Parrhesia E-dergi Genel Yayın Yönetmeni Üstüngel Arı Kocaeli Üniversitesi Arkeoloji / Felsefe – öğrencisi ustungel_ari@yahoo.com Yayın Kurulu / Editörler Onurcan Yılmaz Psikolog onurcanyilmazz@hotmail.com Levent Kaan Gündoğdu İstanbul Üniversitesi Hukuk – Öğrenci leventkaan_1@hotmail.com Eren Öztürk Ankara Üniversitesi Halkla İlişkiler Mezunu ernoztrk@gmail.com
Parrhesia Dergisi, senede altı sayı olarak yayınlanan (yayınlanması planlanan) bir edergidir. Dergimize gönderilen yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. (Bkz. Yazım ve Yayın Kuralları) Web: http://www.parrhesiadergi.net/
İçindekiler Üstüngel ARI Biz Kimiz?..............................................................3 YAYIN KURULU Parrhesia Yayın İlkeleri ve Amaçları ......................4 Onurcan YILMAZ Eleştirel Bir Bakış Açısıyla Bilimsel Araştırmanın Özellikleri ..........................5 Üstüngel ARI Nesnel Bir Tarih Mümkün Mü?............................10 Hande ONAVLIK İdeolojik Araç Olarak Çeviri: Değişen Türkiye’nin Değişen Dili .......................16 Ferit ENDER Mekanik Tasarım ve Eylem Gerekliliği ...............19 Sapphİnanna Birinci Yeni ve Orhanlı Velilikler .........................20 Levent Kaan GÜNDOĞDU / Röportaj Hayatlara Dokunabilen Dürümcü: Haluk Abi ......24
E-mail: parrhesiadergi@yahoo.com
İ. Taylan DURDU / Öykü Aynadaki Adam ....................................................27
Facebook Grubumuz: http://www.facebook.com/groups/452084778141 082/
Yazım ve Yayın Kuralları .....................................30
Çıkış tarihi: 08.07.2012
2
Biz Kimiz? Dergimizin ilk sayısından hepinize merhaba diyerek başlamak istiyorum sayın okurlar. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, şuan bu yazıyı dergimizi yayınlamadan birkaç saat önce yazıyorum ve bundan dolayı da diğer yayın kurulu üyeleri de tıpkı sizler gibi ilk kez okuyacaklar/okuyorlar. Haliyle aşağıda, belki de onlar tarafından onaylanmayacak şeyler yazabilecek olmam dolayısıyla belirtmek istiyorum ki, bu sayfada anlatılacak olan “biz”, topluca yayın kurulunu anlatan ve hepsinin onayladığı bir “biz” değil, -kendi adıma- benim gözümden bir “biz”dir. Efendim hiç kuşkusuz ki hepimiz her zaman ve her yerde birçok konu hakkında birçok şey söylüyoruz, birçok şeyi eleştiriyor, birçok şey hakkında yorumlar yapabiliyoruz. Ama iş kendin hakkında konuşmaya, yani kendini tanıtmaya geldiğinde, sanmıyorum ki hiç bir duraksama yaşamadan rahatlıkla direkt olarak “ben bu bu bu”yum diyebilelim. Benim de kendi adıma şuan yaşadığım hissiyat budur. Çünkü hakikaten; kimiz yani biz, neyiz? İnsanın bir durup düşünmesi gerekiyor bu soruyu cevaplayabilmek için. (Yazar o sırada durur ve düşünür) Efendim biz, -yani Parrhesia E-dergi ekibiöncelikle genç adamlarız. Yaşları 22-24 arasında değişen dört kişilik çekirdek bir ekibiz. Biz okuyan gençleriz, yazan gençleriz. Ama öncelikle, soran gençleriz. Soruyoruz, “biz kimiz?” diyoruz. Biz –diğer arkadaşlarım katılacaklar mıdır bilmiyorum ama kendi adıma- mutsuz adamlarız. Mutsuz insanlarız. Çünkü sorunlarımız var. Sistemle, düzenle, hayatlarımız ve geleceklerimizle ilgili sorunlarımız var. Başarı nosyonuyla ilgili sorunlarımız var; insanların başarı ve “bir şeyler yapmak” algısıyla ilgili sorunlarımız… Biz işte tam da bu algılara karşı, bu algılara rağmen “bir şeyler” yapıyoruz. Şuan da “bir şey” yaptık. Önümde hazır şekilde duran 30 sayfalık “bir şey” var. Ve emin olun, şuan okuduğunuz bu yazı kadar kötü olmayan bir 30 sayfa var önünüzde. Nitelikli, içerikli “bir şey” var. Ama asıl soru şu; “neden var?” Biz yazmasak yazılmayacak mıydı bunlar? Biz düşünmesek düşünülmeyecek miydi? Elbette yazılacaktı ve düşünülecekti. Peki -gördüğünüz gibi hala soruya cevap verebilmiş değilim- öyleyse neden yapıyoruz bunu, neden biz yapıyoruz, “kimiz biz?” Yanılmıyorsam bundan 6-7 yıl kadar önceydi. Lise 2’deydim ve yine bir grup arkadaş duramadık yerimizde. Dedik, bir şeyler yapmak lazım. Ne yapalım? Dergi yapalım. Tamam. Yaptık. Hem de basılıydı. Yani bir sürü para gerektiren kağıt, baskı, matbaa işleri... Ama yaptık. 500 adet basıyorduk. Parasını harçlıklarımızdan denkleştiriyor ve sırf okunsun diye bedavaya dağıtıyorduk, ama inanın, okunmuyordu. Belki çocukça bulunuyor, belki de anlaşılmıyordu. Ama okunmuyordu. 4 ay dayanabildik ve battık. Ama yaptık. “Bir şeyler” yaptık. Cızırtı’ydı adı. Alt başlık; Yaşamın Tüm Aykırı Sesleri... (Uzattım biliyorum ama toparlayacağım) Şuan tozlu rafların altından çıkarttım ve elimde tutuyorum Cızırtı’nın ilk sayısını. Çıkış sayımızda şunları söylemişiz: “Karanlık günler geçiriyoruz. Karanlığın aydınlatılması için ise ne silah ne de kan gerekir. Bizleri aydınlatacak olan tek ve yegane ihtiyaç, bilgidir. Biz bu dergiyi; insanların göz kapaklarını kaldırmak, etrafa kocaman kocaman bakmalarını sağlamak ve bir nebze olsun bilgilendirmek için çıkartıyoruz. Çünkü paylaşıyoruz. Paylaştıkça çoğalacağına inanıyoruz. Çoğaldıkça gelişeceğine, geliştikçe düzeleceğine, düzeltikçe seviye atlayacağımıza..” Şimdi bugün aradan geçen 6-7 yılın ardından tekrar bu dergiyi elime alınca fark ettim ki, aslında bugün de bir e-dergi olarak bu platformda yapmaya çalıştıklarımız çok da farklı şeyler değil. Bizler değiştik. İlgilerimiz, eğilimlerimiz, düşüncelerimiz, fikirlerimiz.. Hepsi değişti. Ama aslında “hiçbir şey” değişmedi. Ne o karanlık günler ne de açmaya çalıştığımız göz kapakları... Etrafa kocaman kocaman bakmanız dileğiyle sayın okur...
Üstüngel Arı
3
Parrhesia Yayın İlkeleri ve Amaçları Dergimiz, ileriye yönelik -akademik olsun ya da olmasın- bir amaç belirlemiş, bir şeylere karşı “derdi olan”, bir şeyleri kendine “dert edinmiş” fakat buna karşın kalıplaşmış düşünceler ve bakış açıları ile sınırlandırılmış olmaları dolayısıyla seslerini duyurarak etkin bir paylaşım içine girememiş olan insanların, yayın alanında kendilerini geliştirebilmeleri ve pişebilmelerini sağlamak amaçlı bir ön-hazırlık / ön-deneyim platformudur. Dergimiz, akademik kariyer peşinde koşan “sektör kafasındaki” insanlardan ziyade, etik bir duruşu olan, hakikaten bir “derdi” olan ve bunu ifade etme zorunluluğu hisseden herkese açıktır. Yani temel amacımız, kendi hayatına dair geniş bir bakış açısı geliştirmek isteyen insanlara hitap etmek ve bu bağlamda bir “derdi” olan insanlara, kendilerini yazınsal düzlemde ifade edebilmelerine olanak tanıyacak bir platform oluşturabilmektir. Bilgi kirliliğinin ve bilginin metalaştırılmasının söz konusu olduğu bir dönemde, var olan bu durumun aksine -olabildiğince- akademik bir tarz benimseyerek ve yeni bilgi üretimini savunarak bu işe giriyoruz. Bu süreç elbette ki bu oluşumun sahiplenilmesi ile doğru orantılı bir şekilde ilerleyecektir. Akademik geçmişi, bilim insanı olmanın bir göstergesi olarak kabul etmeyen bizler, akademinin hiyerarşik yapılanmasına karşı, sıfatsız-unvansız insanların bilgi üretme ve arayı-
4
Akademik geçmişi, bilim insanı olmanın bir göstergesi olarak kabul etmeyen bizler, akademinin hiyerarşik yapılanmasına karşı, sıfatsız-unvansız insanların bilgi üretme ve arayışına cevap vermek ve dolayısıyla düşüncenin kabul görmesine yönelik olmaktan ziyade karşılıklı tatışma zemini sağlayarak gelişimi hızlandıran aktif ve interaktif bir yayın olabilme amacı gütmekteyiz.
şına cevap vermek ve dolayısıyla düşüncenin kabul görmesine yönelik olmaktan ziyade karşılıklı tartışma zemini sağlayarak gelişimi hızlandıran aktif ve interaktif bir yayın olabilme amacı gütmekteyiz. Bu bağlamda aslında dergimiz, yukarıdaki düşünceleri benimsemiş ve ileriye yönelik akademik olsun ya da olmasınbir amaç belirlemiş, bir şeylere karşı “derdi olan”, bir şeyleri kendine “dert edinmiş” fakat buna karşın kalıplaşmış düşünceler ve bakış açıları ile sınırlandırılmış olmaları dolayısıyla seslerini duyurarak etkin bir paylaşım içine girememiş olan insanların yayın alanında kendilerini geliştirebilmeleri ve pişebilmelerini sağlamak amaçlı bir ön-hazırlık / ön-deneyim platformudur. Umarız ki Parrhesia E-dergi platformu, bu amaçlar paralelinde bir nebze olsun işlevselleşebilsin.
Yayın Kurulu
Eleştirel Bir Bakış Açısıyla Bilimsel Araştırmanın Özellikleri Onurcan YILMAZ onurcanyilmazz@hotmail.com
ABSTRACT Curiosity and collecting knowledge go back before earliest human. They collected knowledge and used it in some practical things. Thus, an applied science began with this process. But a theoretical form of thinking emerged with the Ancient Greek. Along with the scientific revolution of 17th century, unification of terrestrial and celestial world and geometrization of space became reality. Furthermore, one of the permanently intriguing questions regarding scientific inquiry is the relation between philosophy and science. But we know that after the Newtonian revolution, science declared exactly its own independence to the philosophy, and now it has a mind of its own. In scientific world view, the world is understandable. That is, knowledge gained from studying one part of the universe is applicable to the other parts. Secondly, scientific ideas are subject to change, that is to say, science is a process of producing knowledge. Change is inevitable because new findings may challenge valid theories. Moreover, scientific knowledge is durable although scientists reject the knowing of ‘thing in itself’. In other words, science cannot provide complete answers to all questions. It can be said that there are many issues that cannot be examined in a scientific way. Science draws a line to our knowledge. The things which cannot be tested and falsified are not inside of the scientific investigation, that is, they are not subject to the scientific world view. Finally, there are some ways of investigating scientific knowledge; observing, thinking, experimenting and validating. These ways represent an essential view of the nature of science and reflect how science tends to differ from other types of interest. In this context, this paper aimed at critically investigating the philosophy of science from Popper to Feyerabend. Bilimsel Araştırmanın Özellikleri "Bütün bilgi deneyle kontrol edilir. Deney, bilimsel doğrunun tek yargıcıdır” [1] Feynmann bu sözlerle kuşkusuz bilimin deneyle başlayıp deneyle bittiğini ima etmektedir. Ancak öncelikle şunu belirtmek isterim ki bilim; içinde yaşadığımız doğayı ve evreni, somut ve nesnel bir şekilde anlamayı amaçlar. Bunları ise en genel anlamda- gözlem, deney, açıklama, tüme varım ve tümdengelim aracılığıyla yapar. Bunlardan hangisinin bilimin asıl yöntemi olduğu ise bu yazıda tartışılacak konulardan birisidir. İlk olarak bilimin ne olduğuyla başlamak istiyorum. Bilim kelimesi, bilinen şey (scienta) ya da bilgi anlamına gelen scire (bilmek) kökünden türemiştir. Kelimenin sözlük anlamı ise; sezgi ve
inançlar dışında kalabilme durumu olarak tanımlanmaktadır.[2] Başka bir tanım ise; bilim, geçerliliği kabul edilmiş sistemli bilgiler bütünüdür.[3] Görüldüğü üzere bilimin tanımı çeşitli kaynaklarda değişik şekillerde verilmektedir. Ancak bir filozof var ki, bu işe oldukça kesin ve basit bir çözüm bulmuştur. Felsefe kavram, sanat duygulanım ve bilim ise fonksiyonlar yaratma işidir demiştir.[4] Sanatı bir kenara bırakacak olursak[5]; bilim ve felsefenin amacı da doğru bilgiye ulaşmaktır. Biri mantıksal çıkarımlarla kavramlar yaratırken, öbürü deney ve gözlem aracılığıyla fonksiyonlar üretir. Ancak şunu da unutmamalıyız ki bilim dediğimiz şey felsefenin içinden doğup olgunlaşmıştır. Yani ilk filozoflar -aslında- ilk bilim adamlarıydılar. Thales matematikçiydi, Archimedes fizikçiydi ve Aristoteles de doğa bilimcisiydi. Fakat daha sonra,
5
