Parrhesia e-dergi / Sayı 4/ Temmuz 2013

Page 1

Bu bir gaz maskesi degildir!


Parrhesia E-dergi

KAPAKTAN, DERGİDEN, ONLARA ................ 3

Genel Yayın Yönetmeni

Onurcan YILMAZ Gezi Parkı Bağlamında Mustafa Kemal’den Recep Tayyip Erdoğan’a Modernitenin Sosyal Kontrol Söyleminin Değişimi ............................................. 4

Üstüngel Arı Yazar - Blogger - Medya İşçisi ustungel_ari@yahoo.com Yayın Kurulu / Editörler Eren Öztürk Hacettepe Üniversitesi Felsefe - Yüksek Lisans ernoztrk@gmail.com Onurcan Yılmaz Doğuş Üniversitesi Psikoloji Bölümü Araştırma Görevlisi onurcanyilmazz@hotmail.com

Üstüngel ARI Ee, N’oldu Şimdi? ............................................... 10 Eren ÖZTÜRK Gezi İsyancısının Anatomisi ............................... 13 Elif FİŞEK Ş(h)İDDET ......................................................... 14 Ferit ENDER Haziran Ayaklanmasının Öncülüğünde Politik Bir Analiz ................................................ 17 Gülşah AYGÜN Geziye Dair ......................................................... 20

***

Işık UNAN İçimdeki Gezi ..................................................... 22

Dergimize gönderilen yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Parrhesia E-Dergi, bu konuda hiçbir sorumluluk kabul etmez. (Bkz. Yazım ve Yayın Kuralları)

Gözde ÇÖBEK Gezi Parkı'nın Örgütsüz Kesiminin Sesi ............ 25

Web http://www.parrhesiadergi.net http://parrhesiadergi.wordpress.com E-mail parrhesiadergi@yahoo.com Facebook http://www.facebook.com/groups/452084778141 082/ Twitter https://twitter.com/parrhesiadergi

Hazal GECEGÖRÜR Her Gaz Bulutu Dağıldığında Bizi Daha Kalabalık Bulacaklar........................... 27 Kara Şapka Benim Annem Bir Süper Kahraman ................... 29 Gökhan YILMAZ Medyanın Gezi Parkı Karnesi ............................. 30 Merve ERDEM Şeylerin Açığa Çıkmayı Bekleyen Kapasitelerine Dair: Gezi Parkı Olayları Üzerine Kısa Bir Yazı ......................................... 32 Kolektif / KÖZ Gezi Ayaklanması ................................................34

Çıkış tarihi: 24.07.2013 Yazım ve Yayın Kuralları ................................... 40


KAPAKTAN Belçikalı ressam René Magritte bir pipo çizip altına “Bu bir pipo değildir” yazdığında belki de birçokları ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştı. Çünkü açık bir şekilde gördükleri şey bir pipoydu ve açık şekilde gördükleri bir başka şey ise “bu bir pipo değildir” yazısıydı. Magritte’in burada vurgulamak istediği şey –ya da birçokları tarafından kabul görmüş düşünce- “sözcükler ve şeyler” arasındaki bağlantıyı kopartmaktı. Bu düşünce doğrultusunda –belki de düşünceyi biraz kendimize doğru bükerek- biz de rahatlıkla söyleyebiliriz ki, kapağımızda gördüğünüz “gaz maskesi” artık sadece bir gaz maskesi değildir. Ondan daha fazlasıdır. Çünkü hiç kuşku yok ki düşündüğümüz ya da inandığımız şeyler, nesneleri görüşümüzü de –bir anlamda- değiştirmekte ve etkilemektedir. Mayıs ayından bu yana yaşanan ve “Haziran Ayaklanması” olarak ifade edilen tüm bu olaylardan sonra, bir gaz maskesi gördüğümüzde hangimizin aklına artık sadece “oksijensiz bir hava sahası” gelir ki? Hangimiz bir gaz maskesi (ve elbette ki bunun dışında birçok nesne için de benzer durum geçerlidir) gördüğümüzde yaşadığımız ve yaşanan onca şeye çağrışım yapmayız artık? Bu, mümkün müdür? Bizce değildir. Haliyle bu gaz maskesi, artık bir gaz maskesi değildir; “başka bir şey”dir... Herkese ve hepimize göre başka olacak “başka bir şey.”

DERGİDEN Öncelikle bu sayı oluşturulurken Parrhesia E-Dergi kadrosu olarak tarafımıza iletilen yazılara ideolojik yahut politik bir kısıtlama getirmediğimizi bildirmek isteriz. Dolayısıyla dergimizin içeriğini oluşturan yazıların “birebir” olarak dergimizin duruşunu yansıtmadığını en baştan ifade etmekte fayda görüyoruz. Bizler Gezi Direnişi’nin ruhuna uygun olarak tarafımıza gönderilen yazılarda bir “çokluk” yaratmaya çalışıp, homojenliğin hiçbir yerde mevcut olmadığına vurgu yaparak Gezi’ye bir selam durmak istedik –umarız selamımız alınmıştır. Bu sayının bizim açımızdan bir diğer önemli özelliği ise, “eylem”in “sözü” belirlemesi şeklinde bir pratiğin gün yüzüne çıkması oldu diyebiliriz. Önceleri kitaplar, dergiler yazılır ve yapılması gereken eylemin ruhu burada yazılan teorik bilgiler ışığında belirlenir/belirlenmeye çalışılırdı. Ancak Gezi Direnişi’nde deneyimledik ki, burada eylem bizlerin sözünü belirliyor ve çokluğu içine alan yeni bir eylem tarzı için bir referans kaynağı oluşturuyordu.

ONLARA Bu sayımızı, hayatlarını Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlara karşı koymak adına adayan Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım ve Ali İsmail Korkmaz’a adıyoruz; bizi şu an bir yerlerden gördüklerine tüm içtenliğimizle inanmasak da... Parrhesia E-Dergi


GEZİ PARKI BAĞLAMINDA MUSTAFA KEMAL’DEN RECEP TAYYİP ERDOĞAN’A MODERNİTENİN SOSYAL KONTROL SÖYLEMİNİN DEĞİŞİMİ Onurcan YILMAZ onurcanyilmazz@hotmail.com

ünümüz dünyasında homojenliğin hiçbir yerde mevcut olmadığı ve yerine ideolojik ikilemlerin ve çoklu kimliklerin olduğu varsayılmaktadır (Wodak ve Meyer, 2009). Modernizmin savunuculuğunu yapan nedensel görüş ise günümüzdeki kaotikliği ve belirsizliği açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu bağlamda, nedensel modellerin açıklamakta güçlük çektiği günümüz dünyası söylemin önemine vurgu yapan bir dünya haline gelmiştir (Çelik ve Ekşi, 2008). Söylem sosyal problemlere işaret etmekle beraber aynı zamanda ideolojik ve tarihidir de (Wodak ve Meyer, 2009). Dolayısıyla eleştirel söylem analizi var olan baskın paradigma gibi davranmayıp politik ve sosyal problemlere odaklanarak çok disiplinli bir yapı sunmaktadır (Van Dijk, 2003). Bu bağlamda, bu yazıda Türkiye’de gençliğin ve kamusal alanın inşa edilişinde -modernitenin sosyal kontrol söylemi açısından- tarihsel olarak neyin değişip değişmediği ve bu değişen pratiklerin çoğulcu bir demokrasiye imkan verip vermediği Mustafa Kemal Atatürk ve Recep Tayyip Erdoğan çerçevesinde incelenecektir. Ayrıca, bu yazı kendine akademik bir sorun edinerek Gezi Parkı özel sayımızdaki “çoğulculuğu” sağlamayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda en makro düzeyde diyebiliriz ki, günümüz demokrasilerinde demokrasinin ön koşulunun çoğulculuğu sağlamak olduğu düşünülmektedir. Bu bağlamda, nasıl bir kamusal alan yaratılacağı problemi -bilindiği üzere- sosyolojinin ve sosyal bilimlerin son çeyrek yüzyıldaki

4

en çok uğraştığı konulardan birisidir. Bu kavram genelde Habermas’ın adıyla anılmakla beraber son yıllardaki Fraser’ın eleştirileri, kavramı Habermas’ın baskınlığından bir ölçüde kurtarmıştır. Habermas (2000) tek bir kamusal alanın demokrasinin yürürlüğü açısından yararlı olduğu ve çoklu kamusal alanların varlığının demokrasinin işleyişini geriye götüreceğini iddia etmektedir. Bu bağlamda Habermas kamusal alandaki farklılıkların ve zıtlıkların ileri bir demokrasi adına paranteze alınması gerektiğini savunmaktadır. Bu durumda kişiler kimliklerinden ve ekonomik durumlarından edindikleri farklılıkları özel alanda bırakarak kamusal alana çıkmalıdırlar. Fraser (2005) da tam tersine tek bir kamusal alanın varlığının toplumdaki eşitsizliği şiddetlendireceğini savunmaktadır. Dolayısıyla çoklu kamusal alanların varlığı toplumdaki eşitliği sağlamak adına zorunlu gözükmektedir. Fraser’in bu görüşü günümüz seküler Avrupa devletlerinin edindiği görüşü daha iyi tarif etmektedir. Zaten halihazırda da görebilmekteyiz ki kamusal alana katılan kişilerin şiveleri ve konuşma üslupları etkileşimi belirleyen önemli unsurlardandır ve hiç kuşku yok ki kamusal alana çıkarken farklılıkları özel alanda bırakmış gibi yapıp eşitmiş gibi davranmak, gerçek eşitsizliği engelleyememektedir. Buradaki asıl mesele ise Mustafa Kemal’den Recep Tayyip Erdoğan’a gençlik üzerinden kamusal alanın yaratılma sürecinde modernitenin sosyal kontrol söylemi açısından bir farklılık mey-


28 Şubat’ın “başörtünü evinde tak” söylemiyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın “içkini evinde iç” söylemi aynı pratikleri yeniden bağlamlaştırarak (recontextualize) sürdürmektedir. dana gelip gelmediğidir. Söz gelimi, Göle (2000)’ye göre Türkiye’de inşa edilen kamusal alan, bireylerin toplumla ilgili konularda eleştirel ve rasyonel tartışmalar yaptığı bir alan olarak değil, modernist pratiklerin ve yaşam biçimlerinin uygulandığı bir alan olarak inşa edilmiştir. Birlik teklik olarak algılanmış ve eleştirel olmanın yolu da kapatılmıştır. Bu bağlamda etnisitenin kamusal alandaki tezahürü olan ana dil de yasaklanma yoluna gidilmiştir. Ayrıca Mustafa Kemal tarafından yazdırılan “Medeni Bilgiler” kitabında Türklerin dilinin Türkçe olduğu ve bir millet olmanın temel koşulunun dilde birlik sağlanması koşulu olduğu belirtilmiştir (İnan, 1969). Mustafa Kemal’in çoğu söyleminde görebileceğimiz gibi Kemalist ideoloji modernist pratikler üzerinden bir gençlik kurarak kamusal alanı çoğulculuğa kapatmıştı. Söz gelimi, bu kamusal alanda Kürtler ya da dindarlar kendilerine çok fazla yer açamamaktaydı. Burada modernitenin sosyal kontrol söylemini görmekteyiz. Şöyle ki; modernitenin en önemli söylemlerinden biri olan ilerleme fikri ancak toplumsal düzenin sağlanması yoluyla gerçekleşebilmektedir ve modernitenin gururu olan bu aşırı düzen durumu da kamusal alandaki çoğulculuğu ve “özgürlüğü” kısıtlayıcı bir içeriğe sahiptir (Bauman, 1996). Bu bağlamda; Recep Tayyip Erdoğan Kemalist ideolojiyi tek tipçi ve çoğulculuğa kapalı olmakla eleştirmesine rağmen, kendi söylemlerinde bu modernitenin sosyal kontrol söylemini devam ettirmektedir. Daha açık ifadeyle, tek parti döneminde kamusal alan modernist pratikler üzerinden kurulmaya çalışılırken, AKP döneminde kamusal alan “dindar nesil”, “içkini evinde iç” söylemleriyle muhafazakar bir söylemden kurulmaya çalışılmaktadır. Ancak ilkinde nasıl bir Kürt kendisini modernist kamusal alana dahil edemezken,

ikincisinde de Gezi’de direnen orta sınıf kendisini bu kamusal alana çok fazla dahil edememektedir. Haziran ayaklanmasının bu yüzden kökeninde ideolojik bir dürtü değil tersine politik bir amaç vardır. Bu bağlamda, 28 Şubat’ın “başörtünü evinde tak” söylemiyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın “içkini evinde iç” söylemi aynı pratikleri yeniden bağlamlaştırarak (recontextualize) sürdürmektedir. Bu bakımdan, Recep Tayyip Erdoğan’ın modernitenin sosyal kontrol söyleminden kurtulamayarak kamusal alandaki çoğulculuğu ve özgürleşmeyi kısıtlayıcı bir içeriğe sahip olduğu fikri benim açımdan ağır basmaktadır. Bunu fark etmeme neden olan en önemli olay ise, Gezi Parkı eylemlerinde Erdoğan’ın sosyal kontrol açısından takındığı tavır olmuştur. Hemen hemen her ülkede sosyal kontrol, kamusal alanda güç kullanımı yoluyla kendini göstermektedir. Scheerer ve Hess (1997)’e göre ülkelerin sosyal kontrol uygulamaları bazen baskı uygulamakta kullanılmaktayken, bazen bu baskının gizlenilmesi amacıyla da kullanılabilmektedir. Burada hangi uygulamanın tercih edileceği ise, iktidarın kendi ideolojik ve kültürel kodlarıyla alakalı bir durumdur. Bu bağlamda, Gezi Parkı eylemlerinde sosyal kontrol açısından Recep Tayyip Erdoğan hem güç kullanmıştır hem de kullandığı retorik ve medya gücüyle kullandığı bu gücü halktan ve kitlelerden gizleyerek meşrulaştırmaya çalışmıştır. Söz gelimi Gezi Parkı direnişi sırasında medyanın devletin ideolojik bir aygıtı olarak davranması ve iktidara yaranma çabaları zaten anti-demokratik bir ortamda yaşadığımızın bize sağlamasını yapma imkanını vermiştir. Zaten halihazırda bu kontrol söylemi bile direnenlerin direnmelerini meşrulaştıran bir durum olarak karşımızda durmaktadır. Diğer taraftan Erdoğan’ın “biz çok

5


iyi biliriz” ve ben yaptım oldu söylemleri ülkedeki orta sınıfı ve emekçi-aydın kitlelerini rahatsız ederek ayaklanmalarına sebebiyet vermiştir. Bu ayaklanma bu bakımdan çoğul bir kamusal hareketi işaret etmektedir. Aynı zamanda başlangıç itibariyle ulus ve ideoloji aşırı bir eylem olarak gözükmektedir. Burada kitleleri birleştiren iki boyut olduğu da açıktır; birincisi doğa-çevre boyutu, ikincisi de iktidar tarafından uygulanan baskı ve şiddettir. Politik ve yaşamsal aciliyet durumu ise durumu ideolojik olmaktan çıkarıp politik bir eylem halini almasını sağlamaktadır. Dolayısıyla bu eylem politik bir eylem olmakla beraber, ideolojik bir eylem değildir. Çoğul kamusal hareketin devrimci pratik açısından ne gibi yeni yollara olanak vereceği sorusu ise örgütsüz kitleleri birleştirmek ve geziyi orta sınıf küçük burjuva eyleminden devrimci bir eyleme dönüştürmek açısından çok önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Yani ancak devrimci bir bakış açısının öncü bir konuma sahip olmasıyla bir değişim gerçekleşebileceği açıktır ve hareketin geçici bir hareket olmasını da engelleyebilecek olan şey işçi sınıfının bu orta sınıf hareketine önderlik etmesinden geçmektedir. Ancak ilerleyen süreçte gördük ki gerçek devrimci örgütler bu çoğulculuğa önderlik etmekte zorlandılar. Belki bu çoğulculuğa alışkın değildik belki de böylesine ideolojik olarak zıt gruplarla etkileşime girmeye korktuk. Ancak bu ayaklanma sonucunda kazanılan bir şey oldu ki o da ezilen kitlelerin özgüven kazanmalarıydı. İktidar bu özgüveni gözaltılar gibi araçlarla korku toplumu yaratarak engellemeye çalışsa da kazanılan

6

özgüven hissi bu ayaklanmanın geri dönülmez bir kazanımı olarak karşımızda durmaktadır. Modernitenin Sosyal Kontrol Söylemi Cohen (1994) sosyal kontrol mekanizmasını üç ana başlık altında birleştirmiştir. Bunlar; politik, antropolojik ve suç/sapma mekanizmalarıdır. Bu yazıda bu üç mekanizmanın politik boyutuna değinilecektir ancak hiç kuşkusuz politik boyut diğer iki boyutla da oldukça iç içe değerlendirilmesi gereken bir boyuttur. Politik boyutta sosyal kontrol; düzen, otorite ve yasalarla ilişkili bir kavram olarak tanımlanmaktadır. Kontrol altına alınması istenen ve düzeni bozduğu düşünülen her aktivite yasalar ve kanunlarla denetim altında tutulmaktadır. Buradaki temel düşünce, düzeni bozan aktivitelerin cezalandırma yoluyla önüne geçileceği düşüncesidir. Örneğin, 1924 Anayasasında 88. Maddede “Türkiye’de din ve ırk ayırd edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese “Türk” denir” ve 2. Maddede “Devlet dili Türkçedir” ibareleri konularak vatandaşlık hukuki bir üst kimlik üzerinden tanımlanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye vatandaşı olup kendisini Türk olarak tanımlamayan ya da resmi dil olarak Türkçeyi kullanmak istemeyen birisi -söz gelimi bir Kürtcezalandırılarak Cumhuriyet dönemi boyunca denetim altına alınmak istenmiştir. Ya da 1983’teki “Türkçe’den Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun” ile kanunen de Türkçe dışında bir dil kullanmak yasaklanmıştır. Kanunun birinci maddesinde “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin,


cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin korunması amacıyla düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında yasaklanan dillere ilişkin esas ve usulleri” düzenlediği ilk maddede belirtilmiştir. İkinci maddede ise daha açık ve net bir şekilde “Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaklanmıştır” denilmiştir. Böylece Türkçe olmayan bir dili kamusal alana taşımak ya da bu dili kullanarak toplantı, gösteri, pankart gibi faaliyetlere girişmek tamamen yasaklanarak kamusal alanda kullanılan dil tamamen homojen hale getirilmiştir. Recep Tayyip Erdoğan’ın alkol düzenlemesine yönelik yasası da yine anayasanın 58. Maddesine dayanılarak oluşturulmuş ve bu şekilde alkolün kamusal alanda kullanılması denetim altına alınmak istenmiştir. Aynı zamanda AKP’nin Gezi’nin tam olarak intikamını almak için TMMOB’nin kapatılmasına ya da işlevsizleşmesine yol açacak bir yasayı aniden gece yarısı meclise sunması ve oy çokluğuyla kabul etmesi, Gezi direnişine ve Taksim platformuna destek ve üye verdiği bilinen bu meslek örgütünün kontrol altına alınmak istendiğini göstermektedir. Tam olarak bu noktada hukukun ne kadar adaleti sağladığı açısından Bakunin’e

kulak vermekte fayda görüyorum. “Hukuk iktidarların fahişesidir”. Antopolojik boyutla bağlantılı olan mesele ise, farklı kültürlere sahip toplumlarda uyum ve norm sürecinin sosyal kontrol aracılığıyla denetim altına alınma sürecidir. Söz gelimi, Türkiye gibi çok kültürlü bir ülkede kitlelerin genel olarak kabul ettiği tutum ve davranışlara toplumun diğer kesiminin nasıl bu değerleri ve normları içselleştireceği düşüncesi sosyal kontrolün antropolojik ve politik boyutuyla ilgili bir durumdur. Bunu gerçekleştirmek için ise devletin ideolojik aygıtları kullanılmaktadır. Örneğin, Diyanet İşleri’nin mekanizması Türkiye’deki dindarlığın Sünni Müslümanlık üzerinden tanımlanmasına olanak sağlamaktadır, bu bağlamda Sünni olmayan Müslümanlar kendilerini bu alandan dışlanmış hissetmektedirler. Bunun dışında, Türk Tarih ve Dil Kurumu’nun kuruluşu da yine antropolojik boyutta bir sosyal kontrol mekanizmasına işaret etmektedir. Bu yolla kitlelerin toplumun genel tutumunu içselleştirmesi arzu edilmektedir. Etiketleme mekanizması ise sosyal kontrolün suç boyutuyla ilişkili bir kavramdır. Burada devletin görevi, kendi dışında olan “tehlikeli sınıfları” betimlemek ve onları etiketleyip

7


Mücadelenin ana ruhu Erdoğan’ın otoriter yapısından şikayet ederek aslında Kemalist yapıdan da kurtulmaya çalışmaktadır. Kısacası bu nesil artık başka bir şey istemektedir. ötekileştirerek sahip olduğu düzeni korumaktır. Burada etiketleme devlet tarafından daha çok hapishane pratiğiyle icra edilmektedir. Bu bağlamda, sistemin düzenini bozan grupları marjinalize ve terörize etmek sosyal kontrolün suç boyutunda devletlerin kullandığı enstrümanlardan biridir. Söz gelimi, Egemen Bağış’ın Gezi Parkı eylemleriyle ilgili sarf etmiş olduğu bir söz devletin sosyal kontrol adına kullandığı etiketleme aracına bir örnek olabilir: “bütün vatandaşlarımdan rica ediyorum lütfen evlerine dönsünler, bugünden itibaren orada bulunan her kişiyi devlet maalesef terör örgütünün destekçisi, mensubu olarak değerlendirmek zorunda kalacaktır”. Bununla beraber, sokakta ve sosyal medya üzerinden göz altı faaliyetleri de bu sosyal kontrolün kapatılma alt boyutuyla alakalı bir biçimde düşünülmektedir. Çarşı ve SDP’ye yapılan sistematik gözaltılar iktidarın etiketleyerek düzeni bozanları terörize etmesine verilebilecek en güzel örneklerdir. Tıpkı 28 Şubat sürecinde bugünkünden farklı bir ideolojiye sahip olan askeri cuntanın istediği tek tipliği inşa etme sürecinde kullandığı araçlar gibi, bugün de bu sosyal kontrol mekanizması yönünü değiştirerek kendisini devam ettirmektedir. Bu bakımdan kılık değiştirerek kendini gösteren modernist pratikler, demokrasinin ve çoğulculuğun oluşmasının önündeki en büyük engel olarak karşımızda durmaktadır. Modernist bir perspektifin gerçek bir demokrasinin oluşmasına imkan verip vermeyeceği sorusu da –bu bağlamda- umutsuz bir soru olarak gözükmektedir. Bu noktada, Mustafa Kemal’in modernitenin sosyal kontrol mekanizmasıyla ilgili yapmış olduğu icraatları sıralamakta fayda görüyorum. Saltanatın kaldırılıp Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlayan Türk Medeni yasasının kabulü, İslam kurallarını kamusal alanın dışına itmiştir. Bunun dışında eğitimde resmi ideoloji

8

çerçevesinde gelişen merkezileşme (Tevhid-i Tedrisat), Tekke ve Türbelerin kapatılması, Seriye ve Evkaf Yasası, Latin harflerine geçiş, tatil gününün cumadan pazara alınması, Soyadı Kanunu, kadınlara sağlanan haklar, uluslar arası takvime geçilmesi gibi yasalar, kurulmak istenen gençliğin ve kamusal alanın bir resmini bize sunmaktadır. Dolayısıyla bu kanunlar dışında kalan herkes sosyal kontrol olarak cezalandırılmaya ve etiketlenmeye tabii tutulmuşlardır (Erşan, 2006). Söz gelimi, 1928’de azınlıkların kamusal alanda Türkçeden başka bir dil kullanmaları yasaklanmış, 1939’da çıkan Azınlık Raporu’nda ise gayrimüslimler ve Türk olmayanlar tehdit unsuru olarak sunulmuştur. Kamusal alanın tek tipleştirilmesi bu bağlamda demokrasinin çoğulculuk anlayışıyla ters düşmektedir. Günümüz Türkiye’sinde ise Recep Tayyip Erdoğan dindar bir nesil yetiştirmek, alkolik nesil, 3 çocuk şartı, ucube heykel, baş belası medya ve sosyal medya söylemleriyle modernitenin sosyal kontrol mekanizması bağlamında toplumu denetim altına almaya çabalamaktadır. Gezi’de direnen kitleler ise en başından beri aslında bu denetim toplumuna karşı mücadele etmektedirler. Mücadelenin ana ruhu Erdoğan’ın otoriter yapısından şikayet ederek aslında Kemalist yapıdan da kurtulmaya çalışmaktadır. Kısacası bu nesil artık başka bir şey istemektedir. Ayaklanmanın kemik kitlesi ve çoğunluğu ne Mustafa Kemal için ne de Kılıçdaroğlu için sokağa çıkmaktadır. Ne önceki otoriter yapıyı ne de şimdiki muhafazakar faşizmi istemektedir. “Başka türlü bir şey benim istediğim” demektedirler. Bu aslında bu ayaklanmayı oluşturan en önemli özelliktir. Bu bakımdan bu kitlelere devrimci partilerin “bunlar küçük burjuva hareketi” diyerek uzaklaşmaması tersine çoğulculuğu güce çeviren bir örgütlenme şekliyle örgütlemeye çalışması gerekmektedir.


KAYNAKÇA Bauman, Z. (1996) Yasa koyucular ile yorumcular, (Çev. T. Birkan) İstanbul:Metis Yayınları. Cohen, S. (1994) Social control and the politics of reconstruction. In D. Nelken (Ed.), The futures of criminology (ss. 63-88), London: Sage Publications. Çelik, H. & Ekşi, H. (2008). Söylem analizi. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 27, 99-117. Erşan, M. (2006). Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılılaşma Hakkındaki Düşünceleri, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, 8, 39-49 Fraser, N. (2005). "Kamusal Alam Yeniden Düşünmek: Gerçekte Varolan Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı." Kamusal Alan. Meral Özbek (der.). Çev: M Özbek ve C. Balcı. İstanbul: Hil Yay. 103-132. Göle, N. (2000). Modemist Kamusal Alan ve İslami Ahlak. İslamın Yeni Kamusal Yüzleri. Nilüfer Göle (der.). İstanbul: Metis. 19-40. Habermas, Jürgen (2000a). Kamusallığın Yapısal Dönüşümü. Çev: T. Bora ve M. Sancar. İstanbul: İletişim Yay. İnan, A. (1969). Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları. Ankara: TTK Basımevi. Scheerer S. ve Hess, H. (1997) Social control: a defence and reformulation. In R. Bergalli ve C.Sumner (Eds.), Social control and political order, London: Sage Publication (ss. 96130). Van Dijk, T. (2003). Critical discourse analysis. D.Schiffrin., D. Tannen, & E., H. Hamilton (Ed.), In The Handbook of Discourse Analysis. (352-372). Oxford: Blakwell Publishing.

Eski sayılarımız için kapakların üzerlerine tıklayabilir ya da parrhesiadergi.wordpress.com adresine göz atabilirsiniz. 9


EE, N’OLDU ŞİMDİ? Üstüngel ARI ustungel_ari@yahoo.com http://twitter.com/ustungelari

Yahu devrimcilerin olayı illa devrim yapmak mıdır yani? Devrim yapılabilir inancını canlı tutmak da devrimciliktir.” -Cem Akaş [1]

B

aşlık, ilk görüşte baĞzılarınızda “ne diyor la bu” tepkisi yaratmış olabilir. Dolayısıyla önden “şimdi ön yargılarınızı sessizce yere bırakın ve okumaya devam edin” uyarısı yapmanın faydalı olacağını düşünüyorum.

Sonuç endeksli düşünmenin –her ne kadar pek anlamasam da- sayısal değerlerle uğraşan bir çok bilim dalında, matematikte ya da futbolda işe yarar görünüyor olması fazlasıyla muhtemeldir elbette. Ama yine de hatırlayın, girdiğiniz sınavlarda hiç mi gidiş yolundan da puan “Ee, n’oldu şimdi?” almadınız yahu? Ya da takımınız yenilse de “olsun, iyi maçtı” da mı demediniz? Bu da biraz Evet, bir süre daha geçip, işler, üflediğimiz sigara –ama çok da aşırı olmamakla birlikte- buna bendumanı gibi havada kaybolmaya başladığında bu ziyor işte. laf da şüphesiz ki baĞzı kıraathane köşelerinde sıklıkla dile gelir hale gelecek. Üstüne üstlük son- Eyleme katılan ve “hükümet istifa” diye slogan raki partiye başlamadan önce masada oturan atanların derdi de aslında bir sonuca ulaşmak diğerlerince de kabul görüp onaylanacak. değildi bana kalırsa. Ben hiç sanmıyorum ki o “Sorma” diyecekler, “n’oldu şimdi.” “Hiç.” “Ya- kadar insanın içinde gerçekten de, 11 yıldır landan gaz yediler, can verdiler, bi boka da oturdukları ve terli kıçları sebebiyle yosun tutmuş yaramadı.” vaziyetteki makam koltuklarını, “3-5 çapulcu” ‘Hükümet İstifa’ dedi diye bırakacaklarını Ve kartlar dağılır… düşünenler olmuş olsun. Hiç sanmıyorum. Yani, -

10


Ama herkes ÖFKE’liydi –bir şeylere.. Çoğu kişi bunca farklı paralelin nasıl olup da kesiştiğini düşünedururken, belki de bunca insanı tek bir payda altında toplamış olan şey, ÖFKE idi.. Hem bilirsiniz, paralel doğrular, sonsuzda kesişirdi –bir şekilde.. gözümde biçtiğim değer açısından- sanmak is- HAYIR’ları vardı. Kimisi 3 çocuk matematiğine temiyorum. öfkelenmişti, kimisi alkol kısıtlamasına, kimisi kesilecek olan ağaçlara ve yerine yapılacak Hiçbirimiz aslında hükümetin gerçekten de istifa AVM’lere… Ama herkes ÖFKEliydi –bir şeylere.. etmesini istemedik. (Bu ifade elbette ki Çoğu kişi bunca farklı paralelin nasıl olup da “kalmasını istiyoruz” anlamını da taşımıyor) kesiştiğini düşünedururken, belki de bunca insanı Çünkü hepimizde göz ve izan vardı. Çünkü hepi- tek bir payda altında toplamış olan şey, ÖFKE idi.. miz yaşanan bunca şeyin temel sebebinin bir Hem bilirsiniz, paralel doğrular, sonsuzda “hükümet sorunu” olmasının yanında bir kesişirdi –bir şekilde.. “muhalefet sorunu” olduğunun da farkındaydık. Çünkü biliyorduk, AKP’nin yerine kim gelirse “İyi ama babacığım ne değişti?” gelsin, işler çok da farklı olmayacaktı. Bugün dine sövemiyorsak –örneğin- CHP iktidar olduğunda “Dur biraz, anlatıyorum..” Atatürk’e, MHP iktidar olduğunda Türklüğe (…) sövemeyecektik çünkü. Mesela artık insanlar “hakları” olduğunun daha farkındalar. “Hak” denilen kavramın kendilerine Ve bir şeylere sövememe durumumuz sürdükçe “verilebilen” bir şey değil, zaten halihazırda sayın okur, kimsenin özgürlükten falan bahsetm- kendilerinde olan bir şey olduğunun farkındalar. eye hakkı yoktur. (Bence) İktidarın “mutlak olarak mutlak” olmadığının farkındalar. Hayatın sokaklarda olduğunun E o zaman niye çıktınız meydanlara kardeşim, farkındalar. Çevrelerinde kendilerinden başka niye onca gaz, dayak ve su yediniz? insanların da yaşadığının ve neye inanırlarsa NİYE ÖLDÜNÜZ? inansınlar, ideolojileri, fikirleri, düşünceleri, kıyafetleri, cinsiyetleri, renkleri, dilleri(…) ne Çünkü “HAYIR” dedik başkaldıran bir insan olursa olsun SONUNA KADAR yaşamaya edasıyla; HAYIR. Hem ne diyordu Camus haklarının olduğunun farkındalar. KAYGILI olbaşkaldıran insan için; “Kimdir başkaldıran maktansa SAYGILI olmanın daha samimi ve insan? Hayır diyen biri. Tüm yaşamı boyunca değerli olduğunun farkındalar. İktidarın tehdit, buyruk almış bir köle, birdenbire, yeni bir şiddet ve ikna yöntemlerinin karşısında, birlik ve buyruğu kabul edilmez bulur. Örneğin ‘fazla uzadı beraberlik sağlayarak dimdik ayakta durabilecekbu iş’, ‘buraya kadar evet, buradan ilerisine hayır’, lerinin farkındalar. Medyanın güvenilmez ‘çok ileri gidiyorsunuz’ ya da ‘geçemeyeceğiniz olduğunun ve gerçek bilginin kendilerinden başka bir sınır vardır’ anlamına gelir. Kısacası bir sınırın hiç kimsede olmadığının farkındalar. Onlar, -yani varlığını kesinler bu hayır.” [2] biz- yani direnişin yaş ortalamasının 24 olduğu da göz önünde bulundurulduğunda -Sunay Akın’sal Biz de tam olarak bu ifade paralelinde bir HAYIR bir ifade ile- 90’larda çocuk olanlar; büyükleri dedik. Çok ileri gidiyorlardı çünkü, bu kadarı da tarafından bilgisayar başından kalkmayan apolitik fazlaydı.. Bu HAYIR elbette ki, ortak bir HAYIR gençler olarak addedilseler de artık, öyle da değildi; direnişe gelen herkesin kendi kişisel olmadıklarının farkındalar. İtaat etmenin

11


güvenliğini karşılarına alarak, hayatları pahasına bir şeyleri savunacak cesarete sahip olduklarının farkındalar. Boyun eğmek yerine, bir alternatiflerinin olduğunun farkındalar. Polis şiddetinin artık işe yaramadığının ve “güvenliğimizi sağlamak ile görevli(!)” olan bu kişilerin olur olmaz şekilde ve yerde her istediklerini yapamayacaklarının farkındalar. Belki –şu an içinbir şeyleri kökünden değiştiremeyeceklerinin de farkındalar, ama bir şeyleri kökünden değiştirebilme ihtimallerinin her zaman var olduğunun, şimdi, daha çok farkındalar.. Ve daha belki de benim henüz farkında olmadığım birçok şeyin de farkındalar. Ve unutmayın sayın okur, farkındalık her şeydir.

kendi hayatını ortaya koyduğu bir hareket bana ortadan kaldırılmaz geliyor. Çünkü hiçbir iktidar böyle bir hareketi tamamıyla imkansız kılacak yetenekte değildir.” [3] *** “Tamam da n’oldu yani?” “E artık bi siktir git!”

NOTLAR [1] Akaş 2011: 80 [2] Camus 2011: 23 [3] Foucault 2005: 297,298

*** KAYNAKÇA Yani kısaca, sonunda ne olursa olsun, uğruna çatıştığımız, kavgasını ettiğimiz, hayatımızı verdiğimiz her şeyi kaybetsek bile, bu direniş artık senin, benim bizim değil tarihin malıdır ve ortadan kaldırılamaz. Tıpkı Foucault’nun da dediği gibi:

Albert Camus, Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, İstanbul, 2011. Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi Seçme Yazılar 1, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005.

“Tek bir insanın, bir grubun, bir azınlığın ya da Cem Akaş, Bir Gün Hepiniz, Underground Poetix tüm bir halkın ‘artık itaat etmiyorum’ dediği ve #10, İstanbul, 2011. adaletsiz olarak değerlendirdiği bir iktidara karşı

12


GEZİ İSYANCISININ ANATOMİSİ Eren ÖZTÜRK uferaffe@hotmail.com

13


S(h)İDDET Elif FİŞEK elif.fisek@hotmail.com mutlakoteki.blogspot.com “Dünyanın herhangi bir yerindeki adaletsizlik dünyanın her yerindeki adaleti tehdit eder.”

B

ir aydır, sadece özgürlüklerini istedikleri için sokağa dökülmüş halka, -hatta ilk başta sadece ağaçların kesilmesini istemeyen bir halkauygulanan orantısız şiddeti izliyoruz. Medya hiçbir şeyi olduğu gibi göstermiyor, ortada bir sürü yalan dolan dönüyor ve bunları ifşa eden halk, gerçekleri söylediği için çapulcu, dinsiz ve ahlaksız olmakla bizzat iktidar tarafından suçlanıyor. Bu suçlamaların ‘uyandırdığı’ insan sayısı arttıkça şiddet de artıyor. İnsanlar ellerinde silahla değil kitapla direniyorlardı. Gezi parkı, başbakanın vaat ettiği opera binasına ihtiyaç duymadan, müziğin, dansın, sanatın ortaya çıkması için gerekli olan tek şeyin bir araya gelmiş insan topluluğu olduğunu gösterdi; ve bu biraradalığı ‘yeşil’in nasıl sağladığını. Yine de, ellerinde Türk bayrağı taşımaları suçlu olmaları için yeterli olduğundan polis, insanların üzerine salındı. Peki, polisin böyle bir şey yapmaya hakkı var mı? Şiddetin, olağanüstü hallerde kullanılması yasal bir durumdur. Fakat, söz konusu Gezi Parkı eylemleri olduğunda, ortada olağanüstü bir hal olduğunu söylemek abartıya kaçmak olur. Zira orada bulunan halkın direnişinden ortaya çıkan tek olağanüstü şey insanların katlanarak artan dayanışması ve birliğiydi; ortada adalet ve özgürlük talebinde bulunan bir halk vardı. Şiddet Üzerine adlı yazısında “…güç kötüye kullanılıp adil olmayan amaçlara hizmet etmediği sürece kullanımı hiçbir sorun

14

M. Luther King doğurmaz.” der Walter Benjamin ve bunun ayırımına gitmek üzere “olağanüstü hâl” kavramını tartışır. Bu çalışmasında şiddetin kurucu işlevini göstermeyi amaçlar. Bir şeyi elde etmek amacımız doğrultusunda şiddet uygularız; burada önemli olan onu araç olarak mı yoksa amaç olarak mı kullandığımızdır. Şiddetin eleştirisinde, hukuk ve adalet alanlarında araçamaç ilişkisinin, adillik ölçütü arayışını anlaşılır kılmak gibi bir göreve yöneldiğini belirtilir Benjamin. Burada önemli olan şiddetin araç olarak kullanılıp kullanılmaması değildir; araç olarak kullanıldığı taktirde bile ‘adil’ olan bir amaç uğruna kullanılıyor olmasıdır. Bu açıdan, hem şiddeti doğal sayan doğal hukuk anlayışları hem de şiddeti tarihsel olarak gören pozitif hukuk anlayışları eleştirilir. Birisinde amacın adilliğinden aracın meşruluğuna, diğerinde aracın meşruluğundan amaca yönelen yasallık belirlenimi vardır. Pozitif hukuk, araçların adilliğinin güvencesini hukuk üzerinde verirken doğal hukuk, kendini bizim doğal amaçlarımızda gösterir. Hukuku oluşturanın tarih boyunca şiddetin amacına bakıp meşrulaştırdığımız eylemler olduğu düşünülünce, bu iki hukuksal yaklaşımın şiddeti tek başına açıklayamayacağı görülür. Dolayısıyla, Benjamin, iki hukuk tanımından bağımsız olarak şiddetin doğasına yönelmenin gerektiğine işaret eder. İşte tam da bu noktada olağanüstü hâl durumunu yeniden keşfetmemizi sağlar. Çünkü modern hukuk her türlü yasallığı


Tıpkı devletin özel durumlarda ya da olağanüstü hallerde şiddet kullanımının meşru olması gibi,kendi özgürlüğünün kısıtlandığına inanan bir halkında kendi meşru şiddeti olan protestoya gitme hakkı vardır ve iktidarın bu hakkı bir tehdit olarak görmemesi, aksine yasal bir hak olarak görmesi gerekir. inşa ederken şiddetin kullanımı devralır. Yani bireylerin doğal amaçlarıyla yasal amaçlar arasında çatışmanın varlığı düşüncesinden hareket eder, bu da sadece yasadışı olanları değil bütün şiddeti tehlike olarak belirlemek anlamına gelir. Bu açıdan George Sorel’in Şiddet Üzerine Düşünceler adlı çalışmasındaki “siyasi grev” ve “proleter genel grev” ayrımlarından özellikle bahseder. Çünkü grevin varlığı şiddetin kullanımını yalnızca devletin elinde olmaktan kurtarır. Benjamin, Sorel’in şiddetin sınıf çatışmaları üzerindeki belirleyici rolü çözümlemesine bütünlüklü bir yaklaşım geliştirmeyi düşünmektedir. Siyasi grev devletin ve ayrıcalıkların paylaşılması ve düzenlenmesine, proleter genel grev ise devletin yok edilmesine yönelirse, tam da bu çerçeve içinde, siyasi grev yasakoyucu, proleter grev ise anarşistçedir. Sorel bundan dolayı devrimci hareket için öngörülen her tür program ve ütopyayı reddeder. İşte Benjamin’in Hobbes’a ve Schmitt’e karşı söylediği ve Sorel’den de ayrıldığı nokta tam da budur: Olağanüstü hâl ilanına sahip olan yalnızca devlet değil şiddeti kullanma hakkına sahip olan organize olmuş işgücüdür de. Ya da Gezi Parkı’nda olabileceğini gördüğümüz organize olmuş ‘halk’tır. Tıpkı devletin özel durumlarda ya da olağanüstü hallerde şiddet kullanımının meşru olması gibi, kendi özgürlüğünün kısıtlandığına inanan bir halkında kendi meşru şiddeti olan protestoya gitme hakkı vardır ve iktidarın bu hakkı bir tehdit olarak görmemesi, aksine yasal bir hak olarak görmesi gerekir. Bu arada, şiddet derken sadece son zamanlarda polis tarafından uygulanan türden bir şey düşünmemek gerek. Önemsiz olarak atfettiğimiz çoğu edimimiz de birer şiddettir. Örneğin, bir arkadaşımıza istediğimiz şeyi yapmadı diye küsüp, onun yapmasını sağlamaya çalıştığımızda bile ona bir

tür şiddet uygulamış oluruz. Yasayı ve devleti korumak için polisin ve askerin uyguladığı her türlü yöntem de şiddettir. Ordu ve polis, devleti koruma amacı güttüğünden uyguladıkları şiddet meşrudur. Polis devlet tarafından görevlendirilir ve devleti korur. Fakat, Gezi Parkı eylemlerinde, elinde silah olmaksızın sadece slogan atarak yürüyen bir halka karşı devleti koruma adı altında saldıran polisin yaptığı atakta meşru olan bir yan yoktur. Çünkü, eylemi meşru kılacak adil bir amaç ya da olağanüstü bir durum söz konusu değildir; ve eğer devletin kendini koruduğu şey halksa, polis demokratik olmayan bir devletin elindeyse, olağanüstü olarak adlandırılan durum aslında halkın sahip olduğu bir haksa ve buna rağmen devlet polisi orantısız şiddet uygulamaya itiyorsa, ortaya çıkacak manzara kaçınılmaz olarak bizim son bir aydır tanık olduğumuz türden olacaktır. “Artık modern bir dünyada yaşıyoruz. Demokrasiden kimse vazgeçmez!” Kimseye sorulmadan, bir karar alınmadan gezi parkına girip, beş ağacın yerinde sökülmesine karşı bir dur deyiş olan halk ‘şiddeti’, her istediğini yapabileceğini sanan bir iktidara karşı çıkıştı. Halka karşı bu derece öfkeli söylemlerde ve orantısız şiddette bulunulmasaydı belki insanların protestosu bu denli birleştirici ve uyandırıcı bir direnişi bile doğurmayacaktı “Artık modern bir dünyada yaşıyoruz. Demokrasiden kimse vazgeçmez!” dememek gerektiğini gördük. İktidarı bırakmak istemeyen, dikta heveslileri için demokrasinin bir anlamı olmadığını anlamış da olduk. Gezi Parkı direnişi söz konusu olduğunda, uygulanan şiddetin adil veya meşru olan hiçbir yanı olmadığı ortada. Çocuk, yaşlı, genç demeden gaz bombaları atan ve içlerine kimyasal koyarak, özellikle hedef alarak tazyikli su sıkan bir polisin ve buna izin veren hükümetin, uyumasına engel

15


olduğu için sivrisineği ilaç sıkarak ve vurarak öldürmeye çalışan, uykulu ve gözü dönmüş bir insandan farkı yok. İktidara olan güvenin yerle bir olacağından ve halka saldırmanın insanları daha çok kendine getireceğinden çekinmeyen iktidar, gücünü göstermek için bir şov gibi şiddeti kullanmaya devam etti. Michael Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı kitabında Fransa’da yapılan son halka açık infazdan bahseder. Kralın canına kast eden suçlu Damien, korkunç bir ölüme mahkum edilir. Tüm uzuvları koparılan, yakılan, parçalanan Damien’ın infazı halka açık son infaz olmuştur. Foucault, bundan sonra suçlu infazının işkenceyle dolu bir şekilde, üstelik halka açık olarak yapılmasının son bulmasının nedenini, seyirlik bir unsur haline gelmiş olan cezanın artık devlet için olumsuz bir gösterge haline gelmesi olarak ortaya koyar. Modern iktidar artık suçluyu halkın gözü önünde infaz etmek yerine hapishanelere koymaya başlar. Klasik iktidarla modern iktidarın birbirlerinden ayrıldıkları en önemli noktalardan biri de budur: Klasik iktidar, doğrudan güç uygularken ve bu gücünü ölüm ya da yaşama karar vererek vurgularken modern iktidar, insan hayatı üzerinde daha dolaylı bir güce sahiptir. İnsan hayatını ölümle tanımlamak yerine hayatı yönetir. İktidarın kendini gösterişle dışa vurduğu, gücünü bu gösterişten aldığı eski siyasal sistemin yerine, iktidarın mümkün olduğunca görünmez hale geldiği modern siyaset sistemine geçilir. Kendini öne çıkaran iktidar, bireyin oluşmasını engellemiştir; oysa karanlıklara çekilen modern iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; çünkü bireyselleştirmek, gözetim altında tutmak ve cezalandırmak, yani egemen olmak demektir. Bu yüzden, insanlar dinleri veya ırkları üzerinden sınıflandırılır. Herkesin belirli bir isimle, belirli bir yere kayıtlı hale gelmesi, onların denetim altında tutulmaları kolaylaşır.

16

Gezi parkı olaylarında iktidarın hesaba katmadığı şey, şiddetin açıkça ve haksızca kullanarak, karanlıkta tuttuğu gücünü ortaya çıkardığıydı. Böylece, farkında olmadan bireyselleşme ile kontrol altına aldığı halkı kaybetti. Açıkça ve acımasızca uygulanan şiddet, tıpkı klasik iktidar yönetimlerinde olduğu gibi halkı bir bütün haline getirdi. İster modern ister klasik iktidar olsun, devlet şiddete başvurur, başvurmalıdır da. Sonuçta kaçan bir hırsızı vuran polis de şiddet uygulamıştır ama hukukun korunması çerçevesinde bu şiddet haklı görülür. Polisin de askerin de varlığının nedeni budur; hukuku, yasaları ve düzeni korumak, gerekirse şiddet uygulamak. Bu doğrultuda polisin de askerin de halktan taraf olmadığı söylenebilir, sonuçta amaç hep yasayı korumaktırlar. Benjamin’in meşru kıldığı şiddet de bu türdendir. Ama, polisin koruması beklenen yasa, ortada yoksa,’hukuk’çular yaka paça göz altına alınıyorsa, bir başbakan kendi canının istediği olmadı diye sinirden köpürüyorsa, ortada korunacak bir hukuktan ya da devletten bahsetmek zor. Bu tabloda, şiddetle korunmaya sağlanan şey sade diktatörlüktür. Damien’le son bulan hakla açık infaza dönersek, bu infaz son olmuştur; çünkü ceza vahşilik bakımından suçu aşıyorsa cellat ‘caniye’, yargıç ‘katile’, suçlu da ‘kurbana’ döner. Hele ki şiddet ortada suçlu yokken yapılıyorsa, zaten ‘kurban’ olan hepten kurban oluverir. Yalan haber yapmakla suçlanılan dış medya aslında gerçekten olanları gösterdiğinden, aklı başında gençler bizzat geziye gidip yapılanları yaşadığından ve gerçekleri yaydığından kimin cani kimin kurban olduğu da görebilen için ortadadır. Diyeceğim şu ki; uygulanan bu şiddetle ‘cani’ler belli oldu. Diz çöktürülmüş gözleri bağlı halk ise artık ‘kurban’ olmadığını orantısız şiddete karşı daha fazla orantısız ‘zeka’ ile saldırarak gösterdi.


HAZİRAN AYAKLANMASININ ÖNCÜLÜĞÜNDE POLİTİK BİR ANALİZ Ferit ENDER enderferit@gmail.com

H

aziran ayı, bu coğrafyada konuşlanmış efendiler ve mülk sahiplerinin üzerinde unutulmayacak bir tarihsel iz bıraktı ve bunun getirisi bağlamında ağır bir yük olarak omuzlarında yığınların gücünü hissettirdi. Bunun yanında, sokaklara sinen özgürlük kokusu daha onurlu bir yaşamı var etme olanağını halkın köklerine iliştirdi, bu tecrübe, tarihsel düzlemde kendini yeniden var etmek için oluşacak yarıkları arayacak ve kollayacaktır. Kendini yeniden var etmek isteyen yığınların eylemselliğinin ilk olarak önemle göz önüne alması gereken durum; parlamenter demokrasinin kıskacı altında kalmamaktan geçmektedir. Parlamenter demokrasi, iktidar partisi ve bağlamında oluşan meclis yapılanması, cumhurbaşkanı ve beraberinde gelen bürokratik yapılanma, pekala diyebiliriz ki devleti oluşturan bölümler, gelişen ayaklanma karşısında lügatlarını yenileyememiş ve eskimiş sözcükleriyle gelişen yeni örgütlenmelere müdahalede bulnumaya kalkmışlardır. Bu anlayış ve bu anlayışa dayanan tüm teşkilatlar, eylem alanlarında, günler geçtikçe zayıflamaya mahkum kalmış ve eylemselliğin asıl özü; ortaklaşa üretim ve paylaşım kültürüne olan yönelim, kendini ortaya çıkarmıştır. Bu aşamada, üzerine düşülmesi gereken, analiz sürecine sokulması gereken bir diğer ciddi kavram ise; “hegemonya”dır. Çünkü, görüldüğü üzere, hegemonya, kendini bu süreçte çok kuvvetli bir şekilde ortaya koymuştur. Bu süreç, karşıt bir güç olarak yığınların karşısında yer alarak da kendi gücünü dayandırdığı yeri bir kez daha belli etmiştir: Mülkiyet. Dolayısıyla, alanlara bileklerini daha yukarıda tutmak için gelen insanlara, daha yüksek sesle ve daha büyük bir coşkuyla bağırmak gerekiyor: Şiddet mülkiyetten doğar; gerekliliktir, vicdan değildir sebep olan, yaşam alanlarının kısıtlanması mülkiyetten doğar; gerekliliktir, key-

fiyet değildir sebep olan, anlayışsızlık ve tahammül edilmeme mülkiyetten doğar; gerekliliktir, kibrin yüksekliği değildir sebep olan. Haziran Ayaklanması'nın mayıs ayında öncelenen kısmında çekirdek grupların gördüğü şiddet ve zulm, devam eden günlerde birikmiş öfkenin ortaya çıkmasına sebep oldu. Doğal haliyle; bireysel tepkilerden, sosyal tepkiye, oradan kitlesel eylemlere taşan yığınlar, sonunda kendilerini barikat savaşlarında buldular. Tecrübesizliğin verdiği heyecan bir yandan yığınların şevkle alanlara akmasını sağlarken diğer yandan da yığınları yenilgiye uğratıyor ve geri çekilmesine sebep oluyordu. Ortak bir talep ağının örülmemiş olması, bu durumun bir başka tarafını oluşturuyordu ancak; göz önüne alınması gereken asıl sebep şiddetin temsilcilerinin tam olarak bilinmemesi ve tam olarak hegemoyanın, hangi teşkilatlarla sağlama alındığının görülmemesiydi. Bu durum çok geçmeden yerini devletin silahlı kuvvetlerine duyulan öfkeye bıraktı. Yığınların hareket manevrası da, bu yönde kendini belirlemeye başladı. Şunu söyleyebiliriz o halde; herhangi bir iktisadi talebi olmayan yığınlar, salt özgürlük talepleri için sokaktaydılar. Özgürlük talebinin içini de simgeleşmiş olarak kendini var eden “Gezi Parkı” dolduruyordu. Dolayısıyla talepler yaşam alanlarına müdahale edilmemesi ekseninde yürümekteydi. Kısıtlı bir talep olarak görülse de, zamanla evrilen bu durum; kendi yaşam alanlarını üretmeye kadar vardı. Eylemsellik temsiliyet yetkisinin altına girmeyecek kadar taştı ve İstanbul dışında, başka başka şehirlerde de benzer etkileri görünmeye başladı. Tüm bu olaylar yaşanırken hegemonik yapılanma, araçlarını geniş bir aralıkta kullanmaktan kaçınmadı. Bu araçlar kendini iktisadi yapılanmanın sunduğu olanaklarla var eden

17


“Bilim”sel ağ; bilgi üretimi sürecinde yığınların eylemselliğinin bir yandan teorikle olan bağının kesilmesi öte yandan teorinin de pratikle olan bağının engellenip işlevsiz bırakılmasında önemli bir katkı sunmaktaydı(...) bilindik kurumlardı: Medya ağı; sürekli propagandayı sürdürmek ve yığınları düzen altına sokabilmek için üstlendiği görevi gözü dönüşçesine yerine getirmeye çabalıyordu, “Bilim”sel ağ; bilgi üretimi sürecinde yığınların eylemselliğinin bir yandan teorikle olan bağının kesilmesi öte yandan teorinin de pratikle olan bağının engellenip işlevsiz bırakılmasında önemli bir katkı sunmaktaydı, “Parlamenter Demokrasi”; mülkiyet ilişkilerini törpülemek ve olası anlaşmazlıkların kendi ekseninden taşıp da doğrudan yönetimi hedef almasını engellemek üzere saydam bir ilişki kurmaktaydı ve Haziran Ayaklanması boyunca söylemlerini daha da güçlendirerek, boş, tabanı sağlam olmayan, yığınlara celladını seçme hakkından başka bir işlev sunmayan bir araç olma görevini tüm hızıyla sürdürüyordu. Dolayısıyla, tanımlanan bu araçlar, daha geniş bir ufkun varlığını ortaya koymaktadır. Toplumların deviniminin esaslı yasasını açığa çıkarmaktadır. Bu yasa; sıkışan döngünün, zenginliğin ve malların çevriminde yaşanan parasal yetersizliklerin, ödeme araçlarının iflasının, şirket bilançolarının engellenemez açıklarıyla para basan matbaaların önünde el pençe divan durmalarının, mülkiyet ve politik erk sahiplerinin birbirleriyle olan organik bağın acımasız bir şekilde ortaya çıkışının ve tüm bunların ördüğü yolun üzerinde yalın ayak yürüyen yığınların var ettiği bir gerçekliktir. *** Politik erk, kendini var ederken sürüklediği olgularla kendi temelini sağlama alır. Bu, onun için zorunluluktur. Çünkü üstlendiği görev, var olan sosyo-ekonomik araçları kendi coğrafyasındaki özgün durumlara yöneltmesidir. Beynelmilel teşkilatlar, bu görevi, çeşitli şekillerde bir zorunluluk haline getirmeyi başarırlar. Bu noktadan

18

sonra, tarihin anının yığınlara yüklediği sorumluluklar mülk sahiplerinin koltuğunu koruyabilmek için attığı adımları adım adım takip etmektir. Mali sermaye de kendini bu doğrultuda ortaya koymuş ve şekillendirmiştir. Üretim araçlarının, ki mülkiyet yapısının ana unsurlarından biridir, taşınabilmesi; başka başka coğraflayalarda yer alan insani gücün varlığını sermaye sahipleri için cazip hale getirmiştir. Bu doğrultuda, sermaye; rotasını yaşam düzeyi düşük ülkelerin geniş insan pazarlarına çevirmiştir. Mali kağıtların düzenlenmesi, sermayenin altyapı unsurlarının oluşturulması, bölgedeki emek-gücünün bu doğrultuda hazırlanması ve asgari eğitimin verilmesi, sendikalaşmanın mümkün olduğunca geri bir düzeye çekilmesi ve mücadele alanlarının kısıtlanması; süreçte uygulanan politikalar olarak var olmuştur. Öte yandan, tarihin işleyişi sürerken, sermayenin ülkelerarası sınırları yok sayarak hareket etmesi, iki önemli unsuru dayatmıştır; sermayenin ülkelerarası bir duruma gelmesi ve bununla birlikte emek-gücünün de ülkelerarası bir duruma gelmesi. Bu iki unsur; toplumsal devinimin izlerini ortaya çıkarmaktadır. Üretimin gittikçe büyüyen ve yükselen yapısı, insanları bölgesel ve yerel taleplerden gittikçe uzaklaştıracak ve evrensel bir içgüdüyle kaplayacaktır. Dil ve kültürel farklılıkların getirdiği talep ayrışmalarının ortadan kalkmasına yardımcı olacak ve gerçekliğin üretimin özgürleşmesi ve üretim araçlarının mülkiyetinin ele geçirilmesi olarak ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Tüm bu olgular tarihsel bir yönelim olarak ortaya çıkmakta, Haziran Ayaklanması ise, tüm bu hareketliliğin ekseninde, esnek söylemlerinden sıyrılıp kendini salt ve doğrudan demokrasi için tekrardan yapılandırmasını bilecektir. ***


İçinde bulunduğumuz süreçte, sosyo-ekonomik yapı, kendini mali araçlarla her geçen gün daha da hissettirirken bazı bilindik olgular ortaya çıkmaktadır. Bu olgular; insanları bireyleştirme çabaları ve yaşam alanlarına müdahalede bulunarak bireyleşen insanı kıskaca alma çalışmaları olarak hegemonik yapılanmanın asli görevlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Batı'da bir veri olarak duran kitleselleşemeyen halk hareketleri, yoğun bir uyuşukluk saldırısı ve propagadan işlevinin varlığıyla ele alınmalıdır. Yaşadığımız ve içinden geçtiğimiz günler ise, mali teşkilatın ortaya koyduğu tüm eylemselliğe duyulan öfkenin sembolik zamanları gibi durmakta. Mali teşkilat, kendini beynelmilel düzeyde dayatırken, kıvrak manevralarla ulus-devletlerin varlığını her geçen gün biraz daha tehdit etmektedir. Liberal düşünürler ise, söz konusu olanın yeni bir tarihsel aşama olduğundan oldukça emindirler. Üretimin adem-i merkezileşmesi, yatırımların ülke dışına taşınması, iş ve aş ekseninde övgülere boyanıyordu ancak; mali teşkilatın, bizzat piyasanın köklerinde yatan ve kapitalizmin genlerine işlemiş olan eylemsellikten hareketle halkın iş gücünü sömürmekle kalmayıp aynı zamanda ikincil alan olan tüketim alanındaki hareketleri de üst düzeyde kontrol altına almak istemesi üzerine, düzenin ekseni de doğal bir tepki olarak sapma göstermektedir. Bu süreç, geçtiğimiz yıllarda, yine “özgür” düşünürler ve “tarih düşkünleri” tarafından geçici bir döngü olarak algılandı. Anlayacağımız üzere, hegemonyanın ek kuvveti

eksiksiz olarak varlığını perçinlemişti. Oysaki, varolan süreç, kitleselliğe ulaşan üretimin, sahip olduğu kitleselliği yıkıcı bir eyleme dökmemesi için uygulanan sosyal şiddetten başka bir yere denk düşmemektedir. Kitleye ulaşım araçlarının çeşitlenmesi ile birlikte algı karışıklıkları ve sınıf çarpıtması son hızıyla sürerken, bu durum hegemonyanın nasıl kendini tekrar ürettiğine dair de çeşitli ipuçlar vermektedir. Öyleyse mali teşkilat, beynelmilel düzeyde çalışırken, toplumların yaşam alanlarını da yıpratmakta son derece başarılı bir politika yürütüyordu diyebiliriz. Bu söz aynı zamanda ulus-devlet beynelmilel diyalektiğini de ortaya çıkarmaktadır. Kapitalist yapılanmanın şiddet dolu tarihi, üretim makinelerinden silah sanayiine kadar her alanda kendini göstermektedir. Bu diyalektik ise, kapitalist yapılanmanın ve biricik piyasasının, dinç tutulması için ulus-devletin gücüne ihtiyacı olduğunu ancak, mali teşkilatın söz konusu piyasalardan pay alabilmek için de ulus-devletin adem-i merkezileştirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Hegemonik tiranlar da, temelini kapitalizme dayandırdığına ve bu diyalektiğe bağlı kaldığına göre, demek ki kendi çelişkilerini toplum karşısında acizlik halinde göstermeye mahkum olacaktır. Bu acizlik, ayaklanmaların birbiri ardına patlayacak gösterilerle alanlarda kendini var etmesine öncülük edecektir ya da başka bir ifadeyle “kızılcık sopa”; gücünü ve kuvvetini Haziran Ayaklanması'nın tecrübesinden esinlenerek mülk sahiplerinin varlığına yöneltmekten kaçınmayacaktır.

19


GEZİ’YE DAİR Gülşah AYGÜN gulsahaygn@hotmail.com

G

eçtiğimiz günlerde Türkiye hiç de alışık olmadığı görüntüler gördü, onları birebir yaşadı ya da yaşananlar bir yerlerden kulağına çalındı. Evet, ‘yerini bile bilmediğimiz’ bir park vardı ortada ve meydanlar deyimi yerindeyse kaynıyordu. Bu güne kadar şiddeti, baskıyı, acıyı, yalan haberi, kıyımları hatta katliamları birebir yaşadık gördük, doğru. Ama bu defa meydanlarda şimdiye kadar bunların birine dahi tanık olmayan binlerce insan da vardı; polis şiddetini, hükümetin ikiyüzlülüğünü, burjuvazinin medyasını ilk kez gören. Bizler de bazı ilklere tanık olduk: Elinde Türk bayrağı olan birini, BDP flamalı bir gencin kolundan tutup nasıl gaz bombalarından kurtardığını, tencereyi ilk kez yemek yapmak dışında kullanan kadınları, ilk kez bir tomadan gelen siyah! sesini, elli yaşlarında bir teyzenin elindeki sapanla çevik kuvvete kafa tuttuğunu, uyarıların aksine parktaki çocuklarına desteğe gelen anneleri, her gece mahallelerinde barikat kuran insanları, medyanın üç maymun oynamasına rağmen her şeyden nasıl da haberdar olup bir anda örgütlenebildiğimizi, esnafın, kapılarını sonuna kadar eylemcilere açtığını, sütün her daim işe yaradığını ilk kez, ama Haziran’da ölmenin çok zor olduğunu üç kez daha gördük. Peki, üç beş ağaç nasıl oldu da bu kadar dallandı budaklandı ve tüm ülkeyi sardı? Bugün Gezi parkı olaylari AKP hükümetinin bu zamana kadar uyguladığı politikaların topyekün yansıması olarak gösterdi kendini. Evet sık sık duyduğumuz gibi mesele birkaç ağaçtan ibaret değil, ideolojikti. İçerisinde, zamlardaki adaletsizlikle yaşam standartları düşürülen ve son olarak hükümet memurluğu diye anılan yasa tasarısıyla zor durumda kalan memurları, AKP hükümetinin etrafında çevrelendirmek istediği yüksek zümreye adeta köle olarak atadığı işçileri,

20

gittikçe artan işsizlik oranlarıyla gelecek kaygısı içinde yaşayan öğrencileri, cemaatten beslenen rektörlerden ve malum YÖK tasarısından canı bir kere daha yanan öğretim görevlilerini, zaman zaman adliye saraylarından toplanan avukatları, yaşam alanlarını ve binlerce ağacını kaybeden HES mağdurlarını, doğurganlığına alt sınır getirme cüretinde bulundukları ve kürtaj hakkını ellerinden aldıkları kadınları, yobaz kesimin desteklendiği yıllar boyu, bundan mağdur olan LGBT bireylerini ve daha sayamadığım bir çok kesimi barındırıyordu. Akp hükümeti bu uygulamalarla meşruiyetini her defasında daha da yitirdi. Bunun yanında Turgut Özal’dan miras aldığı neoliberal bir yağma yöntemi ile ülkenin dört bir yanını talan etmesi, piyasa ekonomisine dahil etmediği tek karış toprağın kalmaması da içinde bulunduğu gayri meşru durumunu perçinledi. Aynı zamanda temsil de ettiği muhafazakâr sermayeyi besledi büyüttü. Bunu ise zaman zaman ihalelerde sağladığı kolaylıklarla zaman zamansa karşısında duranlara arttırdığı baskılarla sağladı. Son olarak Gezi Parkı ve Beyoğlu bölgesinde uygulanan, ilk olarak 2009 yılında kendini gösteren yeniden yapılandırma çalışmaları ise bu ‘gözü dönmüş’ serbest piyasa projelerinin sonuncusu olarak çıktı karşımıza. Gerçek, bundan yıllar önce şu cümleyle belirtilmişti: ‘Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.’ Tayyip Erdoğan ise bunu açık seçik okumak yerine dış mihraklar ve faiz lobisi etrafında döndü durdu ve yine aynı noktada vücut buldu, bir adım bile ileri gidemedi. Direnişçilere bir takım isimler taktı. Bazen ayyaş bazen çapulcu kimi zaman provokatör… Halbuki her yolu deneyip tutturamadığı tek bir sözcük vardı: halk. Ekolojik mücadeleden anlamayan,


duyarsız, düşünmeyen, apolitik olarak değer lendirilen bu halk yediden yetmişe, tüm baskılara baş kaldırdı. Bu hareket herhangi bir hiyerarşiden ve liderden bağımsız bir hareketti. Herkesin bir yarası vardı ve ortak nokta bu yaraların hepsi için talep edilen özgürlüktü. Bu özgürlük şiarıyla kutuplaştırılmaya, ötekileştirmeye karşı olanlar ve bir arada yaşamı savunanlar barikatın bu yanına geçti, diğerleri ise hep oldukları yerde kaldılar, işin özü buydu. Hepimizin, direnişe dair, anlatmaktan hiç yorulmayacağı anıları olduğu doğru ama şimdi bu sürecin büyüsünden kurtulup hareketin ne yöne evrilebileceği ve evrilmesi gerektiği üzerine kafa yorulmalıdır. Bu çaba, önümüzdeki günlerde izleyeceğimiz yöntem ve bulunan yeni mücadele alan ve şekilleriyle gelişebilir yalnızca. Zira direniş, etkilediği alan, yayıldığı taban, yöntem ve gösterdiği reaksiyonla ezber bozan bir nitelikteydi. Ezberler de kanıtladı ki, sol, bu hareketin insiyatifini eline alacak, ilerletecek ve dönüştürecek kadar hazırlıklı değildi bu patlamaya. Her toplumsal hareket kendi iç dinamiğiyle var olur ve bu dinamiğin yönlendiriliş gücüne paralel olarak ileri gider ya da cılızlaşarak söner. Şimdi yapılması gereken, ütopik yaklaşımlardan

uzak hedefler koymakta. Başından beri meydanlarda en çok duyduğumuz slogan ‘hükümet istifa’ idi. Ancak bir hükümetin istifasını gerektiren şartlar olgunlaşmadıkça bu, kitleyi hayallere daldırmaktan öteye gidemez. Bu aşamaya gelebilmenin öncelikli şartı, Tayyip Erdoğan’ın sürekli dillendirdiği, ‘sandıkta görüşürüz’ kampanyasına topyekün kulak tıkayarak, alternatif sivil toplum ağı kurmaktan geçer. Doğrudur, bu daha başlangıç. Kendini, meydanlardan yükselen ses ve dumanların atmosferiyle, devrim oluyor gibi bir bakış açısına kaptıranlar için bu slogan kulağa küpe olmalıdır. Henüz her şeyin başında bulunuyoruz. Önümüzdeki günlerin ne yöne doğru hareket edeceğini halkın oluşturduğu karar mercileri belirleyecektir. Bunun yöntemleri ise, henüz başlanan forumlar, mahalle çalışmaları ve oluşturulacak olan halk meclislerinden geçer. Bunun yanında dışarıya da gözümüz kulağımız açık olmalı, iç ve dış deneyimlerden yararlanılmalıdır. Yaşanan Portekiz, İspanya, Yunanistan ve elbette ders niteliğindeki Mısır örneklerinden ve daha eski tarihler incelenmeli ve sonuçları göz önünde bulundurulmalıdır.

İnsanlar okumayı öğrenmenin insanoğlunun ilerlemesine kanıt teşkil ettiğini düşünmeye alıştırıldı. Okuma-yazma bilmeyenlerin oranının düşmesini hala büyük bir zafer olarak kutluyorlar; okuryazarlık oranı düşük olan ülkeleri lanetliyorlar, okumanın özgürlüğe giden yol olduğunu düşünüyorlar. Bütün bunlar tartışmaya açıktır, çünkü önemli olan okumayı başarmak değil, kişinin okuduğunu anlaması, anladığını aktarması ve okuduğunu yargılayabilmesidir. Bunun dışında okumanın bir anlamı yoktur. - M.Mcluhan

21


İÇİMDEKİ GEZİ Işık UNAN babalonthegw@gmail.com

G

ezi Parkı ile başlayan direnişin kaçıncı gününde olduğumuzu unutmaya başladık. Gönüllerden dillere dökülen “bir şeyler yapmamız lazım” sesleri sohbetlerimizde haklı yerini koruyorsa da, direnişin ilk günlerinde deneyimlediğimiz “birlik” coşkusu ile birlikte, pek çok senaryo da yer almaya başladı bu sohbetlerde. Bu senaryolar içinde, kendimizi ve o coşkuyu yeniden nasıl konumlandıracağımız düşünceleri ile çatışma halindeyiz artık. Evet kabul etmeliyiz “birlik” kısmen de olsa bölündü; coşku, aklın sorgulamalarıyla didişme halinde. Hatırlayalım. Halbuki ne kadar gerçekti, hiçbir şey düşünmeden kendimizi biricik varlıklarımız olan bedenlerimizle sokaklara döküşümüz. Ne kadar organik, kendiliğinden, kaygısız ve korkusuzdu hiçbir komplo ve senaryoyu düşünmeksizin, yalnız ve yalnızca şahidi olduğumuz devlet şiddetine akli melekelerimiz yetmediğinden kendimizi sokaklarda buluşumuz. Bu şiddeti şimdiye kadar hasbelkader, ama son kertede “başarı” ile yönetmiş, algı yönetim aygıtı medyanın kısa vadeli hazırlıksız çöküşü karşısında dar geldi evlerimiz vicdanlarımıza. Şimdiye kadar içinde sıkışmış olduğumuz evlerimiz ve işyerlerimizden çıktığımızda ise, o vakte kadar kimlik politikalarının bizleri başarı ile böldüğü milyonları bulduk o sokaklarda. O milyonlarla birleştik, kimi zaman “su isteyen var mı” diye bağıran bir çığlıkta, kimi zaman ansızın gelen bir SMS’in bizi götürdüğü adreste çay ikram eden elde, hiç tanımadığımız ve kim olduğu önemli olmayan gözlere sıktığımız talcitli suyla buluşan gözlerimizde, gazdan kendimize gelmeye çalışırken ansızın ikram edilen bisküvide, ara sokaklarda kaçışırken sokaktaki insanlarla yaptığımız “son güncellemelerde”, neye malzeme

22

edileceğini hesap etmeden sosyal medyada yaptığımız Türkçe ve İngilizce “duy ve gör bizi” paylaşım, çığlık ve çağrılarında, kriz anlarında bile insanlığın onurunu yüceltmeye yönelik gelen her çağrıyı duymak isteyen kulaklarımızda.... Hesapsızdık. Bu hesapsızlıkla korkusuzduk. Gerçektik. Ve bu gerçeklikle coşkuluyduk; neş’eliydik. E kolay mı, birbirimizi bulmuştuk tüm bölünmüşlüklerimiz içinde. Bu birlikti “meşru” kılan yaşadığımız hesapsız coşkuyu. Aşık olmuştuk birbirimize ve şimdiye kadar hiç görmemiş olduğumuz inceliklerimizi görebiliyor olma deneyimimize. Her türlü kimlik önyargımızı rafa kaldırmışlığımıza, korkunun bittiği yerde “birlik”te inşa edebileceklerimizi hayal edebiliyor olma hallerimize, bu hayallerle birlikte gelen birlik için eyleme arzumuza, bu arzunun taşıdığı potansiyellere, eylemin dönüştürücü gücüne, “birlik”in çapını insani niyetlerle besleyen düşünce ve eylemlerimizle genişletebilme potansiyelimize, yapabileceğimize ilişkin içimizde beliren umuda... Ve bizzatihi umudun kendisine... Aşık olmuştuk... Şimdilerde, bu aşk, her balayı sonrası dönemeçte olduğu gibi endişelerimizle ve bizim boylarımızı çok çok aşan “işin bir de şu yönü var”lar ile didişme halinde. Evet, şimdilerde, coşkunun yanında, “acaba”lar ve boyumuzdan büyük işleri akli melekelerimizle anlama çabalarımızla gelen endişelerimiz de yer almaya başladı. Ve işte, tam da bu endişe ve acaba’larla, iktidar, direnişin kaçıncı gününde olduğumuzu unutmaya başladığımız şu günlerde, “birlik” ve “umut” karşısındaki mücadelesini kazanmış oldu. Evet, iktidar, her daim geçerli “böl ve yönet” stratejisi ile direnişin günceldeki ve iktidarın bakış


“İnsanları Gezi Parkı'nın içinden çıkarabilirsiniz, ama Gezi Parkı'nı insanların içinden çıkaramazsınız”. açısından kazananı oldu. Birlik –özellikle sokakta- çatırdadı; bilimum ideolojik aygıtlar yeniden devreye girdi; resmi ve milis fiziki şiddet, küçümsenemez bir tehdit unsuru olarak karşımızda dikiliverdi. Sıradan vatandaşın “yeter”ine karşılık, “bunlar terörist”in fütursuzca söylebildiği bir kurgu içinde oynamak zorunda bulduk kendimizi. Sosyal medya tehditleri, şiddet karşısında çaresizlik, hukuk devletinin iflası, iç mihraklar, dış mihraklar, oynanan oyunlar, Barış Süreci, Büyük Orta Doğu Projesi.... Son kertede geldiğimiz yerler buralar... İşin akli melekelerimizle anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığımız “karanlık” tarafı... ANCAK: Tüm bu endişe bombardımanı karşısında, hiçbirimizin asla yadsıyamayacağı şu gerçeklik, Gezi Parkı’nın dağıtılmasından sonra, parklarda oluşan sivil platformlardan, gün itibarı ile en etkili olanlarından Abbasağa Platformu’nda söylenen şu cümle oldu:

hepimizi uçurup, RTE’yi bile milli bir kahramana dönüştürebilme potansiyeli taşıyordu. Sadece ve sadece Kuzey Afrika gezisi dönüşü, telefon mesajları ve ellere tutuşturulan bayraklarla oluşturduğu kitlesine o konuşmayı yapmak yerine, kendisinin ne söyleyeceğini heyecanla bekleyen o “öteki” kitleye, o kitleyi de “vatandaş” olarak dikkate alan bir konuşma yapsaydı... O “öteki” kitlenin içinde, CHP’den de bir halt olmayacağını bilen ve o CHP’nin Türkiye’nin bugününde oynadığı ötekileştirici rolün tüm yüreği ile farkında milyonlar olduğunu yok saymasaydı. Keşke “barış” ve “birlik” isteyen milyonların karşısına, siz de “benim” kardeşlerime bunları yaptınız demeseydi de, o kardeşlerin, bizim kardeşlerimiz olmasına yönelik derin ve yürekli bir coşkuyla yola çıkmış bizlerin, o kardeşlerimizin dertlerini dinleyebilme ve belki de bu süreçten birlikte çıkma potansiyelimizi elimizden almak için dört bir koldan saldırıya geçmeseydi...

“İnsanları Gezi Parkı'nın içinden çıkarabilirsiniz, Keşke, CHP zihniyetinin düşmüş ve halen de ama Gezi Parkı'nı insanların içinden kısmen tutsak olduğu tuzaklara düşmemiş çıkaramazsınız”. olsaydı... Ve iktidar, “gönül”lerdeki “Gezi Parkı”nı görme- Keşke... ye çalışmak şöyle dursun, onu kriminalize etmek konusunda bir saniye düşünmedi bile. Neler olmazdı ki? Kim tutardı ki, gönülden anlama düsturu ile yola çıkan ve çapı bu düsturla gitNe kadar da yazık... tikçe genişleyebilen bir “birlik” duygusunu. Halbuki görmezden geldiği “Gezi Parkı”, 90 yıllık genç bir Cumhuriyetin kanlı, bölücü, ayırımcı, tikelleştirici, yok sayıcı, tepeden inme tarihinden şimdiye kadar çıkartılan derslerle, memleketçe

Ama böyle olmadı. Siyasi tercih, mevcut bölünmüşlüklerin, arttırılması, daha çok derinleştirilmesi, ve kemikleştirilmesi yönünde kullanıldı.

23


Karanfile karşı gaz... 9.İnsan olduğumuzu hatırlatmıştı; insani İşte tam da, bu aşamada, Abbasağa Forumu’nda değerlerimizi, insana olan inancımızı söylenen o önemli cümlenin bir kere daha güçlendirmişti. hatırlanmasında fayda var. Hem, mevcut siyasi ötekileştirmeye karşı bir meşru müdafa olarak, 10. İnsanın yalnızlığa mahkum olarak değil, birhem de, ötekileştirildikçe hayal kırıklığı artan likte yaşamı başarabilme özelliği ile onurunu kitlenin, çıkış noktasını her daim ve ne olursa kurtarabileceğini ve yüceltebileceğini kanıt olsun hatırlaması dileğiyle.... lamıştı. “İnsanları Gezi Parkı'nın içinden çıkarabilirsiniz, 11.Çünkü Gezi Parkı, her şeyden önce, ama Gezi Parkı'nı insanların içinden kendiliğinden bir deneyim alanıydı, tasarlanan çıkaramazsınız”: kurgulanan akli bir alan değildi. 1.Çünkü Gezi Parkı, insanların, “kimlik”lerinin 12. Çünkü Gezi Parkı, gücünü samimiyetinden bir engel değil, bir zenginlik olduğunu göstermişti. alıyordu; ve bu samimiyet, ister istemez kendinden bir güveni içinde barındırıyordu; 2.Çünkü Gezi Parkı, bu farklılıkların, dinlendiği takdirde, her daim genişleyebilen sivil, kapsayıcı, 13.Bu güvenin arkasında ise, hiçbir lobinin barışçıl, rencide etmeyen, ötekileştirmeyen bir üst- arkasında duramayacağı insani talepler ve bu taledil kurulabileceğini göstermişti. plerin gerçekleştirilebileceğine duyulan saf bir inanç vardı. 3.Çünkü Gezi Parkı, 90 yıllık Cumhuriyet deneyiminde, şimdiye kadar karşı karşıya gelen/getirilen 14.Arkasında insanca yaşam ve muamele talebi “kimlik”lerin, aracılar olmadan, yüz yüze barışçıl lobisi olduğu için meşruydu. ve çözüm odaklı ilişkiler kurabileceğini kanıtlamıştı. 15. Ve çünkü Gezi Parkı, tüm bu samimiyeti, birlikte yaşam pratiğine dönüştürebilmeyi başara 4.Bu özelliği ile, “niyet”in, “hedef”lerden daha bilmişti. anlamlı olduğunu göstermişti Gezi Parkı. 16. Bir tanecik dünyamız, bir tanecik ülkemiz var 5.İyicil niyetlerin, iyicil eylemlere dönüşmesiyle diyerek... nasıl zengin bir sivil yaşam kurulabileceğini kanıtlamıştı. Böyle işte. Bunlar insanın içinden kolay kolay çıkmıyor. Akıl, argüman ve söylemle değil, 6.Hepimizin böylesi bir sivil yaşama ne kadar aç gönülle deneyimlenen ve yapılan bir “birlik” olduğunu anlamamızı sağlamıştı. kolay kolay unutulmuyor. 7.Bu açlığın kısa süreli giderilmesi ile bile, süregi- Unutulmaması/unutturulmaması, beslenmesi, den varoluş sıkıntılarımızına tokat niteliğinde bir yeşermesi ve serpilebilmesi dileğiyle.... yanıt vermişti. Hem, mevcut siyasi ötekileştirmeye karşı bir 8.Bizden olmayandan korkmak yerine, onu an- meşru müdafa olarak, hem de, ötekileştirildikçe lama deneyiminin ne kadar özgürleştirici ve umut hayal kırıklığı artan kitlenin, çıkış noktasını her dolu olduğunu göstermişti Gezi Parkı. daim ve ne olursa olsun hatırlaması dileğiyle...

24


GEZİ PARKI’NIN ÖRGÜTSÜZ KESİMİNİN SESİ Gözde ÇÖBEK gcobek.gmail.com

B

oğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü son sınıf öğrencisiyim. Final dönemine denk gelen Gezi Parkı olaylarında neler olduğunu ve çoğunlukta olan örgütsüz kesimin bu direnişe niye destek verdiklerini anlamak adına bir araştırma yapmak istedik bölüm olarak. Ben de görüştüğüm insanlardan çıkardığım sonuçları sizlerle paylaşmak istedim: 6 – 9 Haziran 2013 tarihleri arasında Gezi Parkı’na destek veren örgütsüz insanlarla konuştum ve onlara niye bu direnişe katıldıklarını, devletten taleplerinin ne olduğunu, nelerin değişmesini istediklerini ve Gezi Parkı’nın nesini sevdiklerini sordum. Toplam 26 kişiyle görüştüm: Bunların üçü barikatın önünde çatışmış, üçü tencere tavayla direnişe destek olmuş, yedi kişi sosyal medyadan bilgi aktararak sokakta mücadele verenlere yardımcı olmuş ve geri kalanı da cuma gününden beri sokaklarda ve Gezi Parkı’nda direnmiştir. Görüştüklerimin çoğunluğu lise ve/veya üniversite öğrencisi olsa da, aralarında 25-35 yaş aralığında olan çalışan kesim ve 50-60 yaşlarında çalışmayan kesim de vardı. Niye gezide olduklarını sorduğumda öncelikle sivil direnişin ilk kıvılcımının oradan çıktığını, sivil iradenin başladığı noktanın orası olduğunu, devrim ateşinin orada sıcak tutulduğunu ve parkın bir patlama noktası olduğunu söylediler. Yeşilliğin yok edilmesi kaygısını taşıyanlar da, taşımayanlar da Gezi’yi hükümetin halkının yaşayışına ettiği müdahelelerin bir sembolü ve bardağı taşıran son damla olarak görmektedir. Gezi Parkı’nda direnenlere destek olmak, o insanların yanında olmak, parkı korumak gibi amaçların yanı sıra görüştüğüm kişilerin çoğunun buraya asıl geliş sebebi fikirlerinin hiç sorulmamasından bıkmış olmaları:

İktidarın yaşadıkları şehre, doğaya, meydana ve parka, onların deyimiyle, kendi kafalarına göre ve kendi çıkarları uğruna meşrulaştırdığı yasalarla onlara sorulmadan müdahale edilmesinden, özel hayatlarıyla ilgili hususlarda dayatmalar yapmak gibi bir gücü kendinde bulmasından, kentte de kırda da insanların hayatlarına gasp etmesinden, zulm etmesinden ve gençlik dahil her şeyi kontrol etme çabasından usanmış. Bunlardan farklı olarak, Gezi’den bağımsız, polis baskısından ve Türkiye’deki kuşatıcı, tek tipçi, içi boş liberal söylemlerden bıktığını söyleyen ve bunun için direndiğini söyleyen konuştuğum öğrencilerden biri, polis nihayet parktan çekildiği için orada olduğunu vurguladı. Ayrıca Türklük değerlerini yitirmek üzere olduklarından endişelenen ve aynı kaygıları yaşadığını düşündüğü insanların burada olduğunu görüp de gelen, gençleri sindiremeyeceklerini göstermek için gelmiş bir kesim de var. Sonuç olarak, Gezi’de olmalarının sebebi doğa-çevre boyutundan öte iktidar tarafından uygulanan baskı ve şiddettir. Çoğunluğunun katıldığı ilk eylem olan Gezi Parkı üzerinden isyan etmelerinin en baş sebebi ise halkından özür dilemeyen, iç savaşa sürükleyen, dikte eden ve herhangi bir muhalefete izin vermemek için güç ve şiddet uygulayan iktidara geri adım atmayı öğretmektir. Polisin, direnişin ilk gününde şafak vaktinde eylemcileri biber gazı ve tazyikli suyla parktan kovmasıyla ortaya çıkan öfkelerinin altında yatan asıl neden hükümetin ve ondan önceki hükümetlerin, faşist yönetimi: İktidarın yasaklarla kısıtladığı özgürlüklerini geri almak için, adalet için ve geçmişin hesabını sormak için, toplumun tüm farklı kesimleriyle birlikte yaşayabilmek için ayaklandıklarını söylüyorlar. Polisin tavrının yanı sıra, Tayyip

25


Erdoğan’ın sert, bölücü ve ortamı kızıştırıcı, zarar veren tutumundan çok rahatsızlar. Özetlemek gerekirse, “2-3 ağaç” için değil, kısıtlanmış temel hak ve özgürlükleri için, uygulanan şiddete bir dur demek için direniyorlar. Gezi Parkı’nın en çok sevdikleri ve onları mutlu eden yanı ise birbirinden çok farklı kesimlerin birlikte yaşayabilmeleri. Aynı zamanda taşkınlığın ve polisin olmamasının, kendilerini burada güvende hissettiklerinin ve buranın onları şu anda diğer her yerden daha mutlu ettiklerinin altını çizmektedirler. Gezi’nin halk olarak, örgütsüz, ideolojisiz toplanmanın bir ilk olduğunu, bu direnişin sivil toplaşma ve dayanışma örneği gösterdiğini vurgulamaktadırlar. Bu harekete kadar böyle bir yerin farkında olmadıklarını belirten çoğunluk, şimdi nefes alabildikleri tek yerin bu park olduğunu söylemektedirler. Kürtlere olan, LGBT üyelerine olan önyargıların kırılmaya başlamasını görmek onları mutlu ediyor. Gezi’nin bu heterojen yapısını hem seven hem de sevmeyenler de var: BDP standının önünde Abdullah Öcalan’ın bayrağının sallanmasından rahatsız olan ulusalcı kesim, kimse kimsenin haklarını engellemediği için rahatsız da olsalar yine de birlikte aynı parkta oturabildiklerinden memnunlar. Gezi Parkı, simgelediği diğer önemli konular dışında gençlerin kendi jenerasyonunda görmediği bir umudu simgeliyor aynı zamanda: hoşgörü ve saygı çerçevesinde hep birlikte kardeşçe yaşayabilmek. Peki, devletten talepleri ne? “Seçim barajı kesinlikle düşmeli.” Her kesiminin taleplerini karşılayabilecek çoğulcu ve yerel yönetime ağırlık veren hakiki liberal bir anlayış istiyorlar. Yaşam alanlarında söz sahibi olmayı, demokratik haklarının güvence altına alınmasını, biber gazı ve TOMA’ların yasaklanmasını, ifadenin, toplanmanın, basının ve en önemlisi kendilerinin özgür bırakılmasını talep ediyorlar. Ne istediklerini sorduğumda bana çoğunun verdiği ilk cevap, hükümetin istifa etmesi ve Tayyip Erdoğan’ın derhal gitmesi oluyor. Ne var ki, hükümetin kesinlikle istifa etmeyeceğine inandıklarından ve var olan diğer siyasi partileri de istemediklerinden, polisin şiddete başvurmasının emrini veren kişilerin istifa etmesini ve başbakanın inada binmiş tutumunu bırakmasını ve onları düşman bellemesinden

26

vazgeçmesini, şiddet uygulayan kişiler hakkında güvenilir, sorumlu, “adam gibi” bir soruşturma açılmasını -ki buna inanmıyorlar- samimi ve gerçek bir özür, Taksim Platformu’nun meşru taleplerinin yerine getirilmesini bekliyorlar. Bunların yanında görüştüğüm kişilerden biri; asgari maaşların artmasını, temel ihtiyaçların karşılanabileceği bir düzenin gelmesini, tüm işçilerin sağlıklı ve güvenli çalışabilecekleri iş ortamları için gerekli düzenlemelerin yapılmasını, zorunlu askerliğin kaldırılmasını, uygulanan çifte standardın bir son bulmasını ve mecliste Tayyip Erdoğan’ı karşılamaya giden kitlenin “İzin ver gidelim, Taksim’i ezelim” sloganlarına başbakanın neden müdahale etmediğine dair gensoru verilmesini talep etmektedir. Ne gibi değişiklikler istedikleri mevzusunda ise öncelikle bir şeylerin değişmeye başladığını vurguluyorlar. Birlikte yaşayabileceklerini görmelerinin yanı sıra, yok saydıkları azınlıkları, Kürtleri, Ermenileri, görmeyi öğrenmişler. Medyanın aslında devletin elinde olduğunu, faşizmin, yürüyüşün, eylemin ve sivil toplum örgütünün ne demek olduğunu anlamışlar. Nasıl bir ülke tahayyül ettiklerini sorduğumda şunları söylüyorlar: “Türkiye, etrafında ‘farklı’yı görmeye alışmış ve bunu sindirebilmiş insanların yaşadığı bir ülke olsun. Tek adamın kafasına göre hem mimarlık, hem mühendislik, hem şehir planlamacılık, hem ahlak polisliği, hem doktorluk, hem bilim adamlığı, hem de başbakanlık yapmadığı bir başbakan tarafından yönetilmek istiyorum. Seçimlerin 4 yılda bir gerçekleştiği ve halkın onayının sadece seçim dönemleri içerisinde arandığı bir sistem istemiyorum. Daha doğrudan bir demokrasiye yol açan, sistem içi uzlaşıyı mecbur kılan bir yeni anayasa istiyorum.” Bunların yanında var olan siyasi partilere ve medyaya hiçbir şekilde güvenmedikleri için medyada da, politikada da çoğulculuğu esas alan yeni oluşumlar istiyorlar. Tüm bu ortak cevaplara baktığımda şunu görmekteyim: İnsanlar devlet tarafından önemsendiğini ve sözün hükümette değil aslında kendilerinde olduğunu görmek ve devletin verdiği veya vereceği hizmetin önce kendilerine sorulmasını, bu konuda fikirlerinin alınmasını istemektedirler. Bunun yanında, baskın anlayışın kökten değişmesini istemektedirler, yani


demokrasinin seçimden ibaret olmadığının altını çizmektedirler. Sonuç olarak söyleyebiliriz ki bu kalabalık, örgütsüz kesim, sivil toplumun sesinin politik toplumda duyulmasını istiyor ve bunun yeni oluşumlarla geleceğini söylüyorlar:

Değişimin ellerindeki eskilerle değil, kendi yaratacakları yenilerle geleceğine ve herhangi bir “izm” altında olmadan birlikte yaşayabileceklerine inanıyorlar: “21. yüzyılda yaşıyoruz artık!”

HER GAZ BULUTU DAĞITILDIĞINDABİZİ DAHA KALABALIKBULACAKLAR Hazal GECEGÖRÜR hazalgecegorur@gmail.com

3

1 Mayıs’la başlayan direnişimiz, aslında çoğumuz için belki de on yıllık zehrin dışa tükürülmesiydi. Bizi bir kedi gibi köşeye sıkıştırmaya devam eden sözde büyüklerimiz, götlerini bu denli tırmalamamıza aldırmamışlardır umarım. Gezi Parkı çıkışlı olan eylemimiz, özgürlüğümüzün sömürülüp, ‘hadi siz sadece şu alanlarda özgürsünüz, gerisi bizim’ yöntemiyle sözde demokrasinin, yalnızca kendi demokrasileri olmasına karşı bir ayaklanmadır. Sana oy vermememe rağmen senin kalkıp bana ‘senin başbakanın olarak emrediyorum; şunu giyme, şunu içme, şunu öpme, şuralarda ahlaklı davran’ şeklinde nutuk çekmene müsaade edemem. Ben hiçbir zulme boyun eğmeyen bir kadın olarak, sana da boyun eğmem. Herkes evlerine girse de çenemi kapamam, zira kimse evinden çıkmadan önce de çenemi kapamıyordum. Seni sevmiyorum. Git. Bir ağacı, bir hayvanı geçtim; bir insanın bile yaşamına saygısı olmayan, zihni körelmiş siyaset babalarının tek derdi para ve ‘saltanat’ olmuştur bu ülkede. Okuyarak büyüdüğümüz hikaye kitaplarındaki ceplerinden para fışkıran, faşist, empatiden yoksun amcalar; hükümetin ta kendisidir işte a dostlar. Sen kalkıp 21 milyon’luk biber gazını ‘ben bana oy vermeyenlerin de başbakanıyım, onları da çok seviyorum’ dediğin halkın kafasına gözüne

sık, sonra da tehditle susturduğun kanallara çıkıp DÖMÖKRÖSÖ VÖR. BÖR AVÖÇ ÇAPÖLCÖYÖ KANMÖYÖN de. Sayın başbakana sormak isterim: sizin avucunuz o kadar geniş mi gerçekten? Vay canına!

Biz; Hes yapmak istediğinizde, kadın bedenine müdahale etmek istediğinizde, hayvanlar için ölüm yasası çıkarmaya çalıştığınızda, termik santral istemiyoruz diye boğaz patlattığımızda, eşcinsel-transseksüel hakları için yürüyüş yaptığımızda da aslında hep sokaklardaydık. Hep bağırdık, hep karşı çıktık. Ama siz kulaklarınızı tıkayıp ilahiler söylemeye devam ettiniz.

27


En iyi silahınız, hayatım boyunca zerre kadar haz etmediğim polislerdi. Polisler sizin robotlarınızdı. Robotlarınız insan öldürdü sevgili hükümet. Robotlarınız insanların gözlerini oydu, kollarını kopardı, kendi insanına gerçek kurşun sıktı. Robotlarınız gazlarıyla ciğerlerimizi yaktı. Anlatabiliyor muyum? İnsandır. Aramızdakiler kendini tutamayıp küfürlü slogan attığında, zarar vermeye yönelik hareket ettiğinde de yine onları uyaran bizdik. Senin gibi, bir açık bulduğunda yok etmeye yönelik girişimde bulunan elma kurtları olmadık. Sen bana götünü dönmeye devam ettikçe, ben yanımdakilere daha sıkı sarılacağım. Bizden korktuğun aşikar çünkü. 17 yıldır tiyatro oyuncusuyum, beden dilinden az da olsa anlıyorum. Gerginsin, korkuyorsun, uykuların kaçıyor, konuştuğunda sesinin kısılmış olduğunu duyuyorum, bakışlarındaki telaşı görüyorum. Senin savunma mekanizman olmuş kulak tıkamak. Ancak kibirli ve cahil bir adam özür dilemekten korkup, milyonlara kulağını tıkar. Onun kitlesi de ancak dizi oyuncularına kafa tutar. Ve yine onun kitlesinden örnek vermek gerekirse; oraya buraya trollük yapan, kendiyle de çelişen paragraflar döşeyip, ne yaptığını şaşırmış cahil bir kesim türedi sosyal medyada. Kendi gözlerimle görmesem buraya yazmazdım. Bu insanların farklı farklı cümlelerinden oluşan bir paragraf hazırladım, okumaz mıydın: ‘80 yıldır bu ülkede bir gelişme olmamıştır.’ ‘Siz batı hayranısınız.’ ‘mini etekli kızlar eylem yapar sadece.’ ‘öl de ölelim padişahım (rte’ye diyor)’ ‘laikçi’yi tersten okuyun, anlayın bu da mı tesadüf?’ ‘rte’yi karşılamaya yüz bin kişi gitti (asıl sayı on bin bile değil)’

değiliz. Bir partiyi değil, kendimizi temsilen sokağa çıkan insanlarız biz. Bundandır slogan atarken ‘taksim’ yerine ‘tayyip’ şeklinde şaşırmayışımız. O sloganlar öğretilen değil, yürekten fırlayan sloganlardır. Bu yüzden o kadar etkilidir. Bu yüzden uyutmaz sizi… Uykularınızı kaçıran benim yüreğimdir. Kendimi o kadar çok seviyorum ki bu yüzden. Bu süreçte içimde umut yeşermesine (aman buraya da avm yapmayasın, hiç tavsiye etmeyiz annem) neden olan bir diğer gözlemim de şudur: çok iyi anladım ki, 22 yıllık hayatımda kendime çok güzel dostlar seçmiş, çok doğru insanların müziğini dinlemiş, çok doğru adamların esprilerine gülmüş, çok doğru tiyatro oyunları izlemiş, doğru kişileri hayatımdan şutlamış ve en önemlisi de olabilecek en doğru ailede doğmuşum. O kadar şanslıyım ki. Bunları fark etmeme sebep olduğun için sana teşekkür etmeliyim aslında akp hükümeti. Çünkü sayende bir Çarşı’lıyla ya da RedHack’li biriyle evlenme kararı aldım. Hep söyleriz ya; aşk örgütlenmektir. Belki tutuklanmama neden olacak bu yazı, belki benim de ağzımı burnumu kıracak polisler evimi basıp. Olsun. Ben kendimi anlattım. Biz sesimizi duyuruyoruz. Hareketlerimizi kontrol Lan göbeğimi hoplatarak güldüm ha. eden tek şey beynimiz, makarna-kömür değil. Bir öğrenci olarak makarnanın kıymetini iyi bilen bir Biz alanlara çıkarken, biz balkonumuzdan kadınım çünkü. Çuvalla makarna depolasan bile tencere-tava çalarken, biz sosyal medyada polis- sana oyumu vermem, ben oyuna gelmem dostum. lerin dövdüğü arkadaşlarımız iyi mi diye dayanışırken; bize kimse sms ile çağrı yapmamıştı Feminist, ayyaş, çapulcu, direnişçi kadından sevgili devlet büyüklerim. Hiçbir örgüte mensup sevgilerle.

baskabikadin.blogspot.com 28


BENİM ANNEM BİR SÜPER KAHRAMAN Kara Şapka ozgekara@hotmail.com

G

erçekten öyle. Çünkü o Şirinler’i kötü kalpli Gargamel ve pis kedisi Azman’dan kurtarmak için her gün gidip o parkta direniyor. Bazı günler onu göremiyorum, özlüyorum ama dediğine göre bu çok önemli bir şey ve annem bir şeye çok önemli diyorsa ve onu yapmazsanız sonrasında mutlaka kötü bir şey olur. Yine de annem evde yokken her gece Gargamel onları Şirin çorbası yaparsa diye korkudan uyuyamıyorum. Aslında ben ona gitmemesini söyledim bir keresinde ama o bana direnmek zorunda olduğunu, ben büyüyene kadar o kötü adamlar bu ülkeden gitmezlerse ileride benim için hiç iyi olmayacağını söyledi. Anneme direnmek ne demek diye sorduğumda ise bazı adamların parktaki ağaçları kesmek istediğini, onların izin vermediğini, sonra olayın büyüdüğünü ve artık özgürlüklerini korumak için orada olduklarını anlattı. Çok fazla bir şey anlamadım ama ağaçların kesmek isteyen adamların çok kötü kalpli olduklarına eminim. Yine de korkuyorum çünkü annem direnişten eve döndüğü gecelerde çok yorgun oluyor ve hep öksürüyor, bazen de sırılsıklam geliyor. Bir de çok garip kokuyor. Sorduğumda biber gazı koktuğunu, polisin onları parktan çıkarmak için attığını söyledi. Yani insanları kötü kokularla parktan kaçırmaya çalışıyorlar ve bu çok mantıksız bence. Onun yerine bıraksalar da hepsi parkta oynasalar daha eğlenceli olur. Bugünlerde babamla ikisi bir garip davranıyorlar zaten. Sürekli telefonlarına ya da bilgisayarlarına bakıyorlar. Toma, baret, gözaltı, barikat gibi tuhaf kelimelerle konuşuyorlar, çok gergin ve endişeli görünüyorlar. Bazen de birbirlerine bazı yazılar gösterip gülüyorlar. Benim kalemlerle kollarımı bacaklarımı boyamam yasak

ama babamla ikisi kollarına – hem de tükenmez kalemle – bir şeyler yazıp yanlarına limon alıp ve bir de ağızlarına süper kahraman maskelerini takıp gidiyorlar. Limonu çok seviyorlar sanırım. Bir gece ben de Spiderman kostümümü giyip onlarla gitmek istediğimde annem o parkın çocuklar için, özellikle 5 yaşındaki çocuklar için çok tehlikeli olduğunu söyledi. Oysaki ben ağ atıp Gargamel’i kıskıvrak yakalayıp herkesi kurtaracaktım. Maskemi bile takmıştım. Ağlamam bir seferlik de olsa işe yarasa sevineceğim zaten! Yine babaannemle oturup masal dinlemek zorunda kaldım ve tüm macerayı kaçırdım. Sonra tehlikeli olmayan bir gün annem beni o parka götürdü. Müthiş bir yerdi. Şirinler’in mantar evleri yoktu ama böyle kocaman kocaman çadırlar vardı. Hatta bir tanesinin içine bile girmeme izin verdiler. Oradaki abla bana adımı sordu ve ‘Can’ dediğimde ‘Sen çok yakışıklısın canım benim.’ dedi. ‘Bu kızlar da beni direnişte bile rahat bırakmıyorlar.’ dedim anneme ama o gökyüzünden geçen helikopterleri izlediği için beni duymadı sanırım. Nedense elimi sımsıkı tutuyordu ve çok korkmuş görünüyordu. Korkmasına gerek yoktu çünkü ben Vendetta maskemi takmıştım ve annemi süper güçlerimle koruyabilirdim. Yine de koluma telefon numarasını yazmasını engelleyemedim. Kaybolursam siyah gaz maskeli kötü adamlara değil, beyaz gaz maskeli abi ve ablalara gidip kolumu gösterecektim. Annemin elini sıkı sıkı tutup dediğini yapacağıma söz verdim ve korktuğumu belli etmedim. Parkta bir de içinde çocukların resim yaptığı dev gibi bir çadır vardı. Ben resim yapmak istemedim çünkü zaten okulda sürekli resim yapıyorum ve eğer ağaçları koruyacaksak her an

29


Gargamel’in gelme ihtimaline karşın dikkatli olmalıydık. O yüzden ben hep etrafıma bakındım ama kötü adamları göremedim. Annem görmediğim için şanslı olduğumu söyledi ve sonra beni kütüphaneye götürdü. Dediğine göre o kütüphaneyi arkadaşlarıyla beraber inşa etmişlerdi ve içinde çocuk kitapları bile vardı. Ama bence kütüphane tehlike altındaydı çünkü ağaçları sevmeyen kötü adamlar kitapları da sevmezlerdi. Kitaplar da ağaçtan yapılıyor sonuçta. Annem bu fikrimi duyunca ‘Haklısın sevmezler ama para da ağaçtan yapılır ve bu adamların tek sevdiği şey para.’ dedi. İşte o zaman anladım. Bu adamlar bu ağaçları kesip para yapacaklardı ve annemler işte bunu engellemeye çalışıyorlardı. ‘Öyle de denebilir.’ diye güldü annem. ‘Ama bunun yanı sıra daha güzel yaşamak için de buradayız.’ Bence de orada ağabeyler, ablalar çok güzel yaşıyorlardı. Kitap okuyorlar, gitar çalıyorlar, şarkı söylüyorlar, resim yapıyorlar, yazı yazıyorlar, birbirlerine yardım ediyorlar, çöpleri toplayıp hep beraber

yemek yiyorlardı. Bunları yapmalarına kızan o kötü adamlarsa bence gerçekten saçmalıyorlardı. Annem eve dönerken bana burayı iyi aklımda tutmamı, ben büyüyünce bu parkı tüm dünyanın hatırlayacağını söyledi. Ben de cevap olarak ‘Her yer Taksim her yer direniş’ diye bağırdım. O günden beri de evde direniyorum zaten. Çünkü annem herkesin istediklerini yapmakta özgür olduğunu söylemişti ve ben de artık sevmediğim yemekleri yemiyor, kollarıma bol bol resim yapıyor, istediğim saatte yatıp istediğim zaman çizgi film izliyorum ve hayatım gerçekten de çok güzel. Sonuçta benim annem bir süper kahraman ve o direniyorsa benim de direnip ona destek olmam gerekir, öyle değil mi? Yine de her ne olursa olsun annemin, babamın ve arkadaşlarının direndiği o güzel parkı hayatımın sonuna kadar unutmayacağım ve bir gün büyüyüp çok güçlü bir kahraman olduğumda ben de onlar gibi direne direne kazanacağım.

MEDYANIN GEZİ PARKI KARNESİ Gökhan YILMAZ gokhanyilmazzz@hotmail.com

G

ezi Parkı’nda yaşananlara dair medyanın tutumu günlerdir yazıldı ve konuşuldu. Bizler bir kez daha gördük ki, medya gerçek işlevlerinden çok uzak bir yaklaşımla bir kez daha sınıfta kaldı. Şunu belirtmeliyim ki niyetim medyanın (sadece ders notları olarak kalan) bilgilendirme, duyarlılık ve farkındalık yaratma, toplumsallaştırma gibi görevlerinden bahsetmek değil. Çünkü hak vereceksiniz ki, medyanın görevi bizatihi ekonomi politiğiyle şekillenen bir durumdur. Medyanın bu süreçte izlediği yola da bu bağlamda, basın özgürlüğü ve demokrasi açısından bakmanın daha

30

doğru olacağını düşünüyorum. Öncelikle unutmamak gerekir ki, hiçbir araç üretildiği ortamdan bağımsız düşünülemez. Bu nedenle kitle iletişim araçlarının görevi mevcut sistemin istekleriyle doğrudan bağlantılıdır. Özellikle 1980’lerden sonra varlığını çok güçlü hissettiren neo-liberal politikaların medyayı yeniden yapılandırması, sermaye sahiplerinin özellikle çapraz tekelleşmeleri sonucunda birden fazla sektörde söz sahibi olması, bilginin kamu yararından çok kar mantığına dayanmasına neden oldu. Bu durum, bilginin doğruluğunu şüpheye düşürürken, bilgi sadece


maddi bir değer olarak karşılık bulmaya başladı. Gezi Parkı eylemleri ile bağlantılı açıklamak gerekirse; protestoların ilk günlerine kayıtsız kalan NTV’ye ilk tepki, eylemi destekleyenlerin Garanti Bankası’ndan paralarını çekmesiyle geldi. Sonraki günlerde büyük kayıplar yaşayan Doğuş Holding, protestolara yönelik görüntülere yer verse bile bu sefer Başbakan Erdoğan'ın 'faiz lobisi" açıklamalarına maruz kalmaktan kurtulamadı. NTV, haber stratejisini sürekli değiştirdi fakat sonuç olarak her iki tarafa da yaranamadı. Tahrir Meydanı’nı ekranlara taşıyarak Marshall McLuhan’ın Global Köy mefhumunu bizlere hatırlatan medyamız, gözlerinin önünde yaşananlara ise kayıtsız kalmakla yetindi. Bu da, devletsermaye ilişkisinin medya yansımasını gözler önüne serdi. Bu durumun yarattığı tehlike basın özgürlüğünü (varlığı zaten tartışılır) ortadan kaldırmış olmasıdır. Medyaya erk sahiplerince sürekli müdahale edilmesi ve habercilik anlayışındaki bu değişken yapı, basının özgürlükten ne kadar uzak bir anlayışla hareket ettiğini bizlere gösterdi. Ayrıca, bir elin parmaklarını geçmeyecek şekilde muhalif yayın yapmaya çalışanlara RTÜK tarafından cezası verilmesi ve üstelik mesleğin ahlaki değerlerini, etiğini geleceğin medyacılarına öğreten iletişim fakültelerinden ortak bir sesin yüksel(e)memesi de işin cabası. Basın özgürlüğü John Keane’nin (1993) belirttiği gibi her şeyi bilenlerin hiçbir şey bilmeyenlere karşı mücadelelerinde kullanacakları bir silah olarak kalmaya devam ederken, böyle bir atmosferden kamu menfaatine yönelik yayın beklemek ise sadece hayal olurdu. Basın özgürlüğünün olmadığı bu süreçte, yaşananları halk adına denetleme görevini gerçekleştiremeyen medya demokrasi çıtamıza da katkı sağlamadı. Kapitalist sistem sahip olduğu değerlerini aralıksız yeniden üretirken, kitle iletişim araçları sayesinde bilinç üzerindeki egemenliğini güçlendirmeye devam etti. Bunu, iş saatlerinde edilgen durumda olan bireyleri, televizyon aracılığıyla yarattığı sanal ortamla da

devamını sağladı. Gezi Parkı eylemleri sırasında yaygın medya organlarına baktığımızda, ekranlarda dizi ve eğlence programlarına yer vermekle amaçlanan da buydu: örgütlenmiş kitleden uzak, pasifize konumunda kalmış bireyler. Noam Chomsky (2008) günümüz siyasetinde medyanın rolünü bizlere, nasıl bir dünyada, nasıl bir toplumda yaşamayı arzuladığımızı ve özellikle de bunun ne tür bir demokrasi anlayışına uygun demokratik bir toplum olmasını istediğimizi sorgulamaya ittiğini belirtir. Ama görüldü ki medya; bu sorgulamadan uzak, bilginin kontrol altında tutulduğu, halkın söz sahibi olmadığı yalnızca ‘seyirci’ demokrasisine katkı sağladı. Göz ardı edilmemesi gereken nokta ise, eylemleri sanal ortamdan kamusal alana taşıyan aktif kitlenin sosyal medyayı kullanımıdır. Devlet ve sermaye sahip olduğu medya ile insanların üzerindeki bilinç kontrollerine rağmen, direncin başka bir mecrada oluşmasına engel olamadı. Özellikle, #direngeziparkı başlıklı twitter hashtag'i ile halk nerede ne olduğunu ve kimlerin yardıma ihtiyacı olduğunu bu sayede öğrendi. İnsanlar farklı illerde sokağa dökülerek ortak bir tepki verdi ve dünya kamuoyunda dikkatini çekmeyi başardı. Farklı ideolojileri bir araya getirerek aynı alanda ortak sorunlar paylaşıldı. Böylece, sosyal medyanın toplumsal hayata daha fazla etki ettiği ve alternatif bir medya olarak kamusal alanı şekillendirdiği gerçeği ortaya çıktı. İktidarın sosyal medyayı düzenlemek için harekete geçmesi bu durumu kanıtlar niteliktedir. Medyanın ise sanılanın aksine dördüncü kuvvet olmadığını gözler önüne bir kez daha serildi. Kısacası, nereden bakarsanız bakın yaygın medya Gezi Parkı’nda sınıfta kaldı. Kaynakça: Keane, J. (1993). Medya ve Demokrasi (çev. Şahin, H.), İstanbul, Ayrıntı Yayınları. Chomsky, N. (2008). Medya Denetimi (çev. Baki, E.), İstanbul, Everest Yayınları.

