14 minute read

Tek Taraflı Bir Diyalog: Leibniz’in Locke Eleştirisi

TEK TARAFLI BİR DİYALOG: LEİBNİZ’İN LOCKE ELEŞTİRİSİ

Adem Beyaz*

Advertisement

vrupa’da, Aydınlanma döneminin başlarında, felsefe dâhilinde sıfırdan olmasa da tekrardan inşa edilecek alanlar arasında epistemoloji geliyordu. Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi kıta akılcılarının karşısına Berkeley, Hume ve Locke gibi Britanya deneyimcileri dikiliyordu. Bu kamplaşmanın en ilginç, hararetli ve verimli tartışmalarından biri Leibniz ve Locke arasında geçecektir.

Gottfried Wilhelm von Leibniz (1646-1716), hukuk, matematik, mantık ve diğer birçok alanda günümüzde dahi kullanılmaya devam eden nice katkılar sunmanın yanında insan bilgisinin temellerini de eksiksiz kurmaya çalışıyordu. 1684 yılında yayınlanan Bilgi, Hakikat ve İdealar Üzerine Düşünceler1 başlıklı ilk felsefi incelemesinde şöyle der:

“‘Her şeyi Tanrıda mı görürüz?’ —yani dünyayı algılarken Tanrının idealarını onunla mı paylaşırız?— yoksa ‘kendi idealarımız var mı?’ tartışması süregidiyor. […] Benim burada söylemek istediğim şey şu: Her şeyi Tanrıda görmüş olsak bile kendi idealarımıza sahip olmamız yine de şart olacaktır —hem de Tanrının idealarının basit kopyaları mahiyetinde değil, Tanrıda algıladığımız şeye tekabül eden zihin durumları mahiyetinde. Zira, bir düşünceden diğerine geçtiğimizde zihnimizde bir değişim olur— zihnimizin durumunda bir başkalaşım. Sanmayın ki bu durum değişiminde önceki idealar tamamen yitip gider. Aslında hâlihazırda düşünmediğimiz şeylere dair idealar, bizim zihnimizde vardır, tıpkı Herkül figürünün bir mermer parçasında olduğu gibi.”

Leibniz, bu ideaların zihinde uyukladığı fikrine, bu doğuştan idealara (angebornen Ideen; idées innées), zihnin doğasını anlamak adına zorunlu gözüyle bakar. Ruhun yazılmamış bir levha (tabula rasa) olduğunu ve ruha yazılan her şeyin sadece duyulardan ve deneyimden geldiğini reddeder. Deneyim kuşkusuz zorunludur, çünkü zihnimizde ürettiğimiz şeyleri deneyim sayesinde üretiriz, fakat deneyim bize sadece tekil ve olumsal hakikatleri verir, evrensel ve zorunlu olanları değil. Bu ilkeler yaşamın her anında aynı açıklıkla algılanabilir; bunun yanında, doğuştan oldukları için muhakememiz bu ilkeleri benimsemiştir, ki rehber olarak sadece tecrübeyi benimseyen hayvanlara karşı bizi üstün kılan da bu özelliğimizdir.

Akılcı Leibniz’in sistemindeki bu temel ilkeleri sorgulayan ve reddeden filozofun yazıları, Leibniz’in dikkatinden kaçmak şöyle dursun, onu yıllarca meşgul edecektir. Bu filozof deneyimci kampın en önemli temsilcilerinden John Locke (1632-1704) idi. An Essay concerning Human Understanding (İnsanın Anlama Yetisi Hakkında Bir Deneme) başlıklı dört kitaptan müteşekkil ünlü eseri 1690 yılında Londra’da yayınlandı. Bu eser, 1687 yılında zaten tamamlanmıştı. 1690 yılında tamamı yayınlandıktan sonra kısa zaman içinde art arda gelen yeni baskılar (1694, 1697, 1699, 1705) kültür çevreleri üzerinde Locke’un bıraktığı etkinin ne kadar derin olduğunu gösterir.

