve kişiliktir. Ancak öncelikli mesele onun kimliği ve aidiyeti meselesidir. Bu noktada öncelikle kendisinin de ifade ettiği üzere Mevlânâ’nın referanslarının gerek kimlik ve gerekse kişilik itibarıyla dînî ve tasavvufî olduğunu söylemek gerekir.

rını düzeltme ve kontrol etme imkânı sunmaktadır. Anlaşılması güç ve soyut kavramları, temsîlî anlatımlarla somutlaştırmakta, zor gibi görünen birçok konuyu hikâye anlatımı yoluyla anlaşılır ve kolayca hatırda tutulur hâle getirmektedir. Edebî ve bedîî zevk sâhipleri için dînî ve tasavvufî hakîkatleri şiir kalıpları içerisinde sunmakta, bazen son derece sade ve basit dizeler ortaya koymakta, bazen de coşkulu, en girift edebî sanatları ustalıkla kullandığı şaheser beyitler terennüm edebilmektedir.

“Ben yaşadıkça Kur’ân’ın bendesiyim, Hz. Muhammed Mustafâ’nın yolunun tozuyum. Biri benden bundan başkasını naklederse, Ondan da, o sözden de şikâyetçiyim!”

“Ey Hz. Süleyman’a ait kuşdili, gel! Hangi kuşun sesi gelirse ona göre nağmeler söyle! Allah, sesini kuşlara göndermiştir. Her kuşun nağmesini sana öğretmiştir.

Mevlânâ, her şeyden önce Kur’ân-ı Kerîm ve hadislere son derece vâkıftır. Kur’ân-ı Kerîm’e getirmiş olduğu yorum, tefsir ve îzahlar, tasavvufî düşüncede işârî tefsir anlayışı içerisinde mütâlaa edilebilir. Eserlerinde, şiirlerinde ve vaazlarında hadislerden oldukça fazla istifade edildiği görülmektedir. Vaaz ve nasihatlerinde aşırı dikkatli, kullandığı ifade ve muhataplar konusunda seçici, olumlu, sevdirici, müjdeleyici bir tavır sezmek mümkündür. Kıssa ve menkıbelerle geçmiş toplumların olumlu ve olumsuz yönlerini ortaya koyarak insanların hisse almasını sağlamakta, bu sayede onlara hata ve kusurla-

-Cebrî olan kuşa cebir dilinden söyle...

Mevlânâ’nın fert ve toplum hayatı ve toplumsal barış için şu sözleri de oldukça önemlidir:

-Kanadı kırılmış olana sabırdan bahset! -Sabreden kuşu hoş gör, bağışla... -Ankâ’ya Kafdağı’nın vasıflarını oku! -Güvercine doğandan korunmasını, sakınmasını hatırlat... -Doğana hilmi, yumuşaklığı anlat, can yakmadan çekinmesini söyle!

DÜŞÜNCE ATLASI TOHUM

51


-Çâresiz kalan, nurdan mahrum olan yarasayı nûra eş et, nûra âşinâ kıl! -Kavgacı yaratılışa sâhip kekliğe sulh öğret...

Semâ Allah’ın; “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların; “Evet; rabbimizsin!” deyişlerinin sesini duymak, kendinden geçmek, rabbine kavuşmaktır!

-Horozlara sabah çağının alâmetlerini göster...

“Semâ‘ın ne olduğunu biliyor musun?

-Hüdhüdden karakuşa kadar bütün kuşlara böylece yol göster...”

Dostun hallerini görmek; lâhût âleminin, görünmez âlemin perdelerinden Hakk’ın sırlarını duymaktır.

Mevlânâ ve Mevlevîlik denilince akla gelen bir başka konu insan psikolojisi ve toplum hayatı üzerindeki tesiri mâlum olan mûsikî ve semâ‘dır. Mevlânâ, iç âleminin enginliklerinden aldığı ilhamla, vecd ve istiğrak hislerini, neyin dilinden söylerken mânâ âleminin iştiyâk ve tezâhürleri ile semâ ederek raks ve mûsikîyi bir araya getirmiştir. Ney Mevlânâ’nın mûsikî ve semâ düşüncesinin merkezinde yer alan bir mûsikî enstrümanıdır. Sesi, insan üzerindeki etkisi, kendisine yüklenilen mânâlar ve Mevlânâ’nın anlatmak istediği birçok şeyi onun ağzından dile getirdiği bir vâsıta konumundadır. Mevlânâ sık sık semâ‘a methiyeler söylemiştir. Her mısraının başında “Semâ‘ nedir biliyor musun?” sorusunu sürekli tekrarladığı ve bu soruya cevaplar aradığı şu gazeli bir anlamda onun semâ hakkındaki temel düşüncelerini de ortaya koymaktadır: “Semâ‘ın ne olduğunu biliyor musun?

52

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

“Semâ‘ın ne olduğunu biliyor musun? Kendindeki varlıktan geçmek, mutlak yoklukta zevâlsiz, devamlı varlık tadını tatmaktır! “Semâ‘ın ne olduğunu biliyor musun? Dostun aşk çarpıntıları önünde, başını top gibi yapıp başsız ayaksız dosta doğru koşmaktır. “Semâ‘ın ne olduğunu biliyor musun? Nefs-i emmâreyle harp etmek, yarı kesilmiş kuş gibi toprak ve kan içinde çırpınıp durmaktır. “Semâ‘ın ne olduğunu biliyor musun? Hz. Yâ‘kub’un derdini ve devâsını bilmek, Yûsuf’a kavuşma kokusunu, Yûsuf’un gömleğinden koklamaktır.


“Her gün bir yerden göçmek, her gün bir konağı bırakmak; akarsu gibi donmamak ne hoş! Dün geçti, düne âit söz de dün gibi geçti-gitti; bugün yeni bir söz söylemek gerek!”

“Semâ‘ın ne olduğunu biliyor musun?

Bağ, gül, bülbül, semâ hep birer bahânedir,

Hz. Mûsâ’nın âsâsı gibi, her an Firavun’un sihirlerini yutmak, yok etmektir!

Bunların hepsinden de maksat hep O’dur!

“Semâ‘ın ne olduğunu biliyor musun? “Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki, o vakitte ne Allah’a yakın bir melek, ne de bir peygamber aramıza giremez” hadîs-i şerifinde buyurulduğu gibi semâ, bir sırdır. İşte meleğin bile sığmadığı o yere, vasıtasız varmaktır! “Semâ‘ın ne olduğunu biliyor musun? Semâ, Tebrizli Şems gibi gönül gözlerini açmak, kutsal nurlar görmektir!” Bu noktada şunu da söylemek mümkündür ki, Mevlânâ düşüncesinin temelini oluşturan aşk semâ‘ın da yegâne kaynağı ve sebebidir. Onun bu derece semâ‘a düşkün oluşunun sebebi de aşktır. Çünkü, “Aşk; semâ‘ı artırır!” Ve semâ’ın nihâî amacını ifâde ettiği bir rübâîsi şöyledir: “Her nereye başımı koysam, secde edilecek ancak O’dur! Altı cihette ve altı cihetten dışarıda da ma’bûd ancak O’dur!

Şu asla unutulmamalıdır ki, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, her şeyden önce müslüman bir mutasavvıftır. Şâir, edîp, mûsikîşinas müderris gibi vasıfları da bu iki temel vasfı tâkip etmektedir. İslâm’ın insanlığa sunmuş olduğu bir değer, insanlık ve tefekkür dünyasının yetiştirmiş olduğu istisnâ bir kâbiliyettir. İnsanın hem geçici olan bu âlemde hem de ebedî âlemdeki mutluluğunu hedef almıştır. Bütün çaba ve gayreti, her nefesi bu ulvî gâyeyi gerçekleştirmeye yönelik hizmetlerle geçmiştir. Aşktan doğmuş, aşkı tüm âleme yaymak için çalışmış ve aşk ile ebediyete ermiş bir Allah dostu ve aşk evlâdıdır. Sekiz asırdır eser ve düşünceleri ile inanç ve kültür dünyamızda yaşayan Mevlânâ aradaki bunca zamana rağmen her an hayatımıza ve yaşantımıza rehberlik etmektedir. Ve bugün bu rehberlik, dinler ve kültürler arasında bir köprü olarak evrensel bir boyut kazanmaktadır. “Her gün bir yerden göçmek, her gün bir konağı bırakmak; akarsu gibi donmamak ne hoş! Dün geçti, düne âit söz de dün gibi geçti-gitti; bugün yeni bir söz söylemek gerek!”

DÜŞÜNCE ATLASI TOHUM

53


İzzet ŞAHİN Uluslararası İlişkiler Koordinatörü / İHH İnsani Yardım Vakfı

Batı Afrika’nın ikinci büyük ülkesi

Mali Mali, 1.240 km2 yüzölçümü ile Batı Afrika’nın ikinci büyük ülkesidir. Resmi adı Mali Cumhuriyeti, başkenti Bamako’dur. Diğer önemli şehirleri, Segu, Mopti, Sikasso, Kayes, Gao, San, Timbuktu’dur. Ülke 8 eyalet ve 46 şehirden oluşmaktadır. Mali, kuzeyde Cezayir, doğuda Nijer, güneyde Fildişi Sahilleri ve Burkina Faso, güneybatıda Gine ve son olarak da batıda Moritanya ile komşudur.

54

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Kuzeyde Sahra Çölü ile kaplı olup bu bölgede çok az nüfusa sahiptir. Çoğunluk güneyde Nijer ve Senegal nehirleri kıyısında yaşamaktadır. Mali çok sayıda etnik gruptan müteşekkil bir ülkedir. En etkin etnik gruplar arasında şunları saymak mümkündür: Bambaralar, Dyulalar, Mandinkalar, Fulaniler, Tuaregler, Songaylar, Soninkeler, Senufolar, Moorlar, Dagonlar, Bobolar, Araplar.


1312 ile 1337 yılları arasında hüküm süren Mansa Musa (Sultan Musa) efsane liderlerden birisidir. Onlarca deve yükü altınla hacca giden Mansa Musa dönüşte bin tane âlimi Mali’ye getirmiş ve ülkesini kültür ve ilmin merkezi yapmıştır. Resmi dil olan Fransızcanın dışında yetmiş civarında mahalli dil konuşulmaktadır. İslami okullarda eğitim Arapça dilinde verilmektedir. Eğitimli insanlar genellikle üç dili (Fransızca, mahalli dil ve Arapça) konuşabilmektedir. Mali’nin resmi dini İslam’dır. Halkın %90’ı Müslüman, %1’i Hristiyan ve %9’u da mahalli dinlere mensuptur. Diğer Afrika ülkelerine kıyasla Mali’de davet yapan misyoner sayısının daha az olmasındaki en etkin sebepler, köklü bir İslam medeniyetine sahip olmaları, Müslüman oranının yüksek olması ve şuurlu olmaları sayılabilir. Maliki mezhebinin tatbik edildiği ülkede son 4050 yıldır Suudi Arabistan üniversitelerinden mezun olan öğrencilerin aktif çalışmaları ve bu ülkenin mali destekleriyle selefi hareketi din işleri, din eğitimi ve cami idarelerinde büyük bir güce ulaşmıştır. İki mezheb arasındaki çatışmalar bazı yıllarda iç savaş noktasına kadar varmıştır. 2001 yılında kurulan ve bütün mezheb ve cemaatleri bünyesinde toplayan Din İşleri Yüksek Kurulu Müslümanlar arasında birliği sağlamıştır. Bu kurum devletin dini işlerde itibar ettiği Diyanet İşleri Başkanlığı mukabili

bir kurum durumundadır. Mali’de Fransa rejimi uygulanmaktadır. Devletin en üst yetkilisi devlet başkanıdır. Yasama yetkisi 116 üyeli parlamentonun elindedir. 1960’da Fransa’dan bağımsızlığını alan ülkede, 32 yıl kadar tek parti dönemi yaşanmıştır. 1992’de çok partili döneme geçilmiştir. Şu anda da hâkim olan Mali Demokrasi İttifakı en güçlü partidir. Mali, BM, İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü), Afrika Birliği Örgütü, Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu, Afrika Antiller ve Pasifik Sözleşmesi, IMF (Uluslararası Para Fonu), İslam Kalkınma Bankası gibi uluslararası örgütlere üyedir. Mali on asırdır İslam medeniyetinin önemli merkezlerinden birisi olmuştur. Kuzey Afrika’dan gelen Müslüman tacirler, zaten İslam’a yakın âdetleri olan Mali halkının gönüllerini fethetmişlerdir. 1312 ile 1337 yılları arasında hüküm süren Mansa Musa (Sultan Musa) efsane liderlerden birisidir. Onlarca deve yükü altınla hacca giden Mansa Musa dönüşte bin tane âlimi Mali’ye getirmiş ve ülkesini kültür ve ilmin merkezi yapmıştır.

PANORAMA TOHUM

55


Ülkede Türkiye’nin benzeri bir eğitim sistemi mevcuttur. İlköğretim öncesi eğitim yok denilecek kadar azdır. Devlet okullarının yanısıra çoğu İmam Hatip Lisesi dengi olan çok sayıda özel okul bulunmaktadır. Bu okullarda devlet müfredatı Fransızca, İslam ilimleri de Arapça dillerinde verilmektedir. 1890’dan 1960’a kadar Fransa’nın işgalinde yaşıyan Mali halkı hiçbir zaman Fransız kültürünü benimsememiştir. Resmi dilin Fransızca olmasının dışında Fransa’nın izlerine pek raslanmamaktadır. Halk kendi arasında mahalli dillerde konuşmakta, milli değerlerinden taviz vermemektedir. Son yıllarda bütün ülkelerde büyük konsolosluk binaları inşa ederek Batı Afrika’da kontrolü eline geçirmek isteyen ABD son yıllarda kaybettiği imajını düzeltmek için özel gayret sarfetmektedir. Afrika’nın en fakir ülkelerinden birisi olan Mali’nin bu durumu sağlık, eğitim gibi bütün sosyal alanlarda kendini hissettirmektedir. Dünya resmi ve gayri resmi yardım organizasyonlarının yardımları ihtiyaçları karşılayacak oranda değildir. Ekonomisi tarım, balıkçılık, hayvancılık ve son yıllarda biri G.Afrikalı diğeri yerli bir şirket tarafından işlenen altına dayanmaktadır. Toprakların ancak %2’si tarıma elverişlidir. Denize sınırı olmamasına rağmen sahip olduğu çok sayıdaki nehirler sayesinde balıkçılık gelişmiştir. Sanayi gelişmemiştir. Ticaretinin çoğunu Fransa ve Afrika ülkeleri ile yapmaktadır. İhraç ettiği malların başında pamuk ve

56

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

tekstil ürünleri gelmektedir. Ülkede Türkiye’nin benzeri bir eğitim sistemi mevcuttur. İlköğretim öncesi eğitim yok denilecek kadar azdır. Devlet okullarının yanısıra çoğu İmam Hatip Lisesi dengi olan çok sayıda özel okul bulunmaktadır. Bu okullarda devlet müfredatı Fransızca, İslam ilimleri de Arapça dillerinde verilmektedir. Ülkede sadece bir üniversite (Mali Üniversitesi) bulunmaktadır. O da ihtiyaca cevap verecek durumda olmadığı için öğrencilerin çoğu yurtdışında okumak zorunda kalmıştır. Bu yıl tamamlanması beklenen BAE’nin merhum kralı Şeyh Zaid’in yaptırdığı Şeyh Zaid Fakültesi, İHL mezunlarının okuyacağı, 4 bölümden oluşan bir fakülte olacaktır. Böylece ilk defa üniversite bazında İslam ilimleri Mali’de verilmiş olacak. Aynı fakültede hukuk, iktisat, işletme ve bilim teknik dallarında da eğitim verilecektir. Ülkede çoğunluğu Avrupa ve Ortadoğu kökenli 200’e yakın Sivil Toplum Örgütü bulunmaktadır. Osmanlı ve Türklere bağlılıklarını her fırsatta belirten Mali halkının Türkiye’den başta eğitim, sağlık ve sosyal alanlarda olmak üzere çok beklentileri bulunmaktadır.



Zümrüt SÖNMEZ zumrutsonmez@gmail.com

Türkmenistan İzlenimlerim Üniversitelerde cumartesi günleri dahi öğrenim devam ediyor. Cuma günleri Cuma namazı vaktinde ders olmaması ve Cuma namazlarında kadınlara da yer ayrılması ise aklımdan çıkmayan bir başka ayrıntı. Ben de bu sayede ilk Cuma namazımı Türkiye’nin Türkmenistan’a hediyesi olduğunu öğrendiğim Ertuğrul Gazi Camii’nde kılıyorum.

58

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Aşkabat’taki Türk Camisi

İlk Türkmen arkadaşım Roza’yla Londra’da tanışmıştık. Bir gün annesiyle telefon konuşmasına rast gelmiş, asıl dilinin Türkçe’ye ne kadar benzediğini fark etmiştim. Ona şaşkınlıkla “Siz de Türkçe konuşuyorsunuz” dediğimde “Hayır biz Türkmence konuşuyoruz” diye karşılık vermişti. Kendisine dini konularda yardımcı olmamı İngilizce istiyordu. Ona namaz kılmayı İngilizce tarif ettim. Telefon konuşmasını neredeyse anladığım, teneffüslerde cep telefonundan Türk dizilerini dublajsız-altyazısız izleyen arkadaşımla köklerden bir yerlerden akrabaydık da yüzyıllardır görüşmüyorduk sanki. Türkmen diyarının, bir süredir Doğu’dan Batı’ya dünyanın geri kalanına fazlasıyla açık olan ilgim ve öğrenme isteğimin bir hayli dışında olduğunu en çok o zaman fark ettim. Aynı yıl içerisinde sürpriz bir şekilde yolum Türkmenistan’a düştü. 1-2 Aralık tarihlerinde Türkmenistan İlimler Akademisinin düzenlediği Uluslararası Şah-ı Nakşıbend ve Sufi Edebiyatı Sempozyumu için gittiğim başkent Aşkabat’ta dolu dolu 3 gün geçirdim.

Aşkabat Türkiye ile arasındaki 3 saatlik fark nedeniyle şehre yerel saate göre sabah 5 sularında indim. Hava soğuk ama çok tazeydi, yağmur çiseliyordu. Yağmur yağınca güzel kokan şehirlerden biri Aşkabat. Çok sessiz, sakin ve temiz. Sadece sabahın o saatinde değil, günün her vakti yollar bomboş, trafik yok. Cumartesi günü gittiğimiz, şehrin en büyük çarşısında dahi rahatsız edici bir kalabalıkla karşılaşmıyoruz. Şehrin iki yüzü var. Birisi cepheleri beyaz mermerlerle kaplı yeni şehir. Diğeri ise sıradan, betonarme küçük yapıların olduğu eski şehir. Ülkenin ilk devlet başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın tamamen mermerle kaplı yepyeni bir şehir kurma hayali büyük ölçüde gerçekleşmiş görünüyor. Yeni şehir tam bir masal diyarı görünümünde. Geniş bir ana caddenin iki yanında büyük, beyaz mermer kaplı, altın süslemeli binalar yer alıyor. Birbiri ardına sıralanmış bakanlık binaları, biraz ileride devlet başkanı-

GEZİ TOHUM

59


Nusay (Nisa) Antik Kenti

nın sarayı… Sonra parkları süsleyen büyük sütunlar, Türkmen kültürünün köşe taşı karakterlerinin heykelleri, şimdiki devlet başkanının çeşitli şekil ve ebatlarda yapılmış statüleri… Zengin ve güçlü bir şehirle karşı karşıya olduğunuzu hissediyorsunuz. Ne yazık ki tüm bunları rahat rahat fotoğraflayabilmek mümkün değil. Devlete ait binaların fotoğraflarını çekmek yasak mesela. Dışarıda fotoğraf makinenizi elinize her aldığınızda görevliye bile gerek kalmadan vatandaşlardan biri tarafından derhal uyarılıyorsunuz. Sadece statülerin, heykellerin fotoğrafını çekmek serbest. Koskoca ana yolları kadınlar temizliyor. Geleneksel kıyafetleri olan işlemeli uzun kadife elbiseleri, başlarında tülbentleriyle kadın temizlik görevlileri çalışıyor şehrin her tarafında. Sempozyum dolayısıyla ziyaret ettiğim üniversitelerde de hem akademik kadrolarda hem de öğrenci olarak kadınların sayıca çokluğunu görmek sevindiriyor beni. Ülkede genel olarak eğitime çok önem veriliyor, okuma-yazma oranı oldukça yüksek. Üniversitelerde cumartesi günleri dahi öğrenim devam ediyor. Cuma günleri Cuma namazı vaktinde ders olmaması ve Cuma namazlarında kadınlara da yer ayrılması ise aklımdan çıkmayan bir başka ayrıntı. Ben de bu sayede ilk Cuma namazımı Türkiye’nin Türkmenistan’a hediyesi olduğunu öğrendiğim Ertuğrul Gazi Camii’nde kılıyorum. Dinlediğim ilk Cuma hutbesi Türkmence oluyor.

Dil Bilmecesi Aşkabat’ta Saparmurat Türkmenbaşı Havaalanı’na ilk indiğimde görevlilerin konuştuğu dili neredeyse

60

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

hiç anlamıyorum. Türkmenler ise Türkiye Türkçesini rahatlıkla anlıyor. Sonunda birkaç kez tekrar ettiklerinde bazı kelimeleri seçebildiğimi, böylece söylenenlere yuvarlak anlamlar verebildiğimi fark ediyorum. Misafirliğimin 3.gününde ise artık daha iyi anlaşmaya başlıyor, hatta gruptaki Batılı katılımcılarla Türkmenler arasında tercümanlık bile yapıyorum. Bu küçük dil deneyimi sonrasında Türkmenceyi tam anlamıyla öğrenmeye niyetlendiğimi söyleyebilirim. Türkmence Ural Altay dil grubunun Altay kolunu oluşturan Batı Türkçesinin bir versiyonu. Kendine ait bir yazı diline de sahip. Türkçe bilen biri için genel olarak anlaşılmaz değil. Mesela şehirde gezerken uyarı ve yönlendirme levhalarını rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. İngilizce bilme oranının hayli düşük olduğu ülkede Türkmence ya da halkın Sovyetler Birliği hükmü altında yaşadığı dönemden kalma ikinci dil Rusçayı bilmeyenler için iletişim daha çok işaret diline emanet. Ancak havaalanındaki görevlilerin büyük çoğunluğu askerlerden oluştuğundan, işaret dili konusunda pek esnek seçeneklere sahip olmadığınızı hatırlatayım. Yol kenarındaki herhangi bir park ta dahil şehrin neredeyse her alanında bu askerlere rastlıyor, zaman zaman sınırları belirsiz bir kışlada olduğunuz hissine kapılabiliyorsunuz. Havaalanında dikkatimi çeken bir değer ayrıntı ise duvarlarda devlet başkanı Gurbanguli Berdimuhammedov’un dev boyutlarda resimlerinin asılı olmasıydı. Kamuya ait olsun olmasın, aklınıza gelebilecek tüm yaşam alanlarında duvarlar Berdimuhammedov’un resimleriyle süslü.


Nusay (Nisa) Antik Kenti

Halkın yüzde 85’inin Müslüman olduğu Türkmenistan’da aslında çok güçlü bir tasavvufî gelenek var. Ülkedeki tasavvufî tarikatların başında Yesevî, Kübrevî ve Nakşibendî geliyor. Ancak gerek İslami grupların gerekse muhalefetin sesi yeterince yüksek çıkamıyor. Ülkenin genel olarak dışa kapalı bir yapısı olduğunu hissediyorsunuz çok geçmeden. Buna Arap ülkelerinden aşina olduğum için başlarda çok yadırgamadım ama sonra bu benzerliğin birbirinden çok farklı siyasi ve sosyal tecrübelerden geçmiş iki diyar için aynı anda nasıl geçerli olduğunu düşünüp hayret ettim. Üstelik bu sadece misafirliğim boyunca karşılaştığım hamasetin küçük bir parçasıydı. Ülkeye giriş için ya vizenizin ya da resmi davetiyenizin olması gerekiyor. Davetiyem olduğu için havaalanındaki işlemler kolaylıkla yapılıyor, ancak alan içerisinde çok sayıda kontrol noktası bulunuyor. Bu durumun asıl dönüş sırasında sıkıntı yarattığını söylemeliyim.

