8 minute read

2. Çağatay Türkçesi

416 Ahmet B. ERCİLASUN

luğu nisbetinde konuşabildikleri gibi, bazısı kesinlikle doğru ve güzel olarak da konuşur. Hatta Fars dili ile parlak şiirler, tatlı sözler ortaya çıkaran Türk şairleri olduğu halde, Sart halkının en aşağısından en ileri gelenine, ümmî-sinden bilginine kadar hiçbiri Türk dili ile konuşamaz, söylenilenin mânasını da anlamaz. Eğer yüzde, belki binde biri bu dili öğrenip bir-iki cümle söylese ve her hangi bir kimse işitse, onun Türk olmadığını anlamakla kalmaz, Sart olduğunu da çıkarır. Böylece o konuşan kişi kendi ağzıyla kendi rüsvalığını bizzat tasdik etmiş olur." (Özönder 1996: 203-204). Aslında Nevayî'ye göre Farslar mazurdurlar; çünkü onların dilinde, Türkçede bulunan pek çok çalar (nüans) yoktur. Nevayı Türkçeden 100 fiil sıralar ve bunları anlatabilmek için Farsların birkaç kelimeyi bir araya getirmek mecburiyetinde olduğunu ifade eder. Sonra da bu kelimelerin ince anlamlarını beyitlerden örneklerle açıklar. Meselâ tamşımak, "büyük bir zevkle, çabucak içilmeyip lezzet bula bula, az az içmek" demektir. Bohsamak, "boğula boğula ağlamak", yıglamsınmak "ağlar gibi yapmak", iŋremek, siŋremek "dert ile, gizli gizli, yavaş yavaş ağlamak", sıktamak "mübalağalı ağlamak", ökürmek "yüksek sesle, itidalsiz, ortalığı velveleye vererek ağlamak", inçkirmek "alçak sesle ağlamak" demektir. İşte bütün bu inceliklerden Farslar mahrumdur. (Özönder 1996: 204-206). Tecnis ve iham sanatları için Türkçe kelimeler Farsçadan çok daha ileridir, İşte bir dörtlük: Çün perî vü hûrdur atın bigim Sür 'at içre dîv irür atın bigim Her hadengi kim ulus andın kaçar Nâ-tüvân cânım sarı atın bigim (Özönder 1996: 174) Mademki peri ve huridir adın beğim, (Mademki) sür'atte devdir atın beğim, Her oku -ki halk ondan kaçarBenim bitkin canıma atın, begim! Burada birinci at, "isim", ikinci at, "binek hayvanı", üçüncü at "at!" demektir. Farslar "yeme"ye de "içme"ye de horden derler; Türklerde ikisi ayrıdır. Farsçada birâder ve hâher sözlerinde büyük, küçük ayrılmaz; Türkçede ise büyük biradere aga, küçüğe ini, ablaya igeçi, küçük kızkardeşe siŋil derler. Av hayvanlarının cinsleri, kuşlar, at türleri, yaşlarına göre evcil hayvanlara verilen farklı isimler, yemek türleri vb. hususlarda birçok örnek ve-

TÜRK DİLİ TARİHİ 417

ren Nevayı, bunlardan hiçbirinin Farsçada bulunmadığını söyler (Özönder 1996:210-211). Bütün bu örneklerden sonra Nevayı, zamanının gençlerinden ve şairlerinden şikâyet ediyor; onları tenkit ediyor: "Bu söz ve ibarelerde bu tür incelikler çoktur. Bugüne kadar bunun ger. çekliği üzerinde etraflıca düşünülmemiş olduğundan bu konu gizli kalmış, Türk'ün hünersiz, züppe gençleri kolaylığa kaçarak Farsça sözler ile şiir söylemeye meşgul olmuşlardır. Esasen kişi etraflı ve iyice düşünse, bu sözlerde bu kadar genişlik ve (söz söyleme) alanında bu kadar açıklıklar bulunduğuna göre, bu dilde her güzel ve düzgün söz söyleme, şairlik ve yazarlığın kolay olacağını anlar. Gerçekten pek kolaydır. Hem Türk dilinin olgunluk ve yüksekliği bunca delillerle ispat edildi. Bu halk arasından ortaya çıkan yaratıcı kişilerin (şairlerin), sanatçıların güçlerini, yaratıcılıklarını kendi dilleri dururken başka dil ile göstermemeleri, böyle bir işe yönelmemeleri gerekirdi. Şayet her iki dil ile söyleme kabiliyetleri varsa, kendi dilleri ile daha çok söyleyip başka dil ile daha az söyleselerdi. Eğer mübalağa etseler, her iki dil ile denk söyleselerdi. 'Türk halkının güzel yazanlarının hepsi Sart dili ile nazmetsinler, hiç Türk dili söylemesinler!' Bu ihtimali akla getirmek bile mümkün değil. Hiç şüphesiz çoğu söyleyemiyorlar! Söyleseler bile, Sart'ın Türk dili ile nazmetmesi gibi! Fasih Türkler huzurunda okuyamayacaklar ve kabul ettiremeyecekler. Okusalar, her sözlerine kusur bulunacak, her terkiplerine yüz itiraz varid olacak." (Özönder 1996: 213). Nevayî, Türkçe neredeyse terk edilmeye doğru giderken kendisinin durumu nasıl farkettiğini ve Türkçeyi âdeta yok olmaktan kurtardığını da şöyle anlatıyor: "Türkçe kelimelerin Farsçaya bunca üstünlüğü ve esasta bunca inceliği ve genişliği nazım yolunda herkesçe bilinmiyordu ve sır saklama evine inmişti. Kesinlikle terkedilmeye doğru yaklaşıyordu. Ben perişanın ilk çocukluk dönemlerinde, ağız hokkasından teker teker inci ortaya çıkmaya başlar, fakat o inciler henüz nazım ipliğine girmezdi. Gönül deryasından nazım ipliğine çekilen cevherlerin yaradılış dalgıcının gayretiyle ağız sahiline gelmeye başlaması göründüğünde söylenilen kaide ile eda buldu, eğilim Farsçaya doğru oldu. Ama ne zaman şuur yaşına ayak basıldı, ne zaman Tanrı taalâ yaradılışa gariplik tarafına yönelmeyi mahsus kıldı, dikkat ve müşkilpesendliğe başlamayı huy haline getirdi, (o zaman) Türkçenin kelimelerini de dikkatle gözden geçirmeyi gerekli kıldı. Öyle bir âlem göz önüne geldi ki, on sekiz bin âlemden fazla! Orada süs göğü tabiate malûm oldu; dokuz felekten fazla! Orada sonsuzluk ve yükseklik hazinesi

418 Ahmet B. ERCİLASUN

tesadüf etti; incileri yıldız incilerinden daha parlak! Gül bahçesi karşısına çıktı; gülleri gök yıldızından daha nurlu! Kutlu yerinin çevresi yabancı ayağının basmasından korunmuş, şaşkınlık veren cinsleri başkalarının elinin değmesi tehlikesinden uzak! Ama mahzeninin yılanı hunhar ve gülşeninin dikeni hadsizhesapsız... Hayale şu geldi: Sanki bu yılanların zehrinin keskinliğinden yaratıcıların akıllıları bu mahzenden nasiplerini bulamadan geçmişlerdir. Ve gönle şöyle dolandı: Güya bu dikenlerin temasının zararından nâzımlar gül el ile alamadan yollarına devam etmişlerdir. Çünkü bu yolda himmet son derece yüksek idi ve tabiat korkusuz ve kaygısız geçmeyi yapamadı ve temaşasına doymadı. O âlem sonsuzluğunda tabiat atlısı koşular düzenledi, o göğün havasında hayal kuşu yükseklere uçuşlar gösterdi. O hazine cevherlerinden gönül sarrafı bahâ biçilmeyen kıymette lâller ve değerli inciler aldı. O gülşenin çiçeklerinden gönül gülçini kokulu gül ve yaseminleri göğsüne taktı. Ne zaman bu ihsanlar ile zenginlikler ve bu zenginlikler ile kanaatkârlıklar müyesser oldu, bunun neticelerinin gülleri zaman ehline sayısız derecede açılmaya başladı, başlarına ister istemez saçılmaya girişti. Bu cümleden, küçük yaşta takririmden geçiş, tahririmden resmediş bulmuş olan Garâibü's-Sıgar divaniyle mâna gariplerini garip sözler elbisesine giydirmiş, halk gönlünü o garibistandakilerin ateşi ile yandırmışımdır. Yine gençlik döneminde beyanım kaleminden gösteriş meclisine ve süsleyiş bostanına girmiş olan Nevâdirü'ş-Şebâb divaniyle bu nâdirlerin temaşasından gençlerin dünyasında kargaşa çıkarmış, ülke gençlerinin gönlünden rahatlarını almışımdır. Orta yaşlılıkta hayalim kaleminin, onun süsüne nakkaşlık ve zinetine büyücülük etmiş olduğu Badâyiü'l-Vasat divanındaki eşi benzeri olmayan şeyler vasıtasıyla çılgın gönüllerin kapısını aşk taşı ile hakketmiş, o eve fitne ve âfet odunu yakmışımdır. Hayatın son demlerinde, tahayyülüm kaleminin, onu Çin mâdeninin kıskanılanı yapmak ve yüce cennet için bir gayret olarak ortaya koyduğu Favayidü'l-Kiber divanında, büyüklere faydaların su gibi hayat veren tadını ulaştırmış, gelip geçici isteklerinin alevine nasihatler kaynağından su vurmuşumdur." (Özönder 1996: 214-215). Sonra Nevay hiç kimse "benim tabiatim Türk sözlerine uyumlu düştüğü için" mübalağa ettiğimi ve "Farsça sözlerle ilgim daha az olduğundan" onu red ve inkâr ettiğimi zannetmesin, diyerek Farsçadaki maharet ve bilgisini, edebiyattaki üstünlüğünü ortaya koyuyor. Şöyle diyor: "Otuz yıldan fazla, yaklaşık kırk yıldır, fazilet ve olgunluk sahiplerini i-çine alan, âlem ülkelerinin muazzam beldesi ve büyük şehri Horasan ülkesi-

TÜRK DİLİ TARİHİ 419

nin bütün nazım ehli, güzel söyleyişli şairleri, saygıya değer fasihleri, her ne maksatla olursa olsun, kâğıt üzerinde süsleyiş ve Farsça-Türkçe hangi dille olursa olsun, cüzler üzerine gösteriş yapsalar, bu Fakir'in sohbetine ulaştırmışlar ve bu Zaif in huzurunda söylemişler, silip düzeltmem ricasında bulunmuşlardır. Hatıra gelen nazik hususlar söylenilmiş, (onlar da) insaf dolayısıyla (hakkımı) teslim etmişlerdir. Ve eğer bazıları razı olmamışsa, delilleriyle onlara hatırlatılmış, ondan sonra kabul edip kendilerini acemi saymışlar ve memnun olmuşlardır." (Özönder 1996: 221). Nevayî'ye göre hükümranlık Arap halifelerinde iken Arapça, "bazı ülkelerde Sart sultanları müstakil olunca" Farsça revaçta oldu. "Hükümranlık Arap ve Fars sultanlarından Türk hanlarına intikal edince, Hülegü Han zamanından Sultan-ı Sahib-kıran Timur Kürgen devranına kadar, Türk dili ile tanıtılacak, kayda değer eser ortaya koyabilmiş böyle şairler ortaya çıkmadı. Sultanlardan da biri karşısında söylenebilecek böyle bir şey ulaşmış değildir. Ama Sultan-ı Sahib-kıran Timur Kürgen zamanından onun halefi, oğlu Sultan Şahruh zamanının sonuna kadar Türk dilli şairler ortaya çıktı. O Hazret'in çocukları ve torunlarından da sanat ve edebiyat-şinas sultanlar göründü. Şairlerden Sekkâkî, Haydar Harezmî, Atâyî, Mukîmî, Yakînî, Emîrî, Gedâyî gibiler. Lâkin belirtilen Farsça yazan şairler değerinde kimse ortaya çıkmadı, yalnızca şiirden anlayanlar huzurunda okunabilecek birkaç matla-ıyla Mevlânâ Lutfî'den başka." (Özönder 1996: 223224).

Sultan Hüseyin Baykara devrinde ise durumun değiştiğini ve onun sayesinde kendi eserlerini ortaya koyduğunu ifade ettikten sonra şu sözlerle Nevayı eserini bitiriyor: "El-Mütekellim (konuşan) ismine mazhar olmama sığınarak Türkçenin ve Farsçanın söz varlığının keyfiyet ve mahiyetini açıklamak için bu risaleyi derleyip yazdım ve ona Muhakemetü'l-Lugateyn İki Dilin Muhakemesi adını koydum. Türk dünyasının dilinin açığa çıkardığım fesahat ve inceliği, belâgat ve genişliği o denli ki, o ulu hükümdar, bu dil ve ibarelerle nazım yaygısını sermişler, Hz. İsa nefesinden ve Hızır'ın soğuk suyundan ölü diriltme yolunu göstermişlerdir. Böylece Türk halkının fasihlerine kendi söz ve ibarelerinin mahiyetinden, kendi dil ve kelimelerinin keyfiyetinden haberdar edip Farsça konuşurların (Türkçe) ibare ve sözler hususunda yerici serzenişlerinden kurtararak onlara büyük bir hak sağlamış olduğumu umuyorum. Onlar da, çektiğim zahmet ve meşakkatin karşılığı olarak, ortaya koyduğum bu gizli ilimden vukuf bulurlarsa, ümidim o ki, ben Fakiri hayır dualarıyle yâd edecekler, ruhumu şâd edeceklerdir." (Özönder 1996: 227).

420 Ahmet B. ERCİLASUN

Ali Şir Nevayî, vefatından bir yıl bir ay önce, 4 Aralık 1499'da Muhakemeni'1-Lugateyn'i bitirdi. O günden bugüne hayır dualarla çok anıldığı ve ruhunun şad olduğu; asırlarca süren şöhretinden, eserlerinin, Türk dünyasının her tarafında sürekli istinsah edilmesinden; şiirlerine devamlı nazireler yazılmasından ve 19. yüzyıldan beri eserlerinin bütün dünyada incelenip yayımlanmasından bellidir.

Nevayı külliyatı, "Mükemmel Eserler Toplamı" adıyla 1987 ile 2000 arasında Taşkent'te 16 cilt hâlinde neşredildi. Türkiye'de de eserleri yayımlanıp durmaktadır. Bunları aşağıda gösteri-

yorum:

Kemal Eraslan, "Nevayî'nin Hâlât-ı Seyyid Hasan Big Risâlesi", TM, XVI, İstanbul 1971. Gönül Alpay, Ali Şir Nevaî, Ferhad u Şîrîn, İnceleme-Metin, Ankara

1975.

Kemal Eraslan, Ali Şir Navayî, Nesâimü'l-Mahabbe min Şemâyimi'lFütüvve, İstanbul 1979. Kemal Eraslan, "Ali Şir Nevâyî'nin Hâlât-ı Pehlevan Muhammed Risâlesi", TM, XIX, İstanbul 1980. Kemal Eraslan, Ali Şir Nevâyî - Mîzânü'l-Evzân (Vezinler Terazisi), TDK, Ankara 1993. Mustafa Canpolat, Lisânü't-Tayr, TDK, Ankara 1993. F. Sema Barutçu Özönder, Ali Şir Nevayî-Muhâkemetü'l-Lugateyn (İki Dilin Muhakemesi), TDK, Ankara 1996. Önal Kaya, Ali Şir Nevâyî-Fevâyidü'l-Kiber, TDK, Ankara 1996. Kemal Eraslan, Ali Şir Nevâyî-Mecâlisü'n-Nefâis I (Giriş ve Metin); II (Çeviri ve Notlar), TDK, Ankara 2001. Kaya Türkay, Bedâyiü'l-Vasat-Üçünçi Divan, TDK, Ankara 2002. Nevayî'nin diğer eserleri üzerinde de henüz basılmamış doktora tezleri (Günay Alpay, Metin Karaörs, Deniz Abik) bulunmaktadır. Türkiye'de Nevayî üzerindeki en önemli çalışmalardan biri de Agâh Sırrı Levend'e aittir. Türk Dil Kurumu yayınları arasında çıkan "Ali Şir Nevai" adlı dört ciltlik eser, Nevayî'nin hayatı ve eserleri hakkında ayrıntılı malûmat vermekte ve eserlerinden birçok örnekler sunmaktadır. Levend'in "Türkiye Kitaplıklarındaki Nevaî Yazmaları" adlı makalesi de (TDAY Belleten, 1958) önemlidir.

This article is from: