18 minute read
Mevlevî Semâının Sembolik Değeri Ve Adabı
from Sabah Ülkesi 66
by un-it
MEVLEVÎ SEMÂININ SEMBOLİK DEĞERİ VE ADABI
Türkan Alvan-M.Hakan Alvan
Advertisement
rapçada “işitme, dinleme, kulak verme” anlamına gelen semâ‘, ilahî hakikati gönüllere duyurmaktır. Zaten Mesnevî’nin ilk cümlesi “Bişnev”, yani “Dinle!”dir. Bir tasavvuf terimi olan semâ‘ “musiki nağmelerini dinlerken vecd-i ilahî ile kendinden geçip raks etmek” demektir.
Mevlevî semâ’ına mukâbele-i şerîf denmesinin sebebi “Mümin, müminin aynasıdır.” hadîs-i şerîfine dayanır. Karşılık verme, yüz yüze olma (rû-be-rû), selamlaşma anlamına gelen mukabele; şeyhten yeni dervişe (nevniyâz) kadar herkesin birbiriyle ve her şeyin yaratıcısı Mümîn olan Allah’la selamlaşmasının ifadesidir:
“Bizler hem aynayız, hem de aynada yansıyan güzelliğiz. Hepimiz, bekâ âleminin kadehinin sarhoşuyuz. Biz hem acıları, sıkıntıları def ederiz, hem şifayız. Biz hem âb-ı hayâtız, hem sakiyiz.” “Gönlümüzde dönüp duran bir sır var. Yaratılan her şey o sırra bağlıdır, felekte gökler bile o sırla iki büklüm döner durur. O sır yüzünden ne başın ayaktan ne ayağın baştan haberi var. Baş da ayak da o sırla başsız ayaksız dönüp duruyor.”1
Başlangıcı Hz. Âdem devrine kadar dayandırılan ve asr-ı saadette de rastlanan semâ;2 avamın, zahidin ve arifin semâı olarak üçe ayrılır. İmam Şâfiî ve ilk dönem mutasavvıfları semâın sadece avam için mekruh olduğunu beyan etmişlerdir.3 Cüneyd-i Bağdadî’ye göre yalnız, “nefsi mürde” ama “kalbi zinde” kişiler semâ edebilir.4
Semâ, hayatın, miracın ve ölümün iç içeliğini anlatan sembollerle dolu, eşsiz bir zikrullahtır. Tasavvuf edebiyatında ilahî nurun; varlıkta yaratılmışların özü ve en şereflisi olan insana intikalini ve insanın da insân-ı kâmil mertebesine yükselip Rabb’ine varış döngüsünü (nüzûl ve urûc) anlatan devriyye adlı şiirlerin uygulamasıdır âdeta. Kâinatın bu döngüsünü (semâ) temsil eden meydân-ı şerîf (semâhâne), Cenab-ı Hakk’ın zatının nurunu temsil eden noktanın varlık âlemlerine ve insana yansımasının sembolüdür.5 Yani, semâhâne kâinattır. Meydandaki kırmızı makam postu, tecelli rengidir; ism-i Celâl olan Allah lafzının nurunu simgeler. Kırmızı postun üzerindeki şeyh efendi ise Hz. Mevlânâ’yı temsil eder. Şeyh esma ve sıfatların mazharı, hakîkat-i Muhammediyye’nin mümessilidir. Şeyhin sikkesini saran yeşil destârın kalbe doğru sarkan ucu (taylasan), akıl ve duygu arasındaki koordinasyonu ve birliği anlatır:
“Semâ, göklere giden yoldur, göklere açılan bir kapıdır. Semâ can kuşuna kanattır, baştır. Fakat senin huzurunda yapılan semâ, Hz. Peygamber’in arkasında kılınan namaz gibi eşsizdir.”6
Semâ meydanını ikiye bölen ve post ile mutrıb arasındaki çizgi (hatt-ı istivâ), Hakk’a ulaştıran dosdoğru yolun (sırât-ı mustakîm) en kısa ve en güvenlisidir. Semâda hatt-ı istivâya sadece şeyh basar, çünkü hakikate varan en kolay yolu o bilir. Semâzenlerin posttan sağa doğru hareketi mutlak varlıktan insan oluşu (kavs-i nüzûl), hatt-ı istivânın sonundan posta sola doğru yürüyüşü ise insandan mutlak varlığa çıkışı (kavs-i urûc), yani seyr ü sülûktaki zilletten izzete doğru olan süfli-ulvi döngüyü anlatır. Semâhânenin sağ tarafı madde âlemine (âlem-i şuhûd/nasût) inişi (nüzûl); sol taraf ise mana âlemine (âlem-i misâl/gayb) yükselişi (‘urûc) simgeler.
mutrıbân
kavs-i urûc kavs-i nüzûl
Semâ, Dost’un hâllerini görmek; lâhûtî, görünmez âlemin perdelerinden Hakk’ın sırlarını duymaktır!
