9 minute read
Üvey Edebiyat
from Sabah Ülkesi 66
by un-it
Selman Bayer ÜVEY EDEBİYAT
iskyhlos meşhur üçlemesi Oresteia’da güçlü bir intikam hikâyesi anlatır. Hikâyeye göre Agamemnon Troya savaşı sonrası memleketine döndüğünde büyük bir sürpriz onu beklemektedir. Karısı Klytaimnestra Agamemnon’un on yıla varan yokluğunda Agamemnon’un kuzeni Aigisthos’la birlikte ülkenin yönetimini ele almıştır. Dahası aralarında bir aşk ilişkisi de vardır. Kendince haklı sebepleri vardır. Agamemnon’un Troya zaferi için kızını tanrılara kurban etmesi bunlardan biridir. Klytaimnestra belirli bir plan dâhilinde kocasını güzelce karşılar. Vakti gelince de kocasını vahşice öldürür. İktidarı almıştır fakat önünde bir engel daha vardır: Agamemnon’dan olan oğlu Orestes. Onu da vakit kaybetmeden sürgüne yollar. Diğer kızı Elektra’yı ise üvey kızıymış gibi sarayda büyütür.
Advertisement
Aradan on yıl geçer. Orestes intikam için dönmüştür. Kardeşi Elektra’yla birlikte bir intikam planı yapar ve planın sonunda annesi Klytaimnestra ve amcası Aigisthos’u öldürür. İntikam alınmıştır. Lakin bu sefer Orestes’in başı beladan kurtulmaz. İntikam tanrıçaları olan Erinyesler Orestes’i neredeyse delirtirler. İskender Savaşır’ın deyimiyle, sözleşmeye dayalı modern toplumun sözcüsü Olymposlu tanrılarla kan bağlarının koruyucusu intikam tanrıçaları olan Erinyesler arasındaki gerginlik de böyle başlar.
Orestes Erinyeslerin hışmından kurtulmak için Atina kralı Theseus’tan yardım ister. Theseus hemen bir mahkeme kurar. Olay soruşturulur, muhataplar çağrılır. Hem Orestes hem Erinyesler dinlenir. Artık karar vaktidir. Bir taraf babasının intikamını aldığı için Orestes’i takdir eder, diğer taraf ise intikam tanrıçası Erinyesleri haklı bulur ve annesine kıyan Orestes kesinlikle cezalandırılmalı der. Oylama yapılır fakat bir sonuca ulaşılmaz. Atina benim şehrim diyerek Athena devreye girer ve oyunu Orestes’ten yana kullanarak eşitliği bozar. Bunun üzerine Athena kan bağlarının koruyucusu olan Erinyeslere dönerek kan davası gütmeyi bırakmaları gerektiğini ve kurulan yeni düzende yeni adlarıyla hayatlarına devam etmeleri gerektiğini salık verir. Athena’nın teklif ettiği isim manidardır: Eumenides. Eumenides, iyi huylu, aklıselim manalarına gelir.
Defter dergisinin en önemli isimlerinden, psikoterapist İskender Savaşır Aeskhylos’un bu meşhur hikâyesine üveylik zaviyesinden bakar. Bu yüzden de annesini öldüren Orestes’in beraat etme sebebine yoğunlaşır. Babasını intikamını almak için annesini öldüren bir çocuğun motivasyonu nedir? Toplum bu cinayete nasıl bakar? Bütün bu soruların akabinde ortaya çıkan sonuç bellidir. Orestes’in suçu annesine göre daha hafiftir. Çünkü karı koca arasındaki ilişki sözleşmeye dayalı bir ilişkidir. Doğrudan toplumu ilgilendirir ve toplumla mukayyettir. Oysa anne ile çocuğu arasındaki ilişki doğal bir ilişkidir. Doğanın ilkeleri ve yönelimleri üzerinden devam eder. Sözleşme bilinçli bir şekilde ortaya çıkan, bir karar neticesinde hayata geçirilen bir şeydir. Yani ortada tarafların hür iradeleriyle altına imza attıkları bir ahit vardır. Doğanın dışında bir ilişkidir ve rasyoneldir. Hülasası, insanı doğasından ayırarak, onu aşmaya zorlayarak insan yapan şeydir, sözleşme. Hâliyle sözleşme ihlal edildiğinde insanı insan yapana şey hedef alınmış olur.
Savaşır bütün bu hikâyeyi anlattıktan sonra kendi kişisel üveylik tecrübelerini de ekleyerek üveyliğin bir erdem olduğunu söyler. Elbette ki epey yaratıcı bir şekilde kelimenin manasını zenginleştirerek yapar bunu. Üvey her ne kadar içeride de olsa doğal olanın dışında bulunandır. Bu anlamda önemli bir avantaja sahiptir. Doğasına yönelik ya da doğasından kaynaklanan zaaflardan emin bir mesafede bulunur. Daha makul ve aklıselim bir zaviyeden hareket etme imkânına sahiptir. Savaşır’ın kastettiği erdem tam da buradadır. İlişkinin doğasına yabancı bir dışarılıkla yaralanmış olsa da sıhhatine sebep olabilecek bir bakışla donanmıştır. Çünkü üvey, duygusallığın köreltici etkisinden azadedir. Ahdine sadık kaldığı ölçüde de, mesafenin hissizleştirici soğukluğundan emindir.
Üveylikten kasıt doğaya değil sözleşmeye dayalı bir ilişkinin varlığıdır. Burada bir rüşt ve ahit olduğu için sorumluluk da doğrudan muhatapların üzerinedir. Yani cezai ehliyete muktedir ve maliktir. Bunun muhatap olduğu kişiye, kuruma ya da topluluğa bakışı sağlıklı bir hâle getirdiği ve sınırları belli olmayan bir duygusal ilişkinin kaotik yakınlığında kaybolup gidecek bireyi güçlü kıldığı aşikârdır. Ferasetin ihtiyacı olan mesafeyi koyabilmek, kemalin gereği olan kendine dışarıdan bakabilmek ve en mühimi beşerden insana giden yolun pusulası olan doğanın dışında/ üzerinde hareket edebilmektir bu. Yani üveyliktir.
Üveylik, bu anlamıyla, İbn Bacce’nin, Fârâbî’nin aksine, olumlu anlamda kullandığı nevabit kavramını çağrıştırır. Kısaca izah etmek gerekirse, çözülmeye yüz tutmuş bir toplumda sahip olduğu değerlerin üzerine titreyen ve bunun için yalnızlaşmayı göze alan manasına gelen nevabit de aynı erdemin taşıyıcısıdır. O da üvey gibi kendisini zehirleyecek asabiye/ doğayla arasına bir mesafe koyar. Toplumun içerisinde olduğu hâlde o toplumun teslim olduğu doğanın ya da asabiyenin dışında konumlanır. Bu mesafenin sağladığı aklıselim alanda düşünür ve eyler. Aynı zamanda ve en mühimi o emniyetli mesafenin verdiği konfor ve biricikliğini keşfetmiş olmanın sağladığı güvenle içinde yaşadığı toplumun yanlışlarını bihakkın dile getirir. Çözülmüş bir toplumun genel hâline yönelik bu eleştirilerin aykırı olarak değerlendirileceği muhakkaktır. Bu da nevabiti yalnızlığa sürükler. Aykırılık, eleştirel akıl ve çözülmenin en temel semptomlarından olan ahlaki çürüme ve düzensizliğe dair eleştirel söylem bizi doğrudan üveylik hâline götürür.
Sahip olduğu ya da vadettiği erdem potansiyeli sadece bireyler arası ilişkilerde değil kurumlar arası ilişkilerde de hayati bir rol üstlenebilir. Bu yazıda, söz konusu hayati rolün edebiyatın zaviyesinden nasıl değerlendirilebileceğini tartışacağız. Daha açık ifadeyle, İskender Savaşır’ın “Üveylik erdemdir.” tezinden yola çıkarak üvey bir edebiyatın imkânını sorgulayacağız.
Edebiyat, insanın zaman ve mekânı aşmak düşüncesiyle insan hayatına açtığı bir penceredir. O pencereden içeriye ya da dışarıya, insana ya da topluma, geçmişe ya da geleceğe dair mütemadiyen devam eden bir aktarım olur. Hayatın her safhasını gözlemleyen ve bunu kaydedebilen ama hayatın tam ortasında olmayan, olamayan bir imkân olarak edebiyat bütün görkemine rağmen insanın en mütevazı rehberlerinden biridir. Pencere örneği özellikle verilmiştir. Pencere evin mütemmim cüzü olsa da temel rükünlerinden sayılmaz. Çünkü pencereden bakmak doğrudan bir eylem değildir. Çoğu zaman bir boş zaman etkinliği, bir dinlenme ameliyesi, eylemden, düşünceden kaçış ya da eyleme, düşünceye hazırlık arayışı olarak okunabilir. Edebiyat da tarih boyunca bu şekilde değerlendirilmiştir. Yalnızca bugün değil geçmişte de “boş zaman etkinliği” ithamına maruz kalmıştır. Yine de edebiyat, insana dair sırrı zamanda ve mekânda bozulma tehdidine karşı kurguyla harmanlayarak koruyan bir şifadır. Dün olduğu gibi bugün de insana ve topluma dair en mükemmel kayıtları tutmaktadır. Bugünün dünyasında kültürel ortamın fazlasıyla kaotik hatta hastalıklı olduğunu söyleyebiliriz. Elbette edebiyat da bundan nasibini almaktadır. Siyasi kamplaşmalardan, mesleki hastalıklara, sektörel sıkıntılardan, ezelî kanonsuzluğumuza kadar birçok problemin edebiyatın göğünü kararttığı bir zamanda olduğumuz inkâr edilemez. Dahası, edebiyatın, maddi olanaklar bakımından en zengin devrini yaşamasına rağmen, küskün ve bilenmiş bir kamplaşmaya ya da fazlasıyla konformist bir gevşekliğe dönüştüğünü görmek de ayrıca hüzün verici. Bu dönüşümün yalnızca edebî mahfiller arasında değil bizatihi edebiyatın türleri arasında yaşanması da trajikomik. Bütün bu karmaşanın üzerine bir de fazlasıyla güdümlü ve daha çok gerilla savaşı şeklinde yürütülen kültürel iktidar mücadelesi eklenince ürküten bir kıyamet tablosunu izler gibi oluruz. Oysa yukarıda da zikrettiğimiz gibi edebiyat bir şifadır. Usta ellerden tevarüs edilen ve daha çok biricik bir tecrübenin sağlıklı aktarımı ve yorumuyla sürekli kendini var eden bir şifa. Bugün o şifa imkânı da heba edilmekte. Bunda edebiyatının muhataralı serüveni kadar hâkim politik ortamın etkisini de zikretmek elzem.
Edebiyatın güncel politika ve onun icracılarıyla olan ilişkisi tarih boyunca var olan bir durumdur. Geleneksel dönemdeki patronaj sisteminden, resmî otoriteye isyanın ateşli sözcülüğüne, ulus devletin kafa kâğıdını mühürleyen millî edebiyatlardan muhalif kimliğe ruhunu kazandıran muhtelif edebiyat biçimlerine, kapitalizmin patentini elinde bulundurduğu küresel edebiyattan kıyıda kenarda boy gösteren anakronik romantik edebiyatlara kadar birçok farklı şekilde tezahür etmiştir. Hâliyle muvafık ya da muteriz birtakım politik hususlarda taraf olması kaçınılmaz. Çünkü edebiyat bizzat hayatın içindedir ve o hayatın sırrıyla şerbetlenmektedir. Onun sözcülüğünü üstlenen, neferi olan her yazar da aynı kadere mahkûmdur. Bunu kabul etmek de, bundan kaçınmak da bu kaderin içindedir. Fakat, edebiyatın, politikanın aktörleri ve onun türevleriyle olan yakın ilişkisi edebiyatın bağışıklık sistemini hedef aldığı için doğrudan kaderini etkilemekte. Çünkü edebiyatı tamamıyla farklı angajmanlar ve rollere sahip aktörlerin güdümüne sokmak onun hayat damarlarını kesmek manasına gelir.
Edebiyatın kendi keskin diyalektiğinden değil de muhatap olduğu kurumların zoruyla dâhil olduğu tartışmaları hatırlayabiliriz. Edebiyatın millî karakteri, kendisine verilen isim, diğer edebiyatlarla olan ilişkisinin
her ne kadar fazlasıyla cılız tartışmalar olarak görünse de edebiyatın yolunu kestiği açık. Edebiyatın usule ya da esasa dair temel meseleleri hâlâ etraflıca tartışılmayı beklerken böylesi bir angajmana yenik düşmesi makus bir talih olarak okunabilir. Süregelen yayın hareketliliğinin dışında dünyaya kayda değer bir söz söyleyebilmek anlamında bir edebiyatını mevzubahis etmek varken tabiri caizse kafatasını ölçmeye cüret etmek ya da gereksiz bir politik savaş için cepheye sürmek en hafif ifadesiyle entelektüel körlük olarak telakki edilmelidir. Elbette, edebiyatın politikayla olan ilişkisi kaçınılmaz. Burada olması gereken iki müstakil kurumun kendi usul ve esasları doğrultusunda yürüteceği sağlıklı ve mesafeli bir ilişkidir. Muhataplarının, asabiyenin getirdiği körlükten sakınarak daha çok edebiyatın bağımsızlığını göz önünde bulundurmaları gereken bir sözleşme şarttır. Bu da bizi üveyliğe getirir. Asabiyenin ya da doğanın manipüle ettiği değil sözleşmenin çizdiği bir çerçevede, müstakil, müstağni ve muteriz bir edebiyatın kazandıracakları yalnızca edebiyat için değil toplum için de hayatidir. Bu imkânın edebiyattan başka hiçbir kurumun açamayacağı zaviyeleri tahkim edeceği, zamanın ve mekânın yıpratıcı etkisinden koruyacağı muhakkaktır.
Burada bir apolitizasyon tavsiye edilmemektedir. Edebiyat insanın kaderiyle mukayyettir. Hâliyle politik olandan kaçınabilmesi söz konusu değildir. Lakin politik olanla ilişkisini kontrol edebilmesi, buna dair bir tavır geliştirebilmesi asaleti gereğidir. Edebiyatın bu ilişkinin handikaplarını bertaraf edebilmesi için bu tavır elzemdir.
Edebiyatın üveyliğini savunmak, aslında toplumla devlet arasındaki sözleşmeyi hatırlatmak, muhataplara hakkını vermek demektir. Jung’un anneden kurtulma bahsinde söylediği gibi elzem olan kendiliğe yönelmektedir. Edebiyatın anne/vatan, baba/ devletle olan ilişkisinde kendisine yönelebilmesi için de bu üveyliğe ihtiyacı vardır. Vatanın bir ana ya da devletin bir baba olduğu söylemini hatırladığımızda edebiyatın nereden kurtulması gerektiği de açıkça ortaya çıkmış olur. Çünkü edebiyatın bunca açıklığına rağmen maddi otoritenin güdümüne girmesi onun ölümü demektir. Freud’dan beri babalığın bir kastrasyon olduğunu biliyoruz. Bu anlamda üveylik yalnızca edebiyatın değil, sağlıklı bir toplumun ve devletin hayatiyetinin de garantisidir.
Edebiyat yapısı ve tarihi itibarıyla medeniyetin göstergesidir. Asabiyenin, doğanın hâkim olduğu yerde aslına rücu ederek, kendinde ısrar ederek medeniyetin sözcülüğünü yapması gerekir. İskender Savaşır, Yunanların, ancak doğalarına aykırı davranmaya başladığında erdemli olabildiğini söylemişti. İbn Haldûn’un nazariyesini hatırlamanın tam zamanıdır. Asabiyenin toplumu zehirlediği yerde edebiyat da üzerine düşeni yapmakla mükelleftir. Çünkü erdem bunu iktiza eder. Medeniyet de tam burada başlar. Asabiyenin törpülendiği, doğanın tahakkümün sınırlandığı ve akrabalık bağlarının yerini adil bir sözleşmenin aldığı yerde. Edebiyatın rüşdünü ispat etmesi buna bağlıdır. Bu ispat isyandan ziyade kendini gerçekleştirme sürecidir. Edebiyatın soylu ve köklü geçmişi onu nüfuzuna almakta ısrar eden bir otoriteyi kabul etmeyecek kadar geniştir. Böylesi bir otorite ısrarı edebiyatı evcilleştirecek, onu uyuşturacak bir tehdittir. Edebiyatın bir isyanı varsa tam da bu tehdide karşı kendiliği savunmak adınadır. Bu da doğanın kolaylıkla manipüle edilebilecek belirsizliği ve ürküten kaosuna karşı insanın hendesi düzenini temin eder. Bu düzen medeniyetin ta kendisidir.
Medeniyet eleştirinin özgürlüğüdür. Edebiyat da bu özgürlüğün mümkün olduğu kadarıyla serpilir, boy verir. Edebiyatın eleştirinin ağırlığını ve sorumluluğunu üstlenebilecek derinliğe sahip olduğu su götürmez. Diğer sanat türlerine nazaran yüzlerce yıllık geçmişe sahip, tarihin ve dilin en kıdemli temsilcisi olan edebiyatın bu köklü geçmiş ve derin tecrübenin getirdiği özgüvenle eleştirel kimliği hakkıyla taşıyabilir. Bu aynı zamanda nitelikli ve seviyeli bir eleştirinin imkânı demektir. Bu imkân sayesinde edebiyat şifacı özelliğini devreye sokar, medeniyeti tahkim eder.
Stove’un meşhur Tom Amcanın Kulübesi bu anlamda mühim bir örnektir. Amerika’daki köle karşıtlarının kutsal kitabı olarak bilinen bu romanın Amerikan rüyasına etkisi yadsınamaz. “Hayal gücünün statükoya ayak direyen bir yanı vardır,” diyordu Eagleton. İncil’den sonra en çok okunan kitap olarak bilinen bu kitap sayesinde köleliğe karşı özgürlüğün mücadelesinde büyük bir başarı elde edilmiştir. Hayal gücünün temel yakıtı olduğu edebiyatın başarısıdır bu. Hatta tarihî açıdan önemli olan bu romanın edebî anlamda o kadar yüksek bir seviyesi olmamasına rağmen. Yine de bir edebî eserin kastettiğimiz manada kendisine yönelttiği eleştiriyle neleri başarabileceğine ya da harekete geçirebileceğine dair manidar bir örnektir. Eleştirel özgürlük, üvey bir edebiyatın nadide bir örneği olarak gösterilen bu vasat kitaba dahi tarihî bir hüviyet kazandırabilmiştir. Bu, doğasına teslim olan maddi otoriteye karşı edebiyatın olduğu kadar kendisinde ısrar eden asabiyeye karşı başkasının da hakkını gözeten medeniyetin başarısıdır.
Eagleton’la bitirelim. “Edebî eserin siyasi işlevi, belediye binasında öfkeli bir tiyatro seyircisine yol göstermek değil, onun içindeki faşistten bizi korumaktır,” diyordu. Bu ihtimal ancak belli bir mesafe ve müstakil bir duruşla mümkündür. İşte bu mesafe ve duruşun rengini verdiği edebiyata üvey edebiyat diyebiliriz.