Wingman Ekim 09

Page 1

Format çilesine son!

8

Perili Mekan

9

Gerçeklikten Soğutan

SANAL HATUN

Sanal mıdır? na l

Robotları

Politika

Sa

Seks

a d r a l n ı d a K

eylül 2009 2009 ekim

Futbol

Eğitimi

Sanal mı? Gerçek mı?

4

Derste Soysuzlar Fuckbuddy’lik


hexedit

hexedit

Sanal fırtınası Wingman’i kasıp kavurdu. Havalar beklenmedik ölçüde soğurken, hafta sonlarını sokaklarda geçirmek yerine sinemalara kendimizi atmaya başladık bile. E tabi önce gittik Suretler’i izledik. “Biz de bu konuya değinmezsek, olmaz!” dedik. Sanal hatunumuz Cameron’ı aldık karşımıza, gerçek mi gerçek Sandra ile karşılaştırdık.Yine seçim yapamadık elbette. Bakalım siz yapabilecek misiniz? Sanal demişken, “Politika sanal mıdır?” diye sorduk, “Sanal olarak futbol öğrenilebilir mi?” diye araştırdık, gerçeklikten soğutan dokuz sanal hatun ve android seks robotları ile PS3 Slim’i inceledik, bilgisayarımızı sanallaştırmayı öğrendik. Bunların yanı sıra bu ay Wingman’de bulabilecekleriniz: Op. Dr. Levent Eminoğlu ile reflü hakkında röportaj, salgınlardan Hollywood yöntemleriyle kaçma kılavuzu, Gokart Arena, Madonna’nın yeni albümü Celebration, Hakan Günday’ın son romanı Ziyan, Delikanlı Fitness’ta esneme hareketleri, şans oyunlarının gerçek yüzü, trençkot dosyası, foot & travel, Kaz Ciğeri ile Arnavut Ciğeri’nin savaşı, kazanan erkek rehberi, Wolfenstein incelemesi, KafePi Lounge, Ultimate Bungy, Poltergeist dosyası ve fuckbuddy’lik müessesesi… Kapıda kalmayın öyle, içeri buyrun…

Zeynep Bonçe Genelde Yayını Yöneten Kadın


Ekim 2009 Sayı 4 Sahibi Çevrimiçi Yayıncılık Reklam Hiz. Ltd. Şti. Genel Müdür Serkan Çağdaş Genel Yayın Yönetmeni Zeynep Bonçe zeynep@wingmandergi.com Genel Koordinatör Taha Sencer Akarca taha@wingmandergi.com Kreatif Direktör Murat Ertürk murat@wingmandergi.com Görsel Yönetmen Emine Konuk emine@wingmandergi.com Reklam Satış ve Pazarlama reklam@wingmandergi.com Katkıda bulunanlar

Mert Caner mert@wingmandergi.com Deniz Kocaman deniz@wingmandergi.com Fırat Sayıcı firat@wingmandergi.com Serdar Akarca, Kayra Altınışık, Cornelius, Serkan Çağdaş, Onur Çelikol, Gaye Eskici, Burak Göksel, Murat Güler, Kubilay Kaya, Erkin Kaya, Zeynep Sakarya, Hasan Simavi, Ahmet Topçu, Özgür Tosun, Nisan Parmaksız, Murat Yalçınkaya Teşekkürler Alex Mesropyan, Serdar Demirci, Alice Kemrová, Burcu Canyanık,Yücel ve Barış Toptaş, Kadıköy Şifa Hastanesi, Serengil Fotoğraf Stüdyoları

İLETİŞİM info@wingmandergi.com Fulyabayırı Cad. Güven Sok. No.1A Şişli / İstanbul Düzeltme:Wingman Eylül sayısındaki 47. ve 78. sayfalarda Sevinç Mutlu, Sevinç Uslu olacaktır.

Yazı ve fotoğrafların tüm hakları WINGMAN DERGİ’ye, yayınlanan ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. WINGMAN, basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder.


içindek

13 Fuckbuddy 101 14 Seks Robotları 16 Poltergeist Dosyası 22 Politika sanal mı 26 Trençkot Do 30 Gerçek 40 Kaz 48


kiler

Gitmek istediğiniz sayfanın numarasını yukarıdaki kutucuğa yazıp, Enter’a basmanız yeterli.

64 Format çilesine son! 66 KafePi Lounge 72 Sanal Cameron ıdır? 82 Ultimate Bungy osyası 94 Madonna’dan Kutlama Sandra 96 Gokart Arena zanan Erkek Rehberi 102 Reflü 8 Futbol ve Eğitim 112 Wolfenstein 56 Gerçeklikten Soğutan 9 Sanal Hatun


Sayfa 72

V.


gerçek

Sayfa 30

.S.

Bu ay

Wingman ekibi sanal mı, gerçek mi ikilemine takıldı. Sanal gibi gerçek kadınlar ve gerçek gibi sanal kadınların içinde siz de kararsız kalmaz mıydınız? Peki sizce hangisi daha çekici? Sanal mı, gerçek mi?


s t ho

t o p

Geçtiğimiz aylarda, film oburları için www.filimadami.com isimli keyifli bir film arşivleme sitesi kuruldu. Diğer sinefillerle iletişimde olabileceğiniz, aklınıza takılanları bir bilene danışabileceğiniz, forumlarda tartışabileceğiniz bir arşiv sitesi olan Film Adamı’nı takip etmenizi öneririz. Sinema demişken, “Makinist” sayfa 85’te…

Nirvana’nın intihar eden efsane solisti Kurt Cobain Guitar Hero 5’te kullanılınca, eski Nirvana üyeleri, Krist Novoselic ve Dave Grohl duruma müdahale ettiler. Sanal Kurt Cobain’in oyuncular tarafından kullanılarak başka grupların parçalarını çalması Krist ve Dave’in hiç hoşuna gitmedi. Cobain karakterinin oyundan kaldırılması için Activision’a çağrıda bulundular. Müzik demişken, “Kulağa Kaçan”, sayfa 93’te…

Ağustos ayında 5 milyon internet kullanıcısı “KADIN” yazıp “enter”a bastı. Kadın demişken, Sandra sayfa 30’da… 10/09

8


Tanışarock, Kafepi’nin organize ettiği, katılımcı kitlesinin çoğunluğunu üniversite öğrencilerinin oluşturduğu, müziğe ana sahnede Friendly Fire, Özge Fışkın, TNK ve Kurban’ın canlı performanslarına yer veren; tiyatro, dans, doğa sporları, müzik, resim-güzel sanatlar ve fotoğraf alanlarında farklı üniversitelerin ilgili öğrenci kulüplerinin yer alacağı, kaçırılmayacak bir festival. 11Ekim’deki festival Maçka Küçükçiftlik Park’ta. Bilet fiyatları öğrenciler için 14 TL.

RUS milyarder Mikahil Prokhorov, NBA takımı New Jersey Nets’in yüzde 80’ini alıyor. 9 milyar dolar mal varlığı olan Prokhorov 200 milyon dolar ödeyecek. Ancak satışın gerçekleşmesi için 29 NBA takımının 22’sinden onay çıkması gerekiyor. Daha fazla spor isteyenler için, “ Crossover” sayfa 98’de, “Hakan Aktaç Röportajı” ise sayfa 48’te…

17-25 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilecek Filmekimi, sekizinci yılında, galalar, ödüllü filmler, festival gözdeleri ve usta yönetmenlerin son yapıtlarıyla, sinema tutkunlarına muhteşem bir program vaat ediyor. Filmekimi biletleri ise 3 Ekim Cumartesi gününden itibaren satışa çıkıyor. Lale Kart sahipleri ise %25 indirimli biletlerini 30 Eylül-3 ekim arasında öncelikli olarak alabilirler. Filmekimi bu yıl iki sinemaya ve iki hafta sonunu içerecek şekilde dokuz güne genişliyor. Filmlerle ilgili ayrıntılı bilgi ve gösterim çizelgesini içeren Filmekimi föyleri, İKSV binası, Bienal mekanları, kafeler ve sinemalarda... 9

10/09


Bulgaristan’da 6 Eylül ve 10 Eylül’de düzenlenen loto çekilişinde aynı altı rakam çıkınca ülke karıştı. Her iki çekilişte de 4, 15, 23, 24, 35 ve 42’den oluşan rakamların çıkması ve bunu 18 kişinin bilmesi halk arasında büyük tepkiye yol açarken, resmi soruşturma başlatıldı. Matematikçilere göre iki hafta aynı altı rakamın çıkma ihtimali 4.2 milyonda bir. Şans oyunlarına farklı bir açıdan bakmak için “Rövanşa Güvenen Adam”, sayfa 70’te…

TÜYAP 28. İstanbul Kitap Fuarı 31 Ekim’de açılıyor. 8 Kasım’a kadar sürecek fuarın hazırlıkları tamamlanmak üzere. Bu sene pek çok yenilikle karşımıza çıkacak fuarı kaçırmamak gerek. Kitap demişken, “İlle de roman olsun!”, sayfa 90’da…

2009 yılının Ocak-Ağustos döneminde mektup, telefon ve internet üzerinden yapılan alışveriş, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 16.9 artarak 12 milyar 146 milyon TL’ye ulaştı. Bu dönemde sanal ticaret geçen yıla göre yüzde 5 artarak 5 milyar 397 milyon TL oldu. Sanal mağaza sayısı ise yüzde 12.6’lık artışla 20 bin 153’e yükseldi. Sanal demişken, “Cameron” sayfa 72’de… 10/09

10


Obezite hastaları üzerinde yapılan bir deney sonucunda, hastaların sadece az kalorili diyetlerle kilo veremediği, ancak bazı yiyeceklerden de uzak durarak zayıflayabildikleri açıklandı. Bazı insanların özel testler sonucunda ortaya çıkan bazı yiyeceklere karşı gizli alerjisi ya da hassasiyeti olduğu ve kişiye özel bu yiyeceklerin hastanın kilo vermesini engellediği ortaya çıktı. Bilim çevreleri bu buluşu obeziteyi ortadan kaldırabilecek bir devrim olarak görmekteler. Sağlık hakkında daha çok bilgi almak isteyenler için “Reflü Konulu Röportaj” “ Revir” bölümünde, sayfa 102’de…

Son dönemde öne çıkan Wi-Fi teknolojisi, kabul edilen yeni bir standartla birlikte hız ve kapsam alanını önemli oranda artıracak. 802.11n olarak adlandırılan bu teknoloji, artık elektronik üreticileri tarafından da garantili olarak tüketicilere sunulacak. Şu anda yaygın olarak kullanılan 802.11g üzerinden Wi-Fi bağlantısıyla 54 Mbps hızda internet bağlantısı kurulurken, 802.11n’le birlikte buradaki rakam 200 Mbps’a kadar çıkacak. Kapsama alanı tarafında da 90 metrelik kapalı alanda hızlı internet erişimi sağlanacak. Teknolojik gelişmeler ilginizi çekiyorsa, “Yeni mi çıkmış?” sayfa 54’de...

İngiltere’nin Kent şehrinde, 8 haftalık bebeklerini ve 2 çocuklarını da alarak The Enchanted Forest’a (Büyülü Orman) gezmeye giden Mackessy ailesi garip bir olayla karşılaştı. Annesi küçük oğlu Mack’i kameraya çekti. Akşam bütün aile videoyu izlerken bebek kameraya bakarken arkada ürpertici ve kuvvetli bir ses net bir şekilde “Ben yaşıyorum.” diyordu. Paranormal olaylardan bahsetmişken, “Poltergeist Dosyası” , sayfa 16’da…

Her Filmdeki Yargıç: Allan Rich Hollywood’un en başarılı ve en meşgul karakter oyuncularından biri olan Allan Rich, özellikle Amistad’taki yargıç rölü ile akıllara kazınmıştı. Aynı zamanda Sharon Stone, Jamie Lee Curtis ve Rene Russo gibi birçok ünlü oyuncuya da oyunculuk dersi veren Rich, şu ana kadar 15’ten fazla film ve dizide yargıç rolünü oynadı. 11

10/09


Fuckbuddy

Takılmaç 101

BU KÖŞE

e MeM ya z

Nisan Parmaksı 10/09

ap tı

Ağzının tadıyla sevişmek isteyen ama herhangi bir kıza para ödemek ya da kızla sevgili moduna girmek istemeyen her erkeğin hayallerini süsleyen fuckbuddy’lik müessesesi, Amerikan filmlerinden görüp kopyala/yapıştır yaptığımız pek çok şey gibi elimize yüzümüze bulaştırdığımız durumlardan biri olma yolunda hızla ilerlerken bu dersi vermeyi boynumun borcu bilirim: Nasıl fuckbuddy olunur? 1. Hedef belirleyin: İlk adım, fuckbuddy olacak insanı bulmak. Eski sevgili, eski arkadaş ve tenine, seksine doyamadığımın “one night stand”i aklınıza ilk gelecek seçenekler olabilir. Hemen telefon defterleri karıştırılmaya başlanmasın, emin olmamız gereken şeyler var: Eski sevgiliyle arada hiç his kalmadı. Eski arkadaştan katiyen sevgili olmaz. One night stand tekrar mesai harcamaya değecek biri ve (tercihen) kendine ait evi var. 2. Kartlarınızı açık oynayın: Hedefi belirlediniz, onu evinizin seks tanrıçası, vücudunun çeşitli bölgelerini doğmamış çocuklarınızın annesi yapacaksınız. Peki, kızın bundan haberi var mı? Bittabi farkındayım bir erkekle sevişmek için kendini onun sevgilisiymiş gibi görmek isteyen, bunun yalan olduğunu içten 12


içe bilse de “ele güne karşı” sevgili rolü kovalayan hemcinslerim olduğunun. Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler. Siz karşınızdaki kadının hayatınızdaki yeri konusunda ne kadar dürüst olursanız, o da o kadar yerinde davranacak, sizinle sevişirken aklında sorular uçmadığından orgazma ulaşması o kadar kolaylaşacaktır. Fuckbuddy olabilmek için “Biz neyiz?” sorusunun cevabı iki tarafta da aynı olmalı. 3. Sınırlarınızı belirleyin: Kız hazır, ismini de koyduk bitti sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Neyi nasıl yaşayacağınızı belirlemeniz şart. Diğer seks tecrübelerinden bahsedilecek mi? Taraflardan biri ilişki yaşamaya başlarsa ne olacak? Seks yapmadan önce ve yaptıktan sonra dikkat edilmesi gereken hususlar var mı? Bunları –imalardan anlamayan bir cins olduğunuzu bildiğimden söylüyorum– açık açık konuşun, yoksa siz seks biter bitmez telefonunuzun saatinden kaç dakika sürdüğünü hesaplamaya çalışırken, arkanızda farklı beklentileri olan bir kadın yatıyor olabilir, ki en değerli varlığınızı emanet ettiğiniz bu kadını kızdırmaya gelmeyeceğini söylememe gerek yok sanıyorum. 4. Seksin hakkını verin: Fuckbuddy, parasını verip evinize çağırdığınız bir hizmet ya da “aslına uygun manken yüzlü titreşimli saçlı şişme kadın” değildir. Yatakta 10 Rocco Siffredi gücünde bile olsanız, onunla sevişiyor olmak karşıdaki kadına yaptığınız bir lütuf da değildir; zira takdir edersiniz ki en çirkinimiz bile verecek olduktan sonra bir alan buluyor. Dolayısıyla karşı tarafın memnuniyetinden emin olmak durumundasınız. Hemen her kadın, özellikle de hoşuna giden bir adama, türlü bahanelerle (sarhoştu, yorgundu) ikinci bir şans verir. Fakat şansınızı zorlamayın; zira hatunun canı hali hazırda çekiyorsa, şeytanın aklını başından alması an meselesi. “Hocam ben aslında Anadolu Lisesi mezunuyum, İngilizceyi anlıyorum ama konuşamıyorum” misali ben 13

bunların hepsine vakıfım ama uygulamaya geçince olmuyor diyenleriniz varsa, yapılacak bir şey yok; eğitim de bir yere kadar. Sizlere seksi ihtiyaç değil, erkek kafesleme yöntemi olarak gören kadınlar ve lafa gelince yediği önünde yemediği arkasında gibi konuşup, aslında “fuckbuddy”yi, “fuckbody” zanneden erkeklerle mutlu bir yaşam diliyorum. Yukarda bahsi geçen 10 Rocco Siffredi gücündeki öğrencilerimi de ofis saatime bekliyorum.. n 10/09


Seks Ro

Elinizde bir bardak votka-limon bulanmış gözlerinizle, geceyi siz da ortamın kapısından çıkışını i ANDY var. Murat Güler muratjr@win Andy, uzun adıyla Andydroid, aslında yapılmış ilk droid olma özelliğine sahip bir ürün. Fakat kullanım amacıyla şimdilik sadece dünyanın en büyük pazarına hitap ediyor, yani seks. Andy Michael Harriman’ın ürettiği bir seks robotu. Silikon teni, nefes alması, vücut ısısı ve konuşmasıyla neredeyse gerçek(!) bir partnerin yerini tutabilecek bir robot. Andy sizin isteklerinize kesinlikle “Başım ağrıyor.” şeklinde cevap vermiyor. Şükürler olsun ki, yapay zekası daha o kadar gelişmiş değil. Ne isterseniz “Baş üstüne.” diyerek size hizmet eden Andy, az önce de dediğim gibi sınır tanımıyor. Oral seks, anal seks, handjob gibi birçok ekstra fanteziyi de gerçekleştirebilen Andy, kullanıcısının isteklerine göre yaratılıyor. Yani gidiyorsunuz Michael Harriman’a ve istediğiniz boy, kilo ve ölçülerle birlikte, Andy’nin yüzünün kime benzeyeceğinden, bakire olup olmayacağına kadar her şeyi seçebiliyorsunuz. Sonuç olarak ilk gece önemlidir değil mi?

10/09

14


obotları

n ve karanlık ışığın altında, artık iyice zinle geçirecek son potansiyel avınızın izliyorsunuz. Üzülmeyin ne de olsa evde

ngmandergi.com

Tabi ki Andy gibi bir sevgiliye sahip olmak istiyorsanız bunun bir bedeli de var. Ortalama (standart özelliklerle) 5000 € olan fiyat çeşitli modifikasyonlarla (büyük göğüsler, Megan Fox vücudu, Lindsay Lohan yüzü gibi…) 10.000 €’yu bulabiliyor. Ama sonuç olarak en az 5 senenizi (garanti süresi bu kadar) geçireceğiniz bir Megan Fox için az bir bedel bu. İlk zamanlarda sadece dişi Android üreten Harriman, istekler üzerine erkek Android’ler de üretmeye başladı. Siyahi Android’in çok tercih edilmesinin nedenini ise sanırım hepimiz tahmin edebiliyoruz. Ayrıca Harriman, bütçesi “küçük” olan kullanıcılar için ise küçük Adroidler (1,40m boyunda) veya işlevsel vücut parçaları da üretiyor. Mesela işini bilen bir el veya

15

güzel bir kafa gibi. Her şey bir yana, sanal hayatta yaşamayı tercih eden çoğu insanın sayesinde Harriman kendisine bir servet ve dünya çapında bir sektör yaratmış gibi duruyor. Ne diyelim, Megan Fox için değer… n Not:Yukarıda gördüğünüz barkod hakkında detaylı bilgi, önümüzdeki sayıda… Kaçırmayın! 10/09


SES SE SEN DE BİR

DUYUYOR 10/09

16


S ES

Poltergeist kelime anlamıyla ruhların çıkardığı ses demektir. Tanımlanamayan seslerin, eşyaların insanlardan bağımsız hareketlerinin yer aldığı durumlar kısaca “poltergeist” olarak adlandırılır. Ülkemizde de basına çok yansımasa da bu perili evlerden oldukça fazla var. Kendiliğinden hareket eden eşyalar, geceleri uyutmayan sesler… Bu tür tekinsiz evlerden neredeyse her semtte bulmak mümkün olsa da, bunların hiçbirinde yurtdışında olduğu gibi araştırmalar yapılmıyor, sadece terk ediliyor ve seneler boyu mahallenin çocuklarının cesaret testlerine maruz bırakılıyor.