Locke bu eserinde insan bilgisinin kökenini, kesinliğini ve kapsamını keşfetmeyi amaçlamıştı, ancak doğuştan ideaların ve ilkelerin varlığını reddetmişti, ayrıca zihnin esasında tabula rasa olduğunu iddia etmişti. İlk kitapta, doğuştan gelen hiçbir ideanın ve dolayısıyla doğuştan gelen hiçbir ilkenin ve hakikatin olmadığı görüşünü izah eder. İkinci kitap, anlama yetisinin ideaları nereden aldığını gösterme niyetindedir. Doğuştan herhangi bir kavram ya da ilke olmadığı için, bütün ideaların kökeni yalnızca tecrübede aranabilir. İdealar ve bunların birleşimleri dilde kavranır; işte bu yüzden, Locke üçüncü kitapta dil üzerine araştırmayla işe koyulur, çünkü bilgimiz, şeylerle ilişkili olsa da, kelimelere bağlıdır, ve kelimeler düşüncelerle şeyler arasındaki kaçınılmaz orta terimlerdir. Bu bağlamda, bilginin kapsamı ve kesinliği kelimelerin yapılanması ve anlamı üzerinden koşullanır. Dördüncü kitapta Locke, insan bilgisindeki kesinliğin kapsamı ve farklı seviyeleri üzerine sonuç mahiyetindeki düşüncelerini açıklar.

Leibniz o yıllarda kendi çalışmalarını bir tarafa bırakmış ve İngiliz filozofun çalışmasına dikkat kesilmişti; bir kitabı genel hatlarıyla okurken âdet edindiği üzere, bazı notlar almaya başladı; bu notlar şu başlık altında toplanır: “Mösyö Locke’a ait İnsanın Anlama Yetisi Hakkında Bir Deneme Üzerine.2” Leibniz bu notları yine hoş âdeti üzere yazıştığı dostu Thomas Burnett’a gönderir:

“Nihayet, çok önceden kaleme aldığım kabataslak bir müsvedde buldum; İnsanın Anlama Yetisi üzerine Locke’un harika denemesini gözden geçirirken aldığım notlardan oluşuyor. Size bir kopyasını göndermek istiyorum.3”

Aynı yıl içindeki bir başka mektubunda Leibniz şunları der:

“Locke’un önemli kitabı üzerine size ilettiğim düşüncelerim tamamen sizin tasarrufunuzda; bunları uygun gördüğünüz herkese iletebilirsiniz; hatta eğer onun eline ya da arkadaşlarının eline geçerse daha iyi; çünkü bu ona bizi bilgilendirme ve meseleyi çözme fırsatı verecek.4”

Leibniz, bu vesileyle Locke’u tanımak ister, fakat Locke her seferinde boş bahaneler öne sürerek girişimleri cevapsız bırakır. 23 Temmuz 1696’da Burnett’ın Leibniz’e ilettiği mesaj hayli ilginç:

“Bu konu üzerine Locke’un önceki gün dile getirdiği bir şakadan bahsetmek istiyorum. Bu ülkenin bilgeleriyle diğer bilgelerin münakaşalarından konuşmaya başladık. Şöyle dedi: ‘Bana öyle geliyor ki Almanya’daki kibar kimselerle gayet huzurlu bir komşuluk ilişkisi içinde yaşıyoruz, çünkü onlar bizim kitaplarımızı bilmiyorlar, biz onlarınkini okumuyoruz. Böylece her iki tarafta da denge sağlanmış durumda.’”

Diğer taraftan, Dr. Molyneux’ya 10 Nisan 1697 tarihli mektubunda Locke, hem Leibniz hem de düşünceleri hakkında gayet muhalif fikirler dile getirir:

“Size itiraf etmeliyim ki L… beyin meşhur ismi bende öyle bir beklenti yaratmıştı ki ne yazısındaki görüşleri ne de Acta Eruditorum dergisindeki sözleri bu beklentiyle hiç uyuşmuyor.”