bilim kendi yöntemini ve kendisine özgü konuları ettiğimizde bu yine insanın tesis ettiği bir hakikat belirledikten sonra bağımsızlığını kazanmayı olacaktır (Kant’ın terminolojisiyle bu bir başarabilmiştir. Bu noktada Kant’tan bahsetmem yanılsama (schein) olacaktır). Bu durumda ilk gerektiğini hissediyorum. 20. yüzyılın başlarında sınır çizen kişi olarak rahatlıkla Kant’ın ismini mantıkçı pozitivistlerin ortaya çıkışıyla olanaklı vermekle birlikte, diğer sınır çizicileri ancak bilgiye sınır çizme mefhumu başlamıştır. Bu Kant’a verilen dipnotlar olarak bağlamda mantıkçı pozitivistler için asıl önemli tanımlayabiliriz.[7] Wittgenstein zaten kendisi olan şey, bir önermenin anlamlı ya da anlamsız kitabın amacını şöyle belirtiyor: “Tractatus’un oluşudur. Onlar tüm doğrulanabilen önermelerin amacı düşüncelerin ifade edilmesine bir sınır anlamlı, doğrulanamayanların ise anlamsız çizmektir”.[8] olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu doğrulamayan önBunları anlatmamın sebebi ise bilimin de tıpkı ermeler ise -mantıkçı pozitivistlere göre- transandantal felsefede olduğu gibi sınır çizici bir metafiziksel önermelerdir. Ve böylelikle olanaklı yanının olduğuna vurgu yapmak istememdir. bilgiye bir sınır çizilmiş oldu.[6] Öncelikle bilimin dünyası anlaşılır ve kavranabilir Wittgenstein’ a göre ise, ancak dünya bir dünya olmak zorundadır. Sistematik bir şekilde dilselleştiği zaman biz araştırıldığında bulunan onun hakkında Kant bize gösterdi ki; varlığın bulgular her yerde aynı konuşabiliriz, çünkü bu sonucu vermelidir, eş kendine ait olan özellikleri dünya kendini ancak dilde deyişle; elmanın yere aslında düşüncenin özellikleridir. gösterir. Yani dilin üzerini düşmesindeki hareket örtmediği bir dünya bizim Çünkü öteden beri, düşünmenin yasalarıyla Ay’ın için bilinebilir bir dünya kendini objelere göre ayarladığı, Dünya’nın çevresinde döndeğildir. Bununla mesindeki hareket yasaları yani nasıl düşünmesi gerektiğini bağlantılı olarak Kant bize aynıdır. Bilimsel bilginin gösterdi ki; varlığın özneye, objelerin dikte ettiği ileri içerdiği bir diğer konu ise kendine ait olan özellikleri sürülüyordu. Bu bağlamda Kant, bilimsel bulguların kalıcı aslında düşüncenin özelve değişmez olduğuna dair bu oranı tersine çevirerek ve oblikleridir. Çünkü öteden inançtır. Bir örnek verecek beri, düşünmenin kendini jelerin bizim öznemize ayak uy- olursak; Einstein aslında objelere göre ayarladığı, hareket durmak zorunda kaldıklarına Newton’ın yani nasıl düşünmesi yasalarını çürütmemiştir, vurgu yaparak, düşünmenin içinde gerektiğini özneye, obyalnızca o artık kapanıp kalmayan, tersine jelerin dikte ettiği ileri geçerliliğini yitirmiştir. sürülüyordu. Bu bağlamda dışarıya çıkıp deneyim dünyasına Popper buna bir Kant, bu oranı tersine çediyecek ve da el uzatan bir mantık geliştirdi. yanlışlama virerek ve objelerin bizim Einstein’ın Newton’ın Bunun adı ‘Transandantal öznemize ayak uydurmak mutlak uzay ve zaman zorunda kaldıklarına vurgu kavramlarını çürüttüğünü Mantık’tı. yaparak, düşünmenin söyleyecektir.[9] Oysa içinde kapanıp kalmayan, tersine dışarıya çıkıp Kuhn buna daha farklı bir bakış açısından bakacak deneyim dünyasına da el uzatan bir mantık ve buna bir paradigma değişmesi diyecektir. (Bu geliştirdi. Bunun adı ‘Transandantal Mantık’tı. noktada hatırlatmakta yarar var ki; uçakları yaAncak bu ‘Transandantal Mantık’ mümkün olan parken ve uyduların yörüngelerini hesaplarken tecrübe çerçevesinde durup kalan ve bunun öte- hala Newton mekaniğini kullanıyoruz.) Fakat sine geçerek ‘nesnenin kendisine’, ‘kendinde fenomonolojik bir süreçten sonra, bilinçdışı gibi şey’e kadar uzanmaya çalışmayan bir mantıktı. bir mekanizmanın varlığından emin olabiliyor Çünkü ‘kendinde şey’, deneyimin konusu değildir iken, bunun gündelik yaşamdaki yansımalarını ve bu bağlamda aşkın olana ilişkin bir hakikatin görürken, test edemediğimizden dolayı çöpe varlığından da söz edemeyiz. Çünkü söz atmamız hiç rasyonel bir şey olarak gözükmüyor
6
bana. Bunun yanında Feyerabend bilimle astrolojinin, sanatın hatta dinin bile farklı olmadığını ve bilimin bunlara karşı üstün bir yanının olmadığını söylemiştir. Hatta birbirleriyle de karşılaştırılmaması gerektiğini belirtir. Bu görüş – hiç kuşkusuz – Kuhn’nun görüşüdür; farklı paradigmaları aynı zemine oturtmak mümkün değildir (eş-ölçülemezlik).[11] Kuhn bu meseleyi bilim içi farklı teorilerin eş-ölçülemezliği bağlamında kullanırken, Feyerabend daha ileri giderek, bu görüşü alıp farklı bilgi kaynaklarının birbirleriyle olan ilişkisi üzerine oturtmuştur. Burada göstermek istediğim şey ise şudur: Popper’in karşılaştırdığı Einstein’ın görelilik kuramını ve Freud’un psikanalizini alacak olursak, ikisinin de birbiriyle eş değer sayılabilecek bilim dalları olmadığını açıklıkla görebiliriz. Doğa bilimlerinde gözlem ve deney kavramlarını hayata geçirebilmek, yaptığın deneyi manipule edebilmek görece- daha basitken, Freud’un psikanalizinde bu iş daha zorlaşır. Bunun öncelikli nedeni psikoloji biliminin insanla uğraşıyor olmasıdır. Dolayısıyla insanla uğraştığınız zaman göz önüne alınması ve sabitlenmesi gereken onlarca değişken ortaya çıkmaktadır (yaş, cinsiyet, eğitim durumu, kültür, sosyoekonomik durumu, vs.). Ancak doğa bilimlerinde araştırma yaptığınızda bunların hiçbiri araştırmanız üzerinde bozucu (confounding) bir etkiye neden olmuyor. Çünkü karşınızda değişmediğini varsaydığımız bir doğa var. Bundan dolayı doğa bilimleriyle insan bilimlerini aynı ter-
azide ölçmenin bir takım sakıncaları olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyişle, doğa bilimi sabit bir nesneyi kontrollü olarak araştırırken, psikoloji kendi öznel deneyiminden başkasının öznel deneyimini kontrol edip araştırmaya çalışıyor. Dolayısıyla metodolojileri de farklı olmak zorundadır. Doğa bilimi deneye elverişliyken, kültüre sahip olan insanın araştırıldığı bir bilim dalı doğa bilimlerinden çok antropolojiye ve sosyolojiye yakın olmak durumundadır. Yani psikolojinin yapması gereken şey doğa bilimine yaklaşmaya çalışmak yerine, ait olduğu yer olan sosyal bilimlere yaklaşmaya çalışmak olarak değişmelidir. Ek olarak, Popper’in dediği şey- özetle“bilim, çürütülebilen olan şeydir”. Başka bir deyişle, bilim insanları bütün materyalleri asla tam olarak test edebilme şansına sahip değildir. Dolayısıyla tümevarım yöntemi bilimin gerçek yöntemi değildir. Popper’in –kuşkusuz- dehası bu hassas noktayı görebilmiş ve yapılması gereken şeyin karşı bir örnek bularak yanlışlama olduğunu söylemiştir. Ancak bu yanlışlamanın kesin olarak olacağını bilemeyeceğimizi, buna karar verebileceğimizi söylemiştir. Bu kararı verecek olan ise bilimsel topluluktur. Bu nokta bizi Kuhn’a giden yolu da açmış bulunmaktadır. Kuhn bu soruya “neden?” sorusuyla karşılık verecek ve buna cevap olarak da “paradigma kavramı”nı ortaya atacaktır. Yani bilimsel topluluk tarafından teori sınanacak ve yanlışlayıcı bir temel önerme-
7
nin gerçekten yanlışlayıcı tasarlayıp anlamlı (signifibir temel önerme olup Kuhn normal bilim zamanlarında cant) hale getirmektir. olmadığına karar verilePsikoloji biliminden bir teorilerin değil bilim insanlarının cektir. Çünkü bu paradigörnek vermem gerekirse; madan dolayıdır. Bu sınandığını ve bulguların teoriyi bulgular eğer istatistiksel paradigma dediğimiz şeyi yanlışlamaya değil tam tersine olarak anlamlı değilse, ise inanç/değer sistemi bunu bir bilimsel dergide teorinin içine yamanmaya olarak tanımlarsam hadyayınlayabilmeniz için dimi aşmış sayılmam çalışıldığını söylemektedir. Ancak kabarık bir bilimsel sanırım[12]. Bu inanç sisbazen öyle zamanlar gelir ki; geçmişe sahip olmanız temi-yani paradigma- bize gerekir. Aksi taktirde size Copernicus, Newton, Darwin ve nasıl sorular soracağımızın verecekleri cevap daha Einstein gibileri bilimsel devrimve nasıl sorular fazla data toplayıp s o r a m a y a c a ğ ı m ı z ı n leri tetikleyen yeni inanç/değer araştırmanızı anlamlı hale sınırını belirler. Bilim çalışmanız sistemleri geliştirirler ve onların getirmeye insanları genellikle bu şeklinde olacaktır. paradigmanın içinde buldukları sistemler bizim bakış Dolayısıyla sadece bilim çalışarak zamanlarını açımızı yeniden şekillendirmeye insanlarının değil, bilimsel geçirirler, yani normal toplulukların da başlar bilim yaparak. Burada çoğunlukla elde edilen Popper’e olan sonuçları teyit etmekten ve eleştirilerinin güçlü bir boyut kazandığını bilim insanlarını sınamaktan yana olduklarını düşünüyorum. Çünkü Kuhn normal bilim söyleyebilirim. Fakat bir azınlık vardır ki, onlar zamanlarında teorilerin değil bilim insanlarının aynı zamanda kendilerini yeni bir kurama, yeni bir sınandığını ve bulguların teoriyi yanlışlamaya değerler sistemine getirecek soruları sorma cesaredeğil tam tersine teorinin içine yamanmaya tine ulaşabilirler. Hiç kuşkusuz CERN’de Büyük çalışıldığını söylemektedir. Ancak bazen öyle za- Hadron Çarpıştırıcısı’nın ilk çalışmalarını manlar gelir ki; Copernicus, Newton, Darwin ve bekleyen bilim insanları bunlardan birileridir.[13] Einstein gibileri bilimsel devrimleri tetikleyen Onlar orada yapılan deneylerde eski yolları teyit yeni inanç/değer sistemleri geliştirirler ve onların etmek yerine -sanıyorum ki- yeni yollar açacak ve buldukları sistemler bizim bakış açımızı yeniden yeni bir fizik bulma konusunda muhtemelen şekillendirmeye başlar yani tüm bakışımızı büyük adımlar atacaklardır. yeniden yapılandırırlar. Örneğin, artık evrenin merkezinde Dünya değil Güneş vardır (Copernicus); Ayaltı Dünya’yla Ayüstü Dünya arasında herhangi bir fark kalmamıştır (Newton), Tanrı tarafından yaratılan bir Dünya’dan tüm teleolojik düşüncelerden arındırılmış amaçsız bir Dünya anlayışına geçilmiştir (Darwin) -ve son olarakkesin ve devamlı süre giden bir zaman anlayışına sahip fizikten, zamanın daha esnek olduğu ve deneyi yapanla gözlemleyenin göreceli hızına göre değişiklik gösteren bir fiziğe geçilmiştir (Einstein).Yani şunu söylemek istiyorum ki pratikte, çoğu bilim insanı yapılan deneyleri tekrarlamaktan ve daha önce bulunan sonuçların aynısını bulmaktan mutluluk duyarlar. Yapmaya çalıştıkları şey paradigmaya karşı çıkmak değil, kendi bulgularını bu paradigmaya uyduracak şekilde
8
Sonuç olarak söylemem gerekir ki, bilim yalnızca mantıkla ilerlemez. Bilim, deneysel sonuçlara, gözlemlere, sınırlılıklara, nesnelliğe, doğruluk ve tekrarlanabilirliğe ve yaptığın deneydeki değişkenleri manipule edebilmene dayanmak zorunda olan materyal bir gerçekliktir. Bu yanıyla bizim bakış açımızı oluşturan şey artık böylesine materyal bir gerçeklik anlayışıdır. Öyle ki, gece bir karartı gördüğümüzde bunu metafizik bir nesne olarak adlandırmak yerine, yalnızca bir karartı olarak adlandırırız. Ya da daha farklı bir şekilde düşünüp, beynimizin dopamin oranının bozulduğunu ve bunun da halüsinatif şeylere neden olduğu şeklinde bir çıkarım yapabiliriz. Ancak yapacağımız her çıkarım bizi bilimsel bir bakış açısının ya da materyal bir gerçekliğin dışına çıkaracak şekilde olmaz. Hep doğaya içkin bir şekilde düşünürüz ve 21. yüzyılda yaşayan ‘homo sapiens sapiens’ olarak - yani “düşündüğünü düşünebilen insan” olarak- bu bilimsel dünya görüşü günlük yaşantımız dahil hayatımızın hemen her bölümünde bize eşlik etmektedir.[14] Notlar [1] Bu alıntı için bkz; Feynman, R. P. (2002). Altı Kolay Parça. Evrim Yayınevi, Çev. Celal Kapkın. İstanbul. s.32 [2] Türkbal, A. (2003). Bilimsel Araştırma Yöntemleri ve Yazma Teknikleri, Aktif Yayınevi. İstanbul [3] Karasar, N. (2010). Bilimsel Araştırma Yöntemleri, Nobel Yayın Dağıtım, 21. Basım. İstanbul [4] Deleuze, G. & Guattari, F. (2006). Felsefe Nedir?, Yapı Kredi Yayınları, Çev. Turhan Ilgaz. İstanbul [5] Gerçi Hegel sanatın bile ‘doğru’sunun olduğunu söylüyor fakat burada ona girmeye vakit olmadığını düşünüyorum. [6] Buradaki argümanı hiç kuşkusuz Kant’ın transandantal felsefesiyle bire bir ilişkilendirme gibi bir çabam yok fakat şunu göstermeye çalışıyorum ki Kant Popper’e ve Wittgenstein’a giden yolda –bilgiye sınır çizme mefhumundamantıkçı pozitivistleri de bir şekilde etkilemeyi başarmıştır. Ancak –bana göre- asıl Kant’ın etkisi
Popper’de ve Wittgenstein’da görülecektir. [7] Bunu, ne Wittgenstein’ın ne Popper’in ne de Freud’un yaptığı işleri gölgelemek için söylemiyorum, hiç kuşkusuz her biri müthiş şeyler yapmıştır ancak hepsinin bir şekilde Kant’ın transandantal felsefesinden etkilendiğini belirtmek istiyorum. [8] Wittgenstein, L. (2008). Tractatus LogicoPhilosophicus. Metis Yayınları. Çev. Oruç Aruoba. İstanbul. [9] Einstein özel relativitede uzay ve zamanın – Newton’ın düşüncesinde olduğu gibi- farklı boyutlar olmadığını, birbirine bağlı boyutlar olduğunu ileri sürdü. [10] Ancak Popper’deki ayırma(demarcation) mantıkçı pozitivistlerde olduğu gibi bir anlam ayırması değildir. Popper için metafizik anlamsız değildir tıpkı Kant’ta olduğu gibi. Kant’ta yalnızca geleneksel metafizik anlamsızdır. [11] Aynı terazide tartılamaz olma (incommensurability). [12] Aslında paradigma değişimine narsisistik kırılma da diyebiliriz. Freud Copernicus devrimini Dünya’yla Güneş’in yerini değiştirdiği için ilk narsisist kırılma olarak adlandırır. Darwin’i, insanlığın hayvanları denetim altına alarak onların efendisi olduğu, daha sonra onlarla arasına uçurum koyduğu ve kendine ise sonsuz bir hayat biçtiği görüşünü yıkarak, insanın Dünya’da yaşayan tüm canlılarla aynı güce sahip olduğunu göstermesinden dolayı ikinci narsisist kırılma olarak anlandırır. Son olarak da kendi kuramınıpsikanalizi- davranışlarımızın kökenini rasyonel olandan irrasyonel olana taşıdığı için üçüncü narsisist kırılma olarak adlandırır. Hiç kuşkusuz bunlar narsisist kırılmalar olmakla birlikte, aynı zamanda paradigma değişimleridir. [13] Çarpıştırıcı temel bir parçacık olan ünlü Higgs bozonunun (Tanrı parçacığı) varlığını tespit etmek için kullanılmaktadır. [14] ‘Hemen her bölümünde’ demem bir rastlantı değildir. Çünkü her ne kadar bu konuların böyle olduğunu düşünsem de insan, hayatının belli dönemlerinde ‘imkansızın tecrübesini’ aramaktan kendini alıkoyamıyor.
9
Nesnel Bir Tarih Mümkün Mü? Üstüngel ARI ustungel_ari@yahoo.com twitter.com/ustungelari
Öncelikle belirtmek isterim ki, kendi adıma tarihle –profesyonel ya da amatörce- ilgilenen herkesin kendisine öncelikli olarak sorması gereken temel sorunun şu olduğuna inanıyorum: Tarihsel sürecin bir öznesi olarak ben, tarihin neresindeyim? Bu temel soruya mantıksal bir sistematiklik içinde cevap verebilmemiz için de ilk olarak “tarih nedir?” sorusunu kendimize sormamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hak vereceksinizdir ki, ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyin, neresinde olduğumuzu da bilemeyiz. Fakat bu noktada da belirtmek isterim ki; kendini bilgi üretme sürecinden ziyade bilgi edinme sürecinde gören bir lisans öğrencisi olarak bu soruları ne derece cevaplayabilirim bilmiyorum, ancak bakış açılarında farklılıklar ve yenilikler yaratmak ve var olan yaklaşımlara çeşitli alternatifler sunabilmek için, soru sormanın cevap vermekten daha önemli ve işlevsel bir amaca hizmet ettiğine inanıyorum. Dolayısıyla benim bu metindeki ödevim, kendimi de içinde konumlandırmaya çalıştığım ve bilgi üretme sürecinin bir önceki aşaması olarak gördüğüm sorgulama sürecinin bir getirisi olarak; doğru kabul edilen düşünceleri desteklemekten ziyade sorgulamak ve “tarih” üzerine düşünen, kafa yoran okurlarla, bir fikir alışverişini olanaklı kılmaktır. Tarih nedir? Mutlak ve herkes için tatmin edici geçerlilikte bir cevap bulunamamış –ve aslında bulunamayacak- olsa da, “tarihin neliği üzerine düşünmek”in tarihi, aslında yüzyıllar öncesine kadar götürülebilir. Bunun en erken örneğini Herodotos’ta görebiliriz. Öyle ki onun, her ne kadar soru bazında kendine bunu sormamış olsa bile, yazdıklarından belirli bir tarih anlayışı olduğu rahatlıkla, daha 9 ciltlik eserinin ilk cümlesinin okunması ile bile anlaşılabilir.
10
İnsanoğlunun yaptıklarının zamanla unutulmaması(1) şeklinde bir amaç doğrultusunda şekillenmiş olan Herodotos tarihi (ve aslında tarihin neliği üzerine düşünme işi), tarihin 19. yüzyılda profesyonel bir disiplin olarak ortaya çıkmasından bu yana gittikçe artan bir ölçüde sorgulanmaktadır.(2) Bu sorgulama sürecinin de temel noktaları, bilimsel bir disiplin olarak tarihte (tarih yazımında) “nesnelliğin mümkün olup olamayacağı” ve “tarih yazıcısının (tarihçinin) tarih üzerindeki öznel etkileri” olarak gösterilebilir. Öyleyse bu noktada, “nesnellik nedir?” ve “tarihçinin yazılan tarih üzerinde nasıl bir belirleyici etkisi olabilir?” soruları önem kazanmaktadır. Nesnellik nedir? “Yadsınmaz ve kuşku duyulmayan bir olayı araştırmak, bilimde genel olarak kabul gören ve doğal bilinen bir zorunluluktur” der Mısırlı tarihçi Karam Khella.(3) Peki, –özellikle de tarih gibi bir disiplinde- gerçekten de yadsınmayacak ve kuşku duyulmayacak bir olay var mıdır? “Nesnelik sözcüğünün en üst yorumlanışında bile bir yanılsama yok mudur?”der Nietzsche ve ekler; “Çünkü bu sözcükten, tarihçinin bir olaya tüm güdüleri ve sonuçlarıyla, kendi öznesi üzerinde hiçbir etkide bulunmayacak kadar saf bir biçimde baktığı bir durum içinde olması anlaşılıyor.(4) Peki, gerçekten de tarihi olaylara böylesine saf bir bakış mümkün müdür? Bu soruyu Bertrand Russell’ın görünüş ve gerçeğe dair yaptığı bir örnek ile ilişkilendirerek cevaplamaya çalışacağım: “(Masanın) göze görünüşü dikdörtgen, kahverengi ve parlaktır, dokunduğunda pürtüksüz, soğuk ve serttir; tıklattığında tahta sesi verir. Masayı gören, duyan ve işiten herkes bu betimlemeye katılır,
öyle ki, bir güçlük sine bakılan nesne ile Öyle ki, aslında masaya (yahut çıkmayacakmış gibi tarafından bakılan göz görünür; fakat daha kesin herhangi bir nesneye) bakmak ile arasındaki mesafe arttıkça olmaya girişir girişmez görme edimi aslında zatarihsel bir olaya bakmak, temel sıkıntılar da başlar. mansal uzantılı bir şekilde Masanın ‘gerçekten’ mantık açısından fazlaca benz- anlam kazanmaktadır. tümüyle aynı renkte (Keza, bir nesne olarak erdir. Çünkü netice itibariyle olduğuna inanmış olmama cisimlerine duyusal bir edim olarak bakmak gök karşın, ışığı yansıtan baktığımızda, -örneğin ve görmek işinde kendisine bölümler ötekilerden daha yıldızlara- biliriz ki, parlak, kimi bölümlerse bakılan nesne ile ona bakan göz baktığımızda bize görünen yansıyan ışık yüzünden ak arasında bir mesafe vardır ve - yıldızın aslında o anki görünür. Bilirim ki her yer halini değil belki de yıllar çevremizdeki nesneler bizlere önceki halini görüyoruzdeğiştirdiğimde ışığı yakın olduğu için bu zamansal dur.) yansıtan bölümler değişecek ve masa üz- süreci algılayamıyor ya da fark Şimdi, burada Russell’ın erindeki renk dağılımı örneğindeki masayı, tarihetmiyor olsak dakendisine başka türlü olacak. Buna sel bir olay, -örneğin bir bakılan nesne ile tarafından göre, birkaç kişi aynı anda savaş- olarak ele alalım. masaya baktıklarında, bakılan göz arasındaki mesafe Öyle ki, bu durumda, bunların herhangi ikisi, savaşı gören, duyan, işiten arttıkça görme edimi aslında zabüsbütün aynı olan bir renk yahut savaşa dair elinde mansal uzantılı bir şekilde anlam dağılımı göremeyecek, bir veri bulunan herhangi çünkü herhangi iki kişi bir kişi burada bir savaşın kazanmaktadır. masayı aynı bakış varlığından bahsettiğinde açısından göremez ve bakış açısındaki her bunun kabulünde çok da fazla bir zorluk değişme ışığın yansıma biçiminde de değişme çıkmayacakmış gibi görünür. Fakat bunu araştıran yapar… Ayrı bakış açılarına göre ayrı renkler tarihçi, daha adaletli olmak adına, daha kesin görülür ve bu renklerden kimilerinin ötekilerine sonuçlar elde etmeyi amaç edinir. Fakat işte tam göre masanın daha gerçek rengi olduğunu kabul da bu anda şimdi’nin bir öznesi olarak etmek için bir sebep yoktur… Bu renk masanın araştırmacının kendi kişisel eğilimleri (kendi doğasında bulunan bir şey değil, masaya, ona öznelliği) devreye girmektedir. Bu bağlamda, tam bakana, masa üzerine düşen ışığa bağlı bir da masa örneğindeki gibi, “aynı” tarihsel olaya şeydir… Peki bunlardan hangisi ‘gerçek’ bakan (onu araştıran) herhangi iki araştırmacı, bu masadır?” (5) olayı aynı bakış açısından göremez ve dolayısıyla Biraz uzunca bir alıntı olduğunun her iki araştırmacı da, bir şekilde elde ettikleri verfarkındayım ancak anlatmak istediklerimi ilerden yola çıkarak bazı sonuçlara varmış “masaya ve tarihe bakış” ve “masanın görünüşü olmalarına rağmen, her ikisi de pek de haklı bir ve tarihin görünüşü” ile ilişkilendirebilmek için biçimde “gerçek” yaşanmışlığın, kendi ulaştığı uzun tutularak anlaşılır olmasının faydalı sonuç olduğunu iddia edebilmektedir. Bu noktada olacağını düşünüyorum. Öyle ki, aslında masaya da tarih okuyucusu –ya da okuduklarından yola (yahut herhangi bir nesneye) bakmak ile tarihsel çıkarak geleceğin tarihçisi/araştırmacısı olacak bir olaya bakmak, temel mantık açısından fazlaca olan kişi- çok da haklı bir biçimde, “peki bunlarbenzerdir. Çünkü netice itibariyle duyumsal bir dan hangisi ‘gerçek’ olay?” şeklinde bir soru edim olarak bakmak ve görmek işinde kendisine soracaktır.“Gerçek”liğin bu biçimde bir bakılan nesne ile ona bakan göz arasında bir sorgulanışının da, -Karam Khella’nın da belirttiği mesafe vardır ve -çevremizdeki nesneler bizlere gibi(6)- araştırmacıyı adeta bir nihilizme (hiçliğe, yakın olduğu için bu zamansal süreci yokluğa) götürecek olması muhtemeldir. (George algılayamıyor ya da fark etmiyor olsak da- kendi- Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünde
11
Winston’ın benzer soruna kuramın öncülüğü olkarşı gösterdiği reaksiyon, madan araştırma ve inTarihte nesnellik arayışı, düşünüm ve sorgulama celeme yapılamayacak temel mantık açısından bir biçimlerini anımsayın.) olduğunu dile getiren Fakat elbette ki asıl olan Khella(11) da benzer adil olma çabası ile gerçekliğe, nesnelliğe karıştırılmaktadır. Çünkü in- sorunlar üzerine eğilmiştir: olabildiğince yakınlaşma Acaba madde (tarih madsana göre mutlak şekilde çabası tarihçinin görevdesi), özne olarak tarihçi lerinden birisi olmakla benesnel olan, aynı zamanda ile nesne olarak tarih raber, mutlak bir nesnellik arasında bölüşülür mü? tarafsız ve dolayısıyla da iddiası ve amacı, kendi Öyleyse hangi ölçü adaletli/adil de olacaktır. gününün koşullarına göre içerisinde tarih nesne olaAncak Nietzsche’nin de şekillenmiş olan tarihçi bilir? Doğru olan, tarihçi için söz konusu değildir. belirttiği gibi, nesnelliğin ve mi araştırma ve sunuşuyla Yukarıda da aracılık ederek, gerçeği adaletin birbiriyle ilişkisi değinildiği gibi, tarihte değiştiriyor, yoksa gerçek yoktur.(7) nesnellik arayışı, temel mi tarihçiyi? (13) Tarihçi mantık açısından bir adil analizlerinde öznel mi, olma çabası ile karıştırılmaktadır. Çünkü insana nesnel midir?(12) göre mutlak şekilde nesnel olan, aynı zamanda “Yazılı tarih yengilerin (zaferlerin) tarihidir, nadir tarafsız ve dolayısıyla da adaletli/adil de olacaktır. olarak yenilgilerin.” demektedir Khella.(14) Peki Ancak Nietzsche’nin de belirttiği gibi, nesnelliğin ama neden? Ya da neden sorusundan önce şunu ve adaletin birbiriyle ilişkisi yoktur.(7) Bu –sözde- sormak gerekir ki, tek başına bu gerçek bile tariadil olma çabası da bizleri adeta tarihte bir “özdek hçinin, tarihe bir keyfilik ile baktığının göstergesi arama”, yahut adeta tarihin “kendinde şey”ine değil midir? Benzer sorun ile ilgili Nietzsche ulaşma eğilimine sürükler. Peki tarihsel olaylarda, şöyle söylemektedir: “Diyelim ki birisi Demokri-Deleuze’ün deyişi ile- “sadece düşünülen şey ol- tos’la ilgileniyor; hep şu soru gelir dilimin ucuna: maktan başka bir şey olmayan” (8) bir kendinde neden Herakleitos değil? Ya da Philo değil? Ya da şey’i, yahut bir nevi özdek’i yahut daha anlaşılır Bacon? Ya da Descartes değil? Ve isimler böyle bir biçimde sormak gerekirse; görünenin ötesinde böyle uzayıp gider. Sonra: neden ille de bir filobir gerçek olgunun varlığı ve eğer var ise bunun zof? Neden bir şair, bir hatip değil? Ayrıca: neden bilinebilirliği ne derece mümkündür? bir Yunanlı da, bir İngiliz, bir Türk değil? Geçmiş, Aslına bakılırsa, görünene (bu ister bir nesne orada bir şey bulabilmek için, böyle gülünç bir olsun ister tarihsel bir olay yahut belge/veri), bize keyfilikle davranmamızı gerektirmeyecek kadar göründüğünün ötesinde bir anlam yükleyerek, büyük değil mi?”(15) görüntüsünün altında başka bir gerçekliğin Dolayısıyla verilen örnekte de görüldüğü olduğuna dair bir iddia, ancak bir varsayımdan (ya gibi, bizler, ancak kendi değer yargılarımızı da işin da bir ön-kabulden / ön yargıdan) ibarettir. Çünkü içine katarak araştırma alanımızı seçebilir ve bu görünen, bize görünürlülüğünün dışında bir paralelde tarihi değerlendirebiliriz. Yani Nietgörünüm ile görünmeyecektir hiçbir zaman. Böyle zsche’nin örneği üzerinden konuşmak gerekirse bir beklentiyi şizofren bir söyleme benzeten diyebiliriz ki; eğer birisi Herakleitos ile (ya da bir Roland Barthes(9), yine aynı beklentiyi bir mi- başkası ile) ilgilenmek yerine Demokritos’u toloji, hatta kötü bir mitoloji olarak değerlendiren seçtiyse kendisine, bunun nedeni, kendi kişisel Nietzsche ile de bu bağlamda bir benzerlik göster- eğilimlerini ancak ve ancak yapacağı araştırma mektedir. (10) üzerinden şekillendirerek oluşturulacak bir düşünsel süreç içinde anlamlandırabilmesidir. “Bir Tarihçinin eğilimleri ile belirlenen tarih anlatı olarak tarih, tarihçinin yazınsal bir düzene “Kuram”ı, iyi ya da kötü olabilen bir “danışman” koyduğu birçok öyküden oluşur. Belli bir öykünün ya da “denetçi” olarak nitelendiren ve yetkin bir anlatının merkezini oluşturması, tarihsel olayların