R MUSUN? 17

10/09


SES Bilim poltergeist’ları, evde bulunanların telekinezi yoluyla bu olaylara sebep olması, eski evlerdeki karbon monoksit fazlasının halüsinasyona sebep olması ya da ev sakininin şizofren olması gibi sebeplerle açıklasa da, dünya çapında ses getirmiş birçok gerçek olay da, tarihe perili ev vakası olarak geçti. İşte bu olaylar…

Bell Cadısı (1817 Amerika Birleşik Devletleri) John William Bell ve ailesinin maruz kaldığı olaylar ilk olarak Bell’in avlanırken garip bir yaratığı öldürmesi ve yaratığın o anda kaybolmasıyla başladı. Arkasından kızı Betsy Bell’in bir güç tarafından taciz edilmesi ve J. W. Bell’in felç geçirerek ölmesi ile son buldu. Bell Cadısı efsanesi o kadar büyüdü ki, sonradan Amerikan Başkanı olacak Andrew Jackson bile evde bir gece geçirmek için geldi. Ancak neler gördüğünü hiç anlatmasa da, korku içinde evden kaçtı. Bell Cadısı, “An American Haunting”, “Bell Witch Haunting” ve “The Blair Witch Project” gibi birçok filme ilham kaynağı oldu. Amherst Olayı (1878 Kanada) Olaylar ablası ve ablasının kocasıyla Amherst’te bir evde yaşayan Esther Cox’un başından geçti. Bir erkek arkadaşının tacizine uğradıktan sonra, ruhlar tarafından

10/09

18


S

rahatsız edilmeye başlayan Esther, nöbetler geçirmeye, görünmez varlıklar tarafından tartaklanmaya başladı. Duvarlarda, “Seni ben öldüreceğim Esther Cox.” yazıları beliriyordu. Esther yalnız olmasa dahi hayaletler peşini bırakmıyordu. Birçok kişinin şahit olduğu olayların birinde sırtından bıçaklandı ama kurtuldu. Esther bilim adamları tarafından incelendi ve yalan söylediğine dair bir kanıt bulunamadı. Genç kadın o evden taşınıp evlenince olaylar son buldu. Borley Evi (1862 İngiltere) İngiltere’nin en tekinsiz evi olarak nam salan bu ev seneler boyu ağırladığı her ev sakinini çileden çıkarttı. 1300’lerde evde yaşayan Benedict Rahibi ile ilişkisi olan bir rahibenin evde öldüğü şeklinde anlatılan, gerçekliği kanıtlanamamış hikaye ile iyice artan olayların bir kısmına ev sakinlerinin sebep olduğu kabul ediliyor. Numara yaptıklarını kabul edenler çıkarılınca geriye kalan hikayeler de aynı derecede güçlü olduğundan defalarca araştırıldı Borley Evi. En son ünlü doğaüstü araştırmacısı Harry Price tarafından kiralanan ev, bir seans sırasında yandı. Daha öncesinde ruhlardan birinin evi yakmak konusunda yaptığı tehdit gerçek olmuştu adeta.Yanan

evin duvarlarının içinde genç bir kızın kemikleri ve madalyonu bulundu. Rosenheim Olayı (1967 Almanya) Rosenheim olayı tarihteki en iyi belgelenmiş poltergeist olaylarından biridir. Sigmund Adam isimli bir avukatın bürosunda 40 çalışanın gözü önünde birden başlayan olaylarda, ışıklar gidip geliyor, sigortalar yerlerinden fırlıyor, dolaplar devriliyor ve eşyalar kendi kendilerine hareket ediyorlardı. En son bütün ampullerin büyük bir gürültüyle patlamasından sonra polis ve doğaüstü araştırmacıları olaya el attılar. Sonunda bütün olayların 19 yaşındaki sekreter Annemarie Schneider işe girdikten sonra başladığı ve her olağandışı olayda Annemarie’nin etrafta olduğu fark edildi. Annemarie yokken büroda hiçbir olay yaşanmıyordu. Kamera kayıtlarında Annemarie’nin altından geçtiği bütün ampullerin yanıp söndüğü görülmekteydi. Bunun üzerine yakın zamanda bir travma geçirmiş olan genç sekreter, kanıtlanmasa da olaylardan sorumlu tutularak şirketten kovuldu. Kız ayrılınca bürodaki olaylar da kesildi. Musallat olan bir ruh varsa da Annemarie’ye musallat olduğuna kanaat getirildi. George Mackenzie’nin Ruhu (1990 İskoçya) 1600’lerde yaşamış George Mackenzie insanlık t

19

10/09


dışı ve acımasız cezalarıyla tanınan sert bir avukattı. 1692’de öldü ve Greyfriers mezarlığına gömüldü. 1990’dan beri de mezarlığı gezmeye gelen herkes ya Mackenzie’yi gördüğünü iddia etti ya da vücutlarının çeşitli yerlerinde morluklar, çizikler veya yaralarla evlerine döndü. Mezarlığın bir süre kapatılan Mackenzie bölümü, daha sonra özel turlar için kısıtlı olarak tekrar açıldı. Daha ilk gün 400 kişi vücudunda morluklar ve çizikler olduğunu bildirdi. Enfield Olayı (1977 İngiltere) Dört çocuk sahibi bekar anne Peggy Hodson’ın başından geçen olayda, eşyalar yerlerinden fırlıyor, duvarlardan sesler geliyordu. Olayı kaydetmeye gelen gazetecilere eşyalar çarparken, tanıkların gözleri önünde yerden yükselen iki kız çocuğu herkesi şaşkına çevirdi. Kızlardan birinin normalde anatomik olarak mümkün olmayan bir şekilde kalın bir sesle konuşmasının ardından daha derin araştırmalar başladı. Araştırmaların sonunda bütün bunlara sebep olanın daha önce o evde yaşamış Bill adında birinin ruhu olduğu ortaya çıkarken, bir yandan da çocukların bazı olaylarda numara yaptıklarını itiraf

10/09

etmeleri ortalığı karıştırdı. Tanıklar ise gördüklerinin gerçek olduğuna ve olayların büyük bölümünün numara olamayacağına emindiler. Çamdibi’ndeki Tekinsiz Ev (1993 İzmir) İzmir Çamdibi’nde 1993 yılının eylül ayında eşi ve 2 çocuğu ile uzun yıllardır aynı evde oturan boya ustası Maksut Onbaşılar’ın evinde bulunan camlar, bardaklar ve tabaklar durduk yerde kırılmaya, eşyalar havalarda uçuşmaya başladı. Ev sakinleri yaşadıkları olaylar nedeniyle büyük şok yaşarken, eşyaların uçmaması için onları iplerle bağlıyorlardı. Evde yaşanan olaylarla ilgili araştırma yapan İzmir Ruhsal Araştırmalar Derneği, eşyaların durduk yere tahrip olup, yer değiştirmesini “telekinezi” olarak açıkladı. O tarihte yapılan açıklama, bu olaya evde yaşayan ve gücünün farkında olmayan birinin 20


yol açmış olabileceği yönündeydi. Sonunda dayanamayan aile evden taşındı ve olaylar kesildi. Böylece telekinezi açıklaması geçerliliğini yitirdi. n

21

Birçok kez filme çekilmiş, birçok romana ilham kaynağı olmuş perili evler elbette bu kadar değil. Aynı zamanda doğruluğu kanıtlanamayan “Amityville Horror”, “The Haunting In Connecticut” gibi gerçek hikayelerden uyarlandığı iddia edilen bir sürü film var. Birçok kişi gerçek hikaye iddiasının arkasındaki amacın iyi bir gişe yapmak olduğu düşünüyor. Peki ya değilse?

10/09


Yeni Başlayanlar İçin Politika

Serkan Çağdaş

10/09

22


Politika

“sanal

MIDIR?

Politikanın varoluş tarihinden itibaren, sanıyorum kendi doğasından kaynaklanan bir tanım kargaşası yaşanmaktadır. Halen devam eden ve daha da uzun yıllar sürecek bu tanım çıkmazının içerisinde yeni yeni yer almaya başlayan bir tartışma daha alevlenmeye başlıyor gibi görünüyor. Bu yeni tartışma; politikanın ve siyasetin sanal mı, yoksa gerçek mi olduğu konusu.

23

10/09


Tartışmanın sonucu ne olursa olsun, uygulanan politikalar ve siyasetlerin sonucunun her zaman gerçeğin ta kendisi olduğu ve doğrudan insan hayatına etkisinin kaçınılmaz olduğu gerçeği değişmeyecek gibi görünüyor. Politikanın bir bilim olarak kabul edildiği tarihten itibaren, hız kesmeden günümüze kadar devam eden tanım tartışmalarına hiç de benzemeyen bir tanımlama ihtiyacından çok, ortaya çıkan gerçekliğinin sorgulanması durumu ve yakın bir geçmişte bir dönemin çok fazla gün yüzüne çıkmayan politik uygulamaları, değişiminin kaçınılmazlığı tartışmalarını yeniden alevlendireceğe benziyor. Konuyu genel olarak ele almak gerektiğinden, tüm dünya politikalarının, daha doğrusu dünya üzerindeki ekonomik, siyasi ve sosyal olarak söz sahibi olan devletlerinin uyguladığı politikaların, neden değişmek zorunda olduğu fikrini irdelemek gerekiyor. Tartışma aslında yeni gibi görünse de, aslında çok uzun yıllardır değişim adı altında yapılanların, yalnızca var olan uygulamaların ortaya çıkan arızalarını gidermek suretiyle düzeltme olarak yapıldığı fikri, azımsanmayacak sayıdaki siyaset ve politik bilimciler tarafından eleştirilmeye devam etmektedir. İşte tam da burada yeni yeni tartışılmaya başladığını belirttiğimiz, uygulanan politikaların sanallığı konusu gündeme geliyor. Uygulamalara muhalif kesimlerin konu ile ilgili şimdiye kadar belirtilenlerden farklı bir profesyonel çalışmaları yok, ancak savundukları fikir zaten yıllardır azınlıkların, savaş karşıtlarının, ekonomik zorluk içinde olanların, sosyal haklardan mahrum olanların söylemleri ile neredeyse birebir örtüşüyor gibi görünüyor. Bu nedenle politika bilimini tanımlamaya çalışanlar ve bu politik uygulamalar sonucunda sonuçlarıyla karşı karşıya kalanlar, ilk kez bu denli yakınlaşma içerisinde olup değişimin kaçınılmazlığı fikrinde birleşmektedirler. Politikanın sanallığı tartışmaları içerisinde gözden 10/09

kaçırılmaması, hatta en çok dikkat edilmesi gereken durum ise, önümüzdeki dönemlerde daha çok tartışılacak ve belki de en çok kafa karıştıracak yanlış anlamalardan birisi olan politikanın tamamen sanal olup olmadığı tartışmasıdır. Sanallık tartışması, politikanın, politik uygulamaların devamlılığı için planlanmış sorunları da kendisinin yaratıp yaratmadığı tartışmasıdır. Tabi bu tartışmalar beraberinde birçok şeyin sorgulanması ihtiyacını doğuracaktır. Bunların en önemlileri de yıllardır sürdürülen sistemlerin doğruluğu ve alternatifleri konusudur.Yani dünyada en yaygın olarak uygulanan ekonomik sistem olan kapitalizmin, dünya ülkeleri arasındaki barış anlaşmalarının, uygulamalarının ve uygulayıcı mekanizmalarının, sosyal devlet anlayışlarındaki zaaflar gibi, köklü bir değişim için gerekli olduğu

Artık devletler sınırları itibariyle a sınır içerisinde yaşayan dünya hal zorundadır. düşünülen her konunun derinlemesine incelenmesi söz konusu olacaktır. Her dünya ülkesi, içinde yaşayan halkının sosyal ve ekonomik olarak refahını sağlamakla yükümlü olduğundan, uygulayacağı politikaları bu yönde yani halkçı bir bakış açısıyla ele almak zorundadır. Ancak günümüz dünyasında, devletlerin dış politikalarını belirlerken, yalnız başlarına hareket etmeleri söz konusu değildir. Artık devletler sınırları itibariyle ayrılmış ve kendi içlerindeki uygulamalarının dışında, ortak bir sınır içerisinde yaşayan dünya halkının tamamını ilgilendiren konularda birlikte hareket etmek zorundadır. Sistemin belli aralıklarla yarattığı krizler, dünya 24


rezervlerinin kullanımındaki kontrolsüzlük ve düzensizlik, engellenemeyen iç savaşların dünya üzerindeki etkisi, üretim kaynaklarının azalmasına karşın tüketimin aynı hızla çoğalması, sağlık politikalarının yetersizlikleri yüzünden dünyada başlayan ve tüm dünyanın sağlığını tehdit edecek boyutlara ulaşan sağlık sorunları başta olmak üzere şimdiye kadar uygulanan politikaların değişmesi gerektiğini öneren tartışmalar işte bu noktada başlayacaktır. Ancak söz konusu, üzerinde yaşadığımız dünya olduğunda bile, ortak bir paydada yakınlaşamayan dünya devletlerinin bu konuda nasıl adımlar atacağı ve değişimin gerekli olup olmadığı konusunda ikna olup olamayacağını önümüzdeki süreçte hepimiz dikkatle takip edeceğiz. İçinde bulunduğumuz dönemin en büyük sorunu olarak kabul edilen ekonomik krizin hafiflediği, etkilerinin de belli bir zaman sonra ortadan kalkacağı

öngörülerinin doğru olup olmadığı, sistemlerin ve politikaların değişimlerinin kaçınılmaz olup olmadığı tartışmasına mutlak suretle iştirak edeceğiz. Politika ile ister profesyonel olarak ilgilenin, ister sadece takip edin, isterseniz de hiç ilgilenmeyin… Dünyanın neresinde olursa olsun dünyanın ve insanlığın geleceğini ilgilendiren her konuyla, inisiyatifimiz dışında bir etkileşim içinde olacağımız gerçeğini unutmayın. n

ayrılmış ve kendi içlerindeki uygulamalarının dışında, ortak bir lkının tamamını ilgilendiren konularda birlikte hareket etmek

25

10/09


tebdil-i kıyafet 10/09

Asırlık Karizma

Trençkot, Birinci Dünya Savaşı’nda ağır asker paltolarına muadil olarak üretilmiş olan gabardin, pamuk, yün, poplin hatta deriden dikilen su geçirmez yağmurluktur. Uzunluğu dize veya diz altına kadardır. Trençkot tarihte ilk olarak İngiliz ve Fransız askerler tarafından kullanıldı. Gabardin kumaşın mucidi Thomas Burberry, trençkot’u 1901’de bulduğunu, Aquascutuims ise 1850’de bulduğunu iddia etti. Savaş bittikten sonra askerler trençkot’larını iade etmeyip günlük hayatlarında da kullanmaya başladıklarında, trençkot kadın-erkek siviller arasında da moda olmaya başladı. Kemeri, kesimi, apoletleri ve manşetleri değişip dursa da trençkot yüz yıldan fazla bir zamandır hayatımızda. Trençkot aynı zamanda birçok sinema, dizi veya çizgi karakterin de imzası niteliğinde. Karizmalarına karizma katan, silahlarını rahatlıkla saklamalarını sağlayan uzun yağmurlukları olmadan hayal edemeyeceğimiz, trençkot ile özdeşleşmiş 10 karakteri sıraladık. Sizce en iyi hangisi? t

Neo (Matrix) Matrix’in Neo’sunun trençkot’u özellikle değişik yaka kesimi ve Neo’nun duvarlarda bile koşabilmesine olanak sağlayan rahatlığıyla akıllara kazındı bile.

Humphrey Bogart Bizce listenin galibi özellikle Casablanca’daki Rick Blaine karakteriyle Humphrey Bogart.

26


Komiser Columbo (Columbo) Peter Falk tarafından canlandırılan Komiser Columbo’yu trençkot’suz düşünmek mümkün mü?

Castiel (Supernatural) Supernatural isimli dizinin meleği Castiel’in kıyafeti hazırlanırken Constantine’den etkilenildiği belirtildi.

27

10/09


Constantine (Hellblazer) Filmde Keanu Reeves’in canlandırdığı John Constantine’in aksine Hellblazer isimli çizgi romandaki John Constantine hep bej bir trençkot giyer.

Eric Draven (Crow) Brandon Lee’nin canlandırdığı Eric Draven’ın deri trençkot’unu hatırlamayan yoktur herhalde. 10/09

28


Kyle Reese (Terminator 1) Terminatör 1’de Kyle Reese’in üstündeki kirli haki trençkot’u hatırladınız mı? Jack Harkness (Torchwood) Torchwood’un yakışıklı kaptanı Jack Harkness’a, İngiliz hava subayı trençkot’u o kadar yakışıyor ki, altına giydiği kahverengi botlar bile karizmasını çizemiyor.

Angel (Angel) Uzun deri bir trençkot, biricik vampirimiz Angel gibi boylu poslu bir yakışıklıya yakışmaz da, kime yakışır? 29

Rorschach (Watchmen) Bir Marvel çizgi romanı olan Watchmen’in hafif çatlak kahramanı Rorschach, trençkot’u en iyi taşıyanlardan.

10/09


gerçek

“How do you av reality?” Charles Gunn, Angel - Happy Anniversary (1999)

Fotoğraflar: Murat Ertürk Model: Sandra (Flash Model) Saç: Tahsin Demirtürk Makyaj: Sevinç Uslu Brush Set: Falln-Brushes www.falln-brushesdeviantart.com 10/09

30


void

31

10/09


“I’m mere reality.”

Seve Star Trek: Voyager - Imperfecti

10/09

32


ely accepting

en of Nine, ion (1995)

33

10/09


“A reality what we te other it is.

In the Mouth of M

10/09

34


is just ell each .�

Linda Styles, Madness (1994)

35

10/09


“You just had a strong dose of r it’ll take you a w to shake it off.”

M Knight Rider - Nobody Does I

10/09

36


pretty reality, while �

Michael Knight, It Better (1982)

37

10/09


10/09

38


39 10/09

ekim 2009

gerรงek


ERBABINDAN

HATUN KİŞİYİ ANLAMA

SANATI Geçtiğimiz aylarda hatun kişinin neden arıza yaptığını, arızaya nasıl hazırlıklı olacağımızı kurcalamıştık. Bilirim ki erbabından bu ay arızayı onarmayı öğrenmek istersiniz. İşte o “namümkün”. Erbap dediysek o kadar da değil! Başka öğütlerle donatacağım sizleri... Onur Çelikol 10/09

40


Havva kızlarını arızalarıyla kabul edip, onların diğer yanlarını tanımaya devam edeceğiz. Bu ay, hatunun maskarası olmamayı, peşinde fifi iti gibi koşturmamayı anlatacağım. Arif olan kepçeleri açar dinler, kalanı salya akıtmaya devam edebilir. Malumunuz, bizim memleketin kızları kendilerini “prenses” zanneder.Yerküredeki son kalan dişi olduklarını düşünüp öyle hareket ederler. Gavurun kızı greyder kullanır, bardan adam kaldırırken, bizimkiler otomatik araba kullanamaz, oturduğu sandalyesini kaldıramaz. Neden? Çünkü hep onun için kendini parçalayacak, önünde paspas olacak bir keriz var olmuştur. Sonra daha kerizi, daha kerizi derken, bu mesele size kadar uzar. Gün gelir, hatunun birini görürsünüz, hormon vanalarınız açılır, kalbiniz bir yerine iki güpler, derken abayı yakarsınız. Biz bu duruma kısaca “yazık” diyoruz. “Yazık” durumundaki adem oğlu, kalbini güpleten hatunu elde edene kadar olmadık maymunluklar yapacak, var olan hünerlerini sergileyecektir. Buraya kadar normal, ancak bizim hatun milleti “prenses” olduğundan, elde etmek kolay olmayacak, herifçioğlu elindekinin haricinde, elinde olmayanı da seferber etmek zorunda kalacaktır. İşte hatunun önüne paspas olmak, yanında fifi iti gibi dolaşmak burada başlamaktadır. Dişilerin en büyük özelliği verdikçe, almasıdır. (Cümleyi istediğiniz gibi anlayabilirsiniz). Ne kadar verirseniz verin asla yeterli olmayacaktır. Dişi, hep daha fazlasını almak isteyecek, siz de vermek için helak olacaksınız. Şunu asla unutmayın, dişi milletinin lugatında “yeter” kelimesi yoktur. “Yeter” noktası, sizin pes ettiğiniz, yerinize daha kerizin geldiği noktadır. İşte, az çok rakibi tanıdık, artık kendi taktik ve yöntemlerimizi geliştirmenin vakti gelmiştir. Altın öğütler geliyor, ya uyar süründürürsünüz, ya uymaz sürünürsünüz... En vahiminden, en cool’una doğru... Ya benimsin, ya toprağın: Bu erkek tipine benim diyecek bir şeyim yok, Allah ıslah etsin. Bunlar genelde hatunu görür, iç geçirir, yanındaki diğer üç bacaklılara “Bana bakın, şu geçen sarışın artık yengeniz olur, ona göre.” 41

der ve saniyeler içerisinde iki bacaklıya aşık olup, uzun bir uğraşı sonrası kıza bu sözü söyleyecektir “ Ya benimsin ya toprağın”. Zaten bu üç bacaklıya ilgisi olmayan kız, zora düşmüş adamı, inek sağar gibi sağacak, arabasından, parasından, çevresinden faydalanacak ve daha kerizini bulunca yol verecektir. Bu sınıftaysanız, bu yazıyı, hatta bu dergiyi geçin, koşun kıza kendinizi uşak edin... Seninle her şeye varım ben: Bu cümlenin Türkçesi “salak aşık”tır. Kız biraz çakalsa, kedinin fareyle oynadığı gibi oynar bununla. Bu arkadaşlar biraz saftır, andavaldır. Feda etmekten çekinmezler. Her şey hatunun mutluluğu içindir ama bilmezler ki hatun milleti elindekiyle mutlu olmayı bilmez. Çok şükür ki tedavi edilemez değildirler.Yedikleri sağlam bir iki kazık sonrası silkelenirler. Bu arkadaşlar “Nereden dönersek kardır.” mantığı izlemeli ve hatuna duygusal yanlarını t

10/09


gösterip, onların silahıyla oynamalıdırlar. Hatun, “Zaten andaval bu, zarar gelmez.” mantığıyla yakınlaşacaktır. İşte o an punduna getirip golü attın attın, atamadın yol vereceksin hatuna.Yoksa evreşe yolları taşlı... Olursa ekime, olmazsa ..kime kadar: Bu erkek tipi ile yavaş yavaş konuya geliyoruz. Bu tipler biraz vurdumduymazdır, zaten karakter icabı boşvermişliktedirler. Sırf üşengeçlikten hatun milletinin peşinden koşmayı sevmezler. Farkında olmadan sahip oldukları bu özellik onlara 10 numara bir gece geçirtebilir. Öncelikle doğal olup hatunu umursamadıklarını göstermelidirler. Hatun milleti elde etmeye bayılır, elde edemedikçe kudurur. Hatunu biraz kudurtup, sonra küçük bir ilgi göstererek, hatun tam herifi maymun ettiğini düşünürken, ters çalım ile sonuca gidebilir. Gol atmaları ise tamamen gol yollarındaki becerilerine bağlıdır, ki bunu da ileriki derslerimizde inceleyeceğiz... Sen olmazsan, başkası olur güzelim: Sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz arkadaşlarımızdır bu cümle sahibi arkadaşlar. İşin özünü kavramaya yönelmişlerdir. Allah vergisi yeteneklerini çok kullanmasalar da kullandıklarında üç korneri bir penaltıya çevirebilirler. Hatuna kendisini değersiz hissettirmekle önce ters taktik yaparlar, üşengeç hatunları ellerinden kaçırsalar da hırslı hatunları peşlerinde tutarlar. Elde etme hırsı ile kaplana dönmüş hatun ile tek kale maç yapmamaları için hiçbir neden yoktur. Doğru yoldalar, tek eksikleri hedef kitlelerini genişletmemeleridir. Hey baby, baby, baby: Bu akımın öncüsü, Demi Moore’a en iyi zamanında üç çocuk doğurtturan Bruce Wills önderimizdir. Çok tipli olmasalar da hatun peşinde koşmayıp, cool takılmakla hatun milletinin ilgisini üzerlerinde toplarlar. En büyük taktikleri üst düzey hatunlarla gözükerek bir level düşük, sağlam hatunları indirmeleridir. “Sen nesin ki kızım, ben kimlerle takılıyorum.” havasına büründüklerinde hatun milletini kıskançlıklarından çatır çatır çatlatıp, elde edilmesi gereken erkek tipine bürünürler. Başarı oranı 10/09

çok yüksektir, tek problem bu imajı edinmek için sağlam hatunlarla takılma gereksinimidir. Erbap; bu level’a geçmek isteyenlere, fizik üstünlüğü olan hatunlarla arkadaş olarak bile olsa ortamlarda gözükmeleri gerektiğini öğütlemektedir. Zamanı geldiğinde erbaba teşekkürü borç bilsinler yeter... Kıssadan hisse; unutmayın, hatun milleti duygularını gizleme konusunda sansardan daha kurnaz, kumarbazdan daha ehlidir. Tecrübe; hatunun gizlediği duygularını bilip, doğru taktiği kullanmaktadır. Önce kendinizi tanıyın, sonra planınızı yapın. Kader, tesadüf değildir. n 42


ne-dir

?

Twitter İşt

eb

ud

ur

Mikroblog sistemi ile çalışan sosyal bir internet ağı olan Twitter’da kullanıcılar “tweet” adı verilen maksimum 140 karakterli mesajlarıyla düşüncelerini, o an ne yaptıklarını, onları takip edenlerle paylaşabilmekteler. Twitter, 2006 yılında Jack Dorsey tarafından kurulduğu andan itibaren dünya çapında yayılarak büyüdü. İnternet dünyasının SMS’i olarak anılan Twitter, 2009’da düzenlenen Webby Ödülleri’nde en iyi çıkış yapan site seçildi. Twitter, Britney Spears, Ahton Kutcher, Barrack Obama gibi eğlence ve politika dünyasının ünlülerinin de kullanımı ile daha da popüler bir hale geldi. Artık kullanıcıları, telefonlarından bile nerede olurlarsa olsunlar hislerini arkadaşlarıyla paylaşmaktalar. Twitter hakkında daha ayrıntılı bilgi, sayfa 108’de Weblog bölümünde… n

43

10/09


lel evr

ra

pa

n e

n Elektrik kullanımının ücretli olacağı yönünde çıkan dedikoduların asılsız olduğunu belirten Başbakan, “Hangi devlet, milletin temel ihtiyaçları için para alır? Zaten dünyanın en zengin ülkelerinden biriyiz. Milletimiz için harcamayacağız da kimin için harcayacağız?” diyerek vatandaşların gönüllerine su serpti. n Dünyayı kasıp kavuran dizi Dost’un yapımcısı Abdurrahman Ünveren, dizinin yeni ve son sezonunda da bomba gibi bir senaryoyla geldiklerini, kimsenin aklında soru işaretleri kalmayacağını açıkladı. n Yeni başlayan bir yarışma daha tarih oldu. Sesleri ve yorumlarıyla yarışan yarışmacıların, dört ünlü ismin jüri olduğu bir yarışmada birincilik için şarkı söyledikleri yarışma programı ilgi görmediği ve reality başvuran yarışmacı olmadığı için yayından kaldırıldı. nxn n İsveçli Bilim adamları birden, “Biz ne dersek inanmalısınız, her şeyin en iyisini biz biliriz.” gibi açıklamalar yaptılar. Kimse bu açıklamalara anlam veremeyince, yanlış giden bir deneyin sonucunda kafalarının karıştığına karar verildi.

i

kar

ri

s

s x

le r h abe

DELIKANLI HAYVAN

Karşı realitenin habercisi

Kinkajou

Kinkajou Kuzey ve Orta Amerika’nın tropikal ormanlarında rakunun akrabası olan bir hayvandır. Kocaman açtığı boncuk gözleri sizi yanıltmasın. Sevimli olduğu kadar hırçındır da kendisi. Tırnakları güçlü ve sivridir. Uzun diliyle arı kovanlarından bal alabildiği için bal ayısı lakabını almıştır. Kimi zaman ağaçlardan aşağıya sallandığı, kimi zaman da yorgan gibi üstünü örttüğü uzun, geniş ve tüylü kuyruğunu üçüncü bir kol gibi kullanır. Kinkajou genelde ağaç tepelerinde yaşar ve meyveden küçük memelilere kadar birçok şeyi yiyebilir. Bizim kendisini delikanlı hayvan ilan etmemizin sebebi ise, erkekliğin onda dokuzunun kaçmak olması ve bu konuda Kinkajou’nun üstüne hayvan olmaması. Kinkajou hayvanı, kaçması gerektiğinde ayaklarını 180 derece ters çevirebilir. Böylece zaman ve hız kaybetmeden ters yönde kaçabilir.

44


Besinci Melement

Kars yöresine ait ürünleri internet üzerinden pazarlayan sitede “Kars havası” doldurulmuş balonlar da satılıyor. İnternet üzerinden satış yapan bir mağaza, yöresel ürünlerin yanı sıra “Kars Havası”nı da sattığını duyurdu. Kars Pazarı adlı internet sitesinde Kars yöresine ait kaşar peyniri, bal, kurutulmuş meyveler, şifalı bitkiler, kaz eti, köy yumurtası, Damal bebek, çıldır balığı, otomobil koltuğu halısı, yün çorap gibi ürünler fiyatları ve özellikleri belirtilerek satışa sunuluyor. Sitenin “En Popüler Olanlar” başlığıyla yayımlanan bölümünde ise “Memleket Havası” adı verilen Kars havası var. İnternet üzerinden satış yapan sanal mağazanın ortaklarından Yavuz Bulut, “Bu pazarda hem yöremizi tanıtma hem de gurbette yaşayan insanlarımıza ne gibi hizmetler götürebileceğimiz üzerinde çalıştık ve böyle bir proje hazırladık” dedi. Mağaza ortaklarından Mevlüt Öztürkler ise bazı kişilerin bunu şaka gibi yorumladığını ancak hava satışlarının gerçek olduğunu, belirterek, “İnternet üzerinden 600 çeşit ürün pazarlıyoruz. Hava isteyenlere balona Kars havası doldurup kargoyla gönderiyoruz. Son 2 ay içerisinde 30 kişiye balonla Kars havası gönderdik. Ölüm döşeğinde yatan bir hasta için balonla Kars havası ve suyu da yolladık. İl dışında yaşayan hasta yakınları, özellikle hava ve su talebinde bulunuyorlar. Strefor kutunun içerisine koyduğumuz balonu kompresörle şişirip ağzını bağlıyoruz. Böylece emniyete alınan ve içinde Kars havası olan balonu kargoyla gönderiyoruz” dedi. Firma, Erzurum, Ardahan, Iğdır ve Artvin illerinden alınan hava siparişlerini de karşılıyor. n

45

10/09


İLİŞ Kİ,

OLASIN Vegas’ta yaşanan Vegas’ta kalır lafından hareketle kışa girerken, yazın Bodrum’da yaşadığını Bodrum’da bırakamayan sevgili bünyeler için bu ayki yazımız. Kuzey yarımküre olarak komple geçen kışın sonuna doğru seyirtirken, yiyip içmenizden, rakı balığınızdan ve bilumum sosyal aktivitenizden ödün vererek ortaya çıkardığınız kaslar, Çeşme gecelerinde kan yerine votka-enerjiyle beslenirken, ulan daha çeyrek sene önce olimpiyatlara hazırlanan bu adamın ne zoru var çelişkisinde erirken, zaten akşamı geceye bağlarken neredeyse bir şişe içtiğiniz Jack Daniels’ı karaciğeriniz parçalamayı artık reddettiği ve Jack’inde “Madem öyle bende burada yıllanırım.” dediği o müstesna anda, bir gün kışın geleceği, her yerin buzlarla kaplanacağı, dinozorların öleceği ilgili hiçbir şey bir önem arz etmez. Fakat dergi olarak öngördüğümüz üzere, kış geliyor. Daha geçen Mayıs ayında, henüz ortada kış mış yokken bu isabetli tahmini gerçekleştiren 123 kişilik güzide ekibimiz, yazın başlayıp, kışa taşınacak ilişkiler için de pek tabi bir sürü şey öngördü. “Bu ilişki nereye gidiyor?” sorusu biz erkekleri en çok daraltan sorulardan biri olmuştur ve genelde sorulduktan sonra “Hala sıcak, fazla uzağa gitmiş olamaz.” gibi pratik 10/09

ve hafif meşrep cevapları hak eden bir soru cümlesi gibi gelmiştir erkeklere. Fakat soruluş amacını anlamamız için biraz empati yapmamız gerekir. Ana amacı, aslında “Nikah dairesine gidecekken hala Taksim’deyiz, bu adam bizi turist gördü dolaştırıyor.” hissiyatında olan en asil duygunun insanı hatunların, sizin nezdinizde şoförler odasına bir serzenişidir. Ama haksız da sayılmazlar çünkü yurdumuzda bazı erkeklerin dolaştırdıkları yetmediği gibi, aynı zamanda gece tarifesi açmaya meyilli oldukları, şoförler odasının 2006 senesindeki “mesafeye göre muhabbet konusu seçmek” tezinde detayıyla incelenmiştir. İlişkileri bir otobüs gibi düşünürsek, hatunlar girdikleri ilk anda şoföre “Nikah dairesinden geçer mi?” şeklinde başlamadıkları için biz erkeklerinde “Yok abla onun için 88T’ye bineceksin.” gibi niyetimizi baştan belli etmemiz gereksiz olacaktır. Bu arada Wingman ekibi olarak demin canhıraş bir halde fark ettiğimiz bir detay sonrasında, ilişkileri otobüs yerine iki kişilik bir spor arabaya benzetmenin daha doğru olacağına kanaat getirmiş bulunmaktayız. Bu detayın fark edilip düzeltilmesinden 45 dakika sonra beyin fırtınası ekibimizin çalışmaları neticesinde ilişkileri spor arabaya benzetirken, spor 46


arabaların bakım maliyetlerini, vergilerini ve en ufak tümsekte lastiğin balon yapma ihtimalini ilişkilerden tenzih etme kararını da 36’ya 87 oyla kabul ettik. Gördüğünüz gibi en az 56’sının sadece Almanca bilip İngilizce konuşanlar kümesinde olduğu, 123 kişiden oluşan bir ekiple, metafor servisimizle de hizmetinizdeyiz. Yazının geri kalanında bu sorunun önüne nasıl geçilebilir onu inceleyeceğiz. Çok görmüş geçirmiş olan İlişki Dede’ye göre; soru öldürmez, çarpık ilişki öldürür! Ve daha bu soru gelmeden çok öncesindeki emareleri dikkate alıp önlemlerimizi almamız gerekir. Bunun en büyük belirtisi “Konuşmamız lazım!” ünlem cümlesidir. Altını çizip öğelerine ayırdığımızda “lazım” kelimesinin zarf olduğunu görürüz. İletişim bozukluğundan ilişkisi biten dilbilgisi zayıf erkekler için bu öğe direk “Hatun beni zarflıyor, en iyisi sallamıyormuş gibi yapayım.” şeklinde algılanır ve geçiştirilir. Fakat aranızdaki aşkın fay hattında geçiştirildikçe biriken stres, bir gün ortada hiçbir şey yokken yeri yaracak kadar büyük bir enerji açığa çıkartabilir. Bundan sonraki ciddi belirti ise kadının sorduğu (yine ve yeniden sorduğu) “Bize ne oldu?” sorusudur. (kadınlar hep soru sorar.) “Ooo neler neler oldu bir bilsen…” alaycı tavrı 123 kişiden oluşan ekibimiz tarafından 47

tee geçen mayıstan beri 3000 kadına sorulmuş ve sonunda elimizde sadece 123 erkek kalmıştır. Zaten başta da 123 erkektik deyip, olay uluslararası medyada yer bulmadan önce tarafımızdan geçiştirilmiştir. Gördüğünüz üzere bir ara bu dergide her yer kadın doluydu, fakat bunun konumuzla, sadece o kadınların bize duyduğu alaka kadar bir alakası vardır. Soruya dönecek olursak, bize ne oldu, sorusu çok ciddi düşünülmesi gereken ve biz erkeklerin kendine çeki düzen vermesi gereken evredir. Hatun kişi her şey düzelmezse bundan sonraki soruyu adeta fısıldamış ve olacaklardan sorumlu olmayacağını üzeri kapalı olarak belirtmiştir. Erkek bazen davranış değişiklikleriyle ilişkiyi düzeltir, bazen de değişse bile o ilişki düzelmez. Bunun nedeni ise kadınların bazen çok büyük kurumsal şirketlerin karışık sözleşmelerindeki gibi olabilmelerinde yatar. Kadınların her daim; “verdikleri hizmetler üzerinde değişiklik yapma, verdiği hizmetleri yenileme veya iptal etme haklarını saklı tuttuklarını” belirtmek isteriz. İyi bir ay geçirmeniz dileğiyle. n Murat Yalçınkaya 0900@wingmandergi.com 10/09


1973 Ankara doğum doğumlu spor yöneticisi Hakan Aktaç, Hacettepe Üniversitesi Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksek Okulu, Futbol ve Antrenman Bilimleri mezunu. Türkiye Futbol Federasyonu’nda futbol antrenörlüğü, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nde spor uzmanlığı ve Satranç Federasyonu’nda profesyonel genel sekreterlik yaptı. www.takdikdirektor.com sitesinin de kurucusu olan Aktaç’a, futbol eğitimini ve Türk futbolunu sorduk. Röportaj: Deniz Kocaman Fotoğraflar: Ahmet Topçu

10/09

48


Futbol ve

Taktik Direktör internet sitesinin amacı ve hedefi nedir? Takdikdirektör, 3D görüntülü antrenman metotlarıyla Türkiye’de futbolun bilimsel ve sistematik olarak gelişmesi için kurulan bir sitedir. Bu site ile futbolcuların ve antrenörlerin uygulayacağı her bir antrenmanı nasıl, neden, ne ile, ne zaman sorularına yanıt bularak yapmalarını sağlayacağız. Bilindiği üzere Futbol antrenörleri büyük bir çoğunlukla amatör veya profesyonel futbol oynamış, futbol oynamayı bıraktıktan sonra antrenörlüğe başlamış kişilerdir. Maalesef bu antrenörlerimiz, futbol fizyolojisi, psikolojisi, psikomotor, beslenme, antrenman bilimi, sosyoloji gibi konularda yetersizler. Bu antrenörler profesyonel veya amatör takımlarda oynarlarken kendi çalıştıkları antrenörlerden gördükleri ve akıllarında kalan antrenman metot ve çeşitlerini kullanmaktadırlar. Daha çok küçük yaş gruplarında çalıştıkları için de çocukların yetenek ve diğer etkenlerini geliştirememektedirler. Bu yüzdendir ki Türkiye’de yıldız futbolcu dediğimiz, takımına büyük katkı sağlayan futbolcu çıkmamaktadır. Kısaca biz bu site ile bizi takip eden bir kişiye 4 yıllık t 49

Eğitim 10/09


rantlarına uygun eleştiri yapıyorlar. Tüm basının bu siteden öğreneceği çok şey var. Federasyon: Rahmetli Hasan Doğan ile başlayan ve Mahmut Özgener ile devam eden şu anki yönetim Türk futbolu için bir şanstır. Çok iyi bir profesyonel kadro kurdular. Genel Sekreter Ahmet Güvener ve FGM Direktörü Bülent Bayraktar ile birlikte federasyonun, Türk futboluna çağ atlatacaklarından eminim. Türk futbolunun yarını bu saydığım kişiler ve projeleridir. İnşallah dinozorlar ile başa çıkarlar ve Türk futbolunun yarınları kurtulur.

bir spor akademisinde verilen her türlü bilimsel veriyi ve profesyonel anlamda da bir takımı çalıştırabilecek taktiksel verileri üç boyutlu görüntülerle vereceğiz. Dünyada ve Türkiye’de bir ilk olacağız. Genel olarak Türk futbolunun bugününü ve yarınını nasıl görüyorsunuz? Genel olarak Türk Futbolu dediğimiz zaman 5 ana başlıkta bakmak lazım diye düşünüyorum Kulüpler: Kulüpler maalesef profesyonelce yönetilen değil, bir başkanın egolarını tatmin etmek için kullandıkları bir kurum. Kulüp statüleri, denetimleri ve yaptırımları olmadığı sürece bu böyle devam edecektir. Bunu düzenleyecek olan kurumlar ise TFF ve Spor Bakanlığı’dır. Bu saydıklarım uygulanırsa diğer etmenlerin gelişmesi çok kısa bir zaman alır. Anlayış ve uygulama çok önemlidir. Antrenörler: Antrenörlerimiz kendilerini geliştirmek için hiç bir çaba sarf etmemektedirler. Bilmedikleri halde bilenler ile çalışmamakta, alaylı ayrımı yapmaktadırlar. Ayrıca Türkiye’de antrenörlük backround’a, bilgiye göre değil, ikili ilişkilere göre gelişmektedir. İş bulamama kaygısı ile kendilerinden ödün vermekte geleceğe yatırım yapmamaktadırlar. Bu da Türk futbol markasını ileri taşımamaktadır. Futbolcular: Aslında en suçsuz olanlar futbolculardır. Bu çarka erken yaşta düşmekte ve çarkta öğütülüp gitmektedir. Ülkemizde o kadar yetenekli futbolcular var ki, sistematik bir yapılanmada 10 yılda Brezilya gibi oluruz. Spor Basını: Spor basını, pardon futbol basını, sadece kendi 10/09

Yapılması gerekenlerle ve eksiklerle ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Eğer bu işi kulüpler, antrenörler beceremiyorsa, bu işi TFF ele almalı ve gerekli önlemleri alarak en kısa zamanda işleme koymalı. Kulüplerin idari ve mali yapısına çeki düzen verilmeli, kulüplerin yıllık bütçesinin en az %20’si alt yapıya aktarılması zorunlu kılınmalı, kulüplerin antrenörler ile sözleşmesi en az 3 yıllık olmalı ve erken fesihte takipçisi TFF olmalı. Antrenörler iş bulamam korkusuyla tazminat almadan istifa etmekte veya kovulmaktadır. Bütçesi açık veren kulüplere transfer yasağı getirilmeli. Tesisi olmayan kulüpler ve belediye kulüpleri, profesyonel liglerden düşürülmeli, siyasi kimlikleri olan milletvekili, belediye başkanlarının birinci dereceye kadar yakınları kulüp yönetimlerine girememeli, vs… Bu konu için derginizin sayfaları yeterli olmaz sanırım. Altın çöplüğü olarak değerlendirilen bir durum söz konusu Türk futbolunda, yetenekli oyuncu bir noktaya kadar gelip takılıyor ve seviyesi maalesef artamıyor. Sizce 26-27 50


yaşına gelmiş bir futbolcu tekrar bir atılım yapabilir mi? Ve bunun için neler önerebilirsiniz? Dediğimiz gibi iyi eğitilemeyen, kendisini nasıl geliştirmesi gerektiği öğretilmeyen çocuklar maalesef 25-26 yaşlarında tükenmektedirler. Bir futbolcu çok yönlü olmalıdır. İcap ettiğinde bir kaç mevkide oynamayı bilmeli, iki ayağını da kullanabilmeli. Bizde maalesef çoğu futbolcu bir ayağını kullanmaktadır. Halbuki bu özellikler 8-16 yaş aralığında geliştirilerek refleks hareket haline getirilebilir. 16 yaş sonrasında da taktik ve oyun mantığı geliştirilir. Aslında bu sorun İngiltere, İtalya, Almanya, İspanya gibi ülkelerle bizim ülkemizdeki antrenör, sporcu ve kulüplere yapacağımız ortak bir ankette bariz bir şekilde görülecektir. Avrupa kulüplerindeki fark eğrisi ile bizimki arasında uçurum olacağından eminim. Futboldaki sistemin en başına, yani alt yapıya dönersek, sizce Türkiye’de profesyonelliğe geçişte doğru hamleleri yapabilen bir kulüp mevcut mu? Bu konuda Sayın Cavcav yani Gençlerbirliği bir numara idi. Ben genç takımda iken Gençlerbirliği Tesisleri’nde antrenman yapardık. O zaman Gençlerbirliği’nin çim sahası yeni yapılıyordu. Şimdi ise tüm tesisin Türkiye’de eşi benzeri yok. Eğer İlhan Cavcav üç büyüklerin başında olsaydı o takım Avrupa’nın ilk 10 kulübü arasında olurdu. Gençlerbirliği’nin yanı sıra, son yıllarda Galatasaray gerekli önemi alt yapıya vermekte bu da takım kadrosundaki oyuncularından belli olmaktadır.

fizyolojidir, sosyolojidir, stratejidir, kısaca bilimdir. Bu konuyu www.takdikdirektor.com’dan ayrıntılı olarak inceleyebilirsiniz. Küçük sünger bir topla ya da madeni bir parayla ayak tekniğinin gelişimi mümkün müdür? Genç futbolcu adaylarına tavsiye eder miydiniz? Söylediğiniz materyalleri bir araç olarak kullanabiliriz. Bu materyaller küçük ve hafiftir, ayakla bu materyallere hükmeden bir kişi, elbette ki hacmi daha büyük olan bir topa daha kolay hükmedecektir. Genç sporculara tavsiyem, her iki ayaklarıyla tenis topu veya hentbol toplarıyla top sektirmeleri, kısa alanda ayak tenisi oynamaları ve top sürmeleri. Bu şekilde ayaklarındaki sinirleri ve kasları daha rahat kontrol edebilecek, çalım atarken farkı hissedeceklerdir. Sizce bölgesel olarak başarılı olan altyapıların sebepleri nelerdir? Trabzon, Sakarya gibi? İllerin küçük olması, iklim, sosyo-ekonomik durumlar ve hemşerilik, baş faktörler diye düşünüyorum.Yabancı sayısının artmasıyla bu bölgelerdeki gelişim de duraklama dönemine girdi.

Ve son olarak, yılsonuyla ilgili olarak tahminlerinizi alabilir miyim? Lig şampiyonluğu? Düşecek takımlar? Avrupa’daki başarılar? Galatasaray gol rekoru kırar mı? Fenerbahçe ilk 10 lig maçında mağlubiyet alır mı? Beşiktaş’ta doğru forvet hattı? Mustafa Denizli ne kadar daha dayanabilir? Şampiyonluk Fenerbahçe ve Galatasaray arasında geçecek görünüyor. Tahmin etmek zor. Futbol eskisi gibi değil, o yüzden Galatasaray’ın rekor kırması zor. Ayrıca Galatasaray Avrupa’da da devam edeceğe benziyor. Bu yüzden ligde fazla zorlamazlar. Fenerbahçe’nin kadrosu iyi bir kadro değil ama Türkiye şartlarında üst düzey gibi gözüküyor. İsterse 34 maçını kazansın, futbol olarak zevk vermiyor ve vermeyecek de. Beşiktaş’a gelince, balık baştan kokar. Bu yönetim ve teknik kadroya Barcelona kadrosunu aynen Biraz da antrenman metotlarından getirin koyun, ligde yine şampiyon olamaz. Futbol basit bahsedelim, sizce dayanıklılık bir oyun. Ama Beşiktaş da 3 bilinmeyenli denklem gibi. “3 yetenek ve güç olarak üçe ayırmak Forvet + 4 yönetim + 8 teknik direktör = 0”. Formülü yeterli midir? nasıl yazarsanız yazın, sonuç sıfır olacaktır. Mustafa Denizli’yi Bu çok geniş bir konu. Antrenman psikolojidir, bilmem ama ben daha fazla dayanamıyorum. n 51

10/09


Hollywood Hollywood HAYAT KURTARIR

Kuş Gribi, Çin Gribi, Domuz Gribi, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi falan derken virüs filmlerinin değerini biraz daha bilmemiz gerektiğini fark etmişsinizdir sanırım. Hayatımızdan pek de uzak olmayan bu virüslerden birinin sonucunda ya dünyanın sonu gelecek, ya da milyonlarca insan bir anda ölecek. (Her virüs haberinde 2-3 milyonun öleceği öngörülmezse ciddiye alınmaz zaten o virüs.)

Gelelim bunlardan biri cidden bütün dünyayı etkilediğinde neler yapmamız gerektiğine… Bir kere %90 maymunun tekinden bulaşmıştır o virüs. Bir grup cin fikirli bilim adamının nedense üzerinde çalıştığı ölümcül virüs, bir çevrecinin hayvan hakları nanesine

Zeynep Bonçe

“Çok yaşa” diyene kadar kaçıp, kendi yaşamınızı uzatabilirdiniz halbuki…

10/09

maymunu özgür bırakmasıyla yayılır. (Aferin sevgili çevreci…) Birdenbire, insanları et yiyen zombilere çeviren bir virüsle karşı karşıya kalıverirsiniz. Böyle bir durumda ne yapacaksınız? Öncelikle virüsten etkilenenlerden uzak durulması gerektiğini belirtmeye gerek yok herhalde. Onları kızaran gözlerinden, laftan anlamamalarından ve ağızlarındaki kan izlerinden tanıyabilirsiniz.Virüsün çeşidine göre hızlı hareket edenleri de, bildiğiniz zombi gibi “ağır abi”leri de olabilir. Siz önce gözlere bakın. En garantili yöntem budur.Virüse maruz kalmış kimseye yaklaşmayın. Canınız ciğeriniz de olsa kendisinden uzaklaşın. Tükürük de, ısırma da etkili olabilir size de virüsün geçmesi için. Dua edin ki ısırmayla geçen cinsten olsun. Zira pek bir salya sümük olurlar zombileşince. Ağızlarından kuduz gibi saçtıkları salyalar sizi kolaylıkla bulabilir. Kesin çözüm her zaman yanınıza fazla insan almadan 52


ıssız bir yere kapağı atmaktır. Ayrıca en sevdiğiniz insanlar virüsü kaptıklarında bir saniye bile düşünmeden kafalarını kesecek kudrete de sahip olmanız gerekli hayatta kalmak için. Genelde ailenizle değil tanımadığınız 3-4 kişilik bir grupla biter bu macera. Güzel bir kız, sinir bozucu eski bir asker ve bir doktor muhakkak vardır grupta. Kız genelde korunmaya muhtaç olduğundan sizi yavaşlatır. Gıcık eleman ise eninde sonunda salaklığıyla hepinizin ölümüne sebep olur. İkisini de öldürün. Evet evet.Yanlış duymadınız. En azından iki kişi yola devam edebilmeniz için bu gerekli. Sadece doktorla muhatap olun. Hatta doktora yapışın. Muhtemelen anti virüsü de o bulacaktır. Tabi her zaman sizi yemeye çalışan canlılara dönüştürmez virüs. Bazen de uzaydan gelen bir virüsle karşı karşıya

olabilirsiniz. Eğer etrafınızdaki insanlardan en az üç tanesi saçma sapan ortak bir değişimin içindeyse düşünmenize bile gerek yok. “Havadandır.” gibi bir yanılgıya düşmeyin. Baktınız duygu falan kalmadı kimsede, hiç tepki vermiyorlar, kaçın… Anti virüse ulaşma şansınız varsa deneyin ama çok da üstüne gitmeyin. Genelde herkesin kaldırabileceği bir macera olmaz bu. Doğa da intikam alabilir bir gün insanlardan. Her şey arıların azalmasıyla başlar. Bir de bakmışsınız ki fiti fiti sallanan ağaçların olduğu yerlerdeki insanlar birden delirmeye başlamış. Havadan bulaşan virüs gibi bir şeye maruz kalanlar kendilerini boş bakışlarla öldürmeye başladıklarında, tek başınıza ortamdan uzaklaşmak en 53

mantıklısı. Bir ihtimal sevgilinizle kaçabilirsiniz ama ben pek önermiyorum bu seçeneği. Tek başına hareket etmeyen adam genelde ölür. Buna hayvanlar da dahil. Eğer ayrılamadığınız bir köpeğiniz varsa yandınız. Çoğunlukla gruptaki hayvan yüzünden birileri hayatını kaybeder. İster bir felaket olsun, ister bir virüs. Hayvan dertten başka bir şey getirmez size. Tek başına olmanın da zararları vardır elbette. Öncelikle herkes ölünce tek başınıza kalabilirsiniz koca dünyada. Ama üzülmeyin. İnsan kolay adapte olabilen bir varlıktır.Yalnızlığa da alışırsınız. Ölü olmaya alışmaktan daha kolay ve daha mantıklıdır genelde. Tabi hemen gaza gelip, gözleri kırmızı diye en yakın arkadaşınızın kafasını kesmeyin. Akşamdan kalma olabilir. n Hapşıran çocuğunuz gerçekten grip olmuş olabilir.Ya da fısır fısır kıpraşan bir ağacın altında kafasını çim biçme makinesine sokmaya çalışan biri, sevdiği kızı ona vermiyorlar diye intihar etmeye çalışan bahçıvan bir genç olabilir. (Hmm… Bir daha düşündüm de… O olmaz işte. Çim biçme makinesine kafasını sokan adamda kesin bir terslik vardır. Kaçın…)

10/09


?

O nasıl bir şey ki yeni mi çıkmış

Murat Güler Muratjr@wingmandergi.com

g ol yer

-mi Bu ka yenilik Evet, da gelmiş o

Daha U Genel olar bu doğru. A Hem de öyle alet. Sayılarla ufalmış. Tabi ki daha küçük bir Sony böyle diyo bir şey kaybetme oynayabiliyorsunu kör mü etti ne?)

Peki neden? Sony, Slim projesini a ancak oyun satarak de Playstation 3 satılmaya konsolunu diğer konsol kurulmasına izin vermişt “oyundan para kazanmak bahsediyoruz) çok ucuz bi 10/09

54


Playstation 3

İlk Karşılaşma Kutuyu parçalarcasına açtıktan sonra görüyoruz ki, Slim “abi”sine çok ama çok az benziyor. O harika piyano siyahı gitmiş ve kimine göre (kimse o kimisi) daha harika olan süet siyah gelmiş. Şişman PS3’ün üstünde “Spiderman Fontu” (bunun da adı böyle kaldı) ile yazılmış PLAYSTATION 3 yazısı kalkmış, yerine sadece PS3 amblemi gelmiş. En sevdiğim özellikleri lan dokunmatik güç tuşu ve disk çıkarma tuşları da gidip rine tık tık’lı düğmeler gelmiş.

iş’li Geçmiş Zaman adar –miş, -muş yeter. Bakalım küçük kardeş bize ne gibi kler sağlıyor. İlk olarak herkesi ilgilendiren konuya gelelim. aha ucuz. Hem de 120 GB’lık HDD ve 3.0 işletim sistemiyle olmasına rağmen.

Ufak Güç Kaynağı rak bildiğimiz bir şey var ki, o da “Küçükse pahalıdır.”. Evet, Ama konu Slim olunca değil. PS3 Slim gerçekten de UFAK. e böyle değil, tam tamına her şeyiyle %33 küçülmüş bir arası iyi olmayanlar için şöyle de denilebilir. 3’te 1’i kadar i kasa ufalınca içindekiler de ufalıyor. Bunun sayesinde %33 r güç kaynağı ve %33 daha az enerji harcama (En azından or). Ama buna rağmen muhteşem Cell İşlemci kendinden emiş. Aynı hızda ve aynı canlılıkta oyunları son sürat uz. Hatta sanki biraz daha iyi bile diyebilirim. (Aşk gözümü

Slim

laboratuarları ve “Render Pool” sahibi grafikerleri cezbetmiş olacak ki, hepsi karmaşık işlemleri için bilgisayar yerine Playstation 3 almaya başladı. E tabi zararına satılan bu konsolları alan kişiler, oyun da almayınca Sony akıl almayacak bir zararla konsol pazarındaki yerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldı. Bununla birlikte aslında sadece kasayı değiştirme ve kendini yenilikçi tutma adıyla “Slim”i ortaya çıkardı. Yazının başında da dediğim gibi Slim artık sadece oyun ve eğlence amaçlı. Artık içine Linux kuramıyorsunuz. Ve böylece Sony sonunda zarar etmeden bir konsol satabiliyor. Üstelik oyun alacak kullanıcılara… Sony eski Playstation’larını hala aynı fiyattan satacak. Ama Slim daha şimdiden piyasayı çok karıştıracak gibi duruyor. Çünkü Sony, Slim’de fiyat olarak 299 politikasını benimsemiş durumda. Nedir bu 299 derseniz Playstation Slim’ler Amerika’da 299$, Avrupa da 299€ ve Japonya da 29,990 Yen. Playstation 3 Slim. Sadece oyun oynamak istiyorsanız şu anda tam da sizin ihtiyacınız olan şey. n

açıklamadan önce Playstation 3’ten zarar ettiğini, bunu da engelediğini söylemişti. Bu yüzden de zararına da olsa devam etti. Ama hesaplanamayan bir nokta vardı. Sony, llardan farklı tutmak için konsola Linux işletim sistemi ti. Bu karar, harika Cell İşlemci’yle birleşince Sony’nin k” planları suya düştü. Çünkü 499$ gibi (Amerika’dan ir fiyata harika bir bilgisayar sahibi olabilmek, bütün 55

10/09


Gerรงeklikten

Soฤ utan

10/09

56


n

9

Sanal Hatun 57

10/09


Nariko (Heavenly Sword)

O dünyalar güzeli kadın, o büyülü kılıcın sahibi olan kabilenin şefinin kızı… Kılıcını Şeytan’ın ta kendisine karşı savururken, güzelin bedeni, kızıl saçları ile raks ediyor. Bir de sesini “Fringe’den Olivia Dunham” dan (Anna Troy) alıyor.

10/09

58


Dr. Aki Ross (Final Fantasy: The Spirits Within)

Final Fantasy: The Spirits Within filminin baş karakteri Aki Ross beyaz perdeye çıktığı gün itibari ile sektörde devrim, kalplerimizde çarpıntı yapmıştır. 60.000 saç teli ayrı ayrı modellenip render edilmiş, ne eksik ne fazla, tam 400.000 poligondan oluşmaktadır ki, bu sayede onu insan diye sevip sayabilelim.

Agent Blood Rayne (BloodRayne)

Vampir bir babanın ve bir insan annenin çocuğu olan Rayne, profesyonel bir kiralık katildir. Tam bir kızıl afet olan Rayne inanılmaz hareketleri ile aslında herkesi kendisine aşık etmeyi başarmış bir savaşçıdır. Güç Kaynağı: Vampir Hastalığı İlk Çıkışı: BloodRayne (2002) Orijin: Louisiana Tarafı: Neutral Düşmanları: Naziler Müttefikler: Yok Silahları: Kolunda takılı olan iki adet kılıç ve otomatik tabancalar.

59

10/09


Kitana, Mileena, Sonya Blade (Mortal Kombat)

Sizi güzellikleriyle büyüleyen, büyülemekle kalmayıp bir güzel de pataklayan bu savaşçı ruhlu kadınlardan dayak yemek için atari salonlarında sıra bekleyen memleketimin garip evlatları, bu kadınların her detayını ezbere almak için ekrana bakıp durmaktan gözlerini bozdular, şuurlarını kaybettiler.

10/09

60


Mileena

İlk Çıkışı: Mortal Kombat II (1993) Orijin: Dışdünya Tarafı: Kötülük Müttefikler: Baraka, Shang Tsung Düşmanları: Kitana Dövüş Stili: Ying Yeung, Mian Chuan Silahı: Sai

Sonya Blade

İlk Çıkışı: Mortal Kombat (1992) Orijin: Earthrealm Tarafı: iyilik Müttefikler: Jax, Liu Kang, Johnny Cage Düşmanları: Kano, Jarek Dövüş Stili: Kenpo, Tae Kwon Do Silahı: Tali Sticks 61

10/09


S1m0ne (S1m0ne)

Hangi yapımcı istemez ki; hem dünyalar güzeli bir oyuncusu olsun, hem de bir dediğinizi iki etmesin, kapris yapmasın, tüm sevişme sahnelerinde gık demeden oynasın. Bunu bir Al Pacino akıl etti, öyle bir kadını hayal etti ki; bizim de gözlerimiz bayram etti. Ve ademoğlunun eşi, sanal kadının kendine ne kadar büyük bir rakip olabileceğini anladı, erkeğine hemen sahip çıktı. Taha Akarca & Murat Güler 10/09

62


Ada Wong & Jill Valentine (Resident Evil)

Dünyanın çivisi çıkmış. Büyük kapital Umbrella Corporation deney üstüne deney yapmış. Üstün insan yapacağım, diye başımıza zombi belasını sarmış. Olaylar kontrolden çıkınca, kolluk kuvvetleri mensupları bir yandan, “Stars” adlı fevkalade çevik bir kuvvet öte yandan, duruma el koymaya çalışmışlar. Masal bu ya, G-virusünün peşine düşen süper seksi ajan Ada Wong ile STARS’dan Jill Valentine da Umbrella’nın başının tatlı belası olmuş.

63

10/09


appendix

Kamil Güğüm

Format çilesine son!

Merhaba, Benim adım Kamil Güğüm, eğitmenim. Windows 3.1 kurmaktan gözlerine katarak inmiş, kasa tamir etmekten elleri toynak gibi olmuş, İETT konforunda elinde kasa taşımış o cengaver teknik servis elemanlarının halinden anlarım.Webçi için Mozilla, kodcu için CSS, donanımcı için kıl tornavida, sistemci için domain, tostçu için kaşar nedir bilirim. 5.7 litrelik motora sahip Cadillac’ın bile motorunu patlatacak bu muhteşem ara gazından sonra, biraz ayaklarım yere basınca ve beynime kan gidince, biraz daha mantıklı düşününce anlıyorum ki, gelmeliyim olayın özüne. Şimdi yeni moda bir anlatıyor olsaydım ve sınıfta beni tartmak isteyen uygulamadan bahsedeceğiz: Sanallaştırma… ukala bir öğrencim olsaydı, konuya hakimiyetimi ve vakıflığımı göstermek için size şöyle güzel ayrıntılı bir laf Sanallaştırma Uygulamaları salatası yapardım. Ama hem Wingman okuyucusu olan Önemi gitgide artan, kaynak tüketiminde azalma, milyarlarca, trilyorlarca, kantrilyorlarca, kenmrilyorlarca yedekleme ve felaket kurtarma uygulamalarında kolaylık insanın hepsi IT uzmanı değil elbet, hem bunu ben de sağlayan yeni bir düzen olduğu kadar, sağda solda istemiyorum. Hem de derginin bünyesine ters. (Açıkçası “İşte efenim sanal sunucular hakkında bilgi sahibiyim.” üslubu tutturamayan uçan tekmeyi yiyor, tırsıyorum ben dediğinizde havanızdan geçilmemesini sağlayan bir de, esas neden bu. Genel Yayın Yönetmenimiz Aikido hadisedir. biliyor.) Sanal bilgisayar dediğimiz uygulama nedir? Eğitim verdiğim bir MCSE, MCITP veya CEH sınıfına 10/09

64


Temelde sizin kuracağınız host (yönetici diyebiliriz) görevini görecek bir programla, mevcut donanımınızın kaynaklarını kullanarak ikinci (üçüncü, dördüncü, vs...) bilgisayarları kurmanızdır.Yani yedi yaşındaki yeğenime anlattığım şekliyle “Windows içinde Windows kurmanızı sağlayan” hadisedir sanal bilgisayar mevzusu. Bu host dediğim programlar çeşit çeşit olabilir. Kendi bilgisayarımda VMware programını kuruyorum. (Virtual PC,Virtuozzo gibi programları da kullanabilirdim ama ben VMware’e alışkınım.) Diyorum ki bu programa: Ben yeni bir sanal makine oluşturmak istiyorum. Üç gigabayt olan belleğimin 512 megabaytını kullansın. İşlemcimi paylaşsın, CDROM’umu da bilgisayarımdan paylaşımlı kullansın. Diski şu kadar olsun, falan, filan ve de felan. (Bunların en önemlisi felandır bu arada) Özelliklerini belirledikten sonra da Play-Pause yapar gibi basıyorum başlatma tuşuna ve başlıyor sanal makinem çalışmaya. Bakınız, iki tane sanal makine kurdum ben ekteki screenshot’ta göreceğiniz üzere. Play tuşuna bastım ve makinem çalışmaya başladı internete bile girebildim. Şimdi bir senaryo üreterek olayın bir avantajından bahsedelim. Kazım yirmili yaşlarında bir üniversite öğrencisidir. Bu güzide kardeşimiz laptop’unu daha yeni formatlamış ve bu formatlama tüm yan programların kurulumu ve yedek dosyaların geri getirilmesiyle tam 5 saat sürmüştür. Bilgisayarını tekrar formatlamaktansa kendini dağlara vurmayı yeğ tutma kıvamına gelen

65

kardeşimiz bu köşeyi okuduktan sonra hemen bir sanallaştırma host programı kurmuş ve akabinde hemen bir adet sanal XP kurmuştur. Bununla yetinmeyen Kazım kardeşimiz (bundan sonra kardöşamps olarak geçecektir) kurduğu sanal makinenin hemen bir kopyasını almıştır. Bundan sonra her türlü internet aktivitesini sanal makine 1 üzerinden yapmış olan kardöşamps, önüne gelen siteye girmiş, her türlü download’ı yapmış, karşısına çıkan her insan evladını mesıncır’ına (Planlarıma göre önümüzdeki sene Türk mesajlaşma programı Mesincir programını çıkaracağımı da belirteyim, bu arada logo incir yaprağı olacak tabi ki.) kaydederek sanal makinenin anasını ağlatmıştır. En güçlü antifiriz programını bile kifayetsiz bırakacak kadar patlatan kardöşamps’ın bu dakikadan sonra tek yapması gereken sanal makineyi kapatmak ve Belgelerim\My Virtual Machines klasöründen ilgili makinenin klasörünü komple silmesi yetecektir. Sanal makineyi ilk kurduğunda aldığı yedek makineyi çalıştırarak fütursuz internet gezintilerine devam edebilecektir bu güzel insan. Evet sevgili Kazım, artık uçuş serbest, senin gibi bir kımıl zararlısı her gün bir sanal makineyi patlatabilir. n

10/09


tebdil-i mekan Gaye Gaye Eskici Eskici Fotoğraflar: Fotoğraflar: Ahmet Ahmet Topçu Topçu

10/09

66


Hayatı

Pi’ye

Düzenli olarak yaptıkları kampanyalarla çeşitli ürünleri öne çıkarıp, müşterilerinin beğenilerine sunmaları, en pahalı içki kullanılsa bile kokteyl fiyatlarına bunu yansıtmamaları ve içkileri, yanlarında çerezden daha değişik alternatiflerle sunmaları, KafePi Grubuna bağlı mekanların İstanbul’un en vazgeçilmezleri içinde yer almalarını sağladı.

alın...

67

10/09


roseberry caprice

10/09

Mango Mojito

Fruli

68


KafePi Grubu, asla değişmeyen Pi sayısı gibi sabit tuttukları çizgilerinden ödün vermeden, yepyeni mekanlarla hayatımıza renk katmaya devam ediyor. Beyoğlu Asmalımescit Sokak’taki KafePi Lounge da KafePi grubunun yeni oluşumlarından biri. KafePi Lounge, 2009 yılında kuruldu. Çoğunlukla üniversite öğrencileri tarafından tercih edilen mekan, özellikle 50 çeşit kokteyli ve özel içkileriyle tanınıyor. Sadece ikinci kat için rezervasyon alabilen KafePi Lounge, haftanın dört günü DJ performansı dinlenebilen, elektronik ve Lounge müzik severlerin müdavimi olacağı bir mekan. KafePi Group Halkla İlişkiler Müdürü Eray Sarıgöl’ün, dünya mutfağının çeşitli lezzetlerini tadabileceğiniz KafePi Lounge için menü tavsiyesi risotto ve beyaz şarap... Yemekli bölümü 65, alt katı 50 ve dış mekanı 75 kişi alan KafePi Lounge’un bağımlısı olacaksınız. n 69

10/09


Cornelius

Türkiye çöl olmasın! Bu haliyle bile yeterince kutup ayısı bizi öpüyor... Son dönemimizin olmazsa olmaz tartışma konusu ekonomik kriz, “aldı yürüdü” statüsünü çoktan geçti. Gün itibariyle Usain Bolt’un yanından, üstelik Usain Bolt’u kendi silahıyla vurarak, maksimum laubali bir “Çok iyiyim lan, alemlerin kralıyım.” şovuna eşdeğer olarak dil çıkartmış şekilde koşarak ilerler hale geldi. Küresel ısınmayla buzullar erirken, küresel kriz ile paralar tam tersine suyunu çekiyor ve bu şartları arkasına alarak kendilerini masum gösterebilen ülke yöneticileri ve işverenler ise bir çok insan için “boş gezenin boş kalfası” (Ama üzülmeyin hemen çünkü bu iş “kadrolu”!) istihdamını sağlamaktan öteye gidemiyor. Ekmek aslanın midesinden daha aşağıya doğru yolculuğa çıkmış ve bizim midesine elimizi uzatarak almamız gereken ekmeği aslan çoktan sindirmiş, alması gereken gerekli enerjiyi almış bile, baksana yeleleri ışıl ışıl... “Çalışmayanlar kepaze de çalışanlar çok mu mutlu hallerinden?” sorusuna karşılık “Üzerlerinde oturdukları ofis koltuklarında kaba etlerine rahatlık çivi şekliyle can bulup batıyor muymuş?” kontrasorusu da sorulabilir, ancak gerçek şu ki onlar da sürekli ağlanmalardalar ve bu ağlanmaların bir Top20 listesi yapılacak olursa, zirveyi kimseye kaptırmayan cümle şu olur: “Çok az para veriyorlar.”. Takdir edersiniz ki aslanın sindirdiği ekmeği, bizim alternatif yaratarak “taştan çıkartmak” için o “taşın altına elimizi sokmanız” gerekiyor ve işte tam bu noktada 10/09

ilacımız olarak şans oyunları devreye giriyor. Şans oyunlarını “Pasif bir mücadele” olarak tanımlamak mümkün aslında. Seviyesiz arkadaş konuşmalarında zaman zaman hatırlatılan, “Hayalle yaşayanı da öpeyim, yaşamayanı da.” (Kibarlaştırmak zorundaydım.) cümlesinin sahibi olduğu öne sürülen Namık Kemal, bizlerin o sayısal loto kuponlarına baktıktan sonra kendimizi bir an için trilyoner olarak, Bahamalar’daki evimizin önünde mojito yudumlarken hayal ettiğimiz anları ya da tutması son maça kalmış iddaa kuponundaki oranları, sanki kaç para vereceğini bilmiyormuşuz gibi bir kendini kandırma ruh haliyle, 258. kez çarparken aklımızdan geçirdiğimiz “Kredi kartına ateşlerim burdan gelen 300 lirayı, borcum kalmaz.” ümidi ile daha küçük çapta hayaller ile çakmak çakmak olan gözlerimizi görse bizi günlerce öpmek isterdi. Belki şans oyunlarında tek yaptığınız bir bilet almak, her kolonda 6 sayı belirleyip, (ki kolon doldururken “Bi’ sayı söyler misin?”, ”Doğum günlerimizi yazdım bu kolona.”,”Hep yan yana iki sayı çıkıyor ona göre doldurdum.” ve ”Ak sakallı dededen tüyolar sağlam bu sefer.” gibi türlü polümden yapılan varyeteler mevcut.) ya da “Everton bu sene iyi hacı, West Ham’ı alaşağı eder deplasmanda, 2.10’da oranı var, yaz sen oraya 2, Everton alır.” cümleleri eşliğinde sanki kristal küreden bakmış da görmüş eminliğinde bir iddaa kuponu 70


doldurmaktan başka bir şey değil gibi gözüküyor ama asıl sancılı süreç sonrasında başlıyor. Sonrasında hayalleriyle boğuşmaya başlıyor çünkü “şans oyuncusu” ve Nasreddin Hoca’nın “Ya Tutarsa ?”sı ile “Yoook be oğlum bize çıkmaz.” gibi ruh halleri arasında seyirtmeye başlıyoruz. Ya Tutarsa’nın bir başka yansıması olan, Sayısal Loto’nun astronomik rakamlara ulaştığı dönemlerde yapılan “Size çıksaydı büyük ödülle ne yapardınız?” temalı sokak röportajlarında “Fakir fukaraya yardım ederdim.”,”Mutlaka okul ve hastane yaptırırdım.”, ”Soyu tükenen İbiza Sincaplarını kurtarırdım.” cümlelerinin artık birer klişeye dönüştüğü düşünülürse insanlarda feci şekilde bir “Mistik gücü kandırma” eğilimi olduğu da aşikar. O insanların parayı bulduğu anda bırak fakiri, babasını tanımayacağını hepimiz “kristal küreye bakma gereksinimi duymadan” biliyoruz. Değişmeyen tek şey insanın paraya bağlı olan değişimidir, gibi sert cümleler kurmak doğru mudur bilemiyorum ama bugüne kadar bu değişime dair nice hikayeyi duyduk, gördük bazılarında bizzat yer aldık ve korkarak da olsa bunu kısmen doğrulamak durumundayız. (İlahi bir gücün ”Bu adam yardım edecekmiş, hadi buna çıksın.” diyeceğini ve lotonun kendisine çıkacağını ciddi şekilde bekleyen binlerce insan var ülkemizde.) Diğer yandan her Yılbaşı Piyangosu miktarı açıklandıktan sonra yapılan “20 Trilyon ile şunları almak mümkün” listeleri var ki, her ne kadar manasızlıkta gırtlağı çoktan aştığı düşünülse de aslında gayet de gerçeklik payı olan bir rapor olduğunu söylemek mümkün bunun. “20 Trilyon ile 23085922394823293482034 tane kalemtıraş alınabiliyor sevgili izleyenler.” gibi zırva bir matematiksel hesap aslında şans oyunundan parayı vuranların belki tek tip bir kırtasiye malzemesine yatırım yapacak kadar saçmalamasa bile bir şekilde o parayı çar çur ettiği, ya da anlamsız bir cimriliğe bürünüp bir türlü harcamadığı, harcamalarının hayat kalitesine -her ne kadar bu kavram göreceli de olsa- “kalitesizlik” şeklinde yansıdığı yönünde türlü hikayeyi hatırlatıyor bizlere. Zira benim şans oyunlarıyla ilgili çıkardığım iki sonuçtan biri, şans oyunundan kazanılacak paranın genellikle kişinin ihtiyacı olmadığı anlarda geldiği yönünde ve bu “genellikle” öyle acı bir genelleme ki, şans oyunlarıyla birlikte aslında “hayal kurma aracı” satın almaktan öteye gidemediğimizi söylüyor bizlere. Ben ne zaman ki “Hadi lan bu sefer tuttu.” desem ve o iddaa kuponu son maça kalsa karşılaştığım olası senaryolar hep şöyle oldu: - Benim galibiyetine oynadığım takımın 1-0 öndeyken 71

89.dakika gol yemesi - Benim “3 gol olmaz.” şeklinde oynadığım ve 14 dk’da 2-0 olan bir maçta, 89.dakikada gol olması ve 3-0 olması (2-1 olsa hadi bir nebze anlarım da 3-0’a ne gerek var ?) - 2 ve üzeri oranlı maçları bildikten sonra, son maçta 1,40 oranlı 4 maç üst üste kazanmış ligin formda takımının orta sıralarda iddiasız bir takıma ezilerek kaybetmesi - Banko kazanır, denilen ve benim de galibiyetine oynadığım takımın kalecisinin 5.dk’da kırmızı kart görüp penaltı yapması. Hiç mi tutturamadım da ondan mı saldırıyorum şans oyunlarına? Tabi ki hayır. Benim de küçük çaplı zaferlerim olmuştu, fakat şu bir gerçek ki, şans oyunlarında kaybeden adam hep kaybediyor. Kazanansa hep kazanıyor. Tabiri caiz mi tartışıladursun bazı insanların kıçının sol yanağından bal damlıyor ve ayak üstü kazıdığı karttan (Ki bana göre en az şans sahibi olunan oyundur kazı kazan) bile paranın gözüne vurabiliyor. Diğer yanda ise “Bütün malvarlığımı kumarda kaybettim” diyen insanlar görüyoruz. Her gerçek için söylenebileceği gibi bu da çok acı ama kabul etmek gerekir ki eğer ki hayatı güzel yaşayan biriyseniz, 3 kuruş parayla bile şahane vakit geçirebilecek kadar akıllı biriyseniz, size asla Sayısal Loto, Yılbaşı Piyangosu, Altılı Ganyan ya da uç bir kombinasyonun tuttuğu iddia kuponu denk gelmeyecektir. Brad Pitt ya da David Beckham gibi dışarıdan bakıldığında bir insanın sahip olmayı isteyeceği her şeye sahip olan birine hayran olanların bile alttan alta “doğuştan piyangoyu vuran” kişiler olduklarını düşünerek bir kıskançlık duyduğunu bazı konuşmalarından sezilebildiği bir dünyada belki fiziksel olarak olmasa da “bir anda” sırf 6 tane sayıyı doğru tahmin etti diye maddi olarak hayatı sonsuza dek kaygısız hale geldiğinde, o kişinin etrafında kim var kim yoksa delirecektir. Bu dergiyi okuyan biri olduğunuza göre sizin de hayatınızı belli bir güzellikte, keyif alarak yaşadığınızı düşünüyor haliyle sizde o bir anda zengin olma hayalini bir kenara bırakın diyorum. “Ben senin bu yazını okumuştum bir hafta sonra lotodan koydum çocuğu.” diyen varsa gelsin Wingman’e beni bulsun, bedavaya suratıma tükürtürüm o kişiye. n 10/09


10/09

72


Görseller: Murat Ertürk 73

10/09


10/09

74


75

10/09


10/09

76


77

10/09


10/09

78


79

10/09


10/09

80


81

10/09


bencil zevkler

Ultimate

Bungy 10/09

82


Herkese tekrar merhaba. Konuya girmeden önce her zamanki gibi sizinle paylaşmak istediğim bir şeyler var. Öncelikle bu sayfada vakit geçiren çoğunluğun aynı kafadan olduğunu düşünüyorum. Size böyle aylık adrenalin ihtiyacımızı ne şekilde karşılayacağımız hakkında bilgiler vermek güzel, buna bir şey diyemem. Fakat bunu paylaşıma dökmek harika olmaz mı? Ne demek mi istiyorum?... Zeynep Sakarya

83

10/09


Tabii ki geçen ay size verdiğim sözü unutmadım. Okumayanlar için yazayım. Geçen ay bu vakitlerde Tayland’ın Kophangan adasından yazmıştım. Orada denediğim bir şeyi sizle paylaşmak istiyordum, lakin bu 13 günlük seyahatimde Tayland’tan farklı yerlere de uğradım. Titiz şehir Singapur; konumuz da “Ultimate Bungy”. Bungee Jumping’i çoğunuz duymuşsunuzdur veya denemişsinizdir. Nasıldır? 50 metrelik bir vincin tepesine çıkarsınız, kilonuza göre seçilen iplerle aşağıya atlarsınız, biraz yaylanır ve ölmezsiniz.Yükseklik fobisi olmayanların kesinlikle yaşaması gereken bir deneyim. Ultimate Bungy ise sistem olarak Bungee Jumping’in tam tersi. 50 metreden atlamıyorsunuz, 60 metreye fırlatılıyorsunuz. Görseniz, Uzak Doğulular buna bayılıyor. Ben Ultimate Bungy’nin varlığını çığlık seslerinden keşfettim. Şöyle bir durdum ve uzaktan uzun uzun baktım. Gözüme çok heyecan verici gözükmedi. Gidiyorsunuz, sizi rahat koltukları olan üç kişilik bir “case”in içine oturtuyorlar, güzelce sağlama alıyorlar. Zaten bu Singapurlularla bir araya gelenler bilirler, acayip pimpirikli insanlardır. Öyle sizin bizim gibi “Aman da şurdan bi kokoreç yiyeyim, üzerine birde midye dolma patlatayım da kendime geleyim demezler.” Neyse, sizi sağlam bir şekilde kemerle bağlayıp, case’in üzerini kapattıktan sonra makina gücüyle 200 km’lik bir hızla yukarı fırlatıyorlar. Amanın, o ilk fırlatılış anında yürek ağza geliyor. İp yukarıya doğru çekiliyor ve artık gökyüzündesiniz. Öyle uzaktan izlendiği gibi değil. İp yukarı çekildi, siz case’in içinde bağlısınız, bir aşağıya, bir yukarıya, bir sağa, bir sola savrulup duruyorsunuz. Orda “Tamam ip koptu şimdi, güvendik Singapurlu’ya, el toprağında meftayız.” tribine girmeyen birini çıkarın karşıma, bu ayki Bungee’si benden. Zıplama durduktan sonra sizi yavaşça aşağıya çekiyorlar. Olay bitiyor, fakat siz hala yerinizde zıplıyor oluyorsunuz. İşte 10/09

Ultimate Bungy böyle bir şey. Umarım ilgililer Türkiyede’de bizlere böyle güzel bir zıplama tecrübesi yaşatırlar. Fiyatına gelince, 60 Singapur Doları. Bu arada sizinle paylaşmak istediğim bir husus daha var. Hani şimdi Bungee Jumping ne güzeldir. Atlarız 50 metreden ve ölmeyiz diye seviniyoruz ya, bizler maalesef bu deneyimi festivalden festivale yaşayabiliyoruz. Ben bunu işin ehlileriyle merak ettim konuştum, dedim “Sabit yeriniz yok mu, yoksa bile İstanbul’un vazgeçilmez manzarası Boğaz Köprümüz adeta Bungee Jumping için yaratılmış gibi değil mi?” Fakat maalesef yetkililer köprüden atlayışa izin vermiyorlarmış. Ayrıca sabit bir noktaları da yok. Oysa hatırlıyorum bir bayramda köprü üzerine paraşüt inişi yapılmıştı. Bari bir sefer de köprü Bungee Jumping için kapatılsa hoş olmaz mı? Şimdi geldik yazımın başında ne demek istediğime; eğer sizin de bizlerle paylaşmak istediğiniz farklı adrenalin takviye yollarınız varsa üşenmeyiniz, mail atınız da bizler de nasiplenelim. Bu aylık da bu kadar.Yüreğiniz ağzınızda geziniz, arada iyi gelir. n

84


3

3 2

2 1

1

3 2 1 3 3 2 21 1 makinist

Fırat Sayıcı

Karanlıktakiler

Yönetmen: Çağan Irmak Senaryo: Çağan Irmak Oyuncular: Meral Çetinkaya, Erdem Akakçe, Derya Alabora, Şebnem Dilligil Gösterim Tarihi: 02 Ekim Konu: Egemen, 30’lu yaşlarını aşmış, bir reklam ajansında ofis boy olarak çalışan ve ilerleyen yaşına rağmen annesi Gülseren ile aynı evde yaşamak zorunda olan genç bir adamdır. Hayat, Egemen için, evlerinin içine gizlenmiş ufak bir cehennem gibidir. Gülseren içinse Egemen hayattaki tek varoluş nedenidir. Patronu Umay’a duyduğu ilgi genç adam için büyük bir açmaz, annesinin varlığı ise bu ilgi önünde koca bir engeldir. Egemen iki kadın arasında sıkışıp kalır.

Nefes

Yönetmen: Levent Semerci Senaryo: Hakan Evrensel, M. İlker Altınay, Levent Semerci Oyuncular: Akan Atakan, Barış Aydın, Barış Bağcı, Cüneyt Deniz Gösterim Tarihi: 16 Ekim Konu: Nefes, Güneydoğu’da Irak sınırına yakın bir ilçedeki komando tugayında bulunan ve Karabal Tepesi’ndeki röle istasyonunu korumakla görevlendirilen bir yüzbaşı komutasındaki 40 askerin hikayesi. Sınır nedir, neresidir bilmezdi çoğu. Emir almadıkları, emir de vermedikleri bir hayattan, her şeyi emirle yaptıkları bir hayata geçtiklerinde sınırları da gördüler. Karabal Tepe’de günlerce, aylarca beklediler. 85

Yukarı Bak (Up)

Yönetmen: Pete Docter, Bob Peterson Senaryo: Bob Peterson, Pete Docter Oyuncular: Christopher Plummer, John Ratzenberger, Edward Asner ile Delroy Lindo Gösterim Tarihi: 16 Ekim Konu: Hayatı boyunca yaşamak istediği macera hayalini gerçekleştirmek için evine binlerce balon bağlayıp Güney Amerika’nın vahşi doğasına doğru yolculuğa çıkan 78 yaşındaki baloncu Carl Fredricksen’ın hikayesinin anlatıldığı yeni bir komedi. Ancak Carl, yolculuğa başladıktan sonra en büyük kabusunu da yanında götürmekte olduğunu fark eder: fazlasıyla iyimser, doğa kaşifi 8 yaşındaki Russel’ı.

Kolpaçino: Bir Şehir Efsanesi

Yönetmen: Atıl İnaç Senaryo: Suat Özkan, Kaan Ertem, Şafak Sezer Oyuncular: Şafak Sezer, Aydemir Akbaş, Hakan Ural, Ali Sürmeli Gösterim Tarihi: 29 Ekim Konu: Birbirine kenetlenmiş 7 kişinin bir günde başına gelenler.Temposu ve kurgusuyla şaşırtıcı bir hikaye: “Para darphanede basılır, imzası atılır, banknot yapılır, deste deste akar gider. Milyonlarca temiz, milyonlarca pis el değer. Anlatılmaz bir sevgisi, anlatılmaz bir acısı vardır. Dünyada para için istenilecek en güzel dilek pis tarafını tutmamaktır, eğer tutarsan...” t 10/09


Surrogates

Yรถnetmen: Jonathan Mostow Senaryo: Michael Ferris, John Brancato Oyuncular: Bruce Willis, Radha Mitchell, Rosamund Pike, James Francis Ginty

Suretle Suretler

86


Bildiğiniz üzere bu ayki sayımızın konsepti “Sanal mı? Gerçek mi?”… Bu soruya doğru cevabı vermek çok da zor olmasa gerek. İşte karşınızda cevabın neden “gerçek” olması gerektiğini kanıtlayan bir film: “Suretler”… Başta Hollywood olmak üzere, dünya sinemasına damgasına vurmuş, muzır gülüşlü, çapkın bakışlı usta aktör Bruce Willis’in başrolünde yer aldığı bu adrenalin dolu aksiyon film, sanal dünya ile gerçeği arasında kurulan temelsiz bağı kıran bir öngörüyü açık ediyor. Atlanta’daki Top Shelf Yayınevi’nde çalışan acemi bir yazar olan Robert Venditti’nin hayal dünyasından çıkan minik bir fikir, milyonlarca dolarlık bir Hollywood filmi olarak karşımızda… Konusuna gelince… FBI ajanları (Bruce Willis ve Radha Mitchell) bir üniversite öğrencisinin gizemli cinayetini araştırmaktadır. Bu öğrenci, insanların kendilerinin kusursuz robot versiyonlarına sahip olmalarını sağlayan yüksek teknoloji ürünü suret olgusunun yaratıcısı olan kişiyle bağlantılıdır. Sağlıklı, iyi görünümlü ve uzaktan kumandalı makineler olan suretler, insanların yerini almakta ve böylece insanların evlerinin rahat ve güvenli ortamından çıkmadan dışarıdaki hayatı yaşamalarına imkan tanımaktadır. Cinayet beraberinde bir cevap arayışını getirir: Maskelerle dolu bir dünyada kim gerçektir ve kime güvenebilirsiniz? En son “Terminatör 3” le karşımıza çıkan dolayısıyla insan görünümlü robotlarla ilgili bir filme alışık olan Jonathan Mostow, yönetmen olarak tüm hünerlerini ortaya koymuş. Bruce Willis’in, -ki artık oyunculuğunu burada yorumlamak bile hata olacaktır diye düşünüyorum- yüksek performansı, yönetmenin oluşturduğu mekanik-sanal-teknolojik ortamla birebir kaynaşınca ortaya tadından yenmez, seyrine doyum olmaz bir eser çıkmış. Filmin internet sitesini de incelemenizi tavsiye eder, ay boyunca bol bol sinemaya gitmenizi salık veririm. n

er 87

bir

10/09


Evde Hatunla İzlenebilecek Filmler

Fırat Sayıcı

GERÇEK MASALLAR (BEDTIME STORIES) TIGLON (2008) Yönetmen: Adam Shankman Oyuncular: Adam Sandler, Carmen Electra, Guy Pearce, Keri Russell, Courteney Cox, Lucy Lawless, Jonathan Pryce Sketeer Bronson, kız kardeşinin çocuklarına bakıcılık yaparken, onlara yatmadan önce kendisinin de içinde kahraman olarak geçtiği masallar anlatmaya başlar. Hikayelerden büyülenen çocuklar da kendi fikirlerini bu kahramanlar ve şövalyelerle dolu masallara eklerler. Fakat birden sihir kendini gösterir. Bu masallar, Sketer’ın hayatının mutlu sonunu RACHEL EVLENİYOR (RACHEL GETTING MARRIED) SONY BMG (2008) Yönetmen: Jonathan Demme Oyuncular: Anna Hathaway, Rosemarie De Witt

bulması için tek tek gerçekleşmeye başlar. Wingman der ki; tüm kızlar masallara bayılır. Öyleyse, masallar üzerine kurulan bu sıcacık film, kız arkadaşınıza da iyi gelecek. Ama tabi kız arkadaşınızın filmi seyrederken kendi masallarıyla sizi sıkmasını istemiyorsanız, temkinli davranın… içten, zeki ve zaman zaman eğlenceli portresini çiziyor.

Wingman der ki; bir taşla iki kuş vurabileceğiniz bir film… Kız arkadaşınız film boyunca aile müessesinin derin Kym, kız kardeşi Rachel’ın düğünü için ailesinin sorunlarıyla uğraşadursun, evine geri döner. Beraberinde kişisel krizleriyle siz de başta Anne dolu bir geçmiş, karmaşık aile ilişkileri ve bir trajedi Hathaway olmak üzere getirir. Düğün çiftinin partisinde, arkadaşları ve aile güzel kızlarla hoş vakit yakınları eğlenceli bir ziyafet, müzik ve aşk dolu bir geçirin. Unutmayın davet için haftasonu bir araya gelirler. Kym hariç. anahtar cümle şu; “Senin Kym’in iğneli sözleri tüm ailenin gerilmesine sebep kadar güzel olmasa da, olur. Zengin karakterlerle dolu olan Jonathan Anne Hathaway de hoş Demme’in bu etkileyici filmi, aile dinamiklerinin hatunmuş yahu…” 10/09

88


Evde Hatunla İzlenemeyecek Filmler HELLBOY 2 (HELLBOY II: THE GOLDEN ARMY) KANAL D HOME VİDEO (2008) Yönetmen: Guillermo del Toro Oyuncular: Ron Perlman, Thomas Kretschmann, John Hurt, Selma Blair Hellboy yeni macerasındaki kötülükle mücadelesine patronundan gelen görev emriyle başlar. Görevi veren kuruluş, kısa adı B.P.R.D. olan Paranormal Araştırma ve Savunma Bürosu’dur. Çok gizli kimliği olan bu kuruluş, 1943 yılında Roosevelt tarafından kurulan ve dünyayı kötülere karşı savunmak için gizli teknoloji, esrarengiz güçler ve başka

89

dünyalardan varlıklardan oluşan ajanlar şebekesiyle çalışan bir kuruluştur. Hellboy daha çok pirokinetik kız arkadaşı Liz Sherman, çok sevdiği kedileri, purosu ve biralarıyla birlikte çalışmayı tercih eder. Ancak bu kez kaderin onlar için daha büyük planları vardır. Wingman der ki; kadınların çoğu fantastik dünyadan ve dolayısıyla fantastik filmlerden hoşlanmazlar. Hele ki söz konusu Hellboy gibi çirkin bir süper kahramansa… Bu filmi seyretmek için kafa dengi birkaç arkadaşınızı bekleyin.

ZOR KARAR (BANGKOK DANGEROUS) SONY BMG (2008) Yönetmen: Oxide Pang Chun, Danny Pang Oyuncular: Nicolas Cage, Shahkrit Yamnarm

edici güzelliklerinde ilerlemeye çalışan Joe kendi varoluşunu sorgulamaya başlar. Surat’ın katliam zamanının geldiğini düşündüğü sırada Joe artık değişmiş, bambaşka birisi olmuştur.

Joe, Surat adlı acımasız suç patronunun dört düşmanını öldürmek üzere Tayland’ın başkenti Bangkok’a iner. Burada kendisine yardım etmesi ve yol göstermesi için Kong adlı bir dolandırıcıyla anlaşma yapar. İşini tamamladıktan sonra onu da öldürüp izleri yok etmeyi planlamaktadır. Bu arada yerel bir dükkanda çalışan sağır ve dilsiz bir kıza adım adım aşık olacaktır. Bangkok kentinin sarhoş

Wingman der ki; B sınıfı bir aksiyon.Tek farkı içinde saçları jöleden gözükmeyen bir Nicolas Cage var. Kafa yormadan film izlemek için birebir, ancak kız arkadaşınızla çekilmez olacaktır. n 10/09


Ziyan

“Sahip olduğum bütün deriye içeriden yaslanacak kadar büyümüş olan ışık küresi, gözlerimden taşmasın diye kapaklarını indirdim.” Ziyan Her cümleyi bir kitap ağırlığında kurabilen adam Hakan Günday’ın yeni kitabı sonunda sevenleriyle buluştu. Doğan Kitap’tan çıkan “Ziyan”, okuyanı da ziyan edebilen bir roman. Günday’ın tarzını bilenler senelerdir beklediklerinden fazlasını bulacaklar bu kitapta.Yeni tanışanlar ise hemen gidip diğer romanlarını alacaklar. 2007’de basılan “Azil”den beri kendisinden yeni bir roman bekleyen diğer okurları ne düşünür bilemem ama bence yazarın şu ana kadar yazdığı en güzel kitap “Ziyan”. Kelimelerle, hatta harflerle, hatta noktalama işaretleriyle dans eden, okuyanın ruhuna işleyen, IQ şovu yapan bir yazardan bahsediyorum. İnanın okumamak size çok şey kaybettirir. “Ziyan”, önceki romanlarından çok daha olgun, çok daha detaylı. “Kinyas ve Kayra”dan sonraki en muazzam, en sert finale sahip. Hikaye Kurtuluş Savaşı ile günümüz arasında gidip geliyor.Yazarın aynı zamanda Muş’ta uzun dönem askerlik yaptığı bilgisine de dayanarak, dürüst ve gerçekçi bir hikaye olduğunu da söyleyebilirim. Dilinin kemiği olmayan ve olmadığına da şükrettiğimiz Günday, asker ocağını anlatırken, eksi yirmi altı derecede nöbet tutan asker kadar üşüdüğünüzü hissedebilirsiniz. Onun kadar yorulabilir, onun kadar kinlenebilirsiniz. Çünkü Hakan Günday “Ne hissettiğimi anlatacak kelimeleri bulamıyorum.” anlarındaki kelimeleri bulabiliyor. “Azil”de hafif de olsa yaşadığım hayal kırıklığını öyle bir bertaraf etti ki, uzun süre yeni bir kitap okuyamayacağım için tekrar “Azil”i okuyabilirim. Hatta ve hatta diğerlerini de… Zira “Hatırlıyorum, ne gerek var tekrar okumaya?” tarzı değildir Günday’ın kitapları. Oku oku doyamazsınız. Her cümleyi sindirmek için gözlerinizi kapar, okumaktan ziyade hissetmeye de çalışırsınız. 10/09

Kitap: Ziyan Yazar: Hakan Günday Yayınevi: Doğan Kitap Zeynep Bonçe

Peki bu Hakan Günday nasıl oluyor da yeraltı edebiyatına kaçmadan alternatif bir dil yaratabiliyor? Çünkü aslına bakarsanız, karakterleri birçok “normal kitap”tan daha gerçek. Hatta şahsen Graham Greene veya Hitchcock karakterlerine benzetiyorum ben onları. Bir şekilde sürükleniyorlar olayların içine doğru ama aslında hiçbir şey pek de umurlarında değil. Yüzlerinde hep o şaşkın ama kabullenmiş bakış olduğunu hayal ediyorum. Ne kadar uçlarda görünse de aslında Günday’ın yaptığı sadece o bulunamayan kelimeleri bulmak ve onlarla canı istediği gibi oynamak. Onlara can vermek. Hem de okurun içinde… Yalnız şunu da belirtmek gerek ki, zamanının ötesine de kalacak kadar kaliteli bir kitap olmasına rağmen, günümüz için tehlikeli bir hikaye “Ziyan”. Bu nedenle de bir an evvel edinip, kenara koymanızı tavsiye ediyorum. Üst üste yasaklanan kitaplardan biri de bu olabilir. Bu kadar övdüm, hiç mi yok kötü yanları bu romanın? Elbette var. Eğer benim gibi az çok bir şeyler karalayan biriyseniz kendinize olan güveninizi kaybedebilir, çok okuyan biriyseniz de uzun süre başka bir kitap okuyamayabilirsiniz. Bozulan ruh haliniz de cabası… Ama bunların hepsine gani gani değer. “Ve delilerin canı, diğer insanlarınkinden farklı yanardı. Onlar yanan canlarıyla ısınırlardı. Onlar, ileriye uzattıkları ellerinin alev almış parmaklarının ışığında geleceği görürlerdi.” Azil 90


Yedinci Oğlun Sırrı

Ay boyunca bir sürü kitap okuyup, çoğunu paylaşmaya değer bulmamamın birincil sebebi maalesef başarılı yayınevlerinden çıkan ve yurtdışında büyük beğeni toplayan kitapların bile berbat çevirilerle okunamaz hale gelmesi. Artık okuduğum romanlarda yazarın yeteneği veya hikayenin güzelliğinin önüne geçen çevirmenin beceriksizliği, benim gibi birçok okurun canını sıkmaya başladı diye düşünüyorum. “Google Translater” ile çevrilip, basılmış gibi görünen kitaplara boşuna para vermek bir yana, belki de çok sevebileceğiniz bir yazardan da nefret etmenize yol açabiliyor çeviri hataları. Seneler önce Solohov ve Dostoyevski kitaplarında tanıştığım Hasan Ali Ediz’in, tek bir kelimenin bile Rus kültüründeki yerini anlatan yarım sayfalık notlarını hatırladıkça günümüz çevirmenlerine daha bir kızmaktan kendimi alamıyorum. Say Yayınları’ndan yeni çıkan Glenn Cooper’ın ilk romanı “Yedinci Oğlun Sırrı”, öncelikle bu kötü çeviri örneklerinden biri olmayarak kalbimi fethetti. Kitabın çevirmeni Merve Duygun’un, birkaç baskı hatası dışında, başarılı çevirisi ile keyifli bir roman,Yedinci Oğlun Sırrı. Glenn Cooper, Harvard Arkeoloji Bölümü’nden mezun olup çeşitli mesleklerde çalıştıktan sonra yapımcılığa soyunarak senaryo yazmaya başlamış. Neyse ki roman yazarlığına da el atarak,Yedinci Oğlun Sırrı’nı kaleme almış. Birçok eleştirmen tarafından beğeni toplayan romanın devamı niteliğindeki “Book of Souls” ise 2010’da yayınlanacak. Ailenin yedinci çocuğu olan bir taş ustasının 7 temmuz 777’de doğan yedinci oğlunun ve 2009’da emeklilik arifesindeki çapkın ve hafiften alkolik FBI ajanı Will Piper’ın hikayelerini, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Roswell ve 51.Bölge olaylarıyla başarılı bir şekilde harmanlayan bir roman var karşımızda. Dünyanın hazır olmadığı bir sır, New York sokaklarında bir 91

Kitap:Yedinci Oğlun Sırrı Yazar: Glenn Cooper Çeviren: Merve Duygun Yayınevi: Say Yayınları seri katil ve bütün bunların ortasında filizlenen bir aşk… Sanırım bir hikayenin tutması için gerekli olan formülün bütün bileşenlerini saydım. Gelelim kitabın benzerlerinden ne farkı olduğuna… Uzun zamandır Hıristiyanlıkla ilgili tarihi sırlarla bezenmiş maceralar okumak zorunda kaldığımız bir gerçek. Zorunda kalmak diyorum, çünkü basılan yabancı kitapların neredeyse yarısının konusu bu. “Da Vinci Şifresi”nin ülkemizde elde ettiği başarının ardından bu konulardaki eski romanlar bile tekrar basılmaya başlandı. Hepsinin üzerinde de aynı cümleleri görmeniz mümkün. “Dan Brown hayranları bu kitaba bayılacak.”, “Yeni bir Dan Brown doğuyor.”, “Dan Brown halt etmiş.”,vb… Hatta Da Vinci Şifresi’ni aynen alıp sadece isimleri değiştiren bir roman okuduğumu bile hatırlıyorum. Ama artık temkinli baktığım bu dini sır kitaplarının arasından sıyrılabiliyor,Yedinci Oğlun Sırrı. Zira ilk bakışta sanıldığının aksine dini bir sır yok işin içinde. Hikaye, lanet ya da kehanet olarak adlandırabileceğimiz bir olayın etrafında şekilleniyor. Ancak Dan Brown kitaplarına alışkın olanların, büyük bir sürpriz yaşamayıp, kitabın daha 50. sayfasında olayı çözecekleri de aşikar. Peki bu kötü bir şey mi? Hayır. Olay örgüsü, kurgusu ve özellikle karakterleriyle mükemmel bir maceranın içindeyken, sırrı baştan bilmek sizi rahatsız etmiyor.Yazarın diğer başarıları ise, diyaloglarındaki gerçekçilik ve öncelikle bir senarist olmasından kaynaklanan sinemasal anlatımı. Kendisi de yazarken hikayeyi bir film gibi hayal ederek yazdığını söyleyen Cooper’ın, bu konuda ne kadar başarılı olduğunu anlamak için, Yedinci Oğlun Sırrı’nı okumalısınız. Bitirdiğinizde o malum sırrı bilmenin nasıl bir şey olacağını düşünmekten kendinizi alamayacak ve bir an evvel “Book of Souls”u okuyup,Will Piper’la yeni bir maceraya atılmak için sabırsızlanacaksınız. t 10/09


Vampirlerden Kurtuluş Yok!

