wÜstüngel Arı wOnurcan Yılmaz wEren Öztürk wMetin Sonsuz wLevent Kaan Gündoğdu wAyşegül Açar wSapphİnanna
PARRHESIA
Parrhesia E-dergi
İçindekiler
Genel Yayın Yönetmeni Üstüngel Arı Kocaeli Üniversitesi Arkeoloji / Felsefe - Lisans ustungel_ari@yahoo.com Yayın Kurulu / Editörler Onurcan Yılmaz İstanbul Üniversitesi Sosyal Psikoloji - Master onurcanyilmazz@hotmail.com Eren Öztürk Hacettepe Üniversitesi Felsefe - Master ernoztrk@gmail.com Levent Kaan Gündoğdu İstanbul Üniversitesi Hukuk - Lisans leventkaan_1@hotmail.com Parrhesia Dergisi, senede altı sayı olarak yayınlanan bir e-dergidir. Dergimize gönderilen yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. (Bkz. Yazım ve Yayın Kuralları) Web http://www.parrhesiadergi.net/ E-mail parrhesiadergi@yahoo.com Facebook http://www.facebook.com/groups/452084778141 082/
Üstüngel ARI Kapak’tan............................................................... 3 Onurcan YILMAZ Transandantal Mantık Temelinde Saf Aklın Eleştirisi’ne Genel Bir Bakış ................................. 4 Üstüngel ARI Altamira ve Lascaux Örnekleriyle Paleolotik Dönem Resim Sanatının Platon ve Aristoteles Estetiği Perspektifinden Günlük Yaşamdaki İşlevselliği Üzerine...............................................10 Metin SONSUZ Metin Sonsuz’un Günlükleri -1- ..........................16 Eren ÖZTÜRK anakent ya da babanın terekesi .............................17 Ayşegül AÇAR Madam K. ............................................................ 18 Onurcan YILMAZ Psikanaliz ve Antropoloji tartışmaları: Malinowski'nin Trobriand Adaları....................... 26 Sapphİnanna Demokratik Ormantizm ...................................... 32 Levent Kaan Gündoğdu / Röportaj Prof. Dr. Bahadır Erdem ile Sosyal Medya, Sosyal Adalet ve Sosyal Devlet Üzerine.............. 33 Yazım ve Yayın Kuralları .................................... 45
Twitter https://twitter.com/parrhesiadergi Çıkış tarihi: 06.09.2012
twitter.com/parrhesiadergi
PARRHESIA
Kapak’tan.. Öncelikle dergimizin ikinci sayısı ile karşınıza çıkıyor olmaktan –kendi adıma- büyük bir hoşnutluk duyarak merhabalar diyorum. Bu platformu oluşturma kararı alırken dile getirmiş olduğumuz “yazmaya meraklı, bir şeylere karşı derdi olan insanların kendilerini geliştirebilmeleri ve seslerini duyurabilmeleri için bir platform oluşturabilme” fikri, hiç kuşkusuz dergimizin kuruluşunda ve yayına hazırlanışı sırasında yer alan, emek harcayan çekirdek kadro –yani bizler- için de geçerlidir. Dolayısıyla, ilk sayının önünde, 3. sayının gerisinde olduğumuzu umut ettiğimizi de belirtmek isteriz. Öncelikle bu sayıda kapak resmi olarak Caravaggio’nun Aziz Matta çizimini kullanmamızın nedeni, bu tablonun “parrhesia” perspektifinden değerlendirilebilecek bir hikayesinin olmasıdır. Hikaye kısaca şu şekilde; 1600’lü yıllarda bir Roma kilisesinin sunak masasına konmak üzere İtalyan ressam Caravaggio’ya bir Aziz Matta tablosu sipariş edilmiştir. Aziz, vahiyleri yazarken betimlenecek ve vahiylerin Tanrı’nın sözü olduğunu kanıtlamak için Aziz’in yanına esin perisi bir melek konulacaktır. Caravaggio, Aziz Matta’yı, hiç beklemediği bir anda, kitap yazma olayıyla karşı karşıya kalan yaşlı, yoksul bir emekçi; sıradan bir halk adamı olarak tasarlamaya çalışmış ve sonunda, koca bir kitabı kabaca tutmaya çabalayan ve alışmadığı yazma eylemi nedeniyle tedirginlikle alnını kırıştıran, ayakları çıplak ve kirli, başı kel bir Aziz Matta çizmiş, yanına da hemen o an göklerden inip, öğretmenin küçük bir öğrenciye yaptığı gibi, azizin elini yumuşakça yöneten genç bir melek koymuştur. Caravaggio, tabloyu kiliseye teslim ettiğinde, halk bunu azize karşı yapılmış bir saygısızlık olarak saymış ve ortalık birbirine girmiştir. Tablo kilise tarafından geri çevrilmiş ve Caravaggio yeni bir çalışma yapmak zorunda kalmıştır. Başına yeni bir bela gelmesini önlemek isteyen sanatçı da, melek veya azizlerin nasıl görünmeleri gerektiğiyle ilgili en geleneksel ve aykırı olmayan kalıp düşüncelere bağlı kalarak yeni bir tablo (arka kapak resmimiz) çizmiştir. Kuşkusuz ortaya -estetik açıdan- yine iyi bir tablo çıkmıştır fakat gündelik yaşamında problemlerle karşılaşmamak uğruna Caravaggio, ilk tablosunu savunarak “doğruyu söylemek” ve “doğruya bağlı kalmak” fikrinden caymış ve bir bakıma “parrhesia”dan ödün vermiştir. Burada eleştirdiğim/iz elbette ki Caravaggio yahut onun kişiliği değildir, çünkü yaptığı, aslında “insan doğası”na aykırı bir davranış değildir. Çünkü insan tarihsel süreç boyunca nerede ve hangi zamanda olursa olsun “hayatta kalmak” için çabalar. Doğasının gereği budur. Caravaggio da bir nevi “hayatta kalmak” olarak nitelendirebileceğimiz “toplumsal yaşamda zorlanmamak, kınanmamak ve problem yaşamamak” adına ilk tablosunun arkasında dur(a)mamıştır. Bu bilgiler ışığında her ne kadar estetik ve öznel bir değerlendirim olacak olsa da söylemek isterim ki; ilk tablonun çok daha içten ve dürüst olduğunu ve aslında tüm bunlara ek olarak -her ne kadar ikinci bir tablo yapmış olsa da- bugün hala bu ilk tabloyu görüp üzerine konuşabiliyorsak bu “parrhesia”nın –bir şekilde- kendini olumladığının göstergesidir diye düşünmekteyim. İyi okumalar efendim...
Üstüngel Arı
4
10 18 33
PARRHESIA
Transandantal Mantık Temelinde Saf Aklın Eleştirisi’ne Genel Bir Bakış Onurcan YILMAZ onurcanyilmazz@hotmail.com ABSTRACT Our age – Kant says- is a critique age and if Kant’s philosophy is really a critique philosophy, this is a critique of the all previous metaphysical activities begins with Plato, Leibniz, Locke and Hume. Thus, his critical philosophy is a critique of both empiricism and rationalism. In this paper, I am going to work on the area of the ‘Transcendental Logic’ of Kant’s ‘Transcendental Philosophy’. One of the permanently intriguing questions regarding Kant’s approach to the human sciences is the relation between his understanding of ‘General Logic’ and ‘Transcendental Logic’. Especially, I compare his analysis of the a priori conditions of human cognition in the ‘Critique of Pure Reason’ with his empirical account of the human cognitive faculties in comparing with his approach to sensibility, imagination, and understanding. Also, in his work of ‘Critique of Pure Reason’, I argue that how Kant distinguishes the ‘Transcendental Logic’ from the ‘General Logic’. Finally, I characterize the argument of ‘category’ on the ‘Transcendental Logic’ in his first Critique as an account of the faculties that are required for a mind to be an agent or subject of cognition. Kant’ın Transandantal Mantık Bölümü “Nesnelere ilişkin olmaktan çok, a priori olanaklı olduğu ölçüde, nesnelere ilişkin bilgi türümüz ile ilgilenen tüm bilgiyi ‘transandantal’ olarak adlandırıyorum”[1] Nesneler bizim bilgi (Erkenntnis)’ mize görü yoluyla verilir ve tüm bu görüler a priori olarak uzay ve zaman formlarına sahip olmak zorundadırlar. Buna ek olarak görülerin bilgiolabilmeleri için kavramsallaştırılmaları gerekir. Kant bu bağlantı için şöyle der: “İçeriği olmayan kavramlar boş, kavramı olmayan görüler kördür”[2]. Hayal gücü ise hissetme yetisiyle düşünme yetisi arasındaki bağlantıyı sağlayan yetidir. Yani, hayal gücünün Kant için temel yeti olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden Kant, SAE’ne
4
görünün uzay ve zaman formlarına tabi olarak tecrübeyi nasıl mümkün kıldığını araştırdığı “Transandantal Estetik” bölümünü koyar ve buna ek olarak, düşünmenin a priori koşullarıyla ilgilendiği “Transandantal Mantık” bölümünü ekler. Kant kesin bilginin tek kaynağı saydığı sentetik a priori yargılarla doğa adını verdiğimiz fenomenler dünyasını bilgide nasıl kurduğumuzuyani fizik denilen bilimin nasıl mümkün olduğunu- öteden beri alışılmış olan bir anlayışın tersine, duyu bilgisine temel olan, onu tecrübeye uygulamamızı sağlayan a priori kavramlarla açıklar.Çünkü transandantal felsefeye göre, bizler deneye önsel olan a priori kavramlara (kategorilere) sahibiz. Aklın yetilerinin yaptığı şey bu a priori kavramları tecrübenin içine yerleştirmek.Tecrübeden gelen duyu verisi ancak bu salt
PARRHESIA
“
Çünkü öteden beri, düşünmenin kendini objelere göre ayarladığı, yani nasıl düşünmesi gerektiğini özneye, objelerin dikte ettiği ileri sürülüyordu. Şimdi Kant, bu oranı tersine çevirerek objelerin bizim öznemize ayak uydurmak zorunda olduğunu söylüyor.
kavramlar ile bir düzen kazanıp bir bilgi olabilirler. Yani kategoriler, ‘kırmızı bir elma duyumluyorum’un yerine, ‘bu, kırmızı bir elmadır’ demeye olanak sağlamaktadır. Örneğin elimizde tavşan şeklinde sönük bir balon var. Biz ancak tecrübeden aldığımız verileri(havayı) bu balonun içine doldurursak bize bir şey ifade edebilir, çünkü tavşan şeklinde olan bir balon hiçbir şey ifade etmiyor. Aynı şekilde balon olmadan da hava tek başına bir şey ifade etmiyor. ‘Transandantal Mantık’ -en basit anlamıyla- bu amaçla düşünülmüş bir şey (yani dışarıdan aldığımız duyu verilerini belli bir kaba -kategorilereyerleştirebilmemiz için). İşte ‘Transandantal Felsefe’nin anlamı da burada ilk ipuçlarını veriyor, çünkü Kant bu mantığı Aristoteles mantığı gibi kendi içine kapanıp kalmayan, duyu verilerine doğru da yol alan bir mantık olarak düşündüğü için ‘transandantal’ olarak adlandırmıştır. Onun için Kant, “genel mantık” anlayışını altüst eden bu düşüncesini “Copernicus Devrimi”ne benzetir. Freud’a göre Copernicus Devrimi insanlık tarihindeki ilk narsisist kırılmadır[3]. Hiç kuşkusuz felsefe tarihini ele aldığımızda Kant’ın da Copernicus’tan aşağı kalır yanı olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü öteden beri, düşünmenin kendini objelere göre ayarladığı, yani nasıl düşünmesi gerektiğini özneye, objelerin dikte ettiği ileri sürülüyordu. Şimdi Kant, bu oranı tersine çevirerek objelerin bizim öznemize ayak uydurmak zorunda olduğunu söylüyor. Sonuç olarak Kant, düşünmenin içinde kapanıp kalmayan, tersine dışarıya çıkıp deneyim dünyasına da el uzatan bir mantık geliştirir. Bunun adı ‘Transandantal Mantık’tır. Ancak bu ‘Transandantal Mantık’ mümkün olan tecrübe çerçevesinde durup kalır, bunun ötesine geçerek ‘nesnenin kendisine’, ‘kendinde şey’e kadar uzanmaya
”
çalışmaz. Çünkü ‘kendinde şey’ deneyimin konusu değildir ve hatta aşkın olana ilişkin bir hakikatin varlığından da söz edemeyiz, çünkü söz ettiğimizde bu yine insanın tesis ettiği bir hakikat olacak, yani Kant’ın terminolojisiyle bu bir yanılsama (schein) olacaktır. Bu Tanrı mevzusu için de geçerlidir. Yani burada Kant’ın metafizikten anladığı şeyin kendinden öncekilerden rPlaton’da filozof aşkınlığı aşabilirdi, oysa metafizik Kant için aşkın olanın bilgisine ulaşmak değil, aksine metafizik kavramlar artık Kant’ta aklımızın kavramları olur, yani akla dışsal değildir, aklın kendi yapısal kavramlarıdır. Tanrı açısından bakacak olursak; Tanrı kavramı benim aklımın ayrılmaz bir parçası, aklın bir ideası. Metafiziğin hatası ise aklımızın kendi gücünü hakikatin kendisi olarak görmektir. İspatlar da keza bu yüzden problemlidir. Bu bağlamda metafiziğe, insan aklının sınırlarının bilimi de denebilir. Diğer yandan Kant, yaşadığı zamanda formel mantık filozoflar arasında oldukça popülerdi ve bu açıdan işi de hiç kolay değildi. Kant hem Locke’u hem Leibniz’i teorik akıl yürütme açısından sınırlı buluyordu. Zaten Kant için genel mantıktan transandantal mantığa geçiş de bir tür empirisizmin ve rasyonalizmin reddi demektir. Bunu Saf Aklın Eleştirisi’nden bir alıntıyla da görebiliriz: Tek bir sözcükle, Leibniz belirişleri düşünselleştirdi (intellectualized), tıpkı Locke’un da zihnin (Verstand) saf kavramlarını bir noogoni dizgesine göre (eğer bu anlatımı kullanmama izin verilirse), toplu olarak duyusallaştırmış -başka bir deyişle- onları yalnızca empirik ya da soyutlanmış derin düşünce kavramları olarak bildirmiş olması gibi. Bütünüyle ayrı olmalarına karşın ancak ‘birleşim’(Verknüpfung) içindeyken şeyler üzerine nesnel olarak geçerli yargılar üretebilen iki tem-
5
PARRHESIA sil kaynağını zihinde ve duyusallıkta aramak yerine, bu büyük insanlardan her biri ikisinden yalnızca birine sarılmış ve bunu dolaysızca kendinde şeylerle bağıntılı olarak ve ötekini ise birincinin temsillerini karıştırmaktan ya da düzenlemekten başka bir şey yapmıyor olarak görmüşlerdi.[4] Bunlara ek olarak, Kant Saf Aklın Eleştirisi’nin başlarında bilginin konusunun doğrudan doğruya veri olmadığını söyler. Görü bilginin maddesini verir, idrak ise yargılama fiili ile gerçekleşir. Yargıda bir düzenlemenin belirli bir şemaya (hayal gücünün şemaları) göre meydana gelmesi gereklidir. Görü, duyumdan maddeyi alan form'dur, demek ki görü, sentetik bir şeydir, fakat ancak kategori, yani yargıdır ki, bilgiyi meydana getirir. Bilginin konusu demek ki “kendinde şey” değil, bir kuruluş(construction) tur ve bu kuruluş görüye dayanmakta ve kategoriler tarafından gerçekleştirilmektedir. Özetle, kategoriler her zaman için geçerlidir (apodiktik geçerlilik) ve objenin kavramının kurucusudur.[5] Bunun yanında, düşünme yetisinin kendine özgü a priori formlara sahip olduğu düşüncesi Aristoteles’ten başlayıp Kant’a kadar gelmiştir. Bu formlar yargı ortaya koymak için birincil öneme sahip olan mantığın temel yasalarıdır. Fakat Kant “Transandantal Mantık”ta mantığın yasalarını araştırmaz. O, sentetik yargılarda, şeylerin kavranmasında rol oynayan kavrama yetisinin -zihnin- (Verstand) form kavramlarını ve düşünmenin işlevlerini araştırır. Kant’a göre düşünme yetisi sadece duyulardan gelen verilerle bağlantı kurmakla yetinmez; idrak olabilmesi için zihnin (Verstand) devreye girmesi gerekmektedir. Empirisistlerin ise bu noktayı göremediklerini, atladıklarını söyler. Oysaki Descartes daha balmumu örneğinde bu noktayı göstermişti.[6] Heimsoeth Kant üzerine verdiği derslerin toplanmasından oluşan kitabında şu örneği verir: “Sadece tek tek verilerin duyumlanmasına dayanan ‘duyu-algısı yargısı’ şöyle olacaktı: Güneş var ve taş ısınıyor. Deneyime dayanan ‘deneyim yargısı’ ise şöyle olacaktı: Güneş taşı ısıtıyor.”[7] Buradaki ikinci örnekte gördüğümüz üzere taş Güneş sebebiyle ısınmıştır, başka bir deyişle Güneş ısı yaydığı için ve taş da Güneşin altında kaldığı için ısınmıştır. Dolayısıyla bizim bu çıkarımı yapmamızı sağlayan kavrama
6
yetimizin kavramlarından başka bir şey değildir. Burada temel bir kavram saklıdır: “nedensellik kategorisi.” Özetle kavrama yeteneği, fiziksel özellikleri değişen, balmumunda değişmeyen şeyi gören, taşın ısınmasının sebebini Güneş’in ısı yaymasına bağlayan bir tür düşünme eylemidir. Bizler bu türden bir a priori bağlantıyı sadece bilimde değil, günlük yaşantımızda karşılaştığımız her türlü olayda da kullanırız. Buna göre, tecrübeyi mümkün kılan bu düşünmenin formlarına Kant “kategoriler” diyecektir. Aristoteles’ten beri gelen bu kategori anlayışı Kant’ta bambaşka bir anlama bürünecektir. Aslında Kant’ın Aristoteles’in kategoriler tablosuna eklemek istediği tek şey, bu tabloyu bir sistem altına sokmaktır. Aristoteles ifadelerin çözümlemesinden kategorileri elde ettiğini söylüyordu ve bu kategoriler varlığın esaslarını oluşturuyordu. Kant’ta ise varlık kavramı yerini düşünen özneye bırakır. Yani, uzay ve zaman formları nasıl bizim dışımızda olan varlık boyutları değilse, düşünmenin birincil formları olarak gördüğü kategoriler de öyledir. Kant kategorileri yargılara bakarak bulmuştur, “Transandantal Diyalektik” bölümünde tartışacağı aklın idealarını ise mantıksal çıkarım türlerine bakarak karar vermiştir. Fakat bununla birlikte Kant, varlığı yalnız kavramlarla kavrayamayacağımızı söyler Yalnız kavramlarla çalışan klasik rasyonalizm –örneğin“ruhun ölümsüzlüğünü” şöyle kanıtlayacaktır: “Ruh maddi olmayan bir tözdür, maddi olmadığı için yer kaplamaz, yer kaplamayınca bölünemez, bölünemeyince de yok edilemez, dolayısıyla ruh ölümsüzdür” Bu kanıtlama “çelişmezlik ilkesi” ne dayanmaktadır. Leibniz bütün bilginin kavram çözümlemelerinden kaynaklandığını düşünüyordu, ona göre analitik yargılardaki en yüksek ilke çelişmezlik ilkesidir. Bir başka deyişle; önce eldeki kavramın bir tanımı yapılıyor, sonra da bundan kendisiyle çelişik olmayan sonuçlar çıkarılıyor. Kant’a göre, böyle salt düşüncenin içine kapanıp kalmış bir mantığı bırakıp, objelere ve “olanaklı tecrübeye” uzanan bir mantık geliştirilmesi gerekir. Bunun adı da “Transandantal Mantık”tır. Kategorilere geri dönecek olursak; doğa bilgisinde mümkün deneye, uzay ile zaman’dan başka birtakım a priori formlar, Kant’ın deyişiyle
PARRHESIA kategoriler aktararak, deneyin dağınık verilerini ve çeşitliliğini bunların içinde derleyip toplarız ve birleştirip düzenleriz Kategorilerin gördüğü iş, deney verilerini birbirine bağlamak, birleştirmek işidir, bu sentezdir[8]. Böyle bir görevleri olan kategorileri Kant, Aristoteles’ten beri gelen ‘yargılar çizelgesi’ne paralel olarak türetir ve bu çizelgedeki 12 yargının her birinin karşısına belli bir kategori koyar Yani, Kant deney verilerini 12 bakımdan birbirine bağlar (synthesis), bu da deneyin ham malzemesini bu 12 kategoriye göre şekillendiriyoruz demektir. Buna ek olarak, Aristoteles’te kategoriler varlığa ilişkin bir şeyken, Kant’ta kökleri varlığın kendisinde değil, onun temsilini edinen ‘ben’ dedir.[9] Aristoteles zaman ve mekanı, ortaya koyduğu on kategorisi arasına koyar ve bunları ‘nerede’ ve ‘ne zaman’ sorularının cevapları olarak görür. Kant ise Newton’ın doğa biliminin ilkeleri içinde zaman ve mekanın genel formlar olarak önemle vurgulanmasına sadık kalır ve zaman ve mekanı kategoriler arasına sokmaz. Çünkü zaman ve mekan bizim alma gücümüz (receptivity) dür ve kavrama yetisinin işlevlerinden doğmazlar. Her türlü bilginin olmazsa olmaz ön koşuludur, başka bir deyişle bir bilgi benim ‘mind topos’ umda temsil ediliyorsa zaman ve mekan formlarına tabi olmak zorundadır. Kant’ın kategorileri toplamda dört grupta olmak üzere on iki tanedir. Birinci grupta ‘nicelik’ (quantity) kategorileri vardır; birlik (unity), çokluk (plurality) ve bütünlük (totality) olarak üç gruba ayrılır. Bu kategoriler bizim evrendeki olayları her ne olursa olsun kavramamızın ön koşuludurlar, yani biz evrendeki herhangi bir objeyi, ister deneyim yoluyla olsun, ister aklın sınırlarını aşıp gerçekleştirdiği ‘aşkın’ metafizikle; biz onu daima ‘birlik’, ‘çokluk’ ya da ‘bütünlük’ içinde kavrarız. İkinci grup ise ‘nitelik’ (quality) kategorileridir. Bu kategori de üç gruba ayrılır; bunlar gerçeklik (reality), olumsuzlama( negation), ve sınırlandırmadır (limitation). Bu alan ‘şeylerin’ niteliklerini birbirinden ayırt etmemize imkan sağlar ve nesnelere bazı anlamlar yükleyip çıkararak –onu ifade eden şeyin alanını belirleyerek, ne olup olmadığına dair sınırlamalar yaparak, sınırını çizerek- onları tanımlamamızı mümkün kılar. Üçüncü grup ise ‘bağlantı’ (relation) kate-
gorileridir. Bu kategoriler Kant için en çok önem arz eden kategorilerdir, çünkü modern doğa bilimlerine ve matematikteki yasalara baktığımızda hep birbirleriyle ilişki içerisinde olduklarını, birbirleriyle bağlantılı kurallara sahip olduklarını görebiliriz. Kant’ın da SAE’nde cevabını aradığı sorulardan biri doğa bilimleri ve doğa alanındaki bilginin nasıl kurulduğu olduğuna göre, bu kategorilerin önemi açıktır. Bu kategoriler de; cevher (inherence and subsistence), neden-etki (causality and dependence) ve karşılıklı bağlılık ( receprocity between agent and patient) olarak üçe ayrılır. Aristoteles’te ‘cevher’ kategorisi büyük bir önem taşımaktadır ve onda kategorilerin birincisidir. Kant’ta ise nedenselliğin (dolayısıyla bağlantı kategorisinin) büyük önem taşıdığını söyleyebiliriz. Diğer bir yandan, nedenselliğin kategorilere koyulması onun üzerindeki Hume etkisini bize göstermektedir. Fakat Hume bir yerde yanılmıştır ve nedenselliği tecrübeden çıkarmaya çalışmıştır ( sonunda da nedenselliği alışkanlığa bağlamıştır). Kant’ta ise ‘ben’im temsil mekanıma tabi olarak, dışsal olanı nedensellik biçimi altında görmemi sağlar ve bu durumda ‘ben’im dışımdaki bir nedensellikten bahsedemeyiz. ‘Karşılıklı bağlılık’
7
PARRHESIA durumu ise evrendeki her şeyin karşılıklı olarak birbirlerine bağlı olma durumu anlamında kullanılmıştır, yani her şey birbirinden etkilenir.[10] Yani genel olarak bağlantı kategorileri, şeylerin aralarındaki bağları kurmaya yardımcı olur. Dördüncü ve son grup kategoriler ise ‘tarz’ (modality) kategorileridir. Bunlar da olanak (possibility), varlık (existence)[11] ve zorunluluk (necessity) olarak üç gruba ayrılır. Örneğin bir şeyin gerçekleşmesi olanaklı iken meydana gelebilir ve bu şey gerçekleşir. Zorunluluk da bir nedenin etkisi olmak durumudur. Ancak bu kategorilerin akla a priori olarak var olması doğuştan bir takım bilgilere sahip olduğumuz anlamına gelmez. Descartes Tanrı kavramının doğuştan bizde var olduğunu düşünüyordu. Bizde mükemmellik fikri var ve bu fikir ise ancak Tanrı tarafından zihnime yerleştirilebilir.[12] Kant’ta ise doğuştan bir bilgi yoktur, deneyimle oluşur ancak deneyimden çıkarılamaz. Aklın diyalektik kullanımıyla oluşur[13] ve daha sonra biz bu Tanrı fikrini buluruz. Bilindiği gibi Kant SAE’ni uzun yıllar boyunca üzerinde düşündükten (deyim yerindeyse, ince eleyip sık dokuduktan) sonra yayımlar. Ancak felsefe tarihinin en zor metinlerinden olan bu kitabı pek kimse anlamaz. İki sene sonra[14] daha anlaşılır bir şekilde Prolegomena’yı yayınlar (önsöz anlamına gelmektedir). Ve bu kitaba şu şekilde başlar: “Bu Prolegomena, çıraklar için değil, geleceğin öğretmenleri için yazılmıştır; bu öğretmenlere de, zaten ortada olan bir bilimin sunduğunu düzenlemeleri için değil, ilk önce bu bilimin kendisini kurmaları için yardımcı olmalı”. [15] Bu çıraklıktan öğretmenliğe yükselme mefhumuna ise biz sıradan öznelerin ulaşmasını beklememeliyiz, çünkü ulaşmak demek onun da ilerisine bir adım daha atmak demektir.[16]
Notlar [1] Bu alıntı için bkz.: Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul,: 1993. B25 Gerekli görülen yerlerde çeviri gözden geçirilmiştir. [2]Kant, I., Critique of Pure Reason (1998) Çev. P. Guyer, A. W. Wood, Cambridge Un. Press, 1998, A/51-B75. (Bundan sonra SAE olarak anılacak.) [3] Freud, S., (2006) Psikanaliz Üzerine, Çev. Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, s. 96 [4] Bu alıntı için bkz.: Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul,: 1993. A271/B327. Gerekli görülen yerlerde çeviri gözden geçirilmiştir. [5] “Bir şey bilmek istiyorsam, kavramlarımı görünün salt formları ile duyu verilerine bağlamak zorundayım Sadece salt olan görüler, kavramlar ve yargılar ile bir şey elde edemem. Objelerle ilişki kurmuş kavramlarımız olmalıdır” [6] Descartes balmumu örneğinde balmumunu ateşe yaklaştırır ve tümüyle erimeye başladığında eski balmumunun yok olduğunu gözlemler. Peki, burada erimiş olanla daha önce tecrübe ettiğim balmumu bir ve aynı şey midir sorusunu sorar. Cevabı ise; duyu verileri değişse bile objenin özdeşliği değişmeyen bir şey olarak bizim tarafımızdan algılanır. (“sola inspectio mentis” – “Bunu, anlama yeteneği tek bir bakışla saptar”.) [7] Heimsoeth, H., (2007), Çev. Takiyettin Mengüşoğlu; Doğu Batı Yayınları, s.85-86 [8] Tabii ki bu ‘sentez’in gerçekleşmesi için hayal gücüne ihtiyaç vardır. [9]Bir not: Aristoteles’te kategorilerin varlığa ilişkin bir şey olmasını Heideggerci anlamda ontik olanlarla karşılayabiliriz. Kant’taki nesnenin ‘ben’ mekanımda temsil edilme meselesi ise transandantal olanı, bunun yanında Heideggerci ifadeyle söyleyecek olursak ontolojik olanı belirtir.
8
PARRHESIA [10] Karşılıklı bağlılığın ‘kaos teorisi’yle arasında bir ‘bağlantı’nın olduğunu söyleyebiliriz. “Bir kelebeğin kanat çırpması, Dünya’nın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın ortaya çıkmasına neden olabilir”.
PARRHESIA E-DERGİ
[11] “Kant buna, var olma da der”. Bkz. Heimsoeth, H., (2007), Çev. Takiyettin Mengüşoğlu; Doğu Batı Yayınları, s.89 [12] Platon’un ‘anımsama teorisi’ de bu bağlamda düşünülebilir. Aslında bu genel anlamda aşkın olanla transandantal olanın meselesidir. Yani en genel anlamda mesele; aklın kendi yapısından çıkan kavramları, akla dışsalmış gibi göstermek, bir başka deyişle aklın kendi kavramlarına nesne tesis etmek. Kant’tan önceki metafiziğin de yaptığı tam olarak budur. Metafizik, duyusal olanı aşmaktır, Platon’dan gelen bir şey bu. Platon’da görünüş ve idealar ayrımı vardır ve metafizik, akıl yoluyla varlığın-duyusal olanın yanıltmalarını aşarak- doğanın kendisini görebilmektir. Platon’un mağara alegorisinde filozof duyular dünyasından idealar dünyasına doğru yolculuk eder ve mağaranın tek bir kapısı vardır. İnsanlar o mağaraya zincirleriyle bağlıdır ve gerçek dünyanın yalnızca duvara yansıyan gölgesini görürler. Ancak filozof bu zincirlerden kurtulabilir. Kant’ta ise formu kazandıran biziz. Bunun yanında, Platon Timaeus diyaloğunda evrenin ve dünyanın nasıl meydana geldiğinin bir açıklamasını yapıyor. ‘İdea’lar bir olan, değişmez olan formlardır. ‘Demiourgos’ ise ‘Tanrı adı’dır, yapan Tanrı’dır (Greklerde yoktan var eden bir Tanrı anlayışı yok). Fenomenin ise görüntü olarak ortaya çıkabilmesi için bir zemine ihtiyacı var, bu zemin de ‘chora’dır. Hiçbir biçime sahip değildir. İdealarla, sadece bir ortam ve biçim kazanma özelliğine sahip olan ‘chora’ bir araya geldiğinde Dünya ortaya çıkıyor. Burada ‘Demiourgos’un yaptığı hareket ‘idea’larla ‘chora’yı bir araya getirmek ve Dünya’yı yaratmak. Kant’ta ise Demiourgos’un yerini insan aklı alacak, yani artık ilahi bir ahlak yerine, insanın kendisinin kurabileceği yeni bir ahlak kavramı ortaya çıkacaktır.
http://parrhesiadergi.net
[13] Kant SAE’nin Giriş bölümünde insan bilgisinin iki ayrı yetisi olduğunu söyler (duyarlık ve kavrama yetisi). Hayalgücü ise hissetme yetisiyle düşünme yetisi arasında sentezleme yaparak bağlantıyı sağlar. [14] 1783’te. [15] Kant, I. (1995). Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena, Türkiye Felsefe Kurumu. Çev. İoanna Kuçuradi–Yusuf Örnek [16] Bu bağlamda Nietzsche’yi ve Heidegger’i öğretmenlik vasfını elde etmiş kişiler olarak görebiliriz. En azından ben öyle görüyorum.
9
PARRHESIA
Altamira ve Lascaux Örnekleriyle Paleolotik Dönem Resim Sanatının Platon ve Aristoteles Estetiği Perspektifinden Günlük Yaşamdaki İşlevselliği Üzerine Üstüngel ARI ustungel_ari@yahoo.com http://twitter.com/ustungelari
Neden Platon ve Aristoteles?
10
Öncelikle sanatın bu estetik değerlendirimini yaparken, neden Platon ve Aristoteles’i bir ölçüt olarak aldığımı belirtmek isterim. Bu, en basit şekliyle, Platon ve Aristoteles’in, düşünüm dünyasındaki en temel kırılma noktaları olmuş olmaları ile açıklanabilir. Çünkü onlar, felsefenin günümüze kadar ilgilendiği neredeyse her konuyu, ilk araştıran –araştırma girişiminde bulunaninsanlardır ve bu yönleri ile günümüzde dahi yazılan pek çok felsefe metnini kendilerine referans göstermek zorunda bırakmışlardır. Dolayısıyla temel bir çıkarım yapılacaksa, -her ne kadar kendimizi günümüzün bakış açılarıyla bakmaktan bir şekilde “tümüyle” alı koyamayacak olsak da- felsefenin köklerini salması yolunda ilk tohumları atan bu iki filozofu kendimize rehber almamız ve geçmişe bakarken, şimdinin bir parçası olan gözlerimize, onların gözlüklerini takmamızın yanlış olmayacağını düşünüyorum.
ki, “görmek” ve “bir şey olarak görmek” arasında kavramsal bir ayrım bulunmaktadır. Gördüğümüz şeyin ne’liğine dair bilgi, ancak ve ancak yazarın/araştırmacının eğitimi, eğilimi ve bilgisi doğrultusunda ve bu bağlamda da ancak öznel bir şekilde kendine bir anlam alanı bulabilmektedir. Dolayısıyla başlangıç/çıkış noktası olarak kabul edilen “mağara resimlerinin sanat eseri olması” fikri, tarafınızdan, yanlış bir çıkış noktası ve yanlış bir kabul şekli olarak da değerlendirilebilir, fakat kabul edersiniz ki; yapılacak olan her çıkarım, öncelikle kendine bir çıkış noktası atfetmek durumundadır, keza günümüzde dahi net bir tanımlaması ol(a)mayan ve aslında bir bakıma ol(a)maması da normal olan “sanat nedir?” sorusu temelinde düşünürsek, hak vereceksinizdir ki her birey kendi kişisel şimdi’lerinin öznelliğiyle belirlenmiş olan eğilimleri doğrultusunda, bu soruyu farklı bir şekilde cevaplayacak ve düşünsel süreçte yol kat edebilmek için kendine farklı çıkış noktaları belirleyecektir.
Paleolitik dönem “sanatı”
Sanat nedir?
İkinci olarak da belirtmek isterim ki başlığından da anlaşıldığı üzere bu metin, Paleolotik dönem mağara resimlerini birer “sanat eseri” şeklinde nitelemeyi/görmeyi doğru kabul ederek, bu fikri kendine çıkış noktası olarak belirlemiş ve ancak bu şekilde yazınsal düzlemde kendine bir aktarım yolu edinmiş bir metindir. Çünkü takdir edersiniz
Tam da bu noktada en genel hatlarıyla sanatın tanımını yapmak gerekirse şöyle diyebilirim: “Sanat; ihtiyaç, gereksinim ve sahip olunan koşullar doğrultusunda, estetik kaygı güdülen düşünsel bir sürecin, bir işlevsellikle pekiştirilmesi işidir.” Burada önemle vurgulamak istediğim temel özellik “estetik bir kaygı güdülüyor”
PARRHESIA
“
Sihirsel davranış ve düşünüş, gerçek nedenlerle değil gölge nedenlerle (epifenomenlerle) uğraştığı için, örneğin doğadaki hayvanların sayısı artmaz. Ama avlanan hayvanların sayısını artırabilir. Şöyle ki; ava çıkmadan önce yapılan av sihirli töreni, avcıları fizik ve psikolojik olarak ava hazırlar. Törende mutlaka başaracakları inancı ve bu inancın bilediği azim güçlenir. (4)
olmasıdır. Çünkü bana kalırsa var olan her yapı/nesne ancak ve ancak ihtiyaç, gereksinim ve sahip olunan koşullar doğrultusunda işlevselleşerek var olabilmektedirler. Dolayısıyla bir sanat nesnesini, diğer nesnelerden ayıran temel özellik -bilinçli ya da bilinçsizce- güdülen, estetik bir kaygıdır. Pratik anlamda günümüzde uygulaması pek de mümkün olmasa da ifade etmek istediğim fikri bir örnekle açıklamam gerekirse şunu söyleyebilirim: Örneğin, evi olmayan bir insanı ele alalım. Bu kişi bir barınma gereksinimi içindedir, bu doğrultuda kendisini dış etkenlerden (yağmur, kar, soğuk) koruma işlevi olan bir eve ihtiyaç duyar fakat bunu yapabilmek için de elindeki -yahut çevresinden bir şekilde temin edebileceği- malzemelerden yararlanmak durumundadır. Bu noktada kişi, kendine sadece ve
”
sadece barınma gereksinimi ile dış etkilerden korunma işlevi olan bir ev/baraka/barınak inşa ettiğinde, bu bir sanat nesnesi olarak değerlendirilemez. Ancak kişi yine aynı gereksinim, ihtiyaç ve kullanılan malzeme doğrultusunda yapılacak olan evi, örneğin düz bir kerpiçle yapmak yerine, pembe panjurları olan, mekan ve çevre ile uyumlu(…) estetik bir kaygı güderek yapar ise (evet belki iki evin de yapımında temel olarak aynı gereksinim ve ihtiyaç olmuş olsa da), bu ev artık estetik bir kaygı güdülerek işlevselleştirilmiş bir sanat malzemesi konuma gelmiştir. Verdiğim örnekten yola çıkarsak, birisinin çıkıp –aslında çok da haklı olarak- “iyi ama sırf pembe panjurlu diye bir eve neden sanat eseri diyelim?” şeklinde bir soru sorabilir. İşte tam da bu noktada karşımıza “güzel” ve “güzellik” kavramları çıkmaktadır. Çünkü estetik kaygı güdülerek üretilmiş olan her nesne, insana güzel gelmeyebilir ve dolayısıyla kendisine güzel gelmeyen bir nesne de insana bir sanat eseri olarak görünmeyebilir. Bana kalırsa bu kavram kargaşasının temel sebebi aslında günümüzde güzellik ile estetik kavramlarının bir arada ve aynı anlamda kullanılıyor oluşundan kaynaklanmaktadır. Platon’da sanat anlayışı ve ide’ler “Estetik” kelimesini ilk defa 18. yüzyılda kullanmış olan Alman Alexander Gottlieb Baumgarten, Yunanlıların, sanatın bilgiyle olan ilişkisini göremediğini söylemiş ve estetiği “güzel üzerine düşünme, onun ne olduğunu araştırma sanatı” olarak ifade etmiştir.(1) Baumgarten’ın yaptığı bu
11
PARRHESIA çıkarım (Yunanlıların, sanatın bilgiyle olan ilişkisini göremediği) aslında doğru bir çıkarım olarak kabul edilebilir. Çünkü Devlet adlı eserinde Platon, temelde kendine adaleti sorun etmiş ve “adalet nedir?” sorusunu kendine başlangıç noktası olarak belirleyerek ideal devletini kurma girişiminde bulunmuştur. Adalet kavramından yola çıkan Platon, eğitimin gerekliliği ve nasıl olması gerektiği aşamalarından sonra, sanat alanına gelmiştir. Çünkü ona göre eğitimin içinde matematik, beden (fiziksel eğitim) ve sanat vardır. İşte bu noktada kendisine “sanat nedir?” sorusunu sormuş ve ilerleyen süreçte sanatın bizlere bilgi ya da kanı adına bir şey vermediği sonucuna varmıştır. Çünkü ona göre sanat “mimesis” yani taklittir. Platon sanatın, insanları duyusal şeylerin kanısının kopyalarıyla, duyuları ön plana çıkararak “akıl” kullanımlarının önüne geçmekte ve insanları hakikatten uzaklaştırarak erdemsizleştirmekte olduğunu söylemiştir. Çünkü ona göre erdem idedir ve idelere ancak akıl ile ulaşılır.
sorusuna karşılık olarak kendimizi, karşımızdakini, sokaktan geçen birisini yahut bir başka kişiyi örnek olarak göstererek “tabi vardır” dersek, Platon’a göre yanılgıya düşeriz. Çünkü karşımızdaki, yanımızdaki, sokaktaki vb. insan, “İNSAN” değildir. O, sadece insan türünün bir üyesidir. Yani bir “kişi”dir. Oysaki bir kavram olarak “İNSAN nedir?” sorusu, bizi ide olan İNSAN’a götürür. Çünkü tüm insanları ortak bir insan idesi altında toplayan o temel/asıl “İNSAN” kavramı, aslında bir düşünceden ibarettir. Yani örneğin birisi çıkıp da bize “bana bir ağaç göster” Bu noktada Platon’un ide kavramı ile kast ettiği dediğinde, aslında ona bir ağaç gösteremeyiz. Ona şeyi bir iki örnekle açıklamanın uygun olacağını gösterebileceğimiz sadece ve sadece “bir tane” düşünüyorum. Örneğin “İNSAN var mıdır?” ağaçtır ve o ağaç, asıl ide olan AĞAÇ türünün sadece bir üyesidir. Tüm ağaçları ağaç yapan o temel “AĞAÇ”, yalnızca bir fikir/idedir. Platon’a göre nesneler “duyusal şeyler” ve doğada yer almayan ancak insan zihninde var olan “düşünsel şeyler” olarak ikiye ayrılır. Duyusal şeylerin kapsamına imgeler girerken, düşünsel şeylerin kapsamına ise hipotezler ve ideler girmektedir. Burada sanat ile bağlantılı olan kısım, imgelerdir. Çünkü Platon’a göre imge, bir tür zihinsel tasarımdır. İmgelemek, duyusal şeylerden kopya yapmaktır, duyusal şeyler ise idelerin kopyasıdır ve dolayısıyla ona göre aslında imgeler; kopyanın kopyasıdır ve zaten kopyanın kopyası olmaları doğrultusunda da bizi bilgiden yani erdemden yani ide’den uzaklaştırır. Yukarıdaki örneklerden yola çıkarsak aslında Platon temel olarak şunu söylemektedir: Bir İNSAN idesi vardır. Biz etrafımızda gördüğümüz insanları insan olarak algılarken aslında temel olan o İNSAN idesine göndermede bulunuyoruzdur. Dolayısıyla örneğin bir heykeltıraş, bir insan heykeli yaptığında, bu, temel bilgi olan ide bilgisinin kopyasının kopyasıdır. Çünkü gördüğü-
12
PARRHESIA müz insanlar, zaten ide olan insan fikrinin kopyalarıdır ve dolayısıyla heykeltıraşın insana bakarak yaptığı heykel (yani sanat eseri) de ide olan İNSAN’ın değil, ide’nin kopyası olan bir insanın kopyasıdır. Bu noktada Platoncu bir bakış açısıyla kendimize şunu sorabiliriz: “Peki o halde biz güzele nasıl güzel diyoruz?” Ve Platon bize diyecektir ki; “Birçok şeye güzel diyoruz, güzel kadın, güzel tablo, güzel heykel vb. fakat tüm bunları güzel yapan o temel olan, o ortak olan GÜZEL idesinden pay alıyor olmalarıdır.” Sihirsel düşünüş, rastlantısal çağrışım ve mimesis Burada tekrar Paleolitik dönem resim sanatı konusuna dönecek olursak, öncelikle yapmamız gerekenin, “dönemin insanının düşünüş biçimlerini anlamak” olması gerektiğini söylemek isterim. Bu noktada Paleolotik dönem insan düşünüşünü Alaeddin Şenel’in kitabında kullandığı ayrımlamadan yararlanarak(2) üç bölüme ayırmanın doğru olacağını düşünüyorum: Somut düşünüş, Analojik düşünüş ve Sihirsel düşünüş. İlk iki bölümün konumuz ile doğrudan alakalı olmaması dolayısıyla, üçüncü bölüm olan sihirsel düşünüşü açıklamak sanırım daha doğru olacaktır. Öncelikle belirtmek gerekir ki mağara resimlerinde yer alan av sahneleri, ilkel topluluk için av olgusunun önemini belirtmektedir. Bu resimler aslında, sanatsal işlevinden ziyade ritüel(törensel,
inançsal) bir amaca hizmet etmekte ve rastlantısal bir çağrışım(3) ile, yapılacak olan ava hizmet etmektedir. Rastlantısal çağrışım, aslında birbiriyle alakasız olan durumlar arasında ilkel düşünüm biçiminin, bir neden-sonuç ilişkisi ile anlamlandırmaya çalıştığı durumlar olarak nitelendirilebilir. Örneğin Fransız antropologu F. Sagard’ın Amerika yerlilerine Fransa’da bulunan bir hayvan türünü anlatmak için, ateşin karşısında tavşanların biçimini gölge oyunları ile duvara yansıtmaya çalışması ve bunun üzerine ertesi gün ava giden kabilenin bir rastlantı sonucu o gün, her zamankinden daha fazla balık tutması durumunu, yerliler bir neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirmiş ve her balığa çıkışlarında antropologdan aynı şeyi yapmasını istemişlerdir.(4) Dolayısıyla benzer şekilde mağara resimlerinin de bir rastlantı sonucu kurulmuş olan neden-sonuç ilişkisinin bir getirisi olarak, ava bereket getirmesi adına yapıldığı düşünülmektedir.(5) Aslında bu noktada tekrar Platon’a dönecek olursak diyebiliriz ki, her ne kadar ritüel işlevli de yapılıyor olsa, bu, o sanat eserlerinin yapılması sürecinde bir taklit etme olgusunun varlığını kanıtlamaktadır. Platon’un ağzından konuşacak olursak diyebiliriz ki; ilkel insanlar, AV idesinin doğadaki görünümü olan avlanacak hayvanları -yani aslında idelerin kopyalarını-, taklit etme (mimesis) yolu ile düşünsel süreçten geçirerek somut bir sonuca, yani duvara işleme aşamasına ulaştırmaktadırlar. Keza birçok kabilenin bu hayvanları canlandıran -taklit eden-
13
PARRHESIA maskeleri olduğu(6) ve günümüzde hala yalnızca taş araç kullanan ilkel toplulukların dinsel şenliklerinde hayvan kılığına girerek ve onlar gibi hareket ederek -onları taklit ederek- kutsal danslar yaptıkları da bilinmektedir.(7) Altamira ve Lascaux Yukarıda değinilen tüm bu inanışların günümüze dek ulaşan en eski örnekleri 19. yüzyılda İspanya’da ve Güney Fransa’da bulunan MÖ 15000 – 10000 arasına tarihlenen Altamira ve Lascaux mağaralarındaki duvar resimleridir.(8) Bu bölgelerde bulunan arkeolojik veriler -kemik ve taştan yapılmış kaba araçlar-; bizon, mamut ve ren geyiği resimlerini, onları avlayan, bu yüzden de onları çok iyi tanıyan kimseler tarafından resmedildiğini kesin bir biçimde ortaya koymuş(9) olmasının yanı sıra, kullanılan boyalardan ve uygulanan incelikli çalışmalarından da aslında –bilinçli ya da bilinçsizce- estetik bir kaygı güttüklerini düşündürmektedir. “Lascaux mağarası dışında pek az yerdeki resimler net bir şekilde dağılmışlardır. Çoğunlukla birbirlerinin üzerine düzensiz bir şekilde boyanmış ya da kazınmışlardır. Bu bulguların daha iyi bir açıklaması, bunların, resim yapmanın insana güç verdiğine ilişkin evrensel inanışın en eski örnekleri olmasıdır. Bir başka deyişle bu ilkel avcılar, belki de sadece zıpkınları ve taş baltalarıyla haklarından gelebildikleri bu hayvanların resimlerini yaparlarsa gerçek hayvanların da kendi güçlerine boyun eğeceğine inanıyorlardı.”(10) der E.H. Gombrich. Aristoteles, katharsis ve sanatın işlevi
göre sanat, faydalı bir faaliyettir çünkü arınma, ruhu bozan ve ruha hükmeden bir tutkuyu kaldırmak demektir.(13) Bu noktada yapılan ritüeller ile katharsise ulaşan ilkel topluluklar aslında bilinçsiz bir şekilde ya da farkında olmadan da olsa, gerçekten de avlarını daha bereketli kılabilmekte yahut kıldıkları düşünülebilmektedir. “Sihirsel davranış ve düşünüş, gerçek nedenlerle değil gölge nedenlerle (epifenomenlerle) uğraştığı için, örneğin doğadaki hayvanların sayısı artmaz. Ama avlanan hayvanların sayısını artırabilir. Şöyle ki; ava çıkmadan önce yapılan av sihirli töreni, avcıları fizik ve psikolojik olarak ava hazırlar. Törende mutlaka başaracakları inancı ve bu inancın bilediği azim güçlenir.”(14) demektedir A.Şenel. Bu bağlamda diyebiliriz ki, kendisini yaptığı ritüeller ile hem psikolojik hem de fiziksel olarak ava hazırlayan ilkel insan, adeta bir terapi görmüş gibi, bunun sonucunda av karşısında kendisini hem bedensel hem de düşünsel açıdan daha güçlü hissedecek ve dolayısıyla büyüsel yahut sihirsel olmasa da psikolojik olarak etki eden bu işlem, gerçekten de avın bereketini arttıracaktır.
Ancak taklit, yani mimesis, işlevini Aristoteles’e göre burada bitirmemektedir. Aristoteles’e göre insanlar iki nedenle sanat yapmaktadırlar: taklit yapma içgüdüsüne sahip oldukları ve bu yetiden haz aldıkları için. Ona göre sanatçı, eseri ile tabiata ayna tutmaktadır, (11) tıpkı ilkel insanların ilkel sanatçıların- doğada gördüklerini mağara Sonuç Yerine duvarlarına işlemiş olmaları gibi. Aristoteles’e göre sanatın en gerçek amacı; ruhu üzüntülerden, Sonuç olarak aslında diyebiliriz ki, ilkel sanat, tutkulardan kurtarmak ve bir ahlak kültürü vererek Platoncu bakış açısıyla dönemin insanını gerçekzihin sevinçlerini tattırmaktır.(12) O bu sevince lerden uzaklaştırıp rastlantısal ve büyüsel/sihirsel katharsis -arınma- demektedir. Yani Aristoteles’e
14
PARRHESIA bir gerçekliğe (gerçek-dışılığa) doğru itiyor olsa da, aslında Aristotelesçi bakış açısıyla değerlendirirsek, taklit ederken yaşanılan arınma duygusu, verdiği/yarattığı psikolojik etki bakımından bir şekilde onların pratik hayatta başarı sağlamalarını, yani bilinçdışı bir şekilde de olsa sanata günlük yaşama katkı sağlayan bir işlevsellik atfetmelerini olanaklı kılmış gibi görünmektedir. Notlar (1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Alexander_Gottlieb_Baumgarten 05.03.2012 14:37 (2) Şenel, 2008, ss. 27-34 (3) Şenel, 2008, s. 32 (4) Şenel,2008, s.32 (5) Alternatif yorumlar için bkz. Şenel,2008,s.33 (6) Gombrich, 2009, s.43 (7) Gombrich, 2009, s.42 (8) Gombrich, 2009, s.40 (9) Gombrich, 2009, s.40 (10) Gombrich, 2009, s.43 (11) Sena, 1972, s.23 (12) Sena, 1972, s.23 (13) Sena, 1972, s.23 (14) Şenel, 2008, ss. 33,34
Kaynakça Şenel, A. (2008). Siyasal Düşünceler Tarihi Tarihöncesinde İlkçağda Ortaçağda ve Yeniçağda Toplum ve Siyasal Düşünüş (Kısaltılmış ve gözden geçirilmiş basım). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları Gombrich, E. H. (2009). Sanatın Öyküsü (E. Erduran, Ö. Erduran, Çev.). İstanbul: Remzi Kitabevi, Sena, C. (1972). Estetik: Sanat ve Güzelliğin Felsefesi. İstanbul: Remzi Kitabevi Önerilen Kaynakça Aristoteles (2011). Poetika (İ. Tunalı, Çev.). İstanbul: Remzi Kitabevi Platon (2011). İon Şiir Üzerine (N.P. Boyacı, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayıncılık Platon (1999) Devlet (S. Eyüboğlu, M.A. Cimcoz, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
İnsanlar okumayı öğrenmenin insanoğlunun ilerlemesine kanıt teşkil ettiğini düşünmeye alıştırıldı. Okuma-yazma bilmeyenlerin oranının düşmesini hala büyük bir zafer olarak kutluyorlar; okuryazarlık oranı düşük olan ülkeleri lanetliyorlar, okumanın özgürlüğe giden yol olduğunu düşünüyorlar. Bütün bunlar tartışmaya açıktır, çünkü önemli olan okumayı başarmak değil, kişinin okuduğunu anlaması, anladığını aktarması ve okuduğunu yargılayabilmesidir. Bunun dışında okumanın bir anlamı yoktur. - M.Mcluhan
http://benideoku.wordpress.com 15
PARRHESIA
METİN SONSUZ’UN GÜNLÜKLERİ -1Metin SONSUZ metinsonsuz@hotmail.com
O kahveyi koydu ve ekmeği kesti. Yine ve bir kere daha unuttu her şeyi. Sanıyorum bir gün öleceğini düşünmeye hiç fırsatı olmadı. Belki hiç düşünmedi. Ben umursamadım ve yürüdüm. Fakat artık tütün saramıyordum. Yalamadım, tükürdüm. Uykusuzlukla Nietzsche arasında bir yerde tütünsüz olarak yürüdüm. Koştum biraz, sonra insanlardan nefret ettiğimi düşünmenin verdiği ürpertiyle nefret ettim. Onlardan nefret ettim. Evet, bugün oldu. Aslında hayatımda hissettiğim en gerçek duyguydu bu ve aslında o ana kadar tanıdığım tek insandı, ama ettim. Sonra biraz daha koştum ama çabaladım. Aslında çabaladığımdan dolayı pişmanım. Yanlış yaptığımı biliyorum, mutlu olan herkesin şu an uyuduğunu da. Sevmenin kalpten geldiğini... Aslında bir kalbe sahip değilim. Varsa da kırık olmasından korkuyorum. Ondan dolayı sevmiyorum insanları. Hiç korkmadım, galiba artık özgürüm. Aslında bazen olduğumu hissediyorum, sonra başkalarına acıdığımdan değil ama bir anda dişlerimi gıcırdattığımda tutkulu oluyorum. Umutsuzluğa kapılıyorum. Tam bu anda sandalyemden doğrulup uçsuz bucaksız denizi görüyorum. Ne demek bu? Evet, evet, gidip gitmemem fark etmez biliyorum. Bakmak da çok keyifli! Evet, insan fazla bilinçli olmamalı! Galiba artık yazacak bir şeyim yok. Keşke bu sözü daha önce
düşünseydim. Ben dinlerden ve tanrıdan da nefret ediyorum. Aslında susmak en iyisi, ben aslında hep susmak niyetindeyim. Aslında tüm bunlar hiçbir şey anlamına gelen hiçbir şeyler. Susmak aslında hastalık karşıtı bir şey. ‘Gerçek ise tam bir hastalık’. İnsan bilinçsiz olmalı. Evet, ahlak, suç, vicdan… Yani insan bilinçsiz olmalı. İşte ben bu acıdan zevk duyuyorum. Ben o diş ağrısını çektim, tokadı da yedim. ‘Belki hiç tokat yememişler anlamazlar’, biliyorum. Ama o zevki tattım. ‘Acı çekenin duyduğu haz vardır bu iniltilerde. O hazzı duymayacak olsa inlemez’ sevgili dostum. Ama çekmediysen anlamazsın biliyorum. Anlamamaya mahkumsun, aslında ölmelisin. Karşı koymak ve meydan okumak niyetindeyim. Hem de susmak. Şüpheden doğan düşünceler peşindeyim, düşünüyorum işte. Bazen öylesine ölüyor gibi hissediyorum ki şüphesiz aslında ben ölmek istiyorum. Kahkahalar atarak ayıplıyorsun değil mi beni? İnandın değil mi? Yalan söylemek istemiyorum, ben o hazzı duydum, inledim. Ama ölmek mi yaşamak mı konusunda düşünmezsem intihar edeceğimi biliyorum. Olumlamak için düşünüyorum. Gerçek bir acı bu. Saf olan bir acı. Sadece acı yani, sadece ben ya da sadece sen gibi. Gerçeklik hissi de öyle. Metin de hep sonsuz, yıkım da öyle!
Meseleyi metne bağlamış olsa da beni etkileyen tarafı bay Sonsuz'un Dostoyevskiyan yapısı oldu. Yaşadığından ya da herşeyin olup bittiğinden emin olmak için nabzını kontrol edermiş gibi bir hali var. Varoluşunu şenlendirecek eylemi bulamadığından, yani başkaldıramadığından, kendi başkaldırı çabası altında ezilmekten yorulduğundan tamamen dışa yönelim kurbanı olmuş bitik ego. - Eren ÖZTÜRK
16
PARRHESIA
anakent ya da babanın terekesi Eren ÖZTÜRK uferaffe@hotmail.com
tüm şehirler terk ediliyor. altına gizlediği şuursuz belleği sürüyerek, altın hızmalı boğa sürülerini aşındırıyorlar. geride bıraktıkları: asimile olmuş bir bataklık ve kozalarını kaynayan baloncukların içine saklayan kurnaz kelebekler. içgüdülerinin avuçları boylu boyunca gezinip, çizgi çizgi renkler bırakmış da, öncesi olmayan narsisist bir varoluş patlatıvermişler asiliğin boyunduruğunda. tüm şehirler plebisitten kırılıyor. dişleri kırık dökük kakalaklar, cırtlak kayış seslerini betonarme defterine nota ediyorlar –ki tüm ailesini yanan bir mancınık kurşunu olarak izleyenler, veda ağıtlarını söyleyip mertçe ağlayabilsinler. kuytunun bodrumunda provoke edilen damgalar, düşmanlığın parmak izi olarak miras kalmış. tüm şehirler kokain çorbası. kaç kişi burnundan akan kanlı lağım sularında orgazm olarak boğuldu. namağlup irade, anlamsızlık sıfır. aort delik deşik; huzursuzluğu atacak; yırtık pırtık; yoğunluğu kesecek; adi ve içtenpazarlıklı; demir kokulu şerbetten kurtulmak için gidilecek yere değin takip edecek sümkürmeleri. tüm şehirler sahte karası. mozaiklemiş göz kapaklarını ve umursamazlığı koruma altına almış. gereksiz hareketler, duvağı balıkçı ağlarından örülü anıtların sapasağlam vazolarında arısız. nakkaş kendini süslüyor, erotizm kayıp. içten içe körelen bir yolculuk. envanter uzayıp gider: yönelme sıkıntısı, ayni aksaklıklar, alkol ve ekonominin libidinal çöküşü olarak büyüme grafikleri. tüm şehirler asil, nazik, şatafatlı ve istihbarat problemi yaşayan birer sınıf karakolu. * derler ki bir uygarlık taşınırsa ve temellerindeki en eski lahit açılırsa lanet kendiliğindenciliği benimser.
17
PARRHESIA
MADAM K. Ayşegül AÇAR aysegul.acar.10@gmail.com
Bir isteriğe âşık olmak nasıl bir şeydir bilir misiniz? Asla size ait olmayacak bir kadını, sayısız aşığı olan bir kadını taparcasına sevmek... Madam K ile tanıştığımda o İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirmiş, psikiyatri asistanlığının 1. senesinde, 25 yaşında güzeller güzeli bir kadındı. Uzun dalga dalga alev kırmızısı saçları her zaman açıkta bırakmaya özen gösterdiği beyaz narin omuzlarının üzerine dökülür, insanı çileden çıkarırdı. Lacivert iri gözleri yoğun kirpikleri ile müthiş bir gizemi barındırır, insan o gözlere baktıkça kaybolur giderdi. Sahip olduğu fizik hayatım boyunca tanıdığım hiçbir kadının sahip olamayacağı kusursuzluktaydı. Dolgun göğüsleri, ince narin beli, hacimli kalçaları, uzun bacakları, narin ayakları ve elleri, bembeyaz çıldırtıcı teni, kalın, şehvetli her daim kırmızı dudakları ile baştan çıkaramayacağı insan evladı yoktu. Ancak bilmelisiniz ki onu bu denli çekici ve tehlikeli yapan şey salt dış görünüşü değildi. O, aynı zamanda hayatımda tanıdığım insanlar arasında en karmaşık ve en etkileyici kişiliğe sahip kadındı. Bir ortama girdiği anda kimsenin gözü ondan başka şey görmez olurdu. O harika ağzını açıp konuşmaya başladığında susmasın diye yalvarmak isterdiniz. Hiçbir zaman çok konuşmazdı. Ancak söyleyecek bir şeyleri olduğunda öyle cümleler kurardı ki onu anlamak için üzerinde birkaç gün düşünmeniz gerekirdi. Geçmişi hakkında hiçbir zaman fazla bilgiye sahip olamadım. Bana açıldığı nadir anlarda Teşvikiye’de doğup büyüdüğünü söylemişti. Aslen Polonyalıymış. Babası Polonyalı, Avrupa’da ün yapmış bir kalp cerrahı iken, 1940ların İstanbul’unda dönemin ünlü milletvekillerinden biri kalbinden rahatsızlanınca özel olarak Türkiye’ye davet edilmiş. Görev için geldiği İstanbul’da Madam K’nın annesi ile tanışınca bir daha İstanbul’u terk edememiş. Yine geçmişi hakkında biraz daha açılmaya karar
18
verdiği nadir anlarda öğrendiğime göre hiç akrabası yokmuş Madam K’nın. Annesi onunla tanıştığım sene vefat etmiş. Anneannesi ile dedesi ise daha o beş yaşındayken bir trafik kazasında hayatlarını kaybetmişler. Babaannesi ve diğer dedesi ise babasının Türkiye’de kalma kararını hoş karşılaşamayıp oğullarını evlattıktan reddedince Polonya’daki akrabaları da onun için birer yabancı olmuşlar. Dedim ya o tanıdığım en mükemmel kişiliğe sahip kadındı diye, aslında aynı zamanda tanıdığım en yalnız, en yaralı insandı da... *** Puslu bir kış günüydü. Günlerden Pazar... Normalde ben her Cumartesi içki içerim. O Cumartesi evi yeniden dekore etmekten fazlaca yorgun düşmüş, dışarı çıkamamıştım. Ertesi gün saat 12 gibi uyandım. Kıvanç’ı aradım ve hadi dışarı çıkıp bir şeyler içelim dedim. Kıvanç bu isteğim karşısında şaşırdı önce. Sabah 12’de dışarı çıkıp içelim diyorum. Ama can dosttu en nihayetinde, kırmadı beni. Parlak güneş mavi gökyüzünde havayı ısıtamadığından üzgün bir halde öylece duruyordu. Biraz Moda sahilinde oyalandık. Soğuktan titreyene kadar yürüdük, bir yerlerde bir şeyler yedik. Zaman akıp geçti, akşamüzeri beş olunca Kıvançla çok sevdiğimiz bir bar olan Arkaoda’ya gitmeye karar verdik. İlerleyen saatlerde Altuğ ile Cem’de yanımıza gelecekti. Dört kafadar kafa çekmekti niyetimiz. Arkaoda’ya girip her zamanki yerimize kurulmuştuk ki yan masada oturan zırtapoz kılıklı gençten çocuk dikkatimi çekti. Benim canım deli gibi rakı içmek istiyordu. Şu hayatta bir rakıyı sevdim çılgınlar gibi bir de Madam K’yı... Tek buzla renklerdirdiğim sek rakımı yudumlarken o girdi içeri. Zırtapoz kılıklıyla merhabalaştılar, tak
PARRHESIA
yanımızdaki masaya oturdu. Tanrım o ne müthiş surattı öyle. Ben öyle barlarda kızlara göz dikip, gidip yavşayan, telefon numarası isteyen adamlardan değilimdir. Onu gördüğüm güne dek otuz yıllık yaşantımda daha gidip de bir kızın telefonunu istemiş değildim. Bir şekilde tanışırdı kadınlar benimle ve onlar alırdı numaramı, benim uğraşmam gerekmezdi. Ancak onun için daha pek çok istisna yaratacaktım. Masalarımız fazlasıyla yakındı, tüm konuşmalarını duyabiliyordum. Kendini taşıyacak birini bulamamaktan yakınıyordu. İnsanların onu anlamadığını, artık kimseye tahammülü olmadığını söylüyordu. Bunları duydukça daha fazla ilgimi çekiyordu bu esrarengiz kadın. Kurduğu her cümlede daha fazla merak ediyordum onu. Kulaklarım sesine aç bir şekilde onu dinlerken gözlerim yüzünde, gözlerinde geziniyordu. Kıvanç benim ciddi ciddi birini kestiğimi görünce şoka girmişti. Dedim ya ben sahiden de böyle olaylara giren bir adam değildim. Ancak bu kadına bakmadan duramıyordum. Az sonra ben de onun dikkatini çekmiş olmalıyım ki o da gözlerini üzerimde gezdirmeye başlamıştı. Yarabbi ne gözlerdi onlar... Göğün laciverdi çökmüş, içinde sonsuz gizemler barındıran gözler... Bir bakışın insanı bu denli etkileyebileceğini ilk kez deneyimliyordum. O gecenin sonunda tam hayallerimin kadını mekândan kalkarken peşinden gidip telefon numarasını isteme cesaretinde bulundum. Şansım varmış beni reddetmedi. İşte Madam K’nın hayatıma girmesi böyle sıradan bir Pazar günü gerçekleşti. *** Çok farklıydık aslında onunla... Kâğıt üzerinde müthiş uyumsuz bir çifttik. O caz manyağı, ben elektronik müzik hastası. O Shakespeare, Kafka, Oscar Wilde okuru, ben bu adamların adlarını bile
bilmeyen bir adam. O klasik müzik ve operadan anlayan burjuva, ben hayatında tek bir canlı opera izlememiş proleter. O bir şarap uzmanı, bense şarabı ancak berduş takıldığı zamanlarda gazete kâğıdına sarılı bir halde içen görgüsüz. O ileride başarılı bir psikiyatrist olacak İstanbul Tıp Mezunu bir kadın, ben Açık Öğretim’den iki yıllık Halkla İlişkiler bitirmiş, babasından kalma mirasla ömür boyu çalışmasına gerek olmayan bir mirasyedi. Ancak öyle bir noktada buluşuyorduk ki geri kalan hiçbir şeyin önemi kalmıyordu. Onunla geçirdiğim her an bir diğeri için yalvarmama neden oluyordu. Zihnimi kaybetmiş gibiydim. Onu tanıdığım andan itibaren kabuğum kırılmıştı. Ben ki ağzından tek bir aşk cümlesi çıkmamış adam, bu kadının kollarında aşkı yeni baştan yazar hale geliyordum. Üzerimdeki etkisi korkutucuydu. Daha önce varlığından haberdar bile olmadığım huylarımı ortaya çıkarıyordu. İnsanları etkisi altına alan Baküs Perisi gibiydi sevgilim. İstediği kıvama, istediği anda getiriyordu beni. Ellerinde oyuncak olmuştum fakat şikâyet etmiyordum. Aşkın teslimiyet olduğunu onunla öğrendim. Biliyordum o da bana deliler gibi âşıktı. Üzerime titriyor, fazlasıyla sahipleniyordu beni. Birbirimizden uzak kaldığımız zamanlarda saatlerce telefonda tutuyor, özlemin acısını paylaşıyordu. Sayısız sevişmelerimizde içten dokunuşları ile duyguları elle tutulur somut nesneler haline geliyordu. Nasıl da teslim oluyordu bana... Sonra nasıl da aniden vahşileşip parçalarcasına üzerime çıkıveriyordu. Sevişmelerimiz boyunca beni en çok etkileyen şey kulaklarımdaki sesi olurdu. İsmimi kalbinden kopan bir nağme ile haykırır ve onu bırakmamam için öyle çılgınca inlerdi ki o an erkeklik gururumla birlikle içim parçalanırdı. Ne kadar kırılgan ve hassas olduğunu gizleyemediği nadir anlardan biriydi ona yaşattığım orgazm seansları. Varlığına ne kadar çok sahip olsam da
19
PARRHESIA
asla yetmiyordu. Nitekim bir süre sonra dayanamayıp ona beraber yaşamayı teklif etmiştim. Yanıma taşındığı gün bir çocuk kadar heyecanlı ve mutluydum. Beraberliğimizin ilk senesi dolmuştu. Eve döndüğümde onu benden önce eve varmış buldum. Harap bir haldeydi. Tüm ev Gary Moore Parisienne Walkways ile çınlıyordu. Sevgilimi salonumuzda o çok sevdiği köşe koltuğunda ikinci şişe Cabernet Sauvignon Merlot’unu yudumlarken buldum. Gözleri yaşlarla sırılsıklam olmuştu. Madam K ile bilmeniz gereken önemli bir ayrıntı onu ağlarken ilk kez o zaman görmüş olmamdır. O hiçbir zaman gözyaşlarına yenilen kadınlardan olmamıştı. Ağlıyorsa bile bunu ben hiç görmemiştim. Bu nedenle o gece onu o halde gördüğümde yaşadığım dehşeti size anlatamam. Zihnimde beni terkedeceğine dair bir sürü paranoya belirmişti. Onu o gece bana neler olduğunu anlatması için sayısız kere zorladım. Fakat o ağlayışına hemen bir son verip kendisini benim kollarıma bırakmıştı. Yalnızca bana sarılmak istediğini, zor bir gün geçirdiğini söyleyip sorularımın önünü kesmişti. O gece sanki bir başka kadınla sevişiyordum. Aynı kadın değildi yatağımdaki. Biz erkekler sanırım gerçekten fazla aptal yaratıklarız. Şimdi düşününce birlikteliğimizin beş yılı boyunca beni bir bebek gibi uyutmuş olması tüylerimi diken diken ediyor. Onun sıkça gelmeye başlamış bunalımlı hallerini önemsemeyip, işinde karşılaştığı bir vaka yüzünden bu halde olduğunu sanmakla ne büyük hata etmişim. Nasıl farkedememiştim aslında hasta olanın dünyalar güzeli sevgilim olduğunu. Keşke ona yardım edebilseydim. Keşke... Hayatta üzerime yapışıp kalan kalleş kelime. ***
20
Günden güne çöküşüne şahit oluyordum. Çok yoğun çalıştığını, bu yüzden fazlaca yorgun olduğunu söyleyip geçiştiriyordu beni. Ben de safça inanıyordum ona. Psikiyatrist çıkmak için geçmesi gereken beş yıllık asistanlık sürecinin stresine veriyordum garip hallerini. Bazı geceler eve neredeyse sabaha karşı dönüyordu. Ben yine safça onun hastanede çalıştığını zannediyordum. Sonra çok sık çıktığı seyahatler başladı. Katılması gereken konferanslar olduğunu biliyordum. Mesleğinde hızla yükselen genç bir psikiyatrist adayıydı o. Ancak son senesinde işler çığrından çıkmıştı. O gece gibi bir geceyi en zalim düşmanlarımın dahi yaşamasını istemem. Ankara’da bir konferansa gitmişti. Dönmesine daha iki gün olduğunu sanıyordum bu sebeple o gece Kıvançlara kafa çekmeye gitmiştim. Geri döneceğim evde onun olmadığını bildiğimden eve dönüş saatimi iyice geciktiriyordum. Kıvanç onda kalmam için ısrar ediyordu ancak ben onun olmadığı bir eve dönmek istemediğim halde, onun kokusunun olmadığı bir evde kalmayı da beceremediğimden sabaha karşı dört gibi Kıvanç’tan ayrıldım ve evime geri döndüm. Kapıyı açtığımda içeride ışık yanıyordu. Önce ışığı unutmuş olabileceğimi düşündüğümden fazla umursamadım, patlamak üzere olan mesanemi boşaltmak için bir hışımla kendimi banyoya attım. Rahatladıktan sonra salona yollandım. Hiç kıpırdamadan öylece yine o çok sevdiği köşe koltuğunda oturuyordu kızıl saçlım. Bu kez yerde boş viski şişesi... - Erken döneceğini bilsem seni almaya gelirdim sevgilim. Neden bana haber vermedin? - Sürpriz yapmak istedim, ama sen evde yoktun. - Bebeğim neden aramadın? Kıvançlaydım.
PARRHESIA Hemen gelirdim. - Ben Ankara’ya falan gitmedim. - Nasıl yani? Neredeydin? - Bebek tarafında bir evde... - Ne işin vardı orada? Tanrı aşkına neler olduğunu anlatacak mısın? Sabrım tükenmeye başlamıştı. Ölgün yüzü, bir anda birkaç sene yaşlanmış hali beni fazlasıyla tedirgin ediyordu. Artık yoğun çalışma temposunun onu bu hale getirdiğine inanmaktan vazgeçmiş, cevaplar istiyordum. Bir şişe viskiyi tek başına bitirmiş olmasına rağmen biraz bile sendelemeden ayağa kalktı, yanıma yaklaştı. Ellerini kot pantolonumun cebine soktu. Böyle bir durumda bile tek bir dokunuşu bedenimin alev almasına neden oluyordu. Ancak onun amacı beni tahrik etmek değil, cebimdeki sigaraya ulaşmaktı. Paketi kavrayıp, narin ellerine sigarayı yerleştirdi. Sonra o hala dayanılmaz şehvetler barındıran mükemmel ağzı ile sigarayı kavrayıp ateşi beklemeye başladı. Bir an ne yapmam gerektiğini kestirememiştim, sonra hemen kendimi toparlayıp sigarasını yaktım. -Konuşmayacak mısın? - Konuşacağım. Ancak bir içkiye ihtiyacın olabilir, hatta şişelerce içkiye. Çünkü bu gece seninle gerçekten konuşacağım Tuna. Ve sen söylediklerimin tek bir kelimesini bile duymak istemeyeceksin ama ben seni dinlemeye mecbur edeceğim. Bu sözcükler ağzından döküldükten sonra derin bir nefes çekti sigarasından. Aslında o sigara içmezdi. Benim de içiyor olmamdan nefret ederdi. Fakat tek tük paketimden otlandığı olurdu. Orgazmlarımızdan sonra, sarhoş olduktan sonra, arada bir tüttürürdü. O gece yıllardır sigara içen bir bağımlı gibi sömürüyordu sigarasını. Bir an onu aslında hiç tanımadığım duygusuna kapılıvermiştim. - Dediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. Ancak seni dinleyeceğim konusunda haklısın. Artık bu gizemli tavırların fazlaca sinirime dokunmaya başladı. Bu sırada içki dolabından bir şişe daha viski çıkarmış, bardak getirmeye tenezzül etmeden kapağını açıp, büyük bir yudum almştım. - İşte hazırım, dinliyorum seni... - Sana daha önce babamın nasıl öldüğünden hiç söz etmedim değil mi? - Hayır. Bana yalnızca sen iki yaşındayken vefat ettiğini söylemiştin.
- Benim babam intihar etti... diye uzun uzun yanıtlamaya başladı... Bunu söylerken yüzünün aldığı ifade öyle korkunçtu ki. Daha önce o güzel suratta böylesine tiksindirici bir biçimi hiç görmemiştim. Dudakları zalimlikle kıvrılmış, gözleri acı ile kısılmıştı. Sigarayı tutan parmakları titremeye başlamıştı. - Ne diyeceğimi bilemiyorum inan. Neden gizledin ki bunu benden? Bu bir insanın yalnız başına taşıması için fazlasıyla ağır bir yük senin için bile. - Taşıdığım diğer yükleri öğrendiğinde vereceğin tepkiyi gerçekten merak ediyorum. O çok sevdiğim şuh kahkahalarına hiç benzemeyen müptezel bir kadının sahte kahkahalarını patlattı, ardından konuşmaya devam etti: - Sakladım bunu senden, çünkü bana öldürdüğüm bir geçmişten başka hiçbir şeyi hatırlatmıyordu. Ve inan bana o geçmişle yüz yüze gelmeyi hiç istemiyordum. Seni tanıdığımdan beridir başka biri olmuştum ben ve eskiden olduğum kişiyi hatırlatacak en ufak anı iskeletine tahammülüm yoktu. Ne yazık, insanın kendisinden sonsuza dek kaçamayacağını en acı yoldan deneyimlemiş oldum. - Ne demek istiyorsun? -Bölme beni Tuna. Yalnızca dinle. Tüm söyleyeceklerim bitene dek, yalnızca dinle beni. Sonra
21
PARRHESIA nasılsa konuşmak ya da beni terk etmek için yeterlice vaktin olacak. Fakat şimdi susmalısın. Yoksa bir daha sana bunları hiç anlatamayabilirim. İşte hayatım boyunca katlanmak zorunda olduğum en dayanılmaz itirafları o gece duydum. Her duyduğum cümle ile içimdeki bir parça, sonra bir parça daha ölüyordu. Anlattıkları bittiğinde yaşayan hiçbir şeyim kalmamıştı. Babasının intiharının tek sorumlusunun annesi olduğunu anlatmıştı. Daha sonra annesinin babasına çılgınca âşık olmasına rağmen hasta bir kadın olduğundan, bir isterik, bir seks bağımlısı olduğundan bahsetti. Sayısız kereler aldatmıştı zavallı adamı. Her günahından sonra müthiş bir vicdan azabıyla bir daha kocasını aldatmamak üzere yeminler ediyor ancak bu yeminleri elinde olmadan yeniden bozuyordu. Madam K’nın babası karısının onu aldatışlarının farkındaydı. Onun hasta olduğunun, kocasını sevmesine rağmen bir müptela gibi kendisini engelleyemediğinin bilincindeydi. Sevgisi ile onarmaya çalışmıştı hasta karısının ruhunu. Onu birçok psikiyatriste, psikoloğa götürmüş, tedavi olmasını sağlamaya çalışmıştı. Ancak Caroline bir süre düzelme gösterdikten sonra tekrar aynı günahları işlemeye devam ediyordu. Madam K dünyaya geldiğinde en sonunda gerçekten tedavi olmuş gibiydi. Ancak daha sonraları kızı dünyaya geldikten sonra bile Caroline’ın kendisini aldatmaya devam ettiğini öğrenen zavallı adam bu yükü daha fazla taşıyamamış, bir gece yarısı yine karısının hangi adamla düzüştüğünü düşünmekten çıldırmış bir halde bileklerini keserek bu eziyete bir son vermişti. Eve ertesi gün dönen Caroline eşini beyaz bıraktığı çarşafları kırmızıya bulamış bir halde cansız bulmuştu. Duyduğum en tüyler ürpertici hikâyeydi bu. Madam K’nın annesinden şimdi neden nefret ettiğini, neden onun mezarını ölüm
22
yıldönümlerinde bile hiç ziyarete gitmediğini anlıyordum. Üstelik annesi zavallı sevgilim 18 yaşına gelene dek babasının intihar ettiğini ondan gizlemişti. Kocasının intiharının ardında yatan sebebi ise ölüm döşeğinde itiraf etmişti. Annesi öldüğünde Madam K. asistanlık sürecinin ilk yılındaydı. Yani bu itirafı öğrenmesi aslında benimle tanıştığı zamanlara denk geliyordu. - Annemin itirafı hayatımı yerle bir etmişti. Yıllarca aradığım soruların cevabını elde etmiş olmak sandığım gibi tatmin getirmemişti. Tüm üniversite hayatım boyunca karşıma kim çıktıysa, kiminle beraber oldumsa hepsini aldatmıştım. Önceleri bu aldatışları birer zararsız oyun gbi görüyordum. Altında ciddi bir nevrozun yattığının bilincinde değildim. Fazla özgür ruhluydum ben ve kimseye âşık olamıyordum. Bu sebeple kaçamaklar bende suçluluk duygusu uyandırmıyordu. Erkekler sürekli kız arkadaşlarını aldatıyorlardı. Ben de erkek gibi yaşamaya cesaret edebilen nadir kızlardandım işte. Ancak daha sonra barların tuvaletlerinde hiç tanımadığım adamlarda sevişmeye başlayınca fazla ileri gitmeye başladığımı anlamıştım. Fakat gençlik ile bunların üzerinde durmamıştım. Bohem yaşama merak saldığımı düşünüyordum. Gelip geçecek bir hevesti bu en nihayetinde. Fakat geçmedi. Günden güne daha beter bir hal aldı. İçimde ben onu besledikçe daha fazla kurban isteyen bir canavar vardı sanki. Seks ihtiyacım bir türlü dinmiyordu. Ne zaman biriyle düzenli bir ilişki yaşamaya kalksam o ilişkiye olan ilgimi kaybediyor farklı fanteziler peşinde koşuyordum. Geceleri yalnız başıma dışarı çıkıp, lüks gece kulüplerinden, barlardan, restoranlardan kendime yeni partnerler seçmeye bu şekilde başladım. Her gece farklı bir mekâna gidip bir içki söylüyordum kendime. Önce dikkatlice etrafımı süzüyordum. Önüme gelenle yatıyormuşum gibi gelebilir sana ama hayır ben partnerlerimi her zaman belli kıstaslara göre seçiyordum. Her kurbanımın ayrı bir özelliği vardı. Kimlerle beraber olmadım ki. Mesleğinde ün yapmış doktorlar… Çılgın müzisyenler... Oyuncular... İş adamları... Futbolcular... Gittiğim mekânlara belli seviyede insanlar girebiliyordu ancak bu tabi ki seçtiğim her adayın düzgün olduğu anlamına gelmiyordu. Para insanların gerçekte kim olduklarını saklamalarına yarayan en güzel giysidir. Artık tedavi olmam gerektiğini
PARRHESIA anlamam için acı bir deneyim yaşamam gerekmişti. Yine her zaman gittiğim lüks barların birinde kendime yem arıyordum ki Bay X bana içki ısmarlamak için benden önce davrandı. Ön sevişmeyi hızla geçip onun evine gelmiştik, bana sert sevip sevmediğimi sormuştu. Ben de asıl onun ne kadar sert olabileceğini sormuştum. Bu hayatımda hiç sormamam gereken bir soru, o evse hayatımda hiç adım atmamam gereken bir evdi. Adam bir sadistti. Hiç hoşuma gitmeyen şekillerde cinsel ilişkiye girdi benimle. İşini bitirdiğinde ağzım yüzüm dağılmış, darp edilmiş haldeydim. Bir hafta hastanede yatmak zorunda kaldım. Utancımdan kimseye doğruyu söyleyememiştim. Yolda bir tinercinin bana saldırdığı yalanını atmıştım. Yüzümün eski haline gelmesi de iki hafta sürmüştü. O olaydan sonra bir süre duruldum. Yaşadığım şey yüzümde bir tokat gibi patlamıştı. Annemin itirafının üzerimdeki yükü ve yaşadığım bu hayvani deneyim sonucu uzunca bir süre uslu kaldım. Zaten kısa bir süre sonrasında seninle tanışmıştık. Sen adeta hayatımı kurtarmıştın. Seni tanıyana dek yaşamıyormuşum ben. Hayatımı değiştirmiştin. Senin sayende eski benliğimi fırlatıp atabilmiştim. Kendimin de annemin kaderini paylaştığına ait olan düşüncem yerle bir olmuştu. Ben onun gibi değildim işte. Yalnızca sen vardın artık benim için. Beraber olmak istediğim tek adam sendin. Ancak içten içe içimdeki inzivaya çekilmiş hayvanın bilincindeydim. Yaratık tamamen gitmemişti. İçimde bir yerlerde zayıf bir anımı bekliyor, beni yeniden alaşağı etmenin yollarını arıyordu. Günlerim kontrolümü nerede ve ne şekilde kaybedeceğimin paranoyası ile geçiyordu. İşte sen bu anlarımı yoğun çalışma tempomun üzerimde yarattığı bunalımlar olarak algılıyordun. Aslında beni elimde bir şişe içkiyle aklını kaçırmak üzere köşe koltuğumda bulduğun zamanlar ben zihnimdeki bu paranoyalarla günden güne günaha koşuyordum. Ne kadar direnmeye çalıştımsa olmadı, yenildim. Asistanlığımın ikinci yılından itibaren sayısız kereler ihanet ettim sana. Onlarla, bunlarla. Daha üzerimde bir başka adamın spermleri yeni kurumuşken utanmadan seviştim seninle gecelerce. Daha fazlasını duymaya dayanamamıştım. Farkında olmadan elimdeki bir şişe viskiyi bitirmiştim. Karşımdaki kadın, sevdiğim kadın, yıllarca koynumda uyuttuğum kadın, ilişkimizin
ilk bir yılı hariç son dört senesinde beni aldatmadığı adam kalmadığını söylüyordu. Benim kadınım... Benim Katherine’im... Benim olduğunu sandığım kadın... Bir adam için aldatıldığını öğrenmek fazlaca zor bir şeydir. Bir adam için sayısız kereler kim olduğu bile belli olmayan adamlarla aldatılmak... İşte onu sakın sormayın. O evde daha fazla durmaya tahammül edemezdim. Bir anda paramparça olmuştu içimdeki her şey. İçimdeki her bir parçanın, birlikteliğimize ait her bir anının teker teker öldüğünü, birer birer beni terkettiğini hissetmek taşınmaz bir yüktü. Hışımla kapıyı çarpıp sokağa attım kendimi. Ancak artık her şey bitmişti. Ne yüzüme çarpan keskin sabah sakinleştirebilirdi yaralı hayvan misali uluyan ruhumu, ne de birden yağmaya başlayan yağmur arındırabilirdi kirletilmiş aşkımı. *** Tam iki ay dönemedim evimize. Tam iki ay giremedim onunla paylaştığım o eve. Topuklu ayakkabılarının parkelere kazınmış izleriyle, eve buram buram sinmiş kokusuyla yüzleşmeye gücüm yoktu. Dokunduğu eşyalara yeniden bak-
23
PARRHESIA maya, kıyafetleriyle karşılaşmaya, üzerinde ruj izi kalmış kahve içtiği o çok sevdiği fincanı görmeye mecalim yoktu. Anahtarı Kıvanç’a vermiştim. O, eve girip birkaç eşya getiriyordu bana. Katherine’in evi çoktan terketmiş olduğunu Kıvanç vasıtasıyla öğrenmiştim. Ancak hiçbir eşyasını yanında götürmemişti. Ev Kıvanç’ın anlattığına göre o son gece terk edip gittiğimdeki gibi duruyor olmalıydı. Neden sonra iki ayın sonunda kendimi Cihangir’deki küçük apartman dairemizin önünde buldum. Koşar adımlarla girdim apartmandan içeri ve adımımı attım son sahnede takılı kalmış yuvamıza. Eşyalar bıraktığım yerlerinde duruyorlardı. Az ötede iki boş viski şişesi, izmaritlerle dolu kül tablaları, onun kokusuna karışmış kitap ve havasızlık kokusu. Ne kadar saat o evde kaldım, gözlerimde yaş kalmayana dek ne kadar saat ağladım hatırlamıyorum. O günden sonra tam 30 senem Madam K.’yı aramakla geçti. Ona ait elimdeki her türlü bilgi kırıntısını didik didik etmiş olmama rağmen izini bulmam tam 30 sene sürmüştü. Onu aramak bir hayaleti aramaktan farksızdı. Eğitim gördüğü İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki insanlardan, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nden onu sormadığım kimse kalmamıştı. Ancak onu tanıyanlar ya vefat etmişler ya emekli olmuş ya da başka yerlerde çalışmaya başlamışlardı. Ayrıca hiç kimse benimle fazladan bilgi paylaşma hevesi
24
içinde değildi. Onu arama çalışmalarım süresince asosyal biri olduğunu keşfetmiştim, çok az arkadaşı vardı. Onsuz geçen yıllarım boyunca denedimse de bir daha hiçbir kadınla duygusal bir ilişki kuramamıştım. Tek yaptığım o bedenden diğerine atlamak, kendimi uyuşturmaktı. Yine günlerden bir Pazar, beni dürten şeytanın etkisiyle tekrardan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne bir ziyarette bulunmaya karar vermiştim. Oraya yeni atanmış genç bir psikiyatrist benimle ve Madam K’nın hikâyesi ile yakından ilgilenmişti. Benim Katherine’imin ortadan kaybolmasına denk gelen bir tarihte bir kadın Ankara’dan Bakırköy’e sevk edilmişti. Kadın şimdilerde 60larındaydı. Şizofreni ve paranoid hezeyanlarla seyrettiği gerekçesiyle tedavi altına alınmıştı. Bana eğer istersem hastayı görmemi sağlayabileceğini söylemişti genç doktor. Hiç tereddütsüz içimdeki umut ışığıyla tutunmuştum bu teklife. Uzun koridorları geçtikten sonra kadının konakladığı odaya gelmiştik, yaşlı kalbim inanılmaz bir hızla atıyordu. Odanın kapısı açılıp onu karşımda gördüğümde bunca yıldır bu hastaneye gidip geldiğim halde ona tam 30 sene sonra kavuşabilmiş olmanın acısı ile kendimi kaybetmiştim. Doktor oturmamı tavsiye ettiyse de ben aşkıma doğru bir adım atmıştım bile. Gözlerindeki boş bakışlar yüreğimi sızlatıyordu. Sanki karşımdaki kadın Katherine değildi. Öylece cam kenarındaki sandalyeye oturmuş, dışarıyı seyrediyordu. İçeri girişim onda hiçbir değişiklik yaratmamıştı. Sesim titreyerek adını çağırdım. –Katherine? Sevgilim... Bak ben geldim. Beni hatırlamadın mı? Bak bana güzel gözlüm. Bak geldim işte sonunda. Lütfen konuş benimle. Konuş benimle Katherine! Bir süre sonra kendimi tutamayıp onu sarsmaya başlamıştım, doktor araya girdi. Katherine hiç tepki vermiyor, halen boş gözlerle yüzüme bakıyordu. - Doktor neden hiç tepki vermiyor? Neden hiç konuşmuyor? Neden tanımadı beni? Neden doktor, nesi var onun? - Tuna bey lütfen kendinize hakim olun. Madam K. katatonik şizofrendir. Bu tip hastalarda sırayla aşırı ve az hareketlilik arası değişen durumlar görülür. Çoğunlukla hasta belirli bir duruşta uzun
PARRHESIA süre kalır, dışarıdan yapılan ilişki kurma girişimlerine tepkisiz gibidir. Yemez, içmez, uyumaz, konuşmaz, verilen öğütlere uymaz. Bazen birden atak, aşırı hareketli bir durumu olabilir. Bazen yatağında kımıldamadan komadaymış gibi yatar. Gelin odama geçelim, orada daha rahat konuşuruz. Hem siz de biraz sakinleşmiş olursunuz. O gün öğrendiğime göre Katherine 1973 yılında Ankara’da bulunduğu sırada aniden rahatsızlanmış ve Bakırköy’e sevk edilmişti. Onu buradaki hastaneye sevk eden doktor okuldaki sınıf arkadaşlarından Cenk adlı başarılı bir psikiyatırmış. Doktor Cenk’in o yıllar hazırladığı rapora göre Katherine 1973 yılının Ekim ayında arkadaşının Ankara’daki bir seminerini izlemeye gitmiş. Seminerden sonra iki arkadaş eski günleri yâd etmek hem de özlem gidermek için Ankara’nın o yıllardaki meşhur restoranlarından birine gitmişler. İlk saat tatlı tatlı muhabbet ettikten sonra Katherine bir anda huysuzlanmış ve anlaşılmaz bir dilde konuşmaya başlamış. Daha sonra kendisini toparlayıp Cenk’e uzun yıllar Tuna’dan sakladığı gerçekleri, isteri problemini anlatmaya başlamış. Cenk Katherine’e bir süre daha Ankara’da kalmasını teklif etmiş. Gerekirse tedaviyi üstlenebilecek güvendiği doktor tanıdıkları olduğunu söylemiş. Bu şekilde Katherine’in ilaç tedavisine ve terapilerine başlamışlar. Katherine başından geçen her olayı, yattığı adamların isim ve soyadlarına kadar her şeyi, bunların içinde ünlü doktorlardan, futbolculara kadar pek çok tanınmış isim varmış, anlatmış doktoruna. Cenk’in Madam K’nın tedavisiyle ilgilenen psikiyatrist arkadaşı bir gün tesadüf eseri Madam K’nın yatmış olduğunu söylemiş olduğu ünlü iş adamlarından biriyle karşılaşmış. Adam kızının kleptomani tedavisinde kendisinden yardım istemekteymiş. Bu adamla aralarında oluşan dostluktan cesaret alarak, etiği falan boş verip ona Katherine diye bir kadınla bir dönem ilişki yaşayıp yaşamadığını sormuş. Adamın bunu şiddettle yalanlamasını bir savunma olarak görüp, Madam K.’nın tedavisine devam etmiş. Ancak bu olay doktorun içine bir şüphe düşürmüş ve Madam K’nın yatmış olduğunu söylediği bütün adamları araştırıp onlarla irtibata geçmeye başlamış. Hangi adamla konuştuysa, bu adamlardan bazıları Katherine’i arkadaş toplantılarından, okuldan, tıp konferanslarından,
lüks barlardan tanıyor çıkıyor ancak hepsi de Katherine ile aralarında hiçbir şey geçmediğine ki bazıları bunu cidden istemiş olduklarını itiraf ediyorlarmış, yemin etmişler. İşte o zaman doktor taşları yerli yerine oturtmaya başlamış. Aralık 1973’te Katherine’e tehşisi koymuş. Katherine’nin paranoid hezeyanlarla seyreden bir şizofren olduğunu savcılığa bildirmiş ve onun Bakırköy’e sevkiyatını sağlamış. *** Siz hiç kendisinin isterik olduğunu zanneden bir kadına âşık olmak nedir bilir misiniz? Ya da yıllarca aldatılmış olduğunuzu düşünerek yaşadıktan sonra aslında sevdiğinizin size tamamen sadık olduğunu öğrenmenin etkisi ile başetmek zorunda kalmanın nasıl birşey olduğunu? Hayat bu denli saçmaydı işte. Bu denli acımasız ve de adi. Bize oynadığı oyunlar karşısında hiçbir yaptırım gücümüz yok. Dünya sahnesi üzerindeki zavallı piyonlardan başka bir şey değiliz aslında. Tanrı gerçekten de ölmüş olmalı. İçimdeki diğer her şey gibi o da ölmüş. *** Ne satmaya ne de içine girmeye dayanamadığım Cihangir’deki o evin kapısından içeri süzüldüm bir Pazar günü. Sokakta çocuk sesleri... Salona geçtim. Bir sigara yaktım. Derin bir nefes çektim içime, bir taraftan ona ait kitaplara bakmaya başladım. Rastgele birini elime aldım. William Shakespeare, Othello... Sararmış sayfaları kokladım, altını çizdiği cümleleri okudum. Sonra yatak odasına geçtim. En son birlikteliğimizin izleri hala rutubet tutmuş, böcekler tarafından pisletilmiş çarşaflarımızda duruyordu. Bir acele banyoya koşup nuh nebiden kalma jiletimi aldım. Sonra tekrar yatak odasına geçtim. Kendimi toz ve pislik kaplı, sararmış çarşafların üzerine bıraktım. Aklımda Jefferson Airplane, White Rabbit. Yaşam arzusu ile atan damarımı buldum ve gaddarca susturdum atışını. Yavaş yavaş süzülürken damarlarımdaki kan, sararmış yatağımızı kızıla boyamanın verdiği sersemlilikle, burnumda halen onun tarçınımsı kokusu, yavaş yavaş yumdum gözlerimi bir daha aydınlanmayacak geceye.
25
PARRHESIA
Psikanaliz ve Antropoloji tartışmaları: Malinowski'nin Trobriand Adaları Onurcan YILMAZ onurcanyilmazz@hotmail.com
“Her kuşakta soyu kadın sürdürür, erkek temsil eder; ya da başka sözcüklerle: bir ailenin gücü ve asaleti, kadınlarca miras alınmasına rağmen her kuşağın erkeklerindedir”.[1] Bu araştırmanın konusu Papua Yeni Gine’nin doğusunda kalan Trobriand adaları hakkında yapılmış etnografik çalışmalarda ulaşılan bazı sonuçları antropolojik ve psikolojik açılardan irdelemektir. Öncelikle kendi ulaşabildiğim iki etnografik çalışmadan bahsedeceğim; bunlar Malinowski’nin Birinci Dünya Savaşı’na denk gelen 1915-18 arasında yaptığı katılımcı gözlemci araştırmayla, ondan seneler sonra (1988’de) tekrar adaya giden Weiner’in yaptığı katılımcı gözlemci araştırmadır. Öncelikle belirtmek isterim ki Malinowski Trobriand Adalıları’yla ilgili birden çok kitap yazmış ve oldukça derin konulardan bahsetmiştir. Ancak bu konuların hepsini bu yazının içerisinde
26
ele almamız mümkün olmadığından, belli başlı ilgimi çeken konuları sistematik bir şekilde birleştirmeye çalışacağım. Bu yazı içerisinde odaklanacağım ana konu ise yerlilerin toplumsal yaşamında kadının yeri ve onların cinsel yaşamlarıdır. Bunlarla bağlantılı olarak evlilik öncesi cinsel ilişki ve evlilik sonrası ilişkiler –bir nebze de olsa- ekonomik ilişkiler ve din konuları da odaklanılacak konular arasındadır. Malinowski, Trobriandlıların cinsel yaşamı hakkında birkaç kitap yazmıştır. Bu konu ilgisini çekmiştir çünkü o dönem Freud’un psikanalizi genç Malinowski’nin oldukça ilgisini çekmekteydi. Ancak o Oedipus Karmaşası’nın evrensel olduğunu düşünen Freud gibi düşünmüyordu. Malinowski’nin Trobriand Adaları’nda yaptığı bu araştırması entelektüel çevrede en az Freud’un ilk çıktığında yarattığı etki gibi bir etki yarattı. Malinowski Trobriand Adaları’nda anaerkil bir toplum olduğunu ve Oedipus Karmaşası’nın Freud’un betimlediği biçimde gelişmediğini –daha doğrusu- böyle bir fenomenin Trobriand Adaları’nda olmadığını söylüyordu. Çünkü bu toplumda dinamik annedir. Batı toplumunda gördüğümüz babanın otorite ve güçlerini, anne ve onun erkek kardeşi –yani dayıüstlenmiştir. Baba, çocukları için yalnızca sevgi gösteren bir arkadaştır. Yani baba bir “yabancı” olarak adlandırılıyordu ve babanın çocukları üzerindeki otoritesi oldukça zayıftı. Otorite dayınındı, çünkü bu çocuklar babalarının değil dayılarının soyuna mensuptu (Weiner, 1988). Böyle bir durumda –Malinowski’nin de söylediği gibi- klasik psikanalizin bize belirttiği bir Oedipus Karmaşası’ndan bahsedemeyiz. Malinowski’nin bu tezi üzerine Ernest
PARRHESIA
“
Malinowski’nin Trobriand Adaları’nda yaptığı bu araştırması entelektüel çevrede en az Freud’un ilk çıktığında yarattığı etki gibi bir etki yarattı. Malinowski Trobriand Adaları’nda anaerkil bir toplum olduğunu ve Oedipus Karmaşası’nın Freud’un betimlediği biçimde gelişmediğini –daha doğrusu- böyle bir fenomenin Trobriand Adaları’nda olmadığını söylüyordu.
Jones (1925) yazdığı bir makaleyle ona cevap verdi ve ortaya “sembolik baba” diye bir kavram attı. Bu psikanaliz için bir çözümdü ancak bir kompleksin ya da bir fenomenin ataerkil toplumda böyleyken, anaerkil bir toplumda başka bir boyut kazanmasından daha doğal hiçbir şey olamaz sanıyorum. Bildiğimiz gibi kültür, hastalıkları, davranış kalıplarını, dinsel inanışları, ticaret stilini, vs. her şeyi yapılandırır. Dolayısıyla Oedipus Karmaşası’nın kültürden kültüre çeşitlilik gösterdiğini kabul etmek, olsa olsa bilimsel bir olgunluk olurdu bana göre.[2] Malinowski’nin yarattığı entelektüel etki bununla sınırlı değildi. Wilhelm Reich, Malinowski'nin Trobriand Adaları’nda yaptığı bu araştırmalardan yola çıkarak kendi kuramında taşları yerine oturtmuştur. Reich (1995) Malinowski'nin yaptığı araştırmayı esas alan incelemesinde cinsel özgürlük ile yaşayan bir toplumda tecavüz, hırsızlık gibi sözcüklerin dilde karşılığı bulunmadığını anlatır. Genel psikiyatride varolan bir dogmayı da eleştirmiştir. Bu “sorunsuz ergenlik çağı olmaz” dogmasıdır. Ancak Malinowski’nin bize gösterdiklerinden biliyoruz ki böyle olması bir yana böylesi ilkel topluluklarda ergenlik çağının en mutlu hayat dönemleri olduğunu görüyoruz (Malinowski, 2002). Malinowski’nin araştırması ilk katılımcı gözlemci araştırma olmasına rağmen, seneler sonra kendi meslektaşları tarafından eleştirilmekten kurtulamamıştır. Weiner (1988) Malinowski’nin Trobriand kadınlarının toplum içinde yüksek bir konuma sahip olduklarını fark etmesine karşın, bu durumu soyun kadından geçtiğini kabul ettikleri için anasoylu bir toplum
”
olmalarına bağlamıştır. Ancak Weiner Trobriandlı kadınların, ölen birinin anısına muz yaprakları ve muz lifinden yapılma eteklerden ibaret olan mal varlıklarını değiş tokuş ettiklerini söylemektedir. Bu da hiç kuşkusuz bize kadınların ekonomide yüklendikleri bir rol olduğunu gösterir. Aslında tam da bu noktada Marx’a ve altyapıya da göz kırpmaktayız. Trobriandlılarda yaygın inanç sistemlerinden biri de erkeğin doğurucu olmadığına inanmasıdır. Öyle ki bir kadının hamile kalması demek, atalarının onun ruhuna girip onu dölleyerek hamile bırakması demektir. Hatta çocuğun, doğduktan sonra bile; dayının, kız kardeşine verdiği patatesleri yiyerek beslendiği kabul edilir. Böylece Malinowski, babadan, farklı bir anasoyundan gelmesinden ötürü üreme sürecinden dışlanan bir figür olarak bahseder ve aslında tüm psikanaliz eleştirisini bu argüman üzerine kurar. Ancak Weiner’ın (1988) araştırmasında baba bir yabancı veya aile içi ilişkilere dışarıdan bakan bir figür değildir. Çocuğun, büyüyüp evlendikten sonraki döneme kadar uzanan çok önemli bir role sahiptir. Weiner’e göre Trobriand’lı bir baba çocuğunun kendi anasoyundan da bir şeyler alıp
27
PARRHESIA zenginleşmesini ister. Hatta çocuk babasının kendisine sunduğu bu imkanlara karşılık onun ölümünden sonra bile kendisini babasına karşı sorumlu hisseder. Ayrıca, baba çocuğu büyütmek ve beslemek için ilk olarak, hamileyken anneyle cinsel ilişkiye girer, çünkü Trobriandlılar hamilelik dönemindeki cinsel ilişkinin ceninin büyümesini hızlandırdığını düşünmektedir (Haviland, 2008). Ancak başka bir görüş ise bir Trobriand erkeğinin karısının yerine kendi kız kardeşlerine destek olup ona yardım etmesinin beklendiği üzerinedir. Bu görüş –ayrıca- erkeğin, karısının ve çocuklarının geçimini sağlamak konusunda sınırlı bir yükümlülüğe sahip olduğunu da söyler. (Bates, 2009) Malinowski’nin yaptığı bu alan çalışmasında incelediği konulardan biri de evlilik öncesi cinsel ilişki ve evlilik deneyimleridir. Trobriandlıların geleneklerine göre, 7-8 yaşına gelmiş çocuklar birbirleriyle erotik oyunlar oynar ve yetişkinlerin bu türlü tavırlarını taklit etmeye başlarlar. Bundan sonraki 4-5 yıl içinde ise gençler ciddi bir şekilde eş arayışına girerler. Batı toplumunda olduğu gibi tek eşlilik olumlanan bir davranış değildir. Tersine, cinsel ilişkiye girilen eşler sık sık değiştirilir ve biriyle yaşanan cinsel deneyimden sonra bir diğeri ile deneyim yaşamak hedeflenir. Onlu yaşların ortasına gelindiğinde ise aşık gençlerin buluşmaları gece olmaya başlar. Aynı eşle buluşmalar tekrar tekrar olmaya başladıktan sonra başkalarının teklifleri reddedilir. Çiftler evlenmeye karar verdiklerinde ise bunu duyurmak için bir sabah erkenden erkeğin evinin önünde boy gösterirler. (Haviland, 2008) Trobriandlılar için cinsel eşlerine çekici
28
görünmek oldukça önemsenen bir şeydir ve hatta zamanlarının büyük bir bölümünü çekici ve baştan çıkarıcı görünebilmek için harcarlar. İlginç bir nokta ise gençlerin gün boyunca yaptığı sohbetlerin cinsel imalarla ve baştan çıkarıcı sözlerle yüklü olmasıdır (Haviland, 2008). Bu tür şakaların, esprilerin ve fantezilerin yapılmasının sebebinin bilinçdışı bastırma savunma mekanizması olduğunu biliyoruz (bu bastırdığımız dürtülerimiz ise cinsellik ve saldırganlık dürtüleridir.) Freud Victoria dönemine bakıp haklı olarak bu sonuçları çıkarmıştır, ancak Trobriandlılarda bastırılmış bir cinselliğin olmamasına karşın bu tür şakaların, eğlencelerin olması bizi iki farklı sonuca götürmektedir. Ya günlük hayatta bile çevremde deneyimleyebildiğim bu davranış örüntüleri[3] Freud’un dediği gibi bir sonuç doğurmuyor, ya da cinselliği serbest bir şekilde yaşamak bile cinselliği bastırmamıza engel olmuyor. İkincisinin bana daha yakın geldiğini söylemek isterim. Çünkü Trobriandlı bir kişi için cinsellik her ne kadar tabu olmasa da “object a”yı ya da arzulanan kayıp ötekiyi her şartta bastıracaktır.[4] Bu bağlamda, Trobriandlı bir gencin cinselliğini rahatça ve özgür bir şekilde yaşadığını söyleyebiliriz. Ancak bu özgürlükten onların insandan çok hayvan gibi yaşadığı ya da ahlaksız bir toplum oldukları sonuçlarını çıkarmak büyük bir ahlaksızlıktır. Malinowski (1992) “Vahşilerin Cinsel Yaşamı” adlı kitabında şöyle der: “Trobriandlıların cinsel özgürlüğü asla ‘ahlaksızlık’ diye adlandırılıp olmayan bir kategoriye yerleştirilemez. Ne kural, ne değer, ne de
PARRHESIA sınırlama olmaması anlamında ‘ahlaksızlık’, ne kadar bozulmuş ve çökmüş olursa olsun aslında kültür değildir. Ama kendi uyguladığımızı ileri sürdüğümüzden farklı bir ahlakın egemen olması anlamında ‘ahlaksızlık’, bizimkinden, yani Hıristiyan ve batı etkisindeki kültürlerden farklı olan her toplumda beklenebilecek bir şeydir”. Bundan 50 yıl öncesine kadar Batılı ülkelerin çoğunda ergenlikte yaşanılan cinselliğe olan tutum Trobriandlılarınkilerle tam bir terslik gösteriyordu. Türkiye’yi düşünecek olursak evlilik öncesi cinsel ilişkinin tabu olarak yıkılması -ki hala tam yıkılıp yıkılmadığından emin değilim- maksimum 20 sene öncesine rastlar. Başka bir örnek de Katolik ülkeler olabilir. Onlar da evlilik öncesi cinsel ilişkiyi ve ergenlikte yaşanılacak cinsel ilişkiyi olumlayıcı bir tavırları yoktur. Ancak ne acıdır ki hep vahşi toplumları ilkel gören ve kendimizin daha “modern” olduğunu söyleyip onların yaşayışlarını kendi “modern” kültürümüze uydurmak isteyen batı toplumu, son 50 yıldır cinsel yaşayış açısından Trobriandlılara benzemiş gözüküyor. Kanımca bu iyi ki de öyle olmuş çünkü eğer biz onlara bezemeseydik muhtemelen onları sapıklıkla yaftalayıp, kendi kültürümüzü üstün görüp onları kendimize benzetecek ve cinselliğin baskılanmasından ortaya çıkan çoğu nevrotik hastalığı da onlara bulaştıracaktık. Diğer bir konu ise, Trobriand Adalılar daha çok komün hayatına benzetebileceğimiz bir yaşam sürmektedir. Mesela, Trobriand Adası’nda yaşayan insanlar için bir kanonun yapımı ortak bir iştir ve köyün tümünü ilgilendirir. Ayinin ve şölenin de damgasını vurduğu bu işte onlarca insan hep beraber işbirliği yaparlar (Bates, 2009). Bir işte uzmanlaşma da kendi yiyeceğini üreten toplumlar için oldukça önem arz eden bir durumdur. Günümüz sanayi toplumunu düşünecek olursak kimsenin uzmanlaşmadığı bir işte çalışmayacağını söyleyebiliriz. Ancak bu uzmanlaşma teknolojinin de getirdiği bir takım şeyler sayesinde cinsiyete bağlı iş bölümünü anlamsız hale getirmiştir. Sanayileşmemiş toplumlarda ise iş bölümü büyük oranda yaş ve cinsiyete bağlı belirlenir. Uzmanlaşmanın içeriği ise –hiç kuşkusuz- toplumdan topluma değişiklik gösterir. Örneğin, Trobriand Adası’ndan bir kişi, balta sapı
yapmak için taşa ihtiyaç duyar ve bu taşı almasının tek yolu taşın fırınlandığı uzak mesafedeki bir adaya gitmektir. Kil çanak almak istendiğinde ise başka bir adada oturan insanlara başvurmak zorundadır (Haviland, 2008). Trobriandlıların ekonomik ilişkileri ise “Kula Halkası” denen bir ticaret sistemine dayanmaktadır. Malinowski (1922) bunu, büyük bir halka oluşturacak şekilde dizilmiş adalarda yaşayan ve gemicilikle uğraşan Malenezyalılar arasında gelişen ticari ilişkilerin altında yatan bir tür dengeli karışıklık olarak tanımlar. Kula bir tür değiş tokuş sistemidir. Kulalı erkekler Trobriand halkası içindeki adalara yolculuk ederler ve ürettikleri kırmızı deniz kabuklarından kolyeleri (soulava) ve beyaz kabuktan kelepçeleri (mwali) değiş tokuş amaçlı birbirlerine verirler. Kula’daki her erkek kendininkine komşu adadaki ortaklarıyla ilişki kurar. Bir tarafa mwali verirken, geriye soulava alır. Diğer taraftaki komşusuna ise aldığı soulavayı verirken, mwali alır. Böylece kabilelerin kendi ürettiği kolyeler ve diğer şeyler bir tür sirkülâsyona girer. Burada önemli olan bir diğer şey ise kimsenin aldığı kolyeyi uzun süre elinde tutmayışıdır. Çünkü eğer uzun bir süre elinde tutarsa, ticaret yolunu kesintiye uğratabilir
29
PARRHESIA
(Haviland, 2008). Bu eşyalar kabileler için değerli eşyalardır ve belli bir eşyanın gelmesi toplulukta heyecana sebep olabilir. Ancak buradaki bir diğer nokta da Kula yolculuklarında erkeklerin temel amacı değiş tokuş yapmaktan çok belli bir düzenin koruyuculuğunu yapmaktır diye düşünüyorum. Bu sistem adalar arasında güzel toplumsal ilişkiler kurmaya sebep olurken, maddi alışverişlerinin de barışçıl şekillerde yapılmasına neden oluyor. Trobriandlılar bunu bir tören- bir gelenek - haline getirerek ise sistematik bir hale dönüştürmüşlerdir. Yani demek istediğim, kültürün altyapıyla (ekonomiyle) ne kadar ilgili olduğunu bir kez daha görmemize yardımcı olan bir sistemdir Kula. Mesela, bir kıtlık ya da doğal felaket olsa ve birbirleriyle paylaşacakları ürünler kalmasa Kula sistemi de o şekilde evrilmeye başlayacaktır. Ayrıca, Kula halkası çok önemli gibi gözükse de Trobriand kadınlarının da kendilerine has değiş tokuş yöntemleri vardır. Mesela, bir ölüm olayında, komşu mezralardaki kadınlar ölü evine yiyecek getirirler. Ölen kişinin yakınları olan kadınlar ise onlarca muz yaprağı hazırlarlar ve getirilen yiyeceklere karşılık vermek amacıyla liflerden etek dokurlar. (Weiner, 1976) Bunun yanında, Trobriandlılar büyüsel ve dinsel ayinlere de sahiptirler. Mesela, Trobriand
30
Adalılar denizcilik ve balıkçılık yeteneklerinin gelişmesine karşın, uzun okyanus yolculuklarına çıkmadan önce bir takım dinsel ayinler gerçekleştirirler. Fakat gündelik çıktıkları balıkçılık faaliyetleri için bu ayinlere ihtiyaç duymazlar (Bates, 2009). İhtiyaç duydukları yer ise dinin kökenine dair bir takım cevaplar veriyor sanıyorum bizlere. Kırılgan bir kanoda gidilen okyanus yolculuğu tehlikelidir ve Trobriandlılar yolculuğun tehlikeli olduğu zamanlar dine gereksinim duyuyorlar. Yani bir tür yatıştırıcı etki görüyor din. Malinowski’nin ise din tanımı şöyle: “Din spekülasyon ve tefekkürden, ya da yanılsama veya yanlış değerlendirmeden değil, insan hayatının gerçek trajedilerinden, insan tasarımlarıyla gerçeklerin çatışmasından doğar” (Malinowski, 1931). Yani dinler insanın aciz kaldığı durumlarda bir çıkış yolu sağlar ve kaygıyı azaltmaya yardımcı olur. Ayrıca, neden ölüyoruz, neden doğuyoruz, nereden geldik ve nereye gideceğiz gibi varoluşsal sorulara ve genelde insanı korkuya sürükleyen belirsiz konulara kesin ve kolay çözümler bulur. Bu bağlamda Malinowski’nin din çözümlemesiyle Marx’ın çözümlemesi arasında pek bir fark göremiyorum. Yani “din halkın afyonudur” sözüyle aynı yere çıkan bir çözümleme bu. Sonuç olarak görüldüğü üzere, Trobriand yerlileri oldukça ilgi çekici özelliklere ve kendilerine has bir özgünlüğe sahip bir kültür. Dolayısıyla bu kültürü incelemek, bildiğimiz bir takım ezber insan doğası fikirlerine ters düşebilir ya da onu tam tersine destekleyebilir. Yani her antropoloğun alan çalışması yapmak isteyeceği bir yer olmasına karşın, gitmek için bir o kadar da cesaret isteyen bir yer. Son olarak belirtmek isterim ki, bu yazıda daha çok yerlilerin cinsel yaşamına ve kadının bu toplumdaki yerine değinmeye çalıştım. Malinowski’nin bu konuya özellikle ilgi duyması, gençlik yıllarında psikanalize ilgi duymasından kaynaklandığını daha önce belirtmiştim. Bilindiği üzere Malinowski, Oedipus Karmaşası’nın evrenselliğini sorgulamıştır bu alan çalışmasında. Bunun dışında dinin görevinin de batı toplumunda olduğu gibi yerlilerin yaşamında da benzer özelliklere sahip olduğunu görüyoruz. Nasıl normal hayatında dinle ilgilenmeyen biri oğlu tehlikeli bir yere –askere- gittiğinde dua etmeye başlıyorsa,
PARRHESIA onlarda uzun okyanus yolculuklarına çıkmadan önce kendi ayinlerini gerçekleştiriyorlar. Bu değişmeyen bir insan doğası kavramı açısından olumlu bir bulgu olmasına rağmen, hala tarihsel bir insan doğasının olduğunu kabul etmekle birlikte bunun tarihsel ve toplumsal dinamiklerle beraber değişebileceğini düşünüyorum. Bu değişimi yaratan en büyük etki de –sanıyorum- kültürün ta kendisi. Kaynakça
Malinowski, B. (2002). Argonauts of the Western Pacific. Routledge, London, s. 94 Weiner, B. (1976). Women of Value, Men of Renown: New Perspectives in Trobriand Exchange. University of Texas Press, Texas, s.201 Malinowski, B. (1931). ‘Culture’, Encyclopedia of the Social Sciences, c.4. Macmillan, New York, s.99 Notlar:
Malinowski, B. (1992). Vahşilerin Cinsel Yaşamı, [1] Malinowski(1992)’nin ‘Vahşilerin Cinsel çev. Saadet Özkal. Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Yaşamı’ adlı kitabında yerlilerin toplumsal s.39 – 333 yaşamında kadının yeriyle ilgili sarf ettiği bir söz. Trobriandlıların anaerkil bir toplum olmalarına ve Weiner, B. (1988). The Trobrianders of Papua kadının toplumsal yaşamda etkin bir rol New Guinea. Holt, Rinehart and Winston, New oynamalarına rağmen aile üzerindeki velayet York , 4 – 7 kadına değil, erkek kardeşe veriliyor. Bütün bunlar üzerine Malinowski Trobriandlıların toplumsal Jones, E. (1925). Mother-Right and the Sexual Ig- ilişkilerini bu şekilde formüle ediyor. norance of Savages. International Journal of Psychoanalysis, 6 (2), 30 – 109 [2] Fakat görüyoruz ki Jones ve arkadaşları bunu başaramamış. Ancak, günümüz psikanalistlerinin Reich, W. (1995). Cinsel Ahlakın Boygöstermesi, kültürü, hastalığı şekillendiren bir dinamik olarak çev. Bertan Onaran. Kabalcı Yayınevi, İstanbul s. göz önünde bulundurduğunu da belirtmekte fayda 51 görüyorum. Malinowski, B. (2002). Sex and Repression in [3] Bastırılmış dürtülerin şakalarla ya da dil Savage Society. Routledge, London, s.66 sürçmeleriyle açığa çıkması gibi. Haviland, W. A., Prins, H. L., Walrath, D. & [4] Burada Lacan’a girmek yazının amacından Mcbride, B. (2008). Kültürel Antropoloji, çev. sapmak olacağından, bunu başka bir yazının İnan Sarıoğlu. Kaknüs Yayınları, s.419 – 417 – konusu olarak açmadan bırakıyorum. 418 – 375 – 386 [5] Metinde bir kaynak birden fazla kullanıldığı Bates, D. G. (2009). 21. Yüzyılda Kültürel için referans sayfasında tam referans bir defa Antropoloji, ed. Suavi Aydın. İstanbul Bilgi yazılıp sayfa numaraları metindeki sıraya göre Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s.292 – 374 – 460 kullanılış sırasıyla - yazılmıştır.
PARRHESIA E-DERGİ
http://parrhesiadergi.net
31
PARRHESIA
Demokratik Ormantizm Sapphİnanna sapphinanna@yahoo.com.tr
Mavi ve sarı tonlarındaki kamu duvarları eşliğinde öğretmen hayat bilgisi anlatıyordu. Sınıf, beslenme saatinden kalan yumurta ve sabunlu bez kokularına altmış beş çocuğun nefes kokularının da eklenmesiyle tam bir koku cümbüşüne bürünmüştü. Kepekli öğretmen, maydanoz salkımlı sınıfta çocuklara şu ödevi verdi: “Demokrasi tartışınız”
nedir
araştırınız
ve
ailenizle
X çocuk servisten indi, zile bastı, kapı açıldı. Anne ve baba akşam yemeğini hazırlamış, gülümser bir halde çocuğu karşılamışlardı. Yenen akşam yemeği geceye devrolmuş ve nihayet sabah olmuştu. Kahvaltıda Zımba Lisesi’nde müdür olarak çalışan baba; “Oğlum X, Kepekli öğretmen hafta sonu tatili için sana ne ödevi verdi” diye soruverdi. Bir fabrikada “delgeç” olarak çalışan anne ise gözlerini baba oğuldan ayırmıyordu bile. Çocuk utanmaya ve kızarmaya başladı, masanın altında ayaklarını sallıyor ödev yerine aklına izbe bir oda ve birbirinden renkli kadınlar geliyordu. Kadınlar çok çıplaktılar ve büyüyen elleriyle X çocuğu kahkahalarla kucaktan kucağa atıyorlardı. “Oğluummmm Xxxxx” diyen babasının sesiyle ürken çocuk kekeleyerek “Deemmokk”, “Rassiii” diyiverdi. Çocukluğunda “delgeç” hastalığına yakalanan anne kahvaltı masasındaki kağıtları delmeye başladı, baba ise ödevden hoşnut olmuştu. Çocuk demokrasi kelimesini tanımamasına rağmen bir hinlik seziyordu, yabancıların eline tutuşturacağı bir şeker olsa asla almaz ve demokrasiden kaçardı ama inatçı baba çocuğa anlatmaya başladı. Kahvaltı masasını
32
işaret etti “İşte bu parlamento; çatal ve bıçaklar da devletlerdir. Krem peynir ekonomi, domatessalatalık-biber üçlüsü uluslararası siyasi kurumlar, zeytinler ülkelerin askerleri, reçel kadınlar, bal çocuklar, ekmek ise erkeklerdir ama ekmek kırıntıları ise tüm dünya halklarıdır. Bir dilim ekmeğe çok reçel, çok bal sürer üzerine ‘medya’ adını verdiğimiz çayı yudumlarız. Ama tat dengesi için zaman zaman bir dilim ekmeğe zeytinleri sıkıştırır salata tabağına dadanırız. Çiğner çiğner, yutar yutar ve karnımızı doyurarak ‘demokrat’ oluruz doyma noktamız demokrasidir. Yani ne denli çok ekmek kırıntısı varsa o denli çok demokrasi kavramı yaygınlaşmıştır” dedi. X çocuk hiçbir şey anlamamıştı. Zaten bilinmeyenliği temsil etmesi açısından adını X koymuşlardı ve her yaş arttığında, bir üst x bilinmeyenli denkleme dönüşüyordu. Ruh hastası Beta Nenesi yatak odasında inlemelerle evi ses sarsıntısına boğmuştu. Kahvaltı masasından fırlayan çocuk Beta nenesinin oda kapısına vardı, delikten içeri gözlemeye başladı. Nenesi demokrasi kavramını aşağılayan Eflatun’un kollarında derin ve hızlı inliyordu; neye benzeteceğini şaşırdı ve o şaşkınlık esnasında üç çocuk gördü. Karyolanın etrafında küçük Hitler, küçük Mussoluni ve küçük Franco “kutu kutu pense “adlı oyunu oynuyorlardı. Kahvaltı masasında demokrasi yüceltiliyor, nenenin yatak odasında ise demokrasi karşıtları ile nene derin derin, tuhaflaşan inilti ve nefes sesleri eşliğinde eğleniyorlardı. Anne ve baba şaşkın aynı zamanda kıs kıs gülümsemeli bir halde çocuğu sarsıyorlardı; çünkü çocuk sarsılan zihnine rağmen bedensel açıdan sakinlikte yüz derece fokurduyordu. Saatlerce sustular, saatlerce inledi öteki oda,
PARRHESIA saatlerce çarpıştı çocuk içindeki x bilinmeyeni ile hem kendindeki bilinmezlikten hem de şu demokrasiyi bir türlü bilememekten sıkılmış, huzursuzlanmıştı. Derken kararan hava ile birlikte yatağına varıp uyumak istedi. Uykuya dalmış hatta uyumuş ama birden uyanmıştı da. Gözleri kapalı ve bedeni uyku sistematiğine ilişmişken ağzı uyanıktı, saymaya başladı: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15.... 31
alkışlıyorlardı. Babası “Bizim mahallede çocuklardan ilk benimki demokrat oldu herkes bunu bilmeli” dedi. Annesi “Ben oğlumun zaten büyük bir demokrat olacağını seziyordum. Demokrasi, oğlum, sana feda olsun” dedi. Beta nene kucağındaki üç küçük faşist ile zıplıyordu. “Ben de zamanında demokrasi ile büyümüş ama demokrasiyi popoma kuyruk olsun diye bağlamıştım sonra da tarih beni küçük bir çocuk yaptı ve bana faşist dedi” diye ağlamaya başladı küçük Adolf. Gözleri büyüyen X, ödev defterini eline aldı öteki elindeki çarşafla sıska bacaklarının arasında devrilmiş olan küçük makiye bakıp ürkerek şöyle yazdı:
İçinde bir tüfek patlamış, kasıklarında bir tanker devrilmiş ve yatağı kirlenmişti. Ter içinde kalmıştı ve çok utanıyordu. Odanın kapısı açıldı; baba, anne, Beta nene ve kucağındaki üç yaramaz velet kahkahalar atıyorlardı, adeta çocuğu “Yaşasın Demokratik Ormantizm”
Prof. Dr. Bahadır Erdem ile Sosyal Medya, Sosyal Adalet ve Sosyal Devlet Üzerine Levent Kaan Gündoğdu leventkaan_1@hotmail.com
Parrhesia derginin ikinci sayısındaki konuğum İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Özel Hukuk Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. B. Bahadır Erdem. Kendisi okuduğum fakültenin hocalarından olmasına rağmen henüz dersini almadığımdan tanışmışlığımız yok, ancak etkili bir Twitter kullanıcısı. Sayısal bir veri isterseniz belki sadece 881 takipçisi (14.08.2012 itibariyle) olduğunu görürsünüz(@BBahadirErdem). Ama öğrencitakipçileriyle diyalogu ve sakınmadan yazıya döktüğü muhalif söylemleriyle ilgi odağı olmayı, aldığı RTler sayesinde yazdıklarını on binlere duyurmayı başarabilen; kendisini “profesyonel kız babası ve karısına aşık bir profesör” olarak
tanımlayan bir akademisyen karşınızdaki. Hem bir sosyal bilim emekçisi hem de sosyal medya aktörü olmasından ötürü dergimizin objektifini Prof. Dr. Bahadır Erdem’e doğrultmayı ve sosyal medya, toplum ve hukuk üzerine bir röportaj yapmayı istedim. Beni kırmadığı için teşekkür ederek röportajımıza başlayalım. 1.Madem Twitter üzerinden sizi tanıdık ilk soru oradan gelsin: Sosyal medyayı günümüzün bir gerekliliği mi yoksa bir keyfi olarak mı kullanıyorsunuz? Bu sorunun cevabı kişiden kişiye, kişinin ihtiyacına ve ana göre değişiyor. Sosyal medyayı
33
PARRHESIA ne amaçla kullandığınıza bağlı. Eğer facebook’un arkadaş bulma fonksiyonlu kullanılmasından bahsedersek bu bana göre sosyal medyanın sadece keyfi olarak kullanılmasıdır. Ama bana göre keyfi olan kişiyi hayattan kopartan ve sanal bir dünyada vakit kaybı olarak gelen bu kullanım çoğu kişi için belki bir gerekliliktir. Twitter’a gelince ben Twitter’ın kesinlikle herkes için öncelikle bir gereklilik olduğunu düşünüyorum. An itibariyle söyleyecek sözü olan ve birilerine bu sözünü ulaştırmaya çalışanlar için faydalı bir kullanım. İnsanların çoğu zaman şikâyet ettiği şey kendilerini kimsenin dinlemediği, kimseye ulaşamadıklarıdır. Hâlbuki Twitter sayesinde her kullanıcı kendisini birilerinin dinlediğini, söyleyecek ne sözü varsa onu birilerine ulaştırdığını sanıyor. Sanıyor diyorum zira bu duygunun bir kısmı gerçek bir kısmı bütün sosyal medya araçları gibi sanal. Ancak işe yaradığı tarafları olduğu kesin. Zira neyle ilgileniyorsanız hangi konuda söyleyecek sözünüz varsa o konudaki bütün fikirlerinizi, olumlu olumsuz eleştirilerinizi, öfkelerinizi yani kısaca içinizde kalsa sizi rahatsız edecek bütün sözlerinizi ortaya döküyorsunuz. Kişiler bakımından önemi olduğunu düşündüğüm ve aslında kişinin ruhu bakımından da bir nevi tedavi sayılabilecek bu paylaşım, kişiye hizmet ederken aynı zamanda topluma da hizmet ediyor. Zira herkes Twitter’da kendine benzeyen birilerini bulabiliyor. Ulusalcılar, Atatürkçüler, muhafazakarlar, milliyetçiler, iktidar ye da muhalefet partilerinin bütün yandaşları ya da nefret edenleri, kanarya sevenler, cazdan hoşlananlar, tuttuğu futbol takımına adeta aşkla bağlı taraftarlar, tutmadığı takımın düşmanları, hayvan sevenler vb. akla ne gelirse, herkes kendine benzer birilerini buluyor. Bu birlikteliğin, paylaşmanın ve özellikle de hedef neyse o hedefe olan eleştiri ve kızgınlığın Twitter sayesinde bir şekilde ufak ufak dışa vurulmasının demokrasinin işlemesi bakımından da faydası var. Bana göre Twitter sivil demokrasinin gerçekten önemli bir parçası. 2.Aslında sadece internete değil televizyonlardaki tartışma programlarına ya da gazetelere baktığımızda da gündemin sürekli olarak değiştiğini görüyoruz. Hızla değişen bu gündemi toplum olarak yeterince takip edebiliyor
34
muyuz sizce? Ele alınan gündemi çözüp mü diğerine geçiyoruz yoksa oluşan sadece çözümsüz kafa karışıklıkları mı? Bu soruya verilecek tek cevap hiçbir şeyi çözmeden büyük bir karmaşa içinde önemli ya da önemsiz her konuyu medya vasıtasıyla ağzımızda adeta gargara yapar gibi bir müddet çevirip ondan sonra da tükürdüğümüzdür. Zira daha medya konuyu ağzında çalkalarken çoktan Türkiye’nin gündemine düşen ki çoğu zaman yapay bir şekilde bilinçli olarak düşürülen bir başka konu sırada bekliyor. Medyanın derdi hiçbir zaman bir konuyu sağlıklı bir şekilde tartışmak ya da çözüme kavuşturmak değil. Bunu söylerken medyada haber yapan ya da açık oturum düzenleyen sayısı az da olsa birkaç gerçek gazeteciden bahsetmiyorum. Bir sektör olarak sadece reyting derdinde olan medyadan söz ediyorum. Bu memlekette televizyon kanalları kendilerine uygun buldukları kişileri adeta medya maymunu haline getiriyorlar. Zekeriya Beyaz ile birlikte ciddi ciddi “acaba cinsel ilişki ile oruç açılır mı yoksa açılmaz mı” diye günlerce tartışıyorlar. Ne güzel konu değil mi? Baldan tatlı. En eğitimsiz en cahil olanı bile televizyon başına mıhlayabilir. Ya da deprem konusunu, çözmek için halkı bilinçlendirmek için değil bu konuda birbirine zıt bilimsel görüşleri olan üniversite hocalarını ekran karşısında kavga ettirmek için gündemde tutuyorlar. Televizyonun bir büyüsü var. Tartışma programlarında tartışırken eğer kendini tutmaz sinirlerine hakim olmazsan kariyerine yakışmayacak şekilde medya maymunu haline gelmen çok kolay. Ancak şunu unutmayalım ki Türkiye’de bilinçli olan herkesin farkında olduğu gerçek, konusunda uzman olanların sakin sakin doğruları söylemeleri durumunda reytinglerinin fazla olmayacağı. Yani bağırmalısın. Bağır bağırabildiğin kadar. Hatta bağıra bağıra bir yıl sonra bir partiden milletvekilliği teklifi alman ya da baro başkanı olman gayet mümkün. Gerçekten makbul bir kişiysen televizyonda makbul olman çok zor. Ayrıca lafının dinlenmesi için güzel ya da yakışıklı olman da şart. Beyazcama yakışacaksın. Şimdi bütün bu söylediklerimin arasında, ülkenin gerçekten derdi olan bir konuyu gerçekten çözmeye ilişkin sözler var mı? Yok. Zira kimsenin böyle bir derdi yok. Ama zaten televizyonda dert mi çözülür. Hayır çözülmez. Böyle bir fonksiyonu da yok. Ama halka gerçekleri, doğruları ulaştırma,
PARRHESIA
“
Arap baharı olarak adlandırdığımız, on yıllardır devrilmeyen diktatörlerin devrilmesinde bile önemli bir rol oynadığına göre Twitter, gerçekten 21.yy’da halkın elindeki farklı ve faydalı bir imkan.
”
doğru bir şekilde bilinçlendirme fonksiyonu ola- kabulleniştir. Halkın tabiatında olan bu yaklaşım aslında Türkiye’deki iktidarların çok işine gelir. bilir ki o da bizde yok. Halkın ruhuna sinmiş olan bu yaklaşım aslında 3.Sosyal medyada karşılaştığımız üyelerinin bu biat kültürünün sonucudur. Bu biat sol anlayışta gündemlere olan tepkileri sizce “gerçek” mi, pek yoktur. Zaten onun için her zaman sağ ya da “var” mı? Sorunları çözemesek de onlara karşı muhafazakar sağ partiler lider çıkarır. İyi ya da kötü lider olarak kabul ettikleri bir kişi her zaman konumlanabiliyor muyuz? İşte gerçekten sanal olmayan ve var olan gerçek, politika sahnesinde mevcut olmuştur. Zira sağ sosyal medyadaki üyelerin yani halkın gün- kültür, muhafazakar kültür, birine biat etmeyi demdeki konulara olan tepkileri. Bu tepkiler doğal karşılar. Ancak solcular bir türlü kendinden gerçek. Hem de en saf ve en süzgeçten geçmeyen daha fazla birini beğenemedikleri için Bülent Ecehaliyle gerçek. Zaten onun için sivil toplum vit hariç gerçekten halk tarafından kabul gören bir anlayışının yok denecek kadar az olduğu ülkemiz lider çıkaramamışlardır. Belki izin verilse lider bakımından bu tepkilerin dile getirilip, gün olabilecek, halk tarafından kabul görecek kişiler, yüzüne çıkması, birbirini bulması çok önemli. politika sahnesinden kendi parti mekanizmaları, Twitter’ın bu anlamda kullanımı gerçek parti organları ya da en yakın arkadaşları görünen demokrasiye inanan bir hukukçu olarak benim diğer partililerce silinmiştir. CHP, bu söylediklerimin en bariz örneğidir. için çok önemli. Twitter öyle ya da böyle yeni bir imkan Türkiye’de halkın olaylara yaklaşımı benim çocukluğumdan beri genelde “aman zaten yeni bir yol ve bana sorarsanız işe yarıyor. Zira söyle söyle ne olacak bir şey değişmez, imam yine Twitter sayesinde ve diğer sosyal medya araçları bildiğini okur” şeklindedir. Bu yaklaşım bir sayesinde artık herkes dünyanın en uzak yerinde
35
PARRHESIA olan her şeyden anında haberdar olabiliyor. Yani artık hiçbir şey halktan saklanamıyor. Gerçeklerin üzeri örtülemiyor. İnsan hakkı ihlalleri bir şekilde dünyanın en uzak köşelerine kadar ulaştırılıyor. Bu noktada tabi yine bilinçli bir şekilde belirli odaklar tarafından sosyal medya kullanılarak yanlış yönlendirilme riskini de göz ardı etmemek gerekiyor. Sonucu maalesef ki çok tartışmalı ve beklenenden farklı olsa da ki aslında o coğrafya bakımından tarihsel süreçte yaşanan onca olaydan sonra böyle olması da belki doğal. Arap baharı olarak adlandırdığımız, on yıllardır devrilmeyen diktatörlerin devrilmesinde bile önemli bir rol oynadığına göre Twitter, gerçekten 21.yy’da halkın elindeki farklı ve faydalı bir imkan. Şüphesiz ki halkın bir araya gelmesi her seferinde illaki iktidar değiştirmek amacıyla olmaz. Fransa’da et fiyatları arttığında bütün Fransız kadınların örgütlenip bir araya gelerek bir hafta et almayıp, kasapların et fiyatlarına yaptıkları zammı geri çektirmeleri bunun en güzel örneğidir. Ya da yine Avrupa’da zaman zaman öğrenci harçları için bütün öğrencilerin hatta bazen lise öğrencilerinin bir araya gelerek ülkeyi salladıklarını görürüz. Diyeceksiniz ki Türkiye’de bugün 800 civarında üniversite öğrencisi hapiste. Çeşitli protestolara katıldığı için Fransa’dan kalkıp vatandaşı olduğu ülkeye erasmus öğrencisi olarak gelen aynı zamanda Fransız vatandaşı olan öğrenci hapiste altı ay tutuklu kalıp zar zor tahliyesinden sonra hakkında 32.5 yıl hapis cezası isteniyor. Bu durum
36
bizim bir türlü yerleşmeyen yerleşemeyen demokrasimizin gerçeğidir. Ancak unutmayalım ki demokrasi toplumlara gökten zembille düşmez. Cumhuriyet rejimi Atatürk tarafından Türk milletinin başına gökten zembille indirilmiştir. Bu durum aslında işin tabiatına aykırıdır. Cumhuriyet rejimi Türk halkına hediye edilmiştir ancak demokrasi kültürü ve anlayışı bugün halâ geniş halk kitleleri tarafından bir türlü hazmedilememiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan beri geçen süreçte gerçek demokrasi ya da en azından herkesin hissettiği yerleşmiş insan hakları ülkemizde maalesef ki mevcut hale gelememiştir. Twitter 21.yy’da Türkiye’de belki halkın bilinçlenmesinde rol oynar. Belki demokrasi talebi, insan hakları talebi, kişi hakları talebi, eşitlik, özgürlük, insanca yaşama talebi halktan gelirse o zaman bu talebin önünde hiçbir statükocu sistem duramaz. 4. Son zamanların tartışma konusu sosyal medya ve özgürlük. Sizce sosyal medya bize “fazladan” bir özgürlük sağlıyor mu? Burada 4 Temmuz 2012 tarihli Hürriyet Gazetesinden bir alıntı yapmak istiyorum: “Kanunların, kişilere düşüncelerini Twitter üzerinden paylaşma hakkını verdiğini ancak bunu belli sayının üzerinde kişi tarafından takip edilmesinin bazı olumsuz sonuçları doğurabileceğine işaret eden Manhattan Ceza
PARRHESIA Mahkemesi Yargıcı Matthew Sciarrino, ‘Halkla paylaşılan şey halka aittir. Kendiniz için saklı tuttuğunuz ise sadece size ait. Camı açıp, dışarıya çığlık atar gibi bir tweet atarsanız, bunun kişisel özgürlükle bağdaştırılmasını bekleyemezsiniz’ açıklamasını yaptı. “ Tamamı için: (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/Show New.aspx?id=20909510) Dolayısıyla sosyal medya paylaşımları kolluk güçlerinin takibine konu olmalı mı olmamalı mı? Sosyal medya paylaşımları eğer bir suç teşkil ediyorsa hiç şüphesiz ki takibe konu olmalı. Çünkü eğer ortada işlenen gerçek bir suç varsa o suçun sosyal medya vasıtasıyla işlenmesi suç unsurunu ortadan kaldırmaz. Bugün için internet yolu ile işlenen suç kavramı ve bu suçun ne şekilde, hangi hukuka göre cezalandırılacağı çok yeni ve üzerinde tartışılmakta olan hukuk konularıdır. İnternet yolu ile işlenen suçların ceza hukuku boyutunun yanından milletlerarası özel hukuk boyutu da bulunmaktadır. Kişilik haklarının ihlali internet yolu ile yapılıyorsa üçüncü kişilerin de bu ihlalden haberdar olmaları nedeniyle çok daha ağır bir ihlal teşkil etmektedir. Kısaca eğer internet yolu ile işlenen fiil bir suç teşkil ediyorsa bu suçun soruşturulmasının gerekli olduğu açıktır. Kişilik hakları ihlal edilenlerin özel hukuka ilişkin tazminat talepleri de yine hukuk tarafından korunacaktır. 5.Siyasi iktidar toplumun sosyo-kültürel hayatına müdahale etmeli mi? (Örnek verecek olursak burada hem alkol yasağından hem yasaklı sitelerden bahsediyorum.) Siyasi iktidarı buna meşruiyet sağlar mı? Hiçbir toplumdaki hiçbir iktidar, hiçbir toplumun sosyo-kültürel hayatına müdahale etmemeli. Hele de bu müdahaleyi din ve ahlak gibi üstün değerlerin arkasına sığınarak hiç yapmamalı. Zira bu değerlerin arkasına sığınarak yapılan bütün bu müdahaleler aslında az ya da çok çoğu insan için kendi inancı çerçevesinde büyük önem taşıyan bütün bu değerleri de kirletiyor. Toplumların sosyo-kültürel değerleri de şüphesiz ki zaman
içinde değişebilir. Bu değişim ancak hiçbir gücün müdahalesi olmaksızın dünyanın değişmesi ile ya da eskilerin tabiriyle zamanın değişmesi ile oluşabilir. Bu tabii değişimlerin dışında iktidarların baskısıyla yapılmaya çalışılan bütün değişimler geri teper ve bir gün o iktidarın başına patlar. Ayrıca iktidar dediğiniz kuvvet halktan emaneten aldığınız bir mühürdür. Yani o iktidarın gerçek sahibi halktır. Demek ki aslında kendini iktidar sahibi sayan hükümetlerin iktidarı da bir anlamda sanaldır. Bugün vardır. Yarın yoktur. Eğer bugün halktan emanet olarak aldığınız iktidarın mührünü kendinizin sanıp halka eziyet ederseniz ya da yaptıklarınızı üstün bir takım değerlerin arkasına saklayarak sunarsanız gün gelir hiç ummadığınız bir anda iktidarın elinizden gerçek sahibi tarafından alındığını görürsünüz. Onun için iktidar denen bu güce, seçimlerde yüzde kaç oy alarak sahip olursanız olun fazla güvenmemek gerekir. Zira iktidarın gerçek sahibi halkın tümüdür. Yani gerçek iktidar sahibi o dönemdeki iktidara, hükümete oy verenlerle birlikte vermeyen halkın bütünüdür. Ayrıca unutulmamalı ki her yasak, istek doğurur. Eskilerin çok sevdiğim bir iki lafı bütün durumu özetliyor. Öncelikle denir ki, ‘isteyen, iğne deliğinden geçer yine de istediğini yapar’ ve bir de ‘yerde duran delik düğme bile boş kalmaz’. Dolayısıyla yasakla masakla hiçbir şey engellenmez. Tam tersi yasaklanan her şey daha cazip daha kıymetli hale gelir. Ayrıca din ve ahlak kültürü çocukluktan itibaren ailede alınır. Devletin yetişen nesillere din öğretmek gibi bir görevi yoktur, olmamalıdır. Devletin görevi ne dindar nesiller yetiştirmek ne de dinsiz nesiller yetiştirmektir. Özellikle İslam anlayışında din, Allah’la kul arasındadır ve bu birliktelik içinde ne devletin ne de başka bir gücün yeri yoktur. 6. “Adalet” niteliği gereği tartışmaya açık bir kavramdır. Ancak ülkemizdeki kadar çok tartışılması ortada bir problem olduğunu gösteriyor. İyi niyetli olup bu durumun bilinçli olarak yaratılmadığını düşünürsek; ortada bir yasama ya da yargılama beceriksizliği bulunduğundan mı söz etmeliyiz? Sorun nerededir?
37
PARRHESIA
“
İnternet yolu ile işlenen suçların ceza hukuku boyutunun yanından milletlerarası özel hukuk boyutuda bulunmaktadır. Kişilik haklarının ihlali internet yolu ile yapılıyorsa üçüncü kişilerin de bu ihlalden haberdar olmaları nedeniyle çok daha ağır bir ihlal teşkil etmektedir.
Adalet özellikle ülkemizde son günlerde çok tartışılsa da aslında tartışılacak bir tarafı yoktur. Bir yargılama ya adildir ya da değildir. Yapılan yargılamanın, bir kanun maddesinin ya da kanun maddesinin uygulanmasının adil olmaması halinde her gören göz ve yürek bunun adaletsizliğini görür. Bunu görmek için hukukçu olmaya da gerek yoktur. O yargılamanın ya da kanunun maddesinin ya da uygulamasının adil olduğunu savunanlar da aslında ortadaki adaletsizliği gayet güzel görmekle birlikte işlerine öyle geldiği için, çıkarlarının o şekilde davranmalarını gerektirdiğini düşündükleri için
38
”
ortadaki ayan beyan belli olan adaletsizliğe seslerini çıkarmıyorlardır. Adaletin gelmesi için öncelikle gerçek demokrasinin ülkeye yerleşmesi gerekir. Sadece kanundan, mevzuattan bahsetmiyorum. Halkta yerleşen demokrasi anlayışından bahsediyorum. Devletin dindar nesiller yetiştirmek görevi yoktur ama halka demokrasi kültürünü yerleştirme görevi vardır. Demokrasinin kesinlikle askeri darbelerle kesilmemesi gerekir. Demokrasiye aykırı olan, halkın zararına olan yanlış olan her iktidarın yine demokrasi içinde temizlenmesi gerekir. Demokratik sistem içinde halk bunu muhakkak başarır. Bu anlamda halkın sağduyusuna güvenmek şarttır. Anti demokratik uygulamalarla nehrin yatağını ne kadar değiştirirseniz değiştirin gün gelir o su yolunu muhakkak bulur. Nitekim AKP’nin Türkiye’de ilk seçimleri kazanmasının ve ikinci seçim döneminde oylarını daha da arttırmasının en büyük nedenlerinden biri o dönem itibariyle özellikle yargının üst kademelerinin ve de ordunun antidemokratik yorumlar ve davranışlarla AKP’yi hep mazlum durumuna düşürmeleridir. Gereksiz bir şekilde yaratılan mazlumlar her zaman kahraman mertebesine erişir. Ancak özellikle son dönem itibariyle dünün mazlumları bugünün zalimleri haline dönüşmüştür. Son dönemdeki insan haklarını yerle bir eden, adalete hatta kanuna aykırı, kesin ve inandırıcı delillere dayanmayan tutuklamalar, yargılamalar, sivil demokrasinin en tabi gereği olan kişilerin yaptığı her itirazda gösterdiği her tepkide savcılar tarafından suç arama çabaları, yargının savcıların neredeyse her talebini haklı görüp anında davaların açılması, savunma haklarının yerine yeteri kadar getirilememesi vb. çeşitli adalete aykırı uygulamalar, iktidarı bile
PARRHESIA isyan eden açıklamalar yapmaya yöneltmiştir. Ancak iktidarın en üst kademeleri tarafından hayli gecikmeli de olsa yargıdaki insan hakları ihlallerine karşı yapılan itirazlar iktidarı, kendi dönemindeki adaletsiz uygulamaların siyasi sorumluluğundan kurtarmaz. Ben her zaman derslerde hukukçu adaylarına şunu söylerim; sakın bulunduğunuz makamın gücüne aldanmayın, başınız dönmesin, hakim ya da savcı olduğunuz için kendinizi bir şey sanmayın. Hakim ve savcı olmak, elinizdeki o muhteşem gücü vatandaş aleyhine kullanmak demek değildir. Tam tersine vatandaş ile devlet bir ihtilafta karşı karşıya geldiğinde vatandaşın yanında olmak, zaten her türlü güce mutlak kuvvete sahip devletin karşısında vatandaşı korumak demektir. Türkiye’de hiçbir savcının, “canım ne var ben yazarım iddianameyi gitsin mahkeme halletsin işini” deme lüksü yoktur. Zira maalesef ki bizim ülkemizde en haklı vatandaş bile mahkemede o kadar kolaylıkla işini halledemez. Savcılık ve hakimlik niteliği itibariyle gerçekten çok vebali olan bir meslektir. Bana göre hakim ve savcıların “canım ne yapalım kanun böyle yazıyor, mevzuat böyle” şeklinde de kendilerini kandırmamaları gerekir. Zira, bir şekilde kanunlaşmasını tamamladığı için yürürlükte olan her kanun maddesi, adalete hizmet ediyor demek değildir. Unutulmamalıdır ki toplumun gerçeklerine uymayan, topluma hizmet etmeyen her kanun ya da kanun maddesi gün gelir mutlaka ya kadük olur ya da değişir. Hiç şüphesiz ki bu söylediklerimin kanunlara uymayalım şeklinde anlaşılması saçma olur. Söylemek istediğim kimi zaman gücü elinde bulunduranların yapmak istedikleri adaletsizliklere kanunu alet ettikleridir. 7.Yeni anayasa tartışmalarına vatandaşlık kavramı üzerinden katıldınız (detaylı bilgi isteyenler için : http://erdemhukuk.com/press.html) Kısa bir özetle; “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” tanımının anayasaya geçmesini, aksi halde üniter yapının sarsılabileceğini söylemişsiniz. Anayasa tartışmasına girmek değil niyetim. Ben, içinde bulunulan durum-sorun üzerinde uzlaşılan bir anayasa metniyle giderilebilir mi onu merak ediyorum. Problem daha çok zihinlerde gibi duruyor. Metnin faydası olur mu?
Evet metnin faydası olur. Zira insan haklarına uygun, devletin bütün vatandaşlarını eşit bir şekilde, şefkatle kucakladığı, toplumun her kesiminden gelen, farklı kökene, farklı anadile, farklı din ve mezhebe sahip olan vatandaşlarının kendisini içinde bulacağı, “evet bu vatandaşlık tanımı beni de kapsıyor” diye inanacağı, yeni bir vatandaşlık tanımını Anayasaya koymadan, siz devlet olarak vatandaşınızdan bir şey bekleyemezsiniz. Bugün artık herkesin inanması gereken içine sindirmesi gereken bakış açısı, devletin vatandaşın hizmetinde olduğu, devletin vatandaş için var olduğu bir devlet anlayışıdır. Günümüzde vatandaşın devletten beklentilerini çok daha özgür ve korkmadan talep edebilmesi gerekir. Vatandaşı, yabancıdan devlete karşı ayıran en önemli hukuki fark, yabancıların sadece bulundukları devletin kanunlarına uymakla yükümlü olmalarına rağmen, vatandaşın devletin kanunlarına uyma yükümlülüğünün yanı sıra devletine karşı “sadakat bağı duyma borcu” altında olmasıdır. Devletin vatandaştan beklediği en önemli yükümlülük, vatandaşın devlete karşı duyması gereken “sadakattir”. Devletin vatandaşına karşı olan en önemli borcu da vatandaşı korumak ve kollamaktır. Bu söylediklerim vatandaşlık hukukunun en temel prensiplerinin başında gelir. Ancak kanaatimce, vatandaşından kendisine karşı sadakat duyma borcunu beklerken devletin vatandaşına karşı öncelikle yerine getirmesi gereken en temel borcu, vatandaşı ile arasındaki ‘gönül bağını tesis etmektir’. Eğer Anayasanın 66. maddesine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının önemli bir çoğunluğunun itirazı varsa, “bu madde bizi temsil etmiyor, ben kendimi bu maddedeki vatandaşlık tanımının içinde bulmuyorum” diyorlarsa, o takdirde biz bu maddeyi nasıl anlarsak, hukuken nasıl yorumlarsak, nasıl izah edersek edelim ve bütün bu yorumlarımızda da hukuken ne kadar haklı olursak olalım, bir şey fark etmez. Zira bu madde hükmünün muhatabı olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümü bu itirazlarını sürdürdükleri müddetçe Anayasanın 66. maddesi hükmü, Türkiye Cumhuriyetinin bütün vatandaşlarını kapsama işlevini yerine getirmiyor demektir. Türkiye Cumhuriyeti belki de kuruldu-
39
PARRHESIA ğundan beri en önemli tarihsel dönemlerinden birini geçirmektedir. Kanaatimce ülkemizin, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi, kişi hakları ve insan haklarını koruyan, devlete karşı vatandaşın yanında ve en önemlisi toplumun her kesimince maximum mutabakatla kabul edilmesi gereken yeni bir anayasaya gerçekten ihtiyacı vardır. Anayasamızdaki vatandaşlık tanımının her vatandaş tarafından kabul görecek şekilde yeniden tanımlanması ise toplumun ihtiyaç duyduğu bu yeni anayasanın en önemli maddesidir. Toplumsal mutabakatla çıkacak yeni bir anayasa Türkiye’nin ihtiyacı olan toplumsal barışa hizmet edecektir. Yeni bir anayasa çıktığı ya da Anayasadaki vatandaşlık tanımı genel kabul gören şekilde kabul edildiği için ülkeye hemen barış gelir mi, ya da terör biter mi? Tabi ki hemen bitmez. Zira barışın bu topraklara tam olarak gelememesinin terörün bitmemesinin ve artık ülkede adeta bir iç savaş ortamının yaratılmaya çalışılmasının pek çok nedeni bulunmaktadır. Hiç şüphesiz ki devlet her zaman terörle mücadelesine her devlet gibi devam edecektir. Ancak bu mücadelenin teröristle mücadele boyutunda kalmaması, terörle mücadele şeklinde yapılması, terörün kaynaklarının kurutulması, Kürt kökenli vatandaşlarımızla terör örgütünün arasına Türkiye Cumhuriyeti devletinin her türlü koruması, hukuku ve şefkatiyle girmesi gerekmektedir. İşte yeni vatandaşlık tanımı, devletin bütün vatandaşlarına göstereceği şefkatin, kucaklamanın, son yıllarda bazı vatandaşları ile kopan gönül bağının yeniden tesisinin sağlanması için önemli bir hukuki fırsattır. Devlet terörü bahane ederek, vatandaşlarına insan haklarının gereklerini, kişi haklarının gereklerini vermekten kaçınamaz. Terör, insana insanca davranmanın
“ 40
önüne geçemez. Hocam Prof. Dr. Kemal Oğuzman’ın her zaman her yerde söylediğim ve çok doğru olan bir sözü vardır: “Hukukta şekil esasın yarısıdır.” İşte toplumsal mutabakatla kabul edilecek eşitlikçi, özgürlükçü, insan haklarına, kişi haklarına saygılı ve her kesimden vatandaşı koruyup kollayan, kucaklayan yeni bir anayasa ve yeni bir vatandaşlık tanımı ile devletin bu şekli yerine getirmesi gerekmektedir. Devletin yerine getirdiği bu “hukuki şekil” toplumsal ihtiyacımız olan barışın yani “esasın” yerine gelmesine de hizmet edecektir. 8.Sosyal medya kavramını yeniden hatırlarsak, oluşan yeni bir toplum düzeni var: sınırların kalktığı, devrimlerin organize edildiği bir internet ortamı. Yeni anayasa çalışmaları bu yeni toplum düzenini ne kadar göz önüne alıyor? Almalı mı? Geleceğin hukuk düzeni nasıl yapılanacaktır? Geleceğin hukuk düzeni muhakkak ki bugüne göre çok daha fazla vatandaşı koruyan, vatandaşın lehine olan, kişi ve insan haklarına çok daha fazla saygılı bir hukuk düzeni olacaktır. Olmak zorundadır. Zira suyu tersine çeviremezsiniz. Cin şişeden bir kere çıktıktan sonra bir daha içeriye girmez. İnsanların eskiden gerçekleri öğrenmesi çok daha zordu. Bundan sadece 40 sene evvel Türkiye’de tek kanallı siyah beyaz televizyonu hafta da sadece belirli günlerde seyrederken herkes, daha televizyon açılmadan karşısına geçer, askerlerin Anıtkabirde göndere Türk bayrağını çekmelerini seyreder, ti borusunun ardından çalmaya başlayan istiklal marşını dinler ve akşam televizyonun kapanmasına kadar başından kalkmazdı. O yıllardaki tek haber kaynağı devletin
Bugün artık herkesin inanması gereken içine sindirmesi gereken bakış açısı, devletin vatandaşın hizmetinde olduğu, devletin vatandaş için var olduğu bir devlet anlayışıdır. Günümüzde vatandaşın devletten beklentilerini çok daha özgür ve korkmadan talep edebilmesi gerekir.
”
PARRHESIA resmi yayın organları ile halka sunduğu tek taraflı haberlerdi. Bizim çocukluğumuzda herkes Türkiye’nin düşmanıydı. Dünyadaki hiçbir devlet ve hiçbir halk bir ikisi hariç bizi sevmezdi. Bütün komşularımız bize düşmandı. Şüphesiz ki gündemdeki bütün olaylarda da her zaman Türkiye haklıydı. Bizler bunun dışındaki bir fikri hayal bile etmez ve devletin tek taraflı söylediğinden farklı bir gerçek olabileceğini düşünmezdik. 1980 ihtilalinden sonra yapılan ilk seçimlerde ihtilali yapan askerlerin inadına Türkiye’nin başbakanı olan Turgut Özal, ilk özel televizyonun kurulmasını, renkli televizyona geçilmesini sağladı. Şu anda televizyonu açtığınızda yüzlerce yerli ya da yabancı kanalı seyreden, ilk okuldaki çocuklarının elinde bilgisayar ve internetin olduğu Türk insanı ile bundan sadece 30 sene önceki Türk insanının imkanları arasında çok büyük bir fark var. Bugün dünyadaki hiçbir olayın duyulmaması, saklanması mümkün değil. Bütün bunların sebebi hiç şüphesiz ki internet. İnternet sayesinde her şeyin araştırılması mümkün. Bana göre 19.yy ve öncesi imparatorluklar çağı. 20.yy, cumhuriyetlerin kurulduğu ama bu yönetim biçiminde devletlerin ağırlığının vatandaş üzerinde çok bariz bir biçimde hissedildiği, devletin güçlü olduğu bir çağ. 21.yy ise artık vatandaşın devlete karşı güçlü olduğu, ferdin çağı, kişinin çağı. Hiç şüphesiz ki bu değişimin en önemli nedenlerinden biri internet. İnternet kullanımı son yıllarda çeşitlendikçe, sosyal medya dediğimiz iletişim
imkanları çeşitlenip, çoğalıp yayıldıkça, ferdin devlete karşı olan imkanları ve gücü her geçen gün daha da artıyor. Devlet neyi ne kadar kısıtlamaya, engellemeye çalışırsa çalışsın gerçeklerin öğrenilmesini engelleyemez. Bunun en güzel örneği Arap baharı dediğimiz Arap yarımadasında on yıllardır devrilmeyen, devrilmez denilen yönetimlerin, diktatörlerin devrilmesinde Twitter ve diğer sosyal medya araçlarının kullanımı. İnsanlar bilgisayar başında bir tuşa basarak kendi yaşadıkları çağda başka milletlerin sahip oldukları insanca yaşamı gördüğü müddetçe kendileri için de aynı hakları, aynı güzellikleri isteyeceklerdir, ki bu haklı talebin önünde hiçbir sistem duramaz. Bu talep bir gün muhakkak yerine gelir. Aynı şekilde Türkiye’de bana sorarsanız mesela kadın hakları hiçbir zaman geriye gitmez. Her zaman daha ileri gidecektir. Zira köyde ya da şehirde varoşta yaşayan bir genç kız ya da kadın, sadece televizyon seyrederek bile büyük şehirlerde ekonomik güce sahip, eğitimli kadınların sahip olduğu hakları seyrettikçe, aynı hakkı muhakkak talep edecektir. Aynı hakları elde etmek için savaş verecektir. Dayak yiyecektir ama yine de yılmayacaktır. Hatta kimi zaman çok acı bir şekilde en yakınları tarafından öldürülecektir. Ancak yine de kadın hakları hiçbir zaman geriye gitmeyecektir. Çünkü bu insan tabiatına aykırıdır. Özetle yeni hukuk mevzuatı, anayasada dahil olmak üzere teknoloji sayesinde toplumun geçirdiği bu evrimi göz önüne almak ve toplumun değişen ihtiyaçlarına uygun bir şekilde düzenlenmek zorundadır.
41
PARRHESIA 9.Ekşisözlük’te hakkınızda Whitney Houston’ın ölümünün ardından girdiğiniz derste ipad’inizi çıkarıp “i will always love you” şarkısını amfiye dinlettirdiğiniz ve ardından mutluluk üzerine bir konuşma yaptığınız yazıyor. Sanki Türkiye’de yaşayan bir profesörü değil de Holywood filmlerinden bir sahneyi anlatıyor. O gün aklınızdan geçenler neydi, neler hissettiniz? Neler hissettirmek istediniz?
42
O gün yaptığımı aslında Whitney Houston’dan çok kısa bir zaman önce Amy Winehouse öldüğünde yapacaktım. Amy öldüğünde de gerçekten üzülmüştüm ancak bilmiyorum neden bir nedenle yapamadım. Whitney Houston öldüğünde de çok üzüldüm. Ayrıca her iki sanatçının öldüğü dönemlerde annem de çok ağır hastaydı. Hastanede dört ay yattığı bir dönemin ortalarıydı ve ben de zaten annemle birlikte hastanede yaşıyordum. Yani duygusal bakımdan yoğun olduğum, hayat, ölüm, mutluluk ve mutsuzluk kavramlarının kafamda devamlı döndüğü günlerdi. Ben üniversitede derslerimi verirken sadece hukuk öğretmem. Bütün hukuki bilgiler nasıl olsa yazdığımız kitaplarda zaten var ve hukuk fakültesinin son sınıfına gelen bir hukukçu adayı zaten o kitapları okuyup anlayabilir ve kendini akademik bakımdan iyi kötü bir şekilde yetiştirebilir. Ancak bana göre üniversal eğitim, hocanın derse girerek kaç yaşına gelmiş aklı başında insanlara bır bır bır bir şekilde hukuki bilgileri tekrarlaması değildir. Üniversal eğitim, kürsüye çıkan hocanın öğrencilerine öğrettiği hukuki bilgilerin yanı sıra kendi dünya görüşlerini, politik görüşlerini, ülkenin dertlerine, sorunlarına bakış açısını, çözüm önerilerini anlattığı, hatta hayata, aşka, evliliğe, çocuklara, bakış açısını gösterdiği yani o güne kadar heybesinde biriktirdiği ne değeri varsa iyi kötü onları öğrenciye verdiği bir eğitimdir. Aslında işin bu tarafı bir eğitim değil hocanın kendi dünyasını mümkün olduğunca şeffaf bir şekilde öğrenciyle paylaşmasıdır. Bir anlamda onlara yüreğini açmasıdır. Benim akademisyen olarak kalmamın en önemli nedeni öğrencilere ders anlatmaktan duyduğum zevktir. Onlarla bir şeyler paylaşmak, onlara bir şeyler verebildiğimi hissetmektir. Bu şekilde davrandığınızda, yani yüreğinizi cesurca
açtığınızda öğrenci, sizin samimiyetinizi ve kendinizce onlara bir şeyler vermeye çabaladığınızı anlarsa sizi kabul eder ama öncelikle insan olarak kabul eder. Yoksa illaki sizin dünya görüşlerinizi ya da politik görüşlerinizi paylaşmaz. Zaten paylaşması da beklenemez. Üniversal eğitim her hocanın gelip çorbaya bir tutam kendi tadından katmasıdır bana göre. Öğrenci sizin tadınızı beğenir ya da beğenmez. Ama samimiyetinize iyi niyetinize inanırsa sizi sayar hatta sever. Sayılmadan ve eğer mümkünse sevilmeden o yaşa gelmiş insanlara hiçbir şey veremezsiniz. Olsa olsa içlerinden bir küfür yersiniz o kadar. Ancak şunu da söyleyeyim ki öğrenci milleti çok akıllıdır. Hayatta kandırılamaz ve samimiyeti çok iyi fark eder. Ayrıca devamlı üniversite gençliği ile birlikte olmak sizin çağı yakalamanıza vesile olur. Akıllı hocalar, gençlere dikkat eder, onları dinler ve onlardan çok şey öğrenir. Zira mesleğiniz sayesinde doğmadığınız bir çağa ki bu çağ da ortalama her beş ya da altı yılda bir değişir, bir şekilde kıyısından köşesinden dahil olursunuz. Ipadle Witney Houston’ı dinlettiğim gün sınıfa mutluluğun çok izafi olduğunu, insanın içinde olduğunu, paranın, pulun, başarının, şanın, şöhretin kesinlikle insanların mutlu olması için yetmediğini, mutluluğun para ile satın alınmasının mümkün olmadığını, çağımızda insanların her şeyi, her duyguyu, her değeri tüketip, kirlettiğini anlatmak istedim. Mutluluğun çok basit şeylerde olduğunu söylemek istedim. Hayatta en büyük başarının aslında sadece mutlu olmayı başarmak olduğunu söylemek istedim. Tabi ki bencilleşmeden ve başkalarını mutsuz etmeden. Sadece bu. 10.Dergimizin adının anlamını açıkladığımız yazıda “ genel itibariyle, parrhesia, bir hakikati söylemenin risk ya da tehlike arz ettiği durumlarda kullanılan bir söylem biçimidir” dedik. Ben sizde bunu gördüm. Ancak günümüzde, meslektaşlarınızın birçoğunda maalesef bunu göremiyoruz. Siz bu söylemleri ortaya koyarken akademik konumuzun size yüklediklerini gerçekleştirdiğinizi düşünerek mi (yani bir görev bilinci de dahil olarak mı) yoksa kariyerinizi bir kenara koyarak mı hareket ediyorsunuz?
PARRHESIA Ben nasıl düşünüyorsam açıkça söylüyorum. Akademik kariyer falan kesinlikle bildiğim doğruları savunurken aklıma gelmiyor. Zaten bildiğim doğruları söylemeden de duramıyorum ve kabul ediyorum ki bu bazen risk de teşkil ediyor. Hatta ailemden kimi zaman uyarı alıyorum. Özellikle televizyonda ya da gazetelere konuşurken biraz risk aldığımı da kabul ediyorum. Hatta bazen derslerde bile aynı duyguyu hissettiğim olmuştur ki bu duyguyu yine en az derste hissediyorum. Bu noktada öğrencilerin samimiyete olan saygısına güveniyorum. Özellikle son zamanlarda konuştuğumuz konular ülke bakımından hassas konular. Ama ülkenin bütün bu dertleri çözülmek zorunda. Türkiye’nin bu dertleri çözmekten başka şansı yok. Aksi hal bir felaket. Düşünmek bile istemiyorum. Peki bu konular tehlikeli, riskli diye ne yapayım? Konuşmayayım mı, bir hukukçu, bir akademisyen, bir vatandaşlık hukukçusu olarak mesela bu ülkenin yıllardır çözülemeyen en gerçek, en büyük derdinde kendi hukuki, siyasi, ahlaki, insani görüşlerimi, inandığım doğruları insanlara söylemeyeyim mi? O zaman neden hukukçu oldum? Neden hoca oldum? Ben söylemeyeceksem kim söyleyecek? Beğenilir ya da beğenilmez ama tartışılır. İnsanlarda belki bir soru işareti uyanır. Belki bir işe yarar. İnsanlara meslekleri, unvanları elbette ki önemli nitelikler katar ama insan her zaman karakteriyle vardır. Yani bir adam karakter olarak adam değilse profesör de olsa, doktor da olsa, bakan da olsa ne olursa olsun adam değildir. Ben neysem oyum. Evde de dost sohbetinde de, üniversitedeki kürsüde de, televizyondaki açık oturumda da bütün inandığım doğrularımla karşımdaki herkese ve her fikre saygı duyarak aynı yerdeyim. Bu arada 21 yaşından beri emek verdiğim ve gerçekten sahip olmaktan dolayı da büyük mutluluk duyduğum İ.Ü.Hukuk Fakültesinin profesörü olmanın, inandığım doğruları söyleme konusunda bana tanıdığı kolaylığın da hiç şüphesiz ki farkındayım.
Gençlere özellikle de hukukçu gençlere hep söylediğim, öncelikle adil olmaları. Adalet gerçekten bir insanda olması gereken en önemli duygudur ve hukukçular bakımından mutlaka taşımaları gereken bir özelliktir. İnsan her zaman kendisi haklı olamaz. Hiç kimse, hiçbir fikir her zaman doğru ve haklı olamaz. Muhakkak karşımızdaki dinlemek zorundayız. Kendimizi karşımızdakinin yerine koymak zorundayız. Anlamaya çalışmak, saygı duymak zorundayız. Hatta eğer mümkünse karşımızdaki sevmeye de çalışmalıyız. Bu şekilde davrandığımız müddetçe öncelikle kendi aile yaşantımızda, mesleki yaşantımızda, bir fert olarak yaşadığımız toplumda doğruya, yaklaşırız. Gençlerin özellikle de hukukçu gençlerin Türkiye’nin dertleri ile ilgilenmeleri gerekiyor. Araştırmaları, okumaları, kendi dünya görüşlerini, kendi doğrularını bulmaları gerekiyor. Bu ülkenin dertleri ile hukukçular ilgilenmeyecekse, hukukçular söz söylemeyecekse, kim söyleyecek? İnanın ki hukuk çok önemli bir üniversal eğitimdir. Kişiye çok şey katar. Aldığınız eğitimin kıymetini bilin ve eğitiminize kendi karakterinizi katın. Farklılığınızı yaratın. Kendinizi sevin. Kendisini sevmeyen gerçek anlamda kimseyi sevemez. Olmayan, eksik olan şeylere değil, var olana, sahip olduğunuz değerlere odaklanın. Eksik olan taraflarınızı çalışarak tamamlayın ama bunalıma girmeden, kendinizi küçümsemeden. Kendinize inanın. Kendinize duyduğunuz inanç, bildiğiniz doğrularınızı çekinmeden savunma konusunda size cesaret verir. Ancak en önemlisi yine tekrarlıyorum hep kendinizin doğru olduğu yanılgısına düşmemenizdir. Demokrasi en farklı, en absürt, en rahatsız edici fikirlerin bile özgürce korkmadan söylenebildiği, çoğunluğun azınlığı ezmediği, herkesin hakkının eşit şekilde korunduğu rejimin adıdır. Yaşadığımız bilgi çağında bütün gençlerin bir şekilde kendi yollarını bulacaklarına eminim. LKG: Evet, sorularımızın sonuna geldik. Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
11.Son olarak sizin gibi hareket etmeye çalışan, tüm risklere rağmen hakikatin peşinde koşan B.E: Ben tşekkür ederim. biz gençlere neler söylemek istersiniz?
43
PARRHESIA
ELEŞTİRİ Her ne kadar dergimiz editörlerinden Levent Kaan Gündoğdu’nun röportaj dahilinde sorduğu soruların yönlendiriciliği bakımından Bahadır Erdem’i mazur görmek zorunda olsak da, verilen cevapların “politik doğruculuk” bağlamında sorunlu olduğunu da belirtmek gerektiğini düşünüyoruz. Demokrasi anlayışının liberal anlamda çöküşünü -yani halkların kendi kaderlerini tayin etmesinin Lenin’den bu yana çok değişmiş olmasını- kabul etmiş olmamız dolayısıyla sosyal medyanın bireylerin, iktidarın oluşumundaki karar mekanizmasını doğrudan belirlediğine dair kanının yanlışlığını (daha doğrusu devletin ideolojik aygıtlarının toplumsala sirayet etmesinin yanlışlığını), hitap edilen öznenin temelde belirsizliğine (sosyal medyanın anonimliğine) sığınarak belirtmenin, aslında kişisel tatmine yönelik olduğunu söylemek istiyoruz. Adalet nasıl ki “halkın oy verme eylemiyle” gerçekleşmeyecekse, o halkın muktedirler aleyhinde kamuoyu oluşturmaya yönelik eleştirilerinin de bir karşılığı olduğunu düşünmüyoruz. Keza burada tartışılması ve üzerine düşünülmesi gereken temel sorun “yeni medya” olarak adlandırılan bu medya düzeninin demokratik bir özgürlükten ziyade, iktidarlara -Orwell’ın 1984’ündeki Büyük Biradervari- bir denetim ve gözetim imkanı veriyor olmasıdır. Burada Foucault’nun işçi sınıfının yasadışılığına dair yorumunu hatırlatmakta fayda var; “İşçi sınıfına iyi bakarsan, sonuçta, yasadışılıktan yanadır” der Foucault ve ekler; “Yasaya karşıdır çünkü yasa her zaman ona karşı yapılmıştır.” Bu denetim ve gözetim ağını da bir “yasa” olarak değerlendirecek olursak diyebiliriz ki, bizler de aslında yasadışı olmak zorundayız çünkü yasa, ancak ve ancak beraberinde getireceği yasadışılık ile bizlere yeni çözüm yolları bulmamız konusunda -dolaylı da olsa- bir destekleyicilik mekanizması görevini üstlenmiş olacaktır. Yani bize göre aslında uygulanan/uygulanmaya çalışılan bu baskı, denetim ve gözetim karşısındaki özne yasadışı olmalıdır ki, kendisine yeni söylem/eylem biçimleri bulabilsin.
YAYIN KURULU (Eren Öztürk, Onurcan Yılmaz, Üstüngel Arı)
BU ALAN ASLINDA BOŞ DEĞİL 44
PARRHESIA
Yazım ve Yayın Kuralları 1. Parrhesia Dergisi, senede altı sayı olarak Edebiyat çalışmaları gönderim hususları yayınlanan bir e-dergidir. Dergimiz hem online olarak hem de bilgisayara indirilerek (pdf) oku- 8. Tıpkı makale ve bilimsel çalışma metinlerinde maya müsait şekilde hazırlanmaktadır. olduğu gibi edebiyat çalışmalarında da bir alıntılama söz konusu ise, dipnot ve kaynakça 2. Yazarlara, yazılar için telif ücreti ödenmez ve kullanılmalıdır. yazarlar kendi yazılarından sorumludurlar. 9. Edebiyat çalışmaları gönderimlerinde, 3. Yazılar iletişim mailimize word dosyası metinlerin daha önce başka bir yerde şeklinde gönderilmelidir. Gönderilen yazıların yayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır. elimize geçmesinin ardından, yazının elimize geçtiğine dair yazara yazılı bir bildirimde (e-mail) 10. Dergimizde ağırlıklı olarak edebiyat bilimi, bulunulur. Bunun ardından yayın kurulu akımları ve ürünleri üzerine deneme ve eleştiri tarafından inceleme aşamasına alınan yazıların, yazılarına yer verilecektir. Burada önemli olan olumlu-olumsuz sonucu yazara bildirilir. Olumlu yazarların/şairlerin uğraştıkları alan üzerine bir bir değerlendirme ile sonuçlandığı taktirde düşünceye sahip ve bunları aktarabiliyor yayınlanır. Aksi durumda yazardan yazısı tekrar olmalarıdır. değerlendirilmesi istenir yahut nedenler gösterilerek neden yayınlanamayacağı hakkında kendi- 11. Öykü ve şiirler, bir amaç çerçevesinde, üzerine sine bilgi verilir. İletişim maili: kurulu oldukları düşünüm biçimini yansıttığı (parrhesiadergi@yahoo.com) ölçüde yayınlanmaya değer bulunacaktır. 4. Yazıların daha önce başka bir yerde Dipnot ve Kaynakça Kullanım Hususları yayınlanmamış olması gerekmektedir. Ancak bazı özel/istisnai durumlarda “bu durum belirtilmek 13. Dipnotlar sayfa altlarında yahut yazının sokoşuluyla” kabul edilebilir. nunda verilebilir. Kaynakça yazının sonunda olmalıdır. Makale ve bilimsel çalışma gönderim hususları Dipnot Kullanımı: Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın Yılı : 5. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerinde, Alıntılanan sayfa ya da sayfa aralığı metinlerin daha önce başka bir yerde yayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır. Dipnot Örneği: Childe 2007: 15 6. Dergimizde, tarih, ekonomi-iktisat, sosyoloji, psikoloji, felsefe, siyaset bilimleri, edebiyat, Kaynakça Kullanımı: iletişim-medya bilimleri vb. disiplinler ile ilgili Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın yılı : Yazarın bilimsel-derleme makaleler, kitap tanıtım yazıları tam adı, Kitabın adı (yabancı bir eserse parantez vb. çalışmalara yer verilmektedir. içinde çevirenin adı), Yayın evi, Yeri, Yılı. 7. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerinde Kaynakça Örneği: Childe 2007: Gordon Childe, dipnot ve kaynakça kullanımı esastır. Makale Tarihte Neler Oldu? (çev. Alaeddin Şenel – Mete yahut bilimsel çalışma adı altında gönderilen fakat Tunçay), Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007 kaynakça ve dipnot kullanımı olmayan metinler değerlendirmeye alınmayacaktır. (Bkz. Dipnot ve kaynakça kullanım hususları)
45