Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Hamdolsun, zamana yemin ederek insanın ziyanda olduğunu hatırlatan Rabbimize, Salât olsun, insan ömrünün en kıymetli dönemi olan gençliğe dikkat çeken Rasulüne, Selam olsun, onun ehl-i beytine, ashabına ve ânın vacibini yerine getirenlere… Kıymetli okurlar, her yeni sayıda olduğu gibi yine bu sayıda da sizlerin karşısına çıkarken bir heyecan içindeyiz. Siz, elleriniz arasındaki bu dergiyi okurken, belki kendisine verilen görevi yerine getirmiş bir memur, belki de kendisine verilen ödevi tamamlamış bir öğrencinin duyduğu huzurla dolu oluyoruz. Fakat öncesinde 2 aylık bir çalışmanın yorgunluğu, zorluğu ve meşakkatiyle iş geliyor ve okuduğunuz bu satırları yazma işine dayanıyor. Yazılarımız tamamlanıp, dergimizin doğum zamanı gelince bendenizi aynı düşünce ve hassasiyet sarıveriyor. Yine bu düşünceler içindeyken her nedense gelgitler yaşayan zihnimde ‘Ânın vacibini yerine getirmek’ deyimi takılı kaldı. Geçmiş, şimdi ve geleceği içinde barındıran zaman dilimidir ân. Sürekli bir hareket, bir oluş halidir geçmişten geleceğe doğru. Yaşanmışlıkları ve yaşanacakları diğer bir deyişle tecrübe edilmişle tecrübeyle yapılacağın harmanlandığı bir halin ifadesidir. Vacip ise malumunuz olduğu üzere yerine getirmek, ifa etmektir. Mensubu olduğumuz kültür ve medeniyetin gereği, vahiyle hayata bakabilmenin bir yansımasıdır. Görev ve sorumluluğunun bilincinde olup, yaşadığı toplumun ve dahası dünyanın ihtiyaçları hususunda bigâne kalmamak için olmazsa olmazımızdır. Hülasa, liyakatsizliklerimizi, yanlışlarımızı, hatalarımızı yok saymadan, söylememiz lazım gelenleri söyleyerek, yapmamız gerekenlerin de üzerine giderek ‘şimdi’de yapılan eylemin adıdır ‘ânın vacibini yerine getirmek.’ Bilemiyorum, birkaç cümleyle ifadeye çalıştığım bu halin toplum olarak farkındalığının neresindeyiz. Öyle zannediyorum ki kendimize yönelik olan tarafını gayet net bir şekilde içselleştirdik ve kusursuz işletmeye azami dikkat gösteriyoruz. Lâkin dava ve basiret zâviyesinden ya da güncel tabiriyle misyon ve vizyon perspektifinden işin neresinde olduğumuz noktasında maalesef aynı dikkati ve rikkati göster(e)miyoruz. Sanki izlemek için koltuğa kurulduğumuz filmi, maçı yahut diziyi beklerken televizyon ekranlarından gözümüze gözümüze sokulan ‘az sonra’ spotları, bilinçaltımıza yerleşmiş ve onun büyüsüyle hayatımızın yapmamız gerekenler kısmına sirayet etmiş gibi. Evet sevgili dostlar! Az sonralarla, sonra yaparımlarla, bu benim işim değillerle bir ömür beyhude geçiyor. Rabbimizin yemin ettiği zamanda buna şahit olarak. Eskiler ‘söz var gelir geçer, söz var deler geçer.’ derler, fakirin sözleri de gelir geçer cinsindendir. Bendeniz sizlere başka bir perdeden, taraf-ı ilahiden sesleneyim: “De ki: (Durmayın), değer üretin, çalışın! Nasıl olsa ürettiğiniz değeri, çalışmanızı Allah görüyor, O’nun elçiside, mü’minlerde görüyor. En sonunda görülemeyeni ve görüneni ayrıntılarıyla bilenin huzuruna çıkartılacaksınız. Nihayet O size yapıp ettiklerinizi bir bir haber verecektir.” Tevbe/105 Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle ves’selam...
EDİTÖR’DEN TOHUM
01
içindekiler 04
BAŞKAN’DAN TÜRKİYE İÇİN YENİ BİR EĞİTİM VİZONU
08
14
DİNDARLIK VE GENÇLİK ZEHRA SEVİNDİK PROF. DR. ORHAN OKAY’LA DİNDAR GENÇLİK ÜZERİNE
06
KAVRAMLAR SABRİ OTAĞ TEDEBBÜR
18
DİNDARLIK VE GENÇLİK YRD. DOÇ. DR. ADNAN MEMDUHOĞLU DİNDAR GENÇLİK
24
DİNDARLIK VE GENÇLİK ŞABAN KARAKÖSE - TÜRKİYE’DE DİNDAR GENÇLİĞİN DÜNÜ, BUGÜNÜ, YARINI
26
DİNDARLIK VE GENÇLİK MEHMET KAMAN NE KADAR DİNDAR BİR ÜLKEYİZ?
ÖNDER ADINA ‹MT‹YAZ SAH‹B‹ Dr. Hüseyin Korkut
REKLAM SORUMLUSU Mustafa Karahüseyino€lu
YAYIN DANIfiMANI Mustafa Canbey
TOHUM Dergisi, ÖNDER ‹mam Hatip Liseleri Mezunlar› ve Mensuplar› Derne€i yay›n›d›r.
GENEL YAYIN YÖNETMENİ Murat Şahin ED‹TÖR Ahmet Bolat YAYIN KURULU Sabri Ota€, Fatih Serenli, Nazif Yılmaz, Mehmet Kaman, İsmihan Şimşek, Zümrüt Sönmez, Zehra Sevindik, Banu Ezber, Ebru Can Avcı
02
TOHUM MART-NİSAN 2012
SANAT PROF. DR. SAADETTİN ÖKTEN TOPLUM VE SANAT
GRAF‹K TASARIM Elagrafik (0212) 272 33 23 - (0544) 792 91 93 www.elagrafik.com BASKI Seçil Ofset (0212) 629 06 15 www.secilofset.com
ADRES Alemdar Mh. Hükümet Kona€› Sk. No: 7 34110 Ca€alo€lu - ‹stanbul Tel : (0212) 519 09 53-519 12 76 Faks : (0212) 519 09 57 onder@onder.org.tr tohum@tohumdergisi.com Kapak Fotoğraf : Dursun Berk Kaynak gösterilmeden al›nt› yap›lamaz. Yaz›larda k›saltma yap›labilir. Hukuki sorumluluk yazara aittir.
30
DİNDARLIK VE GENÇLİK RAMAZAN TAMER - TAKİYYE YAPILIRKEN ÖZÜN UNUTULDUĞU COĞRAFYA; BALKANLAR
34
DİNDARLIK VE GENÇLİK MEHMET KAMAN BASINDA DİNDARLIK
36
DİNDARLIK VE GENÇLİK BANU EZBER GENÇLERE SORDUK
38
DENEME İSMİHAN ŞİMŞEK YAZARLIK NEREYE
40
DİLBİLİM ZEHRA SEVİNDİK LEHÇE Mİ? ŞİVE Mİ? AĞIZ MI? DİL Mİ?
78
FOTO-RÖPORTAJ ARİF YAMAN İTFAİYE
68
PANORAMA ZELİHA SAĞLAM BRUNEY SULTANLIĞI
72
SAĞLIK DR. HASAN ÜLGEN AĞIZ VE DİŞ SAĞLIĞININ ÖNEMİ
74
PSİKOLOJİ ESAN GÜL RUHSAL DENGE
76
KÜLTÜR-SANAT !F İSTANBUL
44
DOĞUDAN - BATIDAN AHMET FARUK AYGÜN FARABİ / THOMAS MORE
48
BİYOGRAFİ BAHADIR KURBANOĞLU İSKİPLİ ATIF HOCA
52
DÜŞÜNCE ATLASI PROF. DR. ALÂADDİN BAŞAR MÜSPET HAREKET
56
DENEME SENAİ DEMİRCİ VAHİY VE YAĞMUR
60
DENEME DR. A. HALİM ULAŞ EVİMDE MÜTHİÇ BİR YANGIN VAR
64
DENEME ZÜMRÜT SÖNMEZ 2 SAVAŞ, 1 GÖÇ, 1 KADIN
84
MÜZELERİMİZ M. FATİH SERENLİ SULTAN II. BAYEZİD KÜLLİYESİ
90
SİNEMA YUNUS KELEŞ DÖNÜŞÜMÜN İZİ
92 94
HİTABE NECİP FAZIL KISAKÜREK
96
KİTAP
BULMACA
İÇİNDEKİLER TOHUM
03
Dr. Hüseyin KORKUT ÖNDER Genel Başkanı
Türkiye için
Yeni Bir Eğitim Vizyonu Kademeli eğitim, esnek ve yönlendirmeci yapısıyla topluma dar kalıplar dayatan sekiz yıllık zorunlu eğitimin gerek mesleki-teknik eğitim, gerekse din eğitimi üzerinde yol açtığı birçok hasar ve tahribatı ortadan kaldırmakta, daha çoğulcu ve özgür bir eğitim sisteminin yapı taşlarını döşemektedir. Türkiye hak ve özgürlüklere, millet iradesine dayalı altyapısını normalleştirirken bir taraftan da yakın geçmişindeki olağanüstü dönemlerin, baskı ve dayatmaların toplum üzerinde oluşturduğu derin hasarları telafi etmeye çalışıyor. Bir taraftan üniversiteye girişte bütün hak taleplerine ve uyarılara rağmen İmam-Hatiplere karşı uygulamaya konan katsayı adaletsizliği sona ererken diğer taraftan eğitim sisteminde daha özgürlükçü ve esnek bir yapılanmayı öngören kademeli eğitim sistemi yeniden şekilleniyor. 28 Şubat sürecinin topluma giydirmeye çalıştığı deli gömleği olan kesintisiz sekiz yıllık eğitim nihayet tarih olmaktadır. Kademeli eğitim Türkiye’nin eğitim sorunlarını bir anda çözmemekle birlikte toplumun talepleri yeterince göz önüne alınıp tasarlandığında eğitim sistemindeki birçok açmazı ortadan kaldırmaya zemin hazırlamakta ve kesintisiz sekiz yıllık eğitimin oluşturduğu çıkmazları telafi etmektedir. Bu girişim ve gelişmeler milletimizin eğitim sistemiyle ilgili haklı çağrılarına ve çığlıklarına kulak tıkamayıp ilk defa güçlü bir şekilde cevap vermesi itibarıyla ideolojik kalıplardan arınmış insani ve özgürlükçü, aynı zamanda çeşitliliği içeren bir eğitim politikası kültürünün gelişmesine ve eğitimin normalleşmesine yönelik umutları artırmaktadır. Kademeli eğitim, esnek ve yönlendirmeci yapısıyla topluma dar kalıplar dayatan sekiz yıllık zorunlu eğitimin gerek mesleki-teknik eğitim, gerekse din eğitimi üzerinde yol açtığı birçok hasar ve tahribatı ortadan kaldırmakta, daha çoğulcu ve özgür bir eğitim sisteminin yapı taşlarını döşemektedir. Her şeyden önce geleceğimiz olan yavrularımızın kişilik,
04
TOHUM MART-NİSAN 2012
sosyal ve cinsel gelişimi açısından büyük avantajlar sağlamaktadır. Bu sistemde aynı gelişim dönemlerinde olan öğrenciler bir arada bulunacaklarından akran etkileşimi denilen fırsatlardan ziyadesiyle yararlanacaklar, kendi akranlarıyla ya da kendilerine yakın yaşlarda olan öğrencilerle paylaşabileceklerdir. Örneğin birinci sınıf öğrencisi ile sekizinci sınıf öğrencilerinin aynı zaman diliminde ve aynı ortamlarda eğitim görmeleri gibi sosyal gelişim ve kişilik gelişimi açısından sakıncalı uygulamalardan kurtulacaklardır. Kademeli eğitimin çeşitlendirilmiş, esnek ve geçişken bir eğitim ortamı oluşturarak eğitimin niteliğini artıracağı diğer dünya örneklerinden kolaylıkla çıkarılabilir. Eğitim basamaklarının kademeli olması, öğrencilerin kendilerini daha başarılı bulacakları farklı alanlara yönelmelerini kolaylaştırarak, onların hayata hazırlanmalarını, adaptasyonlarını ve hayatı daha iyi bir şekilde anlamlandırmalarına katkı sağlayacaktır. Bu da ancak kademeli ve ara geçişleri mümkün olan bir eğitim yaklaşımıyla mümkün olabilir. Esnek mesleki yönlendirmeyi içeren kademeli eğitim, bilinçsiz meslek seçimi benzeri sorunları da bertaraf etmiş olacaktır. Diğer taraftan zorunlu eğitimin sonunda öğrencilerimiz yeteneklerine göre meslek sahibi olacaklarından üniversite önünde yığılma da olmayacaktır. İlk 4 senenin sonunda ikinci 4 yılın planlaması yapılırken kabiliyet ve istidatlara göre öğrencilerin yönlendirilmesi önemlidir. Sekizinci sınıfın sonunda meslek liselerine öğrenci kazandırılarak meslek sahibi olmaları sağlanacaktır.
Kesintisiz sekiz yıllık ilköğretim modeli nedeniyle köy ve küçük yerleşim birimlerinde kapalı kalan binlerce okul yeniden açılacak, kırsal kesimde atıl kalan birçok kamu kaynağının daha etkin ve verimli kullanılabilmesi mümkün olabilecektir. Fiziki ortamların iyileştirilmesi ve daha fazla öğretmen istihdamı ile atıl kalan birçok okul binası hayat bularak daha nitelikli bir şekilde kullanılabilir hale gelecektir. 4+4+4 uygulaması ile ilk 4 yıl için öğretmenlerimiz istihdam edilerek çocuklarımıza mahallinde eğitim imkânı doğmuş olacaktır. Diğer taraftan örf, gelenek, inanç ve vicdani yönelim dolayısıyla yatılı, karma ortamda zorunlu eğitim dayatması nedeniyle örgün eğitime katılması engellenen ergenlik dönemindeki kız çocuklarının eğitime katılmasıyla okullaşmada artış olacağı da beklenmelidir. ÖNDER olarak bu vesileyle kamuoyuna bir kez daha ifade etmek isteriz ki; demokratik her eğitim sisteminde olduğu gibi %99’u Müslüman nüfusa sahip Türkiye’de vatandaşlarımızın din eğitimini örgün yollardan yeterince öğrenme hakkı tartışılamaz. Ne yazık ki dayatmacı uygulamalar yüzünden vatandaşın din eğitim hakkı Anayasanın açık hükmü olmasına rağmen eğitim sistemimiz içerisinde
1 - Kademeli eğitimin esnek ve çeşitlendirmeci ruhuna uygun olarak ilköğretimin ikinci kısmının öğrencinin ve velinin isteğine bağlı olarak farklı açık öğretim yöntemleriyle tamamlama imkânı verilmelidir. Aksi takdirde zorunlu örgün uygulama öteden beri yaşanan bazı sıkıntıları yeniden ortaya çıkarma ve eğitimin niteliğini zedeleme riskini taşımaktadır. Özellikle Kur’an-ı Kerim kursları ve hafızlık müessesesinin devamı açısından çok önem arzetmektedir. 2 - İmam Hatiplerin orta kısmının açılması Kur’an-ı Kerim eğitimi ve diğer temel mesleki bilgilerin kazanılması açısından din eğitimine önemli bir katkı sunacaktır. Bakanlar Kuruluna bırakılan hangi okulların 4+4, hangi okulların ikinci kısım olacağıyla ilgili konuların da kanunda düzenlenerek netleştirilmesi ileri de olası spekülasyonları ve tartışmaları ortadan kaldıracaktır. 3 - Belli bir din ve inanca dayalı din dersleri, küçüklerin velisi, büyüklerin kendi isteğine
bilinçli bir şekilde göz ardı edilmiş, öğrencilerin mensup oldukları dinin eğitimini almaları engellenmek suretiyle Anayasa aleni bir şekilde çiğnenmiştir. Bu itibarla din eğitimi konusu demokratik bir şekilde toplumun talep ve beklentilerine uygun olarak düzenlenmeli, ideolojik tartışma konusu olmaktan çıkarılmalıdır. Bunun için din eğitimi velilerin kanuni izni veya öğrencilerin taleplerine göre seçimli bir şekilde eğitimin her kademesinde verilebilmelidir. Din eğitimi meselesi sadece İmam Hatip Liseleri veya Kuran-ı Kerim Kursları meselesi değildir; bu bir insani gelişim ihtiyacıdır ve toplumun ciddi bir talebidir. Kanun yapıcılar bu talebi göz ardı etmemelidir. ÖNDER kademeli eğitim düzenlemesini ilkesel olarak benimsemekle birlikte tek başına eğitimin yapısal sorunlarını çözmek için yeterli olmadığını ve eğitimin çok yönlü ve bütünlükçü bir yöntemle ele alınmasının gelecek için hayati olduğunu düşünmektedir. Bu yüzden milletin temsilcilerinin aşağıdaki hususları ciddiyetle ele almalarının toplumsal barış ve istikrar açısından son derece önemli olduğunu bildirmeyi bir vazife saymaktadır.
bağlı olarak eğitimin her kademesinde seçmeli ders haline getirilmelidir. 4 - Din ve inanca dayalı kılık ve kıyafet her bakımından bir hak olarak tanınmalı, eğitimin her aşamasında serbest bırakılmalıdır. 5 - Dini vecibelerini yerine getirmek isteyen öğrencilere her türlü kolaylık gösterilmeli; okul alanlarında ibadet alanları tahsis edilmelidir. 6 - İsteğe bağlı olarak ailelerin çocuğuna özel okulda ya da evde eğitim verebilmesi olanağı tanınmalı; inançlar doğrultusunda çocuklarına dini eğitim sağlayabileceği özel okulların açılmasına imkan tanınmalıdır. 7 - Karma eğitim bir eğitim zorunluluğu olmaktan çıkarılmalı; isteğe bağlı olarak kızerkek öğrencilere ayrı eğitim veren okullara gitme hakkı tanınmalıdır. Daha özgür, müreffeh ve onurlu bir Türkiye için Allah’a emanet olunuz.
BAŞKAN’DAN TOHUM
05
Sabri OTAĞ onder@onder.org.tr
Kur’anî Kavramlar
TEDEBBÜR İslamî bir tabir olan, nerede ise hayatımızdan tamamen uzaklaştırılmak istenen, okumuş mürekkep yalamış birçok aydının bile bugün mânâ ve mefhumunu idrakten maalesef uzak bulunduğu TEDEBBÜR vahyin nurlu izinde aklı kullanmak, eskimeyen yeni olan ve hükmü kıyamete kadar baki olacak Kur’an-ı Kerim’i tertil üzere düşünerek, aklederek okumaktır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran özelliklerin başında akıl, idrak ve şuur gelmektedir. Yaratıcımızın en büyük ihsanlarından olan bu özellikler insana mükellefiyet yüklemekte, onu mukaddes yükün hamalı, yeryüzünün halifesi olma erdemine yüceltmektedir. “Aklı olmayanın dini yoktur” hükmü aklın önemini izaha kafidir. Rabbimiz, akıl verdiği kişiye mükellefiyet yüklemiş, onu sorumlu kılmış, ondan aklını kullanmasını istemiştir. Kur’an’da “akletmiyorlar mı, düşünmezler mi?” sualleri, insanlığın akletmesini, aklını kullanmasını zımnen emreden hükümlerdir.
bür, onun emir ve yasaklarını düşünmek demektir. İmâm-ı Gazâli’ye göre bunun şartları; helalinden az yemek, ihlâs, kalp huzuru ve Kur’an okurken zihni toplamaktır. İmam’a göre tedebbür, kalbin dünya meşgalelerinden kurtulmasından, mâsivayı terk etmesinden sonra gelir. Kur’an okumaktan maksat, onun âyetleri üzerine tedebbür etmektir. Nisa Sûresi, Âyet 82’de “Hâlâ Kur’an üzerinde gerektiği gibi düşünmeyecekler mi?” buyurarak, Kur’an’ı, kitabı olarak kabul eden herkes tedebbüre dâvet edilmektedir.
Akıl yürütmek vahyin aydınlığında, vahyin hakemliğinde güzeldir. Matlup olan da odur. Vahiyden uzak, vahyin hilafına akletmek çoğu kere şeytanın avukatlığına soyunmaktır.
Tedebbür; Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu tasdik edip, onu okumanın, Rabbimizle konuşmak olduğu şuuruna ermektir.
İslamî bir tabir olan, nerede ise hayatımızdan tamamen uzaklaştırılmak istenen, okumuş mürekkep yalamış birçok aydının bile bugün mânâ ve mefhumunu idrakten maalesef uzak bulunduğu TEDEBBÜR vahyin nurlu izinde aklı kullanmak, eskimeyen yeni olan ve hükmü kıyamete kadar baki olacak Kur’an-ı Kerim’i tertil üzere düşünerek, aklederek okumaktır. Bu hususta Rabbimiz Kur’an-ı Hakîminde meâlen şöyle buyuruyor: “Onlar, Kur’an-ı Kerim’i tedebbür etmezler mi? Yoksa kalbleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed Sûresi, Âyet 24) Kur’an’ı tedeb-
06
TOHUM MART-NİSAN 2012
Tedebbür; bilgi üretmek, geleceğe yönelik ilâhi mesajdan sonuçlar devşirip tedbir almak, geçmişle gelecek arasında bağlantı kurmaktır. Tedebbür; “Kur’an bana ne diyor, Rabbim, Kur’an’da benden neleri istiyor?” sualine, İslâm’ın aydınlığında cevaplar bulabilme, Kur’an’ın muhatabının bizzat kendimiz olduğu gerçeğini yakalayabilmektir. Tedebbür; hayat kitabımız, kurtuluş reçetemiz, şifa kaynağımız Kur’an karşısında konumumuzu belirleme, Kur’an gölgesinde bir hayatı hedeflemedir. Tedebbür; Kur’an’ın ölüler kitabı değil, biz yaşayanları, bize hayat verecek, huzur verecek değerle-
re çağıran hakikatler manzumesi diriler kitabı olduğunun farkına varmak ve gereğini yapmaktır.
tüm çıkmazların hallini onda aramak ve Kur’an’ın hakemliğine itirazsız boyun eğmektir.
Tedebbür; Kur’anî hükümleri “âmennâ vesaddaknâ” diyerek kabulünün yanında, bunların hikmetlerini de tefekkür etmektir.
Tedebbür; uçsuz-bucaksız âlemde, hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığı ve başıboş bırakılmadığı fermanı mücibince, yaratılış gayemizi idrâk ve bu gayeye uygun kullukla gerçek hürriyete ve saadete kavuşabilmektir.
Tedebbür; Kur’an’la beraber, kendimizi ve kainat kitabını da teenni ile okumak ve akletmektir. Tedebbür; Kur’an’daki emir ve yasakları kalben tasdik ederken, bunların fayda ve zararlarını aklen ve ilmen tezekkür ve tefekkür etmektir. Tedebbür; gerek kitabımız Kur’an’ı, gerek kendimizi ve gerekse kâinat kitabını okurken, Kâdir-i Mutlak olan Rabbimizin güç ve kudretini iliklerimize kadar hissederek, tüm benliğimizle imanda kemâle ermek, hayatın tüm alanlarında tevhidi kavrayabilmektir. Tedebbür; geçmişle gelecek arasında köprü kurmak, geleceğe yönelik bilgiden sonuçlar çıkarıp tedbirli olmaktır. Tedebbür; günah ve isyanları sebebiyle helâke sürüklenen geçmiş kavimlerden ders alıp, aynı akıbete uğramamak için o tür hallerden uzak durmaktır. Tedebbür; Kur’an’ın son Hak Kitap olduğu gerçeğinden hareketle, tüm problemlerin çözümünü,
Sevgili kardeşlerim, Allah ve Rasûlüne sevgili olanlar, kendilerinin Allah’tan, Allah’ın da kendilerinden razı olduğu kimseler, Livâul Hamd sancağı altında gölgelenmeye hak kazananlar hep tedebbürle bu ulvi menzillere ulaşmışlarıdır. Kalplerimizi, ilâhi hakikatlere perdeleyen, ibadet ve tattan haz ve huzur almamızı engelleyen, kalplerimizi katılaştırıp vicdanlarımızı körelten tüm olumsuzlukların reçetesi tedebbür, tezekkür ve teakkuldedir. Kur’an’ın çoğu kere boğazlardan kalplere inemediği asrımızda, tedebbür nimetiyle Kur’anımızla hemhâl olmak, yaşayan Kur’an olan sevgili Peygamberimizin izinde yürümek, hem hâl, hem kâl ile güzel örnekler olmak hepimizin görevi olmalıdır. Ancak o zaman Kur’an güneşi gönüllere, hanelere, sokağımıza, mahallemize, şehrimize ve dünyamıza yeniden doğacaktır.
KAVRAMLAR TOHUM
07
Prof. Dr. Saadettin ÖKTEN Mimar Sinan Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi
Toplum ve Sanat
Toplumsal Duygu Dünyası Sanatkâr içinde yaşadığı toplumun medeniyet tasavvurunu benimsediği ölçüde o topluma ait olur ve bu aidiyetten yola çıkarak kendi duygu ve ruh dünyası üzerinden toplumun ruh ve duygu dünyasına tasarruf eder. Geçen sayıdaki makalemizin devamı niteliğinde toplumdaki ortak davranış ve ortak düşünme tarzına benzer bir şekilde toplumun ortak bir duygusallığından da söz edilebilir. Bir toplumu teşkil eden fertler duygu dünyalarında da genel çizgileri ve özellikleri ile ifade edilebilecek belli bir duygusal tarz izlemektedirler. Buna, ferdi özellikleri hiçbir zaman ihmal etmeden ancak bu özelliklerin üzerindeki bir düzlemden bakarak, toplumsal duygudaşlık veya ma’şerî zevk ve hissiyat denilebilir. Ma’şerî aklı tanımlamak için izlenen yol ana hatları ile burada da geçerli olur. Orada toplumun ma’şerî aklını tanımlamak noktasında bilim, fikir ve düşünce adamlarının eserleri ve birikimleri üzerinden gidilmektedir, burada ise takip edilecek yol o toplumda yetişmiş sanatkârların duygu ve ruh dünyalarının tanınması ve bu dünyalardaki muhtevanın sanat eserleri üzerinden ifade edilirken kullanılan uslubun tahlil edilerek anlaşılmasıdır. Toplumun, üzerinde uzlaştığı sanat eserlerini değerlendirirken gündeme gelen toplumsal duygu dünyası ve estetik algılaması, diğer bir deyişle ma’şerî zevki sanatkârlar tarafından ortaya konulan eserlerde görülen ve derinleşen estetik bir ortamda doğan ve gelişen estetik değer ve yargı dünyası ile tanımlanır. Bu bakımdan sanatkâr o toplumun bir ferdi olarak ma’şerî zevki hem esasları ile ortaya koyar, hem de zaman içinde değişen şartlara bağlı olarak geliştirerek zenginleştirir. Gerçekte sanatkârın eser üzerinden topluma sunduğu haber ait ve mensup olduğu toplumun medeniyet tasavvuruna yaptığı bir vurgu veya gönder-
08
TOHUM MART-NİSAN 2012
meden başka bir şey değildir. Sanat eserinde çok güçlü, asil ve güzel bir biçimde tezahür eden bu gönderme o eser ile duygudaşlık bağı kuran ve aynı topluma ait olan birey tarafından büyük bir haz ve coşku içinde içselleştirilir. Böylece toplumun medeniyet tasavvuru veya değerler sistemi o eserde ifadesini bulan bir cephesi ile bireyler tarafından temellük edilerek toplumsal bir bütünlük ve genellik kazanır. Özetle söylersek sanatkâr, toplumsal medeniyet tasavvurunun ma’şerî zevk sahasındaki yetkili sözcüsü, belirleyicisi ve geliştiricisidir. Onun imzasını taşıyan sanat eseri de yine ma’şerî zevk sahasında sanatkârdan bireye uzanan bir haberdir. Yukarıdaki açıklamalardan ortaya çıktığı gibi bir toplumda kendine has ve onu diğer toplumlardan ayıran ortak (veya ma’şerî) davranış, ortak akıl ve ortak zevkten söz edilebilir. Bu ortak hususlar toplumsal bağları teşkil ederler ki bunlar sayesinde toplumun var olma iradesi, birlikte yaşama şuuru ve beraber eylem yapma kudreti doğar. Ortak akıl ve ortak zevk toplumda benimsenen medeniyet tasavvurunun veya değerler sisteminin zihin dünyasına ve gönül âlemine düşen yansımaları ile zuhur eder. Var olma iradesini belli eden davranış ve eylemler de bu yansımaların dış dünyadaki izdüşümlerinden başka bir şey değildir. Sanatkâr içinde yaşadığı toplumun medeniyet tasavvurunu benimsediği ölçüde o topluma ait olur ve bu aidiyetten yola çıkarak kendi duygu ve ruh dünyası üzerinden toplumun ruh ve duygu dünyasına tasarruf eder. Bu yolda ilerleyerek verdiği eserlerdeki gücü nispetinde de o topluma mensubiyetini pekiştirir. Burada aidiyet
kavramı pasif bir birlikteliği, mensubiyet kavramı da aidiyetten yola çıkılarak ortaya konan eylemi veya aktif bir beraber olmayı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Sanatkâr özümsediği değerler sistemi veya medeniyet tasavvuru itibarı ile topluma aittir, bu değerleri yansıtan eserler verdiğinde de bu aidiyetin yanına bir de mensubiyet gelir. Çünkü ortaya konulan eser ile aidiyet aşikâr hale gelmiş, sanatkâr eseri üzerinden değerlendirilerek benimsediği medeniyet tasavvuruna nispet edilir olmuştur. Sanatkârın eseri ile ortak bir duygusallık serüveni yaşayan birey bu eser ile sadece duygu planında müşterek olup bu olguyu dış aleme yansıtmadığı sürece eser ile, aslında toplumsal medeniyet tasavvurunun bu eser üzerinden iletilen haberi ile, pasif bir ilişki içindedir. Çevredekiler bu gizemli ilişkiden habersizdirler, buna aidiyet adını verelim. Bu ilişki estetik bir coşku derecesine varıp bireye ait yeni bir estetik ufka dönüştüğünde ise herhalde diğer insanlarla paylaşılması gereken bir güzellik olacaktır. Bu güzelliğin paylaşılması ve yaygınlaştırılmasını da bireyin toplumsal medeniyet tasavvuruna mensubiyeti olarak nitelendiriyoruz. Kısaca denilebilir ki sanatkârın duygu ve ruh dünyası, bu dünyayı düzenleyen estetik ölçütleri ve bu dünyayı dış âleme yansıtırken yani eser verirken izlediği uslup ait ve mensup olduğu toplumun medeniyet tasavvuru ile derin ve kuvvetli bir ilişki içindedir. Aynı ilişki sanat eserinin muhatabı olan birey için de geçerlidir. Estetik özne olan bireyin duygu dünyası ve estetik ölçütleri büyük ölçüde yine ait ve mensup olduğu toplum tarafından belirlenmektedir.
