Şehrin kaotik gürültüsü, kulaklarımı tırmalıyor. Şimdi ne yapmalı, koca cihanı mı yok etmeli, yeni dünyalar mı aramalı, yoksa balkonda oturup, kalan dakikaları mı sorgulamalı? Ne yapmalı, ne yapmamalı? Şu geçen koca bir senede, yeni deniz yolları bulabilir, kansere çare olabilirdik. Şu geçen koca bir senede, hiç yemediğimiz yemeklerden tadar, içmediğimiz içkilerden içebilirdik. Şu geçen koskoca bir senede, insanlık ve kendimiz adına faideli işler yapabilecekken, o gücü içimizde hissederken, heyhat, biz hiçbir bok yapmayıp, size bu dizeleri yazdık. Vebali senin, benim, onun, en çok da bizim, o utangaç balkon çocuklarının.. geceyi yaşa..
Editör: Utku Körk Yazar/Çizer: "EnoktaK", Barış Umut, Batuhan Eryiğit, Kayra Güneş, Utku Dede, Ömer Faruk Sargın, Ali Güleç, Sinem Oral, Şevval Kaplan, Ataberk Saydam, "RÜMÜ"..
Şiddetin en acımasız hali olan yoksullukla baş etmeye çalıştığı için, bizimle bu sayıda aynı müsveddeyi paylaşamayan, çok değerli arkadaşım Semetey Albuz'a sevgilerimle..
Hipotalamus Daha fazla hayal, daha fazla ego, daha fazla ben.. Uzun süredir düşündüğüm, aklımda kurduğum birkaç satır yazı paylaşmak istiyorum: "Ben eğer birinin hipotalamusu olsaydım!" Basit gibi görünebilir ama öz korkularımızı yapmak istediklerimi bastırılmışlık ve aşağılanmışlık duygularımızı bütünsel bir beden ve irade bütünü olduğumuz böyle yazıları oturup yazdığımız için ve en önemlisi bedenimizin zarar görmesini istemediğimiz için su yüzüne çıkaramıyoruz. (Ben bile son kurduğum cümleyi üç kere okuyup anlayabildim..) Ancak ben herhangi bir insanın "hipotalamusu" ya da "talamusu" hervneyse işte ona yön veren bir uzvu olsaydım, benliğim olmadığı için kendi benliğimle ağzına sıçtığım bir alyuvar benliğini bütün beden bir benlik saydığı için sahibim olan insanı dünyanın en manyak bütün egolarından kurtulmuş, sistemi umursamayan ahlak değerlerini hiçe sayan ne bileyim belki de II. Bakunin'i yaratırdım.. Siz hiç yolda yürürken güzel bir kadın gördüğünüzde var olan ahlak yargılarıyla değil de, içgüdü ve hormonlarınızla hareket etseydiniz ne olurdu hiç düşündünüz mü? Düşünün bakalım.. Şimdi bunu okuyan birkaç akıllı insanı hayvandan ayıran şey ne o zaman diye soracak. Neyse, düşündünüz mü? Ben düşündüm aga! Eğer içgüdülerimle hareket etseydim kesin direk konuya dalar "afedersiniz bayan kendi neslimin devamı için sizin yumurta hücrelerinize ihtiyacım var" derdim. Ama gel gör ki kafama silah dayasan bunu demem. İşte benim hipotalamus meselesi de burada devreye giriyor. Ben insan beynindeki davranış merkezi olsaydım kesin dedirtirdim. Şöyle örnek vereyim, GTA oyun serisini hepimiz oynamışlığımız vardır, severiz de . Neden, çünkü özgürlük var. Yarın televizyonun taksiti mi var efendime söyleyeyim 40 gün sonra sınav mı var, annem eve içkili gittiğimde bana ne diyecek gibi kaygıların hiçbiri yok. Siz oyunda merkezsiniz ve dünya sizin etrafınızda dönüyor. İstediğiniz kadar para ve saygı oyun hileleri tarafından size sağlanıyor ve siz o dünyanın mutlak monarşik diktatörü oluyorsunuz. Ve bundan da hepimiz zevk alıyoruz. Peki ya neden başkalarının haklarına zarar vermeyecek bile olsa; bugün, şimdi, şuanda neden yapmak istediklerimizi yapmıyoruz? Aslında bunun da bir cevabı var ama kademe kademe çözülme sağlanıyor. Bugün istediklerimizi yapamıyoruz çünkü biz toplumu değil toplum bizi biçimlendiriyor. Birilerinin mal varlığı zarar görmesin diye uyduruk kanunlar ve ahlak değerleri işin içine giriveriyor. İşte bundan dolayı çük kadar "hipotalamusun" yediği haltı yani "öz yönlendirmeyi"; biz, hipotalamusumuz, beynimiz, böbreğimiz, ayağımız, gözümüz, ödümüz, olduğu halde yapamıyoruz. Aslında evrimleştik diye üzülelim mi sevinelim mi.. İlkel haldeyken sömürülme ilişkileri yoktu. İçgüdümüz vardı, özgürdük. Evrimleştik, toprağı sürdük, birileri kazmayı bizden önce buldu diye bin yıllardır ağzımıza sıçıldı. Demek ki neymiş şu anda öyle her istediğimizi yapamıyormuşuz. Ben kendimin nefreti olmak istiyorum! Ben tuvaletteki ıkınma hissi ve orgazmdan sonraki ilk üç saniye olmak istiyorum! Ben ilk öpüşmemdeki iğrenme duygusu olmak istiyorum! Ben bir "HİPOTALAMUS" olmak istiyorum!
EnoktaK
"Kill Your Darlings" Hayvan gibi sevdim insanlığınızı. Hayvan gibi sevdim ademoğlunu. İnsanoğlu bulamamış gibi, dünyada nesilleri tükenmiş gibi sevdim hayvan insanlığınızı.. Boktan insanlığınızı alıp gidin dünyamdan! Çarşaflarımda kokunuzu istemiyorum. Odamda anılarını istemiyorum. Hücremin duvarlarında notlarınız, defterlerimde size yazılmış şiirler olmasın artık. Alışkanlıklar bırakmayın ardınızda.. Bu bir dilek olmayan tanrılara.. Sevdim: Çok sevdim! İsmimi sattım bir antikacıya, zamanla yıllanıp değerlensin diye. Şimdi bir sokak köşesinde sevgi dileniyorum. Yürürken yüzlerinize bakıp dolu bir bakış arıyorum. Onca boşluğun ardından doldurun beni istiyorum. Neyiniz var da bu kadar boşalıyorsunuz diye bağırmak istiyorum suratlarınıza. Neyiniz kaldı çarşaf üzerine dökecek? Sırtımın izi çıktı yatağıma yalnız yatmaktan. Sizin neyiniz var bana sunacak gösterin şimdi. Boş şişeleriniz, ona buna dağıttığınız tek dal sigaralar.. Bunları istemiyorum artık. Bunlar beni doyurmuyor, tok tutuyor. "Kaleiçinde" yürümek yerine sizinle evimiz olsun istiyorum. Bir mağaramız olsun ve huzurumuzla çay içelim sabahları. İsterseniz kahve de olur. Ama kahveyi şekerli için bari de sade kahve edebiyatı yapmayalım. Tanrımız olalım. Tanrıça olayım biri için. Tek tanrım olsun. Sğınacak limanım, boynuma atkı yerine doladığım kol.. Boktan bir hikaye değil bu yaşlılık hayali ama ben yaşlı bir kadınım sayın okuyucu. Ben yalnız ve yaşlıyım artık. Erken büyüdüm erken yaşlandım ve hepsi zorunluluktan ötürü oldu. Ben istemedim. Hayatımın bir kısmı boşluk.. İşte bu yüzden eksik kalıyorum. Bu yüzden de Birsen'in dediği gibi "Ben sana geç geldim, sen bana erken.." Bir rüzgar essin ve terse dönsün hayatımızın çizgisi. Bomboşum! Boşum! Bir hiçim artık! İçimde bir şeyler çürüyor. Temizlenmesi gereken bir pislik oldu "Kayra" dostlarım. Kaybolmuş temizlenmeyi unutmuş bir pislik..
Kayra Güneş
Makam-ı Gülnihal Sen minik bir kuş kadar naif bir kadınsın. Kudretlisin amenna, kalbimi titretişinden belli.. Kanatlarını denize emanet etmişsin, Kitaplara yazdırmışsın gözlerini. Daha kaç tane yazılacakmış bir Allah bilir. Hapsolmuşsak ve seninle bu tek odalık dünyaya, Ve ölecekse bütün insanlık Allah'ın yetkesi huzurunda, Solacaksa tüm manolyalar avuçlarında, Seni güzel yapan yegane şey kadınlığın kalacak. Ve sen beni öpeceksen bu loş odada, Sadece bedenden oluşan bir leş olmaktan çıkacak varlığım, İşte o vakit üzerime uyanan koca mahalle, Omuzlarıma düşen saçların gibi yakışacak ruhuma. Kalbim milenyumdan kaçan bir masa saati misali hızlanacak, Göğe yükseleceğim senin kudretli sevginle. Ve sen beni öpeceksen bu loş odada, Bir kahve fincanı yuvarlanarak aşacaksa bu ahşap masayı, Kırk yılda devr-i alem edecekse hatırımız, Koca bir kedi kusayım ki kucağına, Güzelliğin sonsuzluğa son bulsun.
......
.....
Ve sen beni öpeceksen bu loş odada, Ağlayacaksak beraber tanrıtanımaz adamların günahlarına, Döneceksek yüzümüzü güneşe ve camdan kalplerimiz buğulanacaksa, Ben seninle gökten düşüp, Bu loş odanın leş parkelerine çakılmaya varım! Ve saat şuan 3. Üç kere öp. Bizim olsun. Ya 23, 24, Tanrı korusun! ya 25 olsaydı?
Sinem Oral
Ben Bildiğin Orospuyum Dedi "Ben bildiğin orospuyum" dedi. Yamru yumru ağzından duyduğum ilk cümlesi bu oldu. O hep buralardaydı. Buralardan onun gibi onlarcası, hatta belki de yüzlercesi geçip gittiği halde o hep buralardaydı. Hangi meslek kolunda çalıştığını bütün esnaf bilirdi. Işıklar'ın orta yerinde yaşamanın verdiği alışkanlıkla ona da alışmışlardı elbette sokağın esnaf milleti. Ama asla bıyık burmayı ihmal etmez, dükkandan çıkarken sağa sola kıvırttığı kalçalarına bakmaktan alıkoyamazlardı kendilerini. Bense yıllarca hep dışarıdan baktım olan bitene. Çaycının kapısının önüne oturmuştum, sağdan soldan gelen " abiii bilmem kaç çaaayy!" nidalarını dinledim saatlerce. Çaycının oturakları rahatsız, çayı karbonat katkılı, kendisi asabi, bense ondan da asabi.. Çalışmıyordum ya o gün, oturdum ha oturdum.. O geldi yine. Oturdu, kimseyle konuşmadan dört bardak çay içti, evet saydım, sonra kalçalarını sağa sola kıvırta kıvırta gitti. Evet kalçalarını sağa sola.. Bunu herkes söylediyse ben de söylerim, öyle çünkü. Gitti ve dedikodu başladı elbette.. Usta, mekan sahibi olarak girişti ilk iş: "Bu var ya bütün sokağa verdi." Burada çalışan, ayağı topal bir çırak var, hep çarpar o bacağı sağa sola, hışımla atladı ustasının kızacağını bile bile: "Usta bana vermedi ehehe!" Adını hiç öğrenemedim o veledin, suratı oracıkta dönüverdi ustasıyla göz göze gelince. Orada oturan adamlardan biri atladı hemen: "Bırak ulen çocuğu, kamışından su gelir herhalde!" Öyle çok güldüler ki bu lafa kendimi kötü hissettim. Ama diyemedim.. Gülmeleri çok sürdü. Öksürüklere boğuldular sonlara doğru. Ustaya seslenen adam kendisi mahallenin terzisi; alkoliktir, sabahları çay içer öğlene kadar, öğlenden akşama kadar da şarap, çırakları çalışır kendisi keyfine bakar, gülüyor muydu tıksırıyor muydu anlayamadım -ki zaten gülüşüyle tıksırığını ayırt edemezsiniz-. Son sözü söyleyenin sakinleşmesini beklemek ve lafa devam etmesini istemek vardır ya, öyle oldu. Terzi aksırıklarının üzerine şunu söyledi: "Amına koyayım ya!" Yine çok güldüler.. Ben yine diyemedim.. "Usta kaç çay etti benim?" Oysa ben biliyordum. Diyememiştim ama biliyordum. O gün orada otururken, çaycının orası burası eğrilmiş taburelerinde otururken gelmişti işte. Bana bakmıştı, beni görmüştü, gözlerini kaçırmıştı. Karşı komşumdu. Her akşam benimle konuşan, dertleşen insan yine gözlerini kaçırmıştı benden. Halbuki daha kaç gece önce konuşmuştuk ki.. Bir mi iki mi? "Ben bildiğin orospuyum" demişti.. Kibarlık etmeye kalkışmıştım: "Yok canım." Ulan orospuyum işte." Her gece gelirdi bana. Anlatırdı.. Ama illa ki "orospuyum" derdi lafın bir yerinde. Ben hep kibarlık etmeye çalışsam da beceremezdim lafı toparlayıp da onu kendine getirmeyi. Ağlaya ağlaya başlar, ilk kocasını anlatırdı. Adı lazım değil bir ilçede yaşadıklarını, on altı yaşında evlendiğini, kocasının ilk gecenin ertesinde kendisini sattığını ama o ilk gece hamile kaldığını, sonrasında kızının olduğunu, tek derdinin o kızın bekareti olduğunu falan filan.. ......
........ Ben bunları her gece dinlerdim. Her gecenin sonunda "ister misin?" diye sorardı. Ben her gecenin sonunda "hayır" derdim. Bana bir önceki gece hep aynı hikayeyi anlatan insan giderken illa ki onunla yatmak isteyip istemediğimi sorar, hayır cevabını alıp gider, ertesi gece yine aynı şeyleri anlatır aynı şeyleri sorardı usanmadan. Sebebini gayet iyi biliyordum her şeyin. Kırk küsur yaşında ağzı yüzü yamulmuş bir hayat kadınıydı işte. Bir kızı vardı, kızı onu tanımıyordu, ama onun aklı fikri kızındaydı, bütün parasını bir şekilde ona gönderiyordu. Onu tanıyan herkesin aynı organı tepki veriyordu ben hariç. Bana ibne demesine o kadar alışmıştım ki.. Onun gözünde artık her şey "et" vasıtasıyla ödeşilebilir hale gelmişti. Ama gün ağardığında beni tanımamalıydı. Sabah olduğunda o artık kızının bekaretini dert eden bir anne değil, kalçalarını kıvırta kıvırta gezen -kendi tabiriyle- bildiğin orospu olmalıydı.. Onu hep gördüm. Hiç bakmadı yüzüme. Geceleri makyajsız, suratsız, çirkin haliyle bildiğim o kadın gider, yüzünü gözünü alabildiğine boyamış, altındaki eşofmanı çıkarıp minicik eteğini giymiş sağa sola gülücükler atan biri gelirdi. Sabaha karşı yatan komşuma hiç "günaydın" diyememiş bir adamım ben.. Sabaha kadar konuştuğum kadına gündüzleri merhaba diyememiş bir adamım ben..
Batuhan Eryiğit
Saat Buçuğun Ertesi Gün olur, Bir yerlerde soluk kalır çiçekler. Aç susuz greve yatar sürüler. Kötü sonları olur iyi adamların, anlarım! Gece olur, memleket hasreti gibi düşer yokluğun yüreğime, çil çil bir hüzün kaplar yüzümü. Ansızın birikir yaşanmışlar masanın üzerine.. O zaman, zaman durur öylece aralarında koca bir mesafe yelkovan ile akrebin. Tutup çekemez kendine, saat on iki buçuğu vurur ve durur. Açığa çıkınca tüm siyahlar, gün olur. Yıkarlar yıkılmaz denen rejimleri, prangam yüreğimde çıkarım karşına, dökerim bir bir yüzümü ve hüznümü, alıntıya gerek yok derim sana..
.......
........ Bilirsin tırnak işaretleri hep daraltır bizi. Adını heceler bir ses bu noksanlıkta, nefes olur yakar tenimi ay parçası. Dokunaklı olmayan aşk sahnelerim, belki insafa gelir de süzülür bir iki damla. Tutunca ellerini geç olur gidemeyiz, çünkü yeşerir bileklerim. Bu da kurtarmazsa artık bizi, çözersin teslimiyetçi prangalarımı Masayı da bırak, böylece kalsın altımda..
Ataberk Saydam
Kendi uydurduklarıma inanmam, yaşarım. Sorduğum her şeye bakarım. Onlar oluşa kadar bilinirler. Oluşunca da peşine düşmem. Bir kötü kadar dikkatli olamazsınız. Hiç böyle bir amacınız yoksa eğer, o kötü sizi izler. O gerçekten değerli anların dokunmazdan geçtiği zamanı düşünürüm. Bizler çok üzücü zamanlara kadar doymayı öğrenemeyiz. Bunu geç anladım, kırıldığımı gören dostlarım beni takmazlardı. Yok saydıkları için değil, kimi gördüğünü kendine saklardı. Ben bunu yapabildiklerinde çok rahatlarım. Söylediğim şeylere dikkat ederim çoğu zaman ama, hep duyanları görmek isterim. İçim görür onları bence. Bir sabah kalır bazen havada, şaka gibi bir sabah. Aklıma hep bir kez gördüğüm o kadın gelir. Neden bilmiyorum o da ona yakındır işte. O havada, o havadaki sabahsa sanki hep onunla iyi gidermiş gibi gelir ama. Başkasına yer yok diyemem, belki o havadaki sabah herkese öyle geliyor ya da belki inandığım şeylerle oyalanmayı bırakmışımdır o sabah. O zaman düşünürüm ki herkes bunu hissetmek zorunda değil, bu hava, herkese başka tezahür ediveriyor. İşte bu kelime de benimle ilgilenen birine ait. O havada kalmış sabaha ben kolayca uyanırım. Hemen ilgilendiğim bir insanı düşünürüm mahallemden. Hızlıca ona karşı kendimi görürüm ve bu geleceğin umudunu söndürüverir içimdeki. Geçmişe, en azından sanki hatırlayabilecekmişim gibi son seneme bakarım. Ne kadar ilgisizmişim kendime karşı. Gönlümce yaşarım ben. Sürdürüveririm gittiğim yerleri içimde. Ne yine gidince öyle görürüm aslında, ne de hep ittirmeyince ileriye giderim gittiklerimce. Ne seni görürüm aklımdan, ne de görüveririm şaşkınlara. Hiç üzülmem sıcak diye. Ben üzülmeyi sevmem sıcakta. Hani bu dediğim neydi, şöyle yani bir anda açıyorum gözlerimi. Saklanıyorum gibi geliyor, yani daha güvende geliyor bana o sabah. İçimde bana ait hissettiğim bir şey, sanki görünmüyor. Niye böyle diye düşünürsem, biliyorum ki kalmayacak öyle bir mutlu hayalet gibi uyandığım andan bana bir şey. Ne kalsın ki zaten nevirsiz uyanmışım resmen. Öyle uyandığımda, anlarım ki ben asla gerekli değilim. Rahatım pek derim karşı binaya pencereden. Ama hiç gücümü bilmem sanki, mutlu bir hayalet değilmişim gibi. Sırdaş olsak bile istemem yanımda kimseyi. Annem olsaydı öyle uyandığında bana kesin gelip şöyle derdi, Ne biçim kokuyor bu oda dikkatli ol biraz evladım uyurken. Keşke anneme böyle dedirebilseydim. İşte diyorum ya kırıldığımı gören dostlarım beni takmazdı diye, özellikle en sevdiklerim. İşte onlar kurtardı beni, bana unutturmayı başarmak zordur, ben prensip olarak hatırlamam. Ama gidecek bir yere ait olmayı sahip olmakla eş derecede korkunç görüyorum. Bence ait hissetmek sahip hissetmekten özel, ama sahip hissetmek ait hissetmek kadar korkunç. Kendine ait olmak belki özgürlük mesela. Ama kendine sahip olmak bunu deviriyor aklımda. Mesela biz: "Kendine sahip ol" diye uyarırken sert bir dil kullanıyoruz. Ama belki kibar ve nazikçe "kendine" sahip ol desek, bizi rahat bırak anlamı taşıyacağı için daha etkili olabilir. Aynı şekilde "kendine ait ol" diyerek sert bir şekilde uyarsak, bu karşı tarafı üzmeyebilir bile.
Utku Dede
Gündüz ve Geceden Bihaberim Hiç gitmediğimiz, ve asla gitmeyeceğimiz, lütuflarda bulunuldu. Alkışlar soluksuz bir şekilde duyulmuyordu. Evlerin bir yüzü kara, kapkara, diğer yüzünü göremiyorum. Sarkıklardan damlalar düşüyor.. Işık her şeyin sonunda, belki biri daha var. Dünyadayken ağzımı sonuna kadar açıp, yağmurları yutmaya çalışırdım. Şimdiyse bir sarkıktan, sadece öğle vakti, sabah yağmurlarını yutuyorum. Bulutları görmemek için gözlerimi kapatmam gerekmiyor. Güneşi görmemek için elimi siper etmek, "DNA" sarmalları gibi gece ve gündüzden bihaberim.. Sigara içmiyorum, araba sesleri duymuyorum. Ya biri daha var bu vicdan denilen oyukta, ya da aslında ben dahi yokum. 4 tane kibritim var, karanlık alev alır mı? Karanlık? Bir kadın yok, tebessüm eden, ya da sessizce ağlayan.. Bir kadın yok, gözyaşlarıyla çatlatacağı ruhumu.. Dünya ile boşluğun arasındayım.. Rüzgar yok, bahar zaten yok..
........
..........
Masalları ve destanları oluşturan bir organizma yok. Bütün masallar benim burada, ya da başka biri, delinin, zavallının dayanamayacağı türden bir yer burası.. Ne ışıktan eminim burada, ne de kendimden, rakamlar.. Rakamların ifade ettiği hiç bir şey yok. Bir ben varım, belki biri daha.. Oranların hiç önemi yok, dünyanın bir havası vardı ve senin, senin havan dahi yok! Ağlama periyotlarımın son bulduğu yer burası. Benim sigaram yok, bir başkasının var mıdır acaba? Bir başkası var mıdır acaba, bir başkası.. Bir kadın mesela, bir kadın var mıdır burada? Beni ben yapan her şeyi aynı şekilde bırakacak, kör talihin dahi iyi geleceği bir kadın.. Sükunetle beklemiyorum, onurun ve gururun olduğu bir yer değil çünkü burası. Duvarlar bitiyor, ben bitiyorum, belki bir başkası da bitiyor..
Barış Umut
Küf Pıhtılaşmış kan gibi yüzüme bulaşan o görünmez kazadan önce ben de çocuktum, ya da duvarıma astığım ilk uzun saçlı tuvalin damarlarında akan antidepresanlardan önce. Bir çok çizgi film ve az oyuncakla, zamanda kırılmalar yaratarak ıslak fayanslardan akıttım günlerce süren saatlerimi yılların kemiklerine. İçimde uyuyan bıçağı uyandırarak dökmek istiyorum biriktirdiklerimi yere, yine de ne zaman cesur bir çocuk görsem ağlarım. Çünkü artık benim için ışık, varlığına inanmayı uzun yıllar önce bıraktığım bir kitabın iç mahallesinde, yanlış tariflerle yıkanmış kayıp bir adresten fazlası değil ve kozmostan pencerene doğru attığım hiçbir adım seyretmiyor benimle beraber kırılmış oyuncaklarımı. Bundan çok yıl önce, kostümlü bir çocuktan fazlası değildim ve o kadar çok dalga geçti ki üzerimden Dünya sahilinde, eğer her birisine bir cam saplasaydım anlaşılmazlık ya da insanlar evrimin evinden çok uzak bir kavimde, kan içinde uykuya dalardı. "Katatonik" semptomlarımın senkronize "kakafonisini" dinleyerek geçirdiğim gecelerin en güzel senfonileri kağıtlarımın arasında, bu yüzden ağıtlarım ağladığında akmıyor damarımda alkol, zira gözyaşı sıcak içilir. Salaklarla beraber salağa yatarak geçirdim en hararetli çığlıklarımı ve her birisinin soluklarından solgun bir parça yükseklik çalarak inşa ettim kayboluşumu. Artık ne anlatmak istiyorum ne de anlaşılmak, çünkü herhangi bir süper kahramanın altı yaşı kadar kırgınım varoluşuma ve düşüncelerimin yüzdüğü kaseyi tırnaklayan şeylerin hepsi başka bir Dünya'dan geliyor, kulağımdan giriyor ve ince, sivri dişleriyle yol çiziyorlar. Artık düşmanlarımdan uzak duruyorum, dostlarımdan daha da uzak. Çünkü maskelerin kendini değil, sevdiklerini korumak için takıldığını anlatmıştı bana küçükken duvarımda gezen böcekler, bir kaç ekranın içinden geçerek. Birazdan ağzıma alacağım kör kağıtla keseceğim dilimi ve defterlerim pıhtılaşıp parçalanana kadar uzaklara taşıyacağım adımlarımı. Çünkü o kadar düşmanım ki kendime, kırk yaşımı dahi kendimden esirgemeye yönelik planlarımın sayısını azımsayamıyorum. Duvarların içine gireceğim seni hiç öpmeden, ve demirden mızrakların arkasında hapsolacağım bir elektrik grisine aylar boyunca, bu benim en hayalperest gerçekliğim. Gelecek planlarım arasında eski usul kurşun kalemleri OCB'lere kilitleyip kuvvetli bir Mira yıldızını zıvana yaparak, pula damıttığım akıl hastanesiyle simetrik bir şekilde ağzıma hapsetmek var. Esrik bir esir olmak zahmetle sansasyonel bir bileşke algoritmanın nallarını ateşte gezdirerek tenime bastıracak. Yine de buna sekiz yerimden katlanabilirim, çünkü bayat bisküvilerle doldurduğum midem uzun zamandır böceklerle yarenlik ediyor. Mahsur kaldığım Dünya'dan kaçış planımı yaptım, fakat vermem gereken armağanlar var daha pek çok tanımadığıma, atımı hazırlasın Azrail. .........
Zaman kaybedemeyeceğim kadar değersiz bir taarruz çünkü 21. yüzyılda. Aşina olamadığım kayboluşumdan kaçacağım. Kendimden, çevremden ve gerçeklerimden de. Gerçek diye bir şeyin olmaması beni rahatsız ediyor. "Katatonik" şizofreniye giden basamaklara oturmuş, son şarabımı içiyorum. Tanrı mor saçlı kraliçeleri, ve renksiz kuzgunları kutsasın. Çünkü siyah bir kuzgunun yalnızlığı, albinolarınkine kıyasla bir haciz memurunun intiharı kadar haklı ve silinmiş bir isim kadar izlidir benim tenimde. Kanatlarımı ateşe vereceğim, üstelik aşka uçmadan. Şimdi paranoyalarımın koluna girip poligonlarda bedenimi doğrayacağım. Çünkü silah dükkanında bıçakla cinayet işlemek, mazerettir akmayan kanlarıma. Kesiklerimi tenimle gizliyorum. Dışımdaki varlığımı tenimde gizlediğim gibi.
Ömer Faruk Sargın
Dönerken Boş küme ya da hiç olmaya görsün Ademoğlu.. Alınır, alınmakla da kalmaz sürüngen oluverir yaşamına. Sunar tüm yaşam sevincini onlara, onlar o olur, onlar da sürünür. Kendime bir faydam olmadı bari onlara dokunayım der. Sürüngen olmasın insan hemencecik ağlaklaşır, umutlarla kol kola.. Baş edemez olur küçük sancılarla korkusuzca hisseder yüreği acıyla coşar. Parlar, pasparlak parlar. Soru sormayı da bırakmaz bu yalan teslimiyetinde, paramparça olur yüreği. Kadınlar bekler iyi bir şey olacak diye erkekler oyalanır yine.. İnsanlar genel anlamda sürünenlerden bahsetse de leke olur ona. Her bir baharda yeşermez olur umutlar. Susar, susar ağzı ama yüreği yek pare değildir çığlıklarında, kusar. Ah bu belirsizlik kusar. Duvarlar, acılar, duvarlar.. Düşerim ah düşerim ben de düşerim de ağlamam! Düşerim affet beni fakat üşüyorum bu şiir gibi düşerim! Yükselme kaygısıyla düşerim, yükselme kaygısıyla düşerim, kaybolma korkusuyla birazcık, Boş küme belki bir sürüngen olmayagörsün insan..
.......
......
Islak Kemik Döküntüleri Islak kemik döküntüleri etrafında gezinirken, çevresine bakmasını unutmuştu. Dilimsiz bir ay parçasını yani bütün olanı yutmayı ihmal etmiyordu. Acı, beklemenin soğukluğunda ufak bir detaya dalarken beni ayakta tutan acı, sürüldüğümü hissettiğim anlarda nöbetlerime neden olan yegane mahluk.. Beklentilerinizin dalgalandığı bu bayraklar benim ülkeme ait değilmiş hissi var içimde, sanki yabancıymışım gibi bu bedene, dilimsiz bir ay parçası histerikliğinde. Kurulun koltuklara bana ait olan bedenim ey ruhum yanarken, siz bir radyasyon frekansına inanırken beni doğuran ve beni öldüren şey acı. Açıkça söylevler sundular, erotik tuzaklarda bu ihmalkar zihne, açıkça konuşmadan gelen darbe, hisleşilen tüm duyuların guguk kuşu. Beklentilerin son bulduğu çukura aitmişsiniz de kendinizi avutuyormuşçasına öfkeli gören gözler. Bir vaaz vermek istedim sadece kendime, "Bak geçmişte sen buymuşum, buyurmuşsun sen kendim!" diye..
Ali Güleç
Kaos Denizin karadan daha sıcak olduğu bir gece, Saat dört. Dört kişilik bir masa. Alınan bir ah sonrası hepimiz sahadayız. Ya oynayacağız ya oynayacağız. Hakem düdüğü çaldı. Ve taraftar ayakta! Bir sıfır. Oyun golle başladı. Kabul et herkes iyi oynuyor. Kaç maskem var? Birlikte sayalım. Yapma! Tabi ki yeteneklisin, Kaç kadının var zihninde. Yanıldın. Ben bir erkeğim.. Mekan, bizi çevreden ayıran boşluk. Hadi bırak sahayı gökyüzüne çıkalım. Sar, önce beynimi sonra bedenimi. Uç daha yukarı ve daha yukarı. Hayır korkmuyorum.. Yalnızca beş kelime.. Ve taraftar bir kez daha ayakta.. Durum: Bir-Bir.. Kaleciler uçamaz. Özrünün altındaki gülümseme. Evet başardın.Çekiliyorum. Hadi birlikte sayalım. Sence kaç kadınım ben? Unutma ben bir savunma sanatçısıyım..
-RÜMÜ-
Karga, hep farklı kalmayı başarabildi. Karga, diğer akranları tarafından hor görüldü. Karga, dışlandı. Karga, hiç sevilemedi. Karga, bütün bunlara göğüs gerdi, bugünlere kadar geldi. Ve o eşsiz sesiyle sizlere seslendi, "Ey insanlık, hala birkaç dakikanız varken, "karga" olsanıza..
Utku Körk