Semâ ahiretin provasıdır. Semâ eden derviş, “Ölmeden önce ölünüz.” hadîs-i şerîfi gereği seyr ü sülûk sayesinde dünya heveslerini öldürmüş, hakiki âleme doğmuştur. Semâa girerken dervişin hırkadan soyunması bunu anlatır:
“Ey uğruna aşk pazarında yüzlerce hırkanın bir zünnara satıldığı dilber!” “Güneş ışığından bir hırkam var. La’l gibi incilerim var. Sofcağızdan, şalcağızdan hırkaya ne ihtiyacım var benim? Hiç böyle hırkaya bürünür müyüm artık?”7
Dervişlerin başındaki uzun sikke mezar taşını, siyah hırka dünyanın karanlığını ve kabrin zulmetini, beyaz tennûre kefenini, ney taksimi Sûr’a üfürülmesini temsil eder. Ney aynı zamanda insân-ı kâmilin, yani Hz. Mevlânâ’nın sesidir. Kıyamette kabirden kalkanlar şaşkın ve perişanken dervişler, mürşidlerinin Pîr’leri Hz. Mevlânâ’nın peşinde huzur içinde Hz. Peygamber’in sancağı olan liva-yı hamd altında toplanacaklardır:
“Mademki bütün yaratılmış varlıklar, surun üfürülmesiyle haşr olacaklar, surun üfürülmesinin zevkiyle ölüler uykularından uyanacaklar, sıçrayıp kalkacaklardır; sen de ney’in feryadıyla uyan, kalk, kendine gel! Semâ‘ musikisinin tesirine kapılmayan, dönüp, buz kesilen, ölüp yok olanlardan da aşağı olan kişinin toprak başına olsun! Çünkü o, gerçek bir insan değildir. Gezip dolaşan bir ölüdür.”8
Semâ adabı çok ince kaidelerden oluşur. Semâ, Fahr-i Kâinât Efendimizi (s.a.v.) metheden Na’t-ı Mevlânâ ile başlar. Zira varlık âlemini aşk hürmetine, habibi Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) nurundan yaratan Allah, melekleriyle her an O’na salavat getirir ve inanan kullarına da O’nu çokça meth ü sena etmelerini emreder.9 Semâ başlangıcında “Yâ Habîballah Resûl-i Hâlik-i yektâ tuyi”; yani “Ey Allah’ın sevgilisi, tek ve eşsiz yaratıcının elçisi sensin!” diye başlayan bu naatı, dâhi bestekârımız Itrî (v.1711), rast makamında bestelemiştir. Semâhânedekilerin sükûnetle dinlediği Na’t-ı Mevlânâ bitince kudümzenbaşının vurduğu birkaç darbe, derin sessizliği bozar. Kudümün bu vuruşu, âlemlerin yaratılışındaki “Kün/Ol” emrini10 temsil eder:
“Senin erenlerin Kün Feyekün dairesi içindedir. Bil ki gönül arştan üstün ve geniş birlik noktasıdır. Eğer bu nokta senin içinden derdini toplayıp devşirirse derhâl son, kâinattan dışarı çıkar, o birliğe yükselirsin.”11 Ardından yapılan ney taksimi (post taksimi), haşrın başlangıcı olan İsrafil’in Sûr’a üflenmesini12 temsil eder. Ney taksimi bitince semâda okunacak âyîn-i şerîfin makamında bestelenmiş peşrev çalınır. O anda şeyh ve semâzenler ellerini sertçe yere vurarak (darb-ı Celâl) yere niyaz eder ve ayağa kalkarlar. Bu kıyam, kıyamet günü dirilişi simgeler:
“Sıçrayıp kalk, çünkü ruh semâa başladı. O şeker tadında hoş sesler çıkaran def, ayrılıklardan şikâyet eden neye eşlik etti, dost oldu. Ezelî sevda, aşk ateşini alevlendirdi. Senin bu aşkla coşup hay hay demen ne ki! Şimdi hey hey de hey demenin zamanıdır.” “Kalkınız, çünkü mutluluk veren dost kalktı. Kalkınız, çünkü aşkın cezası kaldırıldı. Kalkınız, çünkü o güzel boylu sevgili kalktı. Kalkınız çünkü bugün kıyamet günüdür, her şey ayağa kalktı.”13
Semâzenler yan yana dizilirken artık canın cana selam verme vaktidir: Şeyh postun önüne çıkıp eğilerek semâzenlerle selamlaşır ve peşrevin ahengiyle sağa dönüp semâhâne çevresini yürümeye başlar. Semâzen başı postun önüne gelince ayak mühürler, baş keser. Hatt-ı istivâya basmadan, posta arkasını dönmeden geliş yönüne döner ve ayak mühürleyip bekler. Onun ardındaki semâzen de posta yaklaşıp ayak mühürler. Şimdi post’un önünde iki can yüz yüze (rû-be-rû), özellikle iki kaşın ortasına bakarak ve hırkalarının içindeki sağ ellerini kalplerine götürerek selamlaşırlar. Bu şekilde meydân-ı şerîfe sırt çevirmeden sağa dönerek bütün semâzenler, birbiriyle selamlaşır (Cemâl seyri). Şeyh, I. devirde postun önüne geldiğinde, karşısında en kıdemsiz dervişle (nev-niyâz) selamlaşır. Bu Allah indinde kulun kula üstünlüğü olmadığını gösterir:
“Gözümüze bak, Hakk’ın cemalini gör! Çünkü bu göz hakikat gözüdür. Yakin bilgi, gerçek iman nurlarıyla parlayan bir gözdür. Hatta Hakk da cemalini bizde görür. Bu sırrı fazla açıklama ki kanın yere akmasın.”14
Semâ, kendi varlığından geçmek, mutlak yoklukta zevalsiz, sonsuz varlık tadını tatmaktır!