Dünyayı kasıp kavuran Alacakaranlık serisinin yazarı Stephenie Meyer, daha uzun süre bu genç vampirlerden ekmek yiyeceğe benziyor. Son çalışması, serinin kapaklarının basıldığı boş defterler olan yazar, Alacakaranlık Defterleri’ni kendi günlüklerinizi yazmanız için satışa sundu. Diğer yandan, Alacakaranlık serisine muadil olarak görülen P.C. Cast ve Kristin Cast’in Gece Evi Serisi’nin dördüncü kitabı olan “Vahşi” ülkemizde Pegasus Yayınları’ndan yeni çıkmışken, ana-kız yazarlarımız serinin altıncı kitabı “Temped”i 27 Ekim’de yayınlamaya hazırlanıyorlar.

Edebiyat Dünyasının Usain Bolt’u: Dan Brown 15 Aralık’ta Türkçe çevirisi Altın Kitaplar tarafından yayınlanması beklenen Dan Brown’ın beklenen romanı Kayıp Sembol’ün e-kitap versiyonu, e-kitap satış sitesi Shortcovers’ta rekor kırdı. Rekorun eski sahibi Alacakaranlık serisinin tamamından daha fazla satılarak yeni bir rekora imza attı.

Ustadan Farklı Bir Kitap

Yaşar Kemal’in son kitabı Binbir Çiçekli Bahçe Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Kitap, yazarın yarım yüzyıldır ısrarla, inatla, inançla dile getirdiği görüşlerini ve uyarılarını içeren yazılarını, konuşmalarını ve söyleşilerini içeriyor. Yaşar Kemal, 1961’den 2009’a uzanan çeşitli yazılarında, doğanın ve kültürün yozlaşmasındaki tehlikelerin altını çiziyor, bu sorunların kökenlerine dair saptamalarda bulunuyor ve çözüme dair öneriler sunuyor. 10/09

Arka KAPAK

2010 Kaftancıoğlu Öykü Yarışması 11 Nisan 1980 tarihinde evinin önünde uğradığı bir silahlı saldırı sonucu öldürülen, romanları, çocuk kitapları, öyküleri ve türkü düzenlemeleri ile Türkiye’nin yetiştirdiği en renkli aydınlardan biri olan Ümit Kaftancıoğlu adına düzenlenen öykü yarışmasında son başvuru tarihi 30 Kasım 2009. Ödüller, Kaftancıoğlu’nun 30. ölüm yıl dönümü olan 11 Nisan 2010’da düzenlenecek bir törenle sahiplerine verilecek.

Paulo Coelho ile Yine Yürekten Bir Yolculuk Ülkemizde de geniş bir hayran kitlesi bulunan Paulo Coelho’nun son kitabı “Kazanan Yalnızdır”, 1 Ekim’de Can Yayınları’ndan çıkıyor.Yazar, “Kazanan Yalnızdır”da “On Bir Dakika ve Zahir”de öne çıkan temalara geri dönüyor. İçinde yaşadığımız dünyada, lükse ve ne pahasına olursa olsun başarıya olan bağımlılığımızın, yüreğimizin sesine kulak vermemizi engellediğini anlatıyor. n

92


aner Mert C

iği est,Taylor s a l K st de Kanye“WBu ödüldiyerekala e W e ny k Ödüllerei’yne çıkadraakonundru.”bir skanddülünü a K r i B V Müzi ülü, sahn ül aslın e benze eosu” ö davet

Lily Allen’ı artık daha sık göreceğiz.

Şarkılarıyla olduğu kadar stiliyle de dikkat çeken Lily Allen, Chanel’in yeni markası “Coco Cocoon” çantalarının yeni yüzü oldu. Genç şarkıcının sık sık Chanel çantalarıyla medyada gözükmesi ve Chanel defilelerini takip etmesi de firmanın seçimlerini kolaylaştırdı. Kampanyanın fotoğrafları Ekim ayından itibaren dergilerde yer alacak.

Gemiler son kez sessizce kalktı.

Müzik camiasının en renkli isimlerinden Orhan Atasoy 17 Eylül’de yaşamını yitirdi. Sirozun ardından yakalandığı karaciğer kanseri sonucunda bir süredir bitkisel hayatta olan Orhan Atasoy, tedavi gördüğü ABD’de yaşama veda etti. 93

nı MT u öd ce d ı öd n vid neye ması 2009t’in aldığ hakkı, b daha önı ise “yılı ’i de sah amamla Swif ncé’nin ti. West, in yıldız a, Swift masını t Beyo esto et ı. Gecen çıktığınd n konuş prot atmışt ahneye n kesile imza k için s arafında u. alma , West t ncé old den edip en Beyo mler zliğini i i s i i istey yen dek essi vesin ve” ile s an çıkan ik r i z eşl ce’t sının e Lo ünya mü “On Emi Fran vokaliylestelerin d k i üz ’ın lbü e li ör, nik mta, yeni a/prodükt Rowlandısa süredsıyla bir on o r t k t Ele id Gue nsız DJ ’ı Kelly r’ ile k mana d ve Ak ibi Dav yor. Fra ilk single kes Ove ve”, tam Rowlan Estelle g bozumünün Love Ta “One Loor. Kelly illis ve kalleriyle albü i ‘When geçirdi. ne oluy , Chris Wrına vo ettiğ sini ele dine sah id Cudi a şarkıla zirvezlar geçi ill.i.am, K id Guett yıldı cinde w ler Dav hari üler isim ar. pop ediyorl eşlik

ve o l e n O

Mor ve Ötesi, Yeniden

Mor ve Ötesi, 25 Mayıs 2007’de Ghetto’da verdiği unutulmaz akustik konserin ikinci perdesinde 17 Ekim’de yine aynı mekanda, farklı bir repertuarla seyircisiyle buluşuyor. İki bölümden oluşacak konserin ardından, grup üyeleri Burak Güven ve Kerem Kabadayı’dan oluşan Da Producerz’in DJ seti, ve grubun katılacağı after-party bu özel gecenin unutulmazları arasında olacak. Bilet Fiyatı ise 56 TL. n

10/09


Celebration

“Best of”, “Greatest Hits” ve benzeri albümler yayınlayan grup / müzisyenlerin çoğunun, daha sonrasında müzik üretimi açısından sıkıntı çektiği, arada tek tük güzel işler yapmasına karşın o en iyiler albümünden sonra eski günlerini aratır hale geldiği, %100 kesinlik taşımamakla birlikte, gözlemleyebileceğimiz bir durum. Haliyle bu tip albümler beraberinde bir “kutlama” havası getirdiği kadar, bir tedirginlik de getirir.Yıllardır hit üzerine hit patlatmış, başarılı albümleri ip gibi dizmiş, hayatımızda şarkılarıyla hep yer almış bir sanatçıyı ya da grubu kaybetmek istemesek de gayet doğal şekilde o grup ya da müzisyen artık onunla ilk tanıştığımız halinin çok uzağındadır. Maddi olarak zirve yaptıktan sonra birçok müzisyen, “müzisyen kimliğini” bir kenara bırakarak “ticari bir kimliğe” bürünür ve her ticari kimliğin aklına gelebilecek ilk soru olan “Ne şekilde para kazanabiliriz?” sorusuna verilebilecek en kolay cevabı vermeyi seçer; ‘Bir Best of yayınlayalım...’ Bazıları ise bu “üretememe” ve buna bağlı olarak dinleyicilerinin beklentilerini karşılayamama sürecini biraz olsun geçirebilmek adına “Best of” yayınlama işine sarılır. İşte tam bu noktada Madonna (ve muhtemelen toplasak en fazla üç ya da dört isim daha) farklılaşıyor. 1982 yılından bu yana müzik yapan Madonna, gün itibariyle 51 yaşında ve yaptığı müziğin de gereği olarak onu en fazla -eskilerin tabiriyle “taş çatladığı” takdirde- 10 yıl daha sahnelerde görmemiz mümkün. (Her seferinde insanları yanıltan bir kadın söz konusu iken, bu tip iddialı cümleler kurmak ne kadar doğrudur, o da oldukça tartışmalı bir durum.) Buna karşın dünya turnelerinden en çok maddi kazanç elde eden Madonna’nın farklılaştığı durum, “dijital devrime” rağmen halen albümleri satan bir fenomen konumunda olmasına karşın insanlara sunduğu müzik açısından çıtayı düşürmeden belli bir kaliteyi tutturması ve mutlaka her albümünde hit şarkılar ile karşımıza gelebilmesi. Türkiye’de Emi Music Türkiye tarafından Ekim ayında yayınlanacak olan iki CD’den oluşan “Celebration” isimli 10/09

“Greatest Hits” albümünde yer alan iki yeni şarkıdan şu sıralar klibi izlenebilecek olan ve albüme adını veren “Celebration”ı dinlediğinizde bunu bir kez daha anlayabiliyorsunuz. Zira bu tip “Best of”larda “görkemli maziden” toplanılan şarkılar arasında yeni bir şarkının varlığı arada kaynayacak durumda olabilecek iken, Madonna sanki inadına yapıyormuş ve “Ben de hit şarkı bitmez” der gibi anında akılda kalan ve dans etme isteği uyandıran yeni bir şarkı ile tekrar karşımıza geldi. Albümün geneline bakıldığında ise diskografisine paralel şekilde ilerlediğini görmek mümkün. Madonna’nın 11 stüdyo albümünden seçilen şarkıların yanı sıra, iki yeni şarkı (Celebration ve Revolver) ve iki adet de soundtrack katkısı (James Bond serisinden “Die Another Day” ile aynı isimde olan ve Sigmund Freud’a “Analyze this!” diyerek meydan okuyan parça ve Austin Powers:The Spy Who Shagged Me için yapılmış olan klip- hafızası olanların aklına üstü açık bir arabada Myke Myers’ı baştan çıkarmak için her şeyi yaptığı eğlenceli şarkı olarak gelebilecek, Beautiful Stranger) yer almakta. Confessions on a Dance Floor’un ilk hit’i Hung Up ile başlayan iki CD’lik bu en iyiler albümü dinlendiğinde Madonna’nın müzik hayatının ne zaman sona ereceğiyle ilgili yine Madonna’nın bir şarkısı ile cevabı bulunması mümkünse o da hiç şüphesiz ki “Die Another Day” olurdu. Başka bir ifade şekli ile bu en iyiler albümü bir bakıma “ölümsüz”, zira çoğu dinleyici açısından salt “pop” olarak algılansa da iki CD bittiğinde Madonna’nın müziğinin nasıl olgunlaştığını ve çeşitlendiğini fark etmek mümkün. Dünya her geçen gün her anlamda daha da deforme olurken ve bunun hepimizin “izlediği” bir ortamda olduğunu düşünürsek, bizden sonraki nesillere yapabileceğimiz en büyük iyilik, onları dinlenmesi “gereken” müziğe, izlenmesi “gereken” filmlere ve okunması “gereken” kitaplara yöneltmek olabilir. Gelecekte sahip olmayı planladığınız çocuğunuz olması şart değil, etrafınızdaki herhangi bir çocuğun kültürel olarak daha iyi şekillenmesi için anlayabileceği yaşa geldiğinde ona bir kaç CD bırakmak dünyada bir iz bırakmanızı sağlayabilir. Benim bırakacağım (Müzik, takıntılı olduğum bir konu olduğundan ötürü, benim için “birkaç”ı geçecektir bu CD sayısı) CD ‘lerden birinin Madonna’nın “Celebration” albümü olacağından eminim. İster büyük bir Jazz hayranı, ister Metal fanatiği, isterseniz de Türkçe müzikten şaşmayan biri olun, Madonna’nın ve müziğinin tüm türlerin ve isimlerin üzerinde olduğunu unutmamakta fayda var. “Celebration” kusursuza yakın bir en iyiler albümü olarak arşivlerde ya da bir çocuğun müzik zevkine katkıda bulunmak üzere bırakılacak olan “ CD vasiyetlerinizde” yer almalı. n 94


95

10/09


10/09

96


TOSFED onaylı 760 metrelik “Gokart Arena” pisti İstanbul’da standartlara uygun en uzun pisttir. Markaları RİMO olan, Alman malı gokart’ların motorları 6,5 beygir ve 200cc’dir. Maksimum hızları saatte 50 km’dir. 12 yaşından 70 yaşına kadar kadın-erkek, yaşlı-genç herkesin keyif alacağı Go-Kart sayesinde, kendi aracınızla yapamadığınız hareketleri Beylikdüzü’nde bulunan Gokart Arena’da özgürce ve güvenle yapabilirsiniz. www.go-kartarena.com 0212.8502155 97

10/09


CrossOver

Foot & Travel

Deniz Kocaman

Newyork, Barselona, Paris, Berlin, St. Petersburg, Sao Paolo, Sidney, Milano, Tokyo, Cape Town, Kiev, Londra, Amsterdam, İstanbul…

Güzel şehirler, yağmurlu şehirler, sıcak şehirler, kalabalık şehirler, özgür şehirler, izlenen şehirler, eski şehirler... Çoğumuzun dünyanın çeşitli şehirlerini görmek isteği duyduğu anlar olmuştur ya da birçoğumuz bazılarını görmüşüzdür. Fenerbahçe, Dinamo Kiev, Arsenal, Kaizer Chiefs, Boca Juniors, Beşiktaş, Real Madrid, Livorno, Bayern Munich, Flamengo, Urawa Red Diamonds, Galatasaray, Milan, Zenith, Barcelona... Güzel takımlar, zengin takımlar, şampiyon takımlar, başarısız takımlar, borçlu takımlar...Ve yine birçoğumuzun şampiyon olmasını istediği, 5-0 kazanmasını beklediği, yenilince minimum biraz üzüldüğü takımlar... (Yukarıdaki satıra herkes aklına gelen ilk takımı yazabilir.) Şehirler ve Takımlar… Peki bu girişin sebebi nedir? Dünya üzerindeki bir noktaya ulaşma hızımız ve bilgiye ulaşma hızımız arttıkça yukarıda adı geçen takımların ve şehirlerin beklenmedik şekilde aynı cümlelerde beraber yazıldığını daha da fazla görmeye başlayacağız. Hayat hızlanıyor ve dünya giderek daha da küçük bir küre gibi görünüyor... Bunu çok duyduk değil mi? Peki bu klişe 10/09

futbolsal hayatımıza nasıl etki edecek? Böyle bir açılım yapmak yeterli veriler olmadığından gerçekten zor. Futbol takımlarının kendi kültürlerini oluşturma süreci en düşük tahminle 20 yıl civarı sürüyor diyebilir miyiz? Evet... (Paranın karıştığı yapılardan bahsetmek bu yazının işi değil elbet.) Eğer 20 yıl ileriye gidersek göreceklerimiz ne olacak? Sonuçta elimizde bir veri yok. Bu sebeple yazının bu kısmında benim hayal gücümle 20 yıl öteye gidiyoruz. Receptay Livorna’da 2010 İstanbul doğumlu Receptay artık 19 yaşındadır. Sevgilisinin ve kendi sevdiği takımların maçına gitmek için Haliç kenarındaki aile malikanesinden yola çıkar. Kısa bir araba yolculuğu ile nüfus yaşı kendisiyle aynı olan (rahme çok daha önce düşmüş olsa da) Türk Telekom arenaya varır. Maç başlar, goller olur. Hatta bir gol 9. hakemin kafasına çarpan bir top sonucu atılır.Ve maçı Livorno’yu rahatça 5-2 yenen sevgilisinin takımı River Plate kazanır. Evet, gelmek istediğimiz noktaya sanırım yaklaştık. Uydurulan hayali beğenmediniz. Peki yine de olur da River Seyrantepe’de maça çıkar mı? Daha da zoru kızımız Receptay, Livorno’yu tutabilir mi? 98


Dünya küçük… Yazımızın mantık çerçevesinde devam etmesini sağlayalım. Gelişen ve değişen koşullar eğer dünyayı küçültüyor ve her kültürü karıştırıyorsa, bugün mantıksız gelen birçok şeyin gerçek olabileceğini mutlaka düşündüğümüz olmuştur. Takımların güney Amerika’dan kalkıp burada maç yapması sadece uçakların hızlanması koşuluna bağlı değildir.Tabi ki bu olmazsa olmaz bir şarttır. Ancak sadece bir kupa finali olmamak koşuluyla İstanbul’da bir maça çıkacak İtalyan ve Arjantinli iki takım nasıl ülkemize gelir? Taraftarlar için... Osmanlar Newyorker Bugün futboldan biraz anlayan herkes Barcelona’nın nasıl güzel bir futbol takımı olduğunu ya da Real’in yıldızlardan oluşan takımının büyüsüne kapılmıştır.Takım tutmak anlatılması zor bir kavram, bu nedenle bunu anlatmak yerine kendinizin bunu hissediyor oluşu rahatlatıcı… Hepimiz Türkiye’de bir takım tutuyoruz. Bugün için herhangi birimizin Barcelona taraftarı olması pek gerçekçi gelmese de, 20 yıl sonrasının dünyasında Fenerbahçe ya da Galatasaray taraftarı olmak bugünün Antepspor’unu tutmak gibi bir durum olabilir. Futbolsal hayatımız önümüzdeki 20 yıl içinde gerçekten çok değişecek.Televizyonla yaşayan günümüzün, giderek gerçek hayattan uzaklaşıp sanal dünyada yaşayan bir yarın olduğu günlerden birinde, kızımın Galatasaray 6. golü yedikten sonra bana dönüp, ”Baba iyi ki Metrostars’ı tutmuşum, ne güzel yeniyoruz sizi.” demesini ister miyim? Bilmiyorum... n 99

10/09


Burak Göksel

Esneme Hareketleri

Bu ayki yazımda esneme çalışmalarından bahsedeceğim. Her idmandan önce mutlaka yapılması gereken bu hareketler bizim kas ağrılarımızın ve sakatlanma riskimizin azalmasını sağlayacaktır. Ayrıca fiziksel olarak da tüm vücudumuz rahatlamış olacaktır. İnsan vücudunun esnekliğini etkileyen bir takım faktörler vardır. Bunlardan biri yaştır.Yaşımız ilerledikçe eklemler esnekliğini kaybetmeye başlarlar. Bir diğeri, hareketsizliktir. Sabit durduğumuz zamanlarda esnekliğimiz gün geçtikçe azalır. Bağ dokular bu zaman içerisinde kısalır ve sonucunda da esnekliklerini kaybederler. Cinsiyet farkı da bu faktörler arasındadır. Kadınlar erkeklere nazaran daha esnektir.Ve tabi ki genetik faktörler… Herkesin esneklik oranları birbirinden farklıdır. Ama bu oranlar moralinizi bozmasın. Bu hareketleri illa ki bir antrenman sırasında yapmak zorunda değilsiniz. Mesela masa başı bir işiniz var. Eve geldiniz. 15 dakika esneme yaptıktan sonra güzel bir 10/09

100


duş sizi oldukça rahatlatacaktır. Peki nasıl yapacağız? Aşağıdaki tabloda bu esneme hareketlerini görebilirsiniz. Esnetme pozisyonumuzu alarak, alakalı esnetmeyi uyguladığımız kasımızda, gerilme olana dek harekete devam ediyoruz. Gerilim başladıktan sonra YAYLANMA OLMADAN 10-30 saniye arasında bu şekilde tutarak kasımızı gevşetiyoruz. Yaylanmalı çalışmalar kasın daralmasına ve sıkışmasına neden olur. Buna esnetme refleksi adı verilir. Önemli olan nokta esnetmeyi sakatlanma riskini azaltmak için yaptığımızdır.Yaylanmalı bir esnetme sakatlanma riskini arttırır.Vücudunuzda herhangi bir yırtık, fıtık vs. gibi problemler varsa esnetme çalışması yapmadan önce mutlaka doktorunuza başvurunuz. n

101

10/09


Revir

Röportaj

Tedavi Edilebilen Hastalık:

Reflü 1999’da kurulan ve sadece reflü odaklı çalışan bir Reflü Merkezi’nin bulunduğu Kadıköy Şifa Hastanesi’nin Genel Cerrahi Uzmanı, Op. Dr. Levent Eminoğlu, Robert Koleji’nden mezun olduktan sonra İstanbul Tıp Fakültesi’nde Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nı bitirip, İngiltere’de St. Thomas Hospital’da, New Jersey’de Robert Wood Johnson Üniversitesi’nde, Boston’da Harvard Üniversitesi’nde cerrahi intörnlüklerini yaptı. Uzun süredir de Kadıköy Şifa Hastanesi’nde hastalarına hizmet vermekte. Röportaj: Kayra Altınışık Fotoğraflar: Ahmet Topçu 10/09

Reflü denilince Türkiye’de akla ilk gelen isimlerden biri olan Op. Dr. Levent Eminoğlu’na bu hastalık hakkında merak edilenleri sorduk. Reflü nedir? Reflü, kelime anlamı olarak, geri akım demek.Vücudun diğer organlarında da reflü olarak bilinen hastalıklar vardır. Mesela ürologların ilgilendiği reflü, idrarın geri kaçmasıdır. Ama bizim ilgilendiğimiz reflü, mide içeriğinin yemek borusuna geri gelmesidir. Normalde hepimizin midesinde asit, safra ve pankreas enzimi var. Bizim buna gereksinimimiz de var. Çünkü yediğimiz şeyler bu şekilde sindirilir. Midenin buna karşı bir savunması olduğu için, midemize hiçbir zarar vermiyor. Ama eğer bir şekilde bu içerik, yemek borusuna doğru geri gelirse o zaman bir hastalığa dönüşüyor. Çünkü ne yemek borusunun, ne yutağın, ne ses tellerinin, ne de yukarıdaki herhangi bir organın bu içeriğe karşı bir savunması yok. Reflü hastalığı dediğimiz şey bu. Aslında hepimizde her gün reflü oluyor. Ama bu çok az miktarda olduğu için ve yemek borusu da ileriye doğru temizleme hareketiyle kendini temizleyip, zarar görmeden bunu aşağıya doğru ittiği için, hastalığa dönüşmüyor. Ama eğer çok sık olmaya başlarsa ve yemek borusu da kendisini koruyamaz hale gelirse o zaman buna reflü hastalığı denir. Neler reflüyü arttırır? Sigara, alkol (özellikle bira ve şarap gibi mayalı içkiler), baharat, kızartma, nane, çikolata, susam, kahve, gazlı içecekler temelde yatan bir sorun varsa azdırır ve reflüyü tetikler. Belirtileri nelerdir? Belirtilerini ikiye ayırmak lazım. Bir tipik belirtileri vardır, bir de atipik belirtileri. En sık rastlanılan belirti yanmadır. Midenizden göğsünüzün içine doğru çıkan bir yanma hissedersiniz. Ekşime olabilir. Ağzınıza acı, ekşi bir sıvı gelebilir. Geğirme sıktır. Ağız kokusu olabilir. Belli bir zamandan sonra yediğiniz şeylerin parçacıkları geri gelmeye başlar. Bunlar reflünün tipik bulgularıdır. Bunların yanında atipik bulgular da vardır. Mesela diğer 102


hastalıklarla karışan bir sürü reflü belirtisi vardır. Kulak burun boğaz hastalıklarıyla sıklıkla karışır. Buna LFR, yani Laringofaringeal reflü denir. Daha çok, kulak burun boğazla ilgili sorunlar ön plandadır. Gıcık öksürüğü vardır. Kronik faranjit, ses kısıklığı, kronik sinüzit, bunların hepsi kulak burun boğaz hastalıklarını takip eder. Ama nedeni reflüdür. Diş çürüklerine, ağız kokusuna neden olabilir. Bu nedenle diş hekimleriyle ilgili hastalıklarla da karışabilir. Öksürüğe neden olduğu için göğüs hastalıklarıyla da karışabilir. Eğer kroniklerşirse astıma neden olabilir. Özellikle gece öksürükleri ve gece astımının en büyük nedenlerinden birisi reflüdür. Eğer reflü bir mide fıtığına bağlı oluşuyorsa, bu sefer de kalp hastalıklarıyla karıştırılabilir. Çünkü mide fıtığı olduğu zaman diyaframda yapısal bir bozukluk var demektir. Bu da midenin göğüs içine doğru çıkmasına neden olur. Özellikle yemeklerden sonra mide, kalbe baskı yaptığı için çarpıntı ve kalbe baskı hissi olur. İnsanlar doğal olarak kalbiyle ilgili bir sorun olduğunu düşünür. Bu şekilde acile başvuran birçok hastamız oluyor. Peki, bu hastalılarla reflü arasındaki sınır belirgin midir? Mesela bir diş doktoruna gidildiğinde çürüklerinin sebebinin reflü olduğu hemen anlaşılır mı? Yoksa yanlış tedavi görenler oluyor mu? Oluyor tabi. Kulak, burun, boğazla ilgili olan şeyler genelde karışmaz. Çünkü onlar tipik bulgularıdır. Bana başvuran hastaların büyük bir kısmı kulak burun boğaza gitmiş, oradan reflü tanısı koyulup, bize yönlendirilmiş hastalar.Yani nedenini kendisi göremese de sonucunu görür. Sonucunda tipik olduğu için karışma çok fazla olmaz. Reflü dişte en çok mine kayıplarına neden oluyor. Çoğu kez başka tedaviler denenip işe yaramadığı görüldükten sonra hastalar bize geliyorlar. Yıllarca astım tedavisi gören hastalarımız da var. Zaten şöyle bir istatistik de var aslında, erişkin dönemde ortaya çıkan astımın %70’inin nedeni reflüdür. Erişkinlik döneminde ortaya çıkan astım mutlaka araştırılmalıdır. 103

Peki, hasta size ne zaman başvurmalı? İki şey önemli. Birincisi sıklığı.Yani bu hissettiğimiz belirtiler, iki ayda bir, üç ayda bir, bir gün olup geçiyorsa, çok ciddi bir şey olmasa gerek. Eğer sizin yaşam kalitenizi düşürmeye başladı ise, eğer her hafta bunu bir kez hissetmeye başladıysanız, o zaman araştırmak lazım. Benim bu güne kadar gördüklerim genelde kronik reflüler. Reflüsü yeni başlamış olanlar dahiliyede ilaçla tedavi ediliyor zaten. Ama eğer o kadar ilaca rağmen tekrar eder ya da rahatlamazlarsa biz o zaman devreye giriyoruz. Reflünün yaş ve cinsiyet grubu var mıdır? Bir yaşı yok. Kırk yaş sonrası insanlarda daha sık görülüyor. En çok elli yaş ve üstü kilolu erkeklerde rastlanıyor. Ama genel olarak bakarsak, 17 yaştan, 80 yaşa kadar hastamız var. Reflü tanısını koymak için ne yapıyorsunuz? Tanı için ilk yapılması gereken şey mutlaka gastroskopi. Bu bir endoskopi yöntemi. Bu bize yemek borusunun hasarını, evresini, mide kapağında sorun olup olmadığıyla t 10/09


ilgili tüm yanıtları veriyor. Gastroskopiden elde ettiğimiz sonuca göre iki test daha gerekebiliyor. Bunlardan birisi manometri. Manometri, yemek borusunun işlevi ile ilintili olup olmadığını gösteriyor. Bir yutkunma işlemi. 10 dakika sürüyor. Bir de pHmetri denilen testimiz var. O da 24-48 saat boyunca yemek borusunun içini kaydetmemizi sağlıyor. 24 saat boyunca yemek borusundaki ph’ı kayıt ediyor. Reflünün tedavisi nedir? Tedavisi nedenine bağlı. Çünkü reflü tek bir nedenden kaynaklanan bir hastalık değil. Reflü, yemek borusunun hareket bozukluğuna bağlı da oluşabilir, mide boşalımında sorun varsa da reflü olabilir. Mide kapağı dediğimiz mekanizma bozuksa, bu da bir reflü nedenidir. Ama kronikleşen reflünün %80’i mide kapağından kaynaklanan reflüdür. Benim de en çok gördüğüm bu grup. Üç tane tedavi şeklimiz var. Çok yeni başlamış ve düzey olarak çok düşük olan reflülerde ilaç tedavisi kullanıyoruz. 10/09

İlaç tedavisinde yapılan şey, bir midenin asit salgılama kapasitesini baskı altına almak, iki kullanılan şuruplar yoluyla yemek borusunun duvarını sıvayıp yukarı kaçan asitten ve mide içeriğinden korumak. Bu 1-2 aylık sürelerde kullanılıyor, hasta biraz rahat ediyor. Eğer ilaç tedavisini kullanıyor ve bir sorun kalmıyorsa zaten çoğu kez biz bir daha hastayı görmüyoruz. Ama eğer mide kapağı ile ilgili yapısal bozukluğa bağlı reflüyse, ilaç tedavisi kalıcı olmuyor. Şöyle anlatmak gerek; yukarıda bir mekanizma var. Bu mekanizmada yapısal bir sorun var. Mide asit üretiyor. Kronik yapısal bozukluğa bağlı reflüde sorun bu asidin fazlalığı değil, kalması gereken yerde kalmamasıdır. Ama ilaçla biz bu mekanizmayı onaramadığımız için diyoruz ki, sen bu asidi üretme, ben rahat edeyim. Ama hem bu kalıcı bir tedavi değil, hem de uzun dönemde sorun oluşturuyor. Özellikle hanımlarda kemik erimesi yapabiliyor. Karaciğer fonksiyonlarını ve sindirimi bozuyor. Ve bu ilaçları uzun dönem kullanırsanız, midenin asit üreten bezleri ortadan kalktığı için bu sefer mide kanseri riski artıyor. İkinci yöntemimiz endoskopik tedavi. Ağızdan girilerek endoskopi yapılır gibi yapılan tedaviler. Bunun için yeni teknikler geliştirildi. Üç sene öncesine kadar, beş ayrı firmanın ürettiği, beş ayrı cihaz kullanılıyordu. Bunların hepsi aşağı yukarı terk edildi. Bizim uyguladığımız yöntem çok medeni bir yöntem olan Plicator. Yaptığımız şu; ağızdan giriyoruz, mide kapak mekanizmasını midenin içinden dikiş koyarak onarıyoruz. Aslında cerrahide yapılan şeyi endoskopide taklit ediyoruz. Yaklaşık 15 dakika sürüyor. Sonra hastayı 2-3 saat dinlendiriyoruz ve evine gönderiyoruz. Ama bunun kısıtlamaları var. Mide fıtığı olan insanların fıtığının 3cm’den fazla olmaması gerekiyor. Yemek borusunda hücresel değişimin olmamış olması gerekli ya da üçüncü evreyi geçen bir hasar olmamalı bu hastalarda. 18 yaşından büyük olmamalılar ve gebe olmamalılar. İstatistiksel olarak %70-75 arası bir başarı oranı var. Üçüncü yöntem laparoskopik cerrahi onarım. Karında yarım santimlik küçük noktalardan giriliyor. Yaklaşık yarım saat sürüyor. Tabi ki ekibin ve cerrahın deneyimine göre değişen 104


bir süredir bu. Bizim ortalamamız yarım saat. Diyaframda bir sorun varsa, mide fıtığı varsa öncelikle onu onarıyoruz. Ondan sonra o halka hareketinin yapılmasını sağlayan fundoplikasyon denilen bir işlem yapıyoruz. Hasta yalnızca bir gece hastanede kalıyor. Bir hafta sonra tamamen normal hayatına dönmüş oluyor. Dünyada tüm büyük serilerde laporoskopik onarımda başarı oranı %90’ın üzerinde, bizim serimiz yaklaşık 1250 olgu ve başarı oranı %94’tür.

itibaren kanser başlamıyor. Bunun da basamakları var. Önce metapilazi denilen şey oluyor. Bu, hücrede kötü huylu olmayan değişim demek. Burada hala bir zamanımız var. Sonra dispilazi denilen evre geliyor. Ondan sonra kanser aşaması geliyor. Metapilazi evresinde olan bir insanın normal bir insana göre yemek borusu kanseri olma riski 120 kat artıyor. Takipte en önemli süreç de bu.

Kadıköy Şifa Hastanesindeki Reflü Merkezi’nde anlattığınız bütün bu tedaviler yapılıyor. Peki, Bu yöntemlere neye göre karar veriliyor? dünyada bu konuda daha gelişmiş yöntemler Burada hastanın seçimi önemli. Genç bir hastaysa, çok var mı? uzun süre ilaç kullanmak istemiyorsa, mide fıtığı varsa, Barrett’le ve değişimle ilgili, en son teknoloji Barrx denilen ileri dönem bir yemek borusu hasarı varsa, o zaman bu bir teknoloji. Barrx radyo frekans yöntemi demek. Yine hastalarda cerrahi onarıma yöneliyoruz. Çünkü en kesin, endoskopik olarak giriliyor. Oradaki değişim radyo frekansı en kalıcı tedavisi bu. İlacı da seçebilirler tabi, ama ilacı verilerek temizleniyor. Biz bunu burada uyguluyoruz. kullandıkları sürece rahat edeceklerdir. Bıraktıkları zaman Hatta ilk uygulamasını da biz yaptık Türkiye’de. Bu da çok tekrar aynı sorunları yaşayacaklardır. yüz güldürücü bir yöntem. İleriye dönük olarak çok şey Tedavi zamanında ve gerekli şekilde yapılmazsa ne olur? bekleniyor. Reflü insanın yaşam kalitesini bozan bir hastalıktır. Biz öncelikli olarak reflüyü bitirmeye çalışıyoruz. Hem hissettiğiniz yakınmalar nedeniyle, hem de bunları Değişimin nedeni o çünkü. Eğer cerrahisi gerekiyorsa yaşamamak için yaşamınıza getirdiğiniz kısıtlamalar cerrahisini yapıyoruz. Reflüyü bitiriyoruz. nedeniyle... Birçok şeyi yiyemiyorsunuz, yatmadan önce bir Zaten baktığımız zaman %70 oranında metapilazi yok şey yiyemiyorsunuz ve düz yatamıyorsunuz, vs... Ama bunun olmuş oluyor. Kendiliğinden gerilemiş olduğunu görüyoruz. yanı sıra çok önemli bir şey daha var. Eğer reflü hastalığı Eğer gerilemezse o zaman Barrx uyguluyoruz. Barrx de en kronikleşmişse ve siz bunu zamanında ve yeterli şekilde fazla 15-20 dakika süren bir işlem. Radyo frekansı verildiği tedavi etmezseniz, o zaman yemek borusunda değişim zaman, 1mm derinliğindeki bir doku çok yüzeysel olarak başlıyor. Çünkü yemek borusu asitle karşılaşmak için radyo frekansla yakılıyor ve dökülüyor. Zaten reflüyü de yaratılmış bir organ değil. Ve sürekli böyle bir şey olduğunda, daha önce onardığımız için alttan gelen doku daha sağlıklı geliyor. n kendini korumak amacıyla mide hücresine dönmeye çalışıyor. Çünkü mide hücresinin bunlara karşı bir savunması Daha detaylı bilgi almak isteyenler nereden alabilirler? var. Ama genetik kodlamasında böyle bir şey olmadığı için, yemek borusu kanseri riskini çok ciddi derecede arttırıyor. www.reflunedir.com diye bir sitemiz var. Bir de 0216 542 56 76 numaralı reflü danışma hattımız var. Oradan da bize Uzun dönem süren reflünün en ciddi sonucu budur. Batı ulaşabilirler. Gelen başvuruları da 48 saat içinde yanıtlıyoruz. toplumlarında yapılan istatistiklerde son zamanlarda en Sanıldığının aksine reflünün, özellikle yeni yöntemler sayesinde, çok artan kanser türünün bu olduğu belirlenmiştir. Ve bu kolayca tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu belirten Op. Dr. tamamen reflüye bağlı bir oluşumdur. Hücre değişimine Levet Eminoğlu’na verdiği bilgiler için çok teşekkür ederiz. barrett diyoruz. Hücre değişmeye başladığı andan 105

10/09


Gurme’k

Hasan Simavi

10/09

Kaz Ciğeri

Türkçeye Kaz Ciğeri diye geçen bu yiyecek aslen hem kaz hem de ördekten elde edilir. Orijinal adı Foie Gras olan ve “yağlı karaciğer” anlamına gelen Kaz Ciğeri, kazları ve ördekleri zorla besleyerek elde edilen lezzetli, yağlı, yumuşak bir Fransız yiyeceğidir. İlk kez M.Ö. 2500 yılında Mısırlılar, göçmen kuşları zorla beslemişler ve karaciğerlerini yemişlerdir. Artık sadece kazlar ve ördeklerde kullanılan bu yöntem sayesinde karaciğerin yağ bağlaması ve bu muhteşem lezzete kavuşması sağlanmaktadır. Kuşlar dört ay boyunca normal beslendikten sonra kesilmeden önceki 20-30 gün boyunca kilitli kafeslerde ağızlarına huni sokularak zorla beslenirler. Hatta bazı bölgelerde, boğazlarından aşağıya alkol ve yağ dökülerek siroz edildiklerine dair rivayetler vardır. Tabi bu işleme hayvan hakları savunucuları karşı çıkmaktadır. Birçok ülkede artık daha insani yöntemler uygulandığı belirtilse de, zoraki besleme kaz ciğerinin üretilmesinde şart olduğundan, bu iddia pek de inandırıcı değildir. Fransız yasalarına göre ciğerin Foie Gras sayılabilmesi için ördek ciğeriyse 300 gr, kaz ciğeri ise de 400 gr.’dan ağır olması gerekmektedir. En büyük üreticisi halen Fransa olan Kaz Ciğeri çeşitli şekillerde sunulur. Az pişmiş veya pişmemiş şekilde sunulan bütün ciğer, taze olarak bulunması en zor olanıdır. En kolay bulunanları ise pate, parfe veya mus halinde olanlarıdır. Marketlerde konserve halinde de bulunabilen bu ürünleri alırken en az 50%’sinin Kaz Ciğeri olduğuna dikkat ediniz. Ülkeye göre hazırlama şekli de çiğ, soğuk ya da sıcak olarak değişir. Özellikle yanında siyah trüf mantarı ile servis edilir. Halen özel günler dışında bulunması