12
özünde değil, tarihçinin seçiminde ortaya çıkar. Geçmiş olayları izlenir ve anlaşılabilir kılmak için tarih yazarı belli öyküleri bir bütünlük içinde sunmaya çalışır. Böylece ortaya çıkan süreklilik tarihin sürekliliğini değil anlatının yazınsal sürekliliğini göstermektedir.”(16) Bu noktada, “aynı” olay karşısında, araştırmacının eğilimleri doğrultusunda yine “aynı” olayın farklı şekilde değerlendirilebilmesine bir örnek de Popper’dan vermek isterim: “Örneğin bir yanda boğmak amacıyla bir çocuğu suya iten biri var; öteki yanda tam tersine çocuğu kurtarmak için boğulmayı göze alan bir başkası var. Birbirine zıt düşen bu iki davranışı hem Freud’un hem de Adler’in teorisine dayanarak açıklamak olanaklı. Freud’a göre, adamlardan ilki Oedipus kompleksinin bir öğesi olan “represiyondan” muzdariptir; ikinci adam ise “sublimasyon”a erişmiştir. Adler’e göre ise, her iki adam da aşağılık kompleksinin etkisinde davranmıştır; şu farkla ki, biri cinayet işleyebileceğini, diğeri yüce bir eyleme yetenekli olduğunu kendine ispatlamak gereksinmesi duymuştur.” (17) Yani, (yine Popper’ın söylediği gibi) isteğimiz, bir teoriyi doğrulamaksa, doğrulayıcı kanıtlar bulmakta bir güçlük yoktur.(18) Bu bakış açısı tarihçinin elindeki veriyi değerlendirirken (bilinçli ya da bilinçsizce) kullandığı, şimdi’nin öznel bakış açısı ile şekillenmiş düşüncesi/yöntemi ile de paralellik göstermektedir. Bu noktada da aslında görüldüğü gibi, “bilinen bilgiyi değil, bilgi bilineni belirler”(19) önermesi oldukça anlam kazanmaktadır. Tıpkı; teknolojilerine ve eğilimlerine bağlı olarak, karşılaşılan bir nehrin, bir toplum tarafından engel olarak görülürken, bir diğer toplum tarafından bir yol olarak görülebilir(20) olması gibi. Örnekteki nehir, yine “aynı nehir” iken, her iki grup da kendi kültürleri, teknolojileri, eğilimleri, bilgileri ve aslında kendi şimdi’leri doğrultusunda o nehrin ne olduğu bilgisine “karar” verdikten sonra (yani bunu bir veriye çevirdikten sonra) ancak bunun üzerine ne yapacaklarına karar verebilirler. Çünkü nesne; “yalnızca özne için, öznenin tasarımı olarak var olur.”(21) Bu bağlamda da –yukarıda değinildiği üzere- Nietzsche’nin “keyfilik” olarak bahsettiği durum, aslında kişinin (araştırmacının) kendini
haklı çıkarması, kendine bir “dayanak” araması ve tarihsel olaylara referans göstererek kendi düşüncesi ve eğilimlerini meşrulaştırması (ya da meşrulaştırmaya çalışması) şeklinde tercüme edilebilir. Yani tarihçi, kendi araştırmasının dayanaklarını, geçmişte de yaşanmış benzer bir olaya dayandırarak anlamlandırdığını ve geçmişte yaşanmış olaya dayandırması doğrultusunda da nesnelliğe ulaştığını düşünmektedir. Fakat kendi içinde bu şekildeki bir “olay seçimi”nin varlığı bile, tarihçinin tarih yazımındaki öznelliğini ortaya koyar niteliktedir. “Olayların seçimi kuramsal bir sorundur, ama aynı zamanda siyasal bir yargıdır” der Khella ve ekler; “Pozitivizm, değerlendirmede tarafsızlıktan yana olduğunu söylerken, kendi kendini kandırmaktadır. Olayların seçimi, çağdaş yazıcı, yani olayı kayıtlayıcı ile gelecekteki araştırıcının bilincine bağlıdır.”(22) Şimdi’nin öznelliği Yukarıda da değinilmiş olan, “tarihçinin günün şartları tarafından belirlenmiş olan kişisel eğilimleri” aslında onun, tarihsel bir özne değil, tam tersine şimdi’nin bir öznesi olduğunu göstermektedir. Yani şimdi’nin bir öznesi olarak tarihçi, ancak ve ancak gününün koşulları ve gün’ü tarafından belirlenmiş/şekillenmiş eğilimleri doğrultusunda tarihsel bir bakışa sahip olabilir. “Ancak bugünün en üstün gücüyle yorumlayabilirsiniz geçmişi” der Nietzsche(23). Keza benzer söylemler “Biz geçmişi ancak günümüz açısından inceleyebilir, geçmişi anlayışımızı bugünün gözleriyle oluşturabiliriz. Tarihçi çağının insanıdır ve çağına insan varoluşunun koşulları ile bağlıdır”(24) diyen E.H. Carr ve “Tarihin geçmişle ilişkili ve geçmişi anlatan bir şey olduğuna inanmak korkunç derecede yanlıştır. Biz geçmişi ve geleceği değil, şimdiyi yaşamaktayız”(25) diyen Khella’da da görülebilmektedir. Bu bağlamdan değerlendirirsek aslında diyebiliriz ki; geçmişin yorumlanması, şimdinin algılanış biçimi ile belirlenmektedir ve her an bir önceki an’a göre farklılaşan bir şimdi’nin varlığı, aslında tarihe karşı olan “nesnellik çabası”nı (ya da “tarihte mutlak bir nesnellik arayışını” demek daha doğru olabilir) da kökünden sarsar niteliktedir.
13
Bu bağlamda da tarihçinin kendi bulunduğu şimdi’sinin etkilerinden hiçbir şekilde kurtulamayacağını kabul etmek, aslında tarih disiplininde bilimsel bir özgürlüğümüzün (hür irademizin) olmadığını söylemek şeklinde bir algılamaya/algılanışa yol açabilir. Fakat -Foucault’ya göre- özgürlük; “davranış ve eylem biçimlerimiz önünde engel oluşturan ya da oluşturabilecek etmenlerin yokluğu değil; bu engelleri aşmak için sahip olduğumuz güçlerin kullanılmasıdır”(26). Dolayısıyla sorun, tarihsel çıkarımlarda bireysel ve bilgisel anlamda bir özgürlüğümüzün var olup olmadığı sorunu değil, olabildiğince özgürleşmek adına, bakış açımızı olabildiğince farklı perspektiflerle ne kadar destekleyebildiğimiz (sahip olduğumuz güçleri ne kadar kullanabildiğimiz) sorunudur. Bu bağlamda da aslında temel sorun tarihçilerin, geçmişi incelerken, kendilerini şimdi’lerinin sınırlarından (sınırlandırmalarından) bağımsız özneler olarak değerlendirmeye çabalamalarından kaynaklanmaktadır. “Bugünkü hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.”(27) der Foucault. Dolayısıyla bana kalırsa aslında tarihçilerin temel görevi, “şimdi’den bağımsızlık” inanışını reddederek, kendi şimdi’leri tarafından belirlenen özneler olduklarını kabul edip, yeni bir tarihsel bakış açısı paralelinden olayları değerlendirmek olmalıdır. Dolayısıyla bana göre hedefimiz; ne öznellikten kurtulmayı amaçlamak ne de zaten, ancak ve ancak kendi öznelliğimizle bakılabilir ve araştırılabilir olan tarihte, “mutlak” bir nesnellik arayışında olmamızdır. Hedefimiz; kendi şimdi’mizi sorunsallaştırarak, kendimize yeni öznellik biçimleri aramak olmalıdır. Çünkü ancak bu şekilde, ait olduğumuz şimdi ile kendimizi ona göre konumlandırdığımız geçmiş arasındaki bağları, var olan şeklinden daha sağlam bir hale getirebiliriz.
nesnellik sorununu bu kadar kısa bir tartışma ile çözümlenebileceği düşüncesinde de değilim. Fakat son olarak -yine Nietzsche’den- bir alıntı yaparak metni bitirmek istiyorum: “Neyin tarihin bir parçası olabileceğini söylemenin yolu yoktur. Belki de geçmiş, hiçbir zaman doğru keşfedilemez.”(27) Dipnotlar (1) Herodotos 2009: 5 (2) Iggers 2007: 1 (3) Khella 2005 : 47 (4)Nietzsche 2006: 53,54 (5) Russell 2000: 10,11 (6) Khella 2005 : 10 (7) Nietzsche 2006: 54 (8) Deleuze 2007: 26 (9) Oppermann 2006: 6 (10) Nietzsche 2006: 54 (11) Khella 2005: 13 (12) Khella 2005: 30 (13) Khella 2005: 17 (14) Khella 2005: 30 (15) Nietzsche 2006: 47 (16) Oppermann 2006: 12 (17) Yıldırım 2000: 188 (18) Yıldırım 2000: 189 (19) Deleuze 2007: 10 (20) Burke 2007: 24 (21) Schopenhauer 2009: 13 (22) Khella 2005 : 49 (23) Nietzsche 2006: 58 (24) Carr 2011: 76 (25) Khella 2005: 18 (26) Keskin 2011: 22 (27) Foucault 2011: 68 (28) Nietzsche 2010: 44
Kaynakça Sonuç Yerine Tüm bu metinde, tarihin -ya da tarih yazımınınneden nesnel bir anlatım, sunuş ve araştırma biçimine sahip olamayacağını, farklı kaynaklardan yararlanarak genel hatlarıyla aktarmaya çalıştım. Yazının başında belirttiğim ödevimi ne derece yerine getirdim bilemiyorum, ancak elbette ki, tarihte
14
Burke 2007: Peter Burke, Modern Avrupa’nın İlk Dönemlerinde Toplum ve Ekonomi’ye Giriş (çev. Fatma Tümen), Tarih ve Tarihçi Annales Okulu İzinde (der. Ali Boratav), Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007. 19-32
Carr 2011: Edward Hallet Carr, Tarih Nedir?(çev. Misket Gizem Gürtürk), İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. Deleuze 2007: Gilles Deleuze, Kant Üzerine Dört Ders (çev. Ulus Baker), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007.
PARRHESIA E-DERGİ
Foucault 2011: Michel Foucault, Özne ve İktidar (çev. Osman Akınhay), Özne ve İktidar Seçme Yazılar 2 (derleme), Ayrıntı Yayınları , İstanbul, 2011, 57-82.
http://parrhesiadergi.net
Herodotos 2009: Herodotos, Tarih (çev. Müntekim Ökmen), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009. Iggers 2007: George G. Iggers, Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme (çev. Gül Çağalı Güven), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2007. Keskin 2011: Ferda Keskin, Özne ve İktidar, Özne ve İktidar Seçme Yazılar 2 (derleme), Ayrıntı Yayınları , İstanbul, 2011, 11-24. Khella 2005: Karam Khella, Üniversalist Tarih Avrupa Merkezci Tarihsel Bilincin Yıkımı Tarihin Yeniden Keşfi (çev. İsmail Kaygusuz), Su Yayınevi, İstanbul, 2005. Nietzsche 2006: Friedrich Nietzsche, Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası Zamana Aykırı Bakışlar 2 (çev. Mustafa Tüzel), İthaki Yayınları, İstanbul, 2006. Nietzsche 2010: Friedrich Nietzsche, Şen Bilim La Gaya Scienza Ana Metin I (çev. Hasan İlhan), Alter Yayıncılık, Ankara, 2010. Oppermann 2006: Serpil Oppermann, Postmodern Tarih Kuramı Tarihyazımı, Yeni Tarihselcilik ve Roman, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2006. Russell 2000: Bertrand Russell, Felsefe Sorunları (çev. Vehbi Hacıkadiroğlu), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000. Schopenhauer 2009: Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya (çev. Levent Özşar), Biblos Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2009 Yıldırım 2000: Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000.
15
İdeolojik Araç Olarak Çeviri: Değişen Türkiye’nin Değişen Dili Hande ONAVLIK hande.onavlik@gmail.com
Çeviri, iki dili araç olarak kullanarak kültürler arası köprü kuran dilsel bir eylemdir. Ancak birçok kritere uygun, doğru ve bilinçli yapılması gerekir. Çeviri yaparken iki kültürü de incelemek ve çözümlemek, buna göre bir ürün ortaya koyabilmek çok önemlidir. Fakat çevirmenin de bir birey olduğu ve kendini tamamen yok sayamayacağı da bir gerçektir. Kuşkusuz ki eserleri yazan ve çeviren kişi ve kurumların kendilerine özgü ideoloji ve politikaları mevcuttur. Çağdaş çevirmenlerimizden Prof. Dr. Alev Bulut bu konudaki görüşünü şöyle belirtmiştir: “Dil kullanımı başka herhangi bir ideolojik görüş ve amaçla yönlendirilmediğinde bile yeterince ideolojik bir davranıştır. Dilin nerede, ne amaçla, kiminle, kime karşı ya da kimin için kullanıldığını incelemeden nerede, nasıl bir etki yarattığını anlamamız zordur.”(1). Ancak sırf ideolojiyi yansıtmak gerekçesiyle kaynak metinleri amaçlarından saptıracak kadar müdahale etmek doğru mudur? Son on yıldır bir kültür yangını çerçevesinde sıkışıp kalan ülkemizde çeviri, kendi nötrlüğünü büyük ölçüde aşarak taraflar ve ideolojik amaçlar altında kalmıştır. Bundaki en önemli pay, toplumu kitle iletişim araçlarını kullanarak belli değer yargılarına göre yönlendirmeye ve manipule etmeye çalışan medyaya aittir. Bazen görüp üzerinde durmadığımız yabancı film isimlerinin çevirilerinde bile finansal ilişkilerin ve medyanın çıkarlarının etkisi yadsınamayacak kadar çoktur. Nitekim bu konuda fikirlerini beyan eden birçok kişiden biri olan Cezayirli düşünür Louis Althusser de kitle iletişim araçlarını devletin ideolojik aygıtları olarak kabul etmektedir. Öyleyse bu tür manipulasyonların ve kültür planlamalarının halka kitle iletişim araçlarıyla empoze edilmeye çalışılması bahsettiğimiz çıkarlar göz önüne alındığında son derece etkilidir.
