Barış için savaşanlara, bekaret için sikişenlere, aşağıya tırmanıp, yukarı düşenlere, düşüncelerini harflere dökemeyenlere, sahtekarlara, en büyük kazancı kaybettikleri olanlara, sokağın hırçın veled-i zinalarına, içtikçe sapıtanlara, mutluyken ağlayıp, mutsuzken gülenlere, ve en önemlisi halen aşağıya inmeye çekinen, utangaç balkon çocuklarına.. Sizler için yazdık, sizler için çizdik..
Eylül ortası, 2014..
Editör : Utku Körk Yazar/Çizerler : Atabek Saydam, İpek Kuzu, Barış Umut, Semetey Albuz, Batuhan Eryiğit, Şevval Kaplan, Tolga Özen, Eylül Perçin, Bilgehan Kutlu Uncu.
Kara Düşünceler Ben o sizin okuduğunuz adamlardan değilim. Hüznün en doruğunu yaşarım içimde, o yalan kokan kahpe ağızlı olanlarınız anlayamaz beni. Dokunaklı aşk sahnelerim yoktur benim. Aç çocuklarım vardır, sizin görmezden geldiğiniz çocuklarım. Şu saçma sapan düzende yaşamayı çoktan bırakan bir adamım ben. Yaşatmaksa başta kendime özgü değil. Ben sizin hiç gelmeyişlerinizim. Ben sizin görmezden geldiğiniz her şeyim. Ben sizin saçma sapan kalplerinize doldurduğunuz koca memeli kadınım. Yanınızdan geçip giden, naftalin kokulu adamım ben. Otobüste gördüğünüz, kafası cama dayalı ve aslında oraya hiç ait olmayan adamlardan biriyim ben. Ben bir orospunun geviş getiren vajinasıyım dostlarım. Küçücük bir kadının kocaman kalbine giremeyen o adamım ben. Tozlu raflardan fırlamış ve zamanın hiçbir boka yaramadığını anlatan bir filmin yardımcı karakteriyim ben. Bir şairin son şiiri, bir kadının ilk aşkı, bir adamın son aşkıyım ben. Siz bu kahpeliklerinizle benim gözümde tanrısınız. Ve dostlarım, ben tanrıya inanmam..
Ataberk Saydam
Duvara Yaslananlar Bardak altlığından küllüğe doğru, Bir süre gelinmiş kör sokaklar. Arafın orası ve tam orası, Led lambalarıyla süslenmiş, rengarenk güzel kokulu mağazalardan geçip giden karıncalar.. Kafelerde, mağazalarda, bakkallarda kölemsi her yerde, Yitip giden kutsal vajinalar.. Ah ! İyilik yapacaktık kendimize, Atlayacaktık balkonlara.. Yanacaktı boğazımız, Çıkacaktı ağzımızdan kült filmlerin bıraktığı efsanevi koku. Çakmaklarımızı ateşleyip yakacaktık, Hüzünlü doğuyu üzenleri.. Üretkenliğin ağzına kadar dolup taştığı sokaklardayız, Uyuşturuculardan ve haplardan uzak bir ağacın altında sömürülmeyi bekliyoruz. Bre aslanlar, yaslananlar! Kelebeğin kanat seslerini hepimiz duyabiliriz. Başlarında kuyrukları olan iğrenç politikacılar yerine, Sokak lambası ve halı çırpan teyze olanlara dair. Her yer bizim diye bağırıyoruz, Bir sigara verin ulan, yoruldum..
Barış Umut
Sesler Açıklarda bir yerde bir meziyet, İşte medeniyet! Hiçliğin ortasında kaybolmuşlukla, hayallerin ötesinde sürrealizmin baş tacı, dalgaların melodisiyle, gecenin gerçekliğinden gündüzün yalanlarından uzak duygusal kuramlar olmadan kaf dağları ve sonsuz düzlükle zihinsel çeperler ve kornealar. Şimdi ise, bok çukurları ve atıklar, kimyasal dönenceler, sinyaller ve teknoloji algısı, yitirilegelmiş durağanlar, yüzyılın getirisi mide bulantısı, dünya hızının semptomları ve sadece zamanın pis gerçekliği ile kabullenmeye zihin kapatanlar, kuluçkalarınızda basınç zorlanması ve mekonyum aspirasyonu sonucu kafatasında siz. Sizden uzakta sizin içinizdeyim..
İpek Kuzu
Son Son, Tanrı’nın aklına bir akşamüstü vaktinde geldi. Bir kelebek kanat çırpıyordu ve rüzgarı iki parmak ötede son buluyordu. Dalgalar, denizinin içinde yitip gidiyordu. Ne çok sevinmişti kendi yarattığı evreninde gizli kalmış bu ayrıntıya! Bulmuştu işte, bulmuştu ya, sonsuz varlıklarının içinde herkesin keyfi yerindeydi… İkna değildi sonun gerekliliğine… Yıldızlar ve doğa, adalarda yalnız böcekler, göl diplerinde yosunlar, herkes sonsuz var oluşlarının içinde huzurlu ve ölümsüzdü. Çiçekler dünyayı bayram günü gibi süslemiş ve kuşlar sonsuz şarkılarını söylemekteydi. İnsansa, sonu olmayan mutluluklarından da, sonu olmayan hüzünleri kadar sıkılmıştı. Zamanlar sonra, kuşlar için de sonsuz ötüşleri manasızlaşmış, sonsuzluk, varlıkların en büyük zindanı haline gelmişti. Tanrı, şimdi ikna olmuştu kaderlere sonu eklemeye ve kendinden başka herkesi bu azaptan kurtarmaya ve onları ölümlü kılarak kendi ölümsüzlüğünü değerli kılmaya, böylece derin kederini biraz olsun unutmaya… Düşündü, en çok kim hak ediyordu ölümü? Aynı anda bu lütfu ve zulmü? Önce yıldızlara verdi sonu. Yıldızlar oldukları yerden, sonu olmayan bir boşlukta sonsuza kadar ölüyordu. İçi el vermedi Tanrı’nın. Yıldızların ışığını söndürmekle yetindi. Yıldızlar boyunlarını büktü. Kendi sonsuz karanlıklarının içinde ve bazen bizim gözlerimizden daha uzak bir yere giderek, sonsuz olmaya devam ettiler. Sonra tabiat tattı sonu. Tadını almasıyla kusması bir oldu. Ölen bir dağ için taşlar ortalarından ikiye yarıldı. Dereler yataklarından taştı, ağaçlar kederinden yapraklarını döktü, bulutlar siyaha kesti, güneş açmadı, doğa karalarını giyip gecelerce yas tuttu. Filler ağıt yaktılar, ördekler sessizce matem tuttu göllerde. Şaşkınlıkla titredi Tanrı. Yarattığı asillikten gururlu, ölümsüz kıldı tabiatı. Yaprak toprağa karıştı, toprak taş, taşlar dağ oldu. Su bulut oldu, buluttan yağmur yağdı, su değen dağdan çiçekler açtı, tohumlar ağaç olup yeşerdi. El ele verip her günlerini bayram gibi kutladı doğa. Sonra, insana verildi ölüm. Tüm varlıklar içinde, en korkağı insanlardı. Ölümden kurtulmak için yapılmadık kalmadı. Ölümden köşe bucak kaçtı insan ve taşlar bile güldü insanın haline. Ölüm korkusuyla herkese ve her şeye sahip ve hâkim olmak istediler. Ölüm korkusuyla öldürdüler ve öldürenleri yücelttiler. Oysa ölüm geldiğinde, ölenden başkası ölmedi. Bir avuç gözyaşına sığdı acıları. Ateş düştüğü yeri yaktı, insan dayandı. Son, insana içinde bulunduğu anın mükemmelliğini gösterdi. Ölümün korkusuyla azdı, zevklerini ilk kez keşfetti. Diğer tüm yaratıklardan daha düşkündü zevke ve hangisinin son olacağını bilemediğinden her gecesi daha güzel geçti. O günden sonra kimse kimseyi, ölümsüzken öptüğü gibi öpmedi. Şehvetle tanıştı insan ve yüreğini tanıdı. Buna rağmen, sonsuzluğun dalgın ateşi insanın içinde usul usul yanıyor ve adını ne olursa olsun yaşatmak, ölümü kabullendiği halde hatırlanmak istiyordu. Hatırlanmak isterken savaştı, kazandı, kaybetti, öldü, adı duvarlara yazıldı. Oysa gözleri de yitip gidiyordu insanın ve ölenlerin hiç biri göremedi adıyla süslü duvarları. Öldüklerinde, benliklerinde kalan yegâne şey, sonun farkındalığıyla mükemmelleşen hatıralarıydı. Sıcak dudakların ve sevdikleri yüreklerin hatıralarıyla karıştılar başka âlemlere. Ölümü, insanın en büyük ödülü ve en büyük korkusuydu. Bu sayede insan, diğer tüm yaratıklardan üstün ve korkak, daha zalim ve güçlüydü. En büyük lütfa ve zulme değen yaratık oydu…
Şevval Kaplan
Kedi Ağıdı Yumdum önlerimi tuhaf bir düğün için, Barışçıl madalyonu astım boynuma. Ölümsü bir birleşmenin hazzı için. Saldım narin kulaklarımı bağırtının huzuruna. Hiçe sayın bağırdığımı çünkü ne kutlu, Ben rüzgarda salınan bir kozalağım. Çatlatırım en fazla bir hiç olan fıstıklarımı. Kadın ağzınızı acıtmak için...
Dalgalı Algı Bu çocuk odaya kapamış kendini evde, Denk getiremiyor kapıyı balkona. Açılan her vesvese ılık, Acı bir yolculuk çayı.. Hanımefendi, buyurun! Telaşsız, yitirmiş onu, adımlıyor üç basamağı. Ağlardan kılıcınki, yaz, kafası karışınca, parçalayamamış.. Rüzgarın maaşına zam gelecek mi? Kara kara düşünüyor Beyhude, Çamların sigorta primi ne olacak ? Kaç günde iner bir kitap? Dalgın, dalgın.. Tadını çıkarıyor ahtapot denilen su altında olmanın, Akıntıya kaptırmış yosun, yükseliyor, kopuk, Bir sen, a garibim, ne garip, boğulmak, Ama ne biçim boğulmak, dün, demin, Bir soruyu çözercesine yarıp gidiyorken.. Aylardan şubat, yıllar önce doğmuşsundur, fark etmiyor..
Tolga Özen ("Kötü Alışkanlıklar" adlı kitabından..")
Yetişin Albatroslar Nasıl sessiz kalabiliyorsun içimdeki fırtına kuşlarına Duymuyor musun hepsi çığlık çığlığa? Yüreğimi söküp bedenimden sana getiriyorlar görmüyor musun? Ümit diye içtikleri sana olan aşkımla sulandırdığım acı. Seni yanımda buluyorum ansızın gece yarıları, Sevgilim nasıl sığınıyorum sana hissetmiyor musun? Ruhun ruhuma nasıl yakın.. Ben sana deli divane mevlanayım çölde, Sen bana dönmüyor musun kasımdan önce? Yollarımız kapalı,gecelerimiz kısa, Yazıyorum hunharca okumuyor musun? Tüm okyanus kuşları göç ediyor içimde sana doğru, Ağzının dehlizlerine düşüyorum,emekçi ellerine. Açsan avuçlarını tül tül döküleceğim yahut önümüz sonbahar, Getirin bana aşkımı albatroslar!
Eylül Perçin
Berbat Bir Aşk Hikayesi Bir metafor yaratmaktı amacım. Demez olaydım! Elimle kapattım ağzımı. Metafor yaratmak mı benim gibi aciz bir insanın metafor ne bilmesi çok acayipti. Usulca zihnimden ayrıldım. Açtım bilgisayarı girdim Google'a, Google yine yapmıştı yapacağını... Neyse dedim, yattım uyudum. Gözümü kapadığım anda aklıma bir şey geldi. Ayağa kalktım, balkona doğru yürüdüm. Sabah 5 ya da 6. Uyudum mu uyumadım mı bilmiyorum, birden kalkmış ve sigaramı yakmış gibiydim. Nitekim de öyle olmuştu. Hastalık artık beni çok zorluyordu günlerdir uyumamış olabilirim, farkında değilim. Balkondan aşağı bakarken gördüm onu. Çok uzun zamandır görmek istediğim kadındı o. Yürüyüş yapıyordu ve ben onu izliyordum, onu izleyen tek erkek olmamın verdiği hazzı geçiştirmek istedim, belki de bu histen korktum...
Bu sabahı özel kılacak bir şey olacaktı. Bunu hissediyordum. İçimden bir his onu takip etmemi söyledi ama aynı his biraz sonra bu saatte ona karşı sapık gibi gözükmemelisin dedi. Düşünmeden hareket etmeye karar verdim. Yere attığım kıyafetlerden birini aldım, giydim. Hızlıca evden çıktım ve çıkar çıkmaz sokakta onu gördüm. Tek başına, bir heykel gibi ihtişamlı, yürüyordu. Nefes nefese kalmışken, yakınına kadar gelmiştim. Bir dakika, dedim. Dönüp, bana baktı. Yüzümde buruk bir gülümseme ve ağzımda gevelenen kelimeler ile rezil olmuştum. Sadece anlamsız bir bakış atıp yürümeye devam etti. O an kendimi çok kötü hissetmiştim. Beynimin konuşmak için bu kadar yetersiz kalacağı bir anı hiç tahmin etmemiştim. Hala peşinden gidiyordum ama aynı zamanda zihnimden geçen cümleler, kelimeler, beynim hiç bu kadar zorlanmamıştı. Birden bana döndü ve yeterince popoma baktın bence dedi ve gülümsedi. Yaptığı espriye zoraki bir şekilde güldüm. Aslında utanmıştım amacım bu değildi ve onun beni böyle tanımasını istemezdim. Güneş ona yansıyordu, doğanın bütün güzelliklerini gözlerinde görmek paha biçilemezdi. Konuşmak sadece bu anın ihtişamını bozacaktı. Konuşmak için tek fırsatını böyle bakarak harcama, dedi. Haklıydı, bir şeyler demeliydim. Siz dün sabahta burdaydınız, diyebildim. Sanırım siz de sapık oluyorsunuz, dedi. Bana böyle iğneleyici konuşması nedense hoşuma gitmişti. Normalde böyle duruma düşmemeye çalışırdım, sürekli birileriyle alay eder, laf sokardım ama bugün farklıydı. Sanırım özel olan şey de buydu. Hayır, dedim gülerek. Ben sadece hayatıma renk katacak bir şeyler olsun diye çıkmıştım, dedim. Bunu derken gözlerim mor kıyafetindeydi, üstünde beyaz noktalar, ilk defa bi kıyafet bu kadar güzel gelmişti gözüme. Normal insanlar hayatına nasıl renk katar, dedi. Ben normal bir insan değilim, dedim. Biliyorum, sen bir sapıksın, dedi kahkahalar atarak. Ciddi miydi yoksa sadece böyle mi anlaşıyordu insanlarla kestiremedim. Sadece bu saatte yürüyüş yapan bir kadını yalnız bırakmayacak kadar çılgın bir romantiğim, dedim. Gülümseyerek, benim gibi bir kadına romantizm yakışmaz, dedi. Beni terslemek ve hevesimi kırmak için demişti bunu, biliyordum. Onun oyununa gelmeyecektim. Her kadın mum ışığında yemek yemeyi hayal eder ama senin daha iyisini istediğini biliyorum, dedim. Ne istiyorum ki ben, dedi sakince.
Klişe olmayacak bir romantizm istiyorsun dedim kendimden emin bir şekilde. Ansızın cebimden telefonumu aldı, telefon numarası yazdı. Aklına orijinal bir fikir gelirse ara beni, dedi ve telefonu uzattı. Telefonu aldım, numaraya bakarken o çoktan gitmişti. Ardından bir kaç dakika bakakaldım. Böyle şeylerin hep berbat bir aşk hikayesi olduğunu düşünürdüm. Aslında eleştirdiğim onca şeyin bir anda esiri olmuştum. O kadının esiri olmuştum. Tesadüflerin esiri, romantizm esiri, her sabah aynı saatte orada yürümesinin esiri olmuştum. Yaşamadığım klişe aslında klişe değilmiş, dedim içimden.
Batuhan Eryiğit
Siyah "Melekler yok tatlım. Hiç olmadılar. Aşk daha iyi bir orgazm için uydurulmuş bir yalandan ibaret. Çektiğini düşündüğün acı ise alışkanlıklardan geliyor. kafana geçirdiğin bir torbayla yapacağın mastürbasyondan, aşktan daha fazla zevk alacağını söyleseydim, ne düşünürdün?” Ayaklarını yataktan yere indirdi adam. Soğuk fayans terli ayaklarına şok gibi geldi. Sigara paketini aradı adam, ucuzladıktan sonra sürekli aldığı "Camel" paketinden bir dal sigara kendine, bir dal kadına verdi. Kadın çekindi önce, adamın söylediklerini, böyle bir adamla yatmanın hata olup olmadığını düşünüyordu. Kendini, seksi ödül olarak gören ucuz ev orospularından farklı görüyordu. Adamdan holandığı için yatmıştı işte, adam neden kendisine aşk hakkında ucuz aşk tiradları atıyordu? Adam da düşünüyordu bunu. Seviştikten sonra içine girilen, çoğunlukla adamın kısa cümlelerle karşılık verdiği, kadının ise adamın kendisini onaylamaya ihtiyaç duyduğu kısa zaman zarfındaydılar sadece, neden bu kadar ağır tepki vermişti? Yıllardır aynı şeyi düşünüyordu adam, neden bir sonraki orgazmını düşünmeden, gecesinin daha iyi olma ihtimali gözardı ederek bu kadar radikal konuşuyordu? Umursamadı adam. Saat hala geç değildi, bir kadının daha nefretini kazanmayı hak edip etmediğini düşündü. Sanırım hak ediyordu. Baksırını buldu, geçirdi kıçına. Kot pantalonunu aradı, küçük bir fantezi olarak kullanmak istediği için çıkardığı kemerini yatağın yanından aldı. Kadına baktı, uzun bir süre geçmemişti belki, ancak bir kadının bu kadar radikal bir durumda bu kadar sessiz kalmasını hazmedemedi birden. Bir kadının bağırmasına ihtiyacı vardı, orgazm çığlığı yerine öfke istiyordu bu sefer. Gerçek bir öfke kırıntısı görmek istiyordu, yüzüne bakmaya bile katlanamadığı bir adama içinden gelenleri çığlık çığlığa anlatmaya çalışan bir kadın görmek istiyordu. İsteklerinde hiç aşağıları hedefleyememişti adam. Eğer tanrı olma fırsatını bulduğunu düşünseydi, insanların yarısına kokain yerine Beyaz Fosfor içirebilirdi, hiç bir vicdan kırıntısı hissetmeden. Ancak daha eline böyle bir fırsat geçmiş değildi. Belki de tanrının gerçekten bir bildiği vardı, acımasız olan politikacılar değil halktı. Elindeki fırsatların hiçbirini kullanmayan, milyonlardan oluşan, sanki dev bir mongol gibi, aksak aksak yürümenin kendilerini rahatsız etmediği halk. Adam her sokağa çıktığında şaşırırdı. Köpek gibi yaşamaya, sürekli birileri tarafından ezilmeye, bunları yaparken de birilerine biat etmeyi öğrenmiş insanlar sürüsü. Neden öldürülmeleri sıkıntı çıkarıyor? Sadece kalpleri attığı, boynundan bir atar damar koparttığın zaman, kanı aktığı için mi? Neyse. Önemli olan bunlar değildi. Önemli olan evden çıkmaktı. Planı yoktu şu an, ceplerini kontrol etti, geri gitmemek uğruna çıktığı evlere geri dönmemek uğruna bir köşede ölmeyi tercih edebilirdi. Kadına baktı son kez, kadın da kendisine bakıyordu. Göğüslerini kapatma gereği duymamıştı. Üstündeki ince çarşaf yer yer terden ıslaktı. Güzel bir web sitesi için güzel, beğenilecek bir fotoğraf, asla içinde olamayacak salakların beğeneceği. Egosunu seviyordu adam. Birkaç uyuştucu madde ile egosunu öldürdüğünü iddaa eden salaklardan tiksinirdi. Egosu olmadan ne işe yarardı bir insan? Hayvan olduğunuzu reddedip, bağıra çağıra “İNSANLIK ONURU”ndan bahsedilen bir toplumda yaşıyordu, garip geliyordu
bu adama. Her şeyin doğal olduğunu görmüyor muydu insanlar. Bunu düşündükten sonra “doğal” kelimesi üzerinde durdu, doğal olan “doğa” değil, doğanın içerisindekilerin bulunduğu ortamı değiştirmesiydi. İşte bu yüzden ırklar, farklı estetik anlayışları vardı ve evet işte bu yüzden dünya yavaş yavaş ölecekti. Üzülmedi adam. Bir insanın ömrünün akvaryum içerisinde atıldıktan saliseler sonra ölen bir balık gibi olduğunu biliyordu, insanın, yaşadığı gezegenin tarihine bakılırsa. Kıyamete denk gelseydi, sevinirdi adam. Bilgehan Kutlu Uncu
Düzen Hastası Anarşist "yırtıl ar perdem, kurtul kendinden, huzur isyAnda.."
Aslında hikaye bir sosyopatın insanlara duyduğu nefretle başlıyordu. Ancak o zamanla değişiyor, evriliyor ve bambaşka biri haline geliyordu. Hikayesi şöyle: O diyordu ki, "Dünya üzerinde milyarlarca insan var oluşunu sürdürmekte. Bu ayrıca milyarlarca ağız, milyarlarca burun, bir o kadar göz ve bir o kadar da göt demek." Düşünebiliyor musunuz diyordu, "Düşünebiliyor musunuz, ayrıca bu yaşayanların hepsi nefes alıyor, konuşuyor, terliyor, kirli elleriyle size dokunmaya çalışıyor.." Ardından masaya sert bir şekilde yumruğunu vuruyor ve sözlerini yineliyordu, "Düşünebiliyor musunuz ulan, orospu çocuklarının hepsi nefes alıyor..." Bir an sakinleşmesi gerektiğini düşünüp iç geçiriyor ve votkasından birkaç yudum alıp sözlerine devam ediyordu. "İnsan diyordu, insan! Ne iğrenç bir varlıktır öyle. Yaratıcının bile lanetlemiş olduğu bu organizmalar, nasıl hala bu kadar fazla olup her yerde karşıma çıkabiliyorlar ?" Aslında hikaye bir hümanistin insanlara duyduğu sevgiyle başlıyordu. Ancak o zamanla değişiyor, evriliyor ve bambaşka biri haline geliyordu. Hikayesi şöyle: "Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.." diyerek sözlerine başlardı. O masum, tertemiz, pırıl pırıl suratına ne zaman baksanız, sizi seven, size umut veren, sizi kucaklayan bir sıfat görürdünüz. Nefesini dahi düzenli bir biçimde ağzından alıp burnundan veren bu şahıs, bembeyaz dişleri, yağsız saçları, samimi gülümsemesiyle size adeta hayat verirdi. Her sabah, ama her sabah iş arkadaşlarına gür bir sesle "günaydın" diyerek mesaisine başlar, her mesai sonunda yine aynı sevecenlikte "iyi akşamlar" demeyi hiçbir zaman ihmal etmezdi. Bu zatın sadece insanlarla da değil, hayvanlarla da arası çok iyiydi. Evinde beslediği kedisinin dışında sokak itlerine mama verir, onlarla tek tek ilgilenirdi. Hayata pembe bir çerçevenin ardından neşeyle bakan bu mahluk, tam bir iyilik perisiydi. Yaşamak diyordu, "Yaşamak, ne güzel şeydir öyle.." Aslında hikaye kimliğini tam anlamıyla belirleyememiş, iç sesiyle mücadele veren, takıntı sorunları yaşayan bir adamın hayatını ele alıyordu. Hikayesi şöyle: İç geçirerek sözlerine başlardı. Konuşurken yaptığı saçma hareketlerin hemen farkına varırdınız. Daima gizlemeye çalışırdı ancak hiçbir zaman başarılı olamazdı. Kazara dokunduğu yere bir daha dokunur, konuştuğu kelimeleri özenle seçer, konuşmadığı sıralarda ise başparmağı ağzında veya çenesinde olacak biçimde sıranın kendisine gelmesini beklerdi. İlginç bir beyin yapısı vardı pezevengin. Normal değildi, gerçi o'na "normal değilsin" desen normalliği sorgulamaya başlardı. Amcık herif, normal değilsin ulan işte, neyini sorguluyorsun? Her neyse, paranoyağın da tekiydi. En yakın diyebileceği dostuna dahi şüpheyle yaklaşan, sadece şüphecilik değil, her an başına bir şey gelecekmiş korkusuyla en mutlu anının bile içine sıçabilecek biriydi. Kafasının içinde nelerin dönüp dolaştığını asla bilemezdiniz. Sahi, bu pezevenk ölünce otopsisine bizzat girmek isterim. Merak ediyorum, acaba nasıl bir beyin yapısı var. Aslında beni daha da meraklandıran konu, acaba sahiden bir beyni mi vardı? Bunun gibileri gördükçe kusasım geliyordu. Orospu çocukları, bir anda tüm yaşam enerjimi yok edebiliyorlar.
Nefret, sevgi, şüphe. Aralarındaki ortaklık acaba neydi ? Aslında hikaye, bu üç farklı kişinin tek bir kişi olmasıyla başlıyordu. Aslında hikaye üç farklı kimliğin nasıl olur da tek bir kişide toplanabileceğini sorguluyordu. Aslında hikaye, sakallı bir adamın yıllar önce söylemiş olduğu sözü açıklamak istiyordu. O söz şöyleydi, "Aslında anlatılan, senin hikayendi."
Utku Körk
Düşünüldü, yazıldı, adandı, dip boyası gelmiş bir kadına adandı..
facebook.com/fanzinbalkon balkonfanzin.blogspot.com her hakkı tarafımızca saklanmıştır. bulursanız çoğaltınız.