Peşrevin ahengiyle şeyhin ve semâzenlerin çember olup üç defa semâhanenin etrafını dolaşmasına Devr-i Veledî veya Sultan Veled Devri denir. Bu üç selamlaşma seyrinde herkes içinden “Allah” ismini zikreder. Devr-i Veledî, Hz. Mevlânâ’nın “Hamdım, piştim, yandım.” diye ifade ettiği insanın manevi yolculuğundaki ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakke’l-yakîn ile “öğrenme”, “bilme” ve “olma” evrelerinin sembolüdür. Semâda şeyhin peşinden gitme, dervişin; insân-ı kâmilin önderliğinde seyr ü sulûk görmesinin şart olduğunu anlatır.
Devr-i Veledî bitince şeyh postuna, semâzenler de yerlerine geçer. Sonra kudümzenbaşı peşrevi sona erdirecek şekilde kudüme hızlıca bir iki defa vurur. Sonra, okunacak âyîn-i şerîfin makamında; kısa bir ney taksimi yapılır. Ney taksimi bitince mutrıbân zâkirleri (âyînhân), sâzendelerle seçilen âyîn-i şerîfi okumaya başlarlar. Şeyh, postunun üzerinde, semâzenler şeyhin sol safında baş keserek selam verirler. Semâzenler, semâyı idare edecek olan semâzenbaşı hariç, omuzlarındaki hırkaları yere bırakıp niyaz vaziyeti alırlar.
Şeyh, postun önüne üç adımla çıkar ve baş keser, herkesle selamlaşır. Şeyhin sağ eli üstte, elleri göğsündeyken semâzenbaşı şeyhin yanına gelip şeyhin açıktaki elini, şeyh de eğilerek onun sikkesini öper. Semâzenbaşı hatt-ı istivâ’nın sağında, şeyhin sağ karşısında niyaz hâlinde durur, baş keser. Onun bütün baş kesmelerinde semâzenler de baş keserler. Şeyh de baş kesmek suretiyle semâa izin verdiğini belirtir:
“Sarhoşluk sana selam ederken gizlice haber yolluyor. Gönlünü kaptığın kişi canını da sana kul köle eyledi. Ey eşsiz tek kişi! Verdiğin selam dudaklarından şimşek gibi çakarak çıkıyor. Bu selam ağıza dudağa sığacak şey değil, sana tam bir lütufta bulunuyor, ey selamına nail olan!”15
Semâzenler, sırayla şeyhin önüne gelerek baş kesip el öperler; şeyh de onların sikkelerini öper ve semâzenler sırayla semâa başlar. Son semâzen de semâa girince, semâzenbaşı şeyhe baş kesip meydân-ı şerîfte müziğin ritmine göre dolaşır, semâı idare ederken şeyh postun gerisinde ayakta semâı izler. Semâzenin sağ eli yukarı, sol eli aşağıya dönüktür; bu hareket “Hakk’tan alır, halka saçarız.” anlamına gelir.