16
Bu durum konusunda ülkemizde en somut örnekler son yıllarda sosyal bir sınıf olarak kendini ayırt eden ve medyada “muhafazakar” olarak adlandırılan kesimden çıkmaktadır. Bunun sebebi kitap, televizyon gibi kitle iletişim araçlarının kendi inanç ve prensipleriyle donanması için çeviride değişiklik ve uyum farklılığına gitmeleridir. Peki bu kişisel bir tercih olarak görülebilse de, toplumun farklı olan her bir kesimi bu olaylara uzak mıdır? Tam tersine politik ve ideolojik elementler dahil olsun olmasın elimize aldığımız her gazete, okuduğumuz her kitap ve izlediğimiz her programda bunların örneklerine rastlayabiliriz. Bu makalede somut örnekler vermek üzere, çeviride bu değişim ve uyum farklılığı sağlama çabalarını ele alacağız. Söz konusu muhafazakar kesim, ideolojilerini topluma yerleştirmeye çalışırken ilk olarak çok büyük kitlelere ulaşabilme yetisi olan televizyon aracılığıyla, çocukları hedef almaktadır. Çünkü çocukların o yaşlardaki berrak beyinleri, o renkli dünyada gördükleri her olguya sorgusuz bir şekilde açıktır. Hepimiz artık bu tür kanallardan çıkmış ve popüler kültüre mal olmuş olan Cuma namazına giden Şirin Baba’yı, “Yüce Yaradanın rızasıyla, güç bende artık!” diye bağıran He-Man’i ya da bir Japon animasyonu olan Pokemon’da “Haydi bakalım Pikachu, seni seçtim cenk etmeye… Unutma ki Cihad’da şehit olursan cennetlik olursun. Haydi helal olsun, Allah utandırmasın… ” gibi diyalogların en azından birini duymuşuzdur. Hatta son günlerde küçük çocukların ilgisini çeken, yeni bir yapım olan Caillou çizgi filminde minik karakterin korkusunu gidermek için oynadıkları sayı sayma oyununun “dua etme” olarak çevrilmesi ve çizgi film boyunca sürekli “maaşallah, inşaallah” gibi laflar geçmesi de bu tür dilsel manipulasyonların devam ettiğine dair bir örnektir.
Bu örneklerin arkasında yatan cileri bile bu tür çeviri örnekBu kanallar kesinlikle çok sebep, daha sık gördüğümüz lerini, ideolojisinin bu yönde ve yetişkin insanların kendi kaliteli ve ünlü belgeselleri olduğu herkesçe bilinen istekleriyle seçtiği, seçip yayın akışlarına dahil birçok kanaldan kolayca tespit benimsenmiş, ideolojik çeviri edebilir. Ancak belgesellerin etmekte, ancak belgesellerin ile hazırlanmış programlarçok ciddi bilimsel deneylere çevirileri tamamen kendi dayandırılarak dan daha derindir. Kişisel terçekildiği cih yerine burada çocuklara düşünülürse, bu denli bilim dünya görüşlerine göre belirli kesimin kültürel özelodaklı programları insanlara yorumlanmaktadır. En baliklerini, dünya görüşünü ilahi sebeplere dayandırarak sitinden “yağmurun” bile bu tanıtmak ve alıştırmak için yansıtmak ve böylece sözü edilen kesime özgü bir ufuklarını genişletmelerini ençevirilerde “rahmet jargon oluşturma eylemi gellemek ülkemiz açısından yağması” olarak görülür. Bu çocuk odaklı son derece büyük bir kayıptır. tanımlanması, cümlelerin yapımların orijinallerinde En büyük manipulatif ve iderepliklerin böyle olmadığı olojik çeviri örneklerini daima “Allah’ın izniyle, çok açıktır. Çocuklar bunları, Allah’ın verdiği kudretle, kuşkusuz en yaygın kitle bu tür televizyon iletişim aracımız olan teleAllah’ın yarattığı eşsiz kanallarından periyodik vizyonda görsek de, ülkemolarak takip edince, bir süre izde daha az yaygın olan kitap varlık…” gibi söz sonra burada konuşulan dili gruplarıyla başlaması bir iz- çevirilerinde de bu durum ve üslubu iyiden iyiye özellikle son yıllarda artış leyici olarak benim de tanık özümsemektedirler. Böylece göstermiştir. Artık adeta şirket olduğum bazı durumlar çizgi filmlerin aslında vermek haline gelmiş olan bu istedikleri mesajlar ve hayal toplulukların televizyon arasındadır. güçlerinin sonsuzluğu yok olkanallarından, yayınevlerine, makta, adeta programlar, yapımcılarının haberleri radyo istasyonlarından, ticari satış noktalarına olmaksızın amaçlarından saptırılmaktadır. kadar pek çok alanda kolları bulunmaktadır. Televizyonda görülen örnekler ne yazık ki Dolayısıyla televizyonda özellikle cahil kesime bu yalnızca çizgi filmlerle sınırlı değildir. Bunların çevirileri ve söylemleri dayatan kanallar, aynı ideyanı sıra eğitimsel içerikli belgesel ve benzeri pro- olojiyi yayınevleri aracılığıyla da ülkenin dört bir gramlar da bu çevirilere kurban gitmektedir. Bu yanına yaymayı başarmaktadırlar. Buradaki ilk kanallar kesinlikle çok kaliteli ve ünlü belgeselleri hedefin de yine çocuklar olduğu, özellikle son zaseçip yayın akışlarına dahil etmekte, ancak belge- manlarda çok fazla duyduğumuz “100 Temel sellerin çevirileri tamamen kendi dünya Eser” tartışmalarından anlaşılmaktadır. görüşlerine göre yorumlanmaktadır. En basitinden 100 Temel Eser, Milli Eğitim Bakanlığı’nın “yağmurun” bile bu çevirilerde “rahmet yağması” ilk ve orta öğretim öğrencilerine zorunlu okutulolarak tanımlanması, cümlelerin daima “Allah’ın mak üzere, %60’ını Türk, %40’ını yabancı klasikizniyle, Allah’ın verdiği kudretle, Allah’ın lerden derlediği bir seçkidir. Yıllardır bunlarla yarattığı eşsiz varlık…” gibi söz gruplarıyla ilgili süren tartışma ise bu yabancı klasiklerin çebaşlaması bir izleyici olarak benim de tanık virilerinde birtakım müdahalelerde bulunulup oriolduğum bazı durumlar arasındadır. Bu konudaki jinal metinlerin bu yolla saptırıldığı gerçeğidir. Bu tartışmaları internet üzerindeki paylaşım konuda araştırma yapan pek çok akademisyen ve platformlarından ve forumlardan okurken dikka- çevirmenin de ulaştıkları sonuçlar bu gerçeği timi çeken bir başka çarpıcı örnek ise BBC’nin destekler niteliktedir. İÜ Edebiyat Fakültesi Çeyapımcılığını üstlendiği, ışık ve renklerin viribilim Bölümü öğretim üyelerinden Yrd.Doç. oluşumuyla ilgili bir belgeselin isminin “Allah’ın Dr. Necdet Neydim bu konudaki tespitlerini şöyle Renk Sanatı” olarak çevrilmiş olmasıydı. Aslına dile getirmiştir: “Bu çeviriler çoğunlukla çeviri olbakılırsa minimum seviyedeki televizyon izleyi- mayan çevirilerdir. Çevirmeni belli olmayan,
17
sadece hazırlayanı yazan metinler, var olan çevirilerden yola çıkarak ideolojik ya da dinsel amaçlar doğrultusunda yeniden oluşturulan metinlerdir ve çoğunun kaynak metinle ilişkisi çok azdır. Bazı metinlerde çevirmen yer almış ancak önsözde çevirinin hangi amaçla yapıldığı ayrıntılı olarak vurgulanmıştır.”(2) Yine aynı fakültenin yaptığı bir araştırma da bunun örneklerini gözler önüne sermiştir. Bir çocuk klasiği olan Pinokyo’nun bu tür yayınevlerinden çıkan versiyonunda “peruk” sözcüğünün “takke” olarak çevrilmesi; aynı eserde ana karakterin “Allah sizden razı olsun efendim.” şeklinde konuşması; Sefiller’in önsözünde Fransız yazar Victor Hugo için “O da çoğu Fransız gençleri gibi, dinsiz yetişti.” şeklinde bilgilerin yer alması ve dahası Johanna Spyri’nin Heidi, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe adlı romanlarına Allah’a şükretme ve ahiret inancı gibi imgeler eklenirken, aynı eserden “Müslüman bıyığı” tamlamasının çıkarılması bu araştırmanın ortaya koyduğu örneklerin başlıcalarıdır. Bu yayınevlerinin en çok müdahalede bulunduğu bir başka nokta ise, metinlerdeki “Tanrı” sözcüğünü sürekli “Allah” olarak değiştirmeleridir. Bu nokta, bu yayınevlerinden çıkan ürünlerin satışa sunulduğu bir kitapçıda yaptığım bireysel araştırmamda benim de dikkatimi özellikle Tolstoy kitaplarının çevirilerinde çekmişti. Sonuç olarak, ülkemizde muhafazakar kesimin birçok bakımdan çok fazla güçlendiği ve bu güç sayesinde basın-yayın organlarımıza yatırım yaparak, medya aracılığıyla halkı manipule etmeye çalıştığı kaçınılmaz bir gerçektir. Çocuk programlarından belgesellere, kitaplara kadar hissedilen bu etki ülkemizin kültürel birliği açısından çok olumsuz bir durumdur. Dünya gündeminde ve edebiyatında yer alan geliştirici ve bilgilendirici elementlerin çarpıtılarak yok edilmesi, gelişmekte olan ülkemizi şüphesiz geriye götüren
18
bir faktördür. Ulusumuzun geleceği olan çocukların bilinçsizce bu dilsel kullanımlara ve kapalı ideolojilere maruz bırakılması ise yeni nesli dar kalıplar arasına itecek ve onların hayal güçlerini öldürerek yaratıcı fikirlere imza atabilmelerini engelleyecektir. Ancak bu kadar tartışmaya rağmen metinlerin dokunulmazlığını savunan kanalların, yayınevlerinin ve çevirmenlerin bu ideoloji karşısında etkisiz kalıyor olmaları da maalesef Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumunun bir özetidir. KAYNAKÇA • (1) Bulut 2008: Alev Bulut, Basından Örneklerle Çeviride İdeoloji-İdeolojik Çeviri, Multilingual Yayınları, İstanbul, 2008. • (2) Neydim 2006: Necdet Neydim, “Masumiyetini Tamamen Kaybeden Seçki: 100 Temel Eser.” Web. <http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno= 197202> • Karadağ 2006: Ayşe Banu Karadağ, “100 Temel Eser ve Çevirinin İdeolojik Doğası Üzerine”. Çeviribilim. Web. <http://ceviribilim.com/?p=330>. • Ed. “Ve Çeviribilimciler 100 Temel Eser’e El Koydu”. Çeviribilim. Web. 25.08.2006. <http://ceviribilim.com/?p=304>. • Çetinkaya 2004: Yalçın Çetinkaya, “Bir Manipulasyon Aracı Olarak Medya ve Gençlik”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi 157.5. Web. <http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi57/cetinka ya.htm>
Mekanik Tasarım ve Eylem Gerekliliği Ferit ENDER. enderferit@gmail.com
Mekanik Tasarım(MT) kavramını birleştirici bir olgu olarak görüyoruz. Üstyapı olarak adlandıracağımız tüm kurumsal organları birbirine iliştiren ve aynı zamanda bu kurumsal organların tüm niteliklerini kitle eylemine kaynaklayan MT; üretim ilişkilerinin ve bu ilişkilerin barındırdığı diyalektiğin bir sonucudur. Temel itkisi değişim olmasına karşın, asli amacı “mutlak ilerleme” olarak belirlenmiştir. Mutlak ilerlemenin sağlıklı gerçekleştirilebilmesi için; MT’nin yapısı ve içinde bulundurduğu kurumsal organlar tarihsel süreklilik içinde çokça değişime uğrar; MT’nin diyalektikten ödünç aldığı birinci eylem yasası budur. İkincisi ise, MT’nin unsurlarının belirlenmesinde ortaya çıkar. Bu aşamada da en mühim ve açıklanması gereken en kendine özgü yeri, MT’nin sahip olduğu değişkenlerdir. Öyleyse söyleyebiliriz ki; bizim “Mekanik Tasarım” kavramımız; mühendisin teknik bilgisiyle yoğurduğu herhangi bir makine teçhizatından farksız değildir. O teçhizatı alıp, yaşam ve tarihe oturtmaktan başka yaptığımız bir şey de yoktur. Bir analiz sürecinde fonksiyonel biçimde inceleme yapmak şaşalı bir felsefi yöntem olarak önümüze konulabilir ancak, belirlenen fonksiyon ve değişkenlerinin analizin sonucundan kopuk olmaması ve analiz sürecince incelediğimiz sosyal yapıyı yansıtması, süreç boyunca dikkatle ve kuşkuyla yaklaşılması gereken bir noktadır. Sabit ve değişime kapalı düşünce yapısı da, sıklıkla eleştirel olarak yöneltilen kanının aksine, tanımlamasını yukarıdaki cümlelerden almakla birlikte kendisini eleştiren bir dizi yeni “bilimsel” teorinin yöneliminden farklı bir hareketlilik de izlememektedir. 19.yüzyılın keşiflerinin ve yeni ekonomi-politiğinin dayattığı düşünme süreci, tıpkı o zaman nasıl bir ana akım bilimsel yaklaşım yarattıysa ve bu yaklaşım zamanının ilericisi olarak adlandırıldıysa ,haklı olarak , 21.yüzyılın
yeni “keşifleri” de yeni bir ekonomi-politik ortaya koymamakla birlikte, yeni bir düşünme süreci ve yeni bir eylemsel tavır dayatmasının sonucunda farklı bir “ilerici” yaklaşım ortaya çıkarmıştır. Endüstriyel üretimin olmadığı ve makine aracılığıyla üretimin yerine elle üretimin ve fabrika dışı üretim, yani tarımsal üretimin dorukta olduğu zamanlarda tek ve asli üretici gücün toprak olduğu söylendiğinde, bu yaklaşım salt güç sağlama ve zenginliği artırma amacıyla kılıç bileyenlerin pek hoşuna gitmemişti ve o devasa kalelerinde ve zenginliğin ortasında gericilik sıfatıyla yaşayan bir kitleye dönüşmüşlerdi bu kılıç bileyenler. İşte bu “tarım” fikrinin ortasına geldiğimizde de, hikayemizdeki kılıç bileyenlerin Werther gibi imkansız bir aşkın peşinden sürüklendiğini görmek pek de zor olmasa gerek, sonu acı bir sonla biten Werther gibi. Werther duygularına yenik düşmüştü, peki ya bahsettiğimiz Mekanik Tasarım, burada duygulara yer yoktu, “mutlak ilerleme” vardı. MT diye tanımladığımız kavram gerekliliklerini ortaya koydu öyleyse. Marş marş, gidilecek ve görülecek daha çok “bilimsel” teori var. Ayak bağı olanlar “gericidir”, daha özgür olanlarsa ilerici, yoksa daha mı güçlü olanlar demeliydik? Tasvir ettiğimiz ve gözümüzün önüne gelen MT şekli, tam biçimine yaklaşmış bulunmaktadır diyebiliriz. Kendini tam olarak ortaya koyamayışımızın nedeni ise eylem gerekliliği gibi önemli bir tavır alma şeklini Mekanik Tasarım için daha biçimlendirmediğimizdendir. Düşünce tek başına var olamaz ve yer edinemez. Ya bir matematikçi tarafından maddeden çekilip alınır ya da “İnançlı” bir filozofun elinde yoğurulması ve geliştirilmesi gerekir. Filozofunsa bu geliştirme aşamasında maddeye başvurması gerekir. İşte büyük bir tartışma! Daha da büyütelim tartışmayı, filozofun düşünceyi geliştirirken,
19
, özellikle bizim MT’mize göre, ekonomi-politiğe başvurması gerekir. Çünkü madde politiktir ve ekonomiktir. Madde ki güneş ve su da dahil olmak üzere piyasadadır. Bundan ötürü filozofun ekonomi-politikten güç alması gerekir. Daha da büyütmek gerekir tartışmayı! Filozof elinde bulundurduğu araçları dolayısıyla sahip olma içgüdüsünü yaşatır içinde, ve vergi keser düşüncelerden, aynı zamanda da “aptaldır”. Ekonomi-politik ise kendisini kullanana “zeka” bahşeder ve onu eninde sonunda “sosyal insana” sürükler, ta ki sürükleyeceği kişi filozof olana dek, o vakit filozofun sahip olma içgüdüsü maddenin harmanlanmasıyla bir gericilik yaratır. Bu gericilik kendini “mutlak düşünce” olarak ortaya koyar.
“Mutlak düşüncenin”, ilk ortaya çıktığından bu zamana, kaldıramadığı ve tahammül edemediği tek bir gerçek vardır, o da sınırlandırılmasıdır. Düşünce, maddeye erişmek ister, çünkü maddeden kopuk olduğu sürece bayat bir ekmek gibidir, sert ve hiçbir dişin kesmeyeceği ve hiçbir karnı doyurmayan. Eylem gerekliliği ise burada ortaya çıkar. Akışkanlığı o sağlar. Düşünceyi maddeye ancak eylem yaklaştırır. İşte şimdi diyebiliriz ki, baylar, haydi sofraya: İşte çağımızın devasa kütlesi, işte analizlerimiz yegane temsilcisi, işte tüm o politik zırvaların ekonomi-politikten gelen kaynağı, işte sanat, kültürel yaklaşımlar ve özgürlük safsataların en temel noktası; bu, en baştan söylediğimiz Mekanik Tasarım, evet, ta kendisi.
Birinci Yeni ve Orhanlı Velilikler Sapphİnanna sapphinanna@yahoo.com.tr
Doğduğu andan öldüğü güne kadar bilmeden, fark etmeden bir yük gibi taşımış garipliği. Çocukluğu, aşkları, edebiyat yaşantısı, İstanbul düşkünlüğü ve tabi ölümü… İçinde yoksulluğun kol gezdiği ama asla yoksun olunamayacak kadar değerli bir gariplik. Aslında ortaya attıkları şiir akımına Orhan Veli “Tahattur”{ ki hepimiz Veskalı Yarim kısmını tastamam biliriz bu şiirin }adlı şiirinden kaynaklı bu ismi vermek istese de dostlarıyla sohbetlerinde şiirlerinin hem toplumun içinden süzüldüğü hem de garip karşılandığı ifade edilince, “Garip” bir şiir yüzü olan “Birinci Yeni” böylece edebiyat perdesine inmiş oldu. Birkaç yerde nükteli anlatımıyla çocukluğunu ve ilk gençliğini anlatır. Okuyup hemen yazmıştır ki dokuz yaşında okumaya, on yaşında yazmaya başlama serüvenini anlatıverir böylece, araya elbette Melih Cevdet’le Oktay Rifat’ı da katarak. Serüvenlerinde de hayatı sıkıştırarak yaşamış biridir Orhan Veli. Genelde yaşam öyküleri duygusal bir damar tutularak anlatılır: ” Efendim şöyle insandı böyle iyiydi”. Ben Orhan Veli’nin yaşantısına bir
20
edebiyat tarihçisi gözünden çok “Şu adamcağıza bir de fen bilimci gibi yaklaşalım” deyivererek bakıyorum. Şairlerimize şöyle bir göz gezdirince ya çok göbeklilere rastlıyoruz yahut zapzayıflara . Orhan Veli’nin fotoğraflarından ve yakın çevresinin anlatımlarından, fiziksel yapısının da bir “garip” olduğunu tespit ediyorum tabi bunun da kendisinin özgün sanat kimliği açısından yaraşır olduğunu da.Evvela otuz sekiz numara gömlek giyiyor, ceket giymekten de hoşlanıyor.Sevmediği şeyler de var elbet: zeytini, soğanı, sarımsak ve ciğeri, sütü,çiğ yumurtayı ama çok pişmişine de doyamazdı, sucukla pastırmaya da-.Pek tabi şarap çok sever, çayla kahveyi; balık yemeyi, sütten yapılmış tatlıları, tütünü… Salah Birsel Orhan Veli’yi ilk gördüğünde yadırgar; boyu uzuvlarına göre uzun gelir, ağırlığı da hafif. Ama sonradan zekasının ağırlığının hepsinin önüne geçtiğini düşünür. Hatta Nurullah Ataç, dargınlıkları sebebiyle Orhan Veli’nin ergenlik döneminden kalma sivilce izlerini tiye
alarak biraz da uzun boylu ve kambur oluşundan sebep “Şakuli Solucan” { Laf aramızda Orhan Veli de az değildir, adamcağızın kapanmaz gönül meselesinden faydalanıp onu bir güzel işletir, bir evi tarif eder sevdiğinin evi diye, her sarhoş olduğunda soluğu bu kapıda alan Ataç sonra evin yanlış olduğunu anlayınca Orhan’a darılır.} adını takmıştır. Orhan Veli ise modern hiciv şiirlerinde şöyle hicveder:
nasırıyla ilgilidir { laf aramızda Süleyman Efendi’nin bedduası mıdır, Orhan Veli’de de nasır çıkmaz mı? }. Birinci Yeni’nin meselesi işte tam da burada ortaya çıkıyor, mesele nasırdan evvel “sıradan” meselesidir. Silik, izbe, gösterişsiz, ışıltısız ama önemli, değerli, yok sayılsa da var olmuş sokak insanlarının, mahalle teyzelerinin, hoşsohbet ağabeylerin, çapkın ve bıçkın erkeklerin; cilveli, hafif meşrep ama yürekli kadınların isimsiz-benzerli ama çok farklı hikayelerinin “Nurullah Ata şiirleşmesidir. İlk çağ sözlü edebiyat kalıntıları Tirink Galata kalemşörleri bu hususa içerlemiş, günlerce, aySoğan salata” larca Birinci Yeni’yi hakir görerek, aşağılamışlardır. Ama Birinci Yeni çok Orhan Veli’nin yüzü demişken Yusuf Ziya benimsenmiş, ardından sivilleşmenin ve Ortaç’ın, Orhan Veli’yi kastederek “Sizi bu yüzleşmenin gerçek silueti olan İkinci Yeni’ye de ahlaksızların yüzüne tükürmeye davet ediyorum” farkında olmadan ortam hazırlamıştır. demesi kanımca çok ayıptır. Şiire kutsal bir değnek muamelesi yapanlar daima şiiri eski şiirci Bir de rakı şişesinde balık olsam anlayışımızdan kalma “övücü araç” olarak kanıksama şiirin normalleşmesini, sivilleşmesini Orhan Veli ‘Süleyman Efendi’ ile alır yürür. sindirememiştir. Birinci Yeni, İkinci Yeni’nin İnsanların diline pelesenk olur bu dizeler, hatta o karşısında daha az sivil ve mahalli kalsa da, yeni- zamanın ecza laboratuarından biri piyasaya yeni likçi- özgün- esprili bir yönü vardır. Birinci Yeni sürecekleri bir nasır ilacı için çok para teklif edşiirin milli egemenlik bayramlarından sıyrılışının erler. Orhan Veli kabul etmez tabi. Bu şiirin batı ortaya çıkışıdır. Hatta bir yönüyle de cumhuriyet edebiyatı külliyatına gireceği aşikardır ki o da öyle kazanımlarının tamamlayıcısıdır. Zıtlık ve be- düşünüverir. raberlik bir aradadır. “Süleyman Efendi” den bahsettiği şiiri Süleyman Ağaların, Süleyman 1947’de Sait Faik’in ‘Yedigün’ dergisi için yaptığı Beylerin değil büyük kentlerin naif ve garip röportajda iş gelip “Rakı şişesinde balık olsam” a insanlarının yani Süleyman Efendileri’nin takılır. Çeşitli kaynaklardan ve gerekli araştırma-
21
lardan sonra bu meselenin önündeki tüm perdeyi aralayan üstatları sevgiyle anarak aynen aktarıyorum: “Orhan Veli'nin verdiği yanıt şudur: ‘O sırada yoksulluklar içinde yaşayan bir adamın hayatını anlatır o şiir. Böyle bir insan birçok şey ister. Esvap ister, yemek içmek ister. Bu arada rakı içmek ister. Bu istek mübalağalı bir şekilde anlatılmıştır.’” Bir başka röportajda, Kemal Dayan'ın "Balık sizi şiirlerinizde dahi alakalandıran bir şey olduğuna göre..." lafını bitirmesine şans tanımadan konuşur Orhan Veli: "Durun. Onun size bir tarifini yapayım: Balık, rakı şişesinde yaşayan bir mahluktur." Belli ki sıkılmış şairimiz bu sorudan, çünkü her yerde karşılaşıyor ama verdiği en önemli yanıt arkadaşlarından Muvaffak Sami Onat'ın 10.12.1950 tarihli Zafer Gazetesi'ndeki yazısındadır:
yansımasıdır Orhan Veli’nin. Aslında derdi Ahmet Haşim’le de değildir, eski şiire olan garip eleştirilerinin seslenişidir.
Ahmet Haşim’in Arzu adlı şirindeki “Göllerde bu dem bir kamış olsam” dizesine karşı 'Bir de rakı şişesinde balık olsam' dizesi ortaya çıkmıştır. Yine Ahmet Haşim’in Havuz şiirinde "Bir gün kendisine 'bir de rakı şişesinde balık “Canan ki gündüzleri gelmez olsam'ı hakikaten şiir diye inanarak mı yazdığını Akşam görünür havz üzerinde.” dizeleri üzerine sormuştum. 'Hayır tabii!' dedi. 'Ama ne yapayım 1951 “Canan” adlı şiirinde görüyorsunuz Yazık Oldu Süleyman Efendiye'yi yazmasaydım asıl şiirlerim okunmayacak, “Canan ki Degüstasyon'a gelmez, kendimi anlatamayacaktım. Garip'i o malum ve Balıkpazarı'na hiç gelmez.” Böyle bir göndermede meşhur dize okuttu. Vazgeçemediğim'in okunması bulunur. için kitabın sonuna o deli saçmasını koymaya mecbur oldum. Baksanıza Destan Gibi okunuyor Fikrimce eski şiiri anlayış ve içerik açısından en mu? Bilseydim ona da böyle acayip bir mısra ek- sert hicvettiği dizeleri ise Ahmet Haşim’in bir lerdim.' Bu hareketi ve sözleriyle Orhan Veli, başka şiirindeki şu dizelerine ; sakal bırakışındaki manayı da anlatmış oluyordu. Alay edilmek, delilikle, züppelikle itham olunmak “Yarin dudağından getirilmiş riskini göze alarak kendisini okutmayı bildi." Bir katre alevdir bu karanfil Ruhum acısından bunu bildi. Aynen aktardığım bu alıntıya hiç dokun- Düştükçe vurulmuş gibi yer yer mak istemedim, üzerine ekleme yapmak istesem Kızgın kokusundan kelebekler de yapamadım çünkü bu alıntı Orhan Veli ağzıyla Gönlüm ona pervane kesildi.” yapılmış bir alıntı. Tüm bu muzipliğin hafif mahzun bir şekilde yansıtıldığı bir alıntıdır, bunu şöyle karşılık verdiğidir: da belirtmek gerekir. Orhan Veli’nin en sevdiğim yönlerinden “Hakkınız var, güzel değildir ihtimal biri sessiz sedasız yaptığı hicivleridir. Çoğu kez Mübalağa sanatı kadar atışma olarak da literatüre geçmiş bir kavram olsa Varşova'da ölmesi on bin kişinin da şiirimsi bir eylem sayılabilir “atışma”. Ancak Ve benzememesi hiciv başka bir penceredir, başka bir tavan arasıdır. Bir motörlü kıtanın bir karanfile, Ahmet Haşim’le olan sessiz ve karşılıklı Yarin dudağından getirilmiş.” karşılıksız meselesi işte tam da modern hicvinin
22
Bu hicviyle Garip akımını küçümseyici bulan, faydasız ilan eden, serseri söylemleri olarak gören zihniyete aslında derin bir politik bakış açısıyla toplumsal hatta evrensel bir takım mesajlarla karşılık verir. İnsanların tasalarını, dertlerini, mübalağa etmeden, yaşamın yaşanan tüm taraflarıyla sessizce, eğmeden bükmeden, dosdoğru anlatır; bu yüzden de direkt anlaşılır Garip akımı. Eski anlayışın kaygı dolu karşı çıkışı da bundan kaynaklanmaktadır. Orhan Veli ve Birinci Yeni akımını, Orhan Veli’nin kişiliği ve şiirlerinin karakteristik örüntüleriyle hem sosyolojik hem toplumsal hem de edebi açıdan tekrar ışık tutmak gereğini duydum. Şairin aşklarıyla ilgili şiirsel yaklaşımına girmeyeceğim, yazıyı burada bu analizsel haliyle sonlandırırken Orhan Veli’nin naif ve delikanlı yönlerini şu dizeleriyle sizlere sunarak, hepimizin Orhan Veliliklerimizi iyi muhafaza etmemizi diliyorum. Rakı şişenizdeki balıklara iyi bakınız efendim.
merdir suya baksam / Akşam, yine akşam, yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam!". Divan şairi Nedim'in ise Ahmet Haşim'e esin kaynağı olan "Destide kadehte doyamam görmeye bârî/Ey gevher-i şeffaf senin mahzenin olsam" dizelerini yazdığı bilinmektedir.
- Özsoy, M. Şerif (2002), Kanık'sadığım Biri Orhan Veli, Ayna Yayınları, {Özsoy, Orhan Veli’nin bilinmeyen tüm yönlerini ve saklı kalan tüm ayrıntıları büyük bir özveri ve dikkatle irdeleyerek yeni kuşaklara ve geleceğe sunduğu için en özel teşekkürü haketmektedir} -Kanık, Adnan Veli (1953), Orhan Veli İçin, Yeditepe Yayınları - Bezirci, Asım (1991), Orhan Veli: Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Eserleri, Altın Kitaplar Yayınevi - Uyguner, Muzaffer (1967), Orhan Veli Kanık : hayatı, sanatı, eserleri, Varlık Yayınları
“Sevdiğim insanlara Kızabilirdim, Eğer sevmek bana Mahzun durmayı Öğretmeseydi.”
Kaynakça ve Notlar -Yusuf Ziya Ortaç, Akbaba Dergisi'de sert bir eleştiri yazısı yayınladı. Derginin 28 Mart 1940 tarihinde çıkan yazısında "Vezin gitti, kafiye gitti, manâ gitti... Türk şiirinin berceste mısraı diye "Yazık oldu Süleyman Efendi'ye!" rezaletini alkışladılar... Göğüslerinde cehennemler yanan sanat cücelerinin kınalar yakıp, ziller takıp şıkır şıkır oynadıklarını gördük! Sanatın darülâcezesiyle timarhanesi el ele verdi, birkaç mecmuanın sahifesinde saltanat kurdular! (...) Ey Türk gençliği! Sizi bu hayasızlığın suratına tükürmeye devam ediyorum." diye yazdı. -Ahmet Haşim'in ilgili dizesi Piyale isimli kitabında yer alan Bir Günün Son Arzusu şiirindedir. Bu şiirin son dörtlüğü şu şekildedir: "Akşam, yine akşam, yine akşam / Bir sırma ke-
23
Hayatlara Dokunabilen Dürümcü : Haluk Abi Röportaj: Levent Kaan Gündoğdu leventkaan_1@hotmail.com
İstanbul/Mecidiyeköy’de Profilo Alışveriş Merkezinin 100 metre kadar yakınında küçük , 4 masalı bir dürümcü dükkanı; Dürümcü Haluk Abi. İçeri girip masadaki yerinizi aldığınızda gözünüze çarpacak ilk gariplik; rafları turşu kavanozları yerine kitapların işgal ediyor olması.Yerine bir kitap bırakmak şartıyla istediğiniz kitabı alabileceğiniz bir kütüphane. Ama bu sadece bir başlangıç. Dürümcü Haluk Abi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ’77 mezun olduktan sonra İngiltere’de yüksek lisans yapmış; yıllarca uluslararası ticaretle,gümrük müşavirliğiyle , sanayicilikle uğraşmış ve en sonunda işi-gücü bırakıp yukarıda bahsettiğim dükkanı açmış biri. Bu yol hikayesinin dönüp dolaşıp ( cidden dönüp dolaşıp-Haluk Abi, yaşanan 5 kıtada da yaşamış şanslı insanlardan olduğunu anlatır) küçük bir
dürümcü dükkanına bağlanması, biz Türk insanın anlamakta güçlük çekeceği bir durum.3 aya yakın bir süre önce tanıştık Haluk Abi’yle ve ben o günden beri bu işin nedeni-nasılını sorguluyorum, haftanın üç gecesi iskemleyi çekip Haluk Abi’yi dinliyorum.İşte bu yazıda o sohbetlerden parçalar bulacak, insanların hayatlarına dokunmayı başarabilen bir dürümcüyü benden dinleyeceksiniz. “Abi,” diyorum, “neden buradasın?”. Koşup içerden bir servis kağıdı getiriyor. Üzerinde, tarihten önemli kişilerin sarfettiği ya da anonim sözler var; kulağa küpe edilmesi gereken.Konfüçyüs’e ait söze gidiyor parmağı; “Bir insan sevdiği işi yapıyorsa,ömür boyu çalışmıyor demektir.”
Bir insanın ortalama 70 yıllık ömrü, dünyanın geçmiş ömrüne nazaran sadece 8.2 saniyeye tekabül etmektedir. Bu da bir yaprağın dalından kopup yere düşünceye kadar ki geçen zaman kadardır.
24
“98 yılında tekstil sektöründe faaliyet gösteren bir fabrikatördüm, ama mutlu değildim.”O sırada, eline geçen bir kitaptaki şu satırlar hayatının kararını vermesine sebep olur: "Bir insanın ortalama 70 yıllık ömrü, dünyanın geçmiş ömrüne nazaran sadece 8.2 saniyeye tekabül etmektedir. Bu da bir yaprağın dalından kopup yere düşünceye kadar ki geçen zaman kadardır" Ve ben de tası tarağı sattım, ailemle vakit geçir-meye karar verdim.Ama çalışmamaya ancak 2 ay dayanabildim.Sonra en çok sevdiğim işi yapmaya karar verdim; mangal yapmaktan ve sohbet etmekten keyif alıyordum.”
Fark edildiğinde birileri gider ve ona sormadan kavak ağacını budar. O zamanlar “ben kavak ağacı olmayacağım!” dedim ve olmadım.Gerisini sen anla. LKG: Peki Abi , ya çocukların? Ailen nasıl tepki verdi?
H: Aldığım hiçbir karar , yaptığım hiçbir iş için kimseye hesap vermedim; ailem dışında.Yine onlara durumu izah etmeliydim sadece. Çocuklarımı karşıma aldım; “bugüne kadar fabrikatör bir babamız var dediniz, bundan sonra bizim babamız dürümcü diyebilecek misiniz?” diye sordum. Buraya kadar güzel. Ama ben dayanamayıp, Aldığım cevap “biz senin mesleğinle değil seninle okurken sizin de şüphe edeceğiniz şeyi sordum: gurur duyuyoruz baba”ydı. LKG: Abi iyi diyorsun güzel diyorsun da, fabrikayı sattığın zaman işler yolunda mıydı? Biz sohbet ederken yoldan geçenlerin de selamı eksik olmuyor. “Herkes mi bu adamı tanıyor?” H: Yolundaydı tabi. 5 Avrupa ülkesine ihracat diye düşünmeden edemiyorsunuz. yapıyordum.Ama yeri gelmişken sana bir anekdot anlatayım. Çocuklarıma hep “kavak ağacı H: Mecidiyeköy’ün göbeğindeki şu dükkanda olmayın” diye öğüt veririm. Peki ne anlamalıyız küçük bir kasabanın bakkalıymışım gibi hissedibundan? Kavak ağacı, evlat; kimse sulamadan yorum. Onlar belki sadece selam verip geçtiklerini kimse gübrelemeden, kendi kendine büyür. Onu düşünüyorlar. Sadece selam değil, aynı zamanda kimse fark etmez, ta ki boyu uzayıp ona yaşama sevinci, enerjisi de veriyorlar bana bakanların kafasındaki şapkayı düşürene kadar. aslında.
25
Dürümcü Haluk Abi’nin bir de mercimek çorbası var meşhur. Ama çorba değil, ‘antibiotik’ deniyor ona burada. Raflarında turşu kavanozu değil dünya klasikleri olan bu dükkanda bilginiz karşılığında ‘antibiotik’i para vermeden içebiliyorsunuz. Haluk Abi dükkanın camına yaklaşık 6 yıldır her gün farklı bir soru yazıyor. Cevabı bilene çorbası ikram. İşte o sorulardan bazıları: • Çanakkale boğazının mitolojik ismi? • Yeditepe’nin 3 tanesinin ismi? • Sultanahmet’in mimarı kimdir? • Altın Oran kaçtır? • Avustralya’nın başkenti neresidir? • Galata Kulesi’ni kimler inşa etmiştir? Bugüne kadar sorduğu en ilginç soru neydi acaba? H:Sorduğum gün cevabını kimsenin veremediği iki soru oldu. Biri “Atatürk’ün nüfusa kayıtlı olduğu il?”di. Cevap alamadım. İkincisini çok konuşulan bir Fenerbahçe-Galatasaray derbisinin ardından sordum: “Futbol topunun ağırlığı kaç gramdır?” Uğruna canlarımızı bile kaybettiğimiz sporun adı “ayak topu”, ama bizim topun kendisinden haberimiz yok. Dükkanda iki tane pano var. Biri talep köşesi: kütüphanede bulamadığınız bir kitabı Haluk Abi’nin diğer müdavimlerine soruyorsunuz. Sonuca ulaşan talep sayısı oldukça fazla. Diğer panoda ise Haluk Abi’nin müşterilerinin notları var. Kimisi yemekler hakkında düşüncelerini yazıyor kimisi Cemal Süreya’dan
bir iki dize. Aşkına not bırakan da var, Avrupa Şampiyonası’ndaki favori takımını yazan da. Notlar belirli aralıklarla arşive kalkıyor. Haluk Abi’nin hayallerinden biri; yıllardır biriken bu notları bir gün kitap haline getirmek. Adını da koymuş şimdiden, Nazım Hikmet’ten esinlenerek: “Dürümcüden İnsan Manzaraları” Dürümcü Haluk Abi sosyal bir fenomen bana göre.Ne zaman vedalaşsanız size “kendinizi fark edin” demesi de bunu gösteriyor aslında. Ona göre, sosyal etkileşim içinde etkin bir rol üstlenmek “fark etmek”ten geçiyor. Haluk Abi’nin “fark edin ki fark edilir olun” sözü de yine aynı kapıya çıkartıyor bizi. Kendinizi fark etmek üzere bir yolculuğa çıkmışsanız (sadece manevi olarak değil profesyonel anlamda da) gidin Haluk Abi’nin bir dürümünü yiyin. Dilediğiniz soruyu sorun ve bir dürümcünün hayat deneyimlerini sizinle paylaşmasını dinleyin. Burada öğretmek yok, belletmek yok, göstermek yok; paylaşmak var. Antibiotik ödüllü sorunun bile cevabını vermemesi, sizin öğrenmenizi beklemesi; yürüdüğünüz yolun ve seçimlerinizin size ait olduğunun kabulünden. “Nasılsın?” sorusuna her “iyiyim” cevabını aldığında “yaşasın” diye bağıran , öğrendiklerini, yaşadıklarını paylaşmaktan başka derdi olmayan filozof bir dürümcüyü anlattım size; belki bir gün antibiotik’in tadına bakarken hayatı paylaşırsınız bu küçük dükkanda. Son olarak röportajı da yine Haluk Abi’den bir sözle noktalayalım: “Hayatı dert edineceğinize, ders edinin.”
Hayatı dert edineceğinize, ders edinin. 26
Aynadaki Adam İ.Taylan Durdu
Usulca yataktan kalkmış ağır hareketlerle pijamalarını çıkartmıştı.Uyandığında omuzlarına çökmüş olan isteksizliği bir türlü üzerinden atamıyordu. Neye karşı isteksizdi? Bunu kendi kendine cevaplayamıyordu. Geceleri çok zor uyuyordu. Son günlerde uyumayı gereksiz görmeye başlamıştı.Uyanmakta da güçlük çekiyordu ve anlamsız bulduğu bir güne uyanmaktan nefret ediyordu. Dışarı çıkmak için üzerini değiştiriyor, çay içip ağzına sadece ekmek atıyordu.Uyku sersemliğini üstünden attığında ağır harektleri yerini otobüse yetişme telaşına bıraktı.Ama bu telaş her gün olduğu gibi bugün de aynaya yöneliyordu.Tam ayakkabılarını giyerken kendini engellemek istemesine rağmen aynaya bakmadan edemedi.Aynanın karşısına geçti, kendisini farklı görüyordu. Oradaki yansımasına saygı duyuyor gibiydi ama bakışlarından ona kin duyduğu anlaşılıyordu. Aynadaki adamla konuşmaya başladı. Ona öylesine bir şeyler sormak istedi.O başlamadan aynadaki adam başladı ve küçümseyerek; “Umarım dün yaptığın aptallığı bir daha yapmazsın dizimin üstü hala sızlıyor, çay kahve falan içme bugün.”dedi. Aynadaki adam hatalara karşı sert uyarılar yapıyordu, işine geleni yaptırmak için de anında yumuşuyordu.Sürekli öğütler veriyordu.Suratı asla asık değildi, yorgunluk belirtisi yoktu, hatta hep uykusunu almış gibi bakıyordu.Yanakları aynaya bakan adamdan daha pembeydi ,gözleri capcanlıydı.Kimden geldiğine bile bakmadan tüm emirlere uymaya hazır gibiydi. Yalnızca gerçekteki yansımasından emir almıyordu. Aynadaki adam olması gerektiğine inandığı şeyleri sonuna kadar savunuyordu. Aynaya bakan adam ise aynadaki adamın düşüncelerinden çok farklı düşüncelere sahipti ama kendine güvenmiyordu. Hep yanıldığı duygusu içinde yaşıyordu. Kafası hep karışıktı, nasıl davranması gerektiğini kestiremiyordu. Bazı günler insanlar ondaki değişimi gördüğünde şaşırıyordu. O günlerde sanki başkası oluyordu. Aynaya bakan adam aynadaki adama asık suratla; “Bugün üstüme hiçbir şey dökmeyeceğim
söz.Ama sen de çocuk azarlar gibi azarlamayı bırak artık.”dedi. Aynadaki adam gerçekteki yansımasının nerdeyse hiçbir söylediğini yerine getiremediğini biliyordu.O yüzden uyarılarına devam etmekten vazgeçmiyordu.Önem verdiği konularda daha sakin ve etkileyici konuşuyor, gerçekteki yansımasına istediğini yaptırıyordu. Aynadaki adam,“Davranışlarına dikkat etmelisin sağda solda çalışma, arkadaşların varken özellikle de karşı cinslerin varken daha dikkatli olmalısın yoksa rezil olursun. Güzel kadınlara rezil olmak istemezsin öyle değil mi? Ben senin iyiliğin için konuşuyorum.”diyordu. Aynaya bakan adam kimsenin başkasının iyiliğini düşündüğüne inanmıyordu artık.Onu dinlediğinde başına bir şey gelmediği doğruydu ama onun dediklerini yapmak istemiyordu.“İyiliğimi düşünüyorsun ama beni hapsetmeye çalışıyorsun.Geçen hafta eyleme gitmeme bile laf ettin.”dedi. Aynadaki adam onaylamıyormuşçasına bir ifade takındı.Aynaya bakan adam yumuşak bir sesle, “Sonuçta sendika ile beraber gittik korkulacak bir şey yoktu.” dedi. Aynadaki adam sinirle kafasını sağa sola sallayarak, “Bunu bilemezsin. Elinde taşlarla sopalarla gezen gruplar da vardı. Ne olacağını asla bilemezsin.”dedi. Aynaya bakan adam bu laflar karşısında daha da yürekleniyordu; güvenle, “Bu kadar korkak olmana gerek yok. Her konuda sakin kalmamalıyım.”diyordu. Aynadaki adamı azarlarcasına, “Bazı şeyler yapılmalı bazı eylemlere gidilmeli, illa sokağa çıkmak da gerekemez bazen sadece bir şeyler okuyarak bir şeyler yazarak bile olabilir; ben bunları yapmaya çalışıyorum.”dedi. Aynadaki adam alaycı bir biçimde, “Okuyarak öyle mi?”dedi. “Bak okuyarak geldin buraya.Oyalanmak için uyduruk bir şeyler okuyorsun, kendince yalandan yazılar yazıyorsun doğru. Ama bunlar sana hiçbir şey katmamış gibi. Seninle aynı yıl mezun olanlar on kere terfi etmişlerdir. Bak bir kendine, bak şu an neredesin?”Aynaya bakan adam gittikçe güçsüzleşiyor gibiydi. Sesi her saniye daha da alçalıyordu, “Söylemeye çalıştığım okul okumak değildi ayrıca gayet iyi durumda-
27
yım” dedi. Aynadaki adam sinirleniyordu, “Hiç mutlu değilsin, seni mutsuz eden şey ne? Öylece çekip gitmek istiyorsun ,işi bırakmak istiyorsun. Aslında senin niyetin ölmek bunu biliyorum. Eğer öyleyse açık açık söyle bana. Ben sana bunun için yardım ediyorum. Ölmek kolaya kaçmaktır. Bir şeyi reddedebildiğini mi sanıyorsun? Müdürlerine hakaret ettiğin için işten atılıyordun be! Yataktan bile kalkamıyorsun sen.” Bu son söz aynaya bakan adamın suçluluk duymasına sebep oldu. Neden böyle bir duyguya kapıldığını bilmiyordu. Suçluluk duysa da bir şey değişmeyecekti ama yine de bu hissettikleri ona geri adım attırıyordu, “Belki yaptığım şeyleri yapmamam için benim iyiliğimi düşündüğüne inanabilirim tamam. Hakaret etme kimseye dersen anlarım tamam.Olman gerektiğin yerde ol, yapman gerekeni yap fazla kurcalama dersen anlarım ama sen evde okuduğum kitaba , söylemeye çalıştığım söze bile laf ediyorsun, burada bir iyi niyet yok. Bu kadarına da katlanamıyorum artık.” “Bak anlamıyorsun düşüncelerin, okudukların, söylemeye çalıştıkların bunlar zırva şeyler. Hiçbirinin gerçek dünyada bir önemi yok sen kendi gerçekliğinde, kendine bir dünya yaratmışsın ama senin dünyan burası gibi değil” “Sen bir aynanın içindesin bense dışında.” “Gerçekleri hangimizin gördüğü önemli. Bak bana, gözlerime bak! Bu dünyada var olabilmek için böyle davranmalısın. Hoşuna gitmese de birilerine incelikli laflar etmelisin, hoş sözler söylemelisin, istenenleri yapmalısın. İlişkilerini ancak böyle yolunda götürebilirsin ve ancak bu şekilde karnını doyurabilirsin.” “Yalakalık yap, ikiyüzlü ol, adiliklere göz yum diyorsun yani. Ben başka türlü var olmak isterim.” Aynadaki adam gerçekteki yansıması için üzülüyordu. “Hayır.”dedi. “Herkesin benzer şeyleri yaptığı yerde kimse sana böyle sıfatlar takmayacaktır. Sen kafan karışık olduğu için kendine bu sıfatları yakıştırıyorsun.Adiliklere göz yumsan ne olur ki; adilik onların adiliği sen bir şey yapmadın, suçluluk duymana gerek yok.Suçluluk duyarsan esas o zaman ezilirsin. Bana izin ver ,söylediklerimi dinle. Daha önce birçok kez dinledin ve hiç zararlı çıkmadın öyle değil mi?” “Bilmiyorum. Yapmak istediklerim, söylemek istediklerim ne olacak?” “Ne söyleyeceksin? Saçma fikirlerini ancak sendikadaki arkadaşların dinlemeye değer bulur.” “Aslında siyasete önem verdiğim yok, ya da gün-
28
cel siyasete.” “Ben de siyaseti kastetmedim. Tüm şeyler işte.Yaşamın, işin, istediğin dünya, istediğin sen. Seni çok iyi tanıyorum. Eylem günü o kadar hızlı çıkmıştın ki evden, fırsat bile vermedin bana seninle konuşmam için. Gitmeyi kafana koymuştun. Kararın kesindi ve kararının doğruluğundan şüphen yoktu.Şu an ise dışarıda nasıl davranman gerektiğini kestiremiyorsun.Durup beni dinliyorsun, söyleyeceklerimi merak ediyorsun.Çünkü kafan karışık ve ne yapacağını bilemiyorsun.” “Sen, istediğim ben değilsin; bunu biliyorum.” “Ama ben olduğun günler oluyor .İşte o zaman doğru yolu buluyorsun bence.Neden her gün bu yolu kullanmıyorsun?Anlayamadığım tek şey bu.” Aynaya bakan adam kendisini solgun hissediyordu.Bu soru onunda kafasını kurcalıyordu.Tüm söyleyeceklerinden pişmanlık duyacakmış gibi sesi titriyordu.Aynadaki adamı ikna etmekten vazgeçmişti artık.Sadece bir şeyleri anlamaya çalışıyordu. Aynaya bakan adamın ağzından sözcükler öylece dökülüverdi, “Düşündüğün gibi kafam karışık falan değil, ölmek istediğim de yok. Hatta elimden bir şey gelmediği için sadece ölmemeye bakıyorum, ölmemek için bu riyakarlığıma katlanıyorum işte. Her şeyi boşverip sana sığınıyorum. Neden böyleyim bilmiyorum. Eyleme gittiğim gün her gün gibi değildi, bir inanç vardı içimde bir işe yaradığım inancı, hiçbir işe yaramamış olsa bile içimde bir şey vardı. Derinlerde bir yerlerde bir his oluştu oradayken. İlk kez kalabalıkların içinde benliğim anlam kazanıyor gibiydi, kalabalıklar arttıkça anlamı artan bir histi bu. Diğer zamanların aksine bu kez kalabalığı sevmeye onlarla bütünleşmeye başlamıştım. Sıradan günlerde o kalabalıkların içindeki benliğim anlamsızlaşıyor, tek tek bireyler kalabalıkta kayboluyor. Ama o gün farklıydı işte. Bir amacım vardı. Bilmiyorum. Bugünse diğer her gün gibi. Tüm anlamsızlıklar aynı. Otobüsün kalabalığı, bilet fiyatının pahallılığı, iğrenç trafik, sağda solda içimi sıkan çirkin yapılar, şehirleşmenin berbatlığı diğer tüm günlerde olduğu gibi üzerime üzerime geliyor.Yalnızca otobüsle işe giderken bile bunlar geçiyor aklımdan.Gün boyu ise neler neler. Bir saatlik otobüs yolculuğu bile beni mutsuz etmeye , tüm günü zehir etmeye yetiyor. Aynaya bakan adam sanki yıllardır sakladığı düşünceleri bir çırpıda açıklamış gibi bir hisse kapıldı. Söylediği tüm sözler ona çok
derin bir acı veriyordu. Korkusu yoktu, umudu yoktu, sadece mutsuzluğu vardı. Gözleri dolmuştu. Sadece kendi duyabileceği bir ses tonuyla söze devam etti, “Bunlara katlanabileceğimi sanmıyorum. Bir tek şey yapabilsem. Değiştirebilmek için herhangi bir şey…” Aynadaki adam gerçekteki yansıması için bir an endişelendi.Onun aklını yitirmesinden kendisine zarar vermesinden çekiniyordu.Daha önce de onu böyle görmüştü, bu defa biraz daha kırılgan gözüküyordu. Yine de bir şey olacağına inanmıyordu. Korkusu, yerini onu iyileştirme isteğine bıraktı. Onun bu kadar yalnız olduğunu hiç anlayamamıştı. Sert konuşmaktan kaçınıp onu daha fazla hırpalamak istemiyordu, bu konuşma sonlansın istiyordu artık ama ona doğru yolu göstermesi gerektiğine olan inancı söyleyeceklerini durdurmadı. Onu umutsuzluğa sürükleyerek bu halinden tümüyle kurtulmasını istiyordu.Yüksek bir sesle konuşmaya başladı, “Neyi değiştireceksin?Hangi birine gücün yeter sanıyorsun? Yapmaya çalışacağın aklından geçen her neyse hiçbir işe yaramaz. Yaramayacak.Tek başına da olsan kalabalıklar içinde de olsan bu böyle.Bir işe kalkıştığında sağda solda arkadaşlarınla somut sorunlarla ilgili konuştuğunda bir şeyi değiştirebildiğine mi inanıyorsun? -ki seni konuşmaman ve göze batmaman konusunda o kadar uyarmama rağmen-” “Arkadaşlarımla konuştuğum sorunlar genellikle siyasetle ilgili.Neden siyasete bu kadar takmış durumdasın bu en önemsiz olanı. Beni anlamıyorsun hatta dinlemiyorsun bile.Gerçekten tükenmek üzereyim, beni ayakta tutan tek şey yalanlarım. Sığınabildiğim tek şey dışarıya çıkarken
dönüştüğüm o adam, yani sen. Benim esas derdim içimde, söyleyemediklerimde. Söyleyebildiklerim yalnızca yüzeyde olanlar.” Aynadaki adam artık bu konuşmayı bitirmek istiyordu. Gerçekteki yansımasının tükendiğini anlamıştı. Karşısında gözleri yaşlı,acınası bir adam duruyordu. İç hesaplaşmalarından dolayı yok olmak üzereydi. Aynadaki adam bu duruma son vermeye kararlıydı, şu an gerçekteki yansımasını tamamen iyileştirememişti ama bu isteğine bir adım daha yaklaşmıştı. Gerçeklerde kaybolmuş yansımasına düşüncelerinin geçersizliğini ve yanlışlığını kanıtlamıştı. Böyle devam ederse bir yere varamayacağı hissini onun içine sokmuştu.Çoğu zaman olduğu gibi bugün de zafer kazanmak üzereydi. Umursamaz tavrıyla ikna edici sözlere ihtiyacı vardı.Böylece bugün de ipleri eline alacaktı, “Esas sıkıntılarının içinde olduğunu biliyorum ama onları söyleyemediğin için zaten bir önemi yok.Bana bir zararı dokunmuyor.Kim olacağını seçmek zorundasın.Nasıl gözüktüğünü bilmen gerek. Bugün de kafan karışık belli.Bugünü de bana bırak ben üstesinden gelebilirim.Boşuna kendini yoruyorsun. Her gün yaptığımız bu konuşmadan ve aynı şeyleri tekrar etmekten sıkıldım ama sen dinlemekten sıkılmadın.” “Tamam yeter sıkıldım tüm bu söylediklerinden tüm bu saçmalıklarından. Yoruldum artık zaten yataktan kalkmak bile istemiyordum ben. Şimdi gidip yatıyorum sende ne yaparsan yap.” Aynaya bakan adam tüm silikliği ve içinden atamadığı mutsuzluğuyla yatağa döndü aynadaki adam ise ayakkabılarını bağlayıp dışarı çıktı.
29
Yazım ve Yayın Kuralları 1. Parrhesia Dergisi, senede altı sayı olarak (Bkz. Dipnot ve kaynakça kullanım hususları) yayınlanan (yayınlanması planlanan) bir edergidir. Dergimiz hem online olarak hem de bilEdebiyat çalışmaları gönderim hususları gisayara indirilerek (pdf) okumaya müsait şekilde hazırlanacaktır. 8. Tıpkı makale ve bilimsel çalışma metinlerinde olduğu gibi edebiyat çalışmalarında da bir 2. Yazarlara, yazılar için telif ücreti ödenmez ve alıntılama söz konusu ise, dipnot ve kaynakça yazarlar kendi yazılarından sorumludurlar. kullanılmalıdır. 3. Yazılar iletişim mailimize word dosyası şeklinde gönderilmelidir. Gönderilen yazıların elimize geçmesinin ardından, yazının elimize geçtiğine dair yazara yazılı bir bildirimde (e-mail) bulunulur. Bunun ardından yayın kurulu tarafından inceleme aşamasına alınan yazıların, olumlu-olumsuz sonucu yazara bildirilir. Olumlu bir değerlendirme ile sonuçlandığı taktirde yayınlanır. Aksi durumda yazardan yazısı tekrar değerlendirilmesi istenir yahut nedenler gösterilerek neden yayınlanamayacağı hakkında kendisine bilgi verilir. İletişim maili: (parrhesiadergi@yahoo.com) 4. Yazıların daha önce başka bir yerde yayınlanmamış olması gerekmektedir. Ancak bazı özel/istisnai durumlarda “bu durum belirtilmek koşuluyla” kabul edilebilir. Makale ve bilimsel çalışma gönderim hususları
9. Edebiyat çalışmaları gönderimlerinde, metinlerin daha önce başka bir yerde yayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır. 10. Dergimizde ağırlıklı olarak edebiyat bilimi, akımları ve ürünleri üzerine deneme ve eleştiri yazılarına yer verilecektir. Burada önemli olan yazarların/şairlerin uğraştıkları alan üzerine bir düşünceye sahip ve bunları aktarabiliyor olmalarıdır. 11. Öykü ve şiirler, bir amaç çerçevesinde, üzerine kurulu oldukları düşünüm biçimini yansıttığı ölçüde yayınlanmaya değer bulunacaktır. Dipnot ve Kaynakça Kullanım Hususları 13. Dipnotlar sayfa altlarında yahut yazının sonunda verilebilir. Kaynakça yazının sonunda olmalıdır.
Dipnot Kullanımı: 5. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerinde, Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın Yılı : metinlerin daha önce başka bir yerde Alıntılanan sayfa ya da sayfa aralığı yayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır. Dipnot Örneği: 6. Dergimizde, tarih, ekonomi-iktisat, sosyoloji, Childe 2007: 15 psikoloji, felsefe, siyaset bilimleri, edebiyat, iletişim-medya bilimleri vb. disiplinler ile ilgili Kaynakça Kullanımı: bilimsel-derleme makaleler, kitap tanıtım yazıları Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın yılı : Yazarın vb. çalışmalara yer verilmektedir. tam adı, Kitabın adı (yabancı bir eserse parantez içinde çevirenin adı), Yayın evi, Yeri, Yılı. 7. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerinde dipnot ve kaynakça kullanımı esastır. Makale Kaynakça Örneği: Childe 2007: Gordon Childe, yahut bilimsel çalışma adı altında gönderilen fakat Tarihte Neler Oldu? (çev. Alaeddin Şenel – Mete kaynakça ve dipnot kullanımı olmayan metinler Tunçay), Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007 değerlendirmeye alınmayacaktır.
30
BU ALANA REKLAM ALMIYORUZ!
31