Sen, evet evet sen, caddenin kargaşasında top oynayan çocuk.. Sen, evet evet sen, metropolün gürültüsünde kaybolmuş adam.. Sen, evet evet sen, gecenin bir vakti yalnız başına korkar adımlarla yürüyen kadın.. Sen, evet evet sen, gelecekten umutsuz, bir bar taburesinde geçmişi pişmanlıklarla dolu herif.. Sen, evet evet sen, sevdiği hatuna açılamayan mahalle delikanlısı.. Sen, evet evet sen, izbe bir genelevde müşteri bekleyen hayat kadını.. Sen, evet evet sen, kimliğini oturtamamış, yüzü sivilceli ergen genç.. Sen, evet evet sen, çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek için fazladan mesai yapan baba.. Sen, evet evet sen, sırf sen yalnız kalmayasın diye bütün bu çaba..
"Balkon Fanzin Nüsha 5" "Ocak ortası.."
ölümü yaşa..
Editör: Utku Körk Yazar/Çizer: Batuhan Eryiğit, Barış Umut, Ömer Faruk Sargın, Şevval Kaplan, Ataberk Saydam, Batıkan Kaya, Bilgi Özdemir, Kaya Ahmet, İpek Kuzu, "EnoktaK", Kayra Güneş, Sinem Oral, Hasancan Ersöz.
“Zihinsel ve fiziksel yakınlık zorunlu olarak çatışmaz. Kent merkezleri gibi yoğun nüfuslu alanlarda çok az manevi bağımsız olan insan kalabalıklarıyla her an fiziksel olarak yan yana yaşarız. Şehrin kalabalık ortamında fiziksel yakınlık manevi uzaklıkla el ele gider. Aslında bir şehirde yaşamak, zihnimizi aşırı meşgul etmesin ve taşıyabileceğimizden ağır ahlaki yükümlülükler dayatmasın diye fiziksel yakınlığın etkisini “sıfırlama” anlamına gelen karmaşık bir sanatı gerektirir; bütün şehir sakinleri bu sanatı öğrenir ve uygularlar.” -Zygmunt Bauman-
Dedim kardeş vay amına koyayım! Aylardır ses seda çıkmıyor. Bazen içeriği hakkında kafayı yiyecek gibi oluyorum balkonunda oturduğum hayatımın sebep olan bir şey varsa kodumun bir önceki yazımın elektrikli ortamda çıkan ikinci sınıf fotokopi müsveddesinde oluşan görüntüsünü başka insanlar tarafından okunup okunmamasını bırak aynı müsveddeyi paylaştığım “yazar” arkadaşlar okumuş mu okumamış mı sorusu.. İş yapıyoruz oğlum burada iş! Balkonda oturup dünyayı izliyoruz. Bunun neresi ciddiyetsizlik ve kendini salma gerektiriyor anlayabilmiş değilim editör kardeşim? Yaşam tecrübelerimizin kahramanı mı olacağız yoksa anca nasıl yaşasam mı diye tahayyül edeceğiz? Balkonda oturmaksa eğer en büyük tecrübeyle sabit fikir eylemimiz bir zahmet alın kahvenizi önünüze de "benim önümde neden kocaman bir sigaralık yok ya" diye düşüneceğinize açın da fanzin manzin okuyun! He canım, eğer ki dersen ki olayım benim kovalamak varsa bizden iyi bir sokak hikayen anlat da duyalım. Yaz da okuyalım. Anca doğmamış bebeye masallar dışavurumu amına koyayım. Bir sevgili olsa sevsek. Şarap olsa içsek. Am olsa da siksek.. Gramsci , Machiavelli’den bahsederken onun hakkında “erken gelmiş jakoben” ifadesini kullanır. Zaten arada sırada eline birkaç müsvedde alıp okuyan arkadaşlar için bu ifade kendisine yabancı gelmeyecek ve neden saçma sapan kendi yazarlarına hakaret bir adamın son paragrafa bu cümleyle başladığını şıp diye anlayıverecektir. Asıl üzüntüm kendisine hayat tarafından bahşedilen tüm lütufları teptiği gibi, yazarı olduğu fanzinin yazılarını okumaktan aciz arkadaşlarım içindir. Hadi eyvallah.. Nazımdan: "Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından."
EnoktaK.
Fazladan Geceler Geceler sevmek içindir, Özgürce sarılmak hayallere.. Kaybedilen bir annenin bulunması, Sarhoşken tutmayı unuttuğum yas günlerimin iadesi, Yıllar sonraki huzur dolu hayatımın öngörü modelinin sahibidir gece. Sessizliğiyle çekilmeye değer, Acısıyla hüznüme eşlik eden geceler, Sessizliğiyle hayatıma birkaç kelime sığdırmama izin verir. Karanlığıyla aydınlığı beklemeyi öğretir, her şeyden önemlisi insanlara uzak, hiçliğime açılan bir kapıdır. Nasıl bir boşluktur ki sevmeye yer vermek için yaratılmış geceler? Nasıl oluyor da karanlıkta buluyorum ''var'' olanı? Sabahlar belirsiz.. Sabahlar beklemez beni.. Hatta diyorum ki, günün geceye ayrılan kısmı bir saat uzatılsa, birkaç yıl fazla yaşarım ben..
Kayra Güneş
ARAYIŞ Onu görmek istiyordum. O ise benden nefret ediyordu. Buluşmamız imkansızdı. Bir şeyler yapmalıydım. Ama ne? Bu sorunun cevabını hiçbir zaman bulamıyordum. Aptal aptal seyrediyordum kendimi aynada… Aynanın o sonlu boşluğunda. Bir cevap bulmalıydım. Boşlukta sadece boşluk bulunabilirdi. Tek çare uzaklaşmaktı aynadan. Kendimi rahatça kendime verebilmenin tek yolu buydu. Ona sahip olabilmenin böylece. Çünkü kendim olursam benim olurmuş. Garip sorular. Garip düşünceler… Bitmek bilmeyen nazlar… Bu büyük bir sorun. Kendin olabilmek; bu cümlenin tanımını gerçekten bilmiyorum…
**
BİRAZ ÇILDIRIŞ Çıldırıyordum. Deliriyordum. Elime aldığım her şey amacımı gerçekleştirmemek için aksi yönde çaba sarfediyorlardı. Her şey bana düşmandı sanki. Her şey inatçı… Acı veriyordu bana tüm yaşam belirtilerim. Susmak bile çare değildi. Sabır; hiçbir işe yaramıyordu. Öldürme, parçalama duyguları hissediyordum. Ahlak kavramlarım alt üst olmuştu. Küfürler savuruyordum her şeye. Ölmek istedim bir ara. Kimse böyle bir görevi üstlenmek istemedi. İş başa düştü deyip kendimi öldürmeye niyetlendim. Nasıl yapılır bilmiyordum ama. İntiharı düşünürken yapamayacağımı anlayıp vazgeçtim. O an, aslında kendimden de vazgeçtiğimi anladım. Her şey imkansızdı ama imkansızlığı kabul edip savaşmayan da bendim. Yani yaşayan bir ölüydüm. Ne acınası bir durum. Gökyüzünün mavi olduğunu kabul edip yeşile döndürmeyi hayal etmek… Ölsem her şey beyaz olurdu değil mi? Beyaz iyi bir renk mi peki? İyi olduğunu kabul etmek mi beyaz yoksa? En iyisi gerçekten yaşamaya çalışmak. Olmayan ve olamayacak şeylere inat yapmak bunu. Ölümün o huzur kokan büyüsünü reddetmek… En iyisi bu galiba…
Kaya Ahmet
HALAT Ocaktan yakar sigarasını, Koridordaki hüznün bir parçası olarak gider, duman altı odasına.. Odası yahut yatağı, bir portaldır huzura eren, Mümkün kılınmış bir iskemlede, mümkün bir intihar senaryosu. Kara, kapkaranlık bir portre, Küf tutmuş korkuları.. Hissedemez sıcağı ya da olur olmaz soğuğu, Saygıda kusur yok, ya tanrı bir çocuksa? Püf noktası buydu, Perdeleri üstüne alan insanların aradığı, Balık tutarken, gökteki tanrının yapıtı, Ne av kalıcıdır bu dünyada, ne de akıllı olan avcı. Bölüm bölüm ayrılıyoruz. Kapatınca kapısını, tarih de kapandı, solan insanlara ve yandaşlarına.. Korkunç bir sessizlik gelecek, uzattı kanyonun içinden elini, görüyor musunuz? Arkasına yaslandı sadece, Ayaklarını uzattı, şaşalı bir örtünün üzerine. Kül tablasını alır bir de karnına, Mümkün kılınmış bir iskemlede, mümkün bir intihar senaryosu.. Nereden bakarsan bak, Dört bucak ölümü görebilir. Nereden bakarsan bak, Sandalyedeki adamı görebilir. Huzurun olup olmaması mühim değil, Temenni edilen, mutlu bir yaşam, Sokak lambasının altında fark etmek kendini, Bence her ruh, bedenini seçebilir. Mühimmat kağıt kalemden oluşursa, Şiirini giyinir, kalemlenir. Seçer düşmanını; kitaplara, dolaplara, odalara sığmaz. Maliyeti ne olursa olsun, bir halat satın almış her şair için..
Mümkün kılınmış bir iskemlenin üzerinde, mümkün kılınmış intihar senaryosunu gerçekleştirmek, mümkündür.
Barış Umut
Gri Eldivendeki Bordo Küller Kanatlarım acıyor, intihar mı etmeli yoksa algılarımı mı morga hapsetmeli? İçinden çıkamadığım Dünya, eksiltili bir kozmos ve kulaklarımda damla damla birikmesine katlanabildiğim keskin gıcırtılı notalar arasından geçen tanrı intihar etti küfürlerini ceplerinden boşaltarak bu gece, yatak odamın “papatya ikliminde." Toplamaya üşendiğim her mağara gibi istisnai bir şekilde denizi seyretmeyerek içilen kaldırım kırmızısı şaraplar, ve ardından kutsal topraklardan yaratılmış dudakları yırtarak geri çıkışları.. Ellerimi tut ve eskittiğimiz köpekleri getir ki gül yapraklarını seveyim, belki de ben de var olmuşumdur bu Dünya’da elbet kısa bir süredir. Duymadığın kulaklarımdaki yankılı kemikten çıngıraklar ve geç uyumadığın gecelerdeki tıkırtılar parmaklarımın altından çıkan, hiçbirisinin hoşuna gitmeyeceğine dair endişeler ve tonla cevapsız arama, on ikiye beş kala farkına varılan. Yine de cadı kazanıyla karıştırılmış volkanlar kadar patlamaya hazır kaçak volkanlara benzeyen kafataslarımıza dolan küf, hangi birimizin mesafesiz helezonlarına kapılıp da eğitimin meşalesini söndürecek? Çözdürmediğin her sorunun şıklarıyla kilitledim kasalarımı. Ölülerin gittiği her mevsimden gelen haberler, geriye bırakılmış ihtiyaçları anımsatıyor bana, ve sahiplerine iade ediyorum guguk kuşlarını. Diken diken olmuş ses tonunda toplanan senatörlerin müsaadesiyle bilmiyorum saçlarındaki parmak izlerini hayal ve umut edişlerim dışında, bunu anlaman için kaç tane yırtılmış ses paylaşmalıyım bavullarımla? Senden çalmadığım her Venüs gürültüsünü tanrıya armağan ederek kendimi bir küpe sığdırmaya çalışmam bir yana, kemiklerimi esneten boşluğu tıkayacak bir mantarım var artık seyrederek yattığım. Yine de kanımdaki demirden yaptığım jantları taktığımdan beri iki tekerleğine yolculuğunun, gittiğin her yere götürdüğün yokluğun yaşı on sekiz iken nasıl tadını duyabilirsin ki bu rakamların? Yapmamam gereken çok şey yaptım ve bunların geldiği hiçbir anlam ne benim Dünya’mda ne de geri kalanında gerçek değil. … Dişlerimin arasında kaçma gafletine düşmeyen dilimi ısırarak uzaktan uzağa, Güneş’e ekili gelecek mavisi- papatya çöllerinde körlemesine attığım gemici düğümü doğuran adımlarımla kasvetin deliklerine düşüyorum sürekli ve rom fıçılarında uçan kuşların gagalarındaki kara deliklere girdiğimden beridir pencerelerim "Beckett" ormanlarına açılıyor. Yazmak istediğim bir sürü gökyüzü var turuncuya boyadığın, yine de eldivenlerinden başka hatırladığım şeyler o kadar çok ki, her birisi bir rüya olup gerçekle dans etse içtiğimiz ıslak sigaralardan daha fazla karıncalandıramaz yorgun genzimi. Bu yüzden kafein diyetime devam edip ezberlediğim her İspanyolca marşı ve şarkıyı fil dişlerine yapıştırıp saplayacağım ki göğsüme, boynuma bağladığım onca transatlantikten havalanan uçaklarda güvenlik doğsun dönmeyen dünyamda.
Deli bir ritmin rus renksizi çatlak gökdelenlerinden atlayarak kafatasıma daha fazla sarsıntı dolduruyorum, affetsin beni parmak izi dolu saçlarından bordo çoraplara havalanan polen kuşları. Çünkü içime giydiğim yeşilin melankolisi ancak yetmiş sekiz yıl önce terk edilmiş bir karavan kadar acıklıdır ve bedenimin torpidosunda sadece farkındalığa erişmeden deliren adamların elbette bok kokan ve pop giyen- müzikleri var. Merhem rengi tenini al ve sürün kabuklarına yaralarımın, ya da ben bu tıpayı nöronlarıma ve mutasyona uğramış dopamin reseptörlerime saplayacağım ve depresyonumun leşini koklayan farelerime giydireceğim gözlüklerin izleri çıksın diye, -boynunda.
-Kuzgun-
Bir Delinin Aşk Güncesi "Kürk Mantolu Madonna" gelse tir tir titreyecek çenesi, Takma dişlerini ısırdığı ilk elmada bağışlayacak, Üzerime bir fanus kapatılacak, Havasızlıktan fokur fokur boğulacak cesedim. Gökyüzü ile yeryüzü bir bütünmüş gibi görünecek, Seyir terasından şehre bakıldığında. Tüm şehir uyurken, yanan sokak lambaları ve yıldızlar tam da böyle görünür çünkü. Sırayla bileklerimi keseceğim. Sol bileğimin kılcal damarından akan kan, Toprağa varamadan donacak. Sağ bileğimden akan kan, Toprağa değdiği an eritip geçecek. Magmaya ulaşacak, magma eriyecek! Gece vardiyasında benzin istasyonunda çalışan bir baba olacağım o vakit, Sesim buğulanacak.. Venedik, Viyana veyahut Paris bir kenara, Otostop çekeceğim memlekete gitmek için. Her koşula rağmen yüreğimde koca bir güneş açmış olacak. Sevgi dolu, umut dolu bir güneş.. Gabari kontrol sınırından geçemeyecek kadar büyüyecek düşlerim. Ve hiçbirini gerçekleştirmek için bir devilime girmeyeceğim. Çünkü düşler, düş oldukları için gerçekler. Hava aydınlanacak ve olduğum yerde, Üzerime bir fanus giyeceğim gene! Ben diyeceğim, gençliğimde bir sedir ağacıydım. Ve o gün kahvaltıda bütün sedir ağaçlarını yiyeceğim. Ve roka, ve semiz otu misali, Çıplak kalacak o koskoca dağlar.. Üzerinde yürüdüğümün bir okyanus olduğunu anlayana dek, Onu bembeyaz pamuk tarlası zannedeceğim. Ellerimi açacağım bu sahte göğe, Diyeceğim ki: "Sevgilimin olsun bu fanus, Sevgilimin odasında bir Japon balığı fanusu değil, Sevgilimin masasısın üzerindeki, Kar küresi olsun. Sevgilim fanusu sallayıp kar yağdırsındır. "Kürk Mantolu Madonna dahi üşüsündür.."
Sinem Oral
Paranoya Paranoya insan beyninin kullanım yüzdesinin artmasıyla ortaya çıkan düşünce fırtınalarıdır benim fikrimce. Eğer bir paranoyaksanız beyninize kulluk ediyor olmamanız mümkün değil. Ansızın hiçbir şeyden habersiz gibi davranıp her şeye müdahil olmaktan bahsediyoruz. Her paranoya yanlış diye bir şey yoktur. Kurgu doğruysa paranoyanın da ona bağlı olarak doğruluk yüzdesini arttırır. Her düşünceye ön yargıyla yaklaşmakla başlar ve düşüncelere göre ön yargı yapıp kuruntularına takılmakla hastalığı üstünüzden atamaz hale gelirsiniz. Çıplak gözle görünecek düşünceler değildir ve insanları da bu düşüncelere o kadar kolay inandıramazsınız. Her şey ansızın var olup ansızın yok olma özelliğine sahiptir. Çünkü düşüncenin gidişatının değişmesiyle
değişir
kurgular
ve
eğer
düşüncelerinizi
kafanızı
çalıştıracak
yönde
kullanabilirseniz işinize yaradığı yerler de sıkça karşınıza çıkar. Ama kendinizi ona yem ederseniz çok fazla sorun ve kargaşa içinde boğulursunuz ilerisi de pek iç açıcı olmaz. İlk olarak göz takipleriyle başladım kurgularımı somutlaştırmaya. Düşüncelerimi girdiğim ortamlarda kimsenin suratına vurmadan, onları takip ederek birleştirmeye başladım kurgularımı. Doğruluk oranlarına dikkat etmedim ilk başlarda. Sadece kurgulayıp bırakmakla devam ettim lakin kurgu bu, bağlıyor kendine kurgularını düşünmeye başlıyorsun sonradan. Basitleri ya da işe yaramazları bir yana atıyorsun. Doğruluk payı yüksek olanların peşine veriyorsun kendini, bir insan hakkındaysa küçük takiplerle çözüme ulaşma hevesini yaşıyorsun. Ama bunlara kendini bağımlı edersen ilk zamanlarını mumla aramaya başlıyorsun . Beyin fırtınaları bir yana artık düşüncelerin verdiği yorgunluk ve kafanın bulantısı hayatının içindeki bazı değerleri gözünden siler hale geliyor. Korkuların paranoyalarına ya da fırtınalarına bağlı olarak artış gösteriyor. En yakınından bile şüphelenen ya da bir şeyler beklediğini düşünen bir insan haline geliyorsun ve bunları belli etmeden yaşamak ne pahasına olursa olsun her insanın yapabileceği bir iş değildir. İşte günümüzde bu düşünceleri içinde tutamayıp dışarı vuranlara deli değeri hoş görülmüş. Peki ya içinde yaşayanlar? Açıkçasını söyleyeyim, çok güçlü insanlar bunlar. Kolay değildir kendinden bile şüphelenen bir insanın kayda değer dostluklar kurup bir hayata sarılması..
Negatif yönü olduğu kadar insanın elinde değerlendirebileceği süre içinde pozitif yanları da var bu meretin. Eğer doğru yönde ilerlerletirsen kurguları, doğru bağlarsan olayları -ya da şüphelerini diyelim- adım adım senin için esrarengiz bir olayın sonucu bulmaya kadar gidebilirsin. Ya da bir olayda sonucu bulduysan o konuda yorum yapan insanları çok kolay şekilde tartabilirisin. Kısacası paranoyaların doğru yönde giderse o takibin konçertosunu bile yapabilirsin. Çünkü ne fırtınalar vermişsindir sen bile kendine şaşıyorsundur..
Kadın Kısmının Çekiciliği Dişiliğim yükseliyor içimde. Tüm dünyayı süte boğmak istiyorum… Aslında tüm bir zaman devinimi bu odada sekteye uğruyor, sekiyor, düşüyor ve duruyordu. Duvarların dipleri eski rengini açığa çıkarıyordu. Duvar diplerinde terli ve kokuşmuş karıncalar başları önlerine eğik durmadan çalışıyor, çalışıyordu. Kadının kıl kökleri bacaklarını delmeye başlamıştı. Adamın bacaklarındaki kıllarsa çoktan kök salmış idi tutunduğu yere. Ben bir dişi değilim, otuzumdan önce kız, otuzumdan sonra nihayet kadınımdır. Televizyonda ve ünlü markaların vitrinlerinde bayan, laf arasında orospu, becerebilirsem birazcık insan. En çok dişiliğin özlemini yaşıyor bacak aramdaki o küçük kara delik. Utanmadan dokunuyorum bu sefer karşımdaki erkeğe. Salıveriyorum istikrarlı bir şekilde içeri çektiğim göbeğimi, bir kez olsun vazgeçiyorum bayan olmaktan, tek tek unutuyorum benden ince ve güzel olmamı bekleyenlerin yüzünü. Dişi bir domuza özeniyorum. Kendi bokunun içinde sere serpe yatmış, zarifliğin kalın çizgilerinden beraat etmiş o boklu, pembe renkli domuza özeniyorum. Bedenimden sızan her sıvıyı sahipleniyorum ve bu sefer gerçek bir dişi gibi sevişiyorum karşımdaki erkekle. Tek amacım üremek ve soyumun devamını getirmekmiş gibi… Erkeğin tadına varıyorum,
o boşaldığında tüm bir meniyi yutuyorum.
Utanmıyorum. Ilık, tuzlu ve beyaz akıntı boğazımdan geçip gidiyor. Biraz olsun iğrenmiyorum, yeniden hızla büyüyor karşımda ki erkek beni tatmin için… Bizler kadındık, uzun yıllar bereketli topraklar olmakla gururlandık. Bize tohum atılan yerde çocuk biterdi. Yılda bir kez ürün verirdik. Arzulanmayı orgazm zannediyorduk, istenen olmakla yetiniyorduk, istemenin zevkini hiç mi hiç bilmiyorduk… Fark ettik ki sonra işlenecek topraklar değilmişiz biz. Hatta derin sular varmış içimizde. Bunu öğrenince, bunu bizden saklayanlardan nefret ettik, erkeklere üzerimizde pay biçtik, ırgat gibi terlediler üzerimizde, sularımızda boğuldular. Yine de kurtulamadık bir dönüm tarla olmaktan. Oysa dişilik yükseliyordu içimizde, her bir kuzuyu emzirecektik… İç içe girdiğimiz an inlemelerim odayı dolduruyor. Bizler kadınız ya, koca porno sektörü sahte inlemelerimiz üzerinde yükselmiyor mu? Gerçekten inlediğimizde gök boşalır. Yirmi saniyeye ulaşan ütopik orgazmlarımızla amımız kanatlanıp dağlara ulaşır. Oradan dönüş hızlı ve heyecanlı olur. Zirve bazen, salıncakla sallanırken tepeden aşağı iniş anını hatırlatır. Bazı, öyle güçlü kasılır ki kadın gelen orgazmla bedenin bütün bir ipleri çözülür, tüm bir omurilik orgazmı hisseder, hatta sanılır ki parçalara ayrılmıştır vücut ve kalp, kasıkta atmaya başlar…
Dağlara ulaştığımda nefesim bile göğüs kafesimde sıkışıyor, içimde bir noktanın nabız gibi attığını duyuyorum, saç diplerim bile terli, ömrümde ilk defa bulutların üstünü görüyorum, dişiliği tadıyorum, memelerim şişiyor, şişiyor ve sütlerim fışkırmaya başlıyor her yana, tüm dünyayı süt alıp götürüyor, tabelalarda süte girmek tehlikeli ve yasaktır yazıyor. Kızlıktan, bayanlıktan beraat ediyorum, kendi bokunun içinde sere serpe yatmış bir dişi domuz oluyorum, dişi bir aslan oluyorum, dişi bir gergedana dönüyorum. Nefeslerimiz eski haline gelirken katlanan göbeğime bakıyorum. Görüyorum, utanmıyorum…
Şevval Kaplan
Cazın kulaklarımızı yaladığı gecelerden birindeyiz.. Ağzı dolu bir küllük yanımda konuşamıyor ve ben, onu susturmaya devam ediyorum. İçimizde bir yoksunluk hüküm sürüyor ve gece daha yeni başlıyor . Umutsuzluk en büyük umudumuz oluyor, Gece daha yeni başlıyor. Düşüncelere tutunmaya çalıştıkça kayboluyoruz, Gece daha yeni başlıyor!
Dürüst Mazmunluklar "Sevemeyecek kadar ruhsuz olduğunu söyledi, sesimi çıkartmadım. Susacak kadar seviyor, sevebilecek kadar yaşıyorum." Bu güne kadar sevmek gibi bir duygunun üzerine ne konuşacak ne yazacak bir insan olduğumu düşünürdüm. İşin aslı şu anda da sevmiyorum, o duygudan hala bihaberim. Bahsi edilen kişi yeterince hayali, hatta bir kişi bile değil, bir replik kadar değersiz gözümde. İnanmıyorum böyle bir hissiyatın olduğuna, kendimi kandırmaya çalıştım, kendimi inandırmaya çalıştım bir şekilde bunun varlığına. Yok. Bu, edebi değer içeren bir yazı değil, her hangi bir değer içeren bir yazı da değil. Sadece artık sahiplik halinde olduğum duygularımdansa sahip olamadıklarımdan konuşalım. Hiç gelmeyin sahiplik terimine. Sıkkınım, boşum, kırığım. Kabullenmişim. Ben oyuncuyum, iyi oyuncuyum. Keza çok iyi bir maskeciyim, o kadar kaliteli ve o kadar katı maskeler oyarım ki, bütün çatlakları kapatır. Övünmeli mi öldürmeli mi? Nasıl oluyorsa dışımın soğukluğu içimin ateşini körükler, hayallerimde yaşatırım bütün o fantezileri, düşünceleri, açıları. Kendimden başka kaybedecek bir şeyimde yoktur, kendimi kaybetmişliklerime ithafen olsun. İnsanları itina ile ayıklayıp yalnızlığa sürüklerim kendimi, sonra o yalnızlıktan da şikayet ederim, mazmunu olmayan konuşmalar yapar yine kapanırım karanlığa. Ve son; fazlasıyla öngörülebilir... Lakin sen bunu okuyan kişiysen; bir sigara ikram et bu parmaklara, ve üfle okuduklarını, havaya karışsın ve karıştığıyla kalsın.
İpek Kuzu
Not: Yazıda geçen "o" zamirleri tüm terk edenler, tüm terk edilenler, tüm kuyruk acıları, tüm değeri bilinmeyenleri temsil eder yazar için..
İçsellik Asla İçinde Değildir -Ne düşündün? Onu ayrılıktan sonra ilk kez, okulda gördüğünde? -Hiçbir şey. -Seni senin kadar tanıyorum.. -Biliyorum. Aslında, bilmiyorum. "Hassiktir lan" dedim geçtim sadece. Arkadaş kalamayan sevgililerdenim galiba. -Evet de, hiçbir şey kıpırdanmadı mı içinde? En ufak bir acı bile? Veya eski günlerin hatırına yüzünde bir gülümseme? -Bilmem, bir cesede bakıyor gibiydim. Tanıdığım birinin cesedine. Veya bir yakınımın ölüm haberini almış gibiydim. Kısacası, boş hissediyordum. Bomboş ve ruhsuz.. -Peki daha sonraki görüşlerinde? -Üzüldüm denilebilir. Bok ettiğim ilişkilerimden bir tanesiydi belki de.. -Şimdi ne durumdasın ki? -Orada buradayım. Onunla bununlayım. İlişki adamı olmadığımı anlayabildim belki de.. Veya ne bileyim, aşık olmaya aşık olan, ilişkinin hevesi geçince kadınını sahiplenmeye devam ederken aldatmayı ve kaçamak yapmayı seven adam değilim belki de.. -Yine diptesin. Çıkmaya çırpınıyorsun mutluluğu bedenlerde arayarak, ama onu bir bedende değil, bir ruhta bulabileceğini asla öğrenemeyecek kadar aptalsın. -Kim bilir.. -Belki de hep dipte kalacaksın. -Ne düşündün? Seni reddettikten sonra, onu ilk kez gördüğünde? -Sadece beni kabul etmeyen sıradan bir kız olduğunu. -Onunla asla beraber olamayacağın gerçeği mi daha çok acı verdi, yoksa egolarının zedelenmesi mi? -... -Cevap ver! -Egolarımın zedelenmesi.. -Bir türlü aşamadın onları değil mi? Kimseyi egolarını bir kenara atarak sevemedin değil mi? -Bilmem. Belki sevmişimdir. Veya aşkı yaşamışımdır. -"Belki" diyorsan yaşamamışsındır. Ayrıca bütün "ben hiç" oyunlarında aşık olmak sorusu işin içine girdiğinde kadehine bakıyorsun, kafaya dikmiyorsun içkini. -O zaman olmamışımdır. Şunu keser misin? -Peki onu üniversite belgelerinin sonuncusu olan, Verem Sağlık Raporu'nu almaya gittiğinde, baban yanındayken gördüğünde neler hissettin? -Karnımda bir ağrı, biraz bulantı, kuyruk acısı, her şey..
-Bunun senin sorunun olmadığını düşündün mü hiç? O 35'lik sevgilileri tercih ediyordu ve seni bu yüzden seçmedi. Aklına geldi mi bu hiç? -Sorunu hiç bir zaman onda görmedim. Ya kendimde, ya da ağzını burnunu kırmak istediğim 35'likte gördüm. Kim bilir, belki de iyi bir adamdır. -Yine diptesin. Şu anda da hissediyorsun o karın ağrısını değil mi? -Evet.. -Belki de hep dipte kalacaksın.. -Ne düşündün? Seni tek gecelik ilişki olarak kullanıp, çöpe attıktan sonra onu ilk gördüğünde? -Acı, saf.. -Peki.. Onunla daha sonra muhabbetini sürdürecek kadar zayıf ve aptal olduğunu düşündün mü hiç? -Düşünmedim, düşünüyorum. Sürekli.. -Daha sonra ona karşı son bir kurşun kullandığında, son nefesinle, son gücünle cinselliğe değil de, aşka bir şans vermek istediğinde, ve o klişe cevabı aldığında? -Ucuz bir kaltak olduğunu düşündüm. -Belki de o değil de, aşk ucuz bir kaltaktı. Veya sen aptaldın. -Hayır! Veya evet. Kafamı karıştırmaya devam ediyorsun. -Tamam biraz rahatla. Onunla muhabbeti kestin. Onu gördüğün her ortamda yanındaki kızlara sulandın, onlarla yakınlaştın, halka açık bir yerde girebileceğin her pozisyona girdin... Onu kıskandırdın. Onun yüzünü ekşitmeyi, mekanı terk edip gitmesini sağladın. Eline ne geçti? -İntikam soğuk yenen bir yemektir.. -Aptalın tekisin. Hep dipte kalacaksın. Belkisi falan yok. Kendini yenilemenin veya tam bir birey olmanın sorumluluğunu taşıyamayacak kadar zayıfsın. -Hayır. Sadece yorgunum. Benim geçtiğim zorlukları sen de çok iyi biliyorsun. -Biliyorum. Anlam vermeye çalışıyorum. Çözülmene yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama sen yine masanda bira, küllüğünde sigara, üstündeyse sadece bir kot pantolon, bilgisayar başındasın. -Yani? -Bugüne kadar renkli bir hayatın oldu, ama o yoktu hiç bir zaman değil mi? Ruhen yani.. -Evet. Bedenense onlar hep vardı. -Belki de bir şans daha vermelisin? -Aşka mı? Kimin için? -Belki vardır birileri aklını kurcalayan. -Yok. Şu anda içtiğim biradan zevk almamı engellemek dışında hiç bir işe yaramıyorsun. Çekip gider misin? -Hayır. Çünkü ben senim. Bilinçaltında hep var olacağım. Ama beni her zaman dinlemeyeceksin. Hatta arkadaşlarından duygularını sakladığın için, genelde yalnızken aklına geleceğim. Ve yine o aptal bilgisayarının başına geçip gereksiz bir şeyler yazmaya devam edeceksin.. -Bana uyar..
Batuhan Eryiğit
Kısaca Seninle En huzurlu zamanıdır bu saatler senin teninin.. Ardı arkası kesilmeyen, hırçın bir duyguyla Parmak uçlarımla keşfetmek seni. Ve göğüs kafesime sıkıştırmak, sana dair her şeyi.. Sonu olmayan bir döngüyle karışmak toprağa, Her yağmur damlasında biraz daha dolmak kadehlere. İnce ince sızmak, hüzünlü şiirlerin yüreğine Ve sığınmak seninle gecenin kayıp koynuna. Her sabah biraz daha ihtiyaç duymak sana, Can yakan tüm kelimeleri çıkarmak sözlüklerden, Bir kuşun akciğerinde var olmak, Sanki her an ölecekmiş gibi, Yaşanmış her günü not düşmek bir kenara.. Nice geceler boyu bir bütün olarak uyanmak sabahlara, Her notasını ezberlemek senin sesinin, Dur demesine aldırış etmeden kimsenin, Güzel günlere yürümek seninle.. Böylesine uzun bir yolculuğun ardından, Yüreğinin kıyısında oturup, derin derin soluklanmak. Ve işte biz böyle sevdik diyebilmek en sonunda.. Kısaca seninle, Ama asla sensiz değil..
Ataberk Saydam