Akrabayız ama… Bilindiği gibi bizim Türkî Cumhuriyetler dediğimiz Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Orta Asya’ya 19 yy’ın sonlarında bü-

tünüyle hâkim olan Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasının ardından bağımsız birer Cumhuriyet olmuştu. Sovyet rejiminden Cumhuriyet’e geçen bu ülkelerde Rusya izleri hala tam olarak silinmiş değil. Rusça eğitimde ve sosyal hayatta hala kullanılan bir dil. Bunun yanında tören uygulamalarında da Rus adetlerinin etkisi sürüyor. Sempozyum programının ardından verilen resmi protokol yemeğinde votka ikram edilmesi, yemeklerde domuz eti ve domuz yağı bulundurma noktasında hassasiyet gösterilmemesi benim karşılaştığım birkaç ayrıntı. Sosyalist Partinin iktidar olması, Rusya’nın özellikle ekonomik açıdan bölgeye baskısının sürmesi gibi nedenler durumu biraz açıklıyor. Türkî Cumhuriyetlerin hepsinin -Kazakistan ve Türkmenistan ile daha iyi durumda olsa da- genel olarak Türkiye ile ilişkilerinin hassas oluşu da aynı etkenlerin sonucu. Gitmeden önce bu topraklara dair cahilliğimden kendimi sorumlu tutarken içerideki politik yapının bu toprakları bizler için sır olarak korumaya devam edeceğine ikna oluyorum. Halkın yüzde 85’inin Müslüman olduğu Türkmenistan’da aslında çok güçlü bir tasavvufî gelenek var. Ülkedeki tasavvufî tarikatların başında Yesevî, Kübrevî ve Nakşibendî geliyor. Ancak gerek İslami grupların gerekse muhalefetin sesi yeterince yüksek çıkamıyor. Ülkenin genel olarak dışa kapalı bir yapısı olduğunu hissediyorsunuz çok geçmeden. Basın-yayın organları üzerinde de devletin tam hakimiyeti söz konusu. Sosyal medya erişime kapalı. Siyaset konuşulmuyor. Haber ve eğlence programları dışında Türkmen halkının TV tercihi Türk kanalları ve tabii ki diziler.

GEZİ TOHUM

61


Ahmet BOLAT ahmetbolat@onder.org.tr

Nuh’un Gemisinin İzinde

Hud Suresi’nden hareketle, halk geminin Cudi’de olduğuna inanıyor.

Gemi Cudi’ye oturdu, haksızlık yapan millet Allah’ın rahmetinden uzak olsun denildi. Sükûnun, barışın, yaşamın müjdesi olarak, Nuh Peygamberin bıraktığı güvercin ağzında zeytin dalıyla gemiye dönmüştü... Şırnak’ın Cizre ilçesi; Dicle ve Fırat arasında ki bereketli topraklarda, Botan olarak adlandırılan bölgede kurulmuş tarihi kadim bir şehir. Nuh’un gemisinin peşinden geldiğimiz; medeniyetler beşiği, sevdalılar şehri Cizre’de; kime sorsanız, kuvvetli bir inançla Nuh babanın gemisinin Cudi dağına demirlediğini söyler. Araştırmacı - yazar kimliğiyle tanınan Cizre tarihi, kültürü, folkloruyla ilgili çalışmalar yapmış ve halen yapmaya da devam eden emekli öğretmen Abdullah Yaşin ile Nuh’un gemisinin Ağrı Dağı’nda mı yoksa Cudi’de mi olduğunu konuştuk.

Nuh’un gemisinin “zift”i! “Neye dayanarak burada olduğunu idda ediyorsunuz?” sorumuza karşılık, Kur’an-ı Kerim’i

62

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

referans göstererek, Cudi dağında kalıntıların olduğunu iddia eden Yaşin: “Temmuz 1983’te Nuh’un gemisiyle ilgili bilimsel araştırma yapmak için Cudi Dağına çıkan en son grubun içinde ben de vardım. Cudi’de gemiye ait olduğunu tahmin ettiğimiz zift parçalarına rastladım. Hatta bir parçasını araştırma grubunda bulunan Amerikalı bir araştırmacı götürdü. Sonra, burada tam olarak ne zaman yapıldığı belli olmayan bir ibadethanenin kalıntıları var. Zannedersem tufandan sonra geminin izleri kaybolmasın diye yapılmıştır ve geminin olduğu yerden sorumlu bir bakıcı vardı o kontrol ederdi oraları. Onun dışında her yıl Temmuz ayının ikinci ve üçüncü haftasında Cizre’den, cümle Botan’dan ve çevre şehirlerden halk, Nuh Peygamberi anmak için Cudi’ye çıkar ve Yaradana şükranlarını sunarlardı. Kurbanlar kesilir, şenlikler düzenlenirdi. Ancak son otuz yıldır yaşanan olaylardan dolayı Cudi’ye çıkmak yasak.”


Binlerce yıllık tarihin yanında, 12. yüzyılda yaşamış Robotik bilimin babası olarak kabul edilen büyük bilim adamı İsmail El Cezeri de buralıdır.

Cizre’de bulunan Nuh (as) Ziyaretgâhına cevre illerin yanında, sınır ülkelerden de birçok ziyaretçi gelip dualar ediyor.

FOTO-RÖPORTAJ TOHUM

63


Askeriyenin gözetleme kulelerinin bulunduğu Bırca Belek burçları

Her Taşından Tarih Fışkırıyor Cizre’nin sahip olduğu kültürel zenginlikler Nuh’un gemisinin yanı sıra; M.Ö. 4 bin’li yıllarda Guti’ler tarafından inşa edilmiş olan Bırca Belek kalesinin ve Nuh’un gemisi şeklinde yapıldığı iddia edilen surların kalıntılarını görmek mümkün. 1690’da Ahmede Xani tarafından kaleme alınmış destan Mem-u Zin’in aşk hikayeleri herkesin dilinde. İçinde bir saray, zindan ve surların bulunduğu Kürtlerin tarihinde büyük öneme sahip olan; Bırca Belek kalesi Hamidiye Alaylarının gelip yerleşmesinden beri askeriye tarafından kullanılmış. Birkaç ay önce asker boşaltınca 165 yıllık hasret son bulmuş. Bir buçuk asırdır sivillere yasak olan bu tarihi mekanlar oldukça da tahribat görmüş. Kabaca onarılıp, estetik yapısı ve tarihi önemi göz ardı edilerek, yemekhane, gazino vb. zevksiz binalar haline dönüştürülmüş. Eserlerin değerleri gözardı edilerek hiçbir koruma önlemi alınmamış. Askerin boşaltmasıyla ilçe özel idaresi ve belediye koruma altına almış. Şimdilerde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restorasyona alınmak için bekliyor. Şüphesiz ki Cizre’nin turizminde bir canlanma yaratacak.

64

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Askeriye tarafından yemekhane olarak kullanılan tarihi sur içi


Gençler işsizlikten şikayetçi

ENDÜLÜS TOHUM

65


66

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Ahmede Hani’nin kaleme aldığı destanlaşan aşk öyküsünün kahramanlarının yattığı Mem u Zin Türbesi.

Bölge halkı geçiminin büyük kısmını sınır ticaretinde sağlıyor. Habur’dan geçiş yapan kamyon ve TIR’lar da bölge halkı için geçim kaynağı oluşturuyor. FOTO-RÖPORTAJ TOHUM

67


Op. Dr. Fahrettin ÖZKAN Bayrampaşa Devlet Hastanesi Başhekimi

Organ Nakli ve Organ Bağışı Bu konu üzerinde, ülkemizde ve tüm dünyada titizlikle durulmakta ve yaşama imkanı olmayan hastaların sağlam organlarıyla bir başkasına hayat vererek, adeta, ölen kişinin bir başkasının vücudunda yeniden yaşaması kalanlarına da büyük bir onur vermektedir.

Organ bağışı, organ yetersizliği olan kişilere, sağlıklı bağışçıların kendileri tarafından veya beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların yakınları tarafından bağışlanan organların naklidir. Organ nakillerine ilk olarak 1960’lı yıllarda karaciğer ve böbrek nakilleri ile başlanmıştır. Transplantasyonda tıbbi etik sempozyumu ilk olarak 1966 yılında Londra’da yapılmış ve yoğun tartışmalara neden olmuştur. Zaman geçtikçe nakillerin de hızla artması ile toplumun bu konuda bilinçlenmesi, genel ve dini etik aynı oranda bir paralellik göstererek; nakillerin çeşitlerinde ve sayılarının artmasında etkili olmuştur. Bu konu üzerinde, ülkemizde ve tüm dünyada titizlikle durulmakta ve yaşama imkânı olmayan hastaların sağlam organlarıyla bir başkasına hayat vererek, adeta, ölen kişinin bir başkasının vücudunda yeniden yaşaması kalanlarına da büyük bir onur vermektedir. Ayrıca bu konuda; Diyanet İşleri Başkanlığımızca yapılan açıklamada da, organ bağışı ve naklinin dini yönden hiçbir mahzuru olmadığı belirtilerek, hatta bu durumun oldukça hayırlı bir iş olduğu da belirtilmiştir.

68

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Beyin, tüm organların birbirleriyle uyum içinde çalışmasını sağlar. Beyin ölümü, beyin ve beyin sapının fonksiyonlarının geri dönüşümsüz olarak kaybolmasıdır. Bu nedenle beyin ölümü gerçekleştiğinde kişi tıbben ölü kabul edilir. 72 saat içinde organ bağışında bulunulmazsa hasta destek cihazlarından ayrılır. Dünyanın her yerinde hukuki uygulama böyledir. Bitkisel hayatta beyinin tüm üst merkezleri harap olduğundan, beyin ölünce öncelikle konuşma ve istemli kas hareketleri işlevlerini yapamaz. Ancak hasta tıbbi olarak hayattadır. Bu hastalar böylece aylarca ya da yıllarca yaşayabilirler. Bitkisel hayattaki insanların organları asla organ naklinde kullanılmaz. Yani beyin ölümü bitkisel hayat değildir.

En Çok Nakli Yapılan Dokular Kalp Kapağı - Kornea - Kemik - Kemik İliği - Deri

En Çok Nakli Yapılan Organlar Böbrek - Karaciğer - Kalp ve Akciğer - Barsak Pankreas


Organ Bağışı Üç Türlü Yapılır: 1) Canlıdan Organ Bağışı: Kişinin vücutta iki tane olan organlarından birini (böbrek) ya da bir organın yarısını (karaciger), 1. derece akrabalarından birine bağışlamasıdır. 2) Beyin Ölümü Gerçekleşen Kişiden Organ Bağışı: Kişiler organlarının bağışlanması için organ bağış kartı doldurmuşlarsa, 1. Derece yakınlarının da onayı alınarak beyin ölümü gelişen trafik kazası veya beyin kanaması gibi ani gelişen ve yoğun bakım gerektiren hastalarda kalp durmadan önce organların alınarak, başka hayatlara can verilmesidir. 3) Ölüden Organ Bağışı: Gözün kornea tabakası gibi kan ile beslenmeyen organlar hasta öldükten sonra da hasta yakınlarının rızası ile alınabilir.

Organ Bağışı İçin Başvurulması Gereken Yerler

Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Organ Nakli Merkezi törenle hizmete girdi. Törende bir konuşma yapan İstanbul İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. İhsan Dokucu, Türkiye’deki organ bağışı sayısının çok düşük olduğuna dikkat çekerek şöyle konuştu:

“Maalesef çok kötü durumdayız.” “Organ nakli sürecinde, Türkiye’nin tamamı dikkate alındığında, herhangi bir sıradan, Amerika’ya ait orta bir şehir büyüklüğündeki bölgenin çıkardığı kadar bağış çıkmıyor. Maalesef çok kötü durumdayız. Türkiye’de 55 bin böbrek nakli adayı hasta bulunuyor. Ancak listelerdeki kayıtlı hasta sayısı 13 bin. Bu sayı karaciğerde 1200, kalpte 260, akciğer ve pankreasta da 86’dır. Ne yazık ki, bu listelerin çok fazla değişmemesinin nedeni bekleme listesindeki hastaların çoğunun vefat etmesidir.

1) İl Sağlık Müdürlükleri 2) Sağlık Grup Başkanlıkları

“İyi bir yapılanma içerisinde değiliz.”