Toplumsal yapıyı kuran, yaşatan ve sağlamlaştıran medeniyet tasavvurunun yaşamak ve gelişmek için mutlak surette sanata ve dolayısı ile onun yapıcısı olan sanatkâra ihtiyacı vardır. Toplumun sahip olduğu medeniyet tasavvuru toplumsal katmanlarda yayıldığı nispette, benimsendiği ve içselleştirildiği ölçüde güç ve kudret kazanır, toplumsal var olma iradesini, beraber yaşama şuurunu ve birlikte eylem yapma kudretini ortaya koyar. Medeniyet tasavvurunun benimsenmesi veya toplumsal bir kabul görmesi daha ziyade fikir ve düşünce dünyası üzerinden gelişen bir olgudur. Bilim ve düşünce adamları eylemleri ve eserleri ile topluma ait ortak düşünce tarzını yani ma’şerî aklı oluştururlar. Bu aklın, kişisel yetenek ve özellikleri çok farklı geniş halk katmanları tarafından arzu edilen bir düzey ve muhtevada anlaşılarak kabul edilmesi oldukça zordur. Bunun yerine geniş kitleler kendilerine örnek olarak aldıkları bazı yetkin kimselerin fikir ve düşüncelerini kabul, daha doğrusu tahkike güç yetiremeyecekleri için taklit ederler. Buna karşılık toplumsal medeniyet tasavvurunun içselleştirilmesi bir başka alanda, duygular ve ruh dünyasında gerçekleşir. Burada ise sanatkârlar hakimdir ve tasarruf sahibidir. Sanatkârlar verdikleri eserler ve yaşadıkları hayat tarzı ile ma’şerî zevki teşkil ve tanzim ederler. Bir sanat eseri üzerinden yayılan estetik bir haberin yahut medeniyet tasavvuruna ait bir yorumun en ücra noktalardaki en münzevi bireylere ulaşması, fikri bir eserin ya da bilimsel bir yorumun bu noktaya ulaşmasına göre çok daha kolay, çabuk ve yaygındır. Ayrıca sanat eserinin haberi büyük ölçüde bir başka birikime ihtiyaç kalmadan bir anda
SANAT TOHUM
09
10
TOHUM MART-NİSAN 2012
içselleştirilebilir. Çünkü duyguların dili ve iletişimi aklın diline ve iletişimine göre çok daha çabuk ve etkindir. Zihni sahada bir merhaleyi geçmek için inceleme ve düşünme aşamalarında uzun gayretlerin sarf edilmesi gerekirken ya da bu yapılamadığında taklit ile yetinmek gerçeği ortaya çıkarken duygusal sahada yeni bir merhale veya haber zaman, mekân ve muhit şartlarına uygun bir biçimde olmak koşulu ile hemen yerine ve maksadına vasıl olur. Bu bakımdan bir medeniyet tasavvurunun geniş kitlelerce içselleştirilmesi, benimsenip kabul görmesinden daha kolay ve şumullüdür. Bu noktadan değerlendirildiğinde ise toplumun kendi medeniyet tasavvurunu geniş kitlelere teşmil etmek ve sevdirmek açısından sanatkâra olan ihtiyacı inkâr edilemez bir biçimde ortaya çıkar. Bir sanat eseri toplumun medeniyet tasavvuruna ait bir değeri (bu değere genel anlamda kısaca öz de diyebiliriz) zaman, mekân ve muhit şartlarına uygun bir biçimde ve estetik bir söylem içinde ifade ettiğinde geniş toplumsal katmanlar tarafından beğenilir, sevilir ve içselleştirilir. Eser bizatihi dış dünyada var olan malzemeler ile ortaya konmuş fiziksel bir gerçekliktir. Dış dünyaya akseden bir varlık ve bir uygulama ürünü olduğu için de kültürel bir vakıadır. Eserin maddesel boyutuyla, yani biçimsel olarak, algılanması onun arka planında yer alan ve ifade edilmesi asıl gaye olan mücerred kavrama, diğer bir deyişle öze göre çok daha kolaydır. Bu nedenle biçim, kitle tarafından ardında bulunan öze göre çok daha çabuk ve yaygın olarak anlaşılır. Ve neticede eser, daha ziyade biçimsel yönü önde olarak ma’şerî bir beğenişe mazhar olur ve toplumsal ortak zevkin oluşmasına bir katkı yapar. Sanat eseri maddesel bir biçimlenme olduğu için
aynı zamanda durağan bir bünyeye sahiptir, biçimsel olarak zaman içinde değişmesi söz konusu değildir. Kısaca söylemek gerekirse sanat eseri içinde bir öz barındıran sabit bir biçimdir. Kitle bir zaman diliminde kendi özel şartları içinde çok beğendiği bir sanat eserini o eserin ardında duran ve ona ruh veren medeniyet değeri yani öz ile özdeşleştirir. Estetik heyecanın diri olduğu, medeniyet tasavvurunun kudretini kaybetmediği ve bilinçle algılandığı zamanlarda bu özdeşleşme büyük bir mahzur teşkil etmez, hatta eserde vurgulanan medeniyet değeri gibi soyut bir kavramın çok daha kolay ve yaygın anlaşılıp içselleştirilmesini sağladığı için faydalıdır. Diğer bir deyişle bu özdeşleşme sebebiyle biçim ile öz birbiri ile aynileşmiş, çoğu kez öz biçimin gölgesinde kalmış ve öz adını verdiğimiz mefhum veya değer kolay ve yaygın anlaşılmakla birlikte biçimin kalıbına dökülmüştür. Geçen zaman içinde özün biçime ruh ve hayat veren özelliğinin toplumsal katmanlar tarafından unutulduğu sık görülen bir hadisedir ve bu durumda öz artık bir biçim olarak algılanır. Öz ile biçim arasındaki ilişki biçimin durağan bünyesi dolayısı ile donar ve rijit bir mahiyet kazanır. Hâlbuki medeniyet tasavvuruna ait bir değer olan öz farklı zaman, mekan ve muhitlerde farklı biçimlerde ifade edilmek mecburiyetindedir. Öz bir kavramdır ve medeniyet tasavvurunu kuran ve ona hayat veren bir özelliğe sahiptir. Özün değişen koşullarda yeni biçimler kullanılarak mutlaka ifade edilebilmesi gerekir ki bu işlevini yerine getirsin yani toplum bu yeni dönemde de maziden tevarüs ettiği medeniyet tasavvuru ile hayatiyetini sürdürsün, kimliğini ve kişiliğini muhafaza edebilsin.
SANAT TOHUM
11
… Toplum giderek o özden uzak kaldığı için nefes almakta zorluk çekmekte ve o özü tümü ile yitirdiğinde ise hayat kaynaklarından birini kaybetmiş olmaktadır…
Diğer bir deyişle zaman, daha doğrusu zaman içinde değişen şartlar biçimleri sorgular, zorlar ve değişime sürükler, toplumun bu yeni dönemlerde de kendi kalarak var olabilmesi yani kendi özgün medeniyet tasavvuru ile hayatına devam edebilmesi için özün yeni biçimler altında ifade edilmesi kaçınılmaz bir zarurettir. Biçim ile öz arasında bir vakitler var olan ve o şartlarda çok müspet neticeler veren özdeşlik, biçimin kaçınılmaz olan durağan bünyesi, özün de farklı zamanlardaki yeni şartlara göre ifadesini bulmak noktasında belli bir kalıba bağlı kalamayacağı gerçeği dikkate alındığında artık bu yeni dönemde vazifesini yerine getiremez olur ve biçim özün ifadesinde yetersiz kalır. Öz ile biçim arasında kurulan ve zaman içinde giderek bir özdeşliğe dönüşen ilişkinin, özün yeni nesiller tarafından içselleştirilmesinde yetersiz kalışı yeni insanların o öze önem verdiklerini gösterdikleri halde onu ifade eden esere bir anlam verememeleri ile ortaya çıkar. Kitleler eserin ardında var olan öze değer verdiklerini beyan ettikleri halde o özü içselleştirmek için en kolay ve çabuk sonuca götüren vasıta olan sanat eserine daha doğrusu o biçime bigâne ve yabancıdırlar. Dolayısı ile öz ile biçim arasındaki ilişki kurulamadığı için gerçekte toplumsal olarak değer verildiği ifade edilen öz de tam manası ile beğenilip içselleştirilmiş değildir. Bu durumda tutulacak yol için şu hususlar akla gelebilir, özün ifadesinde görülen bu yetersizlik başlangıç safhasında ise sanat eseri, üzerinde yapılan yeni yorumlarla yeni kitlelere hitap edebilen bir anlam haritasına oturtulabilir. Bu yorumlama yapılırken eserin ardındaki özden inhiraf etmemek ve taviz vermemek gerekir, aksi halde öz yara alır ve toplumun medeniyet tasavvuru zedelenir. Bu yorumlama faaliyeti kitlelerin eseri anlayıp ardındaki özü içselleştirmesi için yeterli olmadığında o özü ifade edebilecek yeni biçimlerin aranması vazgeçilmez bir hareket olur. Yorumlama ve yeni biçimler arama faaliyetlerinde eski biçimlerden ve bu biçimlerde kurulan biçim ile öz ilişkisinden faydalanmak ve mazide gelişmiş sanatı ihtiram ve dikkatle tetkik etmek göz ardı edilemeyecek bir mecburiyettir. Çünkü mazide gelişmiş sanat toplumun ma’şerî zevkinin mazisidir, mazi ol-
12
TOHUM MART-NİSAN 2012
madan ve mazi içselleştirilmeden hal inşa edilemeyeceği için mazideki sanat da bu günün sanatının temeli ve mesnedi olacaktır. Ancak bu suretle medeniyet tasavvurunun bünyesinde mündemiç olan evrensel boyut ifadesini ve işlevini bulmuş olur ve toplum kendi kalarak dönemler üzerinde hayatiyetini sürdürür. Yorumlama faaliyetine girişilmez ve özün yeni biçimler ile ifadesi hususundaki arayışlar sürdürülmez ise öz toplumda ifadesini ve yansımasını bulamayacağı için giderek nefes alamaz hale gelir ve bu tutum devam ettiğinde ise hayatiyetini kaybeder. Gerçekte nefes alamayan da, hayatiyetinden bir unsuru kaybeden de toplumdur, öz soyut bir değer olarak niteliklerini aynen muhafaza etmektedir. Toplum giderek o özden uzak kaldığı için nefes almakta zorluk çekmekte ve o özü tümü ile yitirdiğinde ise hayat kaynaklarından birini kaybetmiş olmaktadır. Zira özler yani değerler bir sistem teşkil ederek topluma kişilik ve hayat veren medeniyet tasavvurunu ortaya koyarlar, bir özün yani bir değerin unutulması veya terk edilmesi bu tasavvuru yaralar. Değerler üzerinde veya özlerde giderek artan unutulma ve terk edilme toplumun medeniyet tasavvurunun harabiyetine yol açar ve o toplum artık kendi kalarak var olamaz, birlikte yaşama şuurundan ve beraber eylem yapma kudretinden mahrum kalır. Bu açıdan değerlendirildiğinde sanatkâr, toplumsal medeniyet tasavvurunun yaşatılması ve kendi kalarak istikbale nakledilmesi gibi çok mühim vazife ile görevlidir ve bunu icra etmeyi mümkün kılan etkin bir mevkiye sahiptir. O, kendinden önceki sanat birikimini içselleştirmiş ve yorumlamış bir halde kendi döneminde yaşatırken bir yandan da aynı kökten beslenmek üzere geleceğin sanat dünyasını hazırlamakta, o dünyanın temellerini vazetmektedir. Sanatın ruhları etkileyen o harikulade duygusal gücü onun emrine verilmiştir. O, bu kudreti ile medeniyete ait özlerin bütün devirlerde kitleler tarafından büyük bir coşku ve şevk içinde içselleştirilmesini sağlar ve böylelikle toplumun zamanlar üzerinde kendi kalarak devam etmesine imkan vermek gibi ulvi bir mesuliyeti deruhte eder.
Zehra SEVİNDİK İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
Prof. Dr. Orhan OKAY’la
Dindar Gençlik Üzerine
Edebiyatımızda İdeal Gençlik Meselesi
Öncelikle edebiyat hem topluma bir ayna, hem de düşüncelerin, fikirlerin anlatılması, benimsetilmesi için bir araç olagelmiştir. Modern Türk edebiyatını bu noktadan değerlendirirsek gençlik, eğitim, din konularında yaşanan değişimin edebiyatımıza yansımasını nasıl değerlendirirsiniz? Yani edebiyatımızda bu konuların işlenişi değişmiş midir? Modern Türk edebiyatı dediğimiz dönem Osmanlı’nın modernleşme tarihinden ayrılmaz. Bu da resmî olarak Tanzimat hareketine bağlıdır. Bu tarihin öncesi, sonrası bahis konusu olsa da aşağı yukarı iki yüz yıldır modernleşme denilen süreci yaşıyoruz demektir. Bunun başka bir adı Batılılaşmaktır. Yahut Batı’yı hedef alarak, Batı’nın bir takım değerlerini benimseyerek, hiç değilse tanıyarak değişmektir. Resmî Tanzimat’tan bir süre sonra edebiyat da, din de bu değişmeden payını almıştır.
14
TOHUM MART-NİSAN 2012
Fotoğraflar : Dursun BERK
Mehmed Akif, Asım’ın şahsında, o şartlar altında azmini, iradesini elden bırakmayan, ümitsizliğe kapılmayan bir gençliği idealize ediyordu. Zihnen ve bedenen sağlıklı, cesur ve mücadeleci bir gençlik. Fikret’in Haluk’u ile karşılaştırmak ancak her iki şairin de ideal bir gençlik tasavvurları açısından doğru olabilir. Buradaki değişmeden, özellikle dinde değişmeden kastım, dinin esasları değil, fertlerin geleneksel anlayış ve tavırlarıdır. Bunun edebiyata da yansımış örnekleri vardır. Ben bu değişmeyi, kişilerin gelenekten gelen dinî duygularının yerini bu defa, biraz da Batı kaynaklı olan bilgilerin veya zihnî/psikolojik denemelerin almasıyla açıklamak istiyorum. Eski edebiyatımızda, yani şiirimizde mevcut olmayan psikolojik denemelerin örneklerini Şinasi’de, Ziya Paşa’da, Abdülhak Hamid’de, hatta İslâmcı şair Mehmed Akif’te görmek mümkün. Bu örnekler sonuç olarak dinin çerçevesinin dışında değildir. Buna mukabil aynı tecrübeyi, inkâra saparak yaşayan Beşir Fuad, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet gibi örnekler de var. 19. yüzyılda bu meseleler edebiyata bu şekilde yansıyordu. 20. ve 21. yüzyıllarda da farklı değişmeler yaşanıyor. Bunların da yansımaları farklı olacaktır.
Asım’ın nesli İkinci Meşrutiyet yıllarını yaşayan nesildir. Yani geçen yüzyılın ilk çeyreğini yaşayan nesil. Büyük bir devletin en kısa yüzyılı. Aynı zamanda en yoğun. O nesil çok ağır baskı yıllarından sonra başıboş bir hürriyeti, anarşiyi, ihtilâlleri, arka arkaya savaşları, vatan topraklarının dörtte üçünün kaybını yaşadı.
Dergimizin bu ayki dosya konusu dindar gençlik; bu konu edebiyatımızda nasıl yer almıştır? Bu bağlamda Mehmet Akif’i ele alırsak Asım’ın neslini anlatabilir misiniz? Ayrıca ona göre karşı cenahta yer alan Tevfik Fikret’i düşünecek olursak onun ideal gençliği Haluk’un nesli hakkında neler söylersiniz? Asım’ın nesli İkinci Meşrutiyet yıllarını yaşayan nesildir. Yani geçen yüzyılın ilk çeyreğini yaşayan nesil. Büyük bir devletin en kısa yüzyılı. Aynı zamanda en yoğun. O nesil çok ağır baskı yıllarından sonra başıboş bir hürriyeti, anarşiyi, ihtilâlleri, arka arkaya savaşları, vatan topraklarının dörtte üçünün kaybını yaşadı. Mehmed Akif, Asım’ın şahsında, o şartlar altında azmini, iradesini elden bırakmayan, ümitsizliğe kapılmayan bir gençliği idealize ediyordu. Zihnen ve bedenen sağlıklı, cesur ve mücadeleci bir gençlik. Fikret’in Haluk’u ile karşılaştırmak ancak her iki şairin de ideal bir gençlik tasavvurları açısından doğru olabilir. Bunun dışında farklılıklar, benzerliklerinden daha fazladır. Fikret, Halûk’u anlatırken (Meşrutiyet öncesi) Asım’ın yaşadığı şartlar ortada yoktu. Bunun için sadece Batı’ya gidip oradan ne bulursa getirmesini istiyordu. Bu düşünce, o korkunç savaş yıllarında Akif’te de vardır. Asım’ın bir an evvel Avrupa’ya dönmesini tavsiye eder. Ancak Fikret’ten farklı olarak oradan sadece ilmi getirmesini ister. Milletin ihtiyacı odur. Faziletini, ahlâkını, manevi değerlerini ise ancak “Din-i Mübin”de bulacaktır. Bu farklı iki örnek, bizim Batılılaşma sürecimizin de başlangıçtan beri değişmeyen iki çehresini gösterir.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
15
Ne olursa olsun Batılılaşmak Cumhuriyet’in, en azından ilk dönemi için bir devlet felsefesi olmuştur. Millî tarihimizden, sanatlarımızdan, musikimizden, dinî kaynaklarımızdan, ahlâkî değerlerimizden giderek uzaklaşmak, sıyrılmak siyasetinin devridir. Kimsenin ibadetine karışılmadı iddiası laftır. Eğitimi, yayınları, kurumları yasak edilmiş bir sistem yokluğa mahkûm edilmiş demektir.
Yenileşme dönemi Türk edebiyatında Batı medeniyeti önemli bir yer teşkil etmektedir. Tanpınar’ın deyimiyle bir medeniyet krizinin yaşandığı bu dönem aydın ve edebiyatçıları kendi medeniyetleri ile Batı arasında gidip gelmişlerdir. Özellikle ilk dönemin aydınları gençlerin terakkisini Avrupa’yı tanımakta görmüşlerdir. Öyle ki “Paris’e git ey efendi aklın fikrin var ise, dünyaya gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” diyen bir Hoca Tahsin Efendi var. Bu dönemde kendi medeniyetimizden bir kopuş, İslam medeniyetine bir yabancılaşma, bir sırt çevirme yaşandığını düşünüyor musunuz? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Hoca Tahsin Efendi’nin bu sözü Batı karşısında Doğu’nun bir karikatürüdür. Bu karikatürün benzerleri Tanzimat devrinin aynı zamanda Batı’ya dönük yazarlarında da vardır. Yani alafrangalaşan Osmanlılar. Bunu bir tarafa bırakalım. Paris’e gitmek veya gitmemek, bu ayrı iş. Fakat Batı’yı, Batı medeniyetini, Batı kültürünü tanımak zaruretti. Hâlâ da öyledir. Bu, kendi medeniyetimizden kopuş manasına gelmemelidir. Medeniyet bir terkiptir. Ama din öyle değildir. Hristiyanlıkla Müslümanlığın karması bir din olmaz. Ama medeniyetler armonisi olabilir ve olmalıdır da. Beşeriyetin felsefe, kültür, sanat alanlarında elde ettiği kazanç bütün insanlığın ortak malıdır. Ben Osmanlı’nın son yüzyılında kendi medeniyetimizden bir kopuş ve yabancılaşmanın yaygın olduğu, daha da önemlisi bunun bir devlet felsefesi olduğu kanaatinde değilim. Daha sonra yüzümüzü tamamen Batı’ya döndüğümüz Cumhuriyetle birlikte devlet politikası haline gelen bu düşünceyle köklerimizden, kültürümüzden uzaklaştığımızı söyleyebilir miyiz?
16
TOHUM MART-NİSAN 2012
Bakın, burada haklısınız. Ne olursa olsun Batılılaşmak Cumhuriyet’in, en azından ilk dönemi için bir devlet felsefesi olmuştur. Millî tarihimizden, sanatlarımızdan, musikimizden, dinî kaynaklarımızdan, ahlâkî değerlerimizden giderek uzaklaşmak, sıyrılmak siyasetinin devridir. Kimsenin ibadetine karışılmadı iddiası laftır. Eğitimi, yayınları, kurumları yasak edilmiş bir sistem yokluğa mahkûm edilmiş demektir. Gençliğin bu durumdan nasıl etkilendiğini düşünüyorsunuz? Bu doğrultuda bu gidişata dur demek isteyen Necip Fazıl hakkında neler söylersiniz? Onun “bir gençlik” hülyası, davası, şiirinde ve piyeslerinde nasıl yer almıştır? -Necip Fazıl’ın Ağaç dergisiyle başlattığı ve asıl Büyük Doğu dergisiyle giriştiği mücadele, bu gibi yayınların bulunmadığı bir dönemde gerçekten büyük bir hamle olmuştur. O dönem gençliğinin kafasına bir takım problemlerin, soruların doğmasına birinci derecede o öncü olmuştur. Bunları sanatkârca bir dille, şiir diliyle ifade etmesi etkisini kısa zamanda büyük kitlelere yaymıştır. “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” gibi, “Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!” gibi hitabet tonu çok yüksek mısraların birkaç nesil gençlik için nasıl heyecan verici olduğunu iyi biliyoruz. Onun “Gençliğe Hitabe”sini okuyun veya kendi sesinden dinleyin, orada nasıl ideal ve idealist bir gençlik istediğini güçlü bir belâgatle dile getirdiğini göreceksiniz. Onun açtığı çığırla güçlenen İslami duyarlığı yüksek olan Türk edebiyatı için neler söylersiniz? Büyük Doğu’dan sonra o mektep içinde yetişmiş, başlangıçta ideolojik, daha sonra estetik planda ge-
lişen ve dinî duyarlığı ön planda olan bir edebiyattan bahsedilebilir. Gördüğüm kadarıyla bu gelişme daha çok şiirde, biraz da hikâye türünde görülüyor. Roman ve tiyatro gibi geniş nefesli edebî türlerde bunu göremiyorum. Günümüzde İslami edebiyatın varlığından söz edilebilir mi? Ben İslâmî edebiyat terimini kullanmak istemiyorum. Yukarıdaki sorunuzda edebiyatta İslâmî duyarlıktan bahsettiniz. Bu daha isabetli bir yaklaşımdır. Çünkü İslâmî edebiyattan söz edecek olursak bunun dışında kalanlara gayri İslâmî edebiyat gibi bir isim vermemiz gerekiyor ki bu da şüphesiz doğru olmaz. İslâmî duyarlığı olan edebiyattan da yukarıdaki cevabımda kısaca bahsettim. Son olarak günümüz gençliğinin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Biz gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? Bakın, bu soruyu bizim gibi ihtiyarlara sorarsanız hep gençlikten şikâyet ederiz. Yaşlıların çoğu, kendi gençliklerinin daha iyi olduğuna inanırlar. Bu psikolojik bir davranıştır. Bizim neslimiz bugünkünden daha çok okuyordu, daha çok gayretliydi. Ama konu dindar gençlik gibi bir mesele üzerine
ise ben size söyleyeyim ki sizin nesliniz bizimkinden daha talihlidir. Bizim neslimiz ancak Tam Namaz Hocası gibi kitapları bulabiliyordu. Bugün ise okulları, fakülteleri, kurumları, vakıfları, dernekleri, pek çok faaliyetleri ve yayınlarıyla bir İslâm toplumu ve bir İslâmî hayat var. Ama şunu da unutmayın, bu şartlar dolayısıyla sizin sorumluluğunuz da bizimkinden daha çoktur. Sizin de hocanız olan bir neslin ardındaki meçhul kahraman Celaleddin Ökten Hocamızın gençlik idealini, mücadelesini bizimle paylaşabilir misiniz? Celâl Hoca’nın gençlik ideali neydi? Ben onu tanıdığım zaman 65 yaşındaydı. Emekli idi. Ama ihtiyar bir emekli gibi kenara çekilmemişti. Daha o yıl açılan on aylık İmam-Hatip Kursu’nun hem müdürlüğünü hem de hocalığını üzerine almıştı. Hatta hademe gibi yükünü de. Bir süre sonra yeni İmam-Hatip Okulları için ayrıntılı programlar hazırlıyor, Ankara’ya gidip geliyor, bakanlarla, genel müdürlerle görüşüyordu. Yani 65 yaşında bir gençti demek istiyorum. Dinî öğrenimin fetret devrini yaşadıktan sonra yeniden dirilişini görmek aşkıyla gönlü doluydu. Ve azminde başarılı da oldu. Bugün bir İmam-Hatip nesli, bir İlâhiyatçı nesli varsa bunda onun öncü rolü daima hatırlanmalıdır.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
17
Yrd. Doç. Dr. Adnan MEMDUHOĞLU Van 100. Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Dindar Gençlik …Yukarıdan aşağıya bir İslamlaşma yerine yatay ilişkilerle insanlara ulaşmak daha sağlıklı olur. O halde aslolan devletin dini eğitim vermesi değil, fertlere dinlerini öğrenme ve yaşama özgürlüğü sağlaması, özgürlük alanını genişletmesidir. Allah Teâlâ, insanı eşref-i mahlûk olarak yaratmış, mükerrem kılmış ve ona önemli vazife ve sorumluluklar yüklemiştir. İnsanda bu vazife ve sorumlulukları, peygamberler vasıtasıyla gönderilen hak dinin gereklerine göre yaşayarak, kısaca “dindar” olmaya çalışarak yerine getirir. “Dindar” dini bütün, dini hayatında uygulayan Müslüman demektir. Bunun zıttı ise “dinsiz” değil, “bilgisi eksik, amelsiz ve gevşek dinli... Müslüman” demektir. “Dindarlık, herkesin iman, hikmet ve hakikat denizinden avuçlayıp içebildiğidir. Ummânın kendisi,
18
TOHUM MART-NİSAN 2012
diğer bir ifadeyle dinin bizatihi kendisi değildir.”
Dindar Nesil Yetiştirme Tartışmaları Öncelikle şunu ifade edelim ki dindar insan, sadece ibadetlerini yerine getiren ve camiyle ev arasında sıkışmış insan profili değildir. Yaşadığımız günler, bu şekil bir dindarlığın dertlere deva olmadığını gösterdi bizlere. 28 Şubat döneminde sıkça rastladığımız, fakültelerin önünde bekleşen başörtülü kızlarımızı, namaz ibadetini yerine getirdiği için soruşturma geçiren, işten atılan insanları görünce bunun yeterli olmadığını anladık.
Fotoğraflar : Arif YAMAN
Bugün tartışılan şey yukarıda bir nebze de olsa çerçevesi çizilen “dindarlık” değil, dindarların dindar nesil yetiştirip yetiştiremeyecekleri konusudur. Dini dışlayan veya sadece vicdanlara hapsetmek isteyen kesimleri dışarıda tutarsak, dindarlığın artık bütün dünyada kabul gören ve teşvik edilen bir olgu olduğunu görürüz. Çağdaş, laik, demokratik ülkelerde de, her ne kadar İslam dini söz konusu olunca çifte standart uygulansa da, dinin dışlanmadığını aksine özgürlük alanının son derece geniş tutulduğunu ve dini müesseselere kolaylık sağlandığını müşahede ederiz. Dolayısıyla dindar nesil söylemi normal demokratik bir ülkede yadırganmaz aksine takdir edilir. Asıl yadırganacak olan dindar nesil yetiştirilmesine gösterilen tepkidir. Türkiye’de bugün maalesef karşı karşıya kaldığımız durumu en güzel şu cümleler ifade etmektedir: “Dindar Müslümanlar, devletin imkânlarıyla çocuklarını çağdaşlaşmak adına batılılaştırmak isteyen sözde çağdaş kesimlere tahammül ediyorlar, ancak onlar, isteyen velilerin çocuklarını dindar Müslüman olarak yetiştirmek için devletin üzerine düşeni yapmasına tahammül gösteremiyorlar.” Liberaller, sosyalistler hatta bazı milliyetçi muhafazakâr demokratlar devletin “dindar nesil yetiştirme” gibi bir
görevinin olmadığını söyleyip duruyorlar. Onlardan bazılarına göre toplumun, ailenin veya STK’ların değil dindar nesil yetiştirmeleri, basit düzeydeki dinî hayatlarını yaşamaları bile mümkün değildir. 21. asrın modern dünyasında hâlen bu meselelerde patinaj yapmak, hak hukuk tanımadan zalimce düşünüyor olabilmek, “çağdaş nesil” kavramını sanki tek norm gibi telakki edip “dindar nesil” kavramını, vakti ve enerjiyi fıtratın zıddına tüketecek şekilde tartışıyor olmak ne üzüntü verici… Bütün bunlar aslında Türkiye’nin henüz tam normalleşemediğini, toplum ve dinle barışık bir düzeye gelebilmesi için daha çok mesafe kat edilmesi gerektiğini göstermektedir. Evet, kabul etmek gerekir ki Anadolu insanı inançlıdır. Kimileri dinin gereklerini yerine getir(e)mese de, yaşanmasına karşı çıkmayan, aksine gıpta eden bir toplumdur. Ancak cumhuriyetten bu yana toplumun dindarlığı devlete rağmen bir dindarlık olmuştur. Devlet bugüne kadar toplumu dinden mümkün mertebe uzak tutmaya, hatta irtica yaftasıyla dine karşı çıkmaya, dini faaliyetlere engel olmaya yönelik bir politika izlemiştir. Toplum buna rağmen gördüğü bütün baskılara karşı her zaman dinine sahip çıkmış ve geldiğimiz şu noktada dindarlığı benimseyerek mâkus talihini değiştirmeye başlamıştır.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
19
Bugün sadece Türkiye’de değil bütün Müslüman toplumlarda İslam Dini, toplumun en belirleyici faktörü haline gelmeye başlamıştır. Evet, İslam hak dindir ve önündeki yasaklar kaldırıldığı zaman neşvünema bulur. Özgürlük alanı genişlediğinde Müslüman toplumlar daha da dindarlaşacaktır.
İki Eğilim... Yaşanan bu tartışmalar karşısında Müslüman kesim de bu sorunun çözümüne dair farklı fikirler ileri sürdü. Bu tartışma, dindarlar için adeta varoluşsal bir sınav alanı haline geldi. Moderniteye, postmoderniteye karşı İslami kişilik inşası iddiası taşıyan her Müslüman için bir meydan okuma ve var oluş sınavı... Günümüzde dini dışlayan veya dindar nesil yetiştirmeye tamamen karşı çıkan kesimleri bir kenara bırakırsak, Müslüman kesimde dindarların dindar nesil yetiştirmeleri konusunda iki eğilim ortaya çıkmaktadır: Birinci eğilime göre aileden sonra toplumun dindarlaşmasının arkasındaki asıl güç devletten ziyade dini cemaatler ve topluma sundukları hizmetlerdir. Bugün her türlü yasağa rağmen toplumun dindarlaşmasını bu sivil toplum örgütleri sağlamakta, toplum da onlara sahip çıkarak hizmetlerini takdir etmekte, devamı için de her türlü desteği vermektedir. İşte bu eğilimdekilere göre kamu otoritesinin dindar ya da herhangi bir nesil yetiştirmesi müm-
20
TOHUM MART-NİSAN 2012
kün ve hayırlı da değildir. Günümüzün çoğulcu toplumlarında bu bizatihi topluma zarar verecektir. Buna göre devlet bizzat dindar nesil yetiştirmeye soyunmamalı, sadece bu işi yapacak olan cemaatlerin özgürlük alanını genişletmelidir. Yukarıdan aşağıya bir İslamlaşma yerine yatay ilişkilerle insanlara ulaşmak daha sağlıklı olur. O halde aslolan devletin dini eğitim vermesi değil, fertlere dinlerini öğrenme ve yaşama özgürlüğü sağlaması, özgürlük alanını genişletmesidir. Gerisi sivil toplum örgütlerinin işidir. İkinci eğilime göre dindar nesiller ancak devlet organizesi ve imkânlarıyla yetişebilir. İnandığını ifade edemeyen, hayata geçiremeyen (mesela inandığı gibi başörtüsüyle okullarda eğitimine devam edemeyen, kurumlarda örtülü çalışamayan) insanların derdini STK’lar değil ancak devlet kökten çözebilir. Çünkü toplumsal dönüşümü sivil yollarla dönüştürmeyi hedefleyen İslam’ı hâkim kılma ve yeni bir toplum var etme yöntemi, hedefleri ve sonuçları açısından sınırlı ve eksiktir. Hâlbuki eğitimden sanata, siyasetten ekonomiye varıncaya kadar Müslüman ferdin ve toplumun, dinlerinin emrettiği şekilde dindarca yaşayabilmeleri için inançlarıyla uyumlu bir devlete mutlak surette ihtiyaçları vardır. Aksi takdir de Allah Teâlâ’nın “ikmâl ve itmâm” ettiği dininin ancak vicdan, aile ve cami boyutuna indirgenerek kısmen yaşanabildiği bir durum söz konusu olacaktır ki bu da dini dindarca yaşamak için asla yeterli değildir.
Evet, İslâm hem imân, hem de ubudiyettir; hem muamelât, hem de ahlâktır; hem tebliğ, hem de cihâttır; hem tâlim, hem de terbiyedir. Büyük bir mütefekkirin ifadesiyle “İslam hem ferttir, hem de devlet!” Fert, aile, toplum ve devlet komple bir yapıdır Müslümanın hayatında. A’dan Z’ye hayatı kuşatan bir din olan İslamiyet’in ferdi ve ailevi sahada olduğu gibi, sosyo-politik alanda da projesinin olmadığını düşünmek manasızdır. Aslında dindar olarak yaşayabilecek ve dini hükümleri tümüyle uygulayabilecek bir ortamın tesisi için bu her iki eğilime de ihtiyaç vardır. Birinin olması diğerini nakzetmez ve biri diğerine alternatif teşkil etmez. O halde batı menşeili parçacı, ayırıcı ve indirgemeci yaklaşımları bırakarak, te’lif edici, birleştirici ve bütünleştirici bir yaklaşımla her iki eğilimi mezcetmek daha sağlıklı olacaktır. Aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya beraberce yapılacak bir İslamlaşma ve dindarlaşma gayreti lazım. Mekke ve Medine dönemlerini bazı zaman ve şartlara bağlı olarak ayrı düşünmek gerekse de, 23 yıllık risâlet sürecini mutlak manada birlikte ve bir bütün olarak ele almak icap eder. Evet, İslâm hem imân, hem de ubudiyettir; hem muamelât, hem de ahlâktır; hem tebliğ, hem de cihâttır; hem tâlim, hem de terbiyedir. Büyük bir mütefekkirin ifadesiyle “İslam hem ferttir, hem de devlet!” Fert, aile, toplum ve devlet komple bir yapıdır Müslümanın hayatında. A’dan Z’ye hayatı kuşatan bir din olan İslamiyet’in ferdi ve ailevi sahada olduğu gibi, sosyo-politik alanda da projesinin olmadığını düşünmek manasızdır. Asr-ı Saadetten başlayarak Medine site devletinden Emevilere, Abbasilerden Selçuklulara, Osmanlılara varıncaya kadar tarih boyunca Müslümanların kurduğu devletlere baktığımızda dindarlaşma gayretlerinde fert, aile, toplum ve devlet birlikteliğini ve yardımlaşmasını görüyoruz. Bu konuda ne fert mükellefiyetini topluma veya devlete, ne de devlet sorumluluğunu sadece ferde veya sivil toplum kuruluşlarına havale edebilir. Herkes ve her kurum kendisine düşen payda yükümlülüğünü yerine getirmek zorundadır.