Özel besteli âyîn-i şerîf eşliğinde yapılan semâ zikrinde “selâm” denen 4 bölüm: şeriat, tarikat, hakikat, marifet mertebelerini simgeler. Allah’ın güzel isimlerinden Selâm’ın tecellilerine dikkat çekilen bu bölümde: I. Selâm: insanın kulluk bilincine varmasıdır:
“A benim ağzımı mühürleyen (sevgilim), çek senden yana dizginimi! Balık gibi susmaktayım, ama deniz gibi çırpınıp duruyorum. Huzurum kararım yok. Ne kadar gizlesem söylesem gene de aşkın kapısında apaçık meydandayım.”16
II. Selâm: Allah’ın kudreti karşısında hayranlık duymaktır:
“Gökyüzü gibi bir ayın sevgisine tutulmuşuz, dönüp duruyoruz. Bu yolda ne hâlde olduğumuzu ancak Allah bilir. Biz dünyada olup bitenler karşısında insanların aklı başında kalıyor diye şaşırıyoruz. Onlar da bunlar niye kendinden geçmiş diye bize şaşırıyor.”17
III. Selâm: insanın Rabb’ine olan hayranlığının aşka dönüşmesi ve aklın, benliğin aşkta yok oluşudur (fenâfillah):
“Hem sarhoşum, hem senin sarhoşlarının şarabıyım. Hem elinin altında, emrindekilerin canını hayran eden güzelim. Mademki sende yok oldum, artık senin varlığınla var olanlardanım. Ezelde ruhlara –Ben sizin Rabbiniz değil miyim? dedin. İşte o günden beri ben seninim, senin âşığınım.”18
IV. Selâm: manevi miracını tamamlayıp en yüce olan kulluk makamına geri dönüştür (bekâbillah):
“Aşk kendine layık olmayanı kabul etmez. Aşk olmasaydı, en güzel sanatkâr olan Allah görünmezdi. Aşkın harflerindeki sırrı bilir misin? ﻉ harfi: ibadettir. ﺶ harfi şükürdür. ﻕ harfi kanaattir.” “Eğer bu sırrın mahremiysen âşıkların oynamasına bakıp alay etme. Evet, oyundur ama o oyunda doğruluk ateşi vardır. Nice âşık oynarken o ateşte can vermiştir.”
Her selâm başında, semâzenler niyaz vaziyetinde baş keser ve ikili üçlü gruplar hâlinde omuz omuza saf tutarlar. Selâm sonlarında müziğin ritmi değişir ve semâ durur. Şeyh, postun önüne doğru ilerleyerek selâm duaları okur ve selamlaşılır. Bu sırada müzik devam etmektedir. Her selâm arasındaki duruşlar, cezbeye gelen semâzenlerin kendini kaybetmemesi ve şeriatte sabit kalmasının hatırlatılması içindir.
Semâ, dostun aşk çarpıntıları önünde başını top gibi yapıp başsız ayaksız dosta doğru koşmaktır!
IV. Selâm’da son semâzenden sonra şeyh de semâ eder. Her semâzen sol ayağını (direk), yere dik basar, ama sağ ayağını (çark), sola, kalbine doğru döndürürken (çark atma) içinden “Allah” diye zikreder. Şeyh ve semâzenbaşı sağ ellerini hırkasının sağ yakasını yırtar gibi tutarak çâk-ı girîbân hâlinde, kol açmadan semâ eder (post semâı):
“Ayağını bastığın yer, âb-ı hayât çeşmesidir. Senin gönül verdiğin ay yüzlü sevgili döndükçe sen de gökyüzü gibi dön, dolaş. O hazretin etrafında dönüp duran bir canın var. Bu canın da o canın dönmesinden dönmektedir.” “O temizdir, güzeldir. O Hakk’ın hareminin incilerindendir.”21
Artık manevi miracını tamamlayan nefsin köleliğinden kurtulan derviş, “Ey mutmain olan (huzura eren) nefs! Sen O’ndan, O da senden razı olarak Rabb’ine dön.”22 neşesi içindedir.