1979 tarih ve 2238 sayılı yasa gereği organ bağışı yapılabilmesi için 18 yaşını doldurmuş olmak ve bu dileği iki tanık huzurunda sözlü olarak yapmak, ayrıca bunun bir hekim tarafından tasdiki yeterli olacaktır. Beyin ölümü sonrasında organ nakli için “Doku ve Organ Bağış Belgesi” yanında 1. derece hasta yakınlarının onayı da mutlaka zorunlu ve gereklidir.

Organ nakli konusunda işin önemli bir kısmını özel hastaneler yürütüyor. Bu kazanç mıdır? Değil midir? Tartışılabilir. Ama bunun vatandaş açısından büyük bir fırsat olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kamu hastanelerine yetişmiş insan gücü ve kapasitesi bakımından bakıldığında, iyi bir yapılanma içerisinde olmadığımızı söyleyebilirim. Marmara bölgesindeki hastane yapılanması Türkiye’deki yapılanmanın hemen hemen yarısını oluşturuyor. Beyin ölümü ve donör sayısı verilerine göre, İstanbul’da 2005 yılında donör sayısı 26, Türkiye’de toplam 174. İstanbul’da beyin ölümü sayısı 44, Türkiye’de ise 229’dur.

Organ Alımı Nasıl Gerçekleştirilir?

“Bu mukaddes bir görevdir.”

3) Tüm hastaneler 4) Organ bağışı ile ilgilenen dernekler

Kimler Bağışta Bulunabilir?

Beyin ölümü kararı 4 uzman hekim (Kardiyoloji, Nöroloji, Beyin Cerrahisi, Anesteziyoloji) tarafından verilir ve buna dair rapor hazırlanır. Yakını yanında olmadan ölmüş birinin cebinden organ bağışı kartı çıksa bile organları bağış olarak alınamaz ve kullanılamaz.

Organ Bekleyenlerin Özlediği Fotoğraf Türkiye’de 55 bin böbrek nakli bekleyen hasta bulunuyor. Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Organ Nakli Merkezinin hizmete girmesi organ bekleyen on binlere umut oldu…

“Bir insana hayat vermek bütün insanlığa hayat vermek gibidir. Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir. Yaptığımız iş son derece büyük ve önemli. Bizler bu görevin sorumluluğunun bilincindeyiz. Bu görevin maddi veya manevi boyutunu düşündüğümüzde, bir insanın sağlığına kavuştuğunu düşünerek hareket edilmelidir. Organ Nakli Merkezi, bu mukaddes hizmetin bir parçasıdır. Hayattan ümidini kesmiş, ölümle pençeleşen insanları tekrar hayata döndürmek onlara tekrar hayat vermek demektir.

SAĞLIK TOHUM

69


Esan GÜL Uzman Psikolog

Çocuklar Neden

Küfürlü Konuşur? Neredeyse her okulda, her sınıfta küfürbazlığı ile tanınan bir çocuk vardır. Bu çocuklar genellikle iletişim kurmada ve grup üyesi olmada yeterince başarılı olamayan çocuklardır.

Küfür, insanlar arasında o kadar yaygın bir hale geldi ki; gündelik yaşamdaki iletişimi tek başına üstlenebilecek güçte neredeyse… Engellemenin yarattığı öfke ve hayal kırıklığının; küfürlerle dışa vurulmasının artık doğal karşılanmaya başlandığı bir dünyada yaşıyoruz. Bununla da kalmıyor; küfrün gençler arasında sevgi, şefkat ve iltifatın dili olarak da epeyce yol aldığına tanık oluyoruz. Böyle bir durumda, çocukların neden küfrettiklerini sormak tuhaf karşılanabilir.

Bazı ailelerden sık sık; “Bizim evde hiç küfür edilmez, bu çocuk nereden öğrendi bilmiyorum...” “Devamlı kötü kelimeler kullanıyor, ne yaparsak yapalım engelleyemiyoruz...” “Okulda arkadaşlarına çok küfür ediyormuş, ne yapacağımızı bilemiyoruz...” gibi şikâyetler alırım. Onlarda bu durum karşısında nasıl davranacaklarını bilemezler. Yaşadıkları tam bir hayal kırıklığıdır aslında… Çünkü kendilerinde olmayan bir tutum ve davranış çocuklarında ortaya çıkmış ve kendilerini rahatsız etmektedir.

Neredeyse her okulda, her sınıfta küfürbazlığı ile tanınan bir çocuk vardır. Bu çocuklar, genellikle iletişim kurmada ve grup üyesi olmada yeterince başarılı olamayan çocuklardır. Yani çok çabuk sinirlenen, kendisini sözel olarak ifade etmekte zorlanan ve zorbalık yapmaya eğilimli çocuklar… Sadece küfrettikleri için bazen, yalnız bırakılan, istenmeyen çocuk olurlar. Biteviye mutsuz ve sorunlu olmaya aday çocuklar…

Özellikle dil gelişiminin en yoğun yaşandığı 4–12 yaş arasında çocuklar zaman zaman “argo” kelimeler veya “çirkin/küfür/kaba” içerikli kelimeler kullanabilirler. 6 yaşından sonra ahlaki gelişim sürecine de giren çocuklara, kullandıkları bu kelimelerin “ahlaki” olmadığı -zor da olsa- anlatılabilir ve çözüm bulunabilir. Peki, 6 yaşından küçük çocuklar küfür içeren kelimeler kullandığında ne yapmalı ve nasıl bir terbiye süreci takip edilmelidir?

70

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Çocuklarda KĂźfrĂźn Nedenleri 1. Dikkat çekmek: BazÄą çocuklar anne-babadan yeterli ilgiyi gĂśremiyorlarsa, dikkat çekmek için kĂźfrederler. 2. SarsÄąlma: BazÄą çocuklar için yetiĹ&#x;kinleri Ĺ&#x;ok etmek, onlarÄą rahatsÄąz etmek eÄ&#x;lenceli olabilir. 3. AÄ&#x;Äązdan kaçĹverme: Ä°nsanlarda engellenme ya da kÄązgÄąnlÄąk hissedildiÄ&#x;inde veya ďŹ ziksel bir gerginlik olduÄ&#x;unda kĂźfĂźr aÄ&#x;Äązdan aniden çĹkabilir. Çok engellenen, yaĹ&#x;ama alanÄą çok daraltÄąlan çocuk, kÄązgÄąnlÄąk olarak kĂźfredebilir. 4. Savunma: BazÄąlarÄą için kĂśtĂź sĂśz sĂśyleme bir savunma davranÄąĹ&#x;ÄądÄąr. KĂźfĂźr etmenin tam anlamÄąyla yasak olduÄ&#x;u çevrede yetiĹ&#x;enler, isyan ederek baÄ&#x;ÄąmsÄązlÄąklarÄąnÄą gĂśstermek isterler. 5. OlgunlaĹ&#x;ma: Bazen de çocuklar yetiĹ&#x;kin olmanÄąn bir sembolĂź olarak kĂśtĂź sĂśz sĂśylerler. 6. AkranlarÄą tarafÄąndan onaylanmasÄą: Kendi arkadaĹ&#x; çevresinde onaylanmak ya da dÄąĹ&#x;lanmamak için kĂźfĂźr edebilir. 7. Çocukça bir zevk: Kßçßk çocuklarda banyo ve ona iliĹ&#x;kin konuĹ&#x;mak, çocuklarda bir tĂźr çocuksu seksĂźel zevk alma durumu ortaya çĹkarmaktadÄąr.

Neler YapÄąlmalÄądÄąr? Â… bPDVL L GSFUNFZJ zĂĄSFOJS &O GB[MB NPEFM BMBSBL ĂśÄ&#x;renir. Çocuk ilgisini çeken, ihtiyaç duyduÄ&#x;u her Ĺ&#x;eyi model alÄąr. Ă–ncelikle ailesi ve okul çevresi ama modern dĂźnyanÄąn bĂźtĂźn unsurlarÄą çocuÄ&#x;a ĂśÄ&#x;retmek için hazÄąrdÄąr. Televizyonu ve bilgisayar oyunu ile hatta Ĺ&#x;arkÄąlarÄą ile‌ Â… 4BEFDF ZFUJĂžLJOMFSJO LzU Tz[ TzZMFNFZF IBLLĂ’ vardÄąr gibi bir dĂźĹ&#x;Ăźnceyi kafalardan silmek gerekir; çßnkĂź bĂśyle bir yaklaĹ&#x;Äąm çocuÄ&#x;unuzu bu haksÄązlÄąk karĹ&#x;ÄąsÄąnda saldÄąrgan olmaya ve kendisini suçlu hissetmeye davet eder. EÄ&#x;er kaba ve kĂźfĂźrlĂź bir konuĹ&#x;ma eÄ&#x;ilimini kendinizde engelleyebiliyorsanÄąz, çocuÄ&#x;unuzda bu kontrolĂź sizi taklit ederek ĂśÄ&#x;renecektir. Â… bPDVĂĄVOV[B PLVZBDBĂĄĂ’OĂ’[ IJLiZFOJO LBISBNBOĂ’nÄą kĂśtĂź sĂśz sĂśyleyen bir çocuk olarak seçin. AnlatacaÄ&#x;ÄąnÄąz hikâyedeki çocuk, kĂśtĂź bir sĂśz sĂśylediÄ&#x;inde, annesinin nasÄąl ĂźzĂźldĂźÄ&#x;ĂźnĂź, etrafÄąnda bu sĂśzden dolayÄą nasÄąl tepkiler oluĹ&#x;tuÄ&#x;unu hikâyelendirin. Ama asla çocuÄ&#x;unuz ile hikâye kahramanÄąnÄą bĂźtĂźnleĹ&#x;tirmeye kalkmayÄąn, “SakÄąn sen de bu çocuk gibi

yapma ha!â€? demeyin. ÇocuÄ&#x;unuz hikâyede geçen mesajÄą zaten alacaktÄąr, merak etmeyin. Â… ,zU Tz[ TzZMFEJĂĄJ [BNBO H MNFNFMJ WF POV Z reklendirmemelisiniz. GĂźlmeniz onun hoĹ&#x;una gidecek ve iyi bir Ĺ&#x;ey yaptÄąÄ&#x;ÄąnÄą dĂźĹ&#x;Ăźnerek buna devam edecektir. Â… bPDVLMBS LzU Tz[D LMFS LVMMBOEĂ’ĂĄĂ’OEB BOOF CBbalar bu duruma pek fazla ĂźzĂźlĂźp Ĺ&#x;aĹ&#x;ÄąrmÄąyorlarsa, çocuklarÄąn bu sĂśzcĂźkleri sĂśylememeleri için bir nedenleri kalmayabilir. Â… #zZMF CJS EVSVNEB DJEEJ CJS JGBEF JMF ĂžVOMBSĂ’ TzZleyebilirsiniz: “Biz bu kelimeyi kullanmayÄąz ve ben de bir daha bunu duymak istemiyorumâ€? ve daha sonra aynÄą kelimeyi sĂśylediÄ&#x;inde duymazdan gelin ve çocuÄ&#x;unuz bu kelimeyi sizin Ăźzerinizde tekrar denerse tepki vermeyin. Â… bPDVLMBSĂ’O EJM HFMJĂžJNJOJ FO TU TFWJZFEF LPOUSPM altÄąnda tutmak istiyorsanÄąz, çocuÄ&#x;unuza Ĺ&#x;iir ezberlettirebilir, tekerleme ĂśÄ&#x;retebilir, kÄąsa sureler ve dualar ezberlettirebilirsiniz. BĂśylece, çocuklarÄąn aktif hafÄązalarÄąndaki kelimeleri -bir Ĺ&#x;iir dizesinin ezberlenmesi anÄąnda- siz belirlemiĹ&#x; olursunuz. Bu yĂśntem ile çocuÄ&#x;unuzun dilinin hem “Ĺ&#x;irinâ€? hale gelmesine hem de “zihinsel geliĹ&#x;imâ€?ine katkÄą saÄ&#x;lamÄąĹ&#x; olacaksÄąnÄąz. Â… 6ZHVO PMNBZBO CV Tz[D LMFSJO ZFSJOF VZHVO LBbul edilebilir sĂśzcĂźkler kullanmasÄą için çocuÄ&#x;u bilgilendirmek gerekir. Çocuk olumlu sĂśzcĂźk kullandÄąÄ&#x;Äąnda çocuÄ&#x;un ĂśvĂźlmesi, teĹ&#x;vik edilmesi gerekir.