Asım’ın Nesli ve İmanlı Gençlik Dindar bir genç, dini bütün, dini hayatında uygulayan kimsedir. O, Allah’a ve ahiret gününe olan inancı sebebiyle hayatını hep Allah rızasını ölçü alarak yaşar. İşlerinde doğru ve dürüst olur. Yalan söylemez. Hırsızlık yapmaz. İlim öğrenir, öğrendik-
lerini ihlâsla hayata geçirmeye çalışır. Hem kendine hem diğer insanlara faydalı olmak için çabalar. İçki, kumar, uyuşturucu, fuhuş, zulüm, aldatma gibi kötü davranışlardan ve kötü ahlaktan uzak durur. Yoksulları ve fakirleri korur, gözetir. Dünyayı cennete çevirmek için çabalarken, ebedi cennete girebilmek için de devamlı sâlih ameller işler. Hakkı ve sabrı tavsiye eder. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadis-i şerifini hayat prensibi haline getirir. Yıllar var ki Mehmet Akif’in Asım’ı ile Tevfik Fikret’in Haluk’u Türkiye’de hatta tüm İslam coğrafyasında birbiriyle mücadele edip durdu. Nihayet ümmeti Muhammed yeniden Asım’ın nesline meyletti. Neydi Tevfik Fikret’in derdi? O, Haluk’tan Batı’ya ait ne varsa alıp gelmesini istiyordu. Haluk da bu isteği yaparak mürted olma noktasına geldi. Neticede Haluk, Batı’nın bilgisini doğrudan taşıyamadığı gibi kendi kültürüne ve kendi milletine de yabancı biri olup çıkmıştı. Mehmet Akif ise manevi oğlu olarak gördüğü Asım’ı çok sevmekte, ona adeta titremekte, din ve vatan sevgisi, tarih şuuru, tekâmül adına ne kadar fikir varsa Asım’la özdeşleştirmektedir. Asım ilk önce diniyle, kültürüyle ve toplumuyla barışık olacak, her türlü kompleksten arınacak, korkak ve çekingen olmayacaktır. O, küfrün her türlü tasallutuna karşı dinin ve milletin istiklalini savunacak, namusunu koruyacak, gerekirse canını bile feda edecektir. En önemlisi de Asım, en başta kendisi dindar olacaktır. Asım ve neslinden istenen, Kur’an’ı her türlü hurafeden uzak bir şekilde anlaması ve bu anlayışı dinamik bir bilgiyle yoğurmasıdır. O’na göre Kur’an’ı anlamamak ve İslam’ı yaşamamak yanında cehalet ve tembelliğimiz bizim en büyük düşmanımızdır. O halde Asım, tevekkül sahibi bir insan olacak, ancak bunu asla tembellik olarak algılamayacaktır.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
21
Şayet içinde bulunduğumuz ortamı dikkate alarak demokrasinin argümanlarıyla konuşacak olursak, demokratik devlet, vatandaşlarına hangi dine inanacaklarını, nasıl inanacaklarını, nasıl ibadet edeceklerini hangi mezhebe iltifat edeceklerini empoze de etmemelidir, yasak ve engel de koymamalıdır. Allah’tan ümidini hiç kesmeyecek, Kur’an’ı bir yaşam biçimi haline getirerek, sadece yaşadığı coğrafyayı değil tüm dünyayı kurtarabilmek için ilim ve irfanla yoğrulacak ve bu uğurda devamlı çalışacaktır. Akif’in bu biricik hayali onun dindar gençlik tasavvurudur.
Ve Bugün… Şayet içinde bulunduğumuz ortamı dikkate alarak demokrasinin argümanlarıyla konuşacak olursak, demokratik devlet, vatandaşlarına hangi dine inanacaklarını, nasıl inanacaklarını, nasıl ibadet edeceklerini hangi mezhebe iltifat edeceklerini empoze de etmemelidir, yasak ve engel de koymamalıdır. Ancak dindar insanların dinini, inancını serbestçe seçmesi, öğrenmesi, yaşaması ve anlatma hürriyetini teminat altına almalıdır. Günümüzde artık insan hakları belgeleri, ana babalara, çocuklarını kendi inançları doğrultusunda yetiştirme hakkı tanıyor. TC Anayasası’nın 24. maddesi de küçüklerin alacağı din eğitim ve öğretimini velilerinin isteğine bırakıyor. Bu durumda devletin vazifesi, çocuklarını “dindar Müslüman” insanlar olarak yetiştirmek isteyen ana babalara bu imkânı hazırlamaktır. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ise “Türk Milletinin millî, ahlakî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen... yurttaşlar olarak yetiştirmeyi” âmirdir. Demokratik bir devlet dindar nesil yetiştirebilir ve talebe göre imkânlar ölçüsünde bütün dinlerin dindarlığına cevap vermek durumundadır. Bu açıdan bakıldığında “devlet dindar yetiştiremez!” sözü hatalıdır. Veliler istiyorsa devlet dindar yetiştirmenin kanallarını açmak mecburiyetindedir. O halde genelde bütün dünyada özelde de Türkiye’de artık milli eğitim politikası “isteyenin çocuğunu dindar Müslüman” olarak yetiştirmesine imkân vermeli ve bu konuda gerekli olan ortam ve şartları sağlamalıdır.
22
TOHUM MART-NİSAN 2012
Hem demokrasi konusunda bizlere hep örnek gösterilen batı ülkelerine baktığımızda çoğunda din eğitimi, din dersi (religion) adı altında ana sınıfından başlıyor. Yapılan araştırmalarda bunun, çocukların zihinsel zekâ ve ruhsal zekâsının gelişimine de olumlu katkılar sağladığı yönünde sonuçlar kaydedilmiş. Diğer yandan bazı batılı ülkelerde hastanelerde, kışlalarda, işyerlerinde, hapishanelerde de din eğitimi verilmeye başlanması daha da dikkat çekici bir gelişmedir. Madem çocukların yetiştirilmesi hususunda birinci derecede söz sahibi, ebeveynleri veya velileridir. O halde demokratik bir devlette kamu otoritesi, çocukların yetiştirilmesi hususunda ebeveynlerin talebi varsa –ki kâhir ekseriyetin talebi çocuklarının dindar olarak yetişmesidir- buna kayıtsız kalamaz. Çünkü devlet dediğimiz şey nihayetinde insanlar içindir. Demokratik bir toplumda yaşadığımız zaman kamu otoritesinin toplumdaki bireylerin rızasına ve talebine dayanarak herkesin haklarını ve özgürlüklerini sağlanması gerektiğini kabul ediyoruz demektir. Elbette bu kâhir ekseriyetin dışında toplumda farklı kimlikler ve bunlara dayanan talepler de olabilir. Demokratik bir devletin böyle bir durumda imkânlar nispetinde ve dışlayıcı olmamak kaydıyla herkese cevap vermeye çalışması ideal olandır. Herhangi bir alanda mesela spor, müzik vb. faaliyetlere onca para ve emek harcayan bir devlet, dinî eğitim talep eden ebeveynlere hayır diyemez ve onların dindar nesil yetiştirilmesi yönündeki taleplerine bigâne kalamaz. Ancak bu talepte bulunmayanlara da bunu empoze edemez. Evet, daha yapılacak pek çok şey var. Hele bu adımlar atılsın Allah Kerîm. Gerisiyle ilgili olarak da isti’mâli fikr eyleriz inşaallah.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
23
Şaban KARAKÖSE Eğitim Yöneticisi
Türkiye’de Dindar Gençliğin
Dünü, Bugünü, Yarını Dindar gençlik yetiştirmek isteyenler, diğer/farklı kurum ve yapılardaki dindar gençlerin birbirleriyle tanışması ve kaynaşması, kardeşlik ahlak ve hukukunu geliştirilmesi için çalışmalı veya en azından mani olmamalıdır. “Dindar” kelimesinin tanımını, Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Büyük Türkçe Sözlük’teki tanımı olan “Dini inancı güçlü, din kurallarına bağlı kimse” şeklinde kabul edersek, dindar gençliğin büyük ölçüde İmam-Hatip Liseleri, Kur’an kursları ve gayrıresmi medreseler, tekkeler, cemaat evleri, parti teşkilatları gibi kurum ve yapılarda yetiştiği söylenebilir. Bu kurum ve yapıların Cumhuriyet dönemindeki başlıca örnekleri olarak şunlar kaydedilebilir: İstanbul İmam-Hatip Okulu, Bediüzzaman Said Nursi’nin (rha) bağlılarının evlerdeki Risale-i Nur ders halkaları, Mehmet Zahid Kotku (ks) ve Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi’nin (ks) “Görünmeyen Üniversiteleri”, Süleyman Hilmi Tunahan’ın (ks) bağlılarının Kur’an kursları ve talebe yurtları, Mahmud Ustaosmanoğlu Efendi’ye (ks) bağlı Kur’an kursları ve medreseler, Milli Selamet Partisi ve devamında Milli Görüş çizgisindeki partilerin gençlik teşkilatları, Üstad Necip Fazıl Kısakürek gibi aydınların konferans ve kitapları, MTTB gibi üniversite gençlik hareketleri... Çoğunluğunun ortak özelliği, manevi/ tasavvufi yönlerinin olmasıdır ki bu husus dikkat çekicidir. Örgütlü bir yapıya mensup olmayan bir gencin “dindar” veya “ideal” bir genç olması/kalması pek vaki ve mümkün gözükmemektedir. Yukarıdaki yapılar arasında İslam’ın ilim, inanç, ibadet, ahlak, amel, aksiyon gibi temel unsurlarının hepsini birden ve yeterli düzeyde temsil eden tek bir yapı ol(a)madığı için, “(filan) dindar gençlik, her bakımdan ideal gençliktir” sözü içtenlikle ve rahatlıkla söylenemiyor. Ancak her bir kurum, yapısı/ kurgusu gereği, İslam’ın temel unsurlarının bazılarını güçlü bir şekilde temsil etti/etmekte ve öncelik tanıdı/tanımaktadır. Esasen İslam da bütünüyle bir
24
TOHUM MART-NİSAN 2012
kurum ve cemaat yapısına sığamayacak kadar boyutlu, kapsamlı ve evrensel bir dindir. Dini kurum ve cemaatler İslam dinini tam manasıyla ve layıkıyla temsilde ancak ‘hep birlikte değerlendirildiklerinde’ hak sahibi olabilirler. Bu şuurun gençlere aşılanması ve gençler tarafından fark edilmesi gerekir. Aksi halde dini eksik/yetersiz bir anlayış ve taassup doğar. Dindar gençler, her şeyden önce birbirlerinin din kardeşleridir. Kardeşlik ise iletişim kurmayı, zamanı, mekânı, acıyı ve sevinci paylaşmayı, yardımlaşma ve dayanışmayı gerektirir. Dindar gençlik yetiştirmek isteyenler, diğer/farklı kurum ve yapılardaki dindar gençlerin birbirleriyle tanışması ve kaynaşması, kardeşlik ahlak ve hukukunun geliştirilmesi için çalışmalı veya en azından mani olmamalıdır. Dindar gençler, okudukları kitapların, öğrencisi oldukları hocanın, mensubu oldukları yapılardaki hocaefendinin, şeyh efendinin, liderin, ağabeyin dindeki yetkinliği, ahlaki olgunluğu, insani ilişkilerdeki cazibe ve etkisi ölçüsünde dindar olmuşlardır. Gençlerin kişiliklerini ve dini kimliklerini en çok etkileyecek yetişkinler; ilim sahibi, manevi/ irfânî yönü olan, sosyal ve siyasal meselelere duyarlı, aksiyoner, eser sahibi, etkili konuşan, hoşgörülü, kuşatıcı olanlardır. Dindar gençlik, dinin en fedakâr ve en güçlü tebliğcileridir. Onlar kanalıyla ana-babalara, kardeşlere, akrabalara, arkadaşlara ve topluma din tebliğ edilmiş/edilmekte, topluma yayılma imkânı bulmuştur/ bulmaktadır. Dinin sosyal ve siyasal boyutunu en çok önemseyen, aksiyon boyutunu en etkili temsil edenler de onlardır. “Dini hareketler gençlere,
Gençlerde, din derdinin yerini her geçen yıl meslek ve kariyer endişesi, devlette makam ve mevki sahibi olma arzusu almaktadır. Bunun sebebi de esasen yetişkinlerdir.
gençler de dine/dini hareketlere muhtaçtır” denilebilir. Ancak milli-tarihi kökeni olan bir yapıya/cemaate mensup hiçbir dindar genç, İslam’ın sosyal ve siyasal söylemleri adına da olsa insanlara zarar vermemiş, zalim, anarşist, terörist olmamıştır. Dindar gençlerin dini ilimler ve ibadet alanlarında eksiklikleri ve kusurları olmuştur, olmaktadır ki bu durumu bir dereceye kadar mazur görmek mümkündür, fakat onların haram yememe, haram iş yapmama hassasiyetleri üst düzeydedir. Günümüzde ve gelecekte dindar gençlik yetiştirmenin önündeki en büyük engel, genelde toplumda, özelde ise dini kurumlarda/cemaatlerde yaşanan dünyevileşmedir. Bu sebeple gençlerde, din derdinin yerini her geçen yıl meslek ve kariyer endişesi, devlette makam ve mevki sahibi olma arzusu almaktadır. Bunun sebebi de esasen yetişkinlerdir. Diğer önemli bir sorun ve dindar gençliği tüketen bir konu da, gençlik çağının ve kültürel yozlaşmanın etkisiyle, dindar bazı gençlerin flört ederek, âşık olduktan sonra evlenme istekleri ve eş tercihinde dindarlığı öncelikle önemsememeleridir. Bu, o zamana kadar kazanmış oldukları bütün dini birikimleri zayi edecek türden vahim bir yanlış olmaktadır. Kısacası, dindar gençliğin en büyük imkânı ve aynı
zamanda önündeki en büyük engel, rehber edindikleri veya gözlemledikleri dindar yetişkinler, dindar yaşlılardır. Dünün, ana-babasının eğitim seviyesi düşük, maddi imkânları kıt, akademik ve bürokratik kariyer yolları tıkalı olan, fakat her şeye rağmen dindarlık derecesi üst düzeydeki gençliği, bugün, bahsi geçen sıkıntıları büyük ölçüde aşmış olmasına rağmen maalesef dindarlık derecesi seviye kaybetmiş bir durum arzetmektedir. Bunun başlıca sebepleri; dünyevileşme, buna bağlı olarak ilk dönemlerdeki gibi samimiyet, himmet ve gayret sahibi din eğitimcilerinin pek olmayışı, örgün eğitim kurumlarındaki din eğitimi müfredatının güncellenme sürecinde baskıcı laik devlet anlayışı etkisiyle “içerik ve etki/ vurgu kaybı”na uğramasıdır. Sonuçta dini hayatın ilim-amel birlikteliği giderek bozulmuş ve sadece “düşüncede dindar, davranışta/amelde gevşek/zayıf” bir dindar gençlik tipi ortaya çıkmıştır. Gelecekte ise, akademik kariyer, makam-mevki sahibi ve zengin olması kuvvetle muhtemel bu gençlik ne denli dindar olur, nasıl dindar kalır sorunu şimdiden işaretlerini vermektedir. Çözüm olarak, örgün ve yaygın din eğitiminin kalitesinin yükseltilmesi, bu bağlamda özellikle manevi eğitimin toplumda etkisinin arttırılması gerektiği fikri ileri sürülebilir.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
25
Mehmet KAMAN mkamanm@gmail.com
Ne Kadar Dindar Bir Ülkeyiz? Yıllardır kendilerine referans aldıkları ve “öteki”ne dayattıkları çağdaş ve modern Batı Avrupa’daki bireysel hak ve özgürlükleri, kamusal alan uygulamalarını talep edenlere karşı yerel dipçiklerini kullanmaktan çekinmediler. Öyle ki çocukların bile gülecekleri oranda kendi yönetim anlayışları ile ciddi şekilde çelişkiye düşmeleri aslında tükenmişliklerinin resmiydi.
Dindar gençlik tartışmalarının bir hayli yankı bulması süpriz değil.Hatta “laiklik elden gidiyor” söylemleri üzerinden tartışılmasına da alışığız. Belki bu vaveylayı koparan çevrelere göre “herhangi bir gruba veya vatandaşa dindarlık eğitimi vermek gibi bir misyonu olamaz devletin” gibi yaklaşımlar memnuniyet verici, dahası altına imza atacakları bir yaklaşım olabilir. Ancak unutulmayacak önemli bir detay var ki, o da bu topraklarda bin yıllara dayananan geçmişe sahip insanlar sadece eğitimlerini değil, tüm sosyal yaşamlarını, geleneklerini dahi inançlarını referans alarak belirlemiş ve yaşamışlardır. “16. ve 17. yüzyıl Avrupasında baskı, şiddet ve savaşların kaynağında din vardı ama…” diyenlere şu soruyu sormak lazım: “Hangi din?” Kendi dininden başka din tanımayan, bu yüzden Doğu’ya saldırmayı bir paye bilen ve Doğu’nun dinini ortadan kaldırmayı planlayanların, milyonlarca insanın kanını dökenlerin dini olabilir mi mesela? Bu anlayışı benimseyenlerin amacı açıkçası “siyaseti” dinden arındırıp, kamusal alandan uzaklaştırarak bazı lokal bölgelerde dinî serbestlik verip yozlaş-
26
TOHUM MART-NİSAN 2012
tırmak yani sekülerleştirmek olmuş yıllarca.İnançlı Anadolu insanının önünü kapatmak için her türlü hile, hurda ve oyunlara başvurmaktan geri durmamıştır. Bu gruba göre din, siyaset ve kamusal alanı tehdip edip, ekonomik meselelere karışmakta, güya “öteki”nin özgürlüğüne, mantıklı düşünmesine engel olmakta. Halbuki onlar yıllardır çabalara mani olmak için, seküler anlayışı egemen kılmak için, çok canlar yaktılar; ülkenin zarar görmesine, on yıllar kaybetmesine aldırmadan! Bu aristokratlara göre dindar bir cumhurbaşkanı olamazdı. Dini semboller ve argümanlar kamusal alana giremezdi. Mimaride, sanatta hatta tatillerde vs. yeni bir (dini) tarzın oluşması, deformasyonun işaretleri olarak varsayılıp, tehdit olarak algılanıyordu. Yıllardır kendilerine referans aldıkları ve “öteki”ne dayattıkları çağdaş ve modern Batı Avrupa’daki bireysel hak ve özgürlükleri, kamusal alan uygulamalarını talep edenlere karşı yerel dipçiklerini kullanmaktan çekinmediler. Öyle ki çocukların bile gülecekleri oranda kendi yönetim anlayışları ile ciddi şekilde çelişkiye düşmeleri aslında tükenmişliklerinin resmiydi.
Batı Avrupa’da onların zannettiklerinin aksine, “demokrat kimlikliler”in hemen hepsinin kendi yozlaşılarını sinsi bir tarafgirlikle dayatması ve “öteki”nin inancı ve kültürel değerleri aleyhine bir durum ortaya koymaları ise hiç şaşırtıcı değildi. Türkiye’de de bu dayatmacı anlayışın yılmaz savunucuları bazı kesimlerin okullarda din dersi, öğrencileri dindar veya dini konularla daha çok meşgul olan insanlar haline getiriyor gibi serzenişleri, Avrupalı bazı araştırmacıların Türkiye’yi de kapsayan bazı çalışmalarında ortaya koydukları sonuçlar ile aslında durumun onlar açısından hiç de o kadar korkutucu boyutta olmadığını gösteriyor. Yani Türkiye’de okullarda verilen din dersi öğrencilerde hiç de zannedildiği gibi olumlu etki ve tesirlerde bulunmuyor. Yapılan bu çalışmalardan birinden kısa bir kesit verip sonuçları inceleyelim; Ulusal Kilise sistemine bağlı Kuzey Avrupa ülkelerinden Norveç, Danimarka, İngilitere’de kilise okullardaki din eğitimini veya hapishanelerde, hastanelerde veya orduda verilen din hizmetleri konularında ayrıcalıklı muamele görür. Fransa, İrlanda, Belçika ve Hollanda gibi diğer Av-
rupa ülkelerinde ise durum çok enteresan farklılıklar gösterir. Kiliselere devlet eliyle finansal destek sağlamanın yanında, devlet okullarında kilise eliyle din eğitimi verilmektedir. Bir başka ilginç örnekse devletin dini grupları finanse ettiğidir. Vergiden muaf olma veya düşük vergi verme gibi mali destek almanında, ibadet yerlerinin inşa masrafları, devlet veya yerel yönetimler tarafından karşılanır. (Din Devlet İlişkilerinde Avrupa Modeli, Prof. Dr. Silvio Ferrari) Türkiye’de ise durum bunun aksinedir. Alman bilim adamı Prof. Dr. Ziebertz, Türkiye’de çocuklara din eğitiminin çok geç yaşta verildiğini Avrupa’da ise, sosyal yaşamın bir parçası olan kiliselerin camilerden daha aktif olduğunu belirtiyor. Avrupa Birliği ülkelerinde din eğitimine 4-5 yaşlarında başlandığını, Türkiye’de ise din eğitimi yaş ortalamasının çok yüksek olduğunu söyledi. Ziebertz’in diğer tespitlerine göre, camilerle kiliseleri karşılaştırdığımızda, kiliselerin camilere göre çok daha aktif olduğunu görebiliriz. Kiliseler sadece ibadet amaçlı değil, evlilik, eğitim, yurt gibi amaçlarla da kullanılabiliyor.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
27
“Uluslararası Gençlik, Din ve Değerler” (Religion, Life Perspectives Among Adolescent) konulu bir araştırmayla, Türkiye, Almanya, İngiltere, Finlandiya, İsveç, İrlanda, Hollanda, Polonya, Hırvatistan ve İsrail’de eğitim gören liselilerin din eğitiminden beklentilerini belirledi. Bu ülkelerin sadece orta büyüklükteki şehirlerinde bulunan başarılı liselerinden gençler seçildi. Araştırmanın Türkiye ayağında ise 901 başarılı lise öğrencisi din eğitiminden beklentileri konusunda görüşlerini aktardı. Türkiyeli liselilerin % 50,6’sı ‘din eğitimi dindar olmamıza yardımcı olmalı’ derken % 74,3’lük kesim ise din eğitiminden ‘hayatın anlamı’ noktasında yardım bekliyor. Araştırma, Batı Avrupa ülkelerinde eğitim gören liselilerin geleneksel din eğitimi yerine modern din eğitimi almak istediklerini gösteriyor. Batı Avrupalı liselilerin büyük oranı, din eğitiminin sadece dinler hakkında bilgi vermesi gerektiğini belirtiyor. Geleneksel din eğitimini onaylamayan Batı Avrupalı liselilerin aksine, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Doğu Avrupalı ve İsrailli gençler hem modern hem de geleneksel din eğitiminden yana tavır koyuyor.
28
TOHUM MART-NİSAN 2012
“Din eğitiminin sosyal barışı sağlama açısından büyük bir işlevi vardır” denilirken Türkiye’de din eğitimi noktasında belirgin bir değişim ihtiyacının bulunduğuna dikkat çeken araştırmada, belirli bir dönem için geliştirilen din eğitimi politikasının değişen şartlar göz önüne alınarak yeniden geliştirilmesi gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır. Kendisini dindar tanımlayanlar sıralamasında ilk sıralarda İsrail (%90) ve ABD (%72) gelmektedir. Bu oranda Türkiye’de ise kendisini dindar tanımlayanların oranı % 82’dir. Ancak dindarlığı Allah’a inanmak olarak tanımlıyor bu %82’lik bölüm. O yüzden detay vurguya göre Allah’a iman ile dindarlığı birbirine karıştırmamak gerekiyor sanırım. Bazı Avrupa ülkeleri ve özellikle İsrail’de ise çok farklı bir durum sözkonusu: İlk önce İsrail’de hayatı tanıyalım. İsrail’de din ve milliyet birbirini destekleyici olup tam bir kaynaşma içindedir. İsrail kelimenin tam anlamıyla dindar bir toplum durumundadır. Yahudilik aleyhinde en küçük bir tahlil ve tenkide asla izin verilmez. Kimse böyle bir tenkidi yapmaya cesaret edemez.
Şimdi Türkiye’nin ne kadar dindar bir yapıya sahip olduğu konusunu varın siz düşünün. Türkiye’de bırakın ilköğretim ve lise çağında böyle bir eğitim, üniversite mezunları arasında yapılan araştırmaya göre dindarlık seviyesi çok düşük çıkıyor. Eğitim düzeyi ile kendisini dindar olarak tanımlama ilişkisine baktığımız zaman ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Dini görevlilerini küçümsemek ve gerici damgasıyla belirtmek orada asla kimsenin yapamayacağı bir iştir. Üniversiteli Yahudi ögrenciler, başlarında din adamlarıyla birlikte gösteriler düzenlerler. 3 milyon nüfuslu İsrail’de Türkiye’ye oranla 2 katı dini eğitim veren kuruluş vardır. Yemin (Sivil hayatta ve askerlik hayatında) Tevrat üzerine olur. Mahkeme ve orduda yemin dini sembollerle yapılır. İsrail’de Cuma ikindiden sonra ve resmen Cumartesi dini bayram günü sayılır ve tatil edilir. Eğitim dini kıyafetlerle yapılır. Okullarda Tevrat, Talmud ve Kabbala eğitimi matematik ve fen derslerinden fazladır. Çocuklar küçük yaştan beri yoğun bir dini telkinle yetiştirilirler. Yahudi çocukları, doğdukları günden itibaren psikolojik bir eğitime girerler. Okulda verilen eğitim ise, bu telkinleri tam olarak pekiştirir. İsrail’de hukuktan eğitime, askeri hayattan sivil hayata hatta radyo ve TV yayınına kadar her türlü sosyal etkinlik Tevrat kaynaklıdır. Tüm İsrail halkı hayatlarını hahamların yönetiminde sürdürürler. Sosyal hayat içinde, hahamlar önemli yere sahiptir. Sahip oldukları otorite, Yahudi toplumu üzerinde büyük etki yaratmalarını sağlamıştır. Sosyal hayatta yoğun bir şekilde görülen dindar yapı, bütün devlet kurumlarına da yansımıştır. Anayasası Tevrat olan İsrail’de, her türlü kanuni düzenleme yine dini kurallara göre yapılmaktadır. Devlet kurumlarında dini kurallar esas alınmıştır. Mahkemelerde ve orduda yemin, dini semboller üzerine yapılır. Devlet kurumlarında memurların çoğu, başta parlamento
olmak üzere, Yahudilerin dini kıyafetleriyle çalışırlar. Takkeli, sakallı, dua kayışlı dindar Yahudi kıyafetli, yalnızca sinagoglarda değil tüm resmi kurumlarda olağan bir görüntüdür. Her şeyde olduğu gibi tatillerde de Tevrat kaynak alınır. Şimdi Türkiye’nin ne kadar dindar bir yapıya sahip olduğu konusunu varın siz düşünün. Türkiye’de bırakın ilköğretim ve lise çağında böyle bir eğitim, üniversite mezunları arasında yapılan araştırmaya göre dindarlık seviyesi çok düşük çıkıyor. Eğitim düzeyi ile kendisini dindar olarak tanımlama ilişkisine baktığımız zaman ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Üniversite mezunlarında % 59’a düşmektedir. Bu da seküler eğitimin ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor. TESEV’in 2006 yılındaki araştırmasına göre Türkiye’de şeriata dayalı bir din devletinin kurulmasını isteyenlerin oranı % 9. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Recep Kaymakcan’a göre Türkiye’de dindarlık ferdi düzeyde yüksek olsa bile sosyal ve siyasi alanda oldukça az. Bunun nedeni dini eğitim ve öğretimdir. İslam’ın muamelat denilen sosyal ve siyasi hayata yönelik boyutunun eğitim öğretim müfredatına girmemesi bu sonuçları ortaya koyuyor. Kaymakcan’ın bazı tespitlerine de katılmıyorum. Şayet söylendiği gibi ferdi düzeyde dindarlık yüksek ise, neden sabah namazlarında mahalle camilerimizde bir elin parmaklarını geçmiyor cemaat sayımız. Gençlerin sayısı ise çarpıcı şekilde yok denecek kadar az.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
29
Ramazan TAMER ramazantamer@gmail.com
Takiyye Yapılırken Özün Unutulduğu Coğrafya;
Balkanlar
30
TOHUM MART-NİSAN 2012
Balkanları ele alırken öncelikle birbirinden neşet etmiş kültürlerin zaman içinde ulusalcılık mantığıyla bile bağdaşmayan paylaşımlarla kültürlerin nasıl talan edildiğini görmek gerekir. Bu bakımından sınırlarla ayrılmış Balkan ülkelerinin düştükleri zor durumdan çıkabilmek adına kendilerince geliştirdikleri yöntemlerle ve kendi idareleri tarafından nasıl zor duruma düşürüldüklerini algılamak zor da olsa bir gerçektir. Etnik kökenleri itibariyle aynı olan mesela Arnavutların bulundukları ülkelerin siyasi sistemlerindeki tercihleriyle birbirlerinden nasıl ayrıştırıldığını somut olarak ele alacak olursak; birbirlerinden aynı dilleri konuşsalar da kültürel olarak dönüşümlerle meydana getirilen kopmanın yaygınlaştırıldığını ve sonuç alınmaya çalışıldığını gözlemleyebiliriz. Osmanlı döneminde kalma bazı kültürel izlerin ellerinden gelen tüm imkânlar kullanılarak yok edilmeye çalışıldığı bir Arnavutluk genciyle, Kosova komşuları olduğu halde medrese izleriyle oluşturulan kültürlerin etkilerini ve etkinliklerini ne kadar sürdürebileceklerini de ayrıca düşünmek gerekir. Kosova, Makedonya ve Bosna’nın Osmanlı kültüründen kalan izlerle dine ait adımları atmaya güçte olsa devam ettiğini görebilmek mümkün iken; Arnavutlukta bu izlerin komünist yönetimin yıkılmasından sonra yeşermeye başladığını da unutmamak gerekir. Arnavutlukta çok az kalan camilerde 20 yaşın altın-
daki insanların 60 yaş üzerindekilerden müteşekkil bir cami cemaatinin olduğunu fark ettiğinizde hayret etmekle kalmayıp; sebeplerinin araştırıldığında bir zalim elin ne kadar sinsice planlarla, insanını Batı’ya veya onun ortaya çıkardığı sistemlere teslim edebilmek adına planlı çalıştığını görmek mümkündür. Komünist sistem içinde 40 yıllık bir sürede insanların camilerini yıkarak sistemlerini kabul ettirebilmek adına plan yapanların; zaman içinde din algısını hem de Müslüman olduğunu iddia etmekten vazgeçmeyen bir topluma unutturamamaları da manidardır. İslam’ı yaşamayı gerekli görmeyenlerin, İslam’dan başka bir dini kabul etmemeleri bu noktada hem güldüren hem de üzen nitelikteki bir mantığı bize göstermektedir. Arnavutluk’ta din adamı sınıfı oluşturulurken dini eğitimleri olmayanların (belki de kasıtlı olarak) dinden haberi olmayan insanlardan seçilmesiyle; aslında sorumlulukların bizim gibi bilenler tarafından yerine getirilmesi için biraz daha elimizi çabuk tutacak işleri yapmamızı zorunlu kılabilmelidir. Din adamı diye tarif edilenlerin bile dini bilgilerinin olmaması; dinin bir takım ritüellerden ibaret hale gelmesine veya bazı Bektaşi anlayışlarının zaman içinde değişkenlik göstererek yeni dinler olarak kabul edilmesine sebep olmuştur.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
31
32
TOHUM MART-NİSAN 2012
Gençlerin 20’li yaşlarda olsa da yeniden İslam’ı yaşanacak bir hayat tarzı olarak kabul etmeleri sevindirici olsa da; arkası kesilmeyen bir ilgi ve bilgilendirmeyle usanmadan ulaştırılması gereken bir mesaj ve ulaşılması gereken bir hedef olarak önümüze koymak gerekmektedir. Bu anlamda Balkanlarda Makedonya, Bosna, Kosova gibi ülkelerde İslami eğitim veren yerlerin varlığı sevindirici ama Arnavutluk’ta İslami eğitim veren yerlerin yeni yeni harekete geçmesi de düşündürücüdür. Batı kendisi için çok yakın bir bölgeyi (Balkanları) hedef seçmekle; oradaki gençlerin zaten çok fazla bulunmayan din algılarıyla oynayarak, yeni kurdukları adım başı kiliselerle Hıristiyanlaştırmaya çalıştıklarını tespit etmek çok da güç değildir.
Batı’nın uykusunu kaçıracak en önemli işi daha önce oradaki insanlarla dokuları uyuşabilen Türkiyeli Müslümanların yeniden tedavi ve değişim amaçlı götürebilecek fırsatları oluşturmaları gerekmektedir.
30 Euro verilerek aylık burs destekleriyle Hıristiyanlaştırılmaya çalışılan toplumların hızla inanç erozyonuna muhatap olduklarını bilmeli ve üzerimize düşen görevin bilincinde olabilmeliyiz.
Gençlerin 20’li yaşlarda olsa da yeniden İslam’ı yaşanacak bir hayat tarzı olarak kabul etmeleri sevindirici olsa da; arkası kesilmeyen bir ilgi ve bilgilendirmeyle usanmadan ulaştırılması gereken bir mesaj ve ulaşılması gereken bir hedef olarak önümüze koymak gerekmektedir.
İsimlerin bile Müslüman isimleri olmaması için zaman içinde verilen mücadelelerinde sonuç almayı bilen Enver Hoca mantığı; sünneti bile unutturarak kendisini İslam’a ait kabul edebileceği tüm aidiyet ifadelerinden uzaklaştırabilmişlerdir. İsimlerin değiştirilmesiyle başlanan sömürgecilik; sünnetin yasaklanması ile devam etmiş zaten bir gecede Arnavutluk’ta 1005 tane caminin yıkılmasıyla da tescil edilmiştir. Enver Hoca zamanında oruç tutmanın, Müslüman isimlerini koymanın, namaz kılmanın, Kur’an öğretiminin engellenmesi; zaman içinde toplumun gayri müslimce yaşayıp Müslüman ismini muhafaza etmekten başka bir durumun kalmamasına sebep olmuştur. Kimliğinden uzak yaşanan hayat zaman içinde kişiliğinde kokuşmasına ve İslam’ın dönülmeyecek kadar uzaktaymış gibi algılanmasına sebep omuştur. Sonuç olarak tüm dinlerin ve dini anlayışların (Vahhabilik, Kadıyanilik v.s) akın ettiği bir ülke haline gelen Arnavutluğun yeniden kendi inançlarına dönebilmesi için mezhebi, meşrebi tüm algılardan uzak inanç halinin güzel bir üslupla ve planlı bir şekilde oraya götürülerek, Batı’nın kölesi haline getirilecek bir Balkanlar rüyasından uyandırılmasının zamanı gelmiştir.
Bu anlamda Balkanlarda Makedonya, Bosna, Kosova gibi ülkelerde İslami eğitim veren yerlerin varlığı sevindirici ama Arnavutluk’ta İslami eğitim veren yerlerin yeni yeni harekete geçmesi de düşündürücüdür. Gençlerin din algılarının olabilmesi ancak dini eğitimin verilmesiyle mümkündür. Bu her coğrafyada değişmeyen bir gerçekliktir. Gençlerin özellikle Batı’ya özenen konumda tutulması; zaman içinde kendi kimliklerinden uzaklaşmalarına hatta zamanla çocuklarına gâvur isimleri vererek soyutlanmaktan kurtulacağını zanneden bir takiyye anlayışına götürmektedir. Yunanistan başta olmak üzere bazı Balkan ülkelerinde karşılaşılan en önemli tehditlerden birisi de budur. Yeni doğan çocukların vaftiz yapılarak Batılı ve Hıristiyan kabul edilmesine kadar vardırılabilen bu sürece biran önce dur diyebilmek; Türkiye’deki yetişmiş insanların dert edinerek bu yola çıkmalarını sağlamakla mümkündür. Türkiye’de birbirleriyle kavga etmeyi düşünenlerin bu gerçeği görmeleri ve kavgayı bırakıp yapılacak işleri Rabbimizin verdiği bir fırsat olarak algılamaları gerekir.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
33
Yayın Kurulu
Basında Dindarlık “Gelin kabul edelim: Dindar erkek, sakal bırakmadığı, takım elbise giydiği, radikal olarak algılanan söylem kullanmadığı sürece bu ülkenin sistemi tarafından dindar kadın kadar rahatsız edici olarak algılanmadı. Belki alkışlanmadı ama çoğu zaman aforoz da edilmedi. Kemalizmin asıl mücadelesi dindar kesimin kadınlarıyla oldu. Asıl bedeli kadınlar ödedi. Hala da kadınlar ödüyor.” Oral Çalışlar
“Yorumcuların kendi yavruları için titizlenmelerini anladık, anlayışla da karşıladık; iyi de, çocuklarının Başbakan Erdoğan’ın arzu ettiği gibi yetişmesini bekleyen, ancak YÖK’ün adaletsiz uygulamasıyla önlerinin kesildiğini gördüğü için farklı davranmaya zorlanan anne-babaların hisleri ne olacak? ‘Dindar genç’ yetişmesine itiraz edenler, gençlerin ‘dindar’ yetişmesini isteyen anne-babaların bundan mahrum bırakılmasına neden itiraz etmiyorlar?”
“Her müslümanın ana vazifesi dindar nesil yetiştirmektir” diyen Sosyolog Ali Bulaç, “Madem ki devlet, dindar gençlik yetiştirmeyecek; Atatürkçü gençlik de yetişmesin, komünist gençlik de yetişmesin. Bunun örneklerini gördük. Atatürkçü, çocuğunun Kemalist olmasını istiyorsa istediği gibi yetiştirsin. Ama devlet, insanları rahat bıraksın” diyor. Ali Bulaç / Zaman Gazetesi
Fehmi Koru / Star Gazetesi
Ömer Dinçer’in de dediği gibi, Başbakan’ın “Dindar gençlik yetiştireceğiz” konuşması yanlış anlaşıldı. O konuşma, yapıldığı ortam ve kullanıldığı kapsam içinden çıkarıldığında, cımbızla ayıklanıp çıkarıldığında yanlış anlamalar olabiliyor. Bence de Başbakan, öğrencileri dindar yapacak bir zorlayıcı eğitimden bahsetmiyordu. Dindar eğitim verme niyeti olan bir iktidar tüm öğrencilere araştırma, sorgulama, yaratıcı olma, dünyayı tanıma imkânı verecek FATİH projesine hiç başlamazdı. Başbakan bence sadece kendi araştırması, öğrenmesi ve sorgulaması sonucunda dindar olabilecek gençliğin önünü açmaktan bahsediyordu. Sadece dindar gençlik yetiştirmeye konsantre olacak bir eğitimin Türkiye’nin kaybetmesine neden olacağını gayet tabii ki Başbakan da biliyor. “Global yeni düzene entegre olmuş inançlı nesil” hedefi ise son derece meşru bir hedeftir. Ben bir kültürel Marksist olarak bu amacı desteklerken, bir muhafazakâr partinin liderinin kendine bu amacı koyması neden bu kadar tartışılıyor anlayamıyorum. Serdar Turgut / Habertürk
34
TOHUM MART-NİSAN 2012
Bu sözler üzerine telaşa kapılanlar, “ülkenin karanlığa doğru gittiğinden emin olduğunu” söyleyenler oldu. Hatırlatalım; Başbakan dini eğitim vermeyen okulları, sözgelimi düz liseleri kapatmaktan bahsetmedi, “dindar olmayan gençleri kılıçtan geçireceğiz” demedi. Kendisi de bir İmam Hatipli olan Başbakan, İmam Hatip Liselilerin üniversiteye kabulde, diğer tür lise mezunlarıyla eşit şartlara sahip olmasını istedi. Başörtülülerin üniversitenin kapısından geri çevrildiği, İmam Hatiplilerin katsayı uygulamasıyla Türkiye birincisi dahi olsa üniversitelere girişlerinin imkansız kılındığı 28 Şubat döneminde, bir devlet politikası olarak “dindar olmayan bir gençliğin” hedeflendiği zaten ortadaydı. Ama çok az insan, “bu haksızlıktır” dedi. Başbakan’ın katsayı eşitsizliğini sona erdirmeye çalışarak yaptığı da, üniversite imkanına erişim hususunda gençleri dindar olan/ olmayan arasında bir ayrım gütmeden eşitlemektir ki, bana kalırsa tuhaflık eşitleme çabasında değil, 28 Şubat dönemindeki ayrıştırmadaydı. “Dindar gençlik hedefliyoruz” sözü bu açıdan o polemiği açıklayan, o polemiğin gereği olan bir cümle olmadığı gibi, Erdoğan’ın Başbakan olması dolayısıyla, tartışmaya açık hale gelmiştir. Ama şurası kesin: Katsayı farklılığının sona erdirilmesiyle yapılan şey, dindar gençleri çoğaltmak/avantajlı hale getirmek değil, gençlerin dindar olup olmadıklarına bakmadan eşit şartlarda sınava girmelerinin önünü açmak, yani yıllardır süren bir haksızlığı bitirmektir. www.haber7.com
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, ‘dindarlık bağnazlık değildir’ dedi. “Dindarlık, herkesin iman, hikmet ve hakikat denizinden avuçlayıp içebildiğidir. Ummânın kendisi değildir. Dinin bizatihi kendisi hiç değildir. Dindarlık; Yaratıcı’ya, kendimize, bütün insanlara ve bütün evrene karşı dürüst, adil, ahlaklı ve samimi olmaktır. Dindarlık, başkasını aşağı, hor, hakir görmek değildir. Dindarlık, dini darlık, bağnazlık, ötekini tanımamak hiç değildir. Dindarlığın en temel ilkesi, içtenlik ve samimiyettir. Sanal, görsel ve gösterişçi dindarlık, gerçek dindarlık değildir. Dindarlık, Yaratıcı’ya saygılı, yaratıklara şefkatli ve merhametli olmaktır. Dindarlık; tevazudur, muhabbettir; husumet ve kibir değildir.” Başbakan Erdoğan’ın ‘dindar nesil’ vurgusu bir ideolojik dayatma değil, bir duruş. Dayatma yönündeki eleştiriler yersiz ve anlamsız. Eğer bu yönde düşüncesi olsaydı AK Parti 10 yıldır iktidar, uygulamalarına bunu yansıtırdı. Yaptığı, dindarlığa giden yolun önündeki engelleri kaldırmaktan ibaret... Ayrıca muhafazakâr demokrat bir parti olarak böyle bir misyonu da var. AK Partinin dinin, dindarlığın horlanmadığı bir iklim oluşturma çabasını ben sadece doğal olarak görmüyorum, takdirle de karşılıyorum. CHP, Kemal Kılıçdaroğlu ile katı, ideolojik yüzünü bir nebze esnetmişti, bu tartışmada tek parti dönemine uzanan o eski CHP’den kesitler sergiledi. Ne tarihin yönünü doğru okuyabildi ne de halkın nabzını kavrayabildi. CHP ‘Türk milleti daha dindar olmalıdır’ diyen Atatürk’e ne diyecek acaba? Dayatmacı mı, gerici mi? Mustafa Ünal / Zaman Gazetesi
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
35
Banu EZBER banuezber@gmail.com
Gençlere Sorduk Aziz Emre ALMACI Bir süre gündemde kalan tartışmanın doğru tarafı yok, tinerci ve dindar diye bir ayrım yapmak çok saçma çünkü dindar olmayan kişi tinerci olacak diye bir kaide yok. Bu yüzden bu konuda daha farklı düşünülse daha iyi olur bence. Ve bu ülkede tinerci varsa bu dinle alakalı değil de ülkenin yönetimiyle alakalıdır. Bu yüzden de yönetim biraz değişmeli. Bunu da giderebilmek için din bir şekilde kullanılmalı ama buda sadece bu yönüyle yani dindar yetiştirme yönüyle değil insanlara güzel ahlakı aşılamak yönüyle olabilir. Dindara neden dindarsın tinerciye de neden tinercisin diyemeyiz. Bunu da sonuç olarak hoşgörüye bağlamış oluyoruz. Her iki tarafa da hoşgörüyle yaklaşırsak sorunların üstesinden geliriz diye düşünüyorum.
İstanbul Hukuk Öğrencileri Dindar bir nesil yetiştirmek devletin görevi olmamalı. İnsanlar kendi iradeleriyle yetişmeli. Devletin böyle bir siyasi kimliği olmamalı kesinlikle. Verilen örnekte yanlış bence tinerci olunca dinden çıkmış mı oluyoruz? Ayrıca Din Kültür ve Ahlak Bilgisi diye bir ders okutuluyor okullarda ,bu dersin adındaki ‘ahlak’ kelimesi dini çocuklara öğretmek için dersin adına geçirilmiş bir kılıf. Son zamanlarda çıkan dindar nesil-ateist nesil tartışmasında da Başbakan Erdoğan ‘ Dindar değil de ateist mi yetiştirelim?’ diye bir cümle kullandı. Bu cümlede ateistleri küçümsemiş olmuyor mu? Bence oluyor. Tüm bunlar göz önüne alınmalı bence.
İstanbul İletişim Öğrencisi Benim şahsi kanaatim kişisel siyaset olmaması gerektiği. Her dönem değişen kişilerle beraber yani erkin değişmesiyle birlikte kişilerin ideolojisinin topluma aşılanmaya ve empoze edilmeye çalışılmasını yanlış buluyorum. Bugün daha önceden yaşa-
36
TOHUM MART-NİSAN 2012
dığımız sıkıntıların farklı bir boyutu olarak dindar bir nesil yetiştirme sıkıntısı ile karşılaştık. Türkiye’de evet AKP %50 oy aldı ama bu milletin %50lik bir dilimi daha var. Eğer bir taraf dindar yetiştiriyorum derse diğer bir taraf ateist nesil yetiştiriyorum der. Sıkıntı, insanların isteğine bırakılmaması. Ben evladımın dindar yetişmesini tabi ki isterim eğer hayat felsefem o yöndeyse. Ama değilse bırakında bu kararı bireyler kendileri versin. Dindar bir aileden gelebilirim ama konuya böyle yaklaşılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Halil İbrahim KOÇ Bu zamana kadar hep dindarların önünü kesmeye çalıştılar başarılı da oldular. Bizim isteğimiz ateist yetiştireceklerse yetiştirsinler biz onlara karışmıyoruz. Ama dindarların önünü kesmemesi lazım hiçbir şekilde. İnsanlar özgürce dinini yaşamalı.
Yakup ATASEVEN AKP ne kadar muhafazakar kesimden görünse de bir başbakanın ‘Dindar nesil yetiştirmek istiyoruz.’ demesi siyaset adına yanlış. Tamam düşüncen bu olabilir ama bunu dile getirmesi gerekmiyor. Boşuna tepki alırsın, aldı da...
Serkan TOPLAK Kim nasıl yetişmek istiyorsa öyle yetişmeli. Tamam dindar bir nesil yetiştirmek için hükümet elinden gelen herşeyi ortaya koymalı ama dindar bir nesil diye bunu dayatmamalı. İsteyen istediği şekilde yetişmeli. Herkesin kendi karar mekanizması, zihniyeti ve hakkı var. Ayrıca insanlar nasıl bir çocuk yetiştirmek istediğinin bilincinde. Yalnızca yapılacak olan şey kurum ve kuruluşlara dindarlıkla ve din ile ilgili materyalleri verilir insanlar da nasıl yetişmek istiyorsa öyle yetişir.
Hatice ŞEN Aslında tam olarak ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama ben bu konuya türban üzerinden gitmek istiyorum. Türbanlı tanıdıklarım arkadaşlarım var ama çoğu namaz kılmıyor. Sanki müslüman olmanın en önemli emri gibi... Ama tanıdığım açık arkadaşlarımdan bazıları beş vakit namazını kılıyor. Bence dindarlık sadece görüntüde var.
Hüseyin TUĞUCU Bence din siyasete alet ediliyor. Siyasi olarak Başbakan Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasındaki tartışmayı hiç samimi bulmuyorum. Sonuçta dindar olan AKP’li dindar olmayan CHP’li diye bir durum da yok. Saçma buluyorum. Açıkçası ben dini günlük hayata fazla etkisi olan birşey gibi de görmüyorum. Sonuçta herkesin kendisinin özel olarak yaşadığı birşey. Bu yüzden de topluma bu kadar yansıtmayı ve ayrım yapmayı doğru bulmuyorum. Ayrıca dindar olan başörtülüdür düşüncesine de karşıyım. Bence Türkiye’de dikkat çeken dindar kesim Almanya’daki sevilmeyen Türkler ile özdeşleşiyor. Bir kısım dindar kesim yüzünden tün dindarlar aynı kefeye koyuluyor.
Arek TAŞÇIYAN Bence tüm insanlar kendi dinlerini istedikleri gibi yaşamalıdırlar. Ama bunu yaparken yobazlığa kaçmamalılar kötü birşey değil sonuçta dinini yaşamak. Ayrıca fazla modernlikte iyi değil tabii ki.
Bence herkes kendi içinde yaşamalı dinini ve bu din meselesi asla siyasetle birlikte anılmamalı. Bende kendi dinimi yaşıyorum.
Yasemin ERDEM Dindar bir nesil yetiştirmeliyiz diyorum :-b Gençlerimiz kumarcı, içkici olacağına neden evinde oturup etrafına zarar vermeyen dindar insanlar olmasın ki. Mesela dün bir haber okudum genç bir çocuk şeytanla konuştuğunu ve satanist olduğunu iddia ediyor ve bir kızı öldürüyor. Böyle bir gençlik olup barlarda sabahlayacağına, dindar olmasını tercih ederim.
Abdullah Revaha KAMAN Dindar gençliğe en çok ihtiyacı olanlar onu kabullenemeyenlerdir. Bu ülkede devlet eliyle çok nesil yetişti. Marksist, leninist, maoist, hatta ateist. Devletin dindar nesil söylemini eleştirenler o zaman bu durumdan çok memnundular. Ey anneler, babalar istemez misiniz çocuğunuz; Size karşı saygılı olsun, her yerde doğruyu konuşsun, dili temiz olsun, adaletli olsun, malını paylaşsın, terbiyeli olsun, hıyanet etmesin, mazluma sahip çıksın, insanları sevsin, sevilsin. Dindar bir gencin hasletleri saymakla bitmez. Ama siz inatla; size “moruk” diye hitap eden, eşkıya, elinden sigara düşmeyen, “hepimiz tinerciyiz” diye pankart açan bir nesil istiyorsanız, gidin Rusya’ya, Avrupa’ya demeyecektir dindar nesil.
DİNDARLIK VE GENÇLİK TOHUM
37
İsmihan ŞİMŞEK ismihansimsek@gmail.com
Yazarlık Nereye? Yazarlığı bir meslek olarak düşünemem. Üzerinden para kazanılan şeyler kutsiyetini kaybeder çünkü. Yazarlığın ilahi bir yönü vardır. Hikmeti yakalayabilen kişiler gerçek yazar olabilirler ancak.
Yazarlık evvelden beridir en karizmatik mesleklerden biri olarak düşünülür. Oysa ben hiçbir zaman yazarlığın bir meslek olabileceğini düşünmedim. Öyle idealize etmişim ki, insanlık adına büyük işler yapan kişiler olarak düşünürüm fikir üretenleri. Yazarlığı bir meslek olarak düşünemem. Üzerinden para kazanılan şeyler kutsiyetini kaybeder çünkü. Yazarlığın ilahi bir yönü vardır. Hikmeti yakalayabilen kişiler gerçek yazar olabilirler ancak. Hayatın ritmini her zerresinde hisseden ve onun üzerine uyumlu bir ritim katanlardır yazarlar. İslam tarihine bakıldığında peygamberlerin, alimlerin ve filozofların mesleklerinin başka başka olduğunu, insanın varoluşuna yaptıkları katkı üzerinden piyasa yapmadıklarını çok net görüyoruz. İslam’da “Oku!” emriyle başlayan ve Kalem Suresi’yle devam eden ilmin, yazının geleneğimizde edindiği yer, hayatımızın odak noktasını oluşturuyor diyebiliriz. Çünkü Kur’an da, sünnet de bizlere yazı ile ulaşıyor ve hayatımız o sayfaların etrafında şekilleniyor. Buradan yola çıkarak her alimin, düşünürün, filozofun aynı zamanda yazar olduğunu söyleyebiliriz fakat her yazanın yazar olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olur. Yazının ve yazarın kutsiyeti ayrı bir konu muhakkak. Yazı üzerinden hangi durum-
38
TOHUM MART-NİSAN 2012
larda para kazanılacağını şimdilik bir tarafa bırakarak geçmişin ve bugünün yazar formu üzerinden gidelim. Bu yazıdaki asıl derdim yazarlığın hangi paradigmaları referans alarak kendisine rol biçtiği.
Kör Ölür Badem Gözlü Olur Özellikle son yıllarda internetin yaygınlaşmasıyla klavye başına oturanın yazar sayıldığı bir dönemle birlikte kitap yazarlığı da bambaşka bir boyuta taşındı. Özellikle edebiyat alanında okuduğumuz şaheserlerin yazarlarına baktığımızda yaşamlarını büyük zorluklarla geçirmeleri, yokluğun, yoksulluğun içinde yine de kaleme, kağıda sarılmaları, pek azının lüks yaşam standartlarına sahip olduğunu görüyoruz. Bu yazarlar kendi dönemlerinde parasızlıktan adeta kıvranırken öldükten sonra “kör ölür badem gözlü olur” misali kitaplarının kıymeti anlaşılmış ve aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen kült eserler arasına girmeyi birçoğu başarmış. Yazdıkları kitaplarla dünya edebiyatına kalıcı eserler bırakan bu yazarların yaşarken çektikleri sıkıntılar onlar için adeta bir derviş çilesi olmuş, belki de bu yaşam biçiminden de ilham alarak kalıcı eserler bırakma kıvamına erebilmişlerdir.
Eserleri büyük bir ilgiyle okunan, 62 yaşında vefat eden Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun yazarı Peyami Safa, son dönemini şöyle özetler: “Kitaplarımı basıp da büyük paralar kazanmamış, beni yazar kadrosuna alıp da muazzam servetler yığmamış editör, gazete sahibi zor gösterilir. Fakat benim gayret payımın mükâfatı, yarım asır süren uzun bir mahrumluk, hastalık ve işkence hayatından başka bir şey olmamıştır.” Aynı sıkıntılarla boğuşan 1962 yılında 61 yaşındayken geçirdiği kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan Beş Şehir’in yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar ise içinde bulunduğu sıkıntıları günlüğüne şu şekilde kaydetmiş: “26 Teşrin-i Sani (Kasım) 1958. Bugün karaciğer muayenesi için hastaneye gidiyorum. İçimde her şey alt üst. Bittabi hastalığımdan ziyade parasızlıkla meşgulüm. Cebimde yalnız bir lira var. Parasızlığım büyük hastalıklar gibi hemen hemen hiçten başladı, büyüdü, çoğaldı beni altına aldı. Etrafım alacaklı ile dolu. Cebimde borç senetleri var. Şu anda yalnız borçla ve atıfetle yaşıyorum ve borç beni çıldırtacak. Kurtulmak için her teşebbüsüm yeni borca sebep oluyor. Yahut da bir yığın edebi proje (…) parasızlığın mutlak ve şaşmaz tecellileri ve komplikasyonları. Abdülhâk Şinasi’den borç para alıyorum. Kemal’den para bulamıyorum.”
Konfor Yazarlığı Oysa bugün yepyeni bir yazar formu ile karşı karşıyayız. Bugünün çok satan kitaplarını yazan, danışıklı dövüş sayesinde ödüllerini alan yazarların yaşam biçimine baktığımızda gördüğümüz tek şey
elitizm ve konfor. Birçoğu çalışmak zorunda değil, dünyanın dört bir yanını gezmek, canı istediğinde uçağa atlayıp adını bile söyleyemediğimiz yerlere gidip kitabını yazmaya orada devam etmek gayet olağan onlar için. Kitaplarının imza günleri, kitapları ile ilgili söyleşi organizasyonlarında fiyat aralıkları belli. “Ne anlatmamı istiyorsunuz” değil “kaç para vereceksiniz” diyerek bir anlaşmaya varabiliyorlar. Öyle ki “yapacak bir şey yok bari yazayım” havası sezinliyorsunuz kimilerinde. Halbuki yazarlık mesai gerektirdiği kadar ruh ve yetenek de gerektirir. Birçok yazardan “yazmasam ölecektim sanki” cümlesini de duyarsınız. Çünkü yazmak tabii bir olaydır. Kendiliğinden sızar dışarı, engel olunamaz. İhtiyaçtır yazar için. Yaşam sebeplerindendir. Tüm bunlara bakıldığında ancak karnı tok sırtı pek adamın fikir üreteceği, “aç adam felsefe yapmaz” düşüncesi bize bugünün getirdiği bir anlayış olsa gerek. Biz Mevlevi çilehanelerinde 3 yıl oruç tutan, iftarında su ve ekmekten başka bir şey tüketmeyen dervişleri, üzerindeki elbisesinden başka giyecek elbisesi olmayan Sinoplu Diyojen’i, Mehmet Akif’i, Tolstoy’u, Tanpınar’ı unutmuş görünüyoruz. En önemlisi de açlıktan karnına taş bağlayan Peygamberi… Yoksulun sadece “nasıl zengin olurum”u düşündüğü bu günler için hepsi birer ütopik kahraman elbette. Asıl soru şu ki bu konfor yazarlığından yıllar sonraya ne kalacak? Bugün eserleri çok uzun zaman önce yazılan yazarları hala aynı merak ve tatla okuyorken, aynı hissi yıllar sonra bizden sonraki nesil konfor yazarlarından alabilecek mi? Bekleyip göreceğiz….
DENEME TOHUM
39
Zehra SEVİNDİK zehrasevindik2006@hotmail.com
Lehçe mi? Şive mi? Ağız mı? Dil mi? Ayrıntılı bir inceleme yaptığımızda karşımıza çıkan bir gerçek vardır: Bu durum Turancılık politikasının ve kavmiyetçiliğin (dil)bilime bir tesiridir. Kökleri aynı olan milletler aynı dili konuşmak zorunda değildir. Zaman geçtikçe, mekân değiştikçe diller de birbirinden uzaklaşabilir.
Aynı dil ailesine mensup akraba Türk dilleri arasındaki ilişkiler, bir kavram kargaşasına yol açacak şekilde değerlendirilmektedir. Kimi Türkologların şive-lehçe dediğine dilbilimciler müstakil bir dil demekte, aynı yapı için farklı camialarda değişik terimler kullanılmaktadır. Türk kavmine mensup tüm milletlerin aynı dili konuştuğu algısı, bu halkların Türkçenin lehçeleri ya
40
TOHUM MART-NİSAN 2012
da şivelerini konuştuğu görüşü oldukça yaygındır. Öyle ki Avrupa’da yaşayan Gagavuz Türkleriyle Sibirya’da yaşayan Yakut Türkleri aynı dilin lehçe/ şivelerini kullanmaktadır. Bu görüş hem halk arasında hem de Türkoloji camiasında kabul görmüştür. Dolayısıyla ilköğretimden üniversitelerin çoğunda okutulan dil derslerine kadar eğitim sistemimizde de bu şekliyle yer almaktadır.
Fakat ne var ki bu değerlendirme dilbilim ölçütlerine ters düşen birçok özellik göstermektedir. Bilimsel veriler dikkate alındığında tüm bunların bir dilin şive ya da lehçeleri değil ayrı ayrı diller olduğu görülecektir. Türkçe ile diğer “Türkçe” konuşan Orta Asya’daki Türkî kavimlerin dillerinin aynı köke sahip olduğu konusunda hiç kimsenin bir itirazı olmamakla beraber, yolları Türkçeden asırlar önce ayrılan ve tarihi gelişim sürecinde büyük farklılaşma yaşayan diğer kollara aynı dilmiş gibi muamele etmek kabul edilebilir değildir. Şu anda ne duyulduğunda ne de okunduğunda Türkçe ile akraba olduğu bile anlaşılmayan örn. Çuvaşçaya sırf “onlar da Türk’tür dolayısıyla dili de Türkçe olmalıdır” diyerek Türkçenin lehçesidir demek ne kadar gerçekçidir? Ayrıntılı bir inceleme yaptığımızda karşımıza çıkan bir gerçek vardır: Bu durum Turancılık politikasının ve kavmiyetçiliğin (dil)bilime bir tesiridir. Kökleri aynı olan milletler aynı dili konuşmak zorunda değildir. Zaman geçtikçe, mekân değiştikçe diller de birbirinden uzaklaşabilir. Farklılıkların ayrılık doğuracağını söyleyip bile bile bilimin gerçeklerine muhalefet etmek bilimi kötüye kullanmak olsa gerektir.
Aynı durum yani bilimin politik-sosyal çıkarlara göre şekillendirilmesi durumu tüm dünyada farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Çin Halk Cumhuriyetinde yaşayan çeşitli etnik gruplar akraba ama farklı dilleri konuşsa da Çin devlet politikası gereği bu diller Çincenin lehçeleri olarak adlandırılmıştır. Birlik ve beraberliği sağlamak için denenebilecek doğru ve yerinde politikalar varken sırf belli çıkarlar için bilgiyi değiştirip kendi yoluna çekmek bilim etiğine aykırı olsa gerektir. İşte bu “Dil mi? Lehçe mi?” tartışması 19. yy. sonlarında başlamış olup günümüzde de halen çözüme kavuşmuş değildir. Sorun çözülmeye çalışılırken dikkate alınan kıstaslar dilbilimsel olsa idi konu çok daha erken çözüme kavuşturulabilirdi. Bu konuda dikkate alınması gereken asıl nokta, mezkûr dilleri konuşanların birbirilerini anlayıp anlayamamasıdır. Ayrı ana dilleri olan iki insan birbirini anlayamıyorlarsa onların iki ayrı dili konuştuğunu söyleyeceğimiz gibi, birbirini anlayabilen iki farklı varyant kullanıcısı da aynı dili konuşuyor demektir. Bu yüzden örn. bir Kazak konuştuğunda bir Türk onu %10 anlıyorsa Kazakça Türkçenin yakın lehçesi, şivesidir diyemeyiz. Ya da Kırgızca Türkçenin şivesi olsaydı Cengiz Aytmatov’un romanlarını çevirilerinden değil aslından okuyabilirdik.
DİLBİLİM TOHUM
41
Türkiye’deki kimi dilciler Türkiye Türkçesini merkeze alır bir tavır içerisindedir. Fakat tüm bu dillere Türkçe deyip, tamamının Türkçenin lehçeleri olduğunu söyleyenlerin Türkçesi –yani bizim Türkçemiz-, ana Türkçeden en çok uzaklaşmış koldur. Bununla beraber Türk dil ailesinin diğer üyelerini lehçe addetmek onlar tarafından bir küçümseme olarak görülmektedir. Hâlbuki dillere merkez anlayışıyla yaklaşmanın ne bilimsel ne de gerçekçi bir tarafı mevcuttur. Ayrıca onların kendi milletleri ve dilleri için kullandıkları tabirleri görmemezlikten gelerek “hayır siz Azerî değil Azerbaycan Türk’üsünüz, sizin diliniz Özbekçe değil Türkçenin Özbek lehçesidir” demek bahsedilen milletlerin tayin ve takdirlerini yok saymaktır. Bu durumda bir empati kurarsak Türkî Cumhuriyetlerinden birinin üyesi dilciler aynı şekilde asıl dilin kendi kullandıkları olup Türkiye Cumhuriyetinin resmî dili olan Türkçenin de bu dilin bir şivesi olduğunu söylese bu hükmü Türkiyeli kimsenin kabul edeceğini söyleyemezdik. Konuya mukayeseli yaklaşarak uluslararası dilbilim çevrelerinde bu sınıflandırmaların nasıl yapıldığını görmek için diğer dil ailelerini incelersek bizim lehçe ısrarımızın yersiz olduğunu görürüz. Örneğin İngilizce ile Almanca aynı ortak dilden türemiş olup Germen dilleridir. Aralarındaki anlaşılabilirlik de kelime varlığı, sözdizimi ve birçok yönden yakındır. Ancak bu yakınlık “İngilizce Almancanın bir lehçesidir” sonucuna varmayı gerektirmez. Çünkü aralarında karşılıklı anlaşılabilirlik yok denecek kadar azdır. Ya da bunun gibi Ana İran’ca kaynaklı olan Farsça ile Kürtçe arasında da böyle bir polemik yaşanmamakta, Kürtçenin Farsçanın bir lehçesi
olduğu düşünülmemektedir. Dünyadaki bütün dillerin tek bir dilden türediğini kabul edersek her dil o ilk dilin lehçesi olacaktır, fakat uzun zaman içinde birbirinden coğrafî- siyasîsosyal etmenlerle uzaklaşmış olan toplulukların kültürleri, gelenekleri ile birlikte dilleri de farklılaşmıştır. Bu uzaklaşmalar çok olduğunda lehçeler ayrı diller olabilmiştir. Bu açıdan Türk dillerine baktığımızda karşılıklı anlaşılabilirliğin çok düşük olduğu Kazakça, Uygurca, Yakutça, Çuvaşça gibi diller Türkçenin lehçeleri değildir. Bunları “Türk dilleri” olarak adlandırmak daha doğru olacaktır. Lehçe-ağız terimleri ise aynı dil içinde görülen küçük farklılıkları olan kollar için kullanılmalıdır. Şive yani üslup, aksan da bir dildeki sadece telaffuz farklılıklarına verilen isim olmalıdır. Konuya tekrar baktığımızda meselenin politik ve ideolojik yönünün bilimsel yönünden çok daha baskın olduğunu, hatta bilimsel tespitlerin göz ardı edilerek yer yer gizlendiğini, değiştirildiğini görürüz. İşte bu dil-lehçe ayrımı konusunda bile karşımıza çıkan üzücü bir sonuçtur. Her ne olursa olsun menfaatlerimize muhalif dahi olsa, gerek bilimsel gerekse sosyal gerçeklere müdahale, bilim etiğine aykırıdır. KAYNAKLAR 1.Talat Tekin, Türk Dilleri Ailesi 2.Nurettin Demir, Türkiyede Dil-Lehçe-Şive Ağız Tartışmaları 3. Doç. Dr. Timur Kocaoğlu Dünyada Bir Türk Dili, Sosyo-Politik Bir Yaklaşım
ÇUVAŞÇA: Kíneke sítel šinçe vırtat = Kitap, masa(nın) üstünde duruyor. KIRGIZCA: Al ôru, mına oşonduktan iştebeyt = O, hasta; işte bu nedenle çalışmıyor. UYGURCA: Çivinlär yorukni räñni arälamdu? = Sinekler ışığı ve rengi fark eder mi? TUVACA: Küzêr bolzuñca çuğâlâr men = İstersen, anlatırım. TÜRKMENCE: Parahod tolkunları bövsüp baryâr = Vapur dalgaları yararak gidiyor. Okuduğunuz bu örnekleri anlayabiliyor olsaydınız “Evet bunlar Türkçenin lehçeleridir.” diyebilirdiniz.
42
TOHUM MART-NİSAN 2012
Ahmet Faruk AYGÜN ahmet_fa@hotmail.com
DOĞUDAN-BATIDAN
Fârâbî’nin Ütopyası bakışımızı köreltmesidir.’ Tanrının birliğinin ve benzersizliğinin ispatında; ‘Tam olan, kendi türünden bir başka varlığın kendisi dışında var olması mümkün olmayandır. Bu her şey için geçerlidir. Çünkü büyüklük bakımından tam olan, kendi türünden bir başka büyüklüğün kendisi dışında var olması mümkün olmayandır.’ diyerek açıklamıştır.
Gök Cisimleri;
İdeal Devlet Farabi ideal devletini dört ana tema üzerinde kurgular. Bunlar Yaratıcı, gök cisimleri, dünya ve insandır. Bu tabloya baktığımızda karşılaştığımız şey aslında bir varoluş sürecinde akıp giden film şerididir. Altı kısımdan oluşan ‘İdeal Devlet’; ilk neden ile başlayıp, ayüstü dünya, ayaltı dünya, insan, mükemmel toplum ve sapkın toplum olarak devam eder. Tanrı’yı merkeze alması Sokrates’ten ve İslami ekolden etkilendiğinin bir kanıtıdır.
İlk Neden; Bu kısımda Tanrı’nın varlığı, birliği ve benzersizliği mantıkla ispat edilmiştir. Tanrı’nın varlığının ispatına getirdiği açıklamasında Farabi şunları söylemiştir: ‘Görünen bir şey ne kadar mükemmel ve kuvvetli ise, ona ilişkin görme algımız o kadar zayıftır. Bunun nedeni görünen şeyin gizli veya kusurlu olması değildir. Tersine o kendisi bakımından en büyük ve en parlaklığa sahiptir; bunun nedeni gözleri kamaştıran bir ışık olduğundan ötürü onun
44
TOHUM MART-NİSAN 2012
Farabi, Gök Cisimlerini incelemiş ve teker teker, dünyaya olan mesafelerini baz alarak sıralamıştır. Gök cisimlerinin olabilecek en mükemmel, nitelikte ve şekilde olduğunu şu sözleriyle belirtir. ‘Göksel cisim, maddi var olanlarla ortak olarak paylaştığı şeyin en üstünü ve en mükemmeline sahiptir. Çünkü o, şekiller içinde en mükemmel şekle, yani daire şekline, görülen nitelikler içerisinde de en mükemmel niteliğe, yani ışığa sahiptir.’ Bu açıklaması halen geçerliliğini kaybetmemiştir ki, daire tasarruf bakımından en az enerji harcayan şekildir.
Ayaltı Cisimler; Bu kısımda Farabi yeryüzü canlılarını konu almıştır. Onları şöyle açıklar; ‘Onların en az değerlisi, ortak ilk maddedir. Unsurlar bu ilk maddeden daha değerlidir. Onları sırasıyla madeni cisimler, bitkiler, dil ve düşünceye sahip olmayan hayvanlar, nihayet dil ve düşünceye sahip olan hayvanlar (insan) takip eder. Dil ve düşünceye sahip olan hayvanların üstünde, ondan daha mükemmel bir varlık yoktur.’
İnsan; İnsanı tarif ederken Farabi, beslenme ihtiyacı duyan, duyu organlarına sahip (duyma, görme kuvveti olan) ve isteme arzusu bulunan, hayal kurabilen ve akıl sahibi (irade) olan organizma olarak
bahseder. Bundan sonra insanı bedensel olarak ele alır ve kısımlara ayırır. Bu kısımları önem sırasına göre şöyle sıralar; kalp, beyin, karaciğer, dalak ve üreme organı.
Mükemmel toplum; Farabi, İlk olarak toplum nedir? sorusuna cevap verir. Her insan kendini devam ettirmek ve en üstün mükemmelliğini elde etmek için birçok şeye muhtaç olan bir yaratılışta varlığa gelmiştir. Onun bu şeylerin hepsini tek başına sağlaması mümkün değildir. Tersine bunun için o, her biri kendisinin özel bir ihtiyacını karşılayacak birçok insana muhtaçtır. Her insan bir başka insanla ilgili olarak aynı durumdadır. Bundan dolayı insan sahip olduğu tabii yaratılışının kendisine verilmesinin gayesi olan mükemmelliğine ancak birbiriyle yardımlaşan birçok insanın bir araya gelmesiyle ulaşır. Bunun adına da toplum denir. Erdemli toplum; insanları kendileriyle hakiki anlamda mutluluğun elde edildiği şeyler için birbirlerine yardım etmeyi amaçladıkları bir şehir, erdemli şehirdir. Aynı şekilde erdemli mükemmel evrensel devlette ancak içinde bulundurduğu bütün milletler mutluluğa erişmek için birbirlerine yardım ettikleri zaman ortaya çıkar. Erdemli toplum yöneticisinin özellikleri; Farabi yöneticinin özelliklerini şu şekilde sıralar: Yaratılışı bakımından yöneticiliğe istidatlı olmalı, bir başkasının hükmü ve iradesi altına girmeyen bir yapıya sahip olmalı, muhayyile kuvveti mükemmel olmalı, organları bakımından tam ve eksiksiz olmalı, kendisine söylenen her şeyi, iyi anlama ve idrak etme yeteneğine sahip olmalı, hafızası kuvvetli olmalı, uyanık olmalı, güzel konuşma kabiliyetine sahip olmalı, bilgi edinme ve öğrenmeyi sevmeli,
doğruluğu sevmeli, kumardan kaçınmalı, bedensel zevklere düşkün olmamalı, insaflı olmalı, adil olmalı. Bütün bu özelliklerin tek bir insanda bir araya gelmesi zordur. Bundan dolayı bu tabii yaratılıştaki insanlara her çağda ancak bir defa rastlanılır. Eğer erdemli şehirde böyle bir insan bulunursa o insan erdemli şehrin yöneticisi seçilir.
Kusurlu toplum; Farabi, erdemli şehri ve yönetici özelliklerini saydıktan sonra sapkın toplumlardan bahseder. ‘Onların bildiği tek iyi şey, görünüşte iyi oldukları zannedilen bazı şeylerdir ki bunlar beden sağlığı, zenginlik, şehevi zevkler, insanın kendi arzularının peşinden koşma serbestliği, saygı ve itibar görme gibi hayatta gaye oldukları düşünülen şeylerdir.’ Cahil toplumun özelliklerini saydıktan sonra bunun zıddının bu topluma sürekli ızdırap verdiğinden söz eder Farabi. Farabi, son olarak ise, Gerçek iyiyi bilmeyen şehirleri şu şekilde sıralar; dinleri eskilerin yanlış fikirlerinden doğan şehirler, doğadaki güçlü varlık güçsüzü yenmeli inancına sahip şehirler, yalnızca menfaat ve zaruret sonucu toplumun oluştuğunu savunan şehirler, bir grup insana boyun eğdirerek monarşi rejimi süren şehirler, kendi ırkını üstün sayıp faşist anlayış benimseyen şehirler, dini (sahte dindarlık) kullanarak hile ve kurnazlıkla insanları boyunduruk altına alan şehirler, tür birliği adı altında hümanist söylemle birliktelik kuran şehirler, ticari birlikteliği söz konusu edip yönetim sağlayan şehirler ve son olarak demokratik şehirlerdir. Demokratik şehirler birçok özelliği içine alan şehirlerdir.
DOĞUDAN-BATIDAN TOHUM
45
Thomas More’un Ütopyası lanan hayvanların ‘öküzler’ olduğunu görüyoruz. Bunun sebebini belirtir MORE; ‘Öküzler tarım ve taşımacılıkta kullanılır, atlardan yavaş olsalar dahi sabırlı ve kuvvetli hayvanlardır’ diye. Tarım toplumu olan Ütopya halkı tavukları çoğaltmasını iyi bilirler, kuluçka yöntemi ile yumurtaları belirli bir sıcaklıkta tutup civciv üretirler. Çiftçiler buğday ekip, ekmek üretirler toprağı verimli kullanırlar. Ve üretim şehir halkının nüfusu hesaplanarak yapılır.
Ütopya’da başkent Her ülke’nin olduğu gibi Ütopya’nın da bir başkenti vardır. Amaroute, alçak bir tepenin yamacında kurulmuştur. Amaroute şehrinde, içme ve sulama suyunu karşılayan büyük bir nehir vardır. Sokaklar ve evler gayet nizamlı ve titizce imar edilmiştir. Evler, bahçeli düşünülmüş rahatlığa dikkat edilmiştir. Bu evlerin iki kapısı bulunur biri sokağa, diğeri bahçeye açılır. Bahçelerde her türlü meyve ve sebze yetiştirilirdi. Ve şehir halkı bahçelerine çok önem verirlerdi, bunun sebebi ise her yıl düzenlenen ‘en iyi bahçe’ yarışmasıdır. Evlerin mülk’ü şahıs’a ait olmayıp her on yılda bir kura yöntemiyle yer değiştirilirdi. Yanısıra hiç bir evin kilidinin olmayışı bizlere hırsızlığın olmadığını göstermektedir.
Ütopya
Ütopya’da kılık kıyafet
Thomas MORE’nin ütopyası zihninde kurduğu en güzel yerdi... Hem yaşam tarzı, hem halkı, hem yönetimi, hem dini bakımından mükemmel bir ülkeyi yansıtıyordu.
Ütopya halkı tek tip giyinir, bu kılık kıyafet statüsünü yok etmiştir. Yalnızca bekar ve evli olanların kıyafetleri birbirinden farklıdır. Giyime önem vermezler, halk için renkler ve çeşitler değil temizlik önemlidir. Her aile giysisini yapacak nitelikte yetiştirilir, çalışma kıyafetleri genellikle kalın deriden olur. Ütopyalılar parayı biriktirmezler, denizde buldukları değerli inci benzeri mücevherleri kolye yapıp eşlerine ya da sevdiklerine hediye ederlerdi…
Thomas MORE’ye göre Ütopya, Kral Ütopüs’ün işgalinden sonra bu ismi almıştır. Bu kral Anakara ile Ütopya bağlantısını sağlamış ve Ütopya’yı bir ada haline getirmiştir. Ütopya adasında elli dört büyük şehir vardır. Bu şehirlerin birbirine uzaklık mesafesi bir günlük yürüyüş kadardır. Ütopya bir tarım ülkesidir, tarım halk ve yönetim için en önemli uğraştır. Herkese ayrılmış tarım bölgeleri vardır ve toprak sahibi devlet, işleyen ise halktır. Malzemelerin toplandığı tarım evleri ve bu evlerin nöbetçileri bulunur. Bu kısım henüz sanayi devrimini yaşamamış dünyanın bir prototipini gösterir bizlere. Ve Thomas MORE tarım toplumunu sistematize etmeye gayret etmiştir. Yine kitabın devamın da, Ütopya da en çok rast-
46
TOHUM MART-NİSAN 2012
Ütopya da din; Ütopya da herkes istediği inancı benimseyebilirdi fakat yaygın olan inanç, tek tanrılı bir inanç olup ruhun ölümsüzlüğüne ve ölüm ertesi bir yaşamın varlığına inanılırdı. Ütopyalılara göre mezarın ötesinde bir yaşam vardı ve mühim olan orasıydı, hesaba çekileceklerine inanırlardı. Ölenler mutlu ölürlerse onların defni esnasında çalgı ve müzikli bir tören düzenlenir şarkılar söylenirdi. Eğer kötü bir şekilde öldüyse, onun için bolca dua edilir ve hüzünlenilirdi. Dinsel itilaflar söz konusu olursa
bunu rahipler ve teologlar tartışıp bir uzlaşma çerçevesinde halka sunarlardı. Ütopya da büyü ve fala inanılmazdı ki, bunlarla uğraşacak vakti olmazdı halkın. İnançlarının gereği doğayı incelemek ve tabiatı övmek Tanrı’nın hoşuna gideceği için, bilime dinsel açıdan bir kapı aralanırdı. Ütopya da dine sarılıp bilimi geride bırakan bir toplum anlayışı yok sayılmıştır. Fakat dine düşkün olanlara bir serbestlik verilip onlara da yapabilecekleri işlerde çalışma şartı getirilirdi. Ütopya da her yılın ve ayın ilk günü ve son günü kutsal sayılır bugünler bayram olarak kutlanırdı. Halk en çok Ütopya da oldukları için Tanrı’ya dua ederlerdi.
Ütopya da bilim; Ütopya da bilim kendi dilleri üzerine bina edilmiştir. Başka ülkelerde ki hiçbir bilim adamı ve filozofu tanımazlardı. Buna rağmen matematikte, fizikte, kimyada ve sanatta çok ileri bir başarı göstermişlerdi.
Ütopya’da evlilik; Ütopya da kadınlar 18, erkekler 22 yaşından önce evlenemezler, bu evlilik ancak ölümle sonuçlanırdı. Eğer aldatılma olursa, başkanlar kurulu toplanır ve ikinci eşle bu kişiler evlendirilirdi. Eğer bir insan suçluysa suçlu damgası yer ve asla evlendirilmezdi. Kadın sakatlanır ve hastalanırsa erkek onunla ilgilenmek zorundadır başka biriyle evlenemezdi. Bu kurala uymayan eşler cezalandırılır ve sonu köleliğe giderdi. Köle olmuş bir erkek yalnızca kurula başvurup ‘onu seviyorum’ diyen eşi sayesinde kölelikten kurtulurdu. Yalnız bu eş kölelikten kurtulup tekrar hata yaparsa bu kez cezası ölümdür.
Ütopya’da kölelik; Ütopya da kölelik ülke içi ve dışı olmak üzere ikiye ayrılırdı. Dışarıdan gelen köleler özgürce yaşarlardı. Başka bir ülkede ölüm cezasına çarptırılmış olanlar ise köle olarak Ütopya’ya sığınabilirlerdi. Ütopya vatandaşı bir kişi ağır suç işlerse geri kalan hayatını köle olarak sürdürürdü. Fakat Ütopyalılar kölelere iyi davranırlardı.
Ütopya’da sağlık; Ütopya da bir hasta için maddi ve manevi destek tüm toplum tarafından ortak sağlanırdı. Eğer çok
acı çeken bir hasta varsa devlet başkanı ve rahiplerin kararıyla bu hastanın intihar etmesi noktasında bir sorun görülmez. Hatta bir başkasının onu öldürmesi erdemlilik olarak karşılanır. (Daha çok acı çekmesi engellenir.) Fakat izin verilmeden bir kişinin kendini öldürmesi suç ve günah kabul edilirdi.
Ütopya’da eğlence; Ütopyalılar eğlendirici olarak soytarıları çok severlerdi fakat soytarıları aşağılamak kesinlikle yasaktı. Somurtkan bir adamın yanına asla soytarı verilmezdi, kalbini kıracağından korkulurdu. Bir ikinci olarak Ütopya da sahte zevkler olarak kabul edilen eğlence türleri vardır. Bunlar; avcılık ve kumardır. Hayvanları öldürmenin cezası idamdır, yenilebilecek hayvanları yalnızca köleler avlar ve keserlerdi. Beden zevklerini ikiye ayırmışlardı bunlar sağlık ve yemek, içmek, cinsellik…
Ütopya’da yargı işleyişi; Ütopyalılar hakimlere baba derlerdi, hakimlerin özel bir kıyafeti yoktu ve hakimler vatandaşa tepeden bakmazdı. Ütopya’nın diğer devletler gibi sayısız yasası yoktur. Herşey açık ve kolaydır avukatlıkta yoktur, herkes kendini savunacak kadar iyi yetişmiştir. İnsanların doğuştan birbirini sevdiğine inanırlar ve yazılı hiçbir anlaşma yapmazlardı. Birbirlerine verdikleri sözler onlar için candan olup vazgeçilmez kabul edilirdi. Ütopya’da, demokratik yöntemlerle yapılan seçimlerin aksine, devlet hakkında konuşmak kesinlikle yasaktır. Bunun tek bir cezası vardır, o ceza ölümdür.
Ütopya’da askerlik kurumu; Ütopyalılar kadınlı ve erkekli olarak savunma eğitimi alırlardı fakat asla savaşmayı sevmezlerdi. Dışarıdan gelecek bir tehlike için alınan bu tedbir yalnızca savunma mekanizmasını gösteriyordu. Onlar bir başkasını akıl yoluyla yenmeyi tercih eder ve bunu savaş stratejisi sayarlardı. Savaş çıktığında ise caddelere ve sokaklara ilanlar asarlar ve savaştıkları devletin liderini öldürenin başına büyük ödüller verirlerdi. Genellikle özel katiller yetiştirirler ve devlet liderlerine suikast düzenlerlerdi. Bütün orduyu katletmektense başını kesip orduyu dağıtmayı öngeren bir stratejiyi benimserlerdi. Savunma silahları üretirler ve bunu teşvik ederlerdi.
DOĞUDAN-BATIDAN TOHUM
47
Bahadır KURBANOĞLU bahadir.kurbanoglu@gmail.com
İskilipli Atıf Hoca’yı Anmak,
Diktatoryal Tarihi Anlamak Demektir! 1924 Temmuz’unda yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesi dönemin Maarif Vekaletince (Eğitim Bakanlığı) onaylandığı ve takdire mazhar kılındığı halde, kendisini yargılayan mahkeme heyeti tarafından Şapka Kanunu’ndan sonra yaşanan olayların muharriki olarak addedilecek (hatta iddianamenin ilk cümlesinde de görüldüğü üzere yazıldığı andan itibaren “halkı irticaya ve isyana teşvik etme amacı taşıdığı” iddiasıyla suçlanacak) ve idamına delil teşkil edecektir. İskilipli Atıf Hoca, hem alim bir şahsiyet hem de Cumhuriyet öncesi ve sonrası siyasi-ilmi iklimin önemli mütefekkirlerindendi. Müderrislik (öğretim görevliliği) görevi yanında Sebilürreşad, Mahfel, Alemdar, Beyanu’l-Hak gibi dergi ve gazetelerde yazıları çıkmış; donanmayı destek amacıyla yazdığı risale vesilesiyle ödüllendirilmiş, bunların yanında İttihat ve Terakki döneminden itibaren siyasi geleceğinin baltalanması için çeşitli iftiralara maruz bırakılmış ve sürgünlere gönderilmişti. İlk sürgünü, Mahmut Şevket Paşa suikastının azmettiricisi olduğu iddiasıyla bir buçuk yıllığına Sinop’a olmuştu. Olayla hiçbir alakası olmadığından özür dilenerek geri çağrılan Atıf Hoca’nın hayatındaki dönüm noktalarından birisi de müderrislerin haklarını savunmak amacıyla oluşturulan Cemiyeti Müderrisîn’in kuruluşunda oynadığı rol ve özellikle Teâlî-i İslam Cemiyeti başkanlığı esnasında yaşanan beyanname
48
TOHUM MART-NİSAN 2012
olayıdır. Bu olay yıllar sonra İstiklâl Mahkemeleri yargılamalarında da önüne çıkartılacak ve hakkında verilecek olan idam kararına dolgu malzemesi olarak kullanılacaktır. 1924 Temmuz’unda yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesi dönemin Maarif Vekaletince (Eğitim Bakanlığı) onaylandığı ve takdire mazhar kılındığı halde, kendisini yargılayan mahkeme heyeti tarafından Şapka Kanunu’ndan sonra yaşanan olayların muharriki olarak addedilecek (hatta iddianamenin ilk cümlesinde de görüldüğü üzere yazıldığı andan itibaren “halkı irticaya ve isyana teşvik etme amacı taşıdığı” iddiasıyla suçlanacak) ve idamına delil teşkil edecektir. Böylelikle hukuk tarihine geçecek bir zulme imza atılarak, kanun geriye doğru işletilerek Atıf Hoca olaylarla ilgili hiçbir cürmü olmamasına, yüzleştirildiği şahıslar kendisini tanımamasına, kanundan sonra risale tekrar basılıp, isyan bölgeleri-
…Tarihçi Mete Tunçay’ın deyişiyle “artık insanlar için fes ya da şapka takmak değil, bunların takılacağı kafayı yerinde tutmak endişesi hakim olmuştur.” ne dağıtılmamış olmasına rağmen, hiçbir delil ve mesnede dayanmadan cürmü varmış gibi yargılanmış ve zanna dayalı “vicdanen” alınan kararla idam edilmiştir. Hoca’yı idama götüren heyette, sadece savcı hukukçu kökenlidir. Mahkeme heyeti asker kökenli mebuslardan oluşmakta ve direktifleri de direkt olarak Mustafa Kemal’den almakta idiler. Bu anlamıyla İstiklâl Mahkemeleri yeni rejimi (diktatörlüğü) tahkim etmeye çalışan birer tedhiş ve terör aracı idiler. Sadece İslam önderlerini, alimleri, Müslüman halkı değil, basın başta olmak üzere, Mustafa Kemal’in eski ve halihazırdaki silah arkadaşları dahil tüm muhalifleri sindirme aracı olarak çalışmıştır. Sözde Meclis’e bağlıdır ama mebuslar ve askerler dahil hangi rütbe ve mevkiye sahip olursa olsunlar herkesi yargılama yetkisine sahip idiler. Ortadan kaldırılmaları da Meclis kararıyla değil, Mustafa Kemal’in
mahkeme reisi Kel Ali’ye verdiği iki cümlelik bir emirle olmuştur: “Senin mahkeme yarın kalkmış olacak!” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 406) Bu anlamıyla “Cumhuriyet Tarihi” tanımlaması da sorunlu, zaaflı ve yanıltıcı bir tanımlama olarak görülmelidir. Aslında 1923-1927 arasını “Diktatörlüğü İnşa Dönemi”; 1927-1938 arasını ise “Diktatoryal Dönem” olarak adlandırmak daha gerçekçi ve doğru bir yaklaşım olur. İşte İskilipli ve onun konumundaki yüzlerce-binlerce kişi gerek Şeyh Said olayı, gerekse Şapka Kanunu ve devamında gerçekleşen inkılapları yerleştirme politikaları vesilesiyle tedhiş, tenkil, taktil ve tehcire maruz kalmış, İslami kimlik hem manen, hem fiziken, hem de fikren bu coğrafyadan tamamen kazınmaya çalışılmıştır.
BİYOGRAFİ TOHUM
49
Tarih bugün için vardır. Tarih, bugüne ve geleceğe ayna tutmak için araştırılır. Unutmayalım ki onlarca yıl nesillere unutturulmaya çalışılan “Biz” ancak tarihle yeniden canlandırılabilir. Bu anlamıyla Şapka Kanunu’nu, Batılılaşma yolunda Müslüman halka ilk zorba müdahale süreci olarak okumak gerekir. Kemalist tarihçilerin iddiası Şapka Kanunu’nun sadece memurlar için çıktığına ve halktan hiç kimseye icbar edilmediğine ve hiç kimsenin bu yüzden yargılanmadığına dairdir. Bu tespitler sadece yanlış değil, aynı zamanda rejimi koruma kollama ve hukuka uyma çabası içerisinde gösterme anlamında çarpıtma içeren iddialardır. İddiadan öte propagandif söylemlerdir. Üstelik zaten Mustafa Kemal bu kanun vasıtasıyla İstiklâl Mahkemelerinin şehir şehir dolaşmasını ve halka, inkılaplar karşısında durmaya çalışırlarsa ne türden cezalandırmalarla karşı karşıya kalacaklarına dair bir politikanın uygulanmasını arzu etmiştir. Yani, yeni rejimin demir yumruğunu hem Şeyh Said hadiseleri hem de Şapka Kanunu vesilesiyle halka “tanıtmayı” amaçlamış ve bunda da önemli ölçüde başarılı olmuştur. Tarihçi Mete Tunçay’ın deyişiyle “artık insanlar için fes ya da şapka takmak değil, bunların takılacağı kafayı yerinde tutmak endişesi hakim olmuştur.” İşte İskilipli Atıf Hoca da böyle bir dönemin kurbanlarından biri olarak tarihteki yerini almış ve şehadet şerbetini içtikten sonra 3 gün boyunca eski Meclis binası önünde ibreti alem olması için asılı tutulmuştur.
Atıf Hoca’ya Atılan Tarihi İftiraya Cevap Bugünkü birçok tarihçi ve Prof. İsmail Yakıt, Prof. Yaşar Nuri Öztürk gibi bazı ilahiyat kökenli medyatik şahsiyetlerin de katkısıyla Atıf Hoca bizlere “hain ve işbirlikçi” gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bunun da sebebi Mustafa Kemal ve Milli Mücadeleciler aleyhindeki bir beyannamenin Yunan uçakları marifetiyle Eskişehir semalarından halka atılmasıdır. Yine bunların iddiasına göre bu beyannamenin hazırlanmasında Atıf Hoca başrolü oynamıştır. Oysa bu iddialar külliyen yalandır. Tarihi vesikalarla da sabittir ki, bu beyanname İskilipli’nin başkanlığını yaptığı cemiyete İngilizlerin ve Damat Ferid hükümetinin baskısıyla (ve vatan haini ilan edileceklerine dair tehditlerle) imzalatılmaya çalışılsa da Atıf Hoca ve yakın arkadaşı Tahiru’l Mevlevi buna şiddetle karşı çıkmışlar ve beyannameye cemiyetin mühür ve imzasını vurdurtmamışlardır. Hatta Atıf
50
TOHUM MART-NİSAN 2012
Hoca o dönem Milli Mücadelecileri destekleyen Vakit gazetesinde bir “tekzibname/yalanlama” metni yayınlatmıştır. Yani bu beyannamenin kendileri ve cemiyetle hiçbir alakasının olmadığını cemiyet başkanı sıfatıyla resmen ilan etmiştir. Ancak bütün bu yaşanmışlıklara rağmen hoca 86 yıldır müfterilerin iftira, karalama ve itibarsızlaştırma politikalarına maruz kalmış ve kalmaya da devam etmektedir. İşte bizler gerek hocaya gerekse de aynı zulüm, baskı, iftira ve yargılamalara maruz kalmış büyüklerimize olan vefa borcumuzu ödemek, unutturulmaya çalışılan hafızalarımızı tazelemek amacıyla hakikatleri ortaya çıkarmakla yükümlüyüz. Tarih bugün için vardır. Tarih, bugüne ve geleceğe ayna tutmak için araştırılır. Unutmayalım ki onlarca yıl nesillere unutturulmaya çalışılan “Biz” ancak tarihle yeniden canlandırılabilir. Son bir söz de iade-i itibar meselesiyle alakalı söyleyelim. Atıf Hocaların bizlere değil, bizlerin Atıf Hocalara ihtiyacı var. Onların itibarının devlet tarafından iade edilip edilmemesi bizim meselemiz olamaz. Bu itibar iade edilsin ya da edilmesin, zaten onların salih amellerinde, eserlerinde, akidelerinde, bizlerin vicdanları, gönül ve kalplerinde yaşamaktadır. Rabbim inşaallah bizlere onların yolunu takip edebilmeyi nasip etsin ve din günü bizlerin onlarla birlikte haşredilebilmesi için, gereken çaba/emek/ gayreti sarfedecek bilinç ve imanla hareket edebilmeyi bizlere nasip etsin. Şüphesiz hepimiz Allah’tan geldik ve yine ona rücu edicileriz!..
Not: Mutlaka Okunması Gereken Bazı Kaynaklar Ankara İstiklal Mahkemeleri Zabıtları 1926, İşaret yay., 1993. Mehmed Sılay, İskilipli Atıf Hoca, Düşün yay., 2011. Medeniyetimizin Sosyal Dinamikleri, (Atıf Hoca’nın Risalelerinin toplamı) İnkılap yay. 2010. Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesi, Yeni Akit Gazetesi Eki. Tahiru’l Mevlevi (Tahir Olgun) Matbuat Hayatındaki Hatıralarım ve İstiklal Mahkemeleri, Nehir yay., 1991.
XXXXXXXX TOHUM
51
Prof. Dr. Alâaddin BAŞAR Araştırmacı Yazar
Bir Ömrün Değişmez Hareketi
“Müspet Hareket” Gözü görmeyen insanın şu kâinat hakkında bilgisi ancak elinin temas kurabildiği eşyaya münhasırdır. Bu adamın gözünü tedavi ettiğinizde, nazarı yıldızlarda, güneşte, ayda, dağlarda, ovalarda dolaşmaya başlar ve hususî dünyası sınırsız denilebilecek ölçüde genişler. Müspet hareket, Risale-i Nur’un ilim ve irfana, tebliğ ve iknaya, muhabbet ve şefkate dayanan irşad metodu. Bu meslek bütün mücedditlerin ortak yoludur. Hepsi, Allah Resulü’nden (a.s.m.) aynı dersi almış ve asırlarının şartlarına göre bu yolda yürümeğe azamî hassasiyet göstermişlerdir. Gazzalîler, Rabbanîler, Geylanîler, Mevlânalar hep bu mukaddes yolun yolcularıdır. Hepsinin ortak gayesi, insanları Hakk’ın rıza çizgisine çekmek, ebedî saadetlerine vesile olmaktır. “Âlimler peygamberlerin varisleridir” hadis-i şerifine en ileri mânâsıyla mazhar olan bu kutlu zevat içerisinde Bediüzzaman Hazretlerinin hususî bir yeri vardır. Onun bu hususiyeti, asrının dehşetinden ileri gelmektedir. “Rüyada Bir Hitabe” başlıklı yazısında, her asrın mebusları içinde bulunan mübarek bir heyetin kendisine şöyle hitab ettiğini haber verir: “Ey helâket ve felaket asrının adamı, senin de bir reyin var. Fikrini beyan et.” İşte tarihte misli görülmemiş bu ifsat hareketlerine karşı, tebliğ ve irşad vazifesini manen yüklenen o büyük Üstad, bir yandan şüpheleri giderici ve müminlerin imanlarını taklitten tahkik seviyesine çıkarıcı kıymetli dersler verirken, diğer yandan bu engebeli, dikenli, mayınlı ve uçurumlarla dolu yolda Müslümanların nasıl yürümeleri gerektiğini ders veren lahika mektupları kaleme almıştır. İşte müspet hareket, bu ulvî yolculuğun esası ve yürüyüş ritmidir. Bediüzzaman Hazretleri, kendisini menfi bir ha-
52
TOHUM MART-NİSAN 2012
rekete sevk etmek için yapılan bütün işkencelere, zulümlere, oynanan bütün şeytanî oyunlara sadece acı bir tebüssümle karşılık vermiş. O’na zulmedenler de dahil olmak üzere, bütün bu beşeriyetin imanını kurtarmak için çıktığı o mukaddes yolculuğunu, itidal-i dem ile, sarsılmadan ve adavete girmeden tamamlamıştır. Sağır bir insan sesler âleminin cahilidir. Ona göre, ses diye bir şey yoktur. Kendisine şefkatli bir hekim el uzatıyor ve kulağını tedavi ederek onu işitme nimetine kavuşturuyor. Artık bu adam için sesler âlemi sabit olmuştur. Ve hekimin yaptığı da müspet bir harekettir. İşiten bir kulağı sağır hale sokmak ise menfi hareket... Görme hadisesinde de öyle. Gözü görmeyen insanın şu kâinat hakkında bilgisi ancak elinin temas kurabildiği eşyaya münhasırdır. Bu adamın gözünü tedavi ettiğinizde, nazarı yıldızlarda, güneşte, ayda, dağlarda, ovalarda dolaşmaya başlar ve hususî dünyası sınırsız denilebilecek ölçüde genişler. Müspetler de, menfiler de sayısız denecek kadar çok. Bunlar içerisinde müspetin en ileri derecesini şu ifadelerde buluyoruz: “Rıza-yı İlahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmak.” Hizmet-i imaniyye, insanoğluna yapılabilecek en büyük yardımın ifadesi, en büyük müspetin simgesidir. Kalpten küfür sökülüp atılacak, yerine iman bina edilecektir.
İnsan kalbine öncelikle iman hakikatlerini hakim kılmak ve bu iman temeli üzerine başta ibadet ve güzel ahlâk olmak üzere hayrın, doğrunun, faydalının bütün şubelerini bina etmek anlaşılır.
Bu hizmet sonunda, bir insan iman nimetine kavuşursa, daha önce, sadece gördüğü eşya ile alâkadar olan bu adam, artık bütün âlemlerin Rabbine vasıl olmuş, maddede boğulan aklı âlemlerin yaratıcısını bulmuştur. Vazifesiz, sahipsiz, hamisiz olmaktan kurtulmuş, ölüm ötesini bilememenin ızdırabından halas olmuştur. Şimdi o, görmeyi halk eden bir Basir, işitmenin mucidi bir Semi’, sûretlerin tasvircisi bir Musavvir, hayatları yaratan bir Muhyi bulmanın ve O’na iman etmenin safasını sürmeye başlamıştır. İşte bu adamın imanına yapılan bu yardım, ne kör gözü açmaya benzer, ne de işitmeyen kulağı. Kendisine sunulan bu iman hizmeti, onun için ebedî bir ihsandır ve fani dünyası için yapılan yardımlardan sonsuz derece büyüktür, ehemmiyetlidir. Cennette ne körlük var, ne sağırlık. Ne açlık var, ne susuzluk... Hiçbir elemin ortada yeri yok. Hiçbir yokluk, hiçbir noksanlık o beldeye ayak basamamış. Bu akıllara sığmaz lütufların karşısında, yine akıl almaz azaplarıyla cehennem var. Cennete ermenin ve cehennemden kurtulmanın temeli, esası iman. Onun içindir ki insanlığa yapılabilecek en büyük hizmet de, iman hizmeti...
DÜŞÜNCE ATLASI TOHUM
53
İman müspet, küfür menfi olduğu gibi, bütün hayırlar, güzellikler müspet, bunların zıtları ise menfi. O halde, müspet hareket denilince, insan kalbine öncelikle iman hakikatlerini hakim kılmak ve bu iman temeli üzerine başta ibadet ve güzel ahlâk olmak üzere hayrın, doğrunun, faydalının bütün şubelerini bina etmek anlaşılır. İmanın sabit olduğu bir kalpte, güzel ahlâk ve yüksek seciyeler, bütün şubeleriyle, neşv ü nema bulacaktır. Öyle ise gerek ferdî, gerek içtimaî hayatta hangi yüksek hasletin, hangi güzel ahlâkın inkişaf etmesini istersek isteyelim, bunun yolu iman hakikatlerini kalplere tahkiki bir sûrette yerleştirmekten geçer. Bediüzzaman Hazretleri bu yolda yürümüş ve bilfiil muvaffak da olmuştur. Bir nur talebesinin, Risale-i Nur’un müspet hareketle ilgili bütün esaslarına riayet ederek halis bir iman hizmeti yaptığı halde, insanları ıslah vadisinde umduğu neticeye ulaşamaması halinde, yeise düşmemesi için mezkûr düstur şöylece noktalanır: “Vazife-i ilahiyyeye karışmamak.” Nurlardan aldığımız derse göre, ilâhî vazife neticeleri yaratmaktır. Rezzak O olduğu gibi Hâdi de O’dur. Biz rızık babında nasıl sadece tohum ekip, gerekli bakımı yaptıkdan sonra, bir habbenin on, yüz, yahut bin olmasına karışmıyor, bunu ancak Allah’ın kudret ve rahmetinden bekliyorsak, kalplere ektiğimiz hakikat tohumlarının da sümbül vermesine karışmayacağız. Kalbler Allah’ın yed-i kudretindedir ve Hâdi ancak O’dur. Okuduklarımız ve anlattıklarımız muhatabımızın kalbinde ancak onun lütfuyla sümbül verir, bizim irademizle değil... Biz düğmeye basarız, ışığı Allah yaratır. Biz kibriti çakarız, ateşi Allah yaratır. Kalblerde hidayet nurunu parlatan da O, muhabbet ateşini yakan da. Biz O Rahim Rabbimizin lütfuna sığınır, O’na dua ve iltica ederiz. Biz de O’nun kuluyuz, karşımızdaki insanlar da. O’nun kullarını O’nun rızasını umarak, O’nun yoluna dâvet ederiz. Bundan ötesi bizim irade sınırımızı aşar ve sorumluluk sahamızın dışında kalır. Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’inde “Peygamber üzerine tebliğden başka (bir vazife) yoktur,” buyuruyor.
54
TOHUM MART-NİSAN 2012
Bu Rabbanî hakikat, niçin müsbet hareketinde en önemli bir şartı olmuş, diye bir soru geliyor insanın aklına. Bu soru ile birlikte, hayalimizde müsbetin zıddı canlanıyor: Menfi... Bir Nur talebesi, Üstadın bu şükür tavsiyesini şöyle değerlendirir: “Nice insanlar dünyevî, hatta gayr-ı meşru istekler uğrunda her bir sıkıntıya katlanırlarken, ben Allah Resulünün iman dâvâsını, tevhid
“Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan ‘şefkat’ itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum.” dâvâsını, ahlâk dâvâsını ilan ve i’la etme uğrunda bir takım eza ve cefalara maruz kalıyorsam, bunu bir lütf-u İlâhî bilip şükretmeliyim.” İman hakikatlarını kalblerde hakim kılmanın, İslâm’ın emirlerini ferdin fiil âlemine aksettirmenin yolu sabırdan, şefkatten geçer. Menfi harekete müsaade yok! Zaten, dahilde niza ve kavga olamaz. Kendi yüzünü yumruklayan birisine rastladınız mı? Ağrıyan gözünü yuvasından çıkarıp atanı gördünüz mü? Romatizmalı bacağını baltalayana şahit oldunuz mu? Dahilî cihad hakkında Bediüzzaman’dan bir hakikat dersi: “Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahil ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı, manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır.” Bu sözlerin sahibi, yirmi sekiz senelik hapis ve sürgün hayatına, defalarca zehirlenmesine, nice zulümlere maruz kalmasına rağmen “yüzde on zındık dinsizin yüzünden, yüzde doksan masuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve asayişi muhafaza” etmeye çalışmış, bunun için de, “Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakma”ya gayret etmiştir. Büyük Üstad, iman hizmeti yapmaya talib Nur talebelerine Kur’ân-ı Kerim’den fethettiği dört hatvelik bir güzergâh çizmiştir: “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tariki...” Acz ve fakr, ubudiyetin esasıdır. Şefkat Rahîm ismine, tefekkür ise Hakîm ismine isal eder. Rahîm ismine mazhariyet, iman hizmetini netice verir. Eşref Edip Bey’le yaptığı bir mülakatta lisanında şu ateşin sözler dökülür: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmaya konuşuyorum.”
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü (a.s.m.) Taif’te kendisini taşlayan ve yüz on dört yerinden yaralayan insanlara beddua etmemiş ve o eşsiz şefkatiyle “Ya Rab! Bunlar bilmediklerinden böyle yapıyorlar” diyerek onların hidayetlerine dua etmişti. O’nun (a.s.m.) bu dehşetli asırdaki büyük varisi Bediüzzaman Hazretleri de aynı yolda yürümüş ve kendine her türlü zulmü ve haksızlığı lâyık bulanlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan ‘şefkat’ itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum.” Büyük Müceddid’in müsbet hareket noktasında üzerinde hassasiyetle durduğu önemli bir mesele de, İslâma farklı metotlarla hizmet eden Müslümanların, birlik ve beraberliğini temin etmektir. Bu ehemmiyetli nokta üzerinde çok tahşidat yapmış ve meşreb farklılığının ihtilafa dönüşmemesine gayret etmiştir. Misâl olarak, İhlas Risalesindeki dokuz emirden ilk üçünü kaydetmek isterim. “1. Müsbet hareket etmektir ki, yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın. 2. Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek. 3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, ‘mesleğim haktır’ yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden ‘hak yalnız benim mesleğimdir,’ veyahut ‘güzel benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.”
DÜŞÜNCE ATLASI TOHUM
55
Senai DEMİRCİ Araştırmacı Yazar
Vahiy ve Yağmur Son birkaç yıldır yoğunlaştığım “gıybet” ve “infak” kavramları vesilesiyle, böyle yağmurca bir sürpriz yaşadım. Gıybet niyetiyle okuduğumda, garip ki içinde “gıybet” kelimesi bile geçmeyen ayetler bile gıybeti dillendirmeye başladı. İnfakı görmek için baktığımda ise hiç ummadığım yerlerden “infak” mesajı okuyabildim. Vahyi bir yağmura benzetmek yerinde olur herhalde. (Kaldı ki işi bilenler vahyin bizzat kendisini yağmur meseliyle anlattığını da kaydederler.) Nasıl ki yağmur, çok eski bir olgu olduğu halde, her defasında yenidir, yeniden yağar, vahiy de hep yenidir, yeniler ve taze bir dokunuşla dokunur. Nasıl ki yağmur indiği toprak hangi tohuma hamileyse o topraktan o tohumun meyvesini çıkarır, vahiy de öyledir işte. Okuyucusunun zihninde hangi nüveler varsa, dokunduğu her yerde o nüvelerden hasat verir.
56
TOHUM MART-NİSAN 2012
Son birkaç yıldır yoğunlaştığım “gıybet” ve “infak” kavramları vesilesiyle, böyle yağmurca bir sürpriz yaşadım. Gıybet niyetiyle okuduğumda, garip ki içinde “gıybet” kelimesi bile geçmeyen ayetler bile gıybeti dillendirmeye başladı. İnfakı görmek için baktığımda ise hiç ummadığım yerlerden “infak” mesajı okuyabildim. Bu vesileyle, öteden beri aşina olduğumuz bazı ayetlerin “infak eksenli” okunuşuna dair notları paylaşıyorum.
Nasıl ki yağmur, çok eski bir olgu olduğu halde, her defasında yenidir, yeniden yağar, vahiy de hep yenidir, yeniler ve taze bir dokunuşla dokunur.
Fatiha BismillahirRahmanirRahîm. Kendi adımıza değil, Allah’ın adıyla varız. O Rahman ve Rahim olduğu için var edilmeye lâyık görülmüşüz. Hamd Allah’a mahsustur, yalnız O’nadır minnetimiz; ki O Rabbidir âlemlerin. Rab olarak âlemleri bize hizmet edecek şekilde terbiye ettiği için müteşekkiriz. Rahman O; merhametinden bize varlığımızı hiç yoktan bahşetti. Rahim O; varlığımıza süreklilik bahşetti. Herkesin herkese borçlu olduğu, herkesin varlığını borç aldığı, her şeyin ödünç olarak var olduğu “borç günü”nün Mâliki O, herkese her şeyini her an borç veren O. Yalnız Sana kulluk ederiz. Hiçbir şeyi/kimseyi vazgeçilmez bilmeyiz. Yalnız Senden yardım isteriz. Hiçbir şeyi/hiç kimseyi Senin yardımının yerine koymayız. Bizi doğru yola hidayet eyle. Üzerlerine nimet indir[di[ğini b]ilenlerin yoluna. [Servetleri yüzünden isyan ettikleri için servetleri de kendileri de gazaba uğramışların ve [çoğaltma hırsıyla oyalanan, çoğunu daha da çok yapmak için çırpınan] sapıkların yoluna değil.
DENEME TOHUM
57
Bakara Elif Lâm Mim. Onlar ki gayba iman ederler, gördüklerinin dışında olan Bizim tarafımızdan göründüklerini görerek yaşarlar; namazlarını ikame ederler, canla başla Bizim emrimize itaat ederler, itaatlerini namazla ete kemiğe bürürler, unutup terk ettikleri, ihmal edip kenara koydukları kulluklarını namazla ayağa kaldırıp dik tutarlar ve onlara rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. Onlara Bizim verdiğimizi bilirler, Bizim verdiğimizden verirler, Bizim ver dediğimize verirler, Bizim ver dememizle vererek rızıklarının Bizden olduğunu teslim ederler, Bize verirler. Gerçek şu ki, [Allah’ın kendilerine verdiğini inkâr edenleri [vermeleri için] uyarsan da uyarmasan da fark etmez; [bir daha vereceği konusunda] Allah’a güvenmezler. Allah onların kalplerini ve işitmesini mühürlemiştir [yalnız kendilerini düşünürler, başkalarının ihtiyaçlarına sağırdırlar]. Gözleri üzerinde de bir tür perde vardır [muhtaçları görmezler]. Ve onlar için [orada da burada da] büyük bir azap vardır [hiç doymazlar].
58
TOHUM MART-NİSAN 2012
Onların durumu, [karanlıkta] bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Verenin Allah olduğunu unuttuğu o yoksunluk karanlığı içinde kalbini ısıtan bir serveti ucundan yakalayan kimse gibidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah hemen onların aydınlığını giderir. Ele geçirdikleri servet tam da sevindirmişken onları, gözleri daha fazlasına acıktığı için Allah birden sevinçlerini kalplerinden alıverir ve onları [doyumsuzluklar] içinde bırakır; artık [ellerindekinden de hayır] görmezler. Gerçek erdem yüzlerinizi doğuya ya da batıya döndürmeniz değildir. [Allah’a inancınız ve güveniniz, yüzünüzü kıbleye çevirip çevirmemenizle sınanıyor değil. Kıble, kendini önceliklerinizi geriye atıp Rabbinizin öncelediklerini öncelemenizdir. Kıble, bencilliğinizden yüz çevirip sırf Allah’ın teveccühüyle yetinmenizdir. Gerçek erdem, kişinin (...) sevgi duyduğu malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve özgürlüğü ellerinden alınanlara vermesi, namazı istikametle kılması, zekâtı gönlünden gelerek vermesidir. Gerçek erdem, size [doğudan doğan güneş gibi] eklenenler ve verilenler yüzünden kibirlenmemeniz, [batıdan batan gü-
neşi gibi] sizden eksilenler ve istenenler yüzünden korkup mahzun olmamanızdır. Size doğudan yükselen güneş gibi sevimli gelen ama batmaya meyilli [mâil] maldan meylinizi çekerek, yakınlar, yetimler, yoksullar, yolda kalmışlar, isteyenler ve özgürlüğü ellerinden alınanların hatırına malınızı [batıdan batan güneş gibi] gönüllüce eksiltmenizdir. Böylece elinizden eksilen bedeninizi namazla elinizde tutar, gönlünüzden zekât vererek, kendinizi bencillikten temizlersiniz. Ne iyilik yaparsanız Allah bilir. Öyleyse azık hazırlayın. Hiç kuşkusuz yol azığının en hayırlısı takvadır. İyilik ederek kendinizden eksilttiğiniz, burada kalmaya niyetli bir hancı değil yolcu olmanızın gereğidir. Hancı olan biriktirir, yükünü ağırlaştırır. Yolcu olan yolun hakkını verir, yükünü hafif tutar. Eldekileri çoğaltmamak, yanındakileri artırmak için çabalamamak yolcunun azığıdır. Yol azığının en hayırlısı ise, onu yola çıkaranın yakınlığını kazanmak, ona yolu tarif edenin dediğince yapmak, ona yolda refakat edene güvenmek, onu yolun sonunda bekleyenin güvenini kazanmaktır. Yani, Allah’a göre yaşamaktır.
Hoşlanmadığınız [halde] bir şey[in sizden eksilmesi] sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız [halde] bir şey[in sizde kalması] sizin için şerli olabilir. Allah bilir [sizin için hayırlı ve şerli olanı], siz [hayır ve şerri Allah’tan daha iyi] bilmezsiniz. Allah sizin [kendiniz için hayırlı ve şerli olanı] bilmediğinizi bilir. Siz, ey iman edenler, kendisinde pazarlığın, dostluğun ve kayırmanın olmayacağı gün gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. [İnandığınız Allah’a güveniyorsanız, bugünden pazarlığınızı kendi nefsinizle yapın, nefsinizin elinde nefsiniz hatırına bir şey tutmayın, nefsinizden alıp Allah’a verin, Allah’la dost olma hatırına dostluğunuzu muhtaçlara gösterin, malın mülkün dostluğunu Allah’ın dostluğunun yerine koymayın ve kayırmayı Allah’tan bekleyin. Nankörler zalimlerin ta kendileridir. Size hiç yoktan veren Allah’ı unutarak nankörlük ederseniz, pazarlıkta nefsinizi tutarsanız, dostlukta maldan yana olursanız, kayırmayı eşyadan umarsanız, her şeyin aslının göründüğü o gün geldiğinde, yaptığınızın zulüm olduğunu görecek, yerinde ettiğiniz gerçeğin karşılığını zulmet olarak bulacaksınız.
DENEME TOHUM
59
Yrd. Doç. Dr. A. Halim ULAŞ Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi
Evimde Müthiş Bir Yangın Var:
İçinde Çocuklarım Yanıyor... Hâl böyle iken, imtihan sırrının gereği olarak, sorular değişmiş, muhatap olunan farklı zorluklar ve durumlar ortaya çıkmıştır. İman ve inanca dair birçok meselesini inançlı insanlar, aileden başlayarak sosyal hayatın en geniş dairelerine kadar, “inandıklarına uygun yaşayamama” sorunu ile karşı karşıyadır.
60
TOHUM MART-NİSAN 2012
Evet televizyonla, telaffuzundan bile rahatsız olduğumuz bir çok şey, gözlerimiz önüne serilerek zamanla ülfete, akabinde ünsiyete dönüşmüştür… Bediüzzaman, hayatının gayesini, moda tabirle vizyonunu: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.” Ve “hey efendiler ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var.” Şeklinde özetlemektedir. Üstat, yazdığı eserlerle, küfrün bel kemiğini kırdığını ifade eder. Hakikaten bugün küfür teorik olarak iman hakikatleri karşısında mağluptur ve mecalsizdir. Hâl böyle iken, imtihan sırrının gereği olarak, sorular değişmiş, muhatap olunan farklı zorluklar ve durumlar ortaya çıkmıştır. İman ve inanca dair birçok meselesini inançlı insanlar, aileden başlayarak sosyal hayatın en geniş dairelerine kadar, “inandıklarına uygun yaşayamama” sorunu ile karşı karşıyadır. Aslında bu mesele, küçük yaşlardan itibaren aile içinde baş gösteren ve zamanla merkezden muhite
yayılan bir problemdir. Evet, bu sorunun temel unsurlarından biri, hemen herkesin evinde irili ufaklı sayıca bir ya da birden çok olan “televizyon” ve onun kanalları aracılığı ile surda açılan gediklerdir… Evet televizyonla, müslümanın tahassüngâhı (sığınağı) olan aile hayatında gedikler açılmıştır. Evet televizyonla, “bir nevi cennetimiz olan ailemize” haramiler, zebaniler dalmıştır… Evet televizyonla, telaffuzundan bile rahatsız olduğumuz bir çok şey, gözlerimiz önüne serilerek zamanla ülfete, akabinde ünsiyete dönüşmüştür… Televizyon sayesindedir ki, inandığımız gibi yaşayamadığımız için yaşadığımız gibi inanmaya başlamışızdır. Bizler, çok masum olarak evlerimize giren televizyonlar sayesinde, önce, “dilediğimiz kanalları tercih ederiz, istemediklerimizi seyretmeyiz” gibi masum görünen, bir düşünceye kapıldık.
DENEME TOHUM
61
Ve çocuk televizyona bağımlı olarak büyüdü gelişti, genç kız ya da delikanlı oldu… Okuldan geldiğinde apar topar yemeğini yiyip oturdu karşısına ve ta bebeklik çağından itibaren bilinçaltına gönderilen mesajlarla kafasında “rol modeller oluşturmaya” başladı. Falanca televizyon programlarındaki kahramanlar gibi konuşmaya, filanca gibi giyinmeye kısaca “başkaları gibi” yaşamaya başladı.
Hatta “el kadar çocuğumuzu” sakinleşsin ya da ev işleri yapan anneye problem çıkarmasın diye saatlerce televizyonun karşısında oturttuk. Ve çocuk televizyona bağımlı olarak büyüdü gelişti, genç kız ya da delikanlı oldu… Okuldan geldiğinde apar topar yemeğini yiyip oturdu karşısına ve ta bebeklik çağından itibaren bilinçaltına gönderilen mesajlarla kafasında “rol modeller oluşturmaya” başladı. Falanca televizyon programlarındaki kahramanlar gibi konuşmaya, filanca gibi giyinmeye kısaca “başkaları gibi” yaşamaya başladı. Derken biz her defasında, “bazen çok sert tepkilerle, bazen anlatarak, bazen ikaz ederek ama her defasında yorgun ve bitkin” ama gerçek suçlu ya da sorumlunun “kendimiz olduğunu” da çok defa unutarak
62
TOHUM MART-NİSAN 2012
yenik düştük. Saygı beklerken gördüğümüz hırçınlıklar, “aslında ben onlar için ne kadar da fedakârlık yapmıştım” diye sızım sızım sızlattı içimizi… Yine fedakârca çıktığımız alış verişlerde “giyecek” konusunda yaşadığımız tartışma ve çatışmalarla, bir kez daha yenildiğimizi hissettik. Kızımız bizim istediğimiz gibi değil, televizyonda gördüğü, mp3’ten şarkılarını dinlediği “rol modeli” gibi giyinmek istiyordu. Kısaca, cennetimiz olan ailemiz, servetimiz olan çocuklarımızla birlikte saadetimiz, huzurumuz, sevincimiz… Bir bir elimizden uçup gidiyordu…
Sahi nerede yanlış yapmıştık, samanlıkta kaybettiğimizi ne zamana kadar dışarıda arayacaktık?
Ta ki hedeflerimizi ortaklaşa tespit edip sağlıklı kararlar alabilelim…
Üstat, “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstahak olur.” diye buyurmaktadır.
-Dur demeliyiz televizyona,
Suçu kendimizde aramaya başlayınca, çözümde beraberinde gelmeye başladı. Evet, biz her ne kadar kapılarımızı çelikten, pencerelerimizi demir korkuluklardan yapmış olsak bile, televizyonla hem kafamızı hem kalbimizi açmıştık dışarıya. Sorgusuz ve hesapsız bir şekilde. Evet dostlar, gün, “Zararın neresinden dönsek kârdır.” hesabı bu gidişe bir dur deme zamanıdır. Sığınağımız olan evlerimizi yeniden bir cennet bahçesine çevirmek için, -Dur demeliyiz televizyona, Ta ki aile meclislerimizi yeniden kurabilelim, Ta ki birbirimizi anlama ve dinleme imkanı bulabilelim,
Ta ki okuma saatlerimiz olsun hep birlikte, Ta ki namazlarımızı kılalım cemaatle, Ta ki eğlence saatlerimiz olsun topluca… -Dur demeliyiz televizyona, Ta ki tesbihatlarımızı yapalım huzurla, Ta ki dersimizi okuyalım sırayla… -Dur demeliyiz televizyona, Ta ki Kur’anımızı öğrenelim doğruca, Hadisler ezberleyelim güzelce, İlahiler, gazeller, okuyup huzurla dolalım, zevkle coşalım… “Yitik sevdamızı, kaybolan saadetimizi geri getirmek adına!” DUR DİYELİM TELEVİZYONA...
DENEME TOHUM
63
Zümrüt SÖNMEZ zumrutsonmez@gmail.com
2 SAVAŞ, 1 GÖÇ, 1 KADIN …“Ne çok acı var…” …Göz ucuyla bakıp geçtiğimiz ya da olduğumuz yere çakılıp ortak olduğumuz en az yeryüzünde yaşayan insan sayısı kadar acı var. Afganistanlı Gülbahar’ın hikayesini dinlediğimden beri durmadan çınlıyor bu dize zihnimde. Şair Cahit Zarifoğlu’nun okuyanı allak bullak etmeye tek başına yeten dizesinde olduğu gibi “Ne çok acı var…” yanı başımızda olduğu halde görmediğimiz, bilmediğimiz ya da dünyanın öbür ucunda cereyan etmesine rağmen bir anda gündemimize düşüveren… Göz ucuyla bakıp geçtiğimiz ya da olduğumuz yere çakılıp ortak olduğumuz en az yeryüzünde yaşayan insan sayısı kadar acı var. Afganistanlı Gülbahar’ın hikayesini dinlediğimden beri durmadan çınlıyor bu dize zihnimde. Savaş, göç, yoksulluk… Ne varsa kedere dair hala genç kala-
64
TOHUM MART-NİSAN 2012
bilmiş yüzünden kolaylıkla okunuyor. Gülbahar yaklaşık 35 yaşlarında Afganistanlı bir Özbek Türk’ü. Yıllarca çöp, kağıt vs. toplayarak geçinmeye çalışan Gülbahar’ı komşuları İHH’ya yönlendirmiş. Soğuk, karlı bir kış günü dizlerine kadar ıslanmış, mahçup, ürkek çalmış vakfın Fatih’teki merkezinin kapısını. Elbette yardım elini esirgememiş İHH, bir kış günü kapısını çalan bu mazlumun omuzlarında ne denli büyük bir hikaye taşıdığından habersiz…
“Uçaklar gelip köyümüzü bombalıyordu, herkes ölmüştü. İneklerimizi gördüm, kurşun karnının bir yerinden girmiş diğer taraftan çıkmıştı, su içtikçe şırıl şırıl su akıyordu karnındaki delikten… 4 erkek 3 kız kardeştik, babam beni ve kardeşlerimi alıp büyük bir tepeye götürdü. Beni bir omuzuna küçük kardeşimi diğer omuzuna almıştı. Saklandık, o tepede 2 gün kaldık.” Değerli arkadaşım Hanife Gökdemir, onunla İHH İnsani Yardım Vakfı Gönüllü Birimi’nde görev yaptığı 2008 yılında tanışmış, üşenmeyip eşiyle birlikte evinde ziyaret etmiş. Hikayesine bizzat gözleriyle tanık olduktan sonra bir daha bağlantısını hiç koparmamış. Daha sonra bir vesileyle bizzat tanışma fırsatı bulduğum Gülbahar’ın hikayesini benim Hanife’den dinlediğim şekliyle aşağıdaki satırlardan okuyacaksanız şimdi… Gülbahar ve ailesi Afganistan/Takhar’da bir köyde yaşıyorlarmış. Rusya’nın ülkelerini talan ettiği günlere denk gelmiş çocukluğu. İşgalcilerin köylerine geldiğini hatırlıyor; “gözleri kırmızı, kıpkırmızıydı” diye tarif ediyor eli silahlı yabancıları ve şöyle devam ediyor: “Uçaklar gelip köyümüzü bombalıyordu, herkes ölmüştü. İneklerimizi gördüm, kurşun karnının bir yerinden girmiş diğer taraftan çıkmıştı, su içtikçe şırıl şırıl su akıyordu karnındaki delikten…4 erkek 3 kız kardeştik, babam beni ve kardeşlerimi alıp büyük bir tepeye götürdü. Beni bir omuzuna küçük kardeşimi diğer omuzuna almıştı. Saklandık, o tepede 2 gün kaldık.” BM’nin uçaklarla köylerinin üzerinden konserveler attığını, çocuk heyecanıyla onları toplamaya koştuklarını, annesinin “haramdır, yemeyin!” diye uyarılarını, atılan yiyeceklerin genelde bozuk olduğunu ve yiyemediklerini anlatıyor. “Ruslar gittikten sonra Amerikalılar geldi” diyor ve soruyor “Taliban’ı arıyorlarmış? Öyle mi?”. 10 yaşında evlenmiş Gülbahar, o zamanlar herkes erken evlenirmiş. “Ruslar küçük ve güzel kızları toplayıp uçakla götürüyorlardı. O yüzden bizi küçük yaşta kocaya verirlerdi ki koca sahip çıksın, götürmesinler. Evli kadınları almıyorlardı.” diye anlatıyor bugün çok bilmişlerin oryantalist bir merakla kulak kabartıp acıyarak, kınayarak aktardıkları çocuk yaşta evlenen Afgan kızlarının hikâyesinin
aslını. 6 çocuk sahibi olmuş, kayınpederinin 3 katlı evinde nispeten mutlu ve rahat bir hayatları varmış, ta ki Amerikan askerleri çıkıp gelene kadar… ABD’nin Afganistan Harekâtı bilindiği gibi, 2001 yılında 11 Eylül Saldırıları gerekçesi ile o zamanki başkan George Bush tarafından “terörle mücadele” politikası kapsamında Taliban’a karşı güya Usame Bin Ladin’in yakalanmasına kadar sürmesi kaydıyla başlatılmıştı. Verilen kayıplar, ülkedeki istikrarsızlık ve bir halkın sadece dününü, bugününü değil geleceğini de kül eden ateş ve ölüm, bugün bizzat harekâtı başlatan Batı tarafından dahi “başarısız” olarak nitelendirildiği halde sürüyor. Babası ABD askerileri tarafından gözleri önünde kurşuna dizilen Gülbahar “üstümüzden uçaklar geçmeye başladığında annem ekmek pişiriyordu” diyerek başlıyor söze, gencecik ömrüne sığdırdığı ikinci işgal günlerini anlatırken. “Kızlarımın elinden tutmuş annemin yanına gelmiştim. Annem uçakları görünce ekmek pişirmeyi bırakıp “kaçın” diye bağırdı. Evin altında sığınağımız vardı. Bomba yağıyordu. Saklandık, bombaların etkisiyle yıkıntıların altında kalan sığınağın üstü kapandı. Büyük oğlum Muhammed sığınağın kapısının önündeydi. Düşen bombalardan gelen şarapnel parçası kafasına girdi, burnundan ve kulaklarında kan aktı, oracıkta öldü.” Evleri yıkılmış, gece çökünce yine bir bombanın açtığı delikten geçerek kurtulmuşlar yıkıntıların arasından. Sonrası: “Dumandan birbirimizi göremiyorduk. Bizde ağaçların altında kazılmış su çarkları vardır, çocuklarla beraber o çarkların içine girdik yattık. Mevsim sonbahardı. Askerlerin konuşmalarını, silah seslerini duyuyorduk. Sonra olanları seyretmeye başladık çukurdan. İnsanları öldürüyorlardı, çocukları, kadınları... Saçlarından sürükleyerek götürüyorlardı.”
DENEME TOHUM
65
Yollarda buldukları meyve ağaçlarıyla beslenmişler. Dik yamaçlardan birini geçerken ayağı kayan yengesi uçurumdan yuvarlanmış. Arkasından gidip yaşayıp yaşamadığına bakamamışlar bile. O sırada 6 aylık hamile olan Gülbahar bir an öldüğünü sandıkları 11 yaşındaki büyük kızını yıkıntıların arasından son anda kurtarıp sırtlanmış. Sahip oldukları her şeyi, yıkıntıların ve ölümlerin arasında bırakıp öylece düşmüşler yola. 40 gün sürecek ölümcül bir yürüyüş başlamış. Dağların arasından kıvrıla kıvrıla ayaklarının altında uzanıyormuş ölüm. Sağ kalsalar bile, adına göç denen bu yolculuğun açtığı yaralar ölene kadar kapanmazmış. Önce İran’ı aşmışlar; Türkiye diye bilinen bir yere götürecekmiş onları abisi… Yollarda buldukları meyve ağaçlarıyla beslenmişler. Dik yamaçlardan birini geçerken ayağı kayan yengesi uçurumdan yuvarlanmış. Arkasından gidip yaşayıp yaşamadığına bakamamışlar bile. Gittikçe azalarak aldıkları her kilometrede, uzaktan gördükleri her ışığı “Türkiye’ye geldik mi?” sorusuyla karşılamışlar. Ağrı-Doğu Beyazıt sınırını adam başı 1000 TL karşılığında bir koyun çobanının yardımıyla geçmişler. Ancak mayınlı araziyi aşmak kolay olmamış. Koyunlar önderliğinde yürürken mayına basmışlar, sağ kalan yengesi ayağından yaralanmış. Patlayan şarapnel parçaları vücutlarına saplanmış. Gülbahar’ın ise kafasına ve sırtına... Eşinin kafasına isabet eden bir şarapnel, akıl sağlığını yitirmesine sebep olmuş. O halde sınırı geçmişler ama emniyet güçleri onla-
66
TOHUM MART-NİSAN 2012
rı yakalamış. “Savaştan kaçtıklarını, Özbek Türkü olduklarını” söylemişler. Polisler onları tedavi için hastaneye götürmüş. Daha sonra ailece İstanbul’da bir dükkanın zemin katına yerleşmişler. O gece karnındaki çocuğunu dünyaya getirmiş Gülbahar. Soğuk, karanlık, tekinsiz bir dünyaya… Görenlerin haber vermesiyle bir yardım kuruluşu tarafından bir eve yerleştirilmişler. Bu sefer de yokluk, yoksulluk günleri başlamış. Arkalarında bıraktıkları savaş ise sinsi bir gölge gibi yanı başlarındaymış. Göç ettikten sonra eşiyle Afganistan’a gittikleri bir zamanda bindikleri araç Amerikan askerleri tarafından bombalanınca eşini kaybetmiş. Önceleri çöp, kağıt vs. toplayarak çocuklarına bakmaya çalışan Gülbahar’ın komşularının yardımıyla bir apartmanda bulduğu merdiven silme işi ile kazandığı üç kuruş umudu olmuş. 2 kızını alıştığı gibi küçük yaşta, korkuyla evlendiren Gülbahar’ın diğer 4 çocuğunun İHH’nın Sponsor Aile Sistemi kapsamında desteklenmeye başlamasıyla hayatlarında hasret kaldıkları aydınlık günlerin de ucu görünmüş. Şimdi çocuklarını okula gönderebilen, kendisi de evlere temizliğe giderek geçimlerini sağlamaya çalışan Gülbahar’a ömrünün bundan sonrasında, geçmiş günlerden bugüne kalan sağlık sorunları ve kederli hatıralar yoldaşlık ediyor.
Zeliha SAĞLAM zelihasaglam@ihh.org.tr
Bir esenlik yurdu:
Bruney Sultanlığı Resmi adı : Bruney Sultanlığı Bağımsızlık tarihi : 1 Ocak 1984 Yönetim biçimi : Meşruti Monarşi Başkenti : Bender Seri Begavan Nüfusu : 408.786 Yüzölçümü : 5.765 km² Dil : Malayca(resmi dil), İngilizce, Çince Dini : %67 İslam (resmi), %13 Budizm, %10 Hıristiyanlık, %10 diğer
68
TOHUM MART-NİSAN 2012
İsminin anlamı “barış ve selamet yeri” olan Bruney, dünyanın en zengin ülkelerinden biri olarak biliniyor.
Güneydoğu Asya’da Borneo Adası’nın kuzeybatısında bulunan ve dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alan Bruney’in tek komşusu, ülkenin güneyinde bulunan Malezya’dır. Bruney’in adı Malayca’da barış ve selamet yeri anlamına gelir. Güneydoğu Asya ülkelerinin belirgin, birbirine benzer özelliklerinden olan karışık etnik yapı burada da kendini gösterir. Ülke nüfusu Malaylar, Çinliler, Güney Asyalılar, Kedaylar ve Melanular’dan oluşur. Halkın %75’i Müslüman, %15’i Budist ve %9’u da Hıristiyan’dır. İslam, öncelikle Arap dünyasından Malaka’ya gelen tüccarlarla civar sultanlıklara yayılmış ve buralarda Güneydoğu Asya kültürüne uygun bir model oluşturmuştur. Bruney Sultanlığı’nın İslam’la ilk tanışması 15. yüzyılda Bruney Sultanı’nın Müslüman Malaka’yı ziyaretine dayanır. Sultan Awang Alang Betatar, Malaka Sultanlığı’nı ziyareti sırasında tanıştığı İslam’ı benimser ve adını Muhammed Şah İskender olarak değiştirir. Böylece, Bruney’de Müslüman bir sultanlık kurulmuş olur. 15. yüzyılda bü-
yük bir devlet haline gelen Bruney, bu dönemde Filipinler’in Luzon ve Sulu Takımadaları ve Borneo Yarımadası’nın büyük bir bölümüne sahiptir. Batı’nın sömüreceği, kaynaklarından faydalanabileceği yerler aramak için düzenlediği keşif yolculuklarının duraklarından biri de zengin Bruney topraklarıdır. 16. yüzyılda Filipinler’e gelen İspanyolların saldırılarına uğrayan Bruney, 17. yüzyıl başlarında Hollandalıların güneybatıdan başlattığı akınlarla zor duruma düşer. Sonrasında ise Hollandalılar Bruney’in güneyinde koloniler kurmaya başlarlar. Doğu Hint Adaları’nın Hollandalıların sömürüsüne geçmesinin ardından bölgeye gelen İngiliz sömürgeciler Bruney’e göz diker burayı yeni sömürge hedefleri arasına koyarlar. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi bölgedeki gücünü ve varlığını arttırdıkça buralardaki Hollanda sömürüsü zayıflar. 1888’de Bruney tamamen İngilizlerin himayesi altına girer. 1941’de ise Japonya’nın işgal ettiği Bruney, Avustralya birliklerinin bölgeyi geri almasının ardından İngilizlere devredilir.
PANORAMA TOHUM
69
Sömürü devletlerinden yakalarını kurtaramayan Bruneyliler kendi topraklarında söz hakkı sahibi olmak ve ülkelerine kendileri yön vermek istediklerinden parti kurma girişiminde bulunurlar. Kurulan Bruney Halk Partisi taraftarlarının sömürü altındaki sultanlıklarını uyandırmak için başlattıkları ayaklanma İngilizler tarafından bastırılır. Demokrasinin şartlarından olan katılım, seçme ve seçilme umutları da böylece söndürülür. Bruney’de ilk anayasa 1959’da kabul edilir. 1965 yılında göstermelik bir seçim yapılsa dahi ülke yine İngilizlerin himayesindedir. Bu tarihten sonra ülke otokrasi ile yönetilmeye başlar.
ğunu her zaman hissettirir.
1 Ocak 1984’te bağımsızlıklarına kavuşurlar; ancak bağımsızlıklarını elde etmeleri de yine himaye edildikleri devletle, İngiltere’yle anlaşma sonucu gerçekleşir. Ülke her ne kadar iç ve dış kararlarında bağımsız görünse de İngiliz koruması altında oldu-
Tarihi, sömürgeci devletlere karşı ayakta kalma mücadelesi ile geçen Bruney, bağımsızlık sonrası girişimleriyle müreffeh bir ülke haline gelir. Bölgede önemli bir etkisi olan Asya Uluslar Birliği (ASEAN), Müslüman ülkelerin üyesi bulunduğu İslam
70
TOHUM MART-NİSAN 2012
İç işlerinde bağımsız, dış işlerinde ise İngiltere’ye bağlı olan ülkede insan hakları ihlali olarak ilk sırada muhalif seslere yer verilmemesi geliyor. Sultanlığın muhaliflere gösterdiği baskıcı tavır yeni oluşumları engelliyor. Halkın tepkisini çekmek istemeyen sultan, insanların hassas olduğu konularda dikkatli davranarak sempati kazanmaya çalışıyor. Gelir dağılımındaki dengesizlik ise ülkenin önemli problemleri arasında yer alıyor. Ancak geleneklerin de etkisiyle halkın yaşamından şikayetçi olmaması, sıkıntıların gün yüzüne çıkmasını engelliyor.
Konferans Örgütü (İKÖ), Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı (OPEC) ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na da üye olan Bruney, ekonomik anlamda hızla ilerleme kaydeder ve son yıllarda yurt dışına öğrenci göndererek eğitim alanında da ilerlemeyi amaçlar. Günümüzde Bruney, körfez ülkelerinde kurulan faizsiz finans kuruluşlarıyla iş yapan faizsiz bankasıyla, halkın faiz konusundaki hassasiyetine de cevap vererek onların rahat yatırım yapmalarına olanak sağlamaktadır. 1965 yılından bu yana seçim yapılmayan ülkede devlet ve hükümet başkanlığı görevinde bulunan sultan, geniş yetkilere sahiptir. Devletin politikaları muhalif seslerin çıkmasını engellemektedir. Güneydoğu Asya’nın en zengin ülkesi olan Bruney halkının ortalama gelir düzeyinin iyi olması, yönetimin yaptığı aşırı harcamaların halkın gözüne batmamasına sebep oluyor.
Petrol ve doğalgaz zengini olan Bruney’in topraklarının %70’i ormanlarla çevrili. Tabii zenginliklerinden olan kauçuk, ülke ticaretinde oldukça önemli bir yer teşkil ediyor. Nemli ve sıcak bir iklime sahip olan Bruney, bütün yıl muson yağmurları ile ıslanıyor. Ülkedeki sosyal hayat, bol yağışlı Bruney’in yapısına uygun şekillenmiş; nehir yataklarına yakın yerlerde bulunan evler direkler üzerine yerleştirilerek su baskınlarına karşı korunmuş. Halkın köylerde yaşayan bölümü balıkçılık yaparak ve pirinç yetiştirerek geçimini sağlıyor. Sıcak iklim, insanların karakterlerini de etkilemiş. Oldukça mülayim ve samimi olan bölge insanı geleneği ile barışık. Tabiatın Allah tarafından onlara bahşedildiğine inanan ülke halkı için ağaç kesmenin cezası oldukça yüksek. Genel olarak esenlik içinde yaşayan ve müreffeh bir ülkeye sahip olan halk, sosyal hayatın her alanında varlık göstermeye çalışıyor.
PANORAMA TOHUM
71
Dt. Hasan ÜLGEN İl Özel İdaresi Ağız ve Diş Hastalıkları Hastanesi Baş Hekimi
Ağız ve Diş Sağlığının Önemi Tüketilen şekerli maddelerin bir miktarı dişlere ve çevresindeki dokulara yapışarak kalır. Bu artıkların ağızdan uzaklaştırılmaması önemli bir çürük oluşumu nedenidir. Yine ağızda diş çürüklerine neden olan bakteriler özellikle geceleri aşırı derecede çoğalır. Bu nedenle bakterileri besleyen ağız içindeki gıda artıkları gece yatmadan önce mutlaka temizlenmelidir.
72
TOHUM MART-NİSAN 2012
Diş hekimliği alanında bilimsel olarak çok hızlı ilerlemeler kaydedilmesine rağmen halen diş ve dişeti hastalıkları görülme oranı yüksektir. Bu yüzden ağız ve diş sağlığı önemini etraflıca vurgulamak gerekmektedir. Aşağıda belirtilecek olan fazla çaba ve mali külfet gerektirmeyen hususlara dikkat edilmesi ağız ve diş sağlığımızın devamına büyük katkı sağlayacaktır. Diş sağlığımız için peynir, süt ve yoğurt tüketmeli, sağlıklı ve güzel dişetleri için de öğün aralarında elma, havuç gibi iyi yıkanmış taze meyve ve sebze ile beslenme tercih edilmelidir. Öncelikle ağız ve diş sağlığımızı devam ettirmenin birinci koşulu da çürük oluşumunu önlemektir. Tüketilen şekerli maddelerin bir miktarı dişlere ve çevresindeki dokulara yapışarak kalır. Bu artıkların ağızdan uzaklaştırılmaması önemli bir çürük oluşumu nedenidir. Yine ağızda diş çürüklerine neden olan bakteriler özellikle geceleri aşırı derecede çoğalır. Bu nedenle bakterileri besleyen ağız içindeki gıda artıkları gece yatmadan önce mutlaka temizlenmelidir. Çürük oluşumunu önlemek için dişlerimizin doğru ve sağlıklı bir şekilde fırçalanması önemlidir. Dişlerimizin günde iki kez (sabah ve gece yatmadan önce) her fırçalamanın 3 dakika süreceği bir zamanlama ile temizlenmesi gerekmektedir. Doğru fırçalama için ağıza büyük olmayan bir fırça seçimi, floridli diş macunu seçimi, çok az miktarda diş macunu sürülmesi, fırçanın lif uçlarının 45 dere-
celik açı ile diş etine yerleştirilerek her seferde diş etinden dişe doğru yani fırçalamanın üst çenede yukarıdan aşağıya, alt çeneden aşağıdan yukarıya genel anlamda ise pembe (diş eti)’den beyaz (diş)’a doğru yapılması gerekmektedir. Fırçanın zor uygulandığı bölgelerde diş ipi uygulanmasının çürüğün oluşmamasında önemli katkısı olacaktır. Altı ayda bir diş hekimine muayene olmak fark edilmeyen çürükler ve bazı ağız dokusu hastalıklarının ya da hastalık belirtilerinin saptanması ve koruyucu sağlık hizmeti verilebilmesi açısından çok önemlidir. Ağız da enfekte olmuş diş ve diş etindeki bakterilerin daha uzak dokulara ve hatta bazı iç organlara taşınabileceği gerçeği unutulmamalıdır. Sağlıklı olmak için sadece genel vücut sağlığı değil, ağız ve diş sağlığının da önem taşıdığını unutmamak gerekir. Bu açıklamalar doğrultusunda uygun fırçalama alışkanlığının edinilmesi, çürüğün fark edildiğinde ve gerekliliğinde henüz başlangıç safhasında minik bir dolguyla tedavi ettirilmesi bile bizleri ihmal edildiğinde zamanla orantılı olarak maliyeti artacak olan tedavi ve protez masrafından, fazla diş ve doku kaybından kurtaracaktır. İşte bu yüzden ağız ve diş sağlığımızın önemi ihmal edilmemeli, düzenli diş hekimi kontrolüne gidilmelidir
SAĞLIK TOHUM
73
Esan GÜL Uzman Psikolog
Ruhsal Denge Bizler akıl ve bedenden daha fazlasıyız. Kutsal ruhun beden giymiş haliyiz. Ne zaman insan psikolojisinin derinliğini keşfetsek, bu ebedi/ilahi kıvılcıma rastlarız. Ruhsal hastalıkların tedavisinin tarihi, işlevsel olduğu kadar üzücüdür ve insanlık dışı davranışların da etkileyici bir resmini sunar. Tarihsel gelişimleri açısından incelendiği zaman ruhsal hastalıkların farklı şekillerde değerlendirildiği görülmektedir. “Modern Psikoloji Tarihi” kitabında tarihsel olaylar anlatılırken Babillilerin ruhsal hastalıkların sebebinin şeytanın egemenliğinden kaynaklandığına inandığını, antik İbrani kültürlerinde ruhsal rahatsızlıkların işlenen günahların bir cezası olarak görüldüğü, tedavisi için ise dua ve büyü yolunun kullanıldığı aktarılmaktadır. Özellikle Yunan filozoflar -Sokrates, Platon, Aristo- ruhsal hastalıkların düşünce süreçlerinin bozulmasından kaynaklandığını iddia etmişlerdir. Kelimelerin ikna ve tedavi edici gücüne de salık vermişlerdir. Hıristiyanlıkla birlikte ruhsal hastalıklar tekrar kötü ruh ve şeytan olmakla suçlanır duruma gelmiştir. Bu insanlar kilise tarafından kurulan yerlerde işkence görüyor, suçlanıyor ve vahşi infazlara maruz bırakılıyorlardı. 19. yüzyıldan itibaren ruh hastalıklarının tedavisine yönelik daha insancıl ve rasyonel tutumlar sergilenmeye başlandı. Hastalar zincirlerinden kurtarıldı ve hümanist yollarla tedavi edilmeye başlandı. Ne yazık ki insanlık ruhu hasta olarak gördüğü için bu uygulamaları ve daha anlatamadığım birçok yöntemi gerçekleştirdi. Bu durum insana bakış açısının bir sonucudur aslında… Ya da ruhu inkâr etmenin veya ruh ve benden birlikteliğinden oluşan felsefik anlayışın bir sonucu… Aristo’dan Descartes’a, Auguste Comte’tan John Locke’a onlardan da Freud’a kadar uzanan bir bakış açısının uzantısı…
ruha inanış içinde yaşamalarının ve özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında “ruhsuz bir ruhbilim” anlayışının bir sonucu…
Jung’un ifadesiyle ortaçağın, antikçağın hatta tüm insanlığın, daha ilk günlerinden bu yana maddi
Ruhumuz biz dünyaya gelmeden önce de vardı ve biz öldükten sonra da var olmaya devam edecektir.
74
TOHUM MART-NİSAN 2012
Bu anlayışa göre ruh kendi içinde var olan bir özellik değil, temel yapının uzantılarının yalın bir ürünüdür. Onun için bugün hiç kimse vücuttan/ bedenden bağımsız bir ruh varsayımı üzerine bir psikoloji kuramaz. Oysa “Göklerin ve yerin nuru” (Nur; 35) olan Allah, kendi nurundan insana nur vermiş ve “Kendi ruhundan üflemiştir.” (Hicr; 29) Bunun içindir ki bir insana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline getiren maddî olmayan, değerli ve ölümsüz varlığa ruh denmiştir. (Ayrıca can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy, Cebrail vb. anlamlarına da gelmektedir.) İslam’a göre temel gayemiz kendi içimizdeki bu ilahi kıvılcımı keşfetmek ve ruhsal/ilahi doğamızın rehberliğinde yaşamayı/hayatı öğrenmektir. Bunun içindir ki ruhumuz hastalık üreten bir mekanizma olarak değil, kendi öznelliğini ve rabbimizin kendi ruhundan üflemiş olmasının güzelliğini içerisinde barındıran bir hakikat olarak algılanmıştır. O her yönüyle bir rahmet ve berekettir. İnsanlık için bir canlılık ve karanlıklardan kurtulmak için bir aydınlıktır. Yaşayanlar için yekdem nefis ve aklını kullanmak isteyenler için ise Cebrailî nefestir. Bizler akıl ve bedenden daha fazlasıyız. Kutsal ruhun beden giymiş haliyiz. Ne zaman insan psikolojisinin derinliğini keşfetsek, bu ebedi/ilahi kıvılcıma rastlarız.
Onun için ruhumuz hem bu dünyaya aittir hem de ahirete. Otuz yılı aşkın süredir psikoloji üzerine çalışmakta olan, iki yönden (teorik ve pratik) tasavvuf üzerine araştırmalarda bulunan, Müslüman olduktan sonra mutasavvıf bir mürşit ve şeyh olan Prof. Dr. Robert Frager, “Kalp, Nefs ve Ruh” kitabında, tasavvuftaki yedi ruh modelinde, kişinin nev-i şahsına münhasır bir insanoğlu olarak gelişmesi için bütün ruhların sağlıklı olması gerektiğini vurgular. Ve devamla der ki: “Hepimiz tutkular, korkular ve iştahlara sahibiz… Bunlar bizim yararlı ve işlevsel parçalarımızdır. Ancak bunların yaşamımıza egemen olmaması gerekir. Çünkü ruhla çalışmanın temel hedeflerinde birisi her bir ruh içinde ve ruhlar arasında sağlıklı denge kurmaktır.” Sonra da kendi bağlamı içerisinde formülasyonunu şekillendirir:
Ben bir bedene sahibim, ama ben yalnızca bedenimden ibaret değilim. Ben duygularıma sahibim, ama yalnızca duygularımdan ibaret değilim. Ben bir akla sahibim, ama yalnızca aklımdan ibaret değilim. Ben bir egoya sahibim, ama yalnızca benliğimden ibaret değilim. Ben bir kalbe sahibim, ama yalnızca kalbimden ibaret değilim. Ben bir manevi merkeze sahibim, ama yalnızca manevi merkezimden ibaret değilim. Ben bütün ruhlarımdan ibaretim…
PSİKOLOJİ TOHUM
75
KÜLTÜR-SANAT
!F İstanbul Dopdolu Geçti Ocak 2003’te izleyicisi ile buluşan ve on bir yıldır 70.000 kişilik izleyici kitlesiyle kültür sanat camiasının yakından takip ettiği !F İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 16 - 26 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirildi. Yılın en çok konuşulan ödüllü bağımsız filmleri ve yönetmenlerini izleyiciler ile buluşturan festival, her yıl İstanbul’da, Ankara’da ve 2012 yılından itibaren İzmir’de filmleri farklı ve güncel bölümler altında topluyor.
Alternatif Dağıtım ve Paylaşım Projesi !f: İstanbul’dan canlı dijital devrim ile Türkiye’de ve Orta Doğu’da 27 şehre festivali götürdü. Bir festival tarafından dünyada ilk kez gerçekleştirilen ‘’!f’’ ‘alternatif dağıtım ve paylaşım’ projesini de gerçekleştirdi. Bu yıl üçüncü kez ve yine online sinema sitesi MUBI ile ortaklaşa gerçekleştirilen !f İstanbul’daki festival salonlarını Türkiye’nin 24 şehrin yanı sıra Ramallah, Beyrut ve Lefkoşa’ya da taşıdı.
76
TOHUM MART-NİSAN 2012
Festivalin İstanbul’daki son üç günü, yani 24-25-26 Şubat tarihleri arasında İstanbul ile eşzamanlı gösterilen 5 filmi, İstanbul’daki izleyicilerle aynı anda farklı şehirlerden 15.000 kişiye ulaştırdı. Türkiye’nin farkı şehirleri ve Orta Doğu arasında sinema üzerinden bir ağ kurdu. Bu şehirlerdeki üniversiteler, dernekler, sanat insiyatifleri ve STK’ları örgütlendi ve kurulan bu yeni sinema ağına destek vererek projeyi şehirlerinde organize etmeye gönüllü oldu. Film gösterimlerinden sonra yönetmenlerle yapılacak sohbetler de internet üzerinden canlı izlenebildi ve izleyiciler yönetmene sorularını iletme imkanı da elde ediyor. Gaziantep’ten, Alaçatı’dan, Beyrut’tan, Dersim’den, Rize’den ve daha bir çok yerden, yüz yüze tanışma imkanı bulanamayan izleyiciler de yönetmenlerle sohbet edebildi.
Üniversiteli fotoğrafçılar
“Değişim”i sorguluyor Fotoğraf Vakfı ve Galata Fotoğrafhanesi’nin ortak çalışması ÜNİFOTOFEST, üniversiteli fotoğrafçıların “Değişim” yorumlarını 12-27 Mayıs 2012 tarihleri arasında izleyicilerle buluşturacak. Önlisans, lisans ve yüksek lisans düzeyinde öğrenimlerine devam eden üniversite öğrencilerinin öncü, sorgulayıcı fotoğraf çalışmalarını sergi ve fotoğraf gösterileri biçiminde kamuoyuna sunmayı hedefleyen ÜNİFOTOFEST ilk yılında “Değişim” teması ele alınıyor. Yurtiçi ve yurtdışındaki üniversite öğrencilerinin katılımına açık olan festival, Fotoğraf Vakfı ve Galata Fotoğrafhanesi’nin öncülüğünde geniş bir üniversiteli grup tarafından düzenleniyor. ÜNİFOTOFEST programında, İstanbul’un farklı bölgelerine ulaşma hedefiyle çeşitli ilçelerdeki sergileme alanlarında açılacak sergi ve fotoğraf sunumlarının yanı sıra forum, sergi eleştirisi buluşmaları, atölye çalışmaları, ustalarla buluşmalar, söyleşiler ve açık hava etkinlikleri gibi birçok etkinliği barındıracak. Festivale 6 Şubat’ta www.unifotofest.org üzerinden
başlayan katılım başvuru süresi 7 Nisan’da sona erecek ve yapılacak değerlendirme sonrasında programa dahil edilen çalışmalar 10 Nisan’da duyurulacak. ÜNİFOTOFEST’e katılım bireysel ya da grup çalışmaları biçiminde olabilecek.
Festival Teması: Değişim ÜNİFOTOFEST, her geçen gün çok daha geniş çerçevelerce sıklıkla kullanılan “Değişim” sözcüğü, kendisine yüklenen anlamlar ve uğradığı anlam kayıpları çerçevesinde üniversiteli fotoğrafçıların yorumuna açılıyor. Fotoğrafçıların yorumlarıyla ortaya çıkması muhtemel farklı görüşleri kamuoyu ile paylaşmayı amaçlayan ÜNİFOTOFEST, hem kendiliğinden hem de insan faktörüyle gerçekleşen çok yönlü değişimler silsilesine işaret etmeyi hedefliyor. ÜNİFOTOFEST “Değişim”e; ekonomik sistemlerin, politikaların, sınırların, teknolojinin, kültürlerin, kimliklerin, rollerin, anlamların, ruh hallerinin, bakışlarımızın, suyun, toprağın ve bizim yüzümüzden değişen her şeyin farkında olarak bakacak.
KÜLTÜR-SANAT TOHUM
77
Arif YAMAN arfyaman@gmail.com
Tehlikeli Bir İş :
İtfaiye
“İtfaiyecilik için söylenebilecek birçok şeyin arasından en basit olanını seçersem; bu, “tehlikeli bir iş” tanımlaması olurdu. İçinde yaşadığımız modern zamanın bize sunduğu “korunaklı hayat” tasavvurunu referans alan bizlerin, en nihayetinde bir belediye hizmeti olan itfaiyeciliğin ne denli ölümle burun buruna yapılan bir meslek olduğunu tahmin edebileceğimizi sanmıyorum. Fatih İtfaiyesi’yle birlikte “ilk yangınıma” giderken, o büyülü arabanın içinde bencilce bir sevinç duyarak en büyük çocukluk hayallerimden birinin gerçekleştiğini düşünüyordum. Kulakları sağır edercesine çalan sirenler, hararetli telsiz konuşmaları, büyülü bir elin önümüzdeki araçları yan şeride kaydırıp yolumuzun açılması ve Fatih’in dar sokaklarında uçarcasına yol almak... Bu “eğlenceli” yolculuk sona erip de yangın yeri-
78
TOHUM MART-NİSAN 2012
ne vardığımızda ise gördüğüm şey karşısında okkalı bir küfür savurduğumu hatırlıyorum. Üç katlı bina alevler içinde yanıyor, alevlerin bittiği yerde simsiyah bir duman göğe yükseliyor, zaman zaman meydana gelen patlamalarla etrafa ısınmış taş parçaları yağıyordu. Benim nutkumun tutulduğu yerde ise itfaiyecilerin işi başlıyordu. Gittiğim ilk yangın, onlarla geçirdiğim süre boyunca gördüğüm en büyük yangın oldu. Daha sonra gittiğimiz irili ufaklı birçok olayda neden “itfaiye şehidi” diye bir kavramın ortaya çıktığını daha iyi anladım. Onların deyimiyle eskiye nazaran çok daha az yangının meydana geldiği ve daha güvenli ekipmanlarla çalıştıkları güzel zamanlara denk gelmiş olsam da, bu kadarının dahi, kaldırılması güç bir yaşam tarzı olduğunu düşünmeden edemiyorum.”
Büyük bir yangın ihbarına giderken neyle karşılaşacağını düşünen itfaiyecilerin tedirginliği yüzlerinden okunuyor.
FOTO-RÖPORTAJ TOHUM
79
İstiklal Caddesi’nde bir giyim mağazasında elektrik kontağı nedeniyle çıktığı tahmin edilen yangına itfaiyeciler çok kısa bir süre içinde müdahale ettiler. Yangın sabahın erken saatlerinde çıktığı için cadde sakin. Ancak her zaman böyle olmuyor.
80
TOHUM MART-NİSAN 2012
Fatih İtfaiyesi’nde görevli ekip amiri Ali Osman Aygün boş zamanlarını ağırlık çalışarak değerlendiriyor.
Cuma namazları itfaiye merkezinde topluca kılınıyor. Ancak yangın alarmı çaldığında kimse namazın bitmesini beklemiyor.
FOTO-RÖPORTAJ TOHUM
81
Bir yangında en önemli görevlerden biri alevlerin yanan binanın etrafına sirayet etmesinin engellenmesi. Yanan binanın alevleri yan apartmanın camlarını patlatmış olsa da itfaiyenin çabasıyla sirayet önleniyor.
82
TOHUM MART-NİSAN 2012
Dar sokaklar, otomobiller, trafik keşmekeşi ve meraklılar, çoğu kez itfaiyecilerin işini zorlaştırıyor.
FOTO-RÖPORTAJ TOHUM
83
Ahmet BOLAT ahmetbolat@onder.org.tr
Sultan II. Bayezid Külliyesi Yıl 1488.. Osmanlı Padişahı Sultan II.Bayezid Akkirman seferi hazırlıkları için Edirne’ye geldiğinde kendisine ikinci başkent konumundaki Edirne’nin bir “Darüşşifa” ihtiyacından söz edilir. Çünkü o tarihlerde Edirne eski başkent konumunun dışında gelen ve gidenlerin çok olduğu büyük bir ticaret şehridir. Bu ihtiyacı kabul gören hak ve adaletin temsilcisi Padişah, Edirne’ye içinde Darüşşifanın da olacağı büyük bir külliye yapılmasını emreder. Edirne Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir kent konumundaydı. Çünkü 93 yıl boyunca imparatorluğa başkentlik yapmıştı. Ayrıca imparatorluğun yüzünü batıya dönüp, Avrupa’ya doğru genişlemesinde hem coğrafi ve hem stratejik olarak çok önemli görevler üstlenmişti. Fatih Sultan Mehmet’in doğduğu, büyüdüğü ve İstanbul’u fetih planlarını yaptığı bu kent, 1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra başkentin İstanbul’a taşınmasıyla önemini hiçbir zaman yitirmedi ve ikinci başkent olarak konumunu hep korudu. Sarayiçi’nde ve Tunca Nehri kenarındaki Edirne Sarayı da hep varlığını ve önemini sürdürdü. Çünkü padişahların bir ayağı hep Edirne’de oldu. Dinlen-
84
TOHUM MART-NİSAN 2012
mek, eğlenmek, ava çıkmak, büyük fetihlerin planlarını yapmak ve her Avrupa seferi öncesinde padişahların sık sık gelip kaldıkları Edirne’ye, Sultan II.Bayezid tarafından şanına yakışan bir külliyenin temeli işte bu şartlar altında ve 25 Mayıs 1484 yılında atılmıştı. Bursa ve İstanbul, Fatih Külliyelerinden sonra imparatorluğun geniş kapsamlı düşündüğü bu üçüncü külliyeydi. Çalışmalar hızlı başladı ve Basarabya fethinden elde edilen ganimetin de buraya aktarılmasıyla 4 yıl gibi kısa sürede, yani 1488 tarihinde bitirilerek hizmete açıldı. Bu yapılar topluluğunun 4 yıl gibi kısa sürede ve zamanın şartları içinde bitirilmesi imparatorluğun teknik ve ekonomik gücünün büyüklüğünden ileri geliyordu.
Fatih Sultan Mehmet’in doğduğu, büyüdüğü ve İstanbul’u fetih planlarını yaptığı bu kent, 1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra başkentin İstanbul’a taşınmasıyla önemini hiçbir zaman yitirmedi ve ikinci başkent olarak konumunu hep korudu.
XXXXXXXX TOHUM
85
Külliye’nin yapılış amacı kentin bir Darüşşifaya kazandırılmasıydı ama, diğer külliyeler gibi, bu külliyenin de merkezine erken Osmanlı döneminin en görkemli eserlerinden biri kabul edilen bir cami yapıldı. Külliyede ayrıca bir tıp medresesi, Darüşşifa, imaret, tabhaneler (misafirhane), muvvakithane, hamamlar, değirmen ve köprü ile 11 yapılık büyük bir komplekse dönüştürüldü. Günümüzde ne yazık ki bu 11 yapıdan 6 adedi ayaktadır. Külliye’nin mimarının Hayrettin olduğuna dair yaygın bir görüş vardır ama bazı kaynaklar, YakubŞah Bin Sultan- Şah’ın da külliyenin mimarı olabileceğini öne sürmektedirler.
Külliyenin Bölümleri Cami: Külliye’nin merkezindedir. Yapı olarak çevresindeki yüzden çok kubbeli yapılar topluluğunun tepesine hakim bir görünüştedir. Kemersiz ve sütunsuz olup 20.58x 20.60 metrelik bir kare biçimindedir. Kubbesi 19.34 m yüksekliğindedir. Mermer minberi taş işçiliğinin şaheseridir. Hünkar mahfili Osmanlı cami mimarisinin ilk örneğidir. Çift şerefeli 149 basamaklı iki minaresi 38.50 metre yüksekliğindedir. Mimarisindeki ciddiyet ve sadeliğiyle ünlüdür. Darüşşifa: Caminin hemen sağındadır. Üç bölümden meydana gelmiştir. Birinci avluda 6 adet poliklinik odası, mutfak, çamaşırhane ve şuruphane gibi hizmet odaları ve ayrıca ilaç depoları vardır. İkinci avludaki karşılıklı 4 odada üst düzey personel görev yapmaktadır. Şifahane bölümü ise yataklı tedavi
86
TOHUM MART-NİSAN 2012
bölümüdür. Burada 6 kışlık, 4 yazlık hasta odası ile bir musiki sahnesi vardır. Ortadaki şadırvandan akan suyun çıkardığı ses hastayı huzura kavuşturmaya yöneliktir. Medrese: Darüşşifa’nın hemen yanında kare şeklinde kubbeli bir yapıdır. Dönemin Tıp Eğitimi veren kurumudur. 18 öğrenci odası ve 1 dershaneden meydana gelmiştir. Oda kapıları sağlı sollu 17 sütuna dayanan önü açık ve kemerli revaklara açılır. Her yıl 18 öğrencinin eğitildiği bu kurumda, öğrencilerin her türlü ihtiyaçları karşılandığı gibi onlara günde 3 akçe de maaş ödenirdi. Buradaki öğrenciler aynı zamanda diğer hekimlerin yanında usta çırak ilişkisi ile eğitimlerini tamamlarlardı. Tabhane (Misafirhane): Caminin sağ ve solunda yapışık olarak bulunan iki adet misafirhanedir. Her tabhanede 9 kubbe, 4 oda bulunmaktadır. Hem misafirler, hem hasta yakınları burada ücretsiz olarak kalırlardı. Taburcu olan hastalarda 3 gün geçmemek şartıyla nekahet dönemlerini burada geçirirlerdi. İmaret: Daha önce Edirne’de bulunan 8 imaretin en sonuncusu olduğu için “Yeni İmaret” olarak anılır. İmaret binaları 2 büyük taş bloktan oluşur ve caminin sol tarafındadır. Bloklar içinde birbirinin içine geçme geniş salonlar, bölmeler, ocak ve fırınlar vardır. Mutfak, fodlahane, mumhane, helvahane, kiler, depo ve ahır gibi bölümlerden oluşur. Bu bölümlerde her gün iki öğün yemek pişirilir, külliye personeli ve fakir fukara buradan ücretsiz olarak yer içerdi.
Hamam: Şu an yıkılmıştır ve temelleri dahi belirsizdir. Eski fotoğraflardan köprünün külliyeden taraf ayağına yakın bir yerde olduğunu biliyoruz. Mimari olarak çifte hamam tipindedir. Hamamlardan elde edilen gelir külliye vakfına kalmaktadır. Değirmen: Yine geliri külliyeye verilen bir yapıdır ve köprünün yanında, Tunca nehrinin kenarındadır. Bunun varlığı da eski fotoğraflarda kayıtlıdır ve şu an tamamıyla yıkılmıştır. Köprü: Külliye ile birlikte yapılmıştır. Şu an ayaktadır ve taş dokusu olduğu gibi korunmuştur. Şehirle Külliye arasındaki ulaşımı da sağlamaktadır. Boyu 78, eni 6 metredir. 5 sivri kemeri vardır. Mehterhane ve Sıbyan Mektebi: Külliye birimleri arasında imaret blokları arasında bir de Mehterhane ve Sıbyan mektebi (İlkokul) olduğu bazı kaynaklar tarafından belirtilmektedir. Darüşşifada tedavi amaçlı yapılan musiki fasılları için gelen hanende ve sazendelerin mehterhaneden geldikleri de öne sürülmektedir. Külliyede medresenin dışında bir de sıbyan mektebi olduğu bilinmektedir. Bu yapının günümüzde yıkılıp yok olmuştur. Muvakkithane: Bazı belgelerde külliye içinde günün saatlerini ve takvimi bildiren Muvakkithane adlı bir bölüm olduğu da öne sürülmektedir. Külliyenin tüm birimlerinde çalışanlar 1617 yılındaki kayıtlara göre 228 kişidir ve bu kişilere günde 1018 akçe ücret ödenirdi. Sultan II.Bayezid bu giderleri karşılamak için bir çok gelir kaynakları
vakfetmiş ve bunları düzenli defterlere yazdırmıştır.
Darüşşifa Sultan II. Bayezid Külliyesi’nin toplam 11 bölümünden en önemlisi şu an Sağlık Müzesine dönüştürülen Darüşşifa kısmıdır ve bu bölüm Osmanlı’nın en önemli sağlık kurumlarından biridir. Kuruluş yıllarında her türlü hastaya bakılan bu sağlık kurumu iken, daha sonraki yıllarda sadece akıl ve ruh hastalarının tedavi edildiği bir merkez durumuna gelmiştir. Tedavide dönemin tıp bilgilerinin yanı sıra müzik, su sesi ve güzel kokular da etkin şekilde kullanılmıştır. 10 kişiden oluşan hanende ve sazende grubunun haftada üç gün konser verdiği Şifahanede Türk Musikisi makamlarının iyileştirici etkisinden yararlanılmıştır. Poliklinikler ve diğer hizmet odalarının bulunduğu ilk avlu; hekimbaşı ve diğer hekim odalarının olduğu 2 avluyu geçtikten sonra, Şifahanenin yataklı tedavi bölümüyle (Şifahane) karşılaşılır. Burası 6 yazlık, 4 kışlık oda ile 1 müzik sahnesinden meydana gelmiştir. Bu bölümün ortasındaki şadırvandan akan suyun çıkardığı ses hastayı rahatlatmaya yöneliktir. Bu bölümün mükemmel akustiği vardır ve yatak kapasitesi 32’dir. Hastanenin kuruluş yıllarındaki kadrosunda 1 başhekim, 2 hekim, 2 cerrah, 2 göz hekimi ve 1 eczacı vardır. Burada tedavi parasızdır ve haftada iki gün şehirdeki hastalara da parasız ilaç dağıtılmaktadır.
MÜZELERİMİZ TOHUM
87
Yüzyıllarca hastalara şifa dağıtan Darüşşifa, 1850’lerden sonra önemini yitirmiş ve bakımsız bir kurum haline gelmiştir. 1876-77 Osmanlı Rus Savaşı’nda kapatılarak hastalar İstanbul’a taşınmıştır. Daha sonra tekrar açılsa da bu kez sadece akıl hastalarının kötü şartlarda tecrit edildiği yer olmuştur. 1900’lerden bu güne kadar kendi kaderine terk edilen binalar ise 1985 yılından beri Trakya Üniversitesinin sorumluluğundadır. Darüşşifa kısmı 1997 yılında Sağlık Müzesi olarak açılmış ve Tıp Medresesi Bölümü ise 2008 yılında yeni düzenlemeyle müzeye dahil olmuştur.
nın hastalıklarla olan ilgisi şu şekilde sınıflanmıştır.
Musiki Makamlarının Hastalıklarla Olan İlgisi
Rehavi Makamı: Baş ağrısına devadır.
Müziğin hastalıklarla olan ilgisi çok eski tarihlerden beri bilinmektedir. Milattan önceki yıllarda da mitolojik bir çok sağlık merkezinde müzik tedavide kullanıldığı bilinmektedir. Osmanlı döneminde Türk musiki makamlarının huzur verici etkisi de tedavide kullanılmıştır. Makamların hangi hastalıklara iyi geldiğinin sınıflaması dahi yapılmıştır. Osmanlı Şair Hekimlerinden Şuuri Hasan Efendi, (Ölümü 1639) “Ta’dil-Ül Emzice” adlı eserinde musiki makamları-
88
TOHUM MART-NİSAN 2012
Rast Makamı: Havale ve felç illetine devadır. Irak Makamı: Har mizaçlılara, sersam ve hafakana faydalıdır. İsfahan Makamı: Zihni açar, zekayı arttırır, anıları tazeler. Zirefgent Makamı: Sırt ve eklem ağrılarının ve kuluncun tedavisine faydalıdır.
Büzürk Makamı: Ateşli hastalıklara iyi gelir, zihni temizler, vesvese ve korkuyu uzaklaştırır, fikre yön verir. Neva Makamı: Kadın hastalıklarına iyi gelir. Zengule Makamı: Kalp hastalıklarının devasıdır. Hicaz Makamı: İdrar zorluğuna iyi gelir, cinsel yönden uyarıcı etkisi vardır.
Buselik Makamı: Kulunç ve bel ağrılarının ilacıdır. Uşşak Makamı: Kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının ilacıdır. Sultan II. Bayazid Darüşşifasında, Şifai, Sani’i, Nasuhi, Atai, Hekim Hasan bin Kasım, Ahi Çelebi, Destari, Sinan Efendi, Süleyman Efendi, Haydar Efendi, Ahmet bin Hüseyin (Kahvecizade), Fani (Attar), Mehmet bin Ahmet bin İbrahim, Lari Abdulhamid Çelebi, Cerrah Safari, Hekim Çelebi, Dr. İstefanaki (Stefanos) Karateodori gibi devrin ünlü hekimleri hizmet vermiştir.
Külliyenin Trakya Üniversitesine Devri ve Avrupa Müze Ödülü
bütün özelliklerini yansıtan kostüm ve aksesuarla donatılan bu bölüm büyük ilgi çekmektedir. Külliyenin Medrese-i Ettiba denilen Tıp Medresesi ise yine Trakya Üniversitesi tarafından 23 Nisan 2008 tarihinde müzenin yeni bir bölümü olarak ziyarete açılmıştır. Sağlık Müzesi Avrupa Konseyince verilen 2004 Yılı Avrupa Müze Ödülü’nü almıştır. Bu başarısından dolayı da dünyanın önemli müzelerinin kabul edildiği “Mükemmelik Kulübü” ne üyedir. Müzenin aldığı diğer ödüller ise şöyledir:
Külliyenin, cami hariç diğer bölümleri Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1984 yılında Trakya Üniversitesine devredilmiştir. Bir süre Trakya Üniversitesi Edirne Meslek Yüksekokulunun Restorasyon ve Duvar Süsleme Bölümleri burada eğitim öğretimini sürdürmüştür.
• Dünya Ödüllü Müzeler Buluşması ve 25 müze arasında en iyi 2. sunum, Mükemmellik Kulübü’ne kabul ediliş 2005, Dubrovnik-Hırvatistan.
Darüşşifa’nın, Trakya Üniversitesi bünyesinde Sağlık Müzesine dönüştürülmesi çalışmalarına ise 1993 yılında başlanmıştır. Trakya Üniversitesinin uzun süren çalışmalar sonucunda Kültür Bakanlığının 11.04.1997 tarihli onayı ile müze olması resmileşmiştir. Müzenin resmi açılışı ise 23.04 1997 tarihinde yapılmıştır. Ruh Hastalarını Readaptasyon Derneğinin katkılarıyla 30 Haziran 2000 tarihinde de Şifahane kısmı, Psikiyatri Tarihi Bölümü olarak düzenlenmiştir. Tasarım Sanat Yönetmenliğini Türkan Kafadar’ın yaptığı çalışmalarla burası tarihine uygun bir şekilde mankenlerle canlandırılmıştır. Dönemin
• Kültür Mirasındaki En İyiler ve Mükemmellik Kulübü En İyi Sunum Ödülü 2008, Köln / Almanya
• Güneydoğu Avrupa Gazeteciler Derneği tarafından verilen Yılın Başarı Ödülü, 2006 - Edirne
Kurulduğu 1997 yılında sadece 3200 kişinin gezdiği bu müzeyi, 2011 yılında 207.452 kişi ziyaret etmiştir. Bu sayı, bu sınıftaki müzeler arasında rekor niteliği taşımaktadır. Müzeyi sayfalarımıza taşımamızda katkı sağlayan Sağlık Müzesi Müdürü Sayın Enver Şengül’e teşekkürü bir borç biliriz.
MÜZELERİMİZ TOHUM
89
Yunus KELEŞ yunuskeles13@gmail.com
Dönüşümün İzi
Semih KAPLANOĞLU
BAL
Kuşaktan kuşağa tüm yaşanmışlıkları bütün renkleriyle, hatlarıyla ozanlar saklar ve bir biçimde kendinden sonrakilere bırakırlar. Bir çağı en iyi tanımamızı sağlayan etkenlerden biri de şüphesiz ki ozanlardır.
birçok Avrupa ülkesini gezer ve bu vesile ile sinemayla tanışır, birçok gözlem ve izlenimlerini aile bireylerine de aktarır. Henüz kimsenin kolay erişemeyeceği bir zamanda kamera alır. 1984 yılında 9 Eylül Üniversitesi sinema bölümüne girer. Kaplanoğlu orta öğretim ve üniversite yıllarında daha çok sol çevrelere yakın olur, 12 Eylül sürecinde bir kez gözaltına alınır ve tutuklanmaktan döner. Ailenin eğitime önem vermesi ve Semih’e koşul sağlamasının yanı sıra İzmir gibi bir şehirde olması, eğilimlerinin şekillenmesinde katkıda bulunur. Önemli edebi kitapları okumanın yanısıra sol yayınlardan da etkilenen Semih Kaplanoğlu, evde de babaannesi ve ailenin genel dindar karakterinden de etkilenir. Kaplanoğlu dışarda kendi başka şekilde donatırken, evde babaannesi ve ailesinin dindar yapısındanda birşeyler almaya çalışır.
Öyle de genç bir sanat olmasına rağmen sinemanın da tarihinde bıraktığı önemli ozanlar vardır. Türkiye’de belki insanlığın tarihinden beri anlatılmış olsa da aynı öykü anlatma kalıplarını ama farklı bir anlatım tekniğiyle sinema sanatının koşullarına bağlı anlatan yönetmenler yetişti. Bugün yeni Türkiye sineması olarak adlandırabileceğimiz bir kuşaktır. Yeşilçam yönetmenleri Metin Erksan, Yılmaz Güney, Lütfü Akad, Atıf Yılmaz, Ömer Kavur’lardan sonra yeni Türkiye sinemasının da ustaları var; Nuri Bilge, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu… saydığımız bu isimler özellikle piyasada farklı bir imaj çizip, klasik anlayışlardan sıyrılıp kendilerine özgü bir yol çizmiş kendi sinema dillerini kullanabilen yönetmenler. Yeni dalga gibi birçok önemli akımdan etkilenip Türkiye’de de yeni bir sinema yolu açmışlardır. Bu yeni Türkiye sineması içinde olup da biraz dışındaymış gibi duran, dikkat çeken başarılı ve önemli bir yönetmen, Semih Kaplanoğlu’nun bu yazıda genel olarak portresine bir bakalım: 1963 İzmir doğumlu yönetmen, dindar bir ailede büyür. Doktor babası, akademisyen olması münasebetiyle
90
TOHUM MART-NİSAN 2012
Semih Kaplanoğlu sinema okurken birçok ekolden etkilenir bunlardan en önemlisi ise şüphesizki Fransız Yeni Dalga akımıdır. Okumaları ve etkilendiği sinema akımları Kaplanoğlu ve onun gibi düşünenleri Yeşilçam’la fikirsel olarak çatıştırır. Onlar, klasik sinema anlayışını artık reddedip yeni bir dilin yaratılmasından yana tavır koyarlar. Kaplanoğlu üniversiteyi bitirdikten sonra, İstanbul’a gelir. Bu arada reklam şirketlerinden birinde reklam metin yazarı olarak işe başlar. Bekarlık yıllarında Edip Cansever gibi usta bir şairle ev arkadaşlığı yapar ve şüphesiz ki ona çok şeyler katar. Kaplanoğlu reklam ve dizi maceralarından son-
ra uzun zamandır kafa yorduğu bir senaryosunu çekmeye karar verir. Aynı kuşaktan olduğu birçok yönetmen film çekmeye başlamıştır bile; Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge… Yıl 1999 Kaplanoğlu senaryosunu bitirdiği Herkes Kendi Evinde filminin çekim hazırlıklarına başlar. Herkes Kendi Evinde filmi Kaplanoğlu ailesinin bir akrabalarının uzun zaman Sovyet Rusya’da yaşadıktan sonra vatanına döndükten sonraki hikayesidir. Kaplanoğlu ilk filmi olmasına rağmen gayet beğenilen bir iş çıkarır. Bundan sonraki filmi Meleğin Düşüşü olur.
Dönüşüm Kaplanoğlu Herkes Kendi Evinde ve Meleğin Düşüşü filmlerinden sonra çekmeye başladığı üçlemeyle (Bal, Süt, Yumurta), yeni bir dönemece girdiğinin sinyallerini verir. Kaplanoğlu toplumcu gerçekçi üslubundan ziyade daha bireysel hikayelerle bu kez izleyicinin karşısına çıkar. Yumurta filmiyle üçlemeye başlayan Kaplanoğlu, Yusuf’un olgunluğundan itibaren hikayesine başlar. Böylelikle Kaplanoğlu düşünsel olarak, zaten yakın olduğu ama daha da ön plana çıkardığı dindar ve mistik kimliğini üçlemeyle göz önüne koyar. Üçlemede Yusuf, karakterinin iç dünyasından, annesi ve ayrıldığı köyüyle olan derin ilişkisini Yumurta, Süt, Bal ile bağlantıları kurarak verir. Kaplanoğlu hikayeyi imgeler üzerinden kurarak, imgeler yoluyla göndermeler yapar. Mistik ve tasavvufi havaların yoğun olduğu hikaye, Yusuf’un mekan-
larla ve ailesiyle olan ilişkilerini çok güçlü bir sinematografiyle izleyenlere sunar. Yusuf’un olgun (Yumurta) yaşlarından gençliğine (Süt) oradan da çocukluğuna (Bal) bağlar. Yukarıda bahsettiğimiz yeni Türkiye sinemasının önemli bir yönetmeninin olmasının yanı sıra birazda dışında duran Kaplanoğlu, üçlemeden sonra farklı olduğunu sinema dili ile ortaya koymuş olur. Burada bir ayrıntı daha belirtmek gerekir ki o da Kaplanoğlu gibi yeni Türkiye sinemasının her yönetmeninin kendine göre farklı dilleri vardır ama Kaplanoğlu biraz dışında ile kastettiğimiz, kendi sinema diline yansıyan dindarlık, mistisizm ve tasavvuftur. Kaplanoğlu çocukluğundan beri ilgili olduğu edebiyat, sinema, sanat ve siyasette yıllarca okuyarak, tercübe ederek damıttığı bilgilerle kendine çizdiği yola Doğu’nun estetik değerlerini İslami figürleri, mistik ekolleri katarak iyi bir kimlik haline dönüştürmüştür. Bir yandan Batı’nın plastik sanatlarını, heykelini, resmini özümserken beri yandan İslam’ın tasavvuf felsefesini ve içinde yaşadığı toplumun değerleriyle harmanlamayı çok başarılı bir şekilde yapabilmiştir. Sanat olarak bu çizgi çok önemlidir, hem dindar kimliğini hem de aydın çağdaş kimliğini birbirine karşı çatıştırmadan eser vermek takdire değerdir. Kaplanoğlu, şiirle modern sanatla iç içe olmayı başarmış, zamanında sol bir çizgideymiş gibi durmuş ama hiçbir zaman geleneksel ve dindar kimliğini de bırakmamıştır. Öğrencilik yıllarında, Küba’ya da gitmiş ve orada ki gözlemlerini mutlulukla anlatmıştır... (Yusuf’un rüyası kitabında).
SİNEMA TOHUM
91
HİTABE
Necip Fazıl KISAKÜREK
Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…
lik…
“Zaman bendedir ve mekan bana emanettir!” şuurunda bir gençlik…
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının,evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik…
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre…
Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında “Hakimiyet Hakkındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik…
Birincisi iki buçuk asır… Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet… İkincisi üç asır… Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet… Üçüncüsü bir asır… Allahın, Kur’an’ında “belhümadal - hayvandan aşağı” dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret… Ya dördüncüsü ?… Son yarım asır!.. İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında ebedi helake mahkumiyet… İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören… Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik… Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale getirecek bir çığlık kopararak “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir genç-
92
TOHUM MART-NİSAN 2012
Emekçiye “Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın.! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!” diyecek… Kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve Resul emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını edecek…Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik… Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan Batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta Batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin, İslam’da olduğunu
gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine ve bütüıı insanlığa model teşkil edecek bir gençlik…
diyecek ve gerçek müslümanlığın “nasıl” ını ve “ne idüğü” nü her haliyle gösterecek bir gençlik…
“Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik…
Tek cümleyle, Allah’ın, kainatı yüzü suyu, hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlarıyla manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak ve O’ndan başka hiçbir tutamak,dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine layık bir muameleye tabi tutacak bir gençlik…
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette usule, stratejiye uygun bir gençlik… Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin ve gerçek kahramanlık madeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik… Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kağıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, fuhuş albümü gazetesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik… Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara “siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!”
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allah’ın selamı üzerine oIsun… Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahpe rüzgar, artık ne yandan esersen es!.
Necip Fazıl KISAKÜREK
XXXXXXXX TOHUM
93
KİTAP Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti O, Allah’ın, insanlara, dünya ve ahiret hayatlarını ‘esenlik yurdu’ (Yunus, 10:25) kılacak yolu göstermek için gönderdiği elçilerinin sonuncusu Hz. Muhammed (s)’den başkası değildi. Söz konusu olay ise, O’nun, Allah’ın elçisi olarak seçildiğini bildiren ve böylelikle insanlara mutlak hakikâtleri bildirme sürecini başlatan vahiyle ilk defa muhatap oluşuydu. Bu olayı, yani ilk vahyin gelişini takiben, kıyamete kadar ki zaman içerisinde yaşayacak bütün insanlar için gerçek mutluluğun, adaletin, huzurun, güvenin, iyiliğin, güzelliğin yolunu gösterecek ilâhî bilgiler yirmi yılı aşkın süreyle vahyolundu. Vahyolunan her ayetle bireysel ve toplumsal hayatın olması gereken en mükemmel şekli, en güzel muhtevası bildirildi, açıklandı, gösterildi. Vahyolunan ayetler ve o ayetlerin oluşturduğu Kur’an önce elçisini eğitip yetiştirdi. O’nun ilâhî talimatlarıyla mükemmelleşen ve tüm insanlık için en güzel model haline gelen uygulamaları ve yaşantısı ise ilâhî bilginin pratiğe aktarılışı olarak anlam kazandı. Böylelikle, insanlığa sunulan dosdoğru ve en güzel hayat tarzı, teorik esaslar halinde insanlara bildirilen bir bilgi yığını olmaktan çıktı; ilâhî bilgi O’nun şahsında en mükemmel modelini buldu; insanlık O’nun şahsında bir insanın ulaşabileceği en mükemmel aşamaya erişti.
Binyılın Sonu: 28 Şubat / Abdurrahman BABACAN ‘Binyılın Sonu: 28 Şubat’ kitabı, yakın dönemde yaşanmış; fakat yansıma alanı ve sonuçlarıyla uzun vadede Türkiye’de ciddi dönüşümlerin taşıyıcısı olacağına dair göstergelerini almaya başladığımız ‘28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi’nin hikâyesini anlatıyor. Çalışmaya başladığımız andan itibaren adım adım sürecin izlerini takip ederken, karşımızda dokunulmamış ciddi bir birikim olduğunu gördük. Şu ana dek sürece dair anlatılanlar ve konuşulanlar büyük oranda dağınık ve birbirinden kopuk olduğundan süreci bütüncül bir okuma ve anlama çabalarını zorlaştırmaktaydı. Bu eksikliği gidermek için her biri büyük özveri gösteren ve ciddi teşekkürü hak eden 16 kişilik dinamik bir ekiple yola çıkıldı. Bu ekip içerisinde alt ekipler oluşturularak; her alt ekibin, röportajından sorumlu olduğu isimlere dönük yapılacak özel hazırlık sürecine girildi. Her söyleşi anketvâri, belirli ve aynı sorular üzerinden değil; her bir kişi için özel hazırlanmak suretiyle gerçekleştirildi. Aylar süren yoğun bir sürecin neticesi olarak 3 ciltlik, orijinal ve emek mahsulü bir eser ortaya çıktı. Üç cilt olarak hazırlanan kitabın ilk cildi ‘Ne Oldu?’ bölümünden oluşuyor. Bölüm, onbeş yıllık sürecin geniş ve özenli hazırlanmış kronolojik anlatımı ve sürecin birincil aktörlüklerinin portrelerinin yer aldığı ‘kronoloji’ ile başlıyor. İkinci cilt ‘Nasıl Gelişti?’ bölümünden oluşuyor. 28 Şubat’ın direkt olarak üzerinde etkileri olduğu ve mağduriyet noktaları yarattığı hususlar üzerinden, sürecin yansımaları değerlendiriliyor. Bu bölümde de, birinci ciltte olduğu gibi, seçilen isimlerle birebir, derinlikli ve uzun söyleşiler gerçekleştirildi. Kitabın üçüncü ve son cildi ise ‘Ne Değişti?’ bölümünden oluşuyor. Bu bölüm ise, farklı boyutlarıyla süreç içerisinde 28 Şubat’tan bugüne Türkiye’de nelerin değiştiği; alanında önemli isimlerden makaleler alınmak suretiyle analiz ediliyor.
94
TOHUM MART-NİSAN 2012
İslam Tarihinden Portreler Edebiyatçı-yazar Ali Değirmenci’nin büyük ilgi gören İslam Tarihinden Portreler adlı çalışmasının genişletişmiş yeni baskısı Ekin Yayınları tarafından basıldı. Kitapta sırasıyla; Hz. Hatice, Erkan bin Ebu’l Erkam, Ammar bin Yâsir, Bilal-i Habeşi, Cafer bin Ebû Talib, Ka’b bin Malik, Hz. Fatıma, Abdullah bin Zübeyr, Kays bin Sa’d, Süleyman bin Surad, Tarık bin Ziyad, Ebû Müslim Horasanî, Battal Gazi, Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubî İslam tarihinin farklı dönemlerinde yer alan 15 portre tanıtılıyor. Ali Değirmenci’nin bu kitabı özellikle gençlerin örnek alabileceği öncü şahsiyetleri sunması açısından önemli bir boşluğun dolmasına da katkı sağlamayı amaçlıyor. “Önemli ve örnek kişilikler üzerinden yapılacak okuma ve tartışmalar, her şeyden önce “insan tükenmez” gerçeğine sağlam bir ilmek daha atacaktır. Bu çabanın, günümüz gerçekliği içinde umudumuzu diri tutmanın, özgüvenimizi ve düş kırıklıklarımızı onarmanın yollarını çoğaltmada da bize direnç aşılayacağı kesindir.”
Canfeda / Hz. Fatıma Ondan Öğrenecek Çok Şeyimiz Var : Sibel Eraslan günümüz Fatımaları için yazdım” dediği Canfeda adlı romanıyla Hz. Peygamber’in (sav) 28 yıllık kesintisiz ve en yakın tanığının hayatından izdüşümler yansıtıyor. Son Peygamber Hz. Muhammed’in (sav) sevgili kızı Hz. Fatıma kısa hayatına sığan dopdolu yaşam öyküsüyle bugünün kadınına emsalsiz bir ışık tutuyor, her çağda karşılık bulabilecek hakikatleri günümüze taşıyor. Çöl/Deniz - Hz. Hatice, Siret-i Meryem - Hz. Meryem ve Nil’in Melikesi – Hz. Asiye kitaplarında, insanlık tarihinin örnek kadınlarının hayatlarını kaleme alan Sibel Eraslan, bu defa Hz. Muhammed’in (sav) sevgili kızı Hz. Fatıma’yı konuk ediyor satırlarına. Canfeda/Hz. Fatıma sadece biyografik bir Hazreti Fatıma portresi değil, üç katmanlı bir hikayesi var… Hz. Fatıma aşkına yazılmış “Divan-ı Zehra” adlı eserin kime ait olduğuna dair bir soru işaretiyle açılan romanda önce Zebun bin Mestan ile tanışırız. Zebun bin Mestan asırlara damgasını vuran, bugün dahi beyitlerini ezbere bildiğimiz bir şairin rumuzudur. Zebun bin Mestan’ın Hz. Fatıma üzerine anlattığı 40 kıssada bu kez Belhli tüccar Cüneyd Bey, Kuşadası’ndan gelen genç Haşim, Necefli Hacı Hüsrev Ağa, Botanlı Ramazan Usta, Tıkritli bilge ebe Destigül Nine ve torunu Abbas katılır romana. Dünyanın dört bir tarafından yollara düşen bu kişileri buluşturan tek şey Ehl-i Beyt aşkıdır. Kerbela, Medine ve Mekke güzergâhında uğradıkları her durak, geçtikleri her menzilde zamanın koridorları açılır ve Hz. Fatıma’nın hayatından kesitlerle karşılaşırlar. Yaşadıkları her olayla Hz. Fatıma’ya daha çok yaklaşır, onun tüm insanlığı kuşatan şefkatini daha çok hissederler. Canfeda’yı okurken Hazreti Fatıma’nın inandığından hiçbir koşulda vazgeçmeyen yılmaz cesaretine, temizliğine, merhametine, daima kendini feda eden, yoklukta bile veren, veren, yine veren cömertliğine duyduğunuz hayranlık artacak; Hz. Muhammed’isav bugüne bağlayan damarı daha yakından tanıyacaksınız.
KİTAP TOHUM
95
BULMACA
SOLDAN SAĞA 1. Asma işi... Bir şeyin birdenbire hatırlandığını veya kavrandığını anlatan bir söz... Zekâ (eski)... 2. Yarışma... Sasımak işi, tefessüh... 3. Kanatlılar alt sınıfına giren, ağız yapıları sokup emmeye elverişli, memelilerde yaşayan ve kanla beslenen bir böcek takımı... Salpa... 4. Baba... Kalafatlamak işi... 5. İnsan vücudunda omuz başından parmak uçlarına kadar uzanan bölüm... Ekleme, ulama... Çeşit, cins, tür... 6. O yere sık sık gitmek... Nemçe... 7. Süsleme... Mizaç, huy, tabiat, karakter (eski)... Getirim... 8. Utanma, utanç duyma... Fermene yapan veya satan kimse... Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan, tutmaya ve iş yapmaya yarayan bölümü... 9. Birtakımı, bazısı, kimisi... Teklik ikinci kişiyi gösteren söz... Gökle ilgili, göğe ilişkin (eski)... 10. Öndelik... Alımlı... 11. Güney Kafkasyalı bir halk veya bu halktan olan kimse... Kuşatma (eski)... Sesin bir yere çarpıp geri dönmesi, yankılanması; yankı... 12. Düzenleyici... Demir yolu ile yolculuk edenlerin gereksinimlerinin geniş ölçüde karşılandığı büyük tren istasyonu... 13. İletme işi... Işıklı, nurlu... 14. Yaramak işi... Anatomi ile ilgili... 15. Bir yerleşim yeri veya bir yapı için gerekli olan yol, kanalizasyon, su, elektrik vb. tesisatın tümü... Ateş (eski)... Kirli sularda, bu sularla sulanmış sebzelerde bulunan, ortalama üç hafta süren, ateşli ve tehlikeli bir bağırsak hastalığı, karahumma... YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Genellikle tahıl saklanan yer... Üniversitelere girebilmek için lise öğreniminden sonra verilen olgunluk sınavı... 2. Aynı tonda yazılmış şarkı biçimindeki dans müziği... “Uygundur, iyidir”
anlamında kullanılan bir söz... Alüminyum elementinin simgesi... 3. Istakozlardan, suda yaşayan, birinci ayak çifti güçlü iki kıskaç durumunda gelişmiş bulunan, beyaz eti için avlanan, iri bir böcek... Tunceli iline bağlı ilçelerden biri... 4. Bir kimsenin, bir tüzel kişinin mülkiyeti altında bulunan, taşınır veya taşınmaz varlıkların bütünü... Etilen gibi yapısına başka bir öge veya kök sokulabilen, karbonlu hidrojenlerin genel adı... Herhangi bir törende veya gösteride yer alan topluluk... 5. Beklemek işi... Herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir ekran veya perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işi... 6. Atların yetiştirildiği ve bakımlarının yapıldığı, hayvanların rahatça hareket etmelerini sağlayan alanların bulunduğu tesis... Gerekli olan duruma karşıt, zıt... Sözü birine veya birilerine yöneltme, seslenme... 7. Kar, süt vb.nin rengi, beyaz... Küçük limon... Mecazla ilgili, mecaz niteliğinde olan... 8. Asaleten atamak işi... 9. Hafakan... Kişi (eski)... Nobelyum elementinin simgesi... 10. Slav... Yaşatmak ve geliştirmek için gereken besinleri yedirip içirme işi... Kişilere verilen ilk ad, küçük ad... 11. Bağlı olarak, tutturulmuş biçimde (eski)... Acımasız, merhametsiz, zorba (eski)... 12. Esasla ilgili, asıl ve temel olanla ilgili, esasi... Katı cisim sıvı içine karışarak sıvı durumuna geçmek... Motorlu taşıtlarda direksiyon ile tekerlek arasındaki bağlantıyı sağlayan demir çubuk... 13. Yıkanmak işi... Tozlaşma... 14. İlaç, merhem (halk ağzı)... Her beyti ayrı uyaklı bir divan edebiyatı nazım biçimi... Yöneltme, çevirme (eski)... 15. Körpe, taze... Ağır bir yükün kaldırılmasını veya alt tarafında yapılacak bir çalışmada otomobil vb. taşıtların yerden yükseltilmesini sağlayan alet, kaldırıcı...
(Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanmıştır. http://tdk.org.tr bulmaca@tdk.org.tr)
96
TOHUM MART-NİSAN 2012