IV. Selâm’da âyîn-i şerîf bestesinin sözlü kısmı bitince son peşrev ve son yürüksemâî ile ayinin besteli kısmı biter. Eğer özel bir durum var ise son peşrev ve son yürüksemâî çalınmaz; Itrî’nin bestelediği “Şem-i ruhuna cismimi pervâne düşürdüm” diye başlayan meşhur Niyâz İlâhîsi okunur ve son taksim yapılır. Taksim bitince şeyh de meydanın merkezinden (kutubhâne) yavaş yavaş postuna geçmiştir. Herkes baş kesip yer öperek olduğu yere oturunca, hânendelerden bir hafız Kur’ân-ı Kerîm okur. Genelde “Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır. Şüphesiz Allah Vâsi‘ (kudretli, ilmi ve merhameti her şeyi kuşatan, en cömert) ve Alîm’dir.”23 ayeti okunur:
“Her nereye başımı koysam secde edilen ancak O’dur. Altı yönde ve altı cihetten dışarıda mabut ancak O’dur. Bağ, gül, bülbül, güzel hepsi birer bahanedir. Bunların hepsinden maksat hep O’dur.”24
Duâ-gû Dede’nin özel usulde devletin ve ümmetin birliği ve dirliği için ettiği dua, tekbir ve salavatın ardından, Şeyh “Fâtiha,” der. Semâhânedekiler içinden fâtihayı okur, ayağa kalkılır. Şeyh “Hû diyelim.” dedikten sonra, hatt-ı istivâ üzerinden yavaş yavaş semâhâne kapısına ilerler ve semâzenbaşına ve neyzenbaşını yüksek sesle ayrı ayrı selam verir. Onlar da baş kesip son heceyi “Hûûû!” diye uzatıp selamı aldıklarında mukabele-yi şerîf sona erer. Bu şekilde semâ, Mevlevîlerden bize miras “Hayy’dan gelen Hû’ya gider.” atasözünde belirtildiği gibi Allah’tan geldiğimizin ve yine O’na döndürüleceğimizin25 hakikatini hatırlatır:
“Bizim gönlümüzü tutuşturan sadece Hû’dur ancak. Gideceğimiz yolu kısaltan Hû’dur ancak. Bütün insanlar hekim olsa yine derdime deva Hû’dur ancak”26
b. Şiir ve Musikinin Mukabelesi: “Semâ Âyîn-i Şerîfleri”
Hz. Mevlânâ’nın vecd hâlindeyken münferiden ve dervişleriyle merasimsiz, doğaçlama yaptığı semâ; oğlu Sultan Veled (v.1312) ve torunu Ulu Ârif Çelebi’den (v.1320) sonra tarihî süreçte gelişmiştir. Başlangıçta semâ; Hz. Mevlânâ’yı anmak vesilesiyle yapılırken zamanla, önce Pîr Âdil Çelebi (v.1460) sonra da Pîr Hüseyin Çelebi (v.1666) tarafından bugünkü şeklini almıştır. Sadece Sultan IV. Murad devrinde Kadızâdeliler’in tesiriyle 18 yıl yasaklanmasının haricinde (1666-1684); XV. yüzyıldan beri bugünkü şekliyle devam eden semâ mukabelesi; günümüzde bir tarikat zikri olmasının ötesinde, edebiyat ve musikimizin uyumunu sergileyen eşsiz sanat etkinliğidir.
Semâ mukabelesi, vakit namazının camideki şekliyle kılınmasının ardından mesnevihânın Mesnevî Şerhi sohbetinden sonra başlar. Itrî’nin rast makamında bestelediği Na’t-ı Mevlânâ, Ney taksimi, Devr-i Veledî’de çalınan Peşrev, Âyîn-i Şerîf ile Son Peşrev ve Son Taksim’den oluşur. Semâda en önemli bölüm olan “4 Selâm” boyunca çalınan eserlere âyîn-i şerîf denir. Rauf Yekta’ya göre “Mevlevî ayinleri sıradan eserler değildir, bunlar ruhani bir musikinin vecd ü hâl mahsulüdür.”27 Güftesi özellikle Hz. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr, Rubâîyyât ve Mesnevî’sinden, bazen de Sultan Veled, Ulu Ârif Çelebi gibi Mevlevî büyüklerinin Farsça şiirlerinden seçilen âyîn-i şerîfler; Dinî musikimizin önemli bir bölümü olan Mevlevî Âyîni formunu oluşturmuşlardır. Bazı âyîn-i şerîflerin içinde nadir de olsa Dîvâne Mehmed Çelebi, Ahmed Eflâkî, Şâhidî, Şeyh Gâlib gibi ünlü Mevlevî şairlerin Türkçe şiirlerinden bölümlere ve bazı Arapça şiirlere rastlanmaktadır. Süleyman Naifî’nin telif eseri olan Mesnevî Tercümesi’nden bazı bölümlerini; Alaeddin Yavaşça bestelediği Acem Âyîn-i Şerîfi’nin güftesi yapmıştır. Alaeddin Bey’in bu uygulaması konunun tek örneğidir. Yine de âyîn-i şerîflerde genel kaide, sadece Hz. Mevlânâ’nın Farsça şiirlerini bestelemektir.
Semâ, Hz. Ya’kub’un derdini ve devasını bilmek, Yusuf’a kavuşma kokusunu, Yusuf’un gömleğinden koklamaktır!