PSÄ°KOLOJÄ° TOHUM

71


Ahmet BOLAT ahmetbolat@onder.org.tr

KOD 333:

Bir Yasağa Baştan Bakmak Fotoğraf Sergisi Gülnur GÜNER Bu açıdan projenin adlandırılmasındaki anlamıyla 333, objektif karşısındaki kişilerden şuh/güler yüzlü bir poz alma çabasına atıfta bulunmaz. Bir yasağın özünde taşıdığı gülünçlüğe, binlerce kadının hayatı üzerindeki trajik etkilere gönderme yapar. Temasını başörtüsü yasağından ve adını yaşanmış bir olaydan almaktadır. 2007 yılında Açık Öğretim İlahiyat Fakültesine kayıtlı bir öğrencinin sınav sonuç kâğıdına, sınavlara başörtüsünün üstüne peruk takarak girdiği için “Kılık Kıyafet Yasası”nı ihlal ettiği gerekçesiyle 333 işareti konulmuş ve kendisine herhangi bir açıklama yapılmadan sınavı iptal edilmiştir.

Bu yasaklama karşısında kadınlar peruk takmak, başlarını açmak, başörtülerinin üzerinde peruk koymak ya da gözlerden uzak yerlerde çalışma zorunda bırakılmak gibi tercihlere zorlanmışlardır. Projede kullanılan robot resim de tüm dışarıdanlığı, eğretiliğiyle bu kadınların kamu alanında ve kentli yaşamda görünür kalabilmek için, zorunda bırakıldıkları, dayatma çözüm yollarını temsil etmektedir.

Türkiye’de uygulanan başörtüsü yasağı, kadınların toplumsal hayatta donanımsız ve zayıf kalmalarına, ağır sosyal ve psikolojik sorunlar yaşamalarına neden olmaktadır. Bu açıdan projenin adlandırılmasındaki anlamıyla 333, objektif karşısındaki kişilerden şuh/güler yüzlü bir poz alma çabasına atıfta bulunmaz. Bir yasağın özünde taşıdığı gülünçlüğe, binlerce kadının hayatı üzerindeki trajik etkilere gönderme yapar.

Fotoğrafçı Gülnur Güner’in çalışması “KOD 333 BİR YASAĞA BAŞTAN BAKMAK” fotoğraf projesi, Taksim Sanat Galerisi’nde 14-28 Aralık 2011 tarihleri arasında sergilendi.

2007 - 2010 yılları arasında çalışılan KOD 333 Bir Yasağa Baştan Bakmak projesinde, öğrenci, doktor, avukat, öğretmen, kent planlamacısı, belediye meclis üyesi, milletvekili eşi, ev hanımı gibi farklı sosyal statülerde olup aynı yasaklamayla karşılaşan 34 kadın katıldı. Çekilen fotoğraflarda kadınların yüzleri bir robot resimle kapatıldı. Bu resim polislerin suçlu eşkâli belirlemek için kullandıkları yazılımlardan biriyle gerçekleştirildi. Böylece yasağın doğurduğu suç-suçluluk, saklamak-yasaklamak gibi olguların sorgulanması amaçlandı.

72

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Üç yılda kurgu-belgesel nitelikli bir çalışma olarak hazırlanan “KOD 333 BİR YASAĞA BAŞTAN BAKMAK” fotoğraf sergisine farklı sosyal statülerde olup aynı yasaklamayla karşılaşan 34 kadın katıldı. Sergi kültürel, dinsel, siyasal ayrımcı politikaların kişisel yaşamlar üzerindeki yıkıcı gücünü başörtülü kadın hikâyeleri aracılığı ile örnekliyor. Bu açıdan “KOD 333 BİR YASAĞA BAŞTAN BAKMAK” fotoğraf sergisi çok önemli ve süre giden bir toplumsal soruna dikkat çekiyor. Tohum Dergisi olarak Gülnur Güner’in çalışmasından birkaç örnek yayınlıyoruz. Merak edenler tamamını serginin web sitesinden izleyebilirler: http://www.kod333.com


(1984) 2004 yÄąlÄąnda Adalet Meslek YĂźksek Okulunu kazandÄą. KayÄąt için Ăźniversiteye gittiÄ&#x;inde “ikna odasÄąâ€?na alÄąndÄą. Peruk takarak eÄ&#x;itimini tamamladÄą. GĂśrĂźĹ&#x;me tarihinde, çalÄąĹ&#x;tÄąÄ&#x;Äą hukuk bĂźrosundaki haksÄązlÄąklara dayanamadÄąÄ&#x;ÄąnÄą anlattÄą. Ä°Ĺ&#x;ten ayrÄąlmÄąĹ&#x;, ertesi gĂźn AdÄąyaman’a dĂśnmek Ăźzere bilet almÄąĹ&#x;tÄą. EylĂźl / 2009

(1986) Lise hayatÄą, Ä°mam Hatipte baĹ&#x;ĂśrtĂźsĂź yasaÄ&#x;Äąyla mĂźcadele etmekle geçmiĹ&#x;. ArkadaĹ&#x;larÄąyla birlikte siyah makrome ipinden, ďŹ le Ĺ&#x;eklindeki bir ĂśrgĂźyĂź baĹ&#x;larÄąna geçirip ĂźstĂźne Ĺ&#x;apka takmÄąĹ&#x;lar. “Zenci kÄązlar gibiydik. O Ĺ&#x;ekilde bizi kabul ettiler; biz de anlamadÄąk nasÄąl oldu,â€? diyerek anlattÄą o gĂźnleri. SonrasÄąnda yaĹ&#x;adÄąklarÄąnÄąn etkisiyle saÄ&#x;lÄąÄ&#x;Äą bozulmuĹ&#x;, yĂźz felci geçirmiĹ&#x;, tedavi için kullandÄąÄ&#x;Äą kortizonlu ilaçlar aĹ&#x;ÄąrÄą kilo almasÄąna neden olmuĹ&#x;. GĂśrĂźĹ&#x;me tarihinde Ăśzel bir Ăźniversitenin insan kaynaklarÄą bĂślĂźmĂźnde ĂśÄ&#x;renciydi, peruk takÄąyordu. Haziran / 2009

(1988) Yerel bir gazetede muhabirdi. Haber için gittiÄ&#x;i belediye meclisi toplantÄą salonundan baĹ&#x;ĂśrtĂźlĂź olduÄ&#x;u için çĹkarÄąlmak istendi. Meclis Ăźyesi bir kadÄąnÄąn “gĂśz zevkini bozduÄ&#x;uâ€? gerekçesiyle hakaretlerine ve saldÄąrÄąsÄąna maruz kalÄąĹ&#x;ÄąnÄą anlattÄą. GĂśrĂźĹ&#x;me tarihinde artÄąk gazetede çalÄąĹ&#x;mÄąyordu; yarÄąm bÄąraktÄąÄ&#x;Äą eÄ&#x;itimini tamamlamak ve avukat olmak istiyordu. AralÄąk / 2008

(1966) YabancÄą diller (Ä°ngilizce) bĂślĂźmĂźnde okutmanken, okul dÄąĹ&#x;Äąnda baĹ&#x;ÄąnÄą ĂśrttĂźÄ&#x;Ăź ĂśÄ&#x;renilince iĹ&#x;ine son verilmiĹ&#x;. GĂśrĂźĹ&#x;me tarihinde bir ilkĂśÄ&#x;retim okulunda ĂśÄ&#x;retmenlik yapÄąyor, baĹ&#x;ÄąnÄą açarak çalÄąĹ&#x;Äąyordu. GĂźnĂźmĂźzde artÄąk baĹ&#x;ĂśrtĂźsĂźnĂźn MĂźslĂźman kadÄąnÄą koruyan deÄ&#x;il hedef haline getiren bir simgeye dĂśnĂźĹ&#x;tĂźÄ&#x;ĂźnĂź fakat kendisini Ä°slam çizgisinde tutup aĹ&#x;ÄąrÄąlÄąklarÄąnÄą engellediÄ&#x;i için hayatÄąnda Ăśnemli olduÄ&#x;unu anlattÄą. MayÄąs / 2008

GĂœLNUR GĂœNER KÄ°MDÄ°R? Â… Ă TUBOCVMÂľEB EPĂĄEV Â… .JNBS 4JOBO fOJWFSTJUFTJ 'FO &EFCJZBU 'BL MUFTJ Sosyoloji BĂślĂźmĂźnden mezun oldu. Â… Ă '4",¾ÒO 5FNFM 'PUPĂĄSBG &ĂĄJUJNJ TFNJOFSMFSJOF LBUĂ’MEĂ’ Â… Ă '4",ÂľEB eNFS 0SIVOÂľVO ²(e3 b&,Âł BUzMZFTJOF LBUĂ’MEĂ’ Â… Ă '4",ÂľEB ) TO "UBTPZÂľVO LBSBOMĂ’LPEB BUzMZFTJOF LBUĂ’MEĂ’ Bu atĂślyede hazÄąrlanan “İnançâ€? konulu çalÄąĹ&#x;malar 20. Ä°stanbul FotoÄ&#x;raf GĂźnleri’nde sergilendi. Â… ,BEĂ’OMBS Ă mJO ,BEĂ’OMBS 5BSBGĂ’OEBO (JSJĂžJNJÂľOJO ĂžJEEFU gĂśren kadÄąn ve çocuklarÄąn rehabilitasyonunda kullanÄąlmak Ăźzere Darphane-i Amire’de dĂźzenlediÄ&#x;i açĹk arttÄąrma ve sergide 2 fotoÄ&#x;rafÄąyla yer aldÄą. Â… 'PUPĂĄSBG 7BLGĂ’OĂ’O #FMHFTFM 'PUPĂĄSBG "UzMZFTJOEF

BaÄ&#x;cÄąlar ilçesindeki okuma yazma seferberliÄ&#x;ine katÄąlanlarÄą konu alan “40 FotoÄ&#x;raf 40 Hikâye: Hem Okudum Hemi de YazdÄąmâ€? projesini gerçekleĹ&#x;tirdi. Â… ² 'PUPĂĄSBG )JLiZF )FN 0LVEVN )FNJ EF :B[EĂ’NÂł fotoÄ&#x;raf sergisi, ULÄ°SfotoFEST’07’de sergilendi. Â… ²,0% #Ă 3 :"4"â" #"Ă&#x;5"/ #",.",Âł projesini çalÄąĹ&#x;tÄą. Â… ²fSE OÂľ O 4 SFTJ[ .JTBĂĽ SMFSJ 'JMJTUJOMJ . MUFDJMFSÂł çalÄąĹ&#x;masÄą FotoÄ&#x;raf NotlarÄą dergisinin Nisan sayÄąsÄąnda yayÄąnlandÄą. Â… -JTF zĂĄSFODJMFSJZMF CJSMJLUF IB[Ă’SMBEĂ’LMBSĂ’ ²:BĂžBZBO Portrelerâ€? fotoÄ&#x;raf projesini, Ä°stanbul 2010 Avrupa KĂźltĂźr BaĹ&#x;kenti MEB BakÄąrkĂśy Ä°lçesi Sanat EÄ&#x;itimi Fonundan destek alarak gerçekleĹ&#x;tirdi.

KĂœLTĂœR SANAT TOHUM

73


Ahmet BOLAT ahmetbolat@onder.org.tr

Kaybolan Değerleri

Yeniden Yaşatmak İçin Toplumda engellilere yönelik duyarlılık oluşturmayı amaçlayan Canda Özür Olmaz Derneğinin Başkanı Mustafa Öztürk’le kaybolan değerleri yeniden yaşatmak için verdikleri uğraş üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Öztürk uzun zamandır emeğinin büyük bir kısmını bu konuda harcayan bir isim; radyo programları, eğitim çalışmaları, seminerler, kitaplar, makaleler vs. insan canının bir özrü olmadığını, asıl özrün bizim bakışımızda olduğu anlatmaya çalışıyor.

