Subat Sayisi

Page 1

01/02/10

รงevre dostu dergi


her sayfas覺nda farkl覺 bir enerji... www.viewboxmagazin.com


editor Şubat 2010 Sayı:7 Genel Yayın Yönetmeni

Los Angeles’tan merhaba,

Mert Türkoğlu Yazı Kurulu: Elif Türkoğlu

Şubat sayımızda büyüyen ama eskimeyen şehir Sofya’dayız, şampiyonluğa doymayan Michael Schumacher’i ağırlayıp, yüzlerce yıllık cazibe olan korseyi kadınlara tekrardan hatırlatıyoruz... Lost hızla başlarken, teorilere odaklanıp Dharma’yı bu final sezonunda tamamen anlamayı ümit ediyoruz. Kahvenin tarihini bu sayıda da incelemeye devam ederken, büyük üstat Bob Marley’i doğum gününde hatırlamamak olmazdı diye düşündük

Ahu Kılıç Naniç PY Esra Yarıcı Selin Bilgiç Katkıda Bulananlar Dr. Adil Asımgil Aydın Tuba Tuna Palabıyıkoğlu Temsilcilerimiz

Gazete kağıtlarını önce hamura, sonra da eşsiz eserlere çeviren Ömer Erdem’le keyifli bir sohbet, bu ay ki konu başlıklarımızdan.

Los Angeles Alper Nakri alper@viewboxmagazin.com Washington DC

Geçen sayımızda da belirttiğimiz gibi viewbozmagazin artık Los Angeles’tan yayın hayatına devam ediyor... Sizlere sayfalarımızda keyifli seyirler diliyoruz...

Erkan Demir erkan@viewboxmagazin.com Viyana İsmail Gökmen ismail@viewboxmagazin.com Görsel Tasarım ve İnternet Uygulama me - tasarım grubu İletişim editor@viewboxmagazin.com mert@viewboxmagazin.com viewboxmagazin.com dergisinde, yayınlanan haber ve fotoğraflardaki görüşler eser sahibine aittir viewboxmagazin.com sorumlu tutulamaz.


içindekiler Ömer Erdem “Fakülte yıllarımda babam Ankara Bira Fabrikası’nda müdürdü. Fabrikaya ait çeşitli arabalar, kamyonetler vardı, onların birebir aynısını ölçekli olarak maketlerini yapmıştım.

49

48

Bob Marley Bob Marley, 130’un üzerinde plağı, her biri dillere destan olmuş yüzlerce şarkısı bulunan bir reggae efsanesidir.

Uçan daireler Uçan dairelerin görüldüğüne ilişkin raporlar yeni değildir.13. yüzyıla St. Albans manastırı rahipleri gökyüzünde olağanüstü renkli düzgün şekilli geniş bir gemi gördüklerinden bahsetmektedirler.

25

41


viewbox 5

Takımlar bahane sekizinci şampiyonluk şahane 2 kez Benetton ve 5 kez de Ferrari ile şampiyon olan Michael Schumacher, 8. şampiyonluğunu Mercedes GP’de yaşamak istiyor.

11

Sofya Avrupa Birliği’nin en büyük 7. şehri olan Sofya’nın tarihi eski çağlara uzanır. M.Ö. 8.ve 7. yüzyıllarda, bugünkü merkezin bulunduğu yerde Serdi 17 adında Trakyalı bir kabile yaşamaktaymış.

Yüzlerce yıllık cazibesiyle korse 16. yüzyılda kullanılmaya başlanan korseler uzun yıllar aristokrasinin sembolü olarak görüldü.

59


tvhaber

selin bilgiç

Final sezonu başlıyor


viewbox 7

İzlemeyenler bile gün geliyor Lost’a kayıtsız kalamıyor; teoriler, sorular havalarda uçuşuyor. Her bölüm ardından daha fazla soru işareti bırakıyor; üzerine en çok konuşulan dizi Lost sona eriyor. Bir ada, düşen uçan, bilinmeyen rakamlar, geçmişgelecek-şimdi, kutup ayısı, diğerleri, kara duman, iyilik-kötülük, 108, zaman çizgisi, sabitim, Dharma… Her şey 2004 Eylül ayında başladı, televizyon tarihi yeni bir mit yarattı. Lost’un birinci sezonu 24, ikinci sezonu 23, üçüncü sezonu 22, dördüncü sezonu 13, beşinci sezonu 16 bölüm sürdü. Artık beklenen sezonun başlamasına sayılı gün kaldı. 18 bölüm olacağı açıklanan altıncı sezon ile Lost’un gizemi çözülecek. Geçtiğimiz sezonlarda kafamıza takılan bazı soru işaretlerinin açık cevaplarına ulaştık ama ne yazık ki; bu cevaplarla birlikte yeni soru işaretleri belirdi.

Lost bir sarmal gibi, içinde ne kadar ilerlerseniz aklınız o denli karışıyor; bulduğunuz cevaplar yeterli gelmiyor. Temelinde zıtlıklar barındıran Lost, bir dizi olmanın artık çok ötesinde. Teknolojinin bu kadar hayatımıza dahil olmadığı yıllarda yayınlansaydı, bu etkiyi yaratabilir miydi? Belki hayır, belki evet. Çünkü kesin olan bir şey var; bu dizide mutlak bir doğru yok. İşte bu yüzden tüm Lost takipçileri son bölümü çok merak ediyor, bu sarmal nasıl açılacak; pandoranın kutusundan ne çıkacak? Şimdiden birçoğumuzun kafasında bir son var, bunu sağlam teorilerle destekliyoruz; ama önemli olan yapımcıların ve senaristlerin ne diyeceği, son sözü onlar söyleyecek. Ardından bizler uzun uzun konuşacağız. Evet, final sezonuyla Lost karşınızda…


sinehaber


viewbox 9

Her insan kendi şansını kendisi yaratır Rasim Öztekin’in ‘melek’ olarak sinema izleyicisinin karşısına çıkacağı “Gelecekten Bir Gün” filimde Hande Subaşı ilk kez bir şehirli kızı canlandırdı. Filmde, “Issız Adam” filmini ti’ye alarak ‘Kızsız Adam’ kısa metrajıyla sanal oltamda şöhret olan Hayrettin Karaoğuz’da rol alıyor. Filmin, özellikle kendini şanssız hisseden izleyicilere keyif vermesi hedefleniyor. Filmde şanssızlıklarından bıkan bir gencin intiharın eşiğine gelmesi ve devamında gelişen olaylar komik bir biçimde anlatılıyor. GELECEKTEN BİR GÜN HOLLYWOOD YOLUNDA “Gelecekten Bir Gün” filminin konseptini beğenen yabancı yapımcılar, filmi kendilerine uyarlamak için harekete geçtiler. Başrollerini Hande Subaşı, Hayrettin Karaoğuz, Rasim Öztekin, Murat Serezli ve Arda Kural’ın paylaştığı “Gelecekten Bir Gün” filminin konseptini beğenen yabancı yapımcılar, filmi kendilerine uyarlamak için harekete geçtiler. YILDIZ KADRO Hollywood yapımcıları tarafından dünya yıldızlarıyla yeniden çekilmek üzere hazırlıklarına başlanan “Gelecekten Bir Gün”ün yabancı versiyonunda, Hayrettin Karaoğuz’un canladırdığı Tolga rolü için Adam Sandler, Rasim Öztekin ve Arda Kural’ın canlandırdığı melek rolleri içinse Jack Nicholson ve Andy Garcia gibi ünlü isimlerin düşünüldüğü öğrenildi. Yönetmenliğini Boğaçhan Dündar’ın yaptığı, Cüneyt Ceylan’ın senaryosunu yazdığı ve yapımcılığını üstlendiği film ‘Her insan kendi şansını kendisi yaratır’ sloganıyla 15 Ocak’ta vizyona girdi.


köşehaber

selin bilgiç

Takımlar bahane sekizinci şampiyonluk şahane 2 kez Benetton ve 5 kez de Ferrari ile şampiyon olan Michael Schumacher, 8. şampiyonluğunu Mercedes GP’de yaşamak istiyor.


viewbox 11


köşehaber Kariyeri boyunca birçok rekoru kıran ve başarıdan başarıya koşan Michael Schumacher, şimdi yeni bir başlangıç yapıyor. 2006 yılında emekli olduğunda bir devir de onunla birlikte kapandı, Ferrari’yi yıllar sonra şahlandıran isim, aslında ne denli önemli olduğunu geçen 3 sezonda tüm Formula 1 severlere fazlasıyla ispatladı. Ferrari’nin 1. ve 2. sıraya ambargo koyduğu yılları hatırlayın, helikopter çekimlerinde 2 kırmızı önde diğerleri arkada ilerlerdi, aralarında da çok çok fazla mesafe olurdu. O dönemde sürekli yarışların değerinin azaldığı ve heyecanın kaybolduğu söylenirdir ve Formula 1’i yönetenlere göre yenilik şarttı. Michael Schumacher’ın emekli olması farklı isimlerin bu spora önem çıkması bekleniyordu. Önce kurallar değişti, sonra Schumi emekli oldu. 3 sezon geride kaldı. Bulunan taze kanlar, ilginin artması için yeterli olmadı. 2009 yılında Felipe Massa’nın kazasının ardından Schumi’nin adının anılması bile Formula 1’ın havasını tamamen değiştirmişti. Bir pilotun, kocaman Formula 1 endüstrisi üzerindeki etkisini gözler önüne sermeye yetiyordu.


viewbox 13


köşehaber


viewbox 15

Yıl sonunda Michael Schumacher, beklenen açıklamayı yaptı, pistlere dönüyordu ama Mercedes GP ile. Başta Ferrari taraftarları olmak üzere herkesi şaşırtan bu kararda Mercedes GP Takım Direktörü Ross Brawn’un etkisi büyük oldu. Ferrari’nin adını Formula 1’e yıllar sonra altın harflerle yazdıran bu ikili, yeniden bir araya geldi. Formula 1 kariyerine 1991 yılında Jordan ile başlayan Schumacher, 1991-95 yılları arasında Bennetton ile 1996’dan 2006 sonuna kadar da Ferrari ile yarıştı. Michael Schumacher’i, Mart ayında 2010 sezonun başlamasıyla birlikte Mercedes GP’nin koltuğunda göreceğiz. Kırmızı’dan Gri’ye geçen Schumi’yi yeni otomobilinde gördüklerinde belki birçok Ferrari taraftarlarının içi cız edecektir. Ama bir gerçek var ki, Michael Schumacher ismi, Formula 1’e düşündüğümüzden fazla yakışıyor. Hangi marka için yarıştığının pek önemi yok, onu Fernando Alonso’ya kafa tutarken, Lewis Hamilton ile basın toplantısında yan yana oturmuş yarışı değerlendirirken ya da kazanılan bir yarışın ardından Felipe Massa ve Rubens Barrichello ile kucaklaşırken görmeyi kim istemez ki. 2010’un ilk yarışını uzun zamandır hiç bu kadar heyecanla beklememiştik, yarış Schumi için yeniden başlıyor.


Sofya Büyüyen ama eskimeyen Balkanlar’ın Paris’i Avrupa Birliği’nin en büyük 7. şehri olan Sofya’nın tarihi eski çağlara uzanır. M.Ö. 8.ve 7. yüzyıllarda, bugünkü merkezin bulunduğu yerde Serdi adında Trakyalı bir kabile yaşamaktaymış.

şehirhaber

mert turkoglu


viewbox 17


şehirhaber Sofya aeskiden askeri ve ticari yolların kesiştiği bir noktada bulunduğu için, Roma döneminden itibaren önemli bir yönetim merkezi olarak görülmüştür. Sofya’nın altın devri, İmparator Kostantin zamanında, M.S. 4. yüzyılda yaşanmış ve o tarihlerde şehir, Hristiyanlığın erken dönem merkezlerinden biri olarak öne çıkmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu’nun kavşak şehri olması itibarıyla Serdika, hep akınlara uğramış, bu akınlar esnasında şehre büyük ölçüde zarar verilmiştir. Şehir bir daha eski büyüklüğünü elde edememiş, yalnız kale ve bugün başkentin de adı olan muhteşem Aya Sofya kilisesi tamir edilmiştir. 6. yüzyılda, Justinianus zamanında, Serdika tekrar Doğu Roma İmparatorluğu’nun önemli şehri haline gelmiş bundan hemen sonra şehir, Balkan yarımadasına hücum eden Slavlar’ın akınlarına maruz kalırak tamamiyle Slavlaşmıştır. 9. yüzyılda Han Krum zamanında Serdika, Slav ismi olan Sredets ismini alır. Geniş bir alana yayılmış olan Ortaçağ Bulgar Devleti’nin önemli askeri, siyasi ve kültür merkezi haline gelir. Bulgar Devleti’nin Osmanlı hakimiyeti altına girmesiyle Sredets şehri, 13. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın yetmişli yıllarına kadar Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında kalmış ve 14. yüzyılın sonlarında şehir Sofya ismini almıştır. Bazı belgelere göre bu yıllarda şehir güzelliğiyle meşhur olup Osmanlı’nın büyük hayranlığını kazanmıştır. Osmanlı hakimiyetinin sona ermesinden sonra, coğrafi konumu ve ekonomik gelişmelere elverişli olduğundan, Bulgaristan’ın başkenti ilan edilen şehrin altyapısının gelişmesine ulusal önem verilmiştir.

Avrupa Birliği’nin en büyük 7. şehri olan Sofya’nın tarihi eski çağlara uzanır. M.Ö. 8.ve 7. yüzyıllarda, bugünkü merkezin bulunduğu yerde Serdi adında Trakyalı bir kabile yaşamaktaymış. Balkan yarımadasında ardarda zaferler kazanan Roma, Trakyalılar’ın bağımsızlığına son vermiş. Hakimiyetleri altına aldıkları yerlerde idari ve askeri düzen oturtmaya önem veren Romalılar, bu şehre Serdika adı vermişler. Böylece Serdiler’in şehri anlamına gelen Serdika, önemli ticari ve idari bir merkez haline gelmiş.


viewbox 19


Ĺ&#x;ehirhaber


viewbox 21

İkinci Dünya Savaşı’nda ağır bombardıman altında kalan kentte, 3000 bina tamamen yıkılmış ve 9000’i de kullanılmayacak derecede zarar görmüştür. Savaş bittiğinde Rus askerleri tarafından alınan şehir, böylece Doğu Bloku’na girivermiş. Sosyalist dönemde hızlı bir sanayileşme süreci geçiren Sofya’da yeni fabrikalar kurulmuş ve kırsal kesimden iş bulma umuduyla şehrin banliyölerine akan binlerce insan için büyük apartman blokları inşa edilmiştir.

Şehirdeki çok sayıda arkeolojik anıtlar, sanat eserleri ve savunma tesisatları, eski Serdika’nın önemli ve gelişmiş bir merkez olduğunu ispatlıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda ağır bombardıman altında kalan kentte, 3000 bina tamamen yıkılmış ve 9000’i de kullanılmayacak derecede zarar görmüştür. Savaş bittiğinde Rus askerleri tarafından alınan şehir, böylece Doğu Bloku’na girivermiş. Sosyalist dönemde hızlı bir sanayileşme süreci geçiren Sofya’da yeni fabrikalar kurulmuş ve kırsal kesimden iş bulma umuduyla şehrin banliyölerine akan binlerce insan için büyük apartman blokları inşa edilmiştir. Her ne kadar 1989’da Komünizm defteri kapandıysa da, Sofya’nın merkezi, bugün hala, Neo-Klasik Stalinist mimarinin çarpıcı örnekleriyle dolu. Görkemlerinden etkilenmemek mümkün değil. Asırlık ağaçlarla dolu parklar ve bulvarlar bu ağır havayı yumuşatırken, 19. yüzyılda Rus ve Viyanalı mimarlar tarafından inşa edilmiş balkonlu evler, zarif konutlar ve işlemeli cepheler, şehrin insancıl ve uzun


şehirhaber zamandır saklı kalmış neşeli yönünü gözler önüne seriyor. Büyüyen ama eskimeyen Balkanlar’ın Paris’i sayılan Sofya şehrinin sembolü olmak için yarışan birkaç merkezde var. Bunlardan biri tarihi Sveti Aleksandır Nevski katedrali. Katedral, bağımsız Bulgar kilisesinin merkezidir aynı zamanda. Katedralin yakınlarında yer alan Meçhul Asker Anıtı da önemli bir yer. Aynı alanda ikinci en eski kilise olan ve şehre ismini de veren 6. yüzyıla ait Sveti Sofya kilisesi yer alıyor. Günden güne nüfusu artmaya başlayan şehir ülkenin ekonomi ve kültür merkezi olarak gelişmeye devam ediyor. Verimli toprakları, kaplıcaları, İskır nehri ve kolları, şehrin gelişimini sağlamış. Sofya’nın mükemmel manzarasını oluşturan en meşhur yapıların bazıları ise Meclis Binası, İvan Vazov Halk Tiyatrosu, Merkez Kaplıcası, Bilimler Akademisi, Sofya Sv. Kliment Ohridski Üniversitesi, Millî Kütüphane, Anıt–Mabed Sv. Aleksandır Neski kilisesi. Kentin tam merkezinde yer alan Banyabaşı Camii ile günümüzde Milli Arkeoloji Müzesi’ne ev sahipliği yapan Büyük Cami ise, 500 yıllık Osmanlı devrini hatırlatmaya yetiyor. Bir yandan büyük nehirlerin olmayışı eksiklik sayılırken, diğer yandan Pançarevo Gölü, küçük çaplı su barajları ve kanallar bu eksikliği telafi etmekte. Şehrin ortasından Perlovska ve Vladayska nehirleri geçiyor.


viewbox 23


köşehaber

adil asımgil

Uçan daireler


viewbox 25

Uçan dairelerin görüldüğüne ilişkin raporlar yeni değildir.13. yüzyıla St. Albans manastırı rahipleri gökyüzünde olağanüstü renkli düzgün şekilli geniş bir gemi gördüklerinden bahsetmektedirler.


köşehaber

1947’de güneşli bir haziran günü tecrübeli Amerikalı pilot Ken eyaletinde bir uçak enkazını araştırmak üzere uçarken bir dizi birbirlerine çapraz olarak uçuyorlardı. Askeri veya sivil herhan ve 2000 km/saat hızla uçuyorlardıki o zamanlarda 950km/saat

Uçan daireler II. Dünya Savaşın’dan bu yana basın yayın organlarının en çok ilgilendiği, hakkında spekülatif yazılar yazılan, doğruluğu kanıtlanmamış haberler olma özelliğini başka hiçbir konuya bırakmamıştır. Çünkü başka dünyalardan gelen gelişmiş canlılar olması ihtimali toplumun her yaş gurubuna, tüm sosyal tabakalara ve tüm eğitim düzeylerine çok enteresan gelmekte, dolayısıyla ilgi çekmektedir. Durum böyle olunca da konunun aynı zamanda birçok kitap tarafından ele alınmış olması da doğal kabul edilmelidir. Uçan Daire Gözlemleri Uçan dairelerin görüldüğüne ilişkin raporlar yeni değildir. 13. yüzyıla St. Albans manastırı rahipleri gökyüzünde olağanüstü renkli düzgün şekilli geniş bir gemi gördüklerinden bahsetmektedirler. Yine ortaçağda İngiltere Yorkshire’da ki Byland Abbey’in rahipleride gökte geniş yuvarlak bir disk gördüklerini kayıtlarına yazmışlardı. Yüzyıllar boyunca buna benzer tek tük kayıtlar varken özellikle II. Dünya Savaşı sonrası uçan daire ihbarları adeta sağanak yağmur şeklinde gelmeye başladı. Bir hesaba göre eğer yapılan

ihbarlar gerçekse 3 milyon defa uzaylılar dünyamızı ziyaret etmiş demektir. Uçan daire salgının başlaması, 1947’de güneşli bir haziran günü tecrübeli Amerikalı pilot Kenneth Arnold ile başlamıştır. Arnold ABD Washington eyaletinde bir uçak enkazını araştırmak üzere uçarken bir dizi tuhaf uçan cisim gördüğünü rapor etti. Toplam 9 adetiler ve birbirlerine çapraz olarak uçuyorlardı. Askeri veya sivil herhangibir uçağa benzemeyen bu cisimler en az 30 m genişliğinde ve 2000 km/saat hızla uçuyorlardıki o zamanlarda 950km/saat hız yapan gökcisimleri bile çok nadirdi. Suda sıçrayan disk şekilndeki taşlar gibi uçuyorlardı. Arnold, daha sonra hikayesini anlattığında gördüğü cisimleri, uçan tabaklar İngilizce olarak “The Flying Saucers” olarak tanımladı. Bu olayın gazetelerde yayınlanması ile flying saucers halka mal oldu ve herkesin merakını çekmeye başladı. Daha sonraki gözlemlerde de tanıkların gördükleri cisimlerin dönerek hareket ettiklerini ve daire biçiminde olduğunu söylemeleriyle uçan tabak deyimi Türkçemize uçan daire olarak girmiş


viewbox 27

nneth Arnold ile başlamıştır. Arnold ABD Washington tuhaf uçan cisim gördüğünü rapor etti. Toplam 9 adetiler ve ngibir uçağa benzemeyen bu cisimler en az 30 m genişliğinde t hız yapan gökcisimleri bile çok nadirdi.

oldu. Yine ABD hava kuvvetleride bu uçan tabaklara daha gerçekçi bir deyim olan “Unidentified Flying Objects” yani kimliği bilinmeyen uçan cisimler adını verdi. Bu tanımın baş harfleri alınarakta UFO kelimesi üretilmiş oldu. UFO gözlemlerinin artması ve halkın bu konuyla yakından ilgilenmesi sebebi ile bazı devletler özel araştırma kurumları kurdular.Yapılan gözlemler kaydediliyor ve tanıklara bazı sorular sorularak yalan ihbarlar ayıklanmaya çalışılıyor, ayrıca gelen fotoğraf ve filmler incelemeye alınıyordu. Tüm bu kayıtlardan elde edilen genel bilgilere göre gözlemlerin büyük çoğunluğu tenha bölgelerde gerçekleşiyordu. Şehir ya da kasabalarda yapılan gözlemlerde ise UFO’lar oldukça uzaktan görülüyordu. Ancak bu kadar çok gözleme rağmen hiçbir net kanıt yoktu. UFO’lardan bahseden sonsuz sayıda kitap, dergi, gazetede doğru yanlış, gerçek ya da uydurma, hatta yazarın bizzat kendisi tarafından uydurulmuş binlerce UFO gözlem hikayesi okumak mümkündür. Ancak resmi kayıtlara geçmiş gözlemler oldukça


köşehaber azdır. Şimdi binlerce söylentiyi bir kenara bırakıp örnek teşkil etmesi açısından, resmi kayıtlara geçmiş bazı gözlemleri tek tek incelemek istiyorum. Sadece gökyüzünde bir cisim görmekten başka, gözlemlerden bazılarında uzaylılarla temastan bahsedilmektedir. Bunlardan biri New Hampshire’de ki Betty ve Barney Hill vakasıdır. Genç çift yıldızlı bir gecede arabaları ile yolculuk yaparken aniden parlak bir ışık gördüler ve araştırmak üzere durdular. 2 saat sonra kendilerine geldiklerinde ne olduğunu hatırlamıyorlardı. Fakat daha sonra hipnotize edildiklerinde şaşırtıcı bir hikaye anlattılar. Kendileri bir uzay gemisine alınmış ve tıbbi tetkike maruz kalmışlardı. Yine hipnoz altında uzay gemisinin duvarında gördüklerini söyledikleri bir yıldız haritası çizdiler. İngiltere’de bazı bölgelerde yoğun olarak UFO gözlemlerine rastlanmaktadır. Bu bölgelerden biride Broadhaven Üçgeni’dir. Bir yılda 50’ye yakın gözlem tespit edilmiştir. Coombs ailesi arabalarının parlak bir ışık topu tarafından kovalandığını söylüyorlardı. Parlak top yol kenarındaki çitleri sıyırıp geçiyordu. Daha sonra evlerinin ön penceresinden içeri bakan gümüş rengi elbiseler içinde parlak gözlü bir yaratık gördüklerini ve yaratık gittiğinde televizyonları ile bahçede o bölgede bulunan çalıların yanmış olduğunu anlattılar. En ünlü UFO gözlemlerinden biri 1978’de Yeni Zelanda semalarında olmuştur. Bir UFO’nun yolcu uçaklarından birini takip ettiği haberleri üzerine Avustralya televizyonunda program yapımcısı olan

Quentin Fogarty yönetimindeki ekip olayla ilgili yere gitmek üzere uçakla gece yolculuğu yapıyorlardı. Havada parlak bir cisim gördüklerinde kuzeydoğu sahili üzerinde uçuyorlardı. Wellington’da ki kontrol kulesi de radar ekranında kimliği belirlenemeyen bir cisim teyid etti. Parlak cismin şeffaf kubbesi vardı. Aniden uçağın önünde görünüp yine aniden alta giderek kayboldu. Tv ekibi UFO’nun filmini çekmişti. Film gösterildiğinde çok çeşitli teoriler ortaya atıldı. Venüs gezegeni olduğu, o bölgedeki bir Japon gemisinin ışıkları olduğu vs tarzında birçok yorum yapıldı ancak ikna edici bir açıklama olmadı. Avustralyalıların çektikleri bu film tam bir UFO gözlemi salgınına yol açtı. Dünyanın her tarafından çeşitli iddialar geliyor geceleri herkes acaba UFO görebilirmiyim diye gökyüzünü seyrediyordu. İsrailliler kırmızı ışıklı bir UFO’nun kendilerini ziyaret ettiğini, Güney Afrikalılar ise Jonannesburg’da bir yolda 6 uzaylı ile buluştuklarını söylüyorlardı. Bu tip renkli hikayeler tabiidirki UFO’lara inanmayanların söz konusu tanıklarla alay etmesine sebep oluyordu. Bu dönemde iddialardan sıkılan bir Amerikalı konuyla ilgili uzun süreli bir ödül vaad etti. Uzaylılarla karşılaştıktan sonra dünyada yapılamayacak olan, onlara ait en küçük şeyi getiren ödülü alacaktı. Fakat hiç kimse böyle bir cismi ortaya koymayı başaramadı. UFO hikayesinin bu kadar çok ilgi çekmesi ve birsürü iddia karşısında Amerikan hükümeti, mavi kitap projesi diye bilinen ciddi bir araştırma başlattı. Fakat birsürü saçma iddia bilimsel


viewbox 29


köşehaber Eğer UFO’lar gerçekten mevcutsa nereden geliyorlar? Genel olarak düşünülen başka gezegenlerde de hayat olduğudur. Fakat bilim adamları hayat olabilecek en yakın güneş sistemi olan Alfa Centauri’de ki canlıların ışık hızında uzayaraçları yapabilseler dahi yolculuğu100 yıl süreceğini ifade ediyorlar. Dolayısıyla bu canlıların daha verilerle açıklanmaya çalışılınca proje ciddiyetini kaybetti ve 1969’da yine hükümet tarafından mavi kitap sonlandırıldı. Zaten tüm proje döneminde dikkate değer ciddi bir gözlemde bulunamamıştı. Bu tarihten sonra hükümet araştırma programlarını özel organizasyonlara bırakırken yeni gözlem iddiaları nada şüpheci, inanmayan bir tavır takınmaya başladı. Nereden Geliyorlar Eğer UFO’lar gerçekten mevcutsa nereden geliyorlar? Genel olarak düşünülen başka gezegenlerde de hayat olduğudur. Fakat bilim adamları hayat olabilecek en yakın güneş sistemi olan Alfa Centauri’de ki canlıların ışık hızında uzayaraçları yapabilseler dahi yolculuğu100 yıl süreceğini ifade ediyorlar. Dolayısıyla bu canlıların daha uzun yaşadıklarını düşünsek bile gelip burada kalmak belki ama, gelinip geri dönülmesi çok zor görülmektedir. UFO’lar gerçekmi UFO’ların eğer geliyorlarsa neden kendilerini göstermedikleride ayrı bir tartışma konusudur. UFO’cular en fazla, uzaylıların bizi gözlemlediklerini ve dünyalılar hazır olduğunda kendilerini açığa çıkaracakları tezini öne sürmektedir. Ancak bu tartışma

başlayalı en az 50 yıl olmuş ve kanımca günümüzde herkes uzaydan gelen canlıları görmeye hazırdır. Dolayısıyla günümüzde bu iddiayı halen ifade etmek pek gerçekçi görülmemektedir. Sonuç olarak bu kadar spekülasyona, ilgiye, hertürlü inceleme ve araştırmaya rağmen yıllardır gerçek manada ne bir uzaylı görüldüğü ne aşikar bir uçan dairenin gözlemlendiği nede dünyanın herhangibir bölgesinde ileri teknoloji eseri veya dünyada bulunması imkansız bir cismin bulunduğu,yani kısaca hiçbir somut delilin olmadığı açıktır. Herkesin dikkatlerinin bu derece üzerinde olduğu UFO konusunda, en küçük somut bir kanıtın dahi olmaması, kanımca en azından bugüne kadar UFO fenomeninin, gerçek değil spekülasyon olduğunun en önemli delilidir. Diğer gezegenlerde hayat yoktur demiyorum ama varsada bugüne kadar dünyamızı ziyaret etmiş değiller.



incelemehaber

ahu kılıç naniç

Milletin macchiatosu varsa... Bir ailenin konuklarına mırra sunması için de özel şartlar gerekiyor. Daha önce hiç mırra sunmamış bir ailenin çocuğu gün gelip de hali vakti yerine gelip de mırra vermek isterse usulüne uygun olarak komşu yörenin ileri gelenlerini evine davet etmek zorunda.

Önceki sayımızda kahvenin nasıl olduğundan dünyadaki ve Türkiye’deki tarihçesine; hatta abartıp Türk kahvesinin nasıl “Türk Kahvesi” olduğunu anlaşmıştık. Bu sayıda ise Türkler’deki–Starbucks’tan öncede var olan-kahve kültürü ve bu kültür içindeki çeşitleri anlatacağız. Ayrıca kahve pişirme yöntemlerini şöyle bir hatırlayacağız. Bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp köşemizde ise; Espresso, capuccino

nedir? Nasıl oluyor da oluyor, bunlara değineceğiz. Son olarak bir Avrupayi kahveciye gittiğinizde cahil cahil bakmamanız için kahve sözlüğümüzü sizinle paylaşacağız. MIRRA Öncelikle söylemek gerekir ki, mırra hala yerel kalabilmiş ve geleneksel özellikleri olan bir wkahve. Yayılamamasının ya da yayılmamasının en önemli nedeni evinizde kendiniz için pişirebileceğiniz bir içecek olmaması. Kilolarca kahve çekirdeğinden, ciddi emek ile ve çok miktarda hazırlandığı gibi, sunumu ve içiminin de bir adabı var. Mırra kelimesi Arapça’dan geliyor, acı anlamına gelen ‘mur’dan türetilmiş.


viewbox 33

MIRRA’NIN HAZIRLANMASI: Vurgulanması gereken özel bir çekirdeğe gereksinim yok. Kaliteli bir kahve çekirdeği yeterli 1. Tercih edilen kahvenin çiğ (yeşil) çekirdek halinde alınması. Bu çekirdek geniş, uzun saplı tava benzeri kaplarda kavruluyor ve uygun rengi alınca ustası kavurma işlemini bitiriyor. 2. Kavurma işlemi bitince, ağaçtan yapılma dibeklerde, kahve çekirdekleri dövülmeye başlıyor. Bunun için günümüzde kahve değirmenleri de kullanılmakta. 3. Türk kahvesinden daha iri dövülen çekirdekler hazır hale geliyor. KAHVENİN PİŞİRİLMESİ 1. Önce kahve çekirdekleri kaynamış suda uzun süre köpüklenerek ve telvesi ayrılana kadar kaynatılıyor. Bu sürenin sonunda kahve telvesinin üzerinde kalın bir sıvı oluşuyor. Buna da şerbet adı verilmekte. 2. Bu şerbet süzülerek mutbak adı verilen, mırra için özel hazırlanmış güğüm benzeri bir kaba boşaltılıyor ve kaynatma işlemi bu kapta devam ederken üzerine 2-3 kilo kahve çekirdeği ekleniyor ve taşmamasına dikkat edilerek kaynatma işlemi devam ediyor. Bu arada üzerine

su ekleniyor. Bu işlem 5-6 kez tekrarlanabiliyor. Sonuçta uzun süre saklanabilen ve tekrar tekrar kullanılabilen koyu kıvamlı, acımsı bir içecek elde ediliyor. KAHVENİN SUNULMASI 1. Bu işlemler bitince, mırra soğumaya bırakıyor. Kıvam artık içine konduğu fincanın kenarını boyayacak hale gelmesi ile belirlenmekte. 2. Soğuyan kahve, imibiklere veya büyük cezvelere alınmakta ve ısıtılıp sunulmakta. 3. Genellikle mırra özel günlerde ikram edildiği ve hazırlanması zor ve masraflı olduğu için ağa içeceği olarak ta adlandırılmakta. Misafirler gelince, kulpsuz bir fincana yarısını geçmeyecek kadar mırra doldurulup ikram ediliyor. Fincandaki bitince, fincan yere konmuyor ve yeniden dolduruluyor. İkinci ikramdan sonra aynı fincan silinerek yandaki misafire mırra sunuluyor. Sunan kişinin bir elinde kahve fincanı diğer elinde kahve ibriği var. Boynunda veya cebinde de fincanları silecek mendiller. Büyükten küçüğe doğru, sıra ile tüm odadakilere ikişer defa ikram ediliyor. Mırrayı yavaş yavaş içmek gerek. Mırra şekersiz içilmekte. MIRRA ADABI Herkes aynı kulpsuz fincanla içiyor. En önemli gelenek, mırra fincanının yere bırakılmaması. Eskiden bu hatayı yapanın yapması gerekenler varmış. Bunlar: Fincanı altınla doldurmak Kahveyi servis edenle evlenmek Kahveyi servis edeni evlendirmek Kahveyi servis edenin çeyizini düzmek olabilirmiş. Bir ailenin konuklarına mırra sunması için de özel şartlar gerekiyor. Daha önce hiç mırra sunmamış bir ailenin çocuğu gün gelip de hali vakti yerine gelip de mırra vermek isterse usulüne uygun olarak komşu yörenin ileri gelenlerini evine davet etmek zorunda.


incelemehaber Destur (izin) büyük bir yemek şöleniyle kutlanıyor. Mırraya tat vermesi amacıyla karışıma bir baharat olan kakule katılabilir. MENEGİÇ (ÇEDENE) KAHVESİ Menengiç kahvesi ya da Çedene kahvesi özellikle Elazığ ve çevresinde içilen bir içecek. Önceden belirtmek gerekli ki, kahve adını alsa da, aslında bu kahve yemişinden yapılan bir içecek değil. Bu içeceği yapmak için kullanılan yemiş, çeşitli kaynaklarda, yabani Antep fıstığı, çitlenbik, sakız ağacı, çıtlık gibi belirtilirse de bu karışıklığın sebebi bu bitkilerin aynı kaynaktan gelmeleridir. Bu yemiş Anacardiaceae ailesinin Pistiacia cinsine aittir. Pistacia cinsinin en tipik temsilcisi Pistacia vera’dır ya da bizim kullandığımız adı ile Antep fıstığı. Bu cins dışında iyi bilinen Pistacia cinsleri: Pistacia atlantica Pistacia chinensis Pistacia lentiscus ve Pistacia terebinthus’dur Çedene kahvesi için önemli olan Pistacia terebinthus olup Menegiç yada Menegiç denen ağaç budur. Çitlenbik ağacı da denir. Menengiç ağacı Güneydoğu Anadolu, İç Anadolu ve Akdeniz Bölgesinin dağlık kırsal kesimlerinde ekimi yapılmadan yetişir. 2 metreye kadar uzayabilen sakız yapraklı bir küçük ağaçtır. Koyu yeşil, minik meyveler verir. Meyvesinin kabuğu ham iken kırmızı renkte olduğu halde olgunlaştıkça yeşile döner. Meyvesi kokulu ve yağlıdır. Bu meyve yağsız kavrulur, ve çıtır çıtır yenir. ÇEDENE KAHVESİNİN HAZIRLANIŞI: Çedene kahvesi Türk Kahvesi gibi hazırlanır. Kahve yapmak için kullanılan menegiç yağlı ve macun kıvamındadır. 1 Fincan kahve yapmak için Cezveye 1 Fincan su veya süt, 1 Çay kaşığı çedene kahvesi, 2 Çay kaşığı toz şeker, Eklenerek; orta ateşte kaynamaya başladıktan sonra birkaç defa karıştırılıp.

6-7 dakika daha kaynatılır, sıcak olarak içilir YARARLARI: Bilimsel olarak kanıtlanmamış ise de çeşitli kaynaklarda çok sayıda yararından bahsedilmektedir. Öksürüğü keser, balgam söktürür, nefes açıcıdır, nefes darlığına iyi gelir, antiseptik özelliği vardır, göğsü yumuşatır, solunum yollarına faydası vardır. Ayak terlemelerini önler, yaraları tedavi eder, böbrek kumlarının dökülmesine yardımcı olur, ses tellerine iyi gelir, mide ağrılarını dindirir. Mide ülserine şifa verir. Midedeki müzmin ağrılarını giderir. Kabızlığı önler, bağırsakları çalıştırır, dalak için çok yararlıdır, bademciğe faydalıdır. Ağız koklamalarını yok eder, nefesin güzel kokmasını sağlar. Vücudu kuvvetlendirir, dinçleştirir, güç verir. DİBEK KAHVESİ Dibek kahvesi aslında bir kahve pişirme şekli değil, kahve öğütme yöntemi. Kavrulan kahve yuvarlak, içi çukur taş ya da tahtadan yapılan bir anlamda havan’a benzeyen büyük kaplara konur ve bir tokmakla ince hale gelene kadar ezilirdi. Buradan elde edilen kahve Türk kahvesi pişirir gibi pişirilirdi. Bu yöntemle öğütülen kahve koyu kıvamlı olur ve Dibek kahvesi adını alırdı. Bu yöntemle kahve öğütülmesi 1800’lü yılların ilk yarısına kadar devam etti ancak 1827’de tüfekçi ustalarından Selim’in kahve değirmenini

icat etmesi sonucunda dibek kahvesi ortadan kalktı. Bu şekilde kahve elde etmek zahmetli ve vakit alıcı olduğu için evde yapılamayan kahve öğütülme işlemi, değirmenlerin yaygınlaşması ile evlere girdi. Aslında dibek kahvesi yapmak için kullanılan dibeklerin tarihçesi çok eski. Doğaldır ki, daha önceden bu dibekler kahve değil de tahıl öğütmek için kullanılıyormuş. Türkiye’de çeşitli arkeolojik kazı alanlarında bulunan dibeklere, Başkale yakınlarında bulunan Tilki tepe ya da Sipka Antik Şehri buluntuları örnek. Dibek kahvesi günümüzde çok sınırlı yapılmakta. Bunun da sebebi kolayca tahmin edileceği gibi zahmetli olması. Türkiye’de dibek kahvesi içmek için akla gelen yer, Gökçeada’daki Zeytinliköy’de bulunan Madamın Kahvesi. Madam vefat etmiş olsa da bu gelenek halen devam ettirilmekte. Yine, Foça’da Kozbeyli köyünde Şakir’in kahvesi de Dibek kahvesi ile ünlü. KENGER KAHVESİ Kenger bitkisi Nisan-Mayıs aylarında çiçek açan, 40-50 cm yüksekliğinde, tüylü çok yıllık, sütlü, dikenli ve otsu bir bitki. Çiçekler morkırmızı renkli. Baş kısmı olgunlukta sarı-yeşil renk alır ve 1 cm kadar uzunlukta olup serttir. Türkiye’de İç, Doğu, Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz Bölgesi’nde yetişmekte. Dikenli olduğu


viewbox 35


incelemehaber Espresso ve Capuccino yapmak için mutlaka yüksek basınçlı su buharı veren bir aletiniz olmalıdır. Bu aletin filtre içeren haznesine özel espresso kahvesi yerleştirilir ve aletin ısıtıcısı açılır. Filtreleme yönteminde kahvenin içerisinden su yerçekimi ile geçerken, espresso yönteminde su yüksek basınçla ve yüksek ısı ile kahveden geçer. Bu sırada kahveye tadını veren çözünebilen bileşikler suya geçerken, tada olumlu katksısı bulunan yağlar da erir ve kahve suyuna geçip, kahvenin üzerinde bir krema oluşturur.

için toplaması çok zahmetli. Acantus, Enger, Kengel, Kengiotu, Kengir olarak ta biliniyor. Eski çağlarda bu bitki sütun motifi olarak ta kullanılırmış. Bitkinin gövdesinin kesilmesi ile çıkan süt 1-2 günde beyazımsı renk alır ve kıvamlı hale gelir. Bundan da kenger sakızı hazırlanmakta ve ipe dizilip satılmakta ve su içerisinde bekletilip sunulmakta. Olgunlaşan başlar ise kavrulup öğütülerek kenger kahvesi yapılmakta. Bu kahveyi bulabileceğiniz yer Silifke yakınlarında Diocaesarea antik kenti (Uzuncaburç). CİLVELİ KAHVE Manisa’nın tarihi ve turistik mekanlarından olan Yenihan’da kafe işletmeciliği yapan Tamer Çipiloğlu, cilveli kahveye sahip çıkıp yeniden canlandıran kişi. Eski dönemlerde şehzadeler için de özel olarak hazırlana bu kahve, asıl şöhretini gelinlik kızlarla edinmiş. Gelinlik kızlar eve gelen görücülere bu cilveli kahveyi hazırlarmış. NASIL HAZIRLANIYOR? Cilveli kahve, sunumu ve tüketiliş şekliyle diğer kahvelerden ayrılıyor. Fincana dökülen bol köpüklü Türk kahvesinin üzerine çifte kavrulmuş, öğütülmüş badem ve iki çeşit baharattan oluşan karışım dökülüyor. Kahvenin yanında bir kaşık veriliyor. Kahve içilmeden önce bademler yeniyor. Ardından kahve içiliyor. Köpükle badem ezmesinin karışımı özel bir tat oluşturuyor. Dövülmüş bademin kahvenin dibine çökmemesi için mutlaka çifte kavrulmuş olması gerekiyor.

KAHVE PİŞİRME YÖNTEMLERİ FİLTRE KAHVE Filtre kahve (ground coffee, drip coffee veya amerikan kahvesi) yaparken kullanılacak kahve Türk kahvesinde olduğu gibi çok ince çekilmiş olmamalıdır. Çok ince kahve konursa, filtrenin üzerinde yer alan kahveden sıcak suyun süzülmesi uzun sürer ve kahvenin lezzeti bozulur. Çok kaba çekilmiş kahve konursa, sıcak su hızla aşağıya akacağı için kahvenin tadı suya geçmez. Nisbeten kaba çekilmiş kahve, filtrenin üzerine yerleştirilir. Burda en iyi ölçü 30 ml kahve ve, aletin haznesine 150 ml. sudur. Filtrenin altın kaplı veya metal olması uygun olur, çünkü kağıt filtreler, kahveye tadını veren maddelerin aşağıya geçmesini engellerler. Kahve konulduktan sonra, aletin ıstıcısı aktive edilir ve yukardan aşağı doğru akan sıcak su (kaynama derecesinin altında olmalıdır) kahvenin içinden geçerek filtrenin altında bulunan kaba süzülür. Bu kabın altına genellikle ısıyı korumaya yarayan bir ısıtıcı platform bulunur. Burada dikkat edilecek önemli bir nokta kahvenin 20 dakikadan fazla ısıtıcı üzerinde bırakılmamasıdır. Bir süre sonra kahve acılaşmaya başlar. ESPRESSO Espresso ve Capuccino yapmak için mutlaka yüksek basınçlı su buharı veren bir aletiniz olmalıdır. Bu aletin filtre içeren haznesine özel espresso kahvesi yerleştirilir ve aletin ısıtıcısı açılır. Filtreleme yönteminde kahvenin içerisinden su yerçekimi ile geçerken, espresso yönteminde su yüksek basınçla ve yüksek ısı ile


viewbox 37


incelemehaber Kahvenizi içerken ve de büyük bir keyif alırken, aslında bu keyfi size veren birçok şeyin birarada olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Kahvenin o güzel kokusunu içinize çekersiniz, dilinizin üzerinden kahve kıvamı ile akıp giderken, tüm tadını algılarsınız. kahveden geçer. Bu sırada kahveye tadını veren çözünebilen bileşikler suya geçerken, tada olumlu katksısı bulunan yağlar da erir ve kahve suyuna geçip, kahvenin üzerinde bir krema oluşturur. Bu kremanın varlığı iyi bir espressonun kaçınılmaz parçasıdır. Kullanılacak su miktarı filtre kahveye göre çok daha azdır (1/6’sı). Kullanılacak kahve miktarı, normal kahvenin 2/3’üdür (7 gram) ve kullandığınız aletin filtre haznesini tam doldurur, kahvenin üzerine biraz basarak yerleşmesi sağlanır. Burada kullanılan ayarlar ancak deneyerek belirlenir. Kural, kahvenin içerisinden uzun süre basınçlı suyu geçirmemektir. Kahve aşağı doğru damla damla akmalıdır. Espresso kahve hiçbir zaman bekletilmez ve hemen içilir. Espresso için hazırlanan kahve, uzun süre fırınlanan kahveler sınıfına girer. Hafif karamelimsidir. Espresso kendine özgü tasarlanmış özel fincanlarda içilir CAPUCCİNO Capuccino 1/3 espresso, 1/3 kaynar süt ve 1/3 süt köpüğünden oluşur. Capuccino yaparken en önemli nokta, sütün köpük hale getirilmesidir. Bunun için yüksek basınçlı su buharı

kullanılır. Buhar ucunu süt kabına batırırken dikkatli olun, çok batırırsanız süt köpüğü çok kabarcıklı olur ve çabuk söner. Çok yüzeyde tutarsanız köpük oluşmaz ve süt çok ısınır. Ev kullanıcıları: Soğuk süt, kutudaki pastorize süt ve paslanmaz çelik kap en iyi sonucu verir. Buhar vericiyi hazirlayın ancak, ucu sütün içerisine soktuktan sonra buharı açın ve işiniz bitince önce buharı kapatın sonra ucu çekin. CAFFE LATTE (CAFE AU LAİT) 1 ölçü kahveye, 2-3 ölçü süt katılarak yapılır. Kahve ocak üstü ısıtıcılarda yapılır. Aynı anda ocak üstünde süt ısıtılır ancak kaynatılmaz (buharlanmış süt ile aynı ısıdadır). Cafe au lait bunun Fransız versiyonudur ve sütü daha fazladır. Capuccino’dan farkı, kahvesi daha hafiftir ve sütü köpürtülmez. French Press (Plunger pot) Önce kahvenizi cam kaba koyun. Orta çekilmiş (medium) kahve kullanınız (10g kahve/200ml kap). Bunun ardından yeni kaynatılmış olan suyu kahvenin üzerine dökünüz. Tahta veya plastik bir kaşıkla 90-120 saniye kahveyi karıştırın. Bu kahvenin tümünün su ile temasını sağlar. 20-30 saniye kahvenin dibe çökmesini bekleyiniz. Filtre kapağını


viewbox 39

kapatınız ve filtre çubuğunu yavaşça, tüm kahve dibe çökecek şekilde indiriniz. Bu sırada su ısısı 80 derece civarında olup, ideal bir ısıdır. 2 dakika kadar bekleyip sunabilirsiniz. Kahvenin Tadı Kahvenizi içerken ve de büyük bir keyif alırken, aslında bu keyfi size veren birçok şeyin birarada olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Kahvenin o güzel kokusunu içinize çekersiniz, dilinizin üzerinden kahve kıvamı ile akıp giderken, tüm tadını algılarsınız. Aslında kahveye lezzetini ya da tadını veren çok sayıda bileşen vardır: Asidite (acidity): Yeşil çekirdekler yüksek miktarda klorojenik asit (%7) içerirler. bu düzeydeki asit kahveye kötü bir tad verir. Fırınlama işlemi sırasında bu asit çözünür ve yerini daha hafif asitler alır. Asetik asit, sitrik asit, malic asit gibi. Bu asitlerin yokluğu kahvenin tadını çok yumuşak yapar ve özelliksiz bir tad olur. İyi bir kahvede asidite olmalıdır. Kahvenin az fırınlanması veya çok ısıtılması asiditeyi azaltır. Bir tek espressoda, bu asit azalması lezzet için gereklidir. Kıvam (body): Kahvenin kıvamı, dilin üzerinde kahvenin gezerken verdiği izlenimdir. Bunu veren kahvenin fırınlanması sırasında şekerlerin karamelize olması, bazı prıteinlerin yanması ve yağların açığa çıkmasıdır. Koyu fırınlanmış çekirdekler, daha kıvamlıdır. Koku (Flavor): Yukardaki tüm faktörlerin hepsi kahvenin kendi kokusunu verir. Son yıllarda kahve çekirdeği fırınlandıktan sonra soğurken, özel fırınlarda yağlı, kokulu sıvılarla karıştırılarak kahveye yapay koku ve tad verilmeye başlanmıştır. Çukulata, fındık, badem, menta kokan esanslar kullanılabilir. Tüm bunlara dayanarak kahvenin tadı çeşitli şekilde adlandırılır. İyi bir kahve: asitli, acımsı (bitter) tatlı (sweet), zengin (rich) ve yumuşak (mellow), düzgün (smooth) ve kadifemsi (velvet) sarabımsı (fermentasyon nedeni ile) spicy (baharatlı) veya nötral olabilir. Tercih edilmeyen tadlar ise Düz (flat), vahşi (wild), otsu (grassy), çamurumsu (muddy), sert (harsh), ekşi (sour) veya Rio-Y tadlı olabilir. Bunlar kahvenin yanlış toplanması, saklanması, fırınlanması veya işlenmesi ile oluşur. Rio-Y bir istisnadır ve Türkiye’de tercih edilir.


müzikhaber

Bob Marley Asıl adı Robert Nesta Marley olan unutulmaz sanatçı, 6 Şubat 1945 tarihinde Jamaika’da dünyaya geldi. Bob Marley, 130’un üzerinde plağı, her biri dillere destan olmuş yüzlerce şarkısı bulunan bir reggae efsanesidir. 5 yaşındayken, annesi Kingston’a taşınmaya karar vermiş ve orada Bob ve ailesi, yaşamı boyunca Bob’un en iyi arkadaşlarından biri olan Bunny Livingston ve ailesi ile birlikte yaşamışlar. Bob ve Bunny, o yıllardan beri müzik ile uğraşmışlar. Bob Marley, reggae müziğinin sadece Jamaika sınırlarında kalmamasını sağlayıp, onu bütün dünyaya duyuran en önemli isimlerden biridir. Büyük bir kesim tarafından bu tür müziğin kralı

olarak ifade edilen Bob Marley, söz yazarı, şarkıcı ve gitaristtir. Profesyonel anlamda müziğe The Wailers grubu ile başlamıştır. The Wailers, Peter Tosh ve Bunny Livingston’dan oluşuyordu ki, bu isimlerde daha sonradan Bob Marley gibi solo kariyer çalışmalarına devam ettiler. İlk hitleri “Simmer Down” olmuştu. Bob, The Wailers’dan ayrıldıktan sonra, üç kadın reggae sanatçısının oluşturduğu The I-Threes adlı gruba


viewbox 41


müzikhaber 1977 yılında futbol oynarken ayak başparmağında açılan bir yaradan dolayı deri kanseri (melanoma) olduğu ortaya çıktı. Parmağının kesilmesini sahnede eskisi gibi performans gösteremeyeceğine inandığı için istemedi .

müzikal alanda yardım etti. Topluluğun elemanlarından Juddy Mowatt, tecrübeli sanatçı için şu ifadeyi kullanmıştı; “Bob Marley’in şarkı sözü ve müzik altyapısı öylesine gelişmiş ki, kendisi bir müzik ansiklopedisi gibi” Bu ünlü Jameikalı söz yazarı, sadece kendisi ile değil bu grubu ile de, “ada müziğinin” evrensel bir boyut kazanmasını sağladı. Şarkılarında politik ancak basit bir içerik vardı. “Catch A Fire”ı 1972 yılında yayımladı. Bu çalışmayı; 1973 çıkışlı “Burnin’”, 1975’te kaydedilen “Natty Dread” ve 1975 tarihli “Live” albümleri izledi. İngiltere, Almanya gibi önemli Avrupa ülkelerinde de hatrı sayılır bir dinleyici kitlesine sahip oldu. Bu sayede Avrupa’da özellikle o yıllar için büyük önem taşıyan konserler verdi. En popüler şarkılarından biri olan “Get Up, Stand Up”, sosyal karmaşayı konu edinir. “No Woman No Cry” gibi politik olmayan içerikte parçaları da var.

Birleşmiş Milletler “Barış Madalyası”, 1978’de Afrika insanına yapılan insancıl yardımlara şarkılarıyla destek olduğu için, Bob Marley’e verildi. Ve bu ödülü aldığı sene insancıl yardım amacıyla Jamaika’da konsere çıktı. Müzisyenliğiyle uluslararası alanda kabul gören Marley, insani yönüyle de büyük takdir kazanmıştır. Yaptığı “I Shot The Sheriff” ve “Get Up, Stand Up” gibi şarkılar ünlü sanatçı Eric Clapton tarafından yıllar sonra yeniden düzenlendi. 1977 yılında futbol oynarken ayak başparmağında açılan bir yaradan dolayı deri kanseri (melanoma) olduğu ortaya çıktı. Parmağının kesilmesini sahnede eskisi gibi performans gösteremeyeceğine inandığı için istemedi. 1981 yılında ağırlaşan Marley, son günlerini yaşamak için Almanya’dan ülkesi Jamaika’ya uçakla dönerken durumu kritikleşti. Uçağı acil tıbbi yardım için Miami’ye iniş yaptı.


viewbox 43


Miami, Florida’daki Cedars of Lebanon Hastanesinde, 11 Mayıs 1981 sabahı 36 yaşında hayatını kaybetti. Son sözleri oğlu Ziggy’ye “Para hayatı satın alamaz” oldu. Ölmeden önceki ay kendisine ülke kültürüne katkılarından dolayı Jamaika’nın en büyük ödülü Merit verilmişti ama almaya ömrü yetmedi.

müzikhaber


viewbox 45


Peter Bjorn &John Mavi Müzik Geceleri’nde! Milenyuma dikkat çeken bir performansla giren ve adını tüm dünyaya duyuran İsveçli indie-rock grubu Peter Bjorn & John, 2 Şubat’ta Mavi Jeans’in sponsorluğunda Babylon’da sahne alacak. Müziği, enerjisi ve tutkusuyla büyüleyen grubun konser biletleri, Babylon ve Biletix gişelerinden satışa sunulacak. 2002’de çıkan ilk albümün ardından birçok konser veren grup, 2004 yılında ikinci albümleri “Falling Out”u yayınladı. Grubun 3. albümü “Writer’s Block” uluslar arası bir hit haline gelerek, Peter Bjorn & John adını tüm dünyaya duyurmaya başladı. “Young Folks” adlı şarkıyla müzik dünyasında yerini almayı başaran grup, dinleyicilere power pop, new wave ve 60’ların etkisini hissettiriyor. Gün geçtikçe artan popülaritesi, grubu 2007’de, Kanye West’le aynı sahneye taşıdı. “Young Folks”, FIFA 2008’in resmi şarkılarından biri olurken, Gossip Girl başta olmak üzere birçok dizinin film müziği

olarak etkileyiciliğini kanıtladı ve 2006 yılında NME tarafından yılın en iyi 2. şarkısı seçildi. Mavi Müzik Geceleri kapsamında 1999’dan bu yana değişik ülkelerin alternatif müzik sanatçılarını Babylon’a taşıyan Mavi, bugüne kadar dünyaca ünlü 34 farklı grubu İstanbul’daki müzikseverlerle buluşturdu. Mavi Müzik Geceleri’nde Marianne Faithfull’dan Tiger Lillies’e , Stereolab’den Blues Explosion’a, Chicks on Speed’den Nouvelle Vogue’a kadar çok sayıda önemli grup ve sanatçı sahne aldı.

eğlencehaber


viewbox 47


röphaber

aydın tuba

Ömer Erdem “Fakülte yıllarımda babam Ankara Bira Fabrikası’nda müdürdü. Fabrikaya ait çeşitli arabalar, kamyonetler vardı, onların birebir aynısını ölçekli olarak maketlerini yapmıştım. Fabrikadaki teknik olanaklardan da yararlanarak arabaların tentelerine, lastiklerine kadar her aksesuarını da bizzat ben oluşturmuştum”


viewbox 49

ÖMER BEY, ÇOK KLASIK BIR SORU AMA SIZI TANIMADAN OLMAZ, BIZE KENDINIZDEN SÖZ EDER MISINIZ? Elbette. 1925’de o zamanki adıyla Maraş’da doğdum. Baba tarafım Kırşehirli aslında, babamın görevi dolayısıyla doğduğum yıllarda Maraş’taymışız. Sonra Almanya’ya gittik, ilkokula Berlin’de başladım, tekrar Maraş’a döndüğümüzde de 3.sınıf öğrencisiydim, bir sonraki yıl İstanbul’a geldik, öğrenimimi 15. İlkokul’da sürdürdüm. Ortaokul ve Lise öğrenimime de benim için çok önemli olan Kabataş Lisesi’nde devam ettim. Burada çok değerli öğretmenlerimiz vardı, ülkenin önemli şairleri derslerimize giriyordu, Türkçe Öğretmenimiz Zeki Ömer Defne, Edebiyat Öğretmenimiz Faruk Nafiz Çamlıbel gibi. Onlardan derslerimizin dışında hayatın inceliklerini de öğreniyorduk. Yaklaşık elli yıllık aradan sonra, 1991’de Türkçe Öğretmenim Zeki Ömer Defne’yi ziyarete gittim. Çok duygusal, çok değerli bir gündü benim için, asla unutamam… Sonra Ankara günleri başladı. Gerek babamın görevi gerekse de 1943’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlamam nedeniyle, ilerde de tüm yaşamımı geçireceğim Ankara’daydık artık. Aslında Güzel Sanatlara gitmek istiyordum ama olmadı. Fakülteyi bitirdikten sonra da 1948’de İş Bankası’na memur olarak girdim, hukuk müşavirliğine geçtiğimde bir yandan da stajımı tamamladım ve 1953’de avukat oldum. 1974’de de hukuk müşavir Muaviniyken emekli oldum.


röphaber BİR HUKUKÇU OLMUŞSUNUZ. PEKİ GÜZEL SANATLARA OLAN DÜŞKÜNLÜĞÜNÜZÜ YAŞAMINIZDA NASIL SÜRDÜRDÜNÜZ? Doğru, neye niyet neye kısmet… Ama ellerim çocukluğumdan beri bir şeyler üretmek için hazırdı. Çocukluğumda kardeşlerime, kuzenlerime tahtadan oyuncaklar yapardım. Örneğin evdeki möble takımının aynısını, büfesiyle, sandalyeleriyle oyuncak olarak yapmıştım. Gençliğimde, şimdiki pleksiglasın atası olan bir malzemeyle el aynaları, resim çerçeveleri, yüzük, küpe gibi takı ürünleri yapar, sevdiklerime armağan ederdim. Fakülte yıllarımda babam Ankara Bira Fabrikası’nda müdürdü. Fabrikaya ait çeşitli arabalar, kamyonetler vardı, onların birebir aynısını ölçekli olarak maketlerini yapmıştım. Fabrikadaki teknik olanaklardan da yararlanarak arabaların tentelerine, lastiklerine kadar her aksesuarını da bizzat ben oluşturmuştum. Hatta Adana vapuru kaptanı olan eniştem Sıtkı Beler’den Tırhan Vapuru’nun planını alıp yine tüm ayrıntısıyla ölçekli olarak yapmıştım, filikaları çıkabiliyor, direkleri dönebiliyordu. Hem Bira Fabrikası’nın hem de Tırhan Vapuru’nun maketlerini daha sonraları Vehbi Koç Müzesi’ne verdim. Ankara’daki müzede sergilendiklerinde de gidip gördüm, çok duygulandım tabii.


viewbox 51


röphaber “Bir süre suda bekleyip iyice yumuşayan gazete kağıtlarının suyunu iyice sıkıyor, çıkarıyoruz. Hamur haline gelen kağıtlar biçimlenmeye hazır hale geliyor. Ancak şunu da söylemeliyim ki bu hamurla ince ve keskin hatlı bir çalışma yapamazsınız.” KAĞIT HAMURUYLA ILGILENMENIZ DE EMEKLI OLDUĞUNUZ DÖNEMDE BAŞLIYOR GALIBA Emekli olmadan önce işten kalan zamanlarımda, aileme ait olan, o günlerin sayılı seramik fabrikalarından Gorbon-Işıl’ın ürünlerini satan mağazada vakit geçiriyordum. Seramik malzeme, ondan üretilen pano, vazo, kap, tabak ve benzeri ürünleri çok seviyordum. Emekli olunca da önce amcamın oğlu Faruk Ercan’la, sonra da dünürüm Osman Palabıyıkoğlu’yla açtığımız mağazalarda Gorbon-Işıl’ın Ankara’daki satış temsilciliğini yapmaya başladık. Dediğim gibi, sattığımız ürünleri önce ben çok seviyordum, hatta tuz seramiğinden ufak tefek bir şeyler yapmaya bile başlamıştım. 1978 yılında dostlarımız Lamia Aslan ve Saynur Gelendost’un değişik çalışmalarını gördüm. Gazete kağıdından oluşturdukları hamurdan mask, vazo gibi değişik objeler yapıyorlardı. TAM DA SIZIN ARADIĞINIZ BIR MALZEME Çok ilgimi çekmişti zaten. Peşlerini bırakmadım, onlardan işin inceliklerini öğrenmeye başladım. Anlayacağınız çalışmalara kısa sürede başladım.


viewbox 53

GAZETE KAĞIDI NASIL HAMURA DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR? Aslında ucuz ve kolay bir malzeme. Zaten gazete almıyor muyuz her gün. Onları küçük parçalara bölüp, sıcağa yakın ısıda su dolu bir kovaya atıyoruz, birkaç saat bekletiyoruz, bekletirken de sık sık karıştırıyoruz. Ben bu iş için matkabımın ucuna büyük bir mikser karıştırma teli yaptırmıştım. Bir süre suda bekleyip iyice yumuşayan gazete kağıtlarının suyunu iyice sıkıyor, çıkarıyoruz. Hamur haline gelen kağıtlar biçimlenmeye hazır hale geliyor. Ancak şunu da söylemeliyim ki bu hamurla ince ve keskin hatlı bir çalışma yapamazsınız. AMA ÇALIŞMALARINIZA BAKTIĞIMIZDA OLDUKÇA INCE VE KESKIN HATLAR DA GÖREBILIYORUZ, BU NASIL OLUYOR? Az önce bu malzemeyle çalışan dostlarımızdan söz etmiştim, onlar hamuru işte bu ilk haliyle kullandılar. Ben de aynı hamurla yaptım tüm objelerimi, ama yaptıklarım kuruduktan sonra geliştirdiğim ince hamurla üzerlerinde daha ayrıntılı çalışabildim.


röphaber “Kendi hayal gücümle yaptıklarımın dışında değişik uygarlıklara ait masklar yaptım. Yurt dışına giden birçok dostum dönüşlerinde bana o ülkeye ait mask kitapları getirmeye başladı.”

YANI ARTIK MALZEMEYE EGEMEN OLDUNUZ. “İNCE HAMUR” U NASIL HAZIRLIYORDUNUZ? Kağıt hamurunu yapmak istediklerime göre biçimlendirmeye başladım. İlk çalışmalarım masklardı. Maskları yaparken de dostlarımdan farklı bir yol izledim. Onlar önceden hazırladıkları tel iskelet üzerine yapıyordu masklarını. Ben hiç tel iskelet kullanmadım. Bir cam satıh üzerine hamuru koyup, üzerinde biçimlendiriyorum. Hamuru istediğim formda oluşturduktan sonra kurumaya bırakıyorum, kuruması birkaç gün alıyor. Tamamen kuruduktan sonra önce üzerinde kazıyarak, törpüleyerek, oyarak çalışıyorum, sonra da ince hamur devreye giriyor. Islatılıp, suyu sıkılmış kağıt hamurunu yaklaşık üçte bir oranında beyaz tutkalla karıştırınca, üzerinde ince iş yapabileceğiniz bir hamur oluşuyor. Çalıştığım parçanın yüzeyine yaydığım bu hamurla ayrıntıları istediğim gibi biçimlendiriyorum.

NELERİN MASKLARINI YAPTINIZ? Kendi hayal gücümle yaptıklarımın dışında değişik uygarlıklara ait masklar yaptım. Yurt dışına giden birçok dostum dönüşlerinde bana o ülkeye ait mask kitapları getirmeye başladı. Onlardan yararlandım. Çok ilginç masklar vardı. Tabii onları yaparken saç, ip, deniz kabuğu gibi başka malzemeleri de kullandım. Sonraları fotoğraflarını çektiğim ilginç insanların, bazı tanıdıklarımın, hatta ünlülerin portrelerini röliyef olarak yapmaya başladım. Portresini yapıp kendisine verdiğim Aziz Nesin’le tanışmam benim için önemli bir anıdır. BBC de izlediğim programcı Bruce Forsythe’ın yüz yapısı ilgimi çekmişti, onun da portresini yapmıştım. Bir tanıdık onun fotoğrafını çekmiş, İngiltere’ye gittiğinde de kendisine ulaştırmış. Bruce Forsythe bir fotoğrafla birlikte teşekkürlerini yazıp göndermişti bana, çok şaşırmıştım. BAŞKA NELER YAPTINIZ? Malzemeyi tanıdıkça yaptıklarım da çeşitlendi tabii. Vazolar, biblolar, heykelcikler, çeşitli kaplar, manzara ve yalı röliyefleri, bastonlar, resim ve ayna çerçeveleri, lambalar, ilginç fotoğrafların ve hatta ünlü ressamların resimlerinin rölyeflerini bile yaptım. Bir yandan


viewbox 55

da sevdiklerime, dostlarıma küpe, yüzük, anahtarlık, kalemlik, buzdolabı süsü, nazarlık gibi küçük armağanlar yapıyordum. Bu hamurla uğraşmak beni hep çok mutlu etti, hele de bir şeyler yaratmak. BU KADAR ÇOK ŞEY ÜRETIRKEN MUTLAKA SERGILERINIZ DE OLMUŞTUR. Elbette, hem de bir kaç kez. İlk sergim Saynur Gelendost’la birlikte 1980’de Bodrum Kalesi Haluk Elbe Sanat Galerisi’nde gerçekleşti. Aynı yerde 1981’de ilk kişisel sergimi açtım. 1982’de AnkaraKızılay Yapı Kredi Bankası’ında çalışmalarım için bir vitrin sergisi hazırladık. 1993’de Ankara Türk-Amerikan Derneği’nde kişisel sergim oldu, 1994’de yine aynı yerde karma bir sergiye katıldım. 1995’de İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi’nde, 1996’da da Ankara Gorbon-Işıl Sanat Galerisi’nde de sergilerim oldu. Yaş 70 olduktan sonra da sergilere hazırlanmaktan çok bu malzemeyle keyifli anlar yaşamak için bir şeyler ürettim. BIZ DE SIZINLE KEYIFLI ANLAR YAŞADIK, BU SÖYLEŞI IÇIN TEŞEKKÜR EDERIZ. EKLEMEK ISTEDIĞINIZ BIR ŞEY VAR MI? Herkese özellikle gençlere, yaratıcılıklarını deneyebilecekleri bu ucuz ve kolay malzemeyi öneririm. Ben de size teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.


rรถphaber


viewbox 57


modahaber

esra yarıcı

Yüzlerce yıllı cazibesiyle ko 16. yüzyılda kullanılmaya başlanan korseler uzun yıllar aristokrasinin sembolü olarak görüldü. Fildişi, ahşap ve hatta metal malzemelerden yapılan korseler önceleri erkek ve kadınlar tarafından kullanılsa da ilerleyen yıllarda kadın modasının bir parçası haline geldi. 19. yüzyılda Viktorya Dönemi’nin etkisiyle altın çağını yaşarken, 20. yüzyıla gelindiğinde ise kuşak korselerin de çıkmasıyla daha modern bir görünüme kavuştu. Maskülen adımların konuşulduğu günümüzde ise yarattığı feminen çizgiler ile aradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen, zamana meydan okurcasına halen cazibesini ve şıklığını koruyor. Büstiyerlerde, straplez bluzlarda ve elbiselerde korse uygulamlarına çokça yer veriliyor. Modern korselerde estetik ve

çekici bir görünüm yaratmanın yanı sıra rahatlık da ön planda. Beden ölçülerinize uygun seçeceğiniz büstiyer korsenizden emin olun vazgeçemeyeceksiniz. Zamansız olarak tabir edebileceğim korse büstiyeri kalem etek ve ceketiniz ile kombinleyerek rahatlıkla bir işgününde kullanabileceğiniz gibi, bol kesim yüksek bel kumaş pantolonunuz, ceketiniz ve portföy çantanız ile kombinleyip en şık haliniz ile dilediğiniz davete katılabilirsiniz. Renk ve aksesuar seçimi ise tamamen size kalmış. Sade ve romantik aksesuar seçimleri tabiki zerafetinizi tamamlayacaktır. Minik kloş eteğiniz ve rengarenk bootieleriniz ile giymeyi tercih ederseniz de içinizdeki parti kızı ortaya çıkacaktır. Dirseklerinize kadar uzanan eldiven kullanmak ise kesinlikle


覺k korse

viewbox 59


modahaber


viewbox 61

trendy. Yeni sezon rengarenk, şık büstiyer korseleri Topshop ve La Senza’da bulabilirsiniz. Ayrıca korse kemer ve kumaş kemer kullanarak da detaylarda korse etkisini yaratabilir, son derece stil sahibi görünebilirsiniz. Bir çok tasarımcı 2010 yılı kolleksiyonlarında etek ve şortları kısaltırken, özünde iç giyimi parçaları olan korse ve jartiyere de dış giyim olarak yer verdi. Paris ve Roma sokak giyiminde bu parçaların kullanıldığı kombinlere rastlamak ise olağan. Hatta 2010 Paris Moda Haftası’nda Jean Paul Gaultier defilesinde erkekler ceket içerisine straplez büstiyer giyerek, feminen bir görünüm yarattılar. Korse dendiğinde aklıma nedense Elizabeth Altınçağ ya da Boleyn Kızı filmlerindeki muhteşem kostümler gelir. O masalsı atmosferde kostümlerde kullanılan kumaşlar, tercih edilen renkler gerçekten etkileyicidir. Dönem meraklıları kolleksiyonerlerce özellikle Viktorya Dönemi


modahaber

kumaşlarının kullanıldığı vintage korseler toplanıyor. Modern Viktoryenler, Buharlı makinanın icat olduğu döneme- Steam- ve Punk kültürüne atıfta bulunularak Steampunk adıyla şimdiden literaturde yer edindi. Modasını ve yaşam tarzlarını modernize ederek 19. yüzyılı günümüzde yaşıyorlar. Viktorya dönemi elbiseleri, korseleri giyiyor, dönemin aksesuarlarını kullanıyorlar. En güzel korseleri tasarlayanlar bence Roberto Cavalli, Vivienne Westwood ve John Galliano. Prada, Bottega Veneta, Camilla Staerk, Carmen Marc Valvo, Dior, DSquired2, John Richmond, Dolce Gabbana, Jean Paul Gaultier ve Azzedine kolleksiyonları ise gerçekten ilham verici. Victoria Secret defilelerinde de harika korselere rastlamak mümkün. Müzik dünyası da bir yandan moda endüstrisine ilham verirken bir yandan da sıkı sıkıya modayı takip ediyor. Stil sahibi şarkıcılar olarak adlarından bahsedilen Katy Perrry, Rihanna, Lady Gaga ve Black Eyed Peas solisti Fergie büstiyer korse modasını ilk uygulayanlar arasında. Yaz siz korse modasından uzak kalabilecek misiniz?


viewbox 63


portrehaber


viewbox 65

Müjde Ar Gerçek adı Kamile Suat Ebrem olan sanatçı 1954 yılında İstanbul’da doğdu. Ünlü şarkı sözü yazarı Aysel Gürel ile Tercüman Gazetesi muhabirlerinden Vedat Akın’nın kızıdır. Kardeşi Mehtap Ar’da daha sonra şarkıcı olarak tanındı. Ünlü oyuncu, gençliğinde bir süre tiyatro oyunculuğu ve mankenlik yaptıktan sonra 1974 yılında ilk kez “Aşk-ı Memnu” adlı dizi ile televizyon dünyasına girdi.


portrehaber 1975 yılında “Babacan” adlı film ile sinemaya geçti. Daha sonraları özellikle kadın sorunlarını işleyen filmler ile tanındı. Ardından 1976 yılında Kemal Sunal, Şener Şen, Adile Naşit, Ayşen Gruda gibi isimlerin yer aldığı “Tosun Paşa” adlı filmde “Leyla” karakteriyle rol aldı. Hemen ardından 1978 yılında “Kibar Feyzo” ve 1979 yılında “Lanet” gibi filmlerde yer aldı. 80li yılların Türk Sineması’nın önemli isimlerimden olan Müjde Ar, 1984’de “Fahriye Abla”, 1985’de “Adı Vasfiye”, 1986’da “Ah Belinda” ve 1989 yılında “Arabesk” adlı filmlerle öne çıktı. İlk evliliğini sinema oyuncusu Samim Değer ile yapan ünlü oyuncu, daha sonra Ertem Eğilmez ile bir süre birlikte yaşadı. Ertem Eğilmez’in ölümünden sonra büyük bir boşluk içine girdi. Bir yıl kadar süre sonra Atilla Özdemiroğlu ile birlikte yaşamaya başladı. Ancak bu ilişki de 1995 yılında son buldu. En son CHP’li Ercan Karakaş ile bir birliktelik yaşadı. Uzun süre ara verdiği oyunculuk yaşamına 1997 yılında başrollerinde Savaş Dinçel, Okan Bayülgen, Mustafa Uğurlu’nun bulunduğu yönetmenliğini Mustafa Altıoklar’ın yaptığı “Ağır Roman” ile devam etti. Ardından 2000 yılında “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filminde Aynur karakterini canlandırdı. Bu filmi 2001 yılında yönetmenliğini Sinan Çetin’nin yaptığı, başrollerinde Kadir İnanır ve Pelin Batu’nun bulunduğu “Komser Şekspir” izledi. 2005 yılında ise Nurgül Yeşilçay ile birlikte “Eğreti Gelin” adlı filmde rol aldı. Müjde Ar, NTV’de yayınlanan “Güzel Haberler” programını sunuyor.

İlk evliliğini sinema oyuncusu Samim Değer ile yapan ünlü oyuncu, daha sonra Ertem Eğilmez ile bir süre birlikte yaşadı. Ertem Eğilmez’in ölümünden sonra büyük bir boşluk içine girdi. Bir yıl kadar süre sonra Atilla Özdemiroğlu ile birlikte yaşamaya başladı. Ancak bu ilişki de 1995 yılında son buldu. En son CHP’li Ercan Karakaş ile bir birliktelik yaşadı.


viewbox 67


Avatar Oscar’a göz kırptı Küre’den Pandora Gezegeni ile aklımızı başımızdan alan Avatar ve bu ödülün gediklisi Mad Men çıktı. 67. Altın Küre ödülleri geçtiğimiz ay sahiplerini buldu. Avatar, En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini alırken; Mad Men de En İyi Dizi seçildi. Oscar alacak filmlere işaret etmesi Altın Küre’ye farklı bir anlam ve önem katıyor. Ocak ayında düzenlenen Altın Küre’yi biraz da en iyi film ve yönetmen ödülünü kimlerin alacağını görmek için izliyoruz. Evet, bu yıl Küre’ye baktık ve parıltılı Pandora Gezegeni’ni

gördük. Şimdi Şubat ayının ilk haftasında Oscar adaylarının açıklanmasını ve Mart ayında da Oscar heykelciklerinin kimlerin elinde havaya kalkacağını beklemek kaldı. Gelelim 67. Altın Küre törenine, 6 dalda adaylığı bulunan Aklı Havada (Up in The Air), sadece En İyi Senaryo ödülünü aldı. Krizi iliklerimize kadar hissettiğimiz ve şirketlerin elemanlarından kolaylıkla vazgeçtikleri bir dönemde bu filmin senaryo dalında ödül

kürehaber

selin bilgiç

alması kimseyi şaşırtmadı. Altın Küre’nin hakimi Mad Men bir kez daha En İyi Dizi seçilirken, ‘Dexter’daki rolüyle Michael C. Hall da drama dalında En İyi Erkek


Oyuncu ödülünü kazandı. Solgun yüzü ve siyah beresiyle sahneye çıkan Michael C. Hall, sevilen seri katil sıfatını bir ödülle tescilledi. Törenlerde en sıradan olaylar onur ödülleridir, ama bu yıl Cecil B. DeMille Ödülü’nü alan Martin Scorsese olunca, durum değişti. Scorsese, ödülünü kıymetlisi Robert DeNiro ve son dönemlerdeki vazgeçilmezi Leonardo DiCaprio’nun elinden aldı. Bu üçlü törenin en güzel karesini oluşturdular. İşte bu yılın kazananları En İyi Film (Drama): Avatar En İyi Erkek Oyuncu

(Drama): Jeff Bridges (Crazy Heart) En İyi Kadın Oyuncu (Drama): Sandra Bullock (The Blind Side) En İyi Film (Müzikal-

Komedi): Felekten Bir Gece/ Hangover En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal-Komedi): Robert Downey Jr. (Sherlock Holmes) En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal-Komedi): Meryl Streep (Julie & Julia) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Soysuzlar Çetesi/ Inglourious Basterds) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo’Nique (Precious) En İyi Yönetmen: James Cameron (Avatar) En İyi Senaryo: Aklı Havada/ Up In The Air (Jason Reitman, Sheldon Turner) En İyi Animasyon: Up En İyi Yabancı Film: The White Ribbon (Michael Haneke - Germany) En İyi Müzik: Michael Giacchino (Up) En İyi Şarkı: Ryan Bingham and T Bone Burnett The Weary Kind (Crazy Heart) En İyi Dizi (Drama): Mad Men En İyi Erkek Oyuncu (Drama): Michael C. Hall (Dexter) En İyi Kadın Oyuncu (Drama): Julianna Margulies (The Good Wife) En İyi Dizi (Müzikal-Komedi): Glee En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal-Komedi): Alec Baldwin (30 Rock) En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal-Komedi): Toni Collette (United States Of Tara) En İyi Mini Dizi: Grey Gardens En İyi Erkek Oyuncu (TV filmi veya Mini Dİzi): Kevin Bacon (Taking Chance) En İyi Kadın Oyuncu (TV filmi veya Mini Dİzi): Drew Barrymore (Grey Gardens) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Dizi, TV filmi veya Mini Dİzi): Chloe Sevigny (Big Love) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Dizi, TV filmiveya Mini Dİzi): John Lithgow (Dexter)

viewbox 69


mekanhaber

ahu kılıç naniç

24 Saat açık bir yer olduğunu bilmek bile güzel!! İtalyanca’da, ‘benim’ anlamına gelen ‘Mia’ ile ‘Pera’ kelimelerinin birleşmesinden oluşan Miapera Hotel’in, 24 saat açık olan bir restoranı var. Caladdo Restaurant… İtalyanca’da, Galata’nın eski adı olan ‘Caladdo’ ismini taşıyan restoran; özel tariflerle donatılmış zengin menüsü, Şef Onur Dönmez’e emanet. Otelin kapısından bile göreceğiniz restoran İtalyan mutfağının ağırlıklı olarak kullanıldığı menüde yok yok! Antep fıstıklı levrek, Kırmızı mercimekli ardıç soslu dana bonfile şefin spesiyallerinden… Başlangıçlardan Yengeç kek ise mutlaka denemeniz gereken diğer bir lezzet. Hoş bir yemeğin ardından tatlı seçiminizi ise Rum Baba’dan yana kullanabilirsiniz. Romlu şerbet, incir ve vanilya kreması ile servis edilen bu muhteşem lezzetin tadı damağınızda kalacak. Caladdo’nun içki mönüsü de oldukça geniş. Cafe–bar–restoran olarak hizmet veren mekana, iş çıkışı akşamüstü içkisini içmek için uğrayabilir veya yemek sonrası keyif içkinizi yine bu mekanda yudumlayabilirsiniz. Çok yoğun ve ağır bir yemek mi yediniz? Caladdo’nun yemek

sonrası mideyi rahatlatıcı Grappa Clasico’sundan denemelisiniz. Sunbuca, Lemonchello değişik içkileri denemekten zevk alanlar için özel tatlar barındırıyor. Claddo’da sigara içilebilen kış bahçesinin de hazırlıkları tamamlanmak üzere... Mekanda 24 saat içki servisi yapılmasıysa en önemli detay! Claddo yaz aylarına ise enfes manzarasıyla terasında, gece kulübü hizmetiyle girmeye hazırlanıyor.


viewbox 71

Büyükadalı ve Etiler çocukları birleşti! Lavie doğdu… Büyükada’lı Yaman’ın Teşvikiye camisinin yan sokağında açtığı Lavie Cafe’ye S Cafe Metin’in katılması ile oluşan bu sıcak mekan, ikilinin görüntü ve lezzete dokunuşlarıyla nefis bir hale büründü. Sabah 08:00de klasik müzik eşliğinde edilen kahvaltı çeşitleri ile başlayan güne, öğlen Türk ve Dünya mutfağından şansonlarla devam ediliyor. Ev yapımı pastalarla çay saati, akşam 22:00 sularına kadar süren gece servisi ile noktalanıyor. Lavie Cafe’de, bembeyaz boyalı dış cephe ve pencereden sokağa taşan içerinin sıcak atmosferi sokaktan geçenlerin ayaklarını kapıya doğru çekiyor. İsmi Fransızca’da hayat anlamına gelen ‘la vie’ kelimesinden geliyor ve dünya çapında tescili buraya ait. İçerisi de Fransız bistrolarını anımsatan bir tarzda döşenmiş. Bir ana bir de asma kattan oluşuyor. Eskitilmiş parkelerde, masa ve sandalyelerde karşınıza çıkan koyu renk cilalı ahşap ile deri koltuk, varaklı ayna, abajur gibi eşyalar ev sıcaklığını aratmıyor. Duvarlarda Yaman Bey’in ada yolculukları sırasında çektiği nefis fotoğraflar asılı. Günün çorbası, minestrone, altı çeşit salata, mantı, etli pazı sarması, püreli dana rosto, makarna çeşitleri, dürüm, kömür ızgarada pişmiş antrikot, bonfile, sirloin steak, T-bone steak, dana pirzola, dana paillard, piliç ve kuzu külbastı, ızgara köfte, hamburger gibi lezzetli seçenekler var. Parmesan-hindi-roka salatası ve dana rostoyu özellikle denemenizi öneririz. Porsiyonlar doyurucu olduğu gibi fiyatlar Nişantaşı ortalamasının epey altında. Öğlenleri menü haricinde salçalı ev yemekleri de çıkıyor. Aç değilseniz taze sıkılmış meyve suyu veya çay-kahve yanında pastalarından deneyebilirsiniz. Great American chocolate cake, çikolata sevenleri anında tavlama meziyetine sahip. Müdavimleri çoğunlukla Nişantaşı sakinleri. Lavie Cafe, alışveriş arasında veya iş çıkışı Teşvikiye’nin ortasında biraz ada havası almak isteyenler için ideal.


Multipl Skleroz İle Umuda Yolculuk Selçuk Şoray bir MS hastası. 1998 yılında tanıştığı Multipl Skleroz ile tanıştı ve öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. İki sene boyunca yüksek dozda ilaçlarla yaşamının sürdürdü ve nihayetinde hastalığını kabullenip savaşmaya karar verdi. Çünkü yapılacak başka bir şey yoktu. İlaçları hayata pozitif bakışıyla birlikte en büyük yardımcısı oldu. Ve hastalığına karşın onu her şeyiyle çok sevip, hastalığın getirdiği tüm zorluklarla birlikte savaşmaya karar veren eşiyle tanıştı. Uzun süredir gündelik hayatını sorunsuz sürdürebiliyor

Kriz Seven İletişimci 30 yıldır reklam dünyasının içinde olan Ender Merter’in meslek yaşamı boyunca hem iletişimcilik hem de sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda tanık olduğu olayları anlattığı “Kriz Seven İletişimci Ender Merter” 1976 – 2009 Türkiye’sine ışık tutuyor… Renkli bir reklamcılık öyküsünün yanı sıra sektörle ilgili birçok iz ve ipucunun da aktarıldığı kitap, Ender Merter’in anlattıklarının İzzeddin Çalışlar tarafından yayına hazırlanmasıyla ortaya çıktı. Belgesel niteliğindeki eserde bir yandan Ender Merter’in çocukluğundan reklamcılığa kadar hayatını adım adım izlerken, diğer yandan TRT’nin ilk renkli yayına geçişi, Susurluk Skandalı, 5 Nisan Kararları’nın açıklanması, Türk Lirasından 6 sıfırın atılması gibi

kitaphaber

Türkiye’nin tarihine kazınmış birçok olayı bir kez daha yaşıyoruz. “İlginç insanlardır reklamcılar. Çoğu, mesleğine tutkuyla bağlıdır. Yetileri olan, görmekle bakmak arasındaki farkı bilen, heyecanlı ve entelektüel olurlar. Öncülük yapmayı, sektör için faydalı reklamcı yetiştirmeyi de bunların arasına sığdırırlar. Hani bir laf vardır, aslında hiç de anlamıyorum: “Hepimiz aynı gemideyiz.” Ben onu, “Hepimiz aynı sahnedeyiz ve hep bir oyun oynuyoruz” diye söylüyorum. Senaryolar yazıyor, kimlikler yaratılıyor, kimimiz gülüyor, kimimiz ağlıyoruz. Ama durmuyoruz, durursak oyun biter, perde kapanır. Replikler ya bir pervaza ya da bir duvar kenarına uçup gider. İşte reklâmcılık böyle bir şey, hatta yeni tanımlamasıyla; iletişim.”

ahu kılıç naniç

artık. Hayattan sınırsız hayalleri dışında hiçbir beklentisi olmadı. Ve yaşadıklarını her zaman aklında olan cümleleriyle bir kitaba dönüştürdü… Umudunu yitirmeksizin MS’le cebelleşmeyi sürdüren Selçuk Şoray, “Tabii ki herkesin hayatı romandır ama sayfaları titrek çevrilen bir romana az rastlanır sanıyorum” diyerek sunuyor eserini. Ve ekliyor: “Biliyorum ki, romanımın sonunda mutlaka güzel güneşli bir günde sevdiklerimin yanında deniz kenarında balık tutuyor olacağım.”


Japon mutfak sanatı Sushi & Sashimi detay bilgisi Japon Mutfağı; kendi türünde farklı düzeylerde etkili olan benzersiz bir deneyim sunar ve yalnızca damak tadımıza değil, kusursuz güzellikte bir yemek servisi, tabaktaki renk uyumu ve dengeli olarak hazırlanmış garnitürlerle estetik beğenilerimize de hitap eder. Güzel görünüşüyle gözümüze hitap eden mönüler dayanılmaz bir şekilde iştahımızı kabartır. Güzel bir yemek dediğimizde göze hoş görünen bir yemek anlarız ve güzellik de detaylara dikkat, tabakların ve yemek takımlarının dikkatli bir şekilde seçilmiş ve özenle dizilmiş olması anlamına gelir. Her yemek tabakta kimlik kazanır ve her bir hareket, yemeğin hazırlanışını antik bir ritüele dönüştüren kusursuzluğa erişene kadar tekrarlanır. Nitekim bir Japon gibi yemek, Japon Mutfağı’nın temelini oluşturan Budizm bağlamında dinsel ve felsefi bir kavrayış gerektiren kültürel bir deneyimdir.

Penguen karikatür yıllığı-2009 Fazla söze gerek bırakmayan kitap, 2009 yılının en önemli olaylarını, penguen çizerlerinin farklı bakış açılarıyla gözünüzün önüne seren bir almanak tadında... Geçtiğimiz yılı penguen gözü ile gülerek hatırlayacaksınız...

Bu kitapta eşsiz lezzetleriyle birlikte Japon kültürü, nezaketi ve inceliğinden örnekler bulacaksınız. Güzellik ve biçimselliğin, Japonya’da geleneksel ve gündelik yaşamın mutfakta bile önde gelen parçası olduğunu da deneyimleyerek öğrenebileceksiniz. Budizmin mutfağın temeline kadar etkilediği bu kültürün doğayla doğrudan ve güçlü ilişkisine de tanıklık edeceksiniz. Batı’da büyük ilgi gören Japon Mutfağı’nın inceliklerle bezeli ürünlerine eşlik eden dünyanın en güzel şarapları da “sushi & sashimi”nin konuları arasında… Eğer bu konuda uzman bir aşçı olmayı diliyorsanız önünüzde uzun ve zorlu bir yol var demektir. Çünkü Japonya’da en “onurlu” meslekler arasında yer alan Sushi Ustası olmak isteyenler bıçağa bile dokunamadan, temizlik ve bulaşıkla dört yıl boyunca mutfakta ustaları izler. Ve ustalaşma yine zamanla ve tecrübeyle ardından gelir… Eser, denizin varlıklarıyla toprağın sunduklarını inanılmaz bir incelikle bir araya getirilmesinin de öyküsünü içeriyor.

viewbox 73


portfolyo

aydın tuna palabıyıkoğlu


viewbox 75


portfolyo

aydın tuna palabıyıkoğlu


viewbox 77


portfolyo

aydın tuna palabıyıkoğlu


viewbox 79


portfolyo

aydın tuna palabıyıkoğlu


viewbox 81


me tasarım grubu

mart sayısında görüşmek üzere


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.