IV. Selâm sonunda genellikle güftesi Afyonkarahisar Mevlevîhânesi postnişini, Hz. Mevlânâ’nın 7. nesilden torunu olan ve “Sultan Divânî” olarak bilinen Dîvâne Mehmed Çelebi’ye28 ve segâh bestesi Itrî’ye ait olan “Niyâz Âyîni” okunur. Devr-i revân usulündeki Niyâz Âyîni güftesi şöyledir:
Şem-i rûhuna cismimi pervâne düşürdüm Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm Takrîr edemem derd-i derûnum elemim var Mevlâ’yı seversen beni söyletme gamım var
Bu güfteyi aşağıdaki güftesi ve bestesi İbrahim Gülşenî’nin halifesi Derviş Ömer’e ait şu yürüksemâî takip eder:
Dinle sözümü sana derim özge edâdır Dervîş olana lâzım olan aşk-ı Hüdâ’dır Âşıkın nesi var ise maşûka fedâdır Semâ safâ câna şifâ rûha gıdâdır
Aşk ile gelin eyleyelim zevk ü safâyı Göklere değin irgürelim Hû ile Hâyı Mestâne olup depredelim çeng ile nâyı Semâ safâ câna şifâ rûha gıdâdır
Ey sofu bizim sohbetimiz câna şifâdır Bir cur’amızı nûş edegör derde devâdır Hakk ile ezel etdiğimiz ahde vefâdır Semâ safâ câna şifâ rûha gıdâdır
Aşk ile gelin tâlib-i cûyende olalım Şevk ile safâlar sürelim zinde olalım Hazret-i Mevlânâ’ya gelin bende olalım Semâ safâ câna şifâ rûha gıdâdır
Bestekârı bilinmeyen dügâh, hüseynî ve pençgâh makamındaki en eski ayinlere beste-yi kadîm denir. Bestekârı bilinen ilk ayin, Kûçek Derviş Mustafa Dede’nin (v.1684) Beyâtî Âyîn-i Şerîfi’dir. Bunu Itrî’nin (v.1712) Segâh Âyîn-i Şerîfi; Şeyh Kutbunnâyî Osman Dede’nin çargâh, hicaz, rast, uşşâk makamındaki 4 âyîn-i Şerîfi ve Hammâmizâde İsmâil Dede’nin 7 âyîn-i şerîfi takip eder. 1925’te tekkelerin kapatılmasından sonra; Mevlevî ayinlerinin icrası yasaklansa da bestekârlar, dinî musikimizin bu en büyük formunda beste yapmayı prestij kabul etmişlerdir.29 Geçmişten günümüze yapılan âyîn-i şerîf bestelerinin sayısı 91’e ulaşmaktadır. Mevlevî semâı ve âyîn-i şerîflerin sanat değeri; geçmişte Batılı seyyahların ve oryantalistlerin de çok ilgisini çekmiştir, hâlâ da öyledir. Semâdaki sembolleri, dervişlerin performanslarını, dikkatle takip eden bu seyyahlar; semâın hakikatine seyirci Türklerden daha çok anlamaya kafa yormuştur, desek abartı olmaz. Kimileri, âyîn-i şerîflerin müziğini kendi kilise müzikleriyle mukayese ederken çoğu seyyah, semâ mukabelesini manevi vals olarak tanımlamıştır. Bazı seyyahlar da âyîn-i şerîflerin müziğini “Bir çam ormanındaki rüzgârın uzak mesafeden velvelesi” (T. Brown); “Açık denizlerin şarkısı” (Reinach); “İnce bir girdabın içinde yükselen bir dumanın hayali” (Rhoné); “Üsküdar mezarlığındaki selvileri arasında inleyişi” (V. Overbergh); “Yumuşak ve notaya alınması imkânsız bir nağme” (Robersart) gibi orijinal benzetmelerle ifade etmiştir.30 Bundan başka, Rus asıllı filozof, guru ve yazar G. I. Gurdjieff (v.1949); insan hayatının amacını sorgularken Doğu dinlerine merak sarmış; Hindistan, Tibet ve Mısır’da 20 yıl kadar dolaşmış ve en sonunda İstanbul’a uğramıştı. Gurdjieff’in Beyoğlu’nda kaldığı apartman, Galata Mevlevîhânesi’ne çok yakındı. Gurdjieff, burada arkadaşlarıyla semâ âyînlerini seyretmeye giderdi. Hatta Gurdjieff, semâın manevi atmosferinden o kadar etkilendi ki Sayyid Chant and Dance “Chess of Cello” adlı eserini besteledi.31
Mevlevî semâı bütün zarafetiyle ve yetiştirdiği kıymetli sanatçılarla hâlâ Türk-İslam medeniyetinin zirvesini temsil eden önemli bir sanat etkinliğidir. Her yıl Konya’daki Şeb-i Arus törenlerine yerli ve yabancı yüzlerce insanın katılması yanında, yurt dışında semâ ayinlerinin popüler olması bunun göstergesidir. Ancak, insanımızın bu etkinliklere giderken bile semâ ayinindeki tasavvuf sembollerine kayıtsız olduğu rahatlıkla fark edilebilir. Oysa şiir ve musikinin karşılıklı mukabelesi olan semâ seyrine giderken semânın tasavvufi sembollerine aşina olup okunacak âyîn-i şerîf güftesi metnini elde etmesi şarttır. Zira âyîn-i şerîfin icrasında okunan Farsça şiirleri anlamak zor olacağından güftenin Türkçe tercümesiyle semâı takip etmek manevi keyfi artıracaktır.
Semâ Hatıraları
Hz. Mevlânâ için ölüm, korku ve matem demek değildi. Onun için ölümü, sevgilisine kavuşan bir gelinin vuslat gecesi coşkusuyla karşıladı. Bu yüzden Hz. Mevlânâ’nın vefat ettiği güne Şeb-i Arus denir. Mevlevî dervişleri de Pîrleri Hz. Mevlânâ’nın yolunda ölümü Allah’a kavuşma günü olarak görmüş, düğün sevinciyle karşılamışlardır. Mesela, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Kemal Ahmed Dede (v.1601) bir mukabele günü irşad kürsüsünde Mesnevî şerhi yaparken veda eder gibi ölümün sevgiliye vuslat olduğundan bahsediyormuş. Ardından yapılan semâ esnasında manevi ilhamla “İrcîi/Rabbine dön” ayetini kulağına fısıldamışlar. Ölümünü hisseden Kemal Ahmed Dede, dervişlerine veda etmiş ve sonra izin isteyip dışarı çıkmış. O gece sabaha kadar ibadet etmiş, derken sabah abdestini almış ve “terk-i semâhâne-yi âlem” ile vefat etmiş:32
“Biz şarabı gönlümüzün kanından içeriz. Kendi beden küpümüzde şarap gibi coşarız. O şaraptan yarım kadeh içmek için canımızı veririz. Biz başımızı veririz de o şarabın bir yudumundan vazgeçmeyiz.”33
Hammâmizâde İsmâil Dede’nin talebesi büyük bestekâr Zekâî Dede (v.1897), bir gün Mustafa Fazıl Paşa’nın huzurunda paşanın çok sevdiği Şevkütarâb Âyîn-i Şerîfi’ni okumuştu. Paşa, üstadı taltif ve takdir ettikten sonra “Dedem, Sûzidil makamını ne kadar çok sevdiğimi bilirsin. Geçen gün bir zat, sûzidil makamının âyîn-i şerîf bestelemeye pek müsait olmadığını söyledi. Sebebini sordum, davasını ispat edecek mantıklı bir delil bulamadı. Sûzidil makamından bir âyîn-i şerîf bestelesen pek makbule geçer.” dedi. Paşa’nın teşvikiyle Zekâî Dede üç dört gün içinde Sûzidil Âyîn-i Şerîfi’ni besteleyip Mustafa Paşa’ya okudu.
Bir seferinde de Yenikapı Mevlevîhânesi postnişini Osman Salahaddin Dede, (v.1887) müntesibi olan Zekâî Dede’yi huzuruna çağırdı ve bir âyîn-i şerîf bestelemesini rica etti. Zekâî Dede beste için hangi güfte ve makamı düşündüklerini sorduğunda Şeyh Efendi “Orasını Hz. Pîr efendimizden soralım,” deyip Dîvân-ı Kebîr’den tefe‘ül etti ve “Ey çeng perdehâ-yı sipâhânem ar-
zûst/V’ey nây nâle-i hôş-i sûzânem arzûst” yani, “Ey saz! Isfahan perdesini istiyorum. Ey ney! Yakıcı hoş bir nağme istiyorum.” matlalı gazel rast geldi. Zekâî Dede eserin bir kısmını hemen o gün besteledi ve meşhur Isfahan Âyîn-i Şerîfi ortaya çıktı (1885).34
“Bu gece sevgili bize sırrını açtı. Ey gece, sen ne kadar güzel ve uğurlu bir gecesin! Ömrün uzun olsun!”35
Osman Salahaddin Dede’nin oğlu Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Mehmed Celaleddin Dede (v.1908) vefatından iki sene evvel, cuma geceleri şeyh dairesinin büyük odasında Mesnevî şerhi yaparak Sipehsalar’ın Farsça Menâkıb’ını okutarak tarikat usul ve erkânına dair nice hakikatleri açıklardı. Rahatsızlanmadan evvelki son dersinde “Hemçün ba‘ad ecel bâ-ârifân/Nerm şüd hemçün nesîm-i Yûsufân yâhûd Gülistân” beytini şerh edip dersi bıraktı.36 Hastalığı ilerlediği hâlde kendi bestelediği Dügâh Âyîn-i Şerîfi bir semâ mukabelesi sırasında okunurken zayıf bünyesi pek ziyade müteessir oldu ve ağladı, posta çöküverdi. Semâ adabı gereği şeyh efendinin hissî zaaf göstermesi makbul değildir. Bu nedenle o günden sonra semâhaneye girmedi.37
“Kâmil bir sufi fenafillah yolunda varlık denizinden rüzgâr gibi geçti. Fakat, onda varlıktan kıl kadar bir şey kalmıştı. İşte o ufacık şey yokluğun peşindeki kâmil kişiye küfür alameti olan zünnar gibi göründü.”38
Salih Dede, Bahariye Mevlevîhânesi neyzenlerinden uzun boylu güçlü kuvvetli bir zattı. O kadar şakacıydı ki semâ mukabelesi esnasında mutrıbdaki âyînhân ve neyzenlere dilini çıkarır, komik işaretler yapardı. Mert ve cesurdu; daima yüksek sesle konuşur, üflediği neyin sesi uzaklardan duyulurdu. Bir gün kendisini kızdırmak için “Salih Dede, senin neyden ses çıkmıyor, iyi üfleyemiyorsun.” dediler. Salih Dede “Hadi oradan…, Galata Kulesi’ne başpâre takılsaydı onu da üfler, ortalığı zangır zangır titretirdim.” demişti.39 “Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki, o vakitte ne Allah’a yakın bir melek, ne de bir peygamber aramıza giremez!” hadîs-i şerîfinde buyurulduğu gibi semâ, bir sırdır! İşte, meleğin bile sığmadığı o yere, vasıtasız varmaktır!
“Güzelim! -Bana akıllı bir kul gerek, buyurdun. Lakin seni görende akıl mı kalır?”40
1 Şefik Can, Hz.Mevlânâ’nın Rubaîleri, c.II, (r.1817); c.I, (r.530). 2 Ahmed er-Rufâî (ö.1183), el-Burhânu’l Müeyyed Tercümesi’nden aktaran: Uludağ, Musıkî ve Sema, s.333. 3 Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s.514-530. 4 Mehmed Nazmî, Hediyyetü’l-İhvan, s.529. 5 Bkz. Semih Ceyhan, “İsmail Ankaravî’ye Göre Mevlevî Mukabelesindeki Tasavvufî Remizler”, s.34-42. 6 Can, Hz.Mevlânâ’nın Rubaîleri, c.II, (r.1018). 7 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c.II, (g.CCII), s.231; (g.LXXXV). 8 Can, Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, c. IV, (g.1734). 9 Ahzab/56. 10 “(Yaratmayı istediği şeye sadece) “Ol!” der. Hemen oluverir.” (Bakara/117, En’âm/73, Nahl/40, Yâsîn/82) 11 Can, a.g.e., c.II, (r.213). 12 Zümer/68, Kaf/42. 13 Can, a.g.e., c.I, (r.1670). 14 a.g.e., c.II, (r.1692), s.120. 15 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c.I, (g.LIV). 16 a.g.e., c.V, (g.CXXXIII). 17 Can, Hz.Mevlânâ’nın Rubaîleri, c.II, (r.1484). 18 a.g.e., c.II, (r.1407). 19 (r.1178). 20 (r.1985). 21 a.g.e., c.I, (r.302); (r.284). 22 Fecr /27-28. 23 Bakara /115. 24 Şefik Can, Hz.Mevlânâ’nın Rubaîleri, c.I, (r.337), s.75. 25 Bakara/156. 26 Mehmet Kanar, “Farsça Güfteli Bazı Âyîn–i Şerîfler”, s.198. 27 Rauf Yekta, Esâtiz-i Elhân, s.163. 28 Mehmet Sarı-Yusuf İlgar, Sultan Dîvânî ve Afyonkarahisar’da Mevlevîlik, s.113. 29 Mesela H.Sadettin Arel (ö.1955) farklı makamlarda 51 âyîn-i şerîf bestelemiştir. 30 Bkz. Rıza Duru, Mevlevinâme: Batılı Seyahatnamelerinde Mevlevilik.. 31 Uğur Işık, Chess of Cello, Kalan Müzik CD. 32 Mehmed Ziya, Yenikapı Mevlevihanesi, s.111; Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, c.5, s.231. 33 Şefik Can, Hz.Mevlânâ’nın Rubaîleri, c.II, (r.1523), s.91. 34 Mehmed Ziya, a.g.e., s.293-295. 35 Can, a.g.e., c.II, (r.1052), s.12. 36 Mehmed Ziya, a.g.e., s.207, 195. 37 a.g.e., s.195; İbnülemin M. K. İnal, Hoş Sadâ, s.110. 38 Şefik Can, a.g.e., c.I, (r.863), s.164. 39 İbnülemin M. K. İnal, a.g.e., s.199. 40 Şefik Can, a.g.e., c.I, (r.703), s.136.