Dr. Molyneux’ya 3 Mayıs 1697 tarihli mektubunda Locke’un Leibniz hakkındaki düşünceleri, daha az küçümseyici değil:

“Bu adamın konuşulduğu kadar büyük insan olmadığını düşünmekten kendimi alamıyorum. Yazdığı metin bana ulaşmadan önce bir yıl ya da daha fazla zamandır İngiltere’deymiş ve sanırım sizde de hiçbir heyecan uyandırmadı.5”

1700 yılında, Lockte’tan bir cevap alma umudunun kesildiği bu dönemde, Locke’un eserinin Fransızca çevirisi çıktı, çeviri Pierre Coste’a aitti5; dördüncü baskıya göre hazırlanmıştı, dolayısıyla kitabın önceki baskılarına Locke’un yaptığı eklemeleri de içeriyordu. Bu Fransızca çeviri sayesinde Leibniz, Locke’un eserine gerçek bir erişim sağladı. Kitabın içeriğinin önemini tam manasıyla kavramıştı; diğer taraftan, hızlı bir şekilde art arda gelen baskılarla eserin kendini tanıtması, aşırı geniş bir dolaşıma girmesi ve dünya çapında tanınması da Leibniz üzerinde derin bir etki bırakmış olmalı. Kuşkusuz bu nedenlerden dolayı Leibniz, Locke’un çalışmasına çok kapsamlı bir yazıyla karşılık verme planı tasarladı: Bahsedilen çeviriyi esas alıp ünlü Nouveaux Essais [Yeni Denemeler] çalışmasını ortaya koydu (1704). Eserin planı Locke’un eseriyle aynıdır. Dört kitaptan oluşur, Locke’un fikirlerini çürütürken bölümlerin sırasını bile değiştirmez, hatta başlıkları dahi korur, sadece genel bir başlık ekler. Diyalog formundadır, Philaléthe ağzıyla konuşan Locke’tur, Théophile ise Leibniz’i temsil eder.

Leibniz, Locke’un çalışmasına eksiksiz bir erişim sağlayıp yine bir klasik hâline gelecek Nouveaux Essais eserini ortaya koysa da “Mösyö Locke’a ait İnsanın Anlama Yetisi Hakkında Bir Deneme Üzerine” adlı eskiz çalışmada izlediği ana eksenden vazgeçmiş değildir. Hatta 1696 tarihli bu eskiz, Nouveaux Essais’in nüvesini oluşturduğu için, eserin tercümeler dâhil sonraki birçok edisyonunun hemen başında yer almıştır, nitekim hem genel olarak akılcı-deneyimci, özel olarak da Leibniz-Locke çatışmasının tarihçesine ışık tutar, hem de Leibniz’in en kapsamlı ve zorlu eserlerinden birine yine bizzat yazarın elinden çıkmış bir girizgâh niteliği taşır. Bu sebeple metnin tercümesini burada sunmayı uygun gördük:

Mösyö Locke’a ait İnsanın Anlama Yetisi Hakkında Bir Deneme Üzerine

İnsanın Anlama Yetisi ve Eğitim hususunda Mösyö Locke’un bize sunduğu metinde fevkalade bir kavrayışın birçok emaresini görüyorum, ve ben bu meseleyi öyle önemsiyorum ki böyle faydalı bir okumaya ayıracağım vakti başka bir şeye harcamaktan imtina ediyorum, ne de olsa bilgimizin temelleri konusu üzerine çok derin düşünmüş biriyim. Anlama Yetisi Üzerine Locke’un denemesini okurken aklıma gelen bazı düşünceleri bu kâğıtta toplamamın asıl sebebi de bu zaten.

Bütün araştırmalar arasında bundan daha mühimi yok, çünkü tüm diğerleri için anahtar niteliğinde. Birinci kitap, esasında bizle beraber doğan ilkelerden bahsediyor. Mösyö Locke, bunları kabul etmiyor, tıpkı doğuştan ideaları kabul etmediği gibi. Kuşkusuz, bu konuda, olağan önyargılara karşı çıkmasının makul sebepleri var, zira idealar ve ilkeler isimleri acayip istismar ediliyor. Alelade filozoflar, kendi hayal dünyalarından ilkeler uyduruyorlar, yüksek bir hassasiyetle iş yapan Kartezyen filozoflar ise uzam, madde ve ruh denen ideaların arkasına saklanmadan edemiyorlar, böylece öne sürdükleri şeyi ispatlama zorunluluğundan kaçmayı arzuluyorlar; bahaneleri de şu: Bu idealar üzerine düşünecek olanlar, o idealarda, onlarla aynı şeyi bulacaklarmış. Bir başka deyişle, onların düşünme biçimine kendilerini alıştıranlar onların tarafını tutarmış, ki gayet doğru.