31


ŞEYLERİN AÇIĞA ÇIKMAYI BEKLEYEN KAPASİTELERİNE DAİR: GEZİ PARKI OLAYLARI ÜZERİNE KISA BİR YAZI Merve ERDEM* mrvrdm@gmail.com

G

ezi eylemleri için her sokağa çıkış, başımıza gelebileceklere karşı duyduğumuz korkulara ve tüm o şiddet dolu ihtimallerin bedenlerimizde yarattığı ürpertiye rağmen varlığını sürdürebilen güçlü bir zindeliğin büyüsünü taşıyor. Hukuksuzluğun hukuk haline geldiği ve her an her caniliğin meşrulaştırılabilir olduğu bir alanın içinde bedenlerimiz bir yandan devletin tüm şiddetiyle yontmaya çalıştığı, gözdağı verebildiği coğrafyalar halini alırken bir yandan da alıştığı rutinin kırılmasıyla ortaya çıkan farklı ve yeni kapasitelerin farkına varıyor. Tam da bu noktada nefeslere karışan gazın her zerresi, İstanbul’un yokuşlarınca arşınlanan yolların yorgunluğu bir ağızdan atılan sloganların gürültüsündeki coşkuda eriyebiliyor. Her geçen gün birbirinden steril alışveriş merkezleri, eğlence mekanları ve gökdelenlerle dolan, binalarının en otantik halleriyle projelendirip onlara ruh katan sahiplerinin içlerinden “temizlenip” şehrin periferilerine yerleştirildiği mahalleleriyle, özelleştirilen kamusal alanlarıyla şehirdeki yaşam ve iletişim imkanları da kısıtlanıyor ya da en azından belli ihtimaller alanına hapsediliyordu. Şehrin simasındaki değişiklikler; devletin gündelik hayatın en küçük, en mahrem noktalarına kadar inen müdahaleleriyle birleştiğinde gittikçe büyüyen fakat politik düzlemde bir türlü dillendirilemeyen, dinlenmeyen, sürekli küçümsenen bir öfkeyi besliyordu. Bu değişimler içinde şekillenen rutinler, onların yarattıkları rahatsızlıklar, her şeye rağmen hep bir devam etme, ilerleme, bir şeyler yetiştirmek zorunda olma hissiyatı, sokakta benzer hassasiyetleri paylaşan insanlarla doğrudan *Boğaziçi Sosyoloji Bölümü son sınıf öğrencisi

32

temas etmedikçe bireysel bir bunalımdan öteye geçemiyordu. O boğucu akışın içine sıkışıp kalmak istemeyen istekler, eylemler süresince şehirde farklı bir var olma pratiğinin mümkün olabileceğinin anlaşılmasıyla (ya da sezilmesiyle) daha umut dolu bir patikaya evirilmeye başladı. Son derece şahsi görünen benzer his ve memnuniyetsizliklerin toplumsal ve tarihsel kökleri artık toprağa daha yakındı. Hep beraber hareket edilebilindiğinin ve her şeyden evvel saf bedenlerle dahi belli bir direnç oluşturabildiğinin anlaşılmasıyla bu kökler hakkında daha rahat konuşulabiliyordu, çatışma ve müzakere böyle bir alanda çok daha güçlü ve samimi bir şekilde yan yana yer alabiliyordu. Kentin anonim kuralları, nizamı, trafiği, kalabalığı, iletişim kodları ve hatta ekonomisi yerini yeni bir deneyim alanına bırakıyordu. Bu alanda daha önce yan yana durması hayal bile edilmeyecek insanlar beraber mücadele ediyor, birbirlerini anlamak için çaba sarf ediyorlardı. Şehrin ortasında binlerce insan beraber halaylar çekip, çekinmeden kahkahalar atabiliyor, şarkılar söyleyebiliyor; (neredeyse) kimse kimseye deli gözüyle bakmıyordu. Saatin kaç olduğu ya da günlerden hangi günde olduğumuzun bir önemi yoktu. Bin bir hassasiyetle dolu Kürtlük, Müslümanlık, kadınlık ve eşcinsellik gibi mevzular cesurca konuşula biliyordu. Derin bir sağduyunun mutluluğu altındaki bedenlerimize uygulanan şiddet dolu polis müdahaleleriyse insanları birbirine daha da çok bağlamaktan ve var olan sistemin meşruiyetini yitirdiğini kanıtlamaktan başka bir işe yaramıyordu. Güvenliği sağlayacak resmi bir kurumun,


bir liderin olmadığı bir hareket öngörülenin aksine kaosa sebebiyet vermedi. Bir ağızdan atılan sloganların yarattığı gürültü toplum huzurunu tehdit eden bir kirlilik yaratır gibi değildi, Taksim’e yol almaya çalışan insanlar tüm kalabalığa ve bazen itiş kakışa rağmen birbirlerine gözlerinin içi gülerek bakıyorlardı, parkın işgali boyunca alana belli bir ekonomik algı oturmuştu, para neredeyse yoktu, dayanışma ve takasın çıkarsızlığında insanlar kendilerini daha rahat hissediyor, bu “düzen”in devamı için elinden geleni yapıyorlardı. Politikacıların dilinde bayat lamış ya da televizyonlardaki tartışma programlarında karşılıklı sataşmaları körüklemek dışında bir şeye hizmet etmeyen kavramlar ve ülkenin yakın tarihi bu kez halk tarafından hakikati ortaya çıkarabilmek adına sahiplenilir, daha geniş bir mecrada tartışılır duruma geldi. Farklı duruş ve fikirler ancak birbirleriyle doğrudan temas edebildikleri noktada takılıp kaldıkları çıkmazların farkına varıp, ezbere verdikleri reflekslerin ötesinde bir dile ve tutuma ihtiyaç duyduklarının bilincine vardı. Demokrasi, milliyetçilik, özgürlük, adalet, temsiliyet gibi kavramlar tam da bu noktada problematize edilip, işlerlikleri sorgulanır hale gelmeye başladı. Gezi Parkı’nın polislerce işgalinin ardından bu eğilimler yok olmadı, aksine yeni yeni parklara ve şehrin her tarafına yayıldılar. Eylemciler, hükümet ve ana akım medyanın eylemleri marjinalize etmek için kullandığı katı dilin kısırlığının karşısında farklı bir politik dil inşa ettiler. Duyulmak ve “haber”leşebilmek adına ellerindeki teknolojik araçların bilginin üretimi ve dağıtımıyla olan ilişkisini yeniden kurdular.

Sanatsal ifade biçimleriyle fotoğraflarda, yazılarda, video ve şarkılarda kendilerini özgün bir biçimde açığa vurarak bu yeni dili güçlendirdiler. Bu süreçte her şey elbette ki güllük gülistanlık değildi. Herkes kendi sınırlarıyla yüzleşmek durumunda kaldı, kimi zaman her şey bir pamuk ipliğine bağlı gibiydi fakat büyük bir emekle o ipliğin inceldiği yerden kopmaması için herkes elinden geleni yapmaya çalıştı, hala da çalışıyor. Ardı arkası kesilmeyen polis şiddetine ve eylemi değersizleştirme çabalarına rağmen, daha da tuhafı grubun kendi içindeki heterojenliğine rağmen, insanlar geri adım atmıyor. Maruz kaldığı zulmü ve yapılanları unutmuyor, aksine geçmişine geri dönüp unutulanları da hatırlıyor. Uludere, Reyhanlı, Maraş, Madımak, Dersim katliamları, faili meçhuller, serbest bırakılan tecavüzcüler, çalışma koşullarına kurban edilen işçiler, ranta adaletsizce kurban edilen yaşam alanları birer birer hatırlanıyor ve devletin tek bir hükümeti aşıp, yönetim algısının iliğine işlemiş yıkıcı gücü her seferinde bir başka yüzüyle, her seferinde farklı bir resmi organının meşruluğunu yitirişiyle kendini açığa vuruyor. Sivil toplumun, yaşamın, düşünce ve üretimin şekillendiği ve şekillendirildiği kentsel alansa bu noktada salt fiziksel bir coğrafya olmanın ötesine geçip, derinleşen bellekleriyle hesap sormak isteyen bedenlerin eylem alanı haline geliyor. Eylemlerin geleceğine dair tüm belirsizliklere rağmen içinde bulunulan an; barındırdığı çaba ve umutlarla, açığa çıkarılmayı bekleyen tüm hakikatleriyle daha önce eşine az rastlanmış bir yüreklilik taşıyor.

33


GEZİ AYAKLANMASI Kolektif / KÖZ www.kozonline.org

M

ayıs ayı boyunca hükümetçe korunup kışkırtılan T.C polisi, son olarak saldırdığı Taksim Gezi Parkı protestoları sonucu hiç ummadığı bir öfke patlamasına neden oldu. Taksim’den başlayıp ülke çapında yayılarak sürmekte olan eylemler ağaçlara sahip çıkma refleksinin ötesine taştı. 1 Mayıs’ta kitlelere kapatılan Taksim Meydanı birkaç gün içinde polise ve hükümet kuvvetlerine kapatıldı.Bundan sonraki gelişmelerin yönünü tayin eden bir dönüm noktası olacak çapta bir hükümet karşıtı kitlesel başkaldırı beklenmedik bir anda gelişti. Doğrusu bu eylemlere katılan kesimlerin ne daha önce Gazi Ayaklanması’nda görülen kesimlere ne de aynı kesimleri ifade eden ve Newroz alanlarını dolduran kitleye benzememesi ilk şok etkisini yarattı. Üstelik bu kitle genellikle apolitik kabul edilen daha dogrusu öyle zannedilen kesimlerin ağırlıklı olduğu bir kitle idi. Esasen olayların tetiklendiği anda önemli rolü olanların başında bir BDP milletvekilinin, Sırrı Süreyya Önder’in olmasına ve hastaneye kalkanların başında bulunmasına rağmen, eylemler zincirini tetikleyen BDP’nin alışılagelmiş kitlesi olmadı. Şaşırtıcı olan buna rağmen, belki de bu sayede, görülmemiş çapta ve sertlikte bir başkaldırı, umulmadık bir kitle tarafından sergilendi. Bu eksiklik sayesinde bir araya gelmesi daha önce mümkün olmayan heterojen bir kitle eylemlerde buluştu. En başta olduğu gibi, sonrasında da giderek artan sayıda çeşitli devrimci örgütlerin taraftarlarının eylemlere katılmasıyla eylemlerin dinamizmi artmıştır. Ayrıca eylemlerin varoşlara ve başka kentlere yayılmasında da devrimcilerin hatırı sayılır bir rolü olduğu da açıktır. Hatta altı

34

çizilmelidir ki sadece devrimci yahut sosyalist akıma mensup olanların değil, bu akımların dışında olmakla beraber, geçmişte polisle karşı karşıya gelmiş olma deneyiminin taşıyıcısı olan önemli bir kesimin varlığı deneyimsiz unsurların polisin sert saldırıları karşısında geri çekilmemesinde ve cesaretlenmesinde hatırı sayılır bir rol oynamıştır. Gezi ayaklanmasına nasıl gelindi? Taksim’in 1 Mayıs mitingine kapatılmasının ardından, İstanbul’un tümü de 1 Mayıs günü İstanbullulara yasaklandı. Onu takip eden tarihi Emek Sineması’nın yıkımı 21 Mayıs’ta başladı. Bu direnişin başarısız kalmış olmasına rağmen, Taksim Dayanışması, Gezi Parkı’nı yıkıp parkı Topçu Kışlası kisvesi altında AVM’ye çevirme projesine karşı bir oturma eylemi başlattı.Tayyip Erdoğan, 3. Boğaz Köprüsü’nün temel atma töreninde Gezi Parkı’ndaki protesto eylemini küçümseyen bir konuşmasıyla polisin Gezi Parkı’na saldırması için işareti çakmış oldu. Üçüncü köprüye Alevi Kürtlerin katili olan Yavuz Sultan Selimin adının ilan edilmesi, ardından milyonlarca insana hakaret eden açıklamalarla alkol satışı ve tüketimini kısıtlayan uygulama hükümetin tökezledikçe hırçınlaşacagının birer göstergesi idi.. AKP’nin git gide güç kaybettiğini göremeyen medya manipülatörleri de AKP’nin saldırganlaşmasına kör idiler. Onların etkisi altındaki tüm kesimler Mayıs ayının sonunda AKP hükümetine karşı Türkiye siyasi tarihinde eşi görülmemiş bir başkaldırının yaklaşmakta olduğunu fark edemedi. “Taksim Meydanı’nı yayalara açmak üzere sıradan bir


düzenleme”olarak sunulmaya çalışılan Gezi Parkı’nı yıkma projesini bizzat Erdoğan ve yandaşları farkında olmadan politize etmekteydiler. 30 Mayıs Günü Gezi Parkı’ndakiler çadırlarına sahip çıkmaya çalışıp parktaki ağaçlara muhabbetlerini asarken böyle bir ayaklanmanın patlak vereceğini beklemiyordu. Sırrı Süreyya Önder de dozerin önüne çıkışıyla Gezi Parkı’ndaki eylemcilere toplu isyana dönüşen bir direniş çizgisinin yolunu gösterdiğinin farkında değildi. Adeta Nazım Hikmet’in Ceviz Ağacı şiirindeki gibi, polis de olanların ve olacak olanların farkında değildi. Daha önce 1 Mayıs gününde de BDP kitlesinin sokakta olmayışından cesaret almış olan polis, bir yangına dönüşeceğini asla ummadığı ateşin üzerine körükle gitmekten çekinmedi. 30 Mayıs günü sabahın köründe, çadırları toplayıp ateşe verip, hala sönmeyen ve yayılarak büyüyen bir yangının ilk kıvılcımını çaktı. O sırada parkta bulunan veya bulundukları yerlerden parka yönelen devrimciler de nasıl bir gelişmenin öngününde olduklarını bilmiyorlardı. Kendileri için sıradan sayılabilecek polis şiddetine karşı dayanışma deneyimlerini, yan yana durmaya alışkın olmadıkları bir kitleye aktardıklarını ve böylelikle cesaret aşıladıklarını bilmiyorlardı. Gezi Parkı’ndaki Ayaklanmasını Başlatan Kitle Apolitik Değildir Daha çok apolitik kabul edilen,12 Eylül rejiminin depolitizasyon tedbir ve uygulamaların halis ürünlerinden biri olarak görülen genç kitlenin Mayıs ayının son günlerinden itibaren bu efsanenin gerçek duruma tekabül etmediği anlaşılmış

bulunuyor. Bu vesileyle bu kitlenin nasıl bir politizasyonu ifade ettiğini ve bunun sınırlarının ve zaaflarının hangileri olduğunu değerlendirmek gerekiyor. 12 Eylül ile geçmişte yüz binleri siyasi hedeflerle seferber etme yeteneğine sahip örgütlerin hepsi büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Bu sürecin belki tek istisnası ve aykırı örneği ise Kürdistan’da olmanın belirlediği dinamiklerin etkisiyle PKK’nin darbe öncesiyle kıyaslanmayan yükselişi oldu. Askeri cuntanın yönetimi sivil emanetçilerine devretmesinin ardından Kürdistan’dan esen rüzgarın da etkisiyle 12 Eylül’de dağılan örgütlerin neredeyse hepsi yeniden toparlanmaya girişti. Ama bu kez birçokları 12 Eylül’ün yapamadığını yapan peş peşe tasfiyecilik dalgalarıyla karşı karşıya kaldılar. Sonuç itibariyle hala varlıklarını öyle ya da böyle sürdürüyor olsalar da, bu örgütlerin hiçbiri bir daha 80 önceki çaplarına kavuşamadı. Böylelikle genç kuşakları düzenli bir biçimde saflarına katarak politize eden birçok akımın etkisi görece sınırlandı. Devrimci ve sol örgütlerin siyasal etkisinin ve örgütlenme kapasitesinin budanması suretiyle onların muhatabı olan yeni kuşakların da bu etkinin dışında kaldığı bir dönem açıldı. Bu sürece aykırı olarak Kürdistan’da PKK vasıtasıyla yeni kuşakların geçmiştekinden de geniş bir ölçekte siyasallaştığı ve hatta Türkiye tarihinde görülmemiş ölçekte bir siyasallaşma göstermekte oluşu ise elbette ayrı tutulmalıdır. Büyük kentlerin varoşlarında proletaryanın en çok ezilen kesimleri arasında diğer kesimlerle kıyaslanmayacak bir siyasallaşma 90’lı yılların ortasından itibaren kendini gösterdi. Bu varoşlarda zaman zaman irili ufaklı patlamalarla kendini gösteren bir ‘patlayıcı madde’ birikti.

35


Bütün bu etkenlerin sonucunda gerek devrimci ve sosyalist akımların, gerekse de BDP’nin etki alanında yer almayan, bununla birlikte düzen partilerine de itibar etmeyen bir kitle oluştu.Bu kitle gerek devletin gerekse de devletin müsamahasıyla gelişen şovenist milliyetçi akımların veya çeşitli renklerdeki reformist/tasfiyeci akımların etki alanına da girmedi. Herhangi bir siyasi akıma bağlı olmadıkları için, gerek sağdan gerekse de soldan apolitik olmakla küçümsenen bir geniş kuşak oluşturdu. Demek ki söz konusu olan tam anlamıyla bir apolitikleşme olgusu değildir. Mevcut siyasal örgütlenmelerin kapasitesinin düşüklüğü ve türlü yetersizlikleri nedeniyle, var olan politizasyon alanının dışında siyasallaşan bir kitle söz konusudur. Üstelik bu kitlenin sadece gençlerden oluştuğu da doğru değildir. Aksine içinde geçmişte muhtelif siyasal deneyimlerden geçmiş ve tasfiye dalgaları veya başarısızlıklar sonucunda kendini siyasi akımların dışında bulmuş birçok unsuru da barındırmaktadır. Dolayısıyla bu olgunun adı doğru konmalıdır: söz konusu olan bir apolitikleşme değil, örgütsüzleşmedir. Örgütsüzleşme de bir apolitizasyona da değil devrimci temelde siyasallaşamamış fakat burjuva toplumunun kendi iç çekişmelerinden ve yarattığı ideolojik atmosferden etkilenen bir kitleye işaret eder.. Bu politizasyonun iki ana eksenini de şöyle tanımlamak mümkündür:

36

Bunlardan birincisi özellikle 2007’den beri TÜSİAD’ın AKP’nin karşısına dikmek istediği CHP’ye ideolojik bir çerçeve olarak çizmek istediği fakat CHP’nin bir türlü hakkıyla benimsemediği orduyla mesafeli bir AKP karşıtlığıdır. Taksim’de harekete geçen kesimlerin işçi sınıfının AKP’nin saldırılarından ekonomik ve siyasal olarak en çok muzdarip kesimler, yahut Cumhuriyet mitinglerinde kendini göstermiş bir kitle değil, TÜSİAD medyasının propagandasına en açık kesimler olması da bu gerçeği doğrulamaktadır. 2007’den beri burjuva basının kendi tarzında yarattığı AKP karşıtı politizasyon bu kesimin siyasal talep ve ufkunu belirleyen en önemli çerçeve olmuştur. İkincisi ise 1999’dan beri Türkiye’de hem burjuva basını hem de sol tarafından yeni ve bambaşka toplumsal hareketlerin başlangıcı olarak tarif edilen küreselleşme karşıtı hareketlerdir. Bu hareketlere yapılan güzelleme, Türkiye’de hiçbir zaman benzeri kitlesellikte bir hareket yaratamamış olsa da, yine burjuvazinin ve solun kamuoyu araçları aracılığıyla Taksim’de harekete geçen kitlenin eylem repertuarını ve siyasal bilincini belirlemiştir. Sorun bu biçimde tarif edildiğinde ise söz konusu kesimlere kimi zaman aşağılayıcı ve küçümseyici olan bir sıfat aramaktan önce demokrasi ve özgürlük mücadelesine önderlik etme iddiasında olan örgütlenmelerin eksikliklerine dikkat çekmek gerekir. Bunların iddia ettikleri


niteliklere sahip olmadıklarına hükmetmek gerekir.Kendileri hakkındaki bu gerçeği teslim etmek yerine, kusuru kitlelerde aradıkları müddetçe var olan örgüt veya partilerin bu niteliğe ulaşmaları mümkün değildir. Zira Lenin’in dediği gibi, Dreyfus Skandalı gibi bir olay bile devrimci bir önderliğin var olduğu koşullarda bir devrimin patlak vermesi için yeterli olabilir. Eğer Gezi Parkı’ndan başlayıp Türkiye’nin birçok yerine yayılarak süren hükümet karşıtı başkaldırı kucaklanıp, siyasi hedeflerine yönlendirilemiyor ise, asıl sorun yaşadığımız topraklarda Bolşeviklerinki gibi bir devrimci önderliğin bulunmayışıdır. Açıktır ki, Gezi Parkı’ndaki eylemi gerçekleştirenler gerek polise karşı direnişi koordine etmede gerek başka gündelik işlerin örgütlenmesinde dikkate değer ve alışılmamış bir örgütlülük ve koordinasyon sergilemektedir. Bu çerçevede başkaldıran kitlenin başlangıçtaki ideolojik ve siyasal çerçevenin ötesine geçtiğini söylemek de mümkündür. Hatta farklılıkların, kimi zaman karşıt tutum ve görüşlerin idare edilmesinde ve sorunların eylemin selametini sağlayacak tarzda çözülmesinde de belli bir başarı olduğu söylenmelidir.

en dinamik bölüğünün damga vurmadığı da açıktır. Birincisinin somut bir olasılık olmadığı KESK grevleri sırasında bir kere daha görülmüştür. İkinci olasılık ise BDP’nin eylemlere ilişkin nasıl bir tutum alacağına bağlıdır.O takdirde sadece eylemlerin sınıf niteliği değil, AKP’nin kaderinin neyle tayin edileceği de değişecektir. Sorun yıllar önce sokaklara dökülen işçilerin bugünkü eylemlerle buluşup buluşmama konusundaki iradesizliği değil, o zaman onları sokağa dökebilen siyasal aktörlerin bugün mevcut olmayışıdır.DİSK’in veya herhangi bir başka sendikal örgütlenmenin işçi sınıfının önemli bölüklerini mevcut eylemlere katma iradesi ve yeteneği yoktur. Ama zaten işçi sınıfı da onların temsil edebileceği sınırlı kesimlerden ibaret değildir. O nedenle de bugünkü ayaklanmada eksik olan unsuru görmek için sendikal harekete bakmak abesle iştigaldir. Elbette ki İstanbul gibi bir sanayi merkezinde yüzbinlerce Kürdü harekete geçirdiğiniz takdirde, bunların ezici çoğunluğunun

Tablonun Eksik Parçası: BDP’nin Temsil Ettiği Emekçi Yığınlar Hükümete karşı kitlesel bir başkaldırıya katılanların sosyolojik bir tahlili bu başkaldırıda kimlerin bulunduğu kadar kimlerin eksik olduğunu görmeye yarasa da bu türden tahlillerden hareketin siyasal ufkunun sınırlarına dair çıkarımlarda bulunmak akla ziyandır. Dolayısıyla böylesi bir kitlesel eylemliliğin içinde kimlerin olduğuna bakıp bunları ayrı ayrı tasnif etmek yerine asıl hangi unsurun eksik olduğu üzerinde durmak ve buradan hareketle söz konusu eylemleri devrimci bir temelde büyütmek ve burjuva toplumunu kökten sarsıcı bir düzeye ve çizgiye taşımak için devrimcilerin önünde duran görevleri tanımlamak gereklidir. Gezi Parkı’nda tetiklenen eylemlerin mahiyeti kadar sınırlarını kestirmek için de kafa yormak gerekir. Gezi Parkı'ndan başlayan eyleme işçi sınıfının sendikalı kesimlerinin damga vurmadığı aşikardır. Ama emekçilerin bu kesim dışında kalan

37


proleterlerden oluşması kaçınılmaz ve tartışmasızdır.Bu kesimler işçi sınıfının pek çokları tarafından görülmeyen kesimlerini oluşturmaktadırlar. Evde çalışan kadınlar, inşaat, tekstil, temizlik, gıda vb. kayıt dışı çalışmanın neredeyse egemen olduğu sektörlerde geçici ve güvencesiz olarak çalışan muazzam bir kitle, söz konusudur. Hem muhtelif işlerde yarım zamanlı çalışıp hem öğrencilik yapanlar, bazan işsiz kalıp bazan iş bulanlar, askerliğini yapana kadar sabit bir işte düzenli çalışmayanlar vs. bu kesimler arasındadır. Bu kesimlerin ağırlıklı bir bölüğünün savaş ya da başka nedenlerle kentlere göçmüş Kürtlerden oluştuğu da sır değildir. Zaten başka ülkelerde de bu kesimler genellikle göçmenlerden ve gençlerden teşkil etmektedir. Zira hiç kuşkusuz bugün sokaklara dökülen yüz binlerin içinde işçi sınıfının BDP’li kesimlerinden gelenlerin sayısı az değildir, bilhassa eylemler varoşlara doğru sıçradıkça bu oran artmaktadır da. Demek ki bu eksikliğin nedenini başka yerde aramak gerekir; orada bulunacaktır. İşçi sınıfının en dinamik ve en siyasallaşmış kesimlerinin bugünkü siyasal başkaldırıda yer almayışlarının nedeni politiktir.İşçi sınıfının bu kesimlerini bilhassa mevcut eylemlerin merkezi olan İstanbul’da harekete geçirme yeteneğinde olduğunu defalarca göstermiş olan BDP bu eylemlere şimdilik dışarıdan destek vermekle yetinmektedir. BDP çevresinden unsurlar bazen resmen, çoğunlukla da gayrı resmi olarak eylemlere aktif ve kitlesel olarak katılmayışlarının nedenini eylem alanlarına hakim olan şoven milliyetçi bir hava ile izah etmektedir. Bu bahanenin iler tutar yanı yoktur.Bilakis esas olarak orada BDP’nin harekete geçirebileceği kitle eksik olduğu için, başka bir ortamda bu kadar etkili bir siyasi rol oynaması mümkün olmayan İP’li ve onların arkasına gizlenen CHP’li unsurlar zaman zaman öne çıkmaktadır.Yer yer BDP’ye ve BDP’lilere saldırıların olmasının nedeni o kalabalıkların içinde BDP’nin sembolik olarak yer almış olmasıdır. Üstelik bu durumlarda bile eylemlerin asıl gövdesini oluşturan kitlenin bu tür taciz ve saldırılara müdahale ederek önünü kestikleri de unutulmaması gereken bir başka vakıadır. BDP AKP’yi geriletme yeteneğindeki başlıca siyasi aktör olmasına rağmen, bu süreç

38

başlamadan önce de AKP’ye karşı sokaklardan yükselen ve siyaset arenasında da karşılığı olan bir ana muhalefet rolünü oynamaktan daima kaçınmıştır.Bu nedenle bu konunun üzerinde durmak, BDP saflarında yaygın olduğu anlaşılan ve daha önce Leyla Zana’nın yankı uyandıran açıklamasına da yansıyan bir yanılgıyı düzeltmek gereklidir. Bu yanılgı esas olarak AKP’nin ve onun kaderinin yanlış değerlendirilmesinden ve ‘çözüm sürecinin’ AKP’nin bir açılımı olduğu hakkındaki yanılsamadan ileri gelmektedir. Bu yanılsama yüzünden bu sürecin AKP’siz yürüyemeyeceği hakkındaki yanlış kanaat yaygındır. Ama AKP’nin bilhassa yol almaya devam eden ayaklanmanın da etkisiyle ivmelenen bir gerileme içinde olduğunun görülmemesi mümkün değildir. BDP’nin bu ayaklanmanın dışında kalmasıyla bu gerilemenin tersine dönmeyeceği besbellidir. Hükümet Kalmıştır

Geri

Adım

Atmak

Zorunda

Hükümet AVM projesinden geri adım atmakla kalmayıp, polisin sert saldırısına maruz kalan Gezi Parkı’ndaki direnişçilerden özür dilemek zorunda kalmıştır. Geri adım atmasına rağmen kuyruğu dik tutmak isteyen hükümet bu manevralarla toparlanıp, ilk olrak eylemcileri bölerek bu başkaldırıyı bastırma gayreti içine girmiştir. Sonra gövde gösterisini yapmak için milli iradeye saygı yaygarası koparıp eylemcileri birbir hedef göstermiştir. Licede karakol yapımına karşı ayaklanan halka silah açıp üstüne birde uyuşturucu gibi köksüz bahanelerle bu olayın üstünü aynı Roboski gibi kapatmaya çalışmıştır. Eylem içinde polise ve hükümete karşı birleşen, aslında başka bir yerde başka bir nedenle ve başka bir biçimde bir araya gelemeyecek unsurları birbirlerinden ayırıp birbirlerine düşürerek bu hükümet karşıtı başkaldırıyı savuşturma arayışı içine girmiştir. Zira bu birbirlerinden farklı görüş ve duruşları olan kesimleri bir araya getiren, ayrım yapmadan üzerlerine saldıran polisten başkası değildir. İlk saldırının ardındaki bahaneyle bugün gevelenmekte olan tıpatıp aynıdır.Ama yüz binlerce birbiriyle bağdaşmaz insan bir kez aynı biber gazına maruz


kalmış, aynı copu ve tazyikli suyu yemiş, aynı plastik veya gerçek mermiye yahut gaz fişeğine hedef olmuştur bir kere. Birbirlerini kollamayı birbirlerinin yarasını sarmayı ve ellerindeki taşı aynı hedefe birlikte savurmayı öğrenmiştirler bir kere. Ortak sofra kurup birlikte halay çekmeye alışmıştırlar. Eylem içinde şekillenip pişen bu dayanışmayı birilerine havuç gösterip diğerlerine sopa sallayarak kırmak mümkün değildir. İstanbul’un varoşlarında başka şehirlerde başlayan ve az çok aynı sertlik ve kararlılıkla süren ve yayılan eylemlerin Gezi Parkı’ndaki ağaçları korumakla pek az ilgisi olduğu açıktır. Aksi takdirde polisin saldırmasını beklemeden başka yerlerde de o protesto eylemiyle dayanışma amaçlı girişimler olurdu. Yayılan eylemler açıktır ki polisin saldırısına karşı gösterilen sert ve kararlı direnişin tetiklediği ve bu direniş ile dayanışma amacıyla başlayan elbette AKP karşıtlığı çizgisinde buluşan eylemlerdir. Şimdi Birleşik ve Kitlesel Mücadeleyi Yükseltmek Zamanıdır Gezi Ayaklanması’yla kitle hükümet karşıtı çizgidedir ve hükümeti nasıl gerileteceğini kendi deneyimiyle öğrenmiş durumdadır. Zira açıktır ki her ne kadar afra tafralarını değiştirmemiş olsalar da hükümet ve baskı aygıtlarının başındakiler açık bir yenilgi almış ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Hükümetin ve devletin sözümona ılımlı rolü oynayan temsilcilerinin göstermeye çalıştıkları gibi, polisin Taksim’den çekilmesi, Gezi Parkı’ndaki protestoculara yanlışlıkla ve haddini aşan bir şiddetle saldırdığını fark etmelerinden değildir. Bugün bazı hükümet yanlısı medyada dile getirilenler ve özür dilemeler bir tutum değişikliğini ifade etmekte değildir. Polisin geri çekilmesi, nihayet hükümetin kendilerini eleştirenlere hak vermesinden değil Taksim’deki direnişi bastıramayacağını fark etmesinden ötürüdür. Son olarak ise Gezi parkını boşaltıp İstanbul’daki tüm parkları doldurmuş böylece hükümet kendi bacağına kurşunu sıkmıştır. Bu durum eylemlerin başka alanlara yayılmasını giderek daha fazla tetiklemekte, başka alanlarda da kitleleri sokağa çıkma konusunda cesaretlendirmektedir.

Bu aşamada platformun hükümete ilettiği talepler AKP’nin gerileyişinin ilk adımını ifade etmektedir. Bu şartlarda bu gerilemeyi tamamlamak için hükümetin siyasi olarak da geri adım atmasını sağlamak gerekir. Hükümete karşı ayaklanmayı büyütüp yayarak hükümete geri adım attırmaktan başka yol yoktur. O halde şu ana kadar bu ayaklanmanın en önemli eksiği olan kitlenin yani ana gövdesini BDP’nin temsil ettiği yığınların oluşturduğu kitlenin bu ayaklanmayla buluşması hükümete geri adım attırmanın başlıca yolu olacaktır. Bu yolun önü nesnel olarak açıktır, yeter ki ideolojik nedenlerle yahut kısmi çıkarları gözeterek bu buluşmanın önü kesilmesin. Her zaman AKP hükümetine karşı emekçilerin ve ezilenlerin birleşik kitlesel mücadelesinin sağlanmasını savunmak, bu yöndeki eylemlerin kah şovenizm kah kısmi çıkarlar uğruna bölünmesine karşı çıkmak gerekir. İdeolojik gerekçelerle politik eylemlerin zayıflatılmasına karşı çıkmak gerekir. Bu gün böyle bir birleşik kitlesel mücadelenin koşulları her zamankinden fazla mevcuttur ve git gide çukura doğru ilerleyen gerici AKP hükümetine karşı birleşik bir mücadelenin sağlanması hayati bir önem kazanmış durumdadır. Böyle bir birleşik mücadelenin önünü şu ya da bu yoldan kesilmesine yol açacak tutumların vebali de her zamankinden daha ağır olacaktır. Bugün parklardaki dogrudan demokrasi ve sorumluluk alma bilinciyle birleşen kitlelerin sesini yükseltmek zamanıdır. Ethem’in, Medeni’nin , Abdullah’ın, Mehmet’in, Ali’nin hesabı Gezi Ayaklanmasına sahip çıkmaktan geçer. Halkların kardeşliği kavramının bir slogan olmaktan, diplomatik girişimlerin konusu olmaktan çıkıp ortak bir mücadelede pişecek bir kavga kardeşliği haline gelmesinin fırsatı önümüzdedir. Bu buluşma sadece AKP’nin kaderini belirleyecek değildir. Aynı zamanda emekçilerin ve ezilenlerin demokratik haklar mücadelesinin önünün açılmasında da bir büyük adım olacaktır. O zaman Gezi Parkı’ndan başlayan ayaklanma sadece en büyük hükümet karşıtı başkaldırıya yol açmış olmakla kalmayacak, başarıyla sonuçlanmış bir siyasi eylem olarak kayda geçecektir.

39


Yazım ve Yayın Kuralları 1. Parrhesia Dergisi, senede altı sayı olarak yayınlanan (yayınlanması planlanan) bir edergidir. Dergimiz hem online olarak hem de bilgisayara indirilerek (pdf) okumaya müsait şekilde hazırlanacaktır.

dipnot ve kaynakça kullanımı esastır. Makale yahut bilimsel çalışma adı altında gönderilen fakat kaynakça ve dipnot kullanımı olmayan metinler değerlendirmeye alınmayacaktır. (Bkz. Dipnot ve kaynakça kullanım hususları)

2. Yazarlara, yazılar için telif ücreti ödenmez ve Edebiyat çalışmaları gönderim hususları yazarlar kendi yazılarından sorumludurlar. Parrhesia E-Dergi, bu konuda hiçbir sorumluluk 8. Tıpkı makale ve bilimsel çalışma metinlerinde kabul etmez. olduğu gibi edebiyat çalışmalarında da bir alıntılama söz konusu ise, dipnot ve kaynakça 3. Yazılar iletişim mailimize kullanılmalıdır. (parrhesiadergi@yahoo.com) word dosyası şeklinde gönderilmelidir. Gönderilen yazıların 9. Edebiyat çalışmaları gönderimlerinde, elimize geçmesinin ardından, yazının elimize metinlerin daha önce başka bir yerde geçtiğine dair yazara yazılı bir bildirimde (e-mail) yayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır. bulunulur. Bunun ardından yayın kurulu tarafından inceleme aşamasına alınan yazıların, 10. Dergimizde edebiyat bilimi, akımları ve ürünolumlu-olumsuz sonucu yazara bildirilir. Olumlu leri üzerine deneme ve eleştiri yazılarının yanı sıra bir değerlendirme ile sonuçlandığı taktirde öykü, şiir ve denemelere de yer verilecektir. Buyayınlanır. Aksi durumda yazardan yazısını tekrar rada önemli olan yazarların/şairlerin uğraştıkları değerlendimesi istenir yahut nedenler gösterilerek alan üzerine bir düşünceye sahip ve bunları akneden yayınlanamayacağı hakkında kendisine tarabiliyor olmalarıdır. bilgi verilir.

Dipnot ve Kaynakça Kullanım Hususları 4. Yazıların daha önce başka bir yerde yayınlanmamış olması gerekmektedir. Ancak bazı 11. Dipnotlar sayfa altlarında yahut yazının soözel/istisnai durumlarda “bu durum belirtilmek nunda verilebilir. Kaynakça yazının sonunda koşuluyla” kabul edilebilir. olmalıdır.

Makale ve bilimsel çalışma gönderim hususları

Dipnot Kullanımı: Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın Yılı : Alıntılanan sayfa ya da sayfa aralığı

5. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerinde, Dipnot Örneği: Childe 2007: 15 metinlerin daha önce başka bir yerde yayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır. Kaynakça Kullanımı: Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın yılı : Yazarın tam adı, Kitabın adı (yabancı 6. Dergimizde, tarih, ekonomi-iktisat, sosyoloji, bir eserse parantez içinde çevirenin adı), Yayın psikoloji, felsefe, siyaset bilimleri, edebiyat, evi, Yeri, Yılı. iletişim-medya bilimleri vb. disiplinler ile ilgili bilimsel-derleme makaleler, kitap tanıtım yazıları Kaynakça Örneği: Childe 2007: Gordon Childe, vb. çalışmalara yer verilmektedir. Tarihte Neler Oldu? (çev. Alaeddin Şenel – Mete Tunçay), Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007 7. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerinde

40


Gelecek sayılarımızın temaları #5 Korku #6 İntihar #7 Din olarak belirlenmiştir. Metinlerinizi parrhesiadergi@yahoo.com adresinden bizlere ulaştırabilirsiniz.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.