Mustafa ÖZTÜRK Canda Özür Olmaz Derneği Başkanı

Fotoğraflar : Ahmet BOLAT

74

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Canda Özür Olmaz Derneğini kurmanızın nedeni nedir? Böyle bir ihtiyaç olduğu kanaatine nereden vardınız? Canda Özür Olmaz ismi nereden geliyor? Engelliler adına kurulan gönüllü teşekküllerin (STK) sayısının çok fazla olmasına rağmen, yeterliliklerinin olmamasıdır. Mevcut STK’lar belirli bir hedef kitleye yönelmektedirler. Mesela görme engelliler, işitme ve konuşma engelliler vs. gibi oluşumlar, diğer engelli gruplarının en temel sorunlarıyla bile ilgilenmemektedirler. Dolayısıyla, toplumda özürlü bilincinin oluşmasını sağlayacak projeler üretilmiyor ve kamuoyu oluşturulamıyor. Buradan hareketle, bir grup gönüllü arkadaşımızla bir araya gelerek, yapmak istediklerimizi ortaya koyan bir yol haritası belirledik. Bu yol haritasında misyonumuzu; engellileri eğiterek topluma kazandırmak, toplumunda engellileri kabul edebilmesi için; toplumsal bir bilinç oluşmasını arzu ettik. Toplumun bütün katmanlarının bu doğrultuda verilecek, eğitim seminerleriyle bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Engellilerin eğitilerek topluma salınması, tek başına bir anlam ifade etmez. Toplum da önyargılardan kurtularak, engellilerle hayatı paylaşmalıdır. “Canda Özür Olmaz” ifadesi, önce bir makale, daha sonrada bir kitap olarak telaffuz edilmeye ve “Canda Özür Olmaz”, özür bakışlarımızda, engel-

ler düşüncelerimizde olur diyerek toplumun bütün katmanlarına sesleniyoruz. Kitapla birlikte, yazılı, sözlü ve görsel basın, toplumda özürlü bilinci oluşturulması için ‘’Canda Özür Olmaz’’ sloganına sahip çıktı. Sonra dernek olup, kamuoyuna takdim olduk. Sizin böyle bir çalışmada, görev bilinciyle bu işi sırtlanmanızdaki ana sebep nedir? Bu işle uğraşmamın nedeni hem İslami hem insani olmasıdır. İnsan haklarının en çok ihmal edildiği, temel haklardan en çok yoksun kalan kesim bu kesimdir. Engelli olgusu bu alanda en az bilinen, en az tartışılan yasa ve yönetmelikleri hiç umursanmayan bir durumdur. Tevhit diniyle birlikte Allah’ın engellilerle ilgili nasıl davranmamız gerektiğini, fiziksel olguların önemli olmadığını, Allah’ın bizim yüreğimize, takvamıza, amelimize, ibadetlerimize baktığını Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz. Mesela Hz. Musa engelli, peltektir. Allah onu firavuna karşı görevlendirdiğinde O: “Allah’ım benim yanıma Harun’u da ver, bilirsin ki ben konuşamam, benim dilim böyledir.” Allah onun dilini düzeltmemiştir. Onu öyle imtihan etmiştir, ölene kadar peltek yaşamıştır. Hiç isyan etmemiştir. Eyüp (AS) 18 yıl boyunca süren hastalığa yakalanmıştır. Yaralarına kurt düştüğü halde“bu benim imtihanımdır, umarım ki ben isyan edenlerden olmam.” diye dua etmiştir.

SÖYLEŞİ TOHUM

75


Tarihte ulaştığınız bu tarz örneklikler var mı, çalışmalarınızın dayanak noktasını oluşturan? Hz. Peygamberin zamanında engelli olduğu halde çeşitli kademelerde görev yapan 25 sahabeye ulaştık. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber döneminde Ümmü Mektum’dan söz eder. Beni en çok etkileyen ve engelliler için çalışmalar yapmamız gerektiğini öğütleyen bir durumdur. Hz. Peygamber Mekke’nin ileri gelenlerine dini anlatırken o sırada Ümmü Mektum geliyor, Peygamber’e hitaben “Sana indirilenden bana da öğret!” diyor, Peygamberimiz oralı olmuyor. Allah Peygamberi uyarıyor. Burada iki tane mesaj var: Birisi peygamberin nezdinde bize söylenen bir mesaj var. Biz engellileri nasıl dinlemeliyiz? Nasıl değerlendirmeliyiz? Nasıl önemsemeliyiz? Nasıl iletişim kurmalıyız? Diğer taraftan engelli bile olsa konuşmamıza dikkat etmemiz için uyarıyor. Hristiyanlığın tahrif edilen anlayışında engelliler şehir dışına itiliyordu, insan sayılmıyordu. Allah ona yüzünü dahi ekşitemezsin diyor. Aradaki tefsir farkı bu. Müfessirler böyle söylüyor. İslami olarak da bizim insani duyarlılığımızı anlatan bir olaydır aslında. Bu tür olgular bizimde bu alanla ilgilenmemizi gerektiriyor.

76

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Bugüne kadar İslami camiada engellilere yönelik sahiplenme örneği var mı? Bugün baktığımız zaman, bu alanla Lions kulüpleri ilgileniyor, masonlar ilgileniyor, Atatürkçü Düşünce Derneği ilgileniyor. Biz hiç ilgilenmemişiz. Bizim rehber olarak kabul ettiğimiz bir Peygamber var ve bu Peygamber bizim engellilerle ilgilenmemiz gerektiğini şiddetli bir şekilde emrediyor. Biz bu alanı boş bırakmışız, başkaları ilgileniyor. Osmanlı da ilgilenilmiştir bu insanlarla. O dönemde körler için açılan hafızlık kursları bulunmaktaydı. Konuşma engelliler devletin bazı birimlerinde görevlendirilmiştir. Engelliler iş alanlarında istihdam edilip büyük görevler üstlenmişlerdir. Arazilerin ekilip biçilmesinde görevlendirilmişlerdir. Kötürüm olanlar için, zihinsel engelli olanlar için 1872’lerde yapılmış olan Süleymaniye Külliyesi vardır. Orada zihinsel engelliler, mecnunlar suyla ve müzikle tedavi ediliyordu. Ve bu hastane dünyada bir ilktir. Ecdad bu anlamda çok önemsemiş ve asla dışlamamıştır. Bize ne olduysa bu insanlar asla kucaklanmıyor. Biz dedik ki bunları tek başımıza yapamayız. Bir organizasyon çatısı altında insanları toplayabilirsek bu işi daha ilerilere götürebiliriz. Tıpkı cenaze namazı gibi, bir grup kılarsa diğerleri-


nin üzerinden kalkmış olur. Bizde ilgilenirsek bizim cenahta bulunan arkadaşlar bize destek olur. Biz de zaten bu amaçla toplumda özürlü bilinci oluşturmak ve engellileri eğiterek topluma kazandırmak adına böyle bir dernek kurduk. Çalışmalarınızı nasıl yürütüyorsunuz? Çalışmalarımızı iki ayak üzerine oturttuk: Eğitim ve bu insanların istihdam edilmesi. Engellinin başka seçeneği de yoktur zaten. Eğer okuyacaksa ve böyle bir kapasitesi varsa onun okuması için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Ortaokul, lise ve üniversitesi de dahil olmak üzere. Okumaya yeterli değilse o zaman meslek edindirme kurslarının yaygınlaştırılması için ne gerekiyorsa onu yapacağız. Örneğin şu anda halı dokuma kursu açıyoruz ve bu yönde çalışmalar yapılıyor. Bunların meslek sahibi olup iş bulabilmeleri için ne gerekiyorsa onu yapıyoruz. Bizim gücümüz yetmeyebilir elbette. Bizim dernek olarak paramız yetmeyebilir ama hayır sahiplerinin katkılarıyla bunu yapıyoruz. En azında bir öncü oluruz. Ne gibi projeler üretiyorsunuz ve bu projeleri bütün kesimlere duyurmak için bir girişimde bulunuyor musunuz?

Şu anda önemli olan iki proje var elimizde; biri sesli kütüphane projesi, biri de Kur’an-ı Kerim projesi. Özellikle Kur’an-ı Kerim’in başarılı olmasını istiyoruz. Biz 4 bin görme engelliye ulaşıp, onlara ücretsiz olarak Kur’an götürmek istiyoruz. Her ilin beş camisine ücretsiz olarak bu Kur’an’ı vermek istiyoruz. Bu iki projeyi hayata geçirmek için çalışıyoruz. Sadece görme engellilerle ilgili değil, zihinsel engellilerle ilgili de bizim projemiz var. Engelliler için bir buluşma noktası yapacağız. İçinde sesli kütüphanesi olacak, kafeteryası olacak, konferans salonu olacak. Bütün engelliler oraya gelecek ve orada düzenlenen etkinliklere katılacak, orada onların gönüllerini okşayacağız. Küskün yüreklerle barışmayı sağlayacağız. İnşaallah bu projenin kısa zamanda hayata geçmesi için çalışacağız. Görme engellilere dokunarak da öğretmenin keyfini yaşatacağız. Siz nasıl gözlerinizle okuduğunuzda büyük haz alıyorsanız, onlarda dokunarak okumanın hazzını yaşayacaklar. Üzerinde gayret gösterdiğimiz projelerle alakalı, devletin bütün kademeleriyle iletişime geçmeye çalışıyoruz. Hazırladığımız raporlarla Türkiye’de engellilik gerçeğini göstermeye çalışıyoruz. Bu raporları kendilerine takdim edip dikkati çekmek istiyoruz.

SÖYLEŞİ TOHUM

77


Kamuoyu oluşturmak istiyoruz. Projelerimizi hayata geçirmeye bizim gücümüzün yetmeyebilir ama devlet kolaylıkla yapabilir. Devletin bu işi üstlenebilecek büyük vakıfları var. Biz Van ile ilgili bir proje hazırladık, Milli Eğitim Bakanımız onayladı ve UNİCEF’te projeye ortak olmak için teklif verdi. Gördüğünüz gibi dikkat çekecek bir şey oluştu. Biz görme engelliler için bir görme cihazı oluşturulması için iki üç sefer kamuoyu önüne çıkıp konuştuk. Aile ve Sosyal Güvenlik Bakanı bu konu ile ilgili çalışma başlatabileceğini söyledi. Önemli olan birilerinin buna sahip çıkması ve bir faydaya dönüşmesi. Önemli olan bu gök kubbenin altında birlikte yaşadığımız sayıları 8.5 milyonu bulan engelli arkadaşımızın yaşanabilir bir hayata kavuşmasıdır, rahat edebilmesidir. Bizim mescitlerimiz bu anlamda sıkıntılıdır. Diyanet İşleri Başkanlığına rapor hazırladık. Görme engelliler de okusun diye Kur’an çalışması başlattık. Kur’an-ı Kerim’i öğrensinler diye cüz bastık. Şu anda tarihi camilerin hepsine birer tane koyduk. Üsküdar’daki Valide Sultan Camii’ne, Süleymaniye’ ye, Yeni Cami’ye gitseniz görürsünüz. Bizim niyetimiz 81 ilde, 81 ilin beş camisine bunu bırakmak. Eğer olabilirse, Diyanet İşleri de bizimle müşterek hareket ederse belirlenen camilerde de körlere Kur’an öğretmek istiyoruz. Bir Kur’an-ı Kerim 200 TL’ye mal oluyor. Diyanet İşleri bunu 150 TL’ye mal eder. 150 liraya mal ettiğini. Bizim 8.5 milyon özürlünün 400 bini kördür. Bunun yüzde beşi Kur’an okusa 20 bin insan yapar. 20 bin Kur’an basılsa çok bir şey midir? İlk defa biz görme engelliler ile ilgili ilmihal basmışız. Bunu Diyanet İşleri Başkanlığı neden yapmamış? Niçin insanlar camilere gitmiyorlar? Tekerleksiz sandalyesiz camileri bilirsiniz. Hangi camiye gidebilir bir tekerlekli sandalyeli engelli? Merdivenleri çıkabilir mi? Orada abdest alabilir mi? Caminin içine girmek değil, ayakkabıların olduğu yerde dahi namaz kılabilir mi? Bu ne kadar ayıp bir şeydir. İşitme ve konuşma engelli birisine hutbe dinlemek farz değil midir? Cumanın kıstaslarından birisidir, farzdır. İşitme ve konuşma engelli birisi nereden anlayacak hocanın ne dediğini. Orada 15 dakika o memurlardan birisi işaret dilini bilse hoca anlatırken çevirse çok mu pahalı bir şeydir. Bütün camilere yapma, pilot bölge seç. Ulaşılabilir camilere yap, İşitme Engelliler Derneğine de haber ver. Bu camiler işaret diliyle hutbe veriyor, işitme engelliler oraya gitsin diye. Bir tane cami yap, engelliler gidebilsin, asansörü olsun, engelliler gider.

78

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Mustafa Öztürk görme engellilerin okumaları için Braille alfabesiyle hazırlanmış Kur’an-ı Kerim’i daha fazla kişiye ulaştırmak için çalıştıklarını belirtiyor.

Tekerlekli sandalyeli birinin gelip saflara durabileceği bir yer olsun. Hazreti Peygamberin döneminde görme engelli birisi vardı. Peygambere diyor ki: ”Benim evim yolun karşısındadır, gidip gelemiyorum, bana izin ver evimde namaz kılayım. Ya da bana bir rehber ver. Beni getirip götürsün.” Efendimiz: “Ezanı duyuyor musun?” diye soruyor. Evet duyuyorum deyince, o âmânın evinden mescide bir ip çekiyor kırk gün o ipe tutunarak gidip geliyor. Daha sonra mübarek elleriyle ona bir sopa yapıyor. Sopayla bağımsız hareket etmeye başlıyor.

trüman çalmayı öğretmiştir. Topluma kazandırmak için uğraşan bir Peygamber’le, toplumun içinden dışlamak için uğraşan bir diyanetimiz var. Bu çok çelişkili bir durumdur. İnsanları biz kazanmalıyız, biz kucaklamalıyız. Ne yazık ki 8.5 milyonu bulan engelliye farklı kesimler sahip çıkıyor. Niçin biz bunları yapmayalım? Biz istiyoruz ki sesli kütüphane kuralım. Görme engelliler orada dinlerini öğrensinler. Bizim çevirdiğimiz kitapları okusunlar. Siyeri çevirelim onu okusunlar, Kur’an’ı çevirelim onu okusunlar, tefsiri çevirelim onu okusunlar, milli ve manevi değerleri anlatan kitapları çevirelim onları okusunlar.

Dünyanın her yerinde bütün görme engelliler okulunda bu rehabilitasyon uygulanıyor. 1400 sene evvel peygamberimizin yaptığı bağımsız öğrenme bununla başlar. Önce okulun salonuna ip geriyorlar. Görme engelli tutunarak yürüyor. Sonra baston kullanmayı öğreniyor. Sonra kalabalık yerlere gönderiyorlar. Sokakta hareket edebilme kabiliyeti geliştiriyor. İlk rehabilite olgusunu Hz. İsa yapmıştır. Bunu hiç kimse bilmez. Görme engellilere ens-

Gördüğümüz tüm bu yanlışların hepsini belki bir şekilde telafi ederiz diye Canda Özür Olmaz Derneği ortaya çıkmış, temel sloganımız, kaybolan değerleri yaşatmaktan kastımız budur. Dini olguları ve dini hassasiyetleri ve Hz. Peygamberin engellilerle olan sosyal politikalardaki belirleyici rolünü ön plana çıkarmak, dinin bu konuda bize yüklediği misyonu yerine getirmektir. Kaybolan değerlerden kastımız da budur.

SÖYLEŞİ TOHUM

79


M. Fatih SERENLİ m.f.serenli@gmail.com

İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi İstanbul’un merkezi bir yeri olan Gülhane Parkı’nda bulunan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, İslam kültür ve medeniyetinin altın çağındaki bilimsel ve teknolojik mirasına ait gizli hazineyi gözler önüne sermesi bakımından dünyadaki en kapsamlı bilimsel müze hüviyetini taşımaktadır. İstanbul’un merkezi bir yeri olan Gülhane Parkı’nda bulunan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, İslam kültür ve medeniyetinin altın çağındaki bilimsel ve teknolojik mirasına ait gizli hazineyi gözler önüne sermesi bakımından dünyadaki en kapsamlı bilimsel müze hüviyetini taşımaktadır. Açıldığı günden bugüne İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, İslam medeniyetinin dünya uygarlığına katkılarını tartışmaya mahal bırakmayacak bir açıklıkta ortaya koyuyor. İslam’ın hicri ikinci yüzyılı ile onuncu yüzyılı arasındaki tarihsel dönemde Müslüman mucit ve kâşiflere ait müzede sergilenen objeler, tarihsel bir süreklilik içerisinde farklı kültür ve medeniyetlerle mukayeseli bir biçimde sunulurken bilimsel ve teknolojik başarıların belli bir coğrafya ya da kültüre mâl edilmesinin

80

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

imkânsızlığını da göstermektedir. Müzeyi gezenler insanlığın ulaştığı mevcut noktanın İslam kültür ve medeniyetinin önemli bir parçası olduğu evrensel bir çabanın ve birikimin eseri olduğunu tereddütsüz anlamaktadırlar. İslam medeniyeti; Astronomi, matematik, geometri, tıp, mimarlık, fizik, kimya ve başka birçok bilim ve teknoloji alanında büyük icatlar geliştirmiş ve bütün bir insanlık için büyük bir bilimsel canlanmanın öncülüğünü yapmış yüzlerce bilim insanı yetiştirmiştir. Bu bilim insanları eski Yunan, Babil, Hint, Bizans, İran ve benzeri komşu medeniyetlerden büyük bir merak ve özgüvenle aldıkları bilimleri alıp özümsemişler ve çok kısa zaman içerisinde geliştirerek bunlara yeni disiplinler eklemişlerdir.


Ancak İslam medeniyetinin Avrupa medeniyeti üzerinde pek de mütevazı olmayan büyük katkısı Romantik dönemde, tek yönlü ‘Rönesans’ kavramının hâkim olduğu Avrupa kültür dünyasında pek az takdir edilmiş, hakkı teslim eden vicdan sahibi bilim insanları da tepkiyle karşılanmıştır. Önemli oranda İslami öğretinin okumaya ve öğrenmeye teşviklerinin günlük hayatın pratik ihtiyaçları ile buluşması büyük bir bilimsel birikimi de beraberince getirmiştir.

Teknik” başlıklı eseri, içeriği ve irdelediği düşüncelerle Batı odaklı bilim tarihi yazımının eleştirel bir çözümlemesini yapmakta, İslam ve Ortaçağ bilimine yeni bir bakış açısı sunmaktadır.

İslam medeniyetinin ortak dili olan Arapça yazılan bilimsel eserler onuncu yüzyıldan itibaren Latinceye tercüme edilmek suretiyle Avrupa’ya da ulaşmış ve birçok bilimsel araştırmaya kaynaklık etmiştir. Ancak İslam medeniyetinin Avrupa medeniyeti üzerinde pek de mütevazı olmayan büyük katkısı Romantik dönemde, tek yönlü ‘Rönesans’ kavramının hâkim olduğu Avrupa kültür dünyasında pek az takdir edilmiş, hakkı teslim eden vicdan sahibi bilim insanları da tepkiyle karşılanmıştır. Bugün dahi bu miras maalesef gerek Doğu gerekse Batı’da layık olduğu takdiri görmemektedir.

Fuat Sezgin Hoca’nın çalışmalarıyla geliştirilen alet, cihaz ve avadanların sergilendiği İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, 800 yıl boyunca İslam kültür çevresinde gerçekleştirilmiş olan tarihi başarılara yönelik küçümseyici yaygın kanaati mümkün olduğunca değiştirebilmeye katkıda bulunmak amacıyla açılmıştır.

Şu kadarı bilinmelidir ki, İslam’ın bilimsel başarılarının bir kısmı insaf sahibi müsteşrikler tarafından gün yüzüne çıkarılmıştır. Ancak bu konuda en hacimli çalışmayı dünyaca ünlü bilimler tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin yapmıştır. İslam bilimine ilişkin bilgi eksikliklerinin ve bu eksikliklerden kaynaklanan önyargıların düzeltilmesi bağlamında Fuat Sezgin 18 ciltlik en kapsamlı İslam Bilim Tarihi eserini kaleme almıştır. Bunun yanı sıra İslam bilimine ait eserleri tıpkıbasımlarını yapmak suretiyle gün ışığına çıkararak 1400 cilde ulaşan İslam bilim tarihi külliyatını da oluşturmuştur. Fuat Sezgin Hoca’nın İslam bilim tarihine en büyük katkısı ise bilimsel eserlerdeki 800’ü aşkın keşif ve icadın modellerini yaparak bilim dünyasına kazandırmasıdır. Bunlarla ilgili kaleme aldığı beş ciltlik “İslam’da Bilim ve

İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi; Salı dışında haftanın her günü 09.00-17.00 arası açık olup aile boyu ziyaret edilebilecek önemli bir medeniyet müzesi aynı zamanda. Yanlı eğitim sistemi ve kültür politikaları ile genç-yaşlı hepimizin zihninde bir şekilde yerleşik yanlış yargıları ortadan kaldırmak ve ümmet olarak özgüvenimizi yeniden inşa edebilmek için bulunmaz bir görsel fırsat sunuyor. İslam dünyasına unutmuş olduğu bilimsel geçmişini anımsatmak, yitirdiği belleğini yeniden kazandırarak, bilimsel araştırma şevkini uyandırmak ve ona özgüven aşılamak gibi tarihi bir görevi de yerine getiriyor. Çoğu kez kitaplardan okuduğumuz metinsel gerçekleri elle dokunulur somut birer objeye dönüştürmesi hasebiyle mühim bir eğitim aracı olan Müze, ziyaretçilerde özgüven etkisi doğurmakta ve merak uyandırmaktadır. Müzenin işletmesi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yapılırken himayesi ve geliştirilmesi amacıyla Prof. Dr. Fuat Sezgin İslam Tarihi Araştırmaları Vakfı kurulmuştur.

MÜZELERİMİZ TOHUM

81


Yunus KELEŞ yunuskeles13@gmail.com

İzlerken Düşündüren

Filmler Üzerine Bisikletli Çocuk Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne Oyuncular: Cécile de France, Thomas Doret, Jérémie Renier Orijinal adı: Le Gamin au vélo uzun metrajlı film Fransa, Belçika, İtalya. Tür: Dramatik komedi Süre: 87 dk. Yapım yılı: 2011

Bu yıl izlediğim en iyi filmlerden biri olan Bisikletli Çocuk, 2011 Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın son ustalığı Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile jüri özel ödülünü paylaşmış. Film, modern toplumlarda aile yapısını ve özellikle Batı dünyasında belli bir yaştan sonra çocukların ebeveynleri tarafından kendi kaderlerine terk edilmelerini dramatik bir o kadar da ironik bir dille anlatıyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmine bakıp Bisikletli Çocuk filmi ile karşılaştırdığımızda; “Şüphesiz iki filmde büyük ödülü fazlasıyla hak etmiş.” dedirtiyor bize. Nasıl ki Nuri Bilge Ceylan, Anadolu insanın karakter çözümlerini, zaafiyetlerini, hayata bakış açılarını ve toplumun gelenek yapısını bir halının motifi gibi ince ince örüp sunmuşsa, Bisikletli Çocuk filminde de Dardenne kardeşler Avrupa toplumunun yaşam biçimini, geldiği yeri ve aile yapısını iyi bir hikâyeleme dili ile çözümleyip izleyenlere armağan etmişler.

bakmamızı sağlıyor. Böylece karaktere daha çok yoğunlaşabiliyoruz. Cyril tüm çabalara rağmen bir türlü babasının izini bulamıyor ve eski mahallelerini ev ev dolaşıp babasını soruyor. Ancak babası izini kaybettirmiştir. Cyril, babasını ararken, kuaförlük yapan bir kadınla tanışıyor. Kadın Cyril’in koruyucu ailesi oluyor. Bu arada kadın Cyril’in babasının hediyesi olan kayıp bisikleti bulup geri getiriyor ve bisiklet sayesinde babasının izini bulabiliyor. Ancak küçük çocuğun babası kendine yeni ve başka bir yol çizmiştir. Cyril koruyucu annesinin yanında kalmak zorundadır artık. Ancak çocukluğunda yaşadıklarının beraberinde getirdikleri Cyril’i saldırgan ve aktif bir karakter yapmıştır. Koruyucu annesinin yanında da durmayıp evden kaçışları, sürekli yeni şeyler peşinde koşması, yolunun torbacılarla kesişmesini sebep olur. Bir süre sonra hırsızlık yapmak zorunda kalan karakter çaldığı paralarla babasının yanına gider. Buna rağmen babasıyla suları aynı yerden akmaz.

Film; henüz küçük yaşlarda babası tarafından çocuk esirgeme kurumuna bırakılmış Cyril’in, babasının yanına geri dönebilmek için; saldırgan ve aktif bir şekilde kaçışlarıyla başlıyor. İlk dakikalar hikâye ciddi olarak meraklandırıyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Bu Darnenne kardeşlerin klasik kamera dilidir. Kamera yalnız başkarakterin gözlerinden, onun daralmış, kısılmış dünyasından

Suça bulaşmış olan başkarakterimiz, bu süre zarfında, koruyucu annesini de bayağı yıpratmış ve üzmüştür ancak iki karakterinde yalnızlıktan gelen duygusallıkları ve zekâları onları tekrar biraraya getirir. Hikâye yer yer sıkıcı ve uzun olsa da izleyiciyi finale kadar merakta bırakmayı başarıyor. Aile çözülmesini ve Avrupa toplumunun yozlaşmış ilişkilerini anlatan nefis filmi izlemenizi tavsiye ederim.

82

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012


Hikâye yer yer sıkıcı ve uzun olsa da izleyiciyi finale kadar merakta bırakmayı başarıyor. Aile çözülmesini ve Avrupa toplumunun yozlaşmış ilişkilerini anlatan nefis filmi izlemenizi tavsiye ederim. Dardenne kardeşler bu filmlerinde olduğu gibi diğer filmlerinde de karakter çözümlemeleri üzerinden toplumun genel olarak sosyo-ekonomik ve psikolojik yapısını irdeliyor.

Bir Zamanlar Anadolu’da

Dardenne kardeşler bu filmlerinde olduğu gibi diğer filmlerinde de karakter çözümlemeleri üzerinden toplumun genel olarak sosyo-ekonomik ve psikolojik yapısını irdeliyor. Basit bir anlatım tarzı ve sade bir hikâyeyle en önemli sorunları aktarmaları gerçekten takdire değer. Bisikletli çocuk filmindeki Cyril karakteri, Dardenne kardeşlerin Rosetta filmindeki başkarakter Rosetta ile hemen hemen aynı. Yine bir aile yapısını, çözülmesini ebeveyn çocuk ilişkisi üzerinden anlatan her iki filmin başka bir ortak noktaları, Bisikletli Çocuk’ta anne karakterine hiç değinmezken ve onun yerine bir koruyucu anneyi sunarken, Rosetta filminde baba karakterine hiç değinmez. Rosetta filmi aile yapısının yanı sıra Batı toplumunda büyük bir sorun olan hatta artık Türkiye’de de büyük bir sorun olan göçmenlik ve mültecilik konusu üzerinden gidiyor.

Sinemada Göçmenlik Son zamanlarda mültecilik sorunlarıyla ilgili izlediğim en iyi filmlerden biri de Paramparça Aşklar ve Köpekler filminin yönetmeni Alejandro Gonzalez Inarritu’nun çektiği Biutiful filmi. Efsane oyuncu Javier Bardem’in başrolünde oynadığı film Cannes film festivalinde 2010 en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı. Film Türkçe anlamıyla; güzel manasında

Biutiful

ama hiçbir güzel taraf yok filmde. Tamamen karanlık ve kasvet dolu. Hiç alışık olmadığımız bir Madrid profili çiziyor. Arka sokaklarda olan şiddet ve yasadışı işleri göçmenler üzerinden insanın ruhunda iz bırakarak, bir solukta izletebiliyor. Geride bıraktığımız 2011 yılında çok acıklı bir olay yaşanmıştı İstanbul’da. Olayı duyar duymaz gözümde canlandı Biutiful filmi. Filmin önemli bir sekansı adeta İstanbul Gazi Mahallesi’nde yaşanan olayla bire bir aynı. Filmde geçen olay, kaçak Çin’li işçileri çalıştıran bir tekstil atölyesinde gaz sızması sonucu ölen işçilerin dramını gösteren önemli bir sekanstır. Türkiye’de benzer bir olay yaşanmıştı. Üzerlerine kapının kilitlenmiş olduğu 7 yabancı uyruklu işçi feci şekilde yanarak ölmüşlerdi. Bu ve benzeri şekillerde Türkiye dahil Batı ülkelerine kaçmak zorunda olan yabancılar daha başka şekillerde de ölüyorlar ancak bu ölümler kısa sürede unutulup gidiliyor. Trajik hayatların üstünü ölüm örtünce gayet rahat olan bizlerce de hafızadan siliniyor. Mülteci sorunu dünyanın her yerinde aynı. Biutiful filmi aslında yeryüzünün en büyük sorunlarından biri olan mülteci konusunu çok iyi bir hikâyeyle anlatmış. Bununla birlikte yeryüzünün diğer büyük sorunları olan çevre sorunu, cinsiyet ve aile yapısının da es geçmemiş.

SİNEMA TOHUM

83




ŞİİR YOK YERE

DENİZ

Acıyorum. Kaybettiğin zamana önce… Başına kötü bir şey gelince, Gerçekleşeceğine inanmadan ettiğin duana acıyorum.

Sevdiğine kucak açan hırçın ve sessiz şık! Sen misin ruhları bağrına basan mezar? Sen misin İstanbul’u aziz yapan mavi ışık? Ah,deniz! Sen misin rüyalarıma giren ipek elbiseli kız? Asırlara meydan okuyan yıldız sen misin?

Acıyorum. Yıkıp vurduğun, Yakıp kavurduğun yürekleri söyleyince, Kulaklarını tıkayıp kaçmana acıyorum. Yaşamış olmak için yaşadığın gündüzlere, Hücre hücre hüzün taşıdığın yüzlere acıyorum. Hiçbir zaman sahip olamayacağın değerlere, Asla gidemeyeceğin yerlere, Diri diri gömdüğün hayallere acıyorum. İtiraf etmediğin suçlarına, Hiç affetmediğin arkadaşlarına, İçinde biriken yalvarışlarına acıyorum. Sonunu düşünmeden söylediğin yalanlara, Sana güvenip inananlara, Gölgene sığınıp yananlara acıyorum. Dünyaya ölmek için gelişine, Yaşamayı karnını doyurmaktan ibaret bilişine, Karanlık içinde kaybolan güneşine acıyorum. Varlığının bu kadar acınacak halde olmasına, Acıyacak halim olmasa da acıyorum.

86

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012

Sessizce sokulsam içine, Bana ipek teninde bir yatak yapsan, Derinliğine çeksen, Kollarında uyutsan… Kirlenmiş fikirlere Duruluğunu katsan… Ölmüş bir ruhum artık, Yalnızım nerden baksan… Boğuluyorum deniz! Kendi içimde boğuluyorum. Sen mutlusun, sen ferahsın. Kimse kirletemez seni, Çocukluğum kadar safsın! Ne cennet ne cehennem, Sen her zaman Arafsın. İhtilaflar can katlededursun, Sen tarafsız tarafsın! Deniz! Benden daha insansın sen. Eğer sensiz kalırsam, Eğer yalnız ölürsem, Yalnızlığım yerin değil, Senin dibine batsın!..

Zeynep Baktemur Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / İlahiyat 1. Sınıf Öğrencisi





KİTAP “Bazı kitaplar resmî geçide katılmaz.” Geleneği bugünkü dile ustalıkla söyleten, çağdaş Türk edebiyatının en iyi kalemlerinden Ali Ayçil, okurları zamanda, mekânda, kitapların ve yazarların dünyasında bir yolculuğa çıkarıyor, hayatın sıradan görünen parçalarını mucizevi bir dille sunuyor. Geleneği bugünkü dile ustalıkla söyleten, çağdaş Türk edebiyatının en iyi kalemlerinden Ali Ayçil “Yenilgiden Dönerken”de okurları zamanda, mekânda, kitapların ve yazarların dünyasında yolculuğa çıkarıyor. Yekpare bir zaman algısıyla geçmişle bugünü ustaca buluşturan Ayçil, hayatın sıradan görünen parçalarından, ekmekten, tütünden, kardan yola çıkarak gündelik hayatın edebiyata konuk olmasının başarılı bir örneğini sunuyor. “Sonra yeni efendilerini gönderdi zaman; bütün eski kravatlar, apoletler, şeritler bir bir toplandı, yerlerine yenileri dikildi. Öyle ustalıkla çözüldü ki yumruk, kimse fark edemedi bu yoksul gövdeye bu pahalı ipeğin nasıl giydirildiğini. Yeni yenilgi çağı böyle başladı...”

Sahne Geri(ci)si’nden bir vaaz bir diyalog Kimi defa, insanın eserini kayda geçirme çabası, ölümsüzlük arzusuyla ilgili görünür. Bunun için çıkar sahneye, başlar şarkılarını söylemeye. Ya da etkileyici bir nutuk çekebilir yahut yıllar sonra ’muhteşem’ dedirtecek bir tablo için gezdirir fırçasını tuval üstünde. Faniliği mukadder olan insanın ‘var etme’ ve ‘var olma’ hevesinin bir ürünü olabilir eser verme çabası. Bazen de yapıp ettikleri ve ya yapıp edemedikleri, ‘inandığı ve tutkun olduğu’ bir anlam bütünü belge düşürmeye kışkırtır adamı. Yaşadığı zamana ve mekana dair iyi niyetli bir paylaşma isteği. Tanıklık edebilmeye dair mütevazi bir çaba. Ya da bir sokak arası mescide yolumuz düşüp dinlediğimiz ‘vaaz’ların ruhumuzda uyandirabileceği küçük kıpırtılara bir özenti. Sahneden çok, sahne gerisinden bilinen bir ezgi üzerine sohbet etmek gibi…

Bana uzun mektuplar yaz Usta edebiyatçı Cihan Aktaş’ın senelerin birikimiyle meydana getirdiği bir roman çalışması daha... Bu çalışmasında Aktaş, yakın dönemin tarihine otobiyografik anlatımın tek boyutluluğuna düşmeksizin “içeriden” bir bakışla değerlendirmeler/yorumlar sunuyor. Kılı kırk yaran bir titizlilikle, ince elenip sık dokunarak yazılan, emek ve sabırla ilerlenen bir roman...

90

TOHUM OCAK-ŞUBAT 2012



BULMACA ‹ftira

Didiflme

Ola¤anüstü

Erzincan’›n bir ilçesi

Fatih UĞURLU Duyu organ›m›z Ölçüsünde, miktar›nda

Gezinti gemisi Bir ço¤ul eki

Bir sebze

3

Hesap ilmi

Vitir namaz› dualar›

Bir ünlem

Tah›l tozu

Yabanc›

Yerine koyma

Gözün bir tabakas›

Rezillik Kafa dengi

Kuzu sesi 4

Melekler alemi Yat›k olmayan Bir nota

Beyaz

Bir masal kahraman›

Hünerli

Sonsuza kadar

Dayan›kl› Ölüm cezas›

Övgü Örgü aleti

Bir rakam

Hayali varl›k

Bir sebze

Bir ifl sonucu meydana gelen ziyan

Donuk renkli

Bir nota

Do¤uran, ana

Konu

1

Bir nota

Bir (F)

Merhale

Favori

Tritiumun remzi

Ufuklar Musibet, aksilik Bir Uzakdo¤u sporu

Benlik Ayak (F)

Hz. Peyg. öven fliir

Sinir hastal›klar› 5

Hainlik etme

Ifl›k Parlama

Aletler

Arzu etme

Cömertlik Duvar boyas›

6

Bir cins bal›k

Bir kan hastal›¤›

Toprak rengi Takma saç

Bir ilimiz

Seyrek olmayan

Uzakl›k iflareti

8

Demeç

Sabanc›n›n remzi

Y›lan Tarz, tav›r

2

‹flve, naz Höyük

Su ile çevrili kara Hayret ifadesi

fiahit

Öz, zübde Kör

Bir ba¤laç

Engel, mani

Yap›lan ifller Afyon’un bir ilçesi ‹slâm Alf. bir harf

Bir renk

Temel, esas

Param›z

Tantal›n remzi

Bir erkek ad›

‹flçi

Manevi benlik

‹syan eden 7

9

Boflluk Utanma ‹flaret

Numara ‹mam Hatiplerin Kurucusu E¤itimci

Soylu

Bir nota 11

10 Özel

fi‹FRE SÖZCÜK

1

2

3

4

5

Bulmacanın çözümünü www.onder.org.tr adresinde bulabilirsiniz.

6

7

8

9

10

11




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.