Bu sebeple, bence, hiçbir şey, ilk ilkeler olarak tasavvur edilmemeli; tabii özdeşlik veya (aynı şey olan) çelişki aksiyomu ve tecrübeleri dışında, ki temel olan budur, çünkü diğer türlü hakikat ve sahtelik arasında bir fark kalmazdı; evet ya da hayır demeyi umursamasaydık bütün araştırma bir anda çökerdi. O hâlde, muhakeme etmek istediğimiz zaman bu ilkeyi varsaymaktan kendimizi alıkoyamayız. Diğer bütün hakikatler kanıtlanabilirdir, bu sebeple Eukleides’in yöntemini çok önemserim, sözde fikirlerle yeterince ispatlandığı sanılan şeylerde takılıp kalmamış, örneğin, bir üçgende bir kenarın daima diğer iki kenarın toplamından küçük olduğunu ispat etmiştir. Bununla birlikte, Eukleides, bazı aksiyomları cepte görmekte haklıydı, bunun sebebi de onları temel ve ispatlanamaz görmesi değildi, aksine, ilkeleri sadece tam manasıyla tartıştıktan sonra sonuca erişmeye çalışmış olsaydı, bir durma noktasına gelecekti. Hâliyle,

birkaç önermenin kanıtını sunmakla yetinmenin yerinde olacağına hükmetti; öyle ki, eğer bunlar doğruysa tüm dediklerinin doğru olacağı söylenebilirdi. Bizzat bu ilkeleri ispatlama işini başkalarına bıraktı, ki bunlar tecrübe yoluyla zaten doğrulanmıştı, fakat bu tarz konularda bu yöntemle yetinemeyiz. İşte bu sebeple Apollonios, Proklos ve diğerleri Eukleides’in aksiyomlarından bazılarını ispatlama zahmetine giriştiler. Filozoflar bu işleyiş yöntemini taklit etmeliler ki nihayetinde belli sabit ilkelere ulaşsınlar, her ne kadar, yukarıda bahsettiğim yönteme göre sadece hazırlık niteliğinde olsalar da.

İdealara gelince, Bilgelerin İşleri6 başlıklı çalışma içinde “Bilgi, Hakikat ve İdealar Üzerine Düşünceler”7 başlığıyla basılan kısa bir makalede bunlara dair kısa bir açıklama sunmuştum; umarım Mösyö Locke bunu görmüş ve incelemiştir, çünkü ben en uysal insanlardan biriyim, ve bence düşüncelerimizi geliştirmenin en uygun yolu, zeki insanların dikkat ve içtenlikle ürettikleri tasavvurları ve tespitlerinden geçiyor. Burada söyleyebileceğim tek şey şu: Hakiki ve gerçek idealar, ifasının mümkün olduğundan emin olduğumuz idealardır, diğerleri şüphelidir, ya da (imkânsızlığı ispatlandığı takdirde) asılsızdır. İdeaların imkânı, tanıtlamalarla a priori ne kadar ispatlanırsa, başka daha basit ideaların imkânından faydalandığımızda, tecrübeyle de a posteriori o kadar ispatlanır; çünkü var olan şey, mümkün olmaktan geri durmaz. Ancak, temel idealar, imkânı ispatlanmayan idealardır, ve esasında Tanrının vasıflarından ibarettirler.

