Balkon Fanzin n端sha : 1
Mülkiyete Verilen Önem Üzerine “halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihAnda bir nefes sıhhat gibi..” Bir kürk için onlarca, yüzlerce hayvanın öldürülmesi, dünyadaki açlık oranın %50’lere dayanması, bir hiç uğruna çıkarılan savaşlarda çocukların katledilmesi, uyuşturucu kullanma yaşının on bire düşmesi ya da her dakikada bir kadının şiddete maruz kalması benim için önemli mi ? Yoksa benim için önemli olan, arabamın kaç model olduğu mu, televizyonumun markası mı, ceketimin rengi mi, kol saatimin fiyatı mı ? Hangisi gerçek, hangisi önemli benim için ? Titanic’te olduğunuzu, yeterli filikanın olmadığını ve iki saat sonra suyun dibine batağınızı hayal edin. Birinci sınıf bir yolcuydunuz. En güzel odalarda ağırlandınız, en güzel yemekleri yediniz. Kimsenin içemediği içkileri içtiniz, kimsenin göremediği ilgiyi siz gördünüz. Servetiniz, ikinci ve üçüncü sınıf yolcularınkinden kat kat fazlaydı. Ancak yeterli filika kalmamıştı. Gereksiz olduğu halde sahip olduğunuz pahalı tablolarınız, yıllanmış şaraplarınız vardı. Dönemin en görkemli, en lüks aracına sahiptiniz. Ancak yeterli filika kalmamıştı ve yalnızca iki saat sonra suyun dibine batacaktınız. Karınız güzeldi, işinizde itibarlıydınız. İnsanlar size “bayım” diye hitap ediyorlardı, saygındınız. Eviniz, şehrin en konforlu evlerindendi. Ancak iki saat sonra balıkların öğle yemeği olacaktınız. O anda, tam o anda neyin önemi kaldı ki hayatınızda ? Sahip olduğunuz onca şey, itibarınız, paranız, mülkünüz, servetiniz.. Hangisi sizi balıklara yem olmaktan kurtarabilecekti ? Plaketleriniz mi, aldığınız başarı belgeleri mi ? Titanic’te olduğunuzu, yeterli filikanın olmadığını ve iki saat sonra suyun dibine batacağınızı hayal edin. Üçüncü sınıf bir yolcuydunuz. Odanız ufak, dağınık ve konforsuzdu. Ucuz yemekler yiyip, ucuz içkiler içiyordunuz. Belirli bir servetiniz yoktu, ne önemli ressamların yapmış olduğu pahalı tablolara, ne yıllanmış şaraplara ne de şehrin en güzide yerinde güzel bir eve sahiptiniz. İşinizi sevmiyordunuz, iç açıcı bir aile yaşamınız da yoktu. Yeterli filika da kalmamıştı. O anda, tam o anda, neyin önemi vardı ki sizin için ? Batıp batmamanızın, iki saat sonra balıklara yem olup olmamanızın.. Ardınızda bırakacağınız bir şeyiniz yoktu. Sahip olduğunuz hiçbir şey yoktu ve dolayısıyla bir şey de kaybedemezdiniz. Kaybedeceğiniz bir şeyin olmaması, özgürlük demekti. Batıp batmamak, sizin için manasızdı. Mülkiyet, modern yaşamın getirmiş olduğu sorunları çözmekten öteye gidemez. Size gerçeği, salt gerçeği gösteremez. Yalnızca size, üçüncü sınıf yolcularınkinden daha mükellef, daha konforlu, daha cazip bir yaşam sunar ki o yaşamın ömrü, buzdağıyla gemi arasındaki mesafe kadardır. Ve bu aradaki mesafe, er geç bir gün karşınıza gelecektir. Hayatta her şeye sahip olabilirsiniz. Gücün en tepesinde, tek başınıza altınızda koşuşturan üçüncü sınıf yolcuları izleyebilirsiniz. Gücünüz sayesinde belki her şeyin üstesinden gelebilirsiniz, her türlü engeli aşabilirsiniz. Ama biri dışında : “ölüm”. Ölüm bir gerçekliktir, kaçınılmaz sondur. Bahsi açıldığında suratlardaki tebessüme perde indiren, çözümü olmayan yegane hakikattir.. Ruhun ebediyete kavuşması, hiçlik, kurtuluş, belki de ruhların nihai amacı.. Ölüm, dört harfli, hafif bir korku, belki biraz da acı.. Belki de derin bir uyku, sonsuzluğa yüz tutmuş bir uyku.. Sahip olduğunuz şeyler bir yana, yarın onları kaybedeceğinizi, ağlayacağınızı, er geç bir gün sizin de Titanic’e bineceğinizi bilerek yaşayın. Yeterli filikanın kalmadığını unutmayın. İki saatiniz kaldığını, balıkların sizi iştahla beklediğini bilin. Ölümü ertelemeyin, ileri tarihlere atmayın. Ölüm fikri, sizi özgürlüğe kavuşturmalı; korkuya değil. Yarın ölüyorsunuz bayım, ama korkamayın aksine mutlu olun, özgürlüğünüze kavuşuyorsunuz. Saatlerinizi Titanic’e göre ayarlamanız dileklerimle..
Utku Körk
İniş noktası, iniyoruz İnmesek olmuyor mu ben daha gidecektim Çöp kenarlarına işeyecektim, çok yazacaktım, çok okuyacaktım, ciğerlerimi sökene kadar tüttürecektim, yollara ağlayacaktım, kalbimi koyacaktım ortaya, belki sevenim olurdu. Bakacaktım insanlara, tadacaktım damarlarındaki tatlı yaşamlarını.. Çalacaktım şiirlerini, şaraplarını.. Gözerine yalan söyleyecektim, canlarını yakacaktım, dönüp kendimden nefret edecektim. Sonra devam edecektim içmeye.. İçecektim, içecektim, içeceğim, kustuğum her yolda bir patika olacaktı. Baktığımda gökyüzüne, yıldızlar kayacaktı gönlümden.. Hapşırık, tıksırık olacaktı, bol bol hastalık, hala şansım varken, inmesek olmuyor mu ?
İpek Kuzu
Jack Kerouac "Yolda"yı doğaçlama yazmaya karar vermeseydi ve yolda hiç olmasaydı, yine de çıkardım yola. Arkamda çok aşık olduğuna inandıran bir sevgili bırakacak olsaydım, yine de çıkardım yola. "Gitme oğlum hasta olursun kim bakacak sana yollarda" diyen bir annem olsaydı, yine de çıkardım yola. "Gitme, iki bira içip sohbet edecek kimse kalmayacak" diyen bir dostum olsaydı, yine de çıkardım yola. Yolun bittiği yerin başlangıcı olduğunu bilseydim, yine de çıkardım yola. Açlık, kargaşa, yalanlar, terlemiş, kokmuş ayaklar, buz tutmuş parmaklar olacağını bilseydim, yine de çıkardım yola. Çünkü yolda bir şey vardı, anlamsızlığı arkada bırakan, geçmişin acılarını, geleceğin kaygılarını hiçe sayan... Bir şeydi bu anlatmaya çalıştığın zaman içinde büyüyen sonsuz bir anlatım lakin Oğuz Atay'ın da dediği gibi kelimeler bazen anlamlara gelmiyor... Dusinur
Bilemedim gitti... Martı mıyım, neyim ? Ne denizde var olabilen, ne de gökyüzünden vazgeçebilen.. İyisi mi var olabilmek, gözlerim ile ufukları deler bedenim ile denizi okşarım. Sakın ha kimse bana sahip çıkmasın, benim ben, farkındalığını fark etmiş ben. Bağımlısı değilim sizin feribotlarınızın, gemilerinizin.. Muhtaç değilim, bir parça simit bisküvinize. Bağımlısı değilim susamın. Uçmak olmalı emelin, ve elbet ulaşacağım sonsuz maviliklere. Ne de olsa deniz döşek gökyüzü yorgan, ikisi de bensiz olmaz. Kızarlar bana lakin biri dalgası ile döver, diğeri rüzgarı ile tersler. İyisi mi ben onlardan ayrı, onlar da bensiz yapamaz.
Hiç uğraşmaya değmeyecek, yaşamaya değmeyecek durumlar... Kapının ardında bekliyorum ve sözün devamını bekleyen yüzler arıyorum. Küçük mutluluklarla sarıyorum benliğimi, başka gökyüzü istemeden, başka bir şey keşfetmeden yaşamak, sadece yaşamak... Olduğum gibi ve doğduğum şekilde üşümelerim ve açlıklarımla beraber düşünmenin gereksizliğiyle beklentisizliğin gereksizliğiyle, beklentisizliğin istemiyle yaşamak... Hiçbir şey olmuyor değil mi ? Bu uykunun sonunda uyanırken ölüme, belki bir umut, umut niye, bir şeylerin değişmesine, öylesine, heyecansız, öylesine bir gülümseme ile, yaşayamaz mıyız?
Büyümek.. Çoğu için enteresan bir şey. Belli dönemlerde belli başlı gerçeklikler ve bunlarla başa çıkma çabası. Garipsenecek gerçeklikleri sıradanlaştırmak güdüsü falan. Benim adım Peder, yaşım çoğu saçmalığı kavramış, çoğunu da es geçmiş kadar var. Tabii bu sebepten de belli yaşanmışlık... Hep sorarım kendime, bir çocuk derim, bir çocuk ne yaşayabilir ki ? Toplum ne dayatabilir ki ona ? Hayır burada olgunlaşma çabasında kendini kanıtlamaya çalışan bir genç yok, en azından şuan yok. Yedi ila sekiz yıldır belli aralıklarla olmak üzere tütün kullanıyorum ve anlayacağınız maddi açıdan oldukça eksiğim var. Yaşımın gerektirdiği üzere karşı cinse olan ilgim ya da libidom oldukça yüksek. Lakin bu düşünememe engel değil. Dahası hayal etmeme engel değil. Çevrem, okuduğu okuldan, çalıştığı işten, yaşadığı hayattan nefret edenlerle dolu. Oysa farkındalıklarını o kadar çok kaybetmişler ki bunu dışa vurum haline getirmekten ölürcesine korkuyorlar. Oysa ne kadar güzel yaşadıklarının farkında değiller. Ellerinde son teknoloji telefonları, acıktıkça karınlarını doyurabilecekleri besinleri, arabaları, kız arkadaşları, düzenli cinsel hayatları, varsayımdan ibaret gerçek dışı gelecek hayalleri var. Ancak bunların hiçbiri onlara yetmiyor. Çekilmez olan varlıklarını daha da çekilmez hale getiriyorlar. Evet, bunları biliyorum. Çünkü hepimiz öyleyiz ve hepiniz öyleydiniz. Bu metnin sıkıcılığı ne kadar fazla ise benim içimdekiler de o kadar saçma ve can sıkıcı. Haydi, haydi çıkalım sokaklara bağıralım devrim diye. Yok öyle bir şey. Gerçeklere o kadar kapatmış ki kendini bu toplum, yalnız ve yalnız kendi hayatlarındaki saçma sıkıntıları yaşanan vahim hadiseler ve de bu vahimliğe verdikleri cahil tepkiler ile saklıyorlar. Neyse, haydi biraz da toplumun bir kesiminin hoşlanacağı gibi edebiyat yapalım. Hayır ben bugün sadece saçma sapan meselelere üzülen, sinirlenen biri olarak farkındalık yaratacağım.Çünkü bir düüne fareyi beslemezseniz, en güçlüsü kazanana kadar tek tek yok olurlar. Oysa tek olmak güçlü olmak değildir. Eğer şanslı iseniz, birini bulun. Ne kadar çekilmez olursanız olun, en iyisini elde etmeye gayret gösterin. Ama eğer ki benim gibi şanslı değilseniz en iyisi yatın uyuyun. Kaybetmek alışkanlık yaratır ve bir köşede oturup hayatınıza, o yaşınıza kadar yaşadığınız hayata, şöyle bir baktığınızda fark edersiniz ki hiçbir anlam katamamışsınız. Üstelik en acı tarafı da arkanıza dönüp baktığınızda zamanınızın kalmadığını ve başkaları için çekilmez hale gelmiş varlığınızı kaybettiğinizi görürsünüz.
Kürşat Çakan
Kayra ve Kargalar Çok çeşitliyiz... Korkularımız var, hem de çok fazla. Ölmekten korkmakla başladık hayata. Devamında sevmekten, acı çekmekten korktuk. Neden aykırılıklarımızı bir madalya gibi göğsümüzde taşıyamazken insanların çoğu acımasızlığını, haksız gücünü ve utanmazlığını üzerine giymiş dolaşır ? Bu kadar çok korkuyordum ben hayattan. "Yaşamak" dedim kendime, sanıldığı kadar kolay değildi. Başlarda acıya dayanma eylemsizliğini gerektiriyordu. Evet, acıya dayanmak bir eylem değildir. Bir şey yapmazsan gelir ve geçer. Ardından birkaç kesik, biraz düşük değerler taşıyan kan ve kafanın içine sıkışmış hayallerin vardır. Sonraları hayallerini gerçekleşmesi için değil bu kirli hayata asla gelmemesi için kurarsın. Kirlenmesinden korkarsın çünkü, kirlenirse insanların eline oyuncak olur. DÜŞÜN ! Daha bugün bunun hakkında konuşmadım mı ben ? Düşler vardır ve düşünülür ama benim düşlerim sadece düşünce olarak kalsın tanrım. İnsanlarından şikayetçiyim. Kirletirler, acıtırlar, hatta öldürürler ve cesedinden bile zevk alabilecek kadar dipteler. Sen onları böyle yarattın. Şikayetim onlarla başlayıp seninle bitmiyor mu hep ? Günah mı yani hayallerimi istemek ? Umursamıyorum sanırım bunu ama yaşamak için şans ver bana. En korkakça yoldan gidiyorum senin gibi. Yazıyorum, çiziyorum ama okuyamıyorum, okutamıyorum. Senin farkın buydu. Aynı hataları yaptım insanlarınla ama gurur duyamadım onlarla. Bir ağaca isim vermekten, insanlarını bütün kötülüklerine rağmen sevmekten, sevmesem bile dinlemekten bıkmadım. Çünkü melekleri duyamıyorum. Duyabilseydim onları, yazardım. Onların içinde günahkar olmak asıl onurdu aslında. Ama gittiler. Bir hata yapıp meleklerinin arasından kovuldum. Senden değil onlardan af diliyorum ben. DÜŞÜNÜYORUM. Bunu düşününce huzur bulurdum bir zamanlar. Ama varlığımı düşündüm belki sadece. Varlığımı düşünmem beni "var" edebilir miydi gerçekten ? Düşündüğümü söylüyorsam, varlığımı kanıtladığım tek kişi kendim olurum. Düşünüyorum öyleyle kendim için varım. Peki ya gördüklerimiz. Maviyi ben baktığım için gördüm. Birini bana baktığı için gördüm. Onu düşündüğüm için "var" oldu. Peki bir eylemsizlik anında, görmediğim, duymadığım ve bakmadığım anlarda kim için var bunlar ? Kimin için var olmasını istiyoruz tüm bu dünyanın. Ben diyorum ki bir kişi için değil, bireyler için var oluyor her şey. Ve bunları görmezden gelebilecek insan sayısı az. Azlığına hayranım bu insanlığın. Mükemmel oldukları için değil. Bazılarına göre eksik oldukları halde aslında diğerlerinin fazlalığı olduğunu düşünmeleri asıl mükemmel olan. Eksikliklerimle yıllarca yaşayabilme arzusu, bağımsızlık halini yakalama duygusu onlardaki. Dünyaya bağımlı değiller. Kendi bedenini bile sığdıramadığı bu madde olan dünyaya olan duyarsızlığı. Maddeden bağımsızlık hali bu, bazen delilik bazen mutsuzluk hali bu dediğim. Sarhoş bir insanın dengesizliği ve bilge bir yaşlılığın sakinliği. Sarhoş mutluluğu işte.Neye güldüğünü neye ağladığı belli olmayan ama istemsiz şekilde en derin nefesleri alan insanlar. Dine dalmalarında sakınca yok. Korkuları, bağımlılıkları yok. Aşkları bile yok. Onlar yok.
Günün Kahramanı Günün iki kahramanı oldu. Korku ve endişe. Aynı şey değil işte bunlar. Endişe olmayan şeylere, korku olması istenmeyen şeylere denir. Olmasını istemediğin şeyler, olabilecek şeyler kadar bağımsızken nasıl oluyor da acı çekiyorsun insan ? Korku ve endişe. İkinizi de fazlasıyla yaşadığım halde karışamıyorsunuz hayatıma. Hoş karşılamalıyım bunu, kendimi hiç tanımadım. Korkarım ben kargalardan bu arada, ama bugün kargalar sabaha dolmuş. Doğru geceler benim baykuşlarımın olduğu için sabaha gelmişler. Korkmalı mıyım bundan ? Bilmem ki sadece günümün kahramanı oldu bir karga, bir ağaca verilen isim ve emanet ettiğim baykuşum. Biraz mavim kaldı geceye, onu kaybedemem.
Kayra Güneş
Zar Tanrı anahtarı kireç beyazı kapının deliğine soktu, o anda otomatik söndü. Ama kapı hareket ettiğinde boşu boşuna tekrar yandı. Kendi kendine ne kadar çok enerjinin sırf bu yüzden defalarca boşa gittiğini düşündü. Kapıyı kapattığında biraz öce ne düşündüğünü hatırlamıyordu, ıslanmıştı ve o gün işte çok yorulmuştu. Kabanını tek başına bekleyen askılığa astı. Kaban ıslaktı, sabah evden çıkarken yağmur çok iyi bir fikir gibi gelmişti oysa. Ama eve dönerken taksi bulamayınca anında pişman olmuştu bu karardan. Yağmuru yaratmayı sonraya bırakması gerekirdi. Siyah kundura ayakkabıları daha siyah bir çamura bulanmıştı. Önemsemedi, çıkarıldıkları yerde öylece terk etti onları. Eli ışığın açma düğmesine gitti. Duraksadı, yaptığı onca otomatikleşmiş hareketi düşündü ve tek odalı evinin o tek odasını defalarca süzdü. Oda çok sade döşenmişti, hatta döşenmiş demek fazla abartılı kaçıyordu. Uzak köşede, demir bir ranzanın üstünde sert bir yastık, kaşındıran kahverengi bir battaniye vardı. Altında ise eski model bir bavul duruyordu. Hiçbir yere gitmeyecek olsa bile bavulun görüntüsü hoşuna gidiyordu. Biraz da utanıyordu bavuldan ama neden olduğunu kendisi de bilmiyordu. Sol köşede sunta bir kitaplık duruyordu, daha yazılmamış bir ton kitapla beraber birkaç ıvır zıvır haricinde kitaplık boştu. Muhtemelen kitaplıktaki tek değerli şey o eski cep saatiydi. Saat uzun zaman önce zamanı ölçmeyi bırakmıştı. Sağ tarafta tezgah vardı. Demir lavabo ufak bir tabak yığınının altında kaybolmuştu. Onun yanında eski bir fırın duruyordu. Sol alttaki ocağın çakmağı bozuktu, üstünde dün den kalma dibi tutmuş bir çorba duruyordu. Odada yalnızca iki küçük pencere vardı, kumar masası yeşilinden perdeler sıkı sıkıya kapalıydı. Yine de pencerenin tam dibindeki sokak lambasından ışık sızıyordu, paslı kalorifer peteklerinin üzerine. Işığı yaktı, odadaki tek ışık kaynağı olan avizesiz lamba, o loş sarı ışığıyla parladı. Ve odadaki tek lüks gibi duran masayı aydınlattı. O anda yerdeki pikat çalışmaya başladı. Tanrı olmanın ufak tefek ayrıcalıkları vardı. Mesela bu pikap, müziği zamanın ve evrenin içinden çekip alıyor, her defasında ihtiyacı olan şarkıyı çalmaya başlıyordu. Hatta kendisi yazıyor, kendisi söylüyordu. Masa maun cevizdi, koyu kahverengi boyası iyi cilalanmıştı. Dört ayağı kavisle aşağıya iniyor, aslanpençesi şekliyle son buluyordu. Altında halı yoktu, yerler çürük limon rengi halıfleksle kaplıydı. Bir ton buruşuk kağıtla beraber bir demir tel örgü çöp kutusu hemen sandalyenin yanındaki ayağın bitişiğinde duruyordu. Üstünde yığınlar halinde dosyalar, müsvedde kağıtları ve kocaman tepeleme sigara izmariti dolu bir küllük vardı. Sanki oda dahil, yaratılmış her şeyi üzerinde taşıyormuş gibi bir hali vardı masanın. Haksız sayılmazdı, yaratılmış veya yaratılmamış çoğu şeyin fikri o masada bulunmuştu. Yanı başındaki sandalye oldukça rahatsız durmasına karşın, oldukça iyi iş çıkarıyordu. Hiç değiştirmeyi düşünmemişti. Kendi kendine gülümsedi sanki bir şeyleri değiştirmeyi düşünüp de bunu ilk seferinde uygulayan biriymiş gibi. O gün eve iş getirmişti yine. Ne çok yorulmuştu bugün. Melekler sürekli problem çıkarmışlardı, öğle yemeğini yarım kesmek zaten yeterince kötüydü. Şimdi gecenin bu saatinde çalışmak zorundaydı. Sandalyenin başına geçti, deri çantasından malzemeleri çıkardı, notlarını ve yaptığı heykelciği ilk başta mermerden çalışmıştı. Ama nedense bir türlü içine sinmemiş, o yüzden çamura dönmesi gerekmişti. Uzun zamandır çamurla çalışmamıştı Birkaç saat boyunca heykelin orasıyla burasıyla oynadı. Bir türlü istediği gibi olmuyordu. Kalktı, kitaplığa yürüdü, saate baktı. Sonra hatırladı, saat uzun zamandır zamanı göstermiyordu. Çok geç saatlere kadar çalışmanın problemi de buydu. Basit şeyleri gözden kaçırıyordun. Gözleri zarlara ilişti. Zarları eline aldı, bunların burada olduğunu bile bilmiyordu. Sandalyeye tekrar oturdu. Elinde zarları döndürürken son sigarasını sol eliyle yaktı. Dirsekleri masanın üzerindeydi, sigarası sol elinde alnının üzerinden bir baca gibi tütüyor, lambanın etrafında süzülüyor ve duvarda garip gölgeler bırakıyordu. Sağ elinde zarları çevirmeyi sürdürdü. Arkasına yaslandı, dağılan dumanı izledi. Zarları sıkıca kavradı. Ve Tanrı yumruğunu salladı. Hiç bakmadan masanın üzerine fırlattı. Zarların her biri masanın üzerinde üç defa sekti. O anda evrenin her yanında kilise çanı misali masaya çarpışları yankılandı. Zarlar düştü, ufak gelmişti. Ademoğlu bu haliyle idare etmek zorundaydı. Tanrı yumruğunu savurdu, zarlar düştü ve adem gözlerini açtı. Hem eksik hem bir şahaser olarak..
Sokağa inmeyen balkon çocuklarının sesi soluğu..
facebook.com/fanzinbalkon balkonfanzin.blogspot.com