Asıl mesele şu: Bizle beraber doğan idealar ya da hakikatler var mı yok mu? Bunların hepsi bize dışarıdan mı geliyor yoksa içimizdeler mi? Ne konuya bir girizgâh yapmak için ne de düşünme sanatını uygulamaya koymak için bu soruya cevap vermenin mutlak zorunlu olduğunu düşünmüyorum. Yukarıda söylediklerimi akılda tutma ve düzgün bir yolda önyargısız ilerleme kaydıyla uygun akıl yürütebiliriz. İdealarımızın ve düsturlarımızın kaynağı sorunu, Felsefede yeni bir sorun değil, bu sorunu başarıyla çözmek için büyük ilerlemeler göstermiş olmamız lazım. Ama bence idealarımız, duyulur şeylerin ideaları bile, bizim kendi ruhumuzdan geliyor; varlıkların yapısı ve bağlantısı hususunda ve ruhla beden birliği denen şey hususunda yayınladığım yazıya8 bakarsanız bu düşünceyi daha iyi yargılayabilirsiniz. Çünkü bu şeylerin iyi anlaşılmadığını fark ettim. Aristoteles’in tabula rasa kavramına asla taraftar değilim, Platon’un anımsama dediği şeyde biraz hakikat olduğunu düşünüyorum. Hatta belki fazlası var; çünkü sadece geçmiş düşüncelerimizi hatırlamıyoruz, tüm gelecek düşüncelerimiz de içimize doğuyor. Gerçi bu çok karmaşık bir durum ve bunları ayırt etmek çok zor, tıpkı denizin sesini duyduğumdaki gibi, bir bütün hâlinde ses çıkaran dalgaların hepsini özellikle duyuyorum fakat bir dalgayı diğerinden ayırt edemiyorum. Dolayısıyla, söylediğim gibi, sadece idealarımız değil, duyumlarımızın da kendi ruhumuzdan kaynaklandığı bir bakıma doğru, ayrıca ruh da düşündüğümüzden daha özgür, üstelik ruhun içinde belirli olmayan bir şeyin vuku bulmadığı hakikat olsa da ve Tanrının devamlı yaratmadığı bir şeyin mahlukatta asla bulunmadığı doğru olsa da.

İdeaların ayrıntılarına giren II. Kitapta, ruhun bazen hiçbir şey düşünmeden var olduğunu ispatlamaya yönelik Mösyö Locke’un öne sürdüğü nedenlerin ikna edici olmadığını söylemem gerek, tabii sadece ayrışıp tutulacak kadar belirgin algılara düşünce ismini vermiyorsa. Ruhun (ve hatta bedenin) asla eylemsiz olmadığını ve ruhun asla algısız olmadığını savunuyorum: Rüya görmeden uyuduğumuzda bile bulunduğumuz yere ve etraftaki diğer şeylere dair karmaşık ve mat da olsa bir duyumumuz var. Tecrübe bu görüşü teyit etmese bile bu bence kanıtlanabilir. Bu biraz uzayda boşluk olup olmadığını ya da maddede hareketsizlik olup olmadığını tecrübe vasıtasıyla kesinlikle kanıtlayamamak gibi. Bununla birlikte, bu tarz sorunlar, Mösyö Locke gibi bana da kanıtlama yoluyla karara bağlanmalı gibi geliyor.

Madde ve uzay arasına haklı nedenlerle koyduğu ayrımı kabul ediyorum; ama boşluğa gelince, birçok zeki insan buna inanmıştı. Mösyö Locke da bu insanlar içinde. Ben de neredeyse tamamen buna ikna olmuştum, ama uzun zaman önce bu fikirden vazgeçtim. Mümtaz Mösyö Huygens de boşluk ve atomlar taraftarıydı, sonra nihayet benim fikirlerim üzerine düşünmeye başladı, mektupları buna şahittir. Hareketten türetilen boşluk kanıtı, ki Mösyö Locke da bunu kullanıyor, cismin esasında katı olduğunu ve belirli sayıda bükülmez kısımdan müteşekkil olduğunu varsayar. Çünkü bu durumda, sonlu sayıda ne kadar atom alınırsa alınsın, hareketin bir boşluk olmadan gerçekleşmeyeceği doğru olur. Ancak maddenin bütün kısımları bölünebilir ve hatta bükülebilir.

Bu ikinci kitapta dikkatimi çeken başka şeyler de var; örneğin, 17. Bölümde, sonsuzluk yalnızca uzaya, zamana ve sayılara atfedilmeli dediğinde. Aslını söylemek gerekirse, kuşkusuz, Mösyö Locke ile birlikte, diyebiliriz ki sonsuz olan ne uzay, ne zaman, ne de sayı vardır; bir uzay, bir zaman, bir sayı ne kadar büyük olursa olsun, sona varmadan daima ondan daha büyüğü olacaktır, ve dolayısıyla gerçek sonsuzluk, kısımların tam bir terkibinde asla bulunmaz. Aksine, başka bir yerde bulunur; yani, mutlakta bulunur, mutlağın kısımları yoktur, ve terkip edilen şeyler üzerinde etkisi vardır, çünkü bunlar mutlağın kısıtlanmasından do-

ğarlar. Hâliyle, pozitif sonsuzluk, mutlaktan başka bir şey olmadığı için, denebilir ki bu anlamda sonsuzun pozitif bir ideası var ve sonlunun ideasını önceliyor. Kalanına gelince, terkip edilmiş bir sonsuzu reddettiğimizde, geometricilerin Seriebus infinitis [sonsuz diziler] kanıtlamalarını reddetmiyoruz, özellikle de mümtaz Mösyö Newton’un bize sunduklarını. Bu konuya kendi katkılarımdan bahsetme gereği görmüyorum.

30. Bölümde ideis adaequatis [uygun idealar] hakkında söylenenlere gelince, münasip bulunacak bir anlamın terimlere verilmesi hoş görülebilir. Bununla birlikte, Mösyö Locke’un maksadında bir hata bulmadan, ben idealara dereceler koyuyorum, ve buna göre onların uygun olduğunu, yani orada daha fazla açıklanacak bir şey olmadığını söylüyorum, ki sayılarda da öyle. Ancak, duyu niteliği taşıyan tüm idealar, yani ışık, renk, ısı, bu yapıda olmadıkları için, onları uygunlar arasında saymıyorum. Hâliyle, biz onların gerçekliğini ya da imkânını kendileri vasıtasıyla değil, a priori de değil, tecrübe vasıtasıyla biliriz.

Kelimeleri ve terimleri işlediği III. Kitapta başka birçok güzel şey daha var. Her şeyin tanımlanamayacağı ve duyu niteliklerinin herhangi bir ismen tanıma sahip olmadığı çok doğru; hâliyle, bu anlamda, temel oldukları söylenebilir; ama bununla birlikte bir gerçek tanım alabilirler. Yukarıda bahsettiğim çalışmada bu iki tanım türü arasındaki farkı göstermiştim.9 İsmen tanım, şeyin belirtileriyle ismi açıklar; ama gerçek tanım, tanımlanan şeyin imkânını a priori bildirir. Kalanına gelince, ahlaki hakikatlerin kanıtlanabilirliğine dair Mösyö Locke’un öğretisine takdirlerimi ve saygılarımı sunuyorum.

Hakikat bilgisini işleyen sonuncu ve dördüncü kitap, az önce söylenen şeylerin kullanımını gösterir. Önceki kitaplarda olduğu gibi bu kitapta da çok fazla sayıda güzel düşünce buldum. Bunlar üzerine uygun tespitleri dile getirmek o çalışma kadar hacimli bir kitap yazmayı gerektirir. Bence o eserdeki aksiyomlar, hak ettiklerinden çok daha az bir dikkati celbettiler. Bana göre bunun açık sebebi şu: Matematikçilerin aksiyomlarını hariç bırakınca genelde önemli ve sağlam hiçbir aksiyom bulamıyoruz: Ben bu eksikliği onarmaya çalıştım. Özdeşlik önermelerini hor görmüyorum, analizde bile çok büyük fayda sağladıklarına şahit oldum. Kendi varoluşumuzu doğrudan bir sezgiyle, Tanrının varoluşunu ise kanıtlama yoluyla bildiğimiz çok doğru; kısımları algısız olan bir madde kütlesinin düşünen bir bütün oluşturamayacağı da muhakkak. Birkaç yüzyıl önce, Canterbury başpiskoposu Anselmus’un öne sürdüğü iddiayı da küçümseyemem; Anselmus o iddiada kusursuz varlığın var olması gerektiğini söylüyordu; gerçi ben bu iddiada bazı eksikler olduğunu fark etmiştim, zira kusursuz varlığın mümkün olduğunu varsayıyor. Ne de olsa bu tek nokta ilaveten ispatlanırsa tüm kanıtlama da tam olacaktı.

Diğer şeylerin bilgisine gelince, güzelce söylendiği üzere, Fizikte yeterince ilerlemek için tecrübe tek başına yetmez. Keskin bir zihin, bazı sıradan tecrübelerden çok fazla sonuç çıkarabilir, ama başka bir zihin en seçkin tecrübelerden bile o kadar çıkaramaz; bunun dışında, deyim yerindeyse, doğayı tecrübe etme ve soruşturma sanatı var. Ama doğru olan bir şey daha var ki o da fiziğin ayrıntılarında ilerlemek sadece tecrübemiz arttıkça oluyor.

Mösyö Locke da birçok maharetli adamın görüşünü paylaşıyor ve mantık formlarının çok az kullanışlı olduğunu söylüyor. Ben olsam bu görüşü çok savunmazdım, ayrıca, matematikte bile paralojizmlerin form hataları olduğunu çoğu zaman fark ediyorum. Mösyö Huygens de aynı şeyi tespit etmiş. Bu nokta üzerine pek çok şey söylenebilir, birçok muazzam şey de küçümsenir çünkü yetkin oldukları şekilde kullanılmazlar. Okullarda öğrendiğimiz şeyleri aşağılama eğilimimiz var. Orada birçok faydasız şey öğrendiğimiz muhakkak, ancak della Crusca10 işlevini devreye sokmak yani iyiyi kötüden ayırmak da gerekli.

Mösyö Locke, diğer şeyler gibi bunu da pek güzel yapabilir; ve ilaveten bize bizzat icat ettiği önemli düşünceler de sunar, zekâ keskinliği ve dürüstlüğü her yerde göze çarpıyor. Bize sunduğu iyi malzeme artarken onu sadece tahlil etmiyor, aynı zamanda dönüştürüyor. Bunu halka sunmaya devam ederse ona gerçekten minnettar oluruz. Gottfried Wilhelm von Leibniz

*Editör, çevirmen. 1 Meditationes de Cognitione, Veritate, et Ideis, C. I. Gerhardt: Die philosophischen Schriften von G. W. Leibniz. 4. cilt, ss. 422-426. J. E. Erdmann: G. G. Leibnitii Opera Philosophica, ss.78-81. 2 “REFLEXIONS SUR L’ESSAI DE L’ENTENDEMENT HUMAIN DE MR. LOCKE”, 1696, God. Guil. Leibnitii Opera philosophica quae exstant latina, gallica, germanica omnia, derleyen: Erdmann, Johann Eduard, Berolini, sumtibus G. Eichleri, 1840. Bu yazı sonunda çevirisini sunduğumuz metin. 3 Leibniz’den Thomas Burnett’a, 7-17 Mart 1696. 4 Leibniz’den Thomas Burnett’a, 17-27 Temmuz 1696. Leibniz, aynı mektupta bir yakınmasını da dile getirir: “Keşke Fransızca bildiğim kadar İngilizceye de hâkim olsaydım; fakat buna fırsatım olmadığı için, yapabildiğim tek şey bu dilde yazılmış eserleri az çok anlamak. Ayrıca, ulaştığım şu yaşta da, İngilizceyi daha iyi öğrenebilir miyim, çok emin değilim.” 5 Locke ve Molyneux arasındaki yazışmalar için bkz. Some Familiar Letters between Mr. Locke and Several of his Friends, Londra, 1708. 6 Acta Eruditorum, Kasım 1684, s. 537, Lipsiae, 1682-1731. 7 “Meditationes de Cognitione, Veritate, et Ideis”, İngilizce tam çeviri için bkz. George M. Duncan, The Philosophical Works of Leibnitz, ss. 27-32, New Haven: Tuttle, Morehouse, & Taylor, 1890. 8 Journal des Savants dergisinin Haziran 1695 tarihli sayısı içinde. 9 Meditationes de Cognitione, Veritate, et Ideis. 10 “La Crusca, 1582’de Floransa’da kurulan ünlü akademi, amacı da İtalyan dilinin saflığını muhafaza etmekti, yani kepeği (crusca) undan ayırmaktı.” Duncan’ın notu, The Philosophical Works of Leibnitz, s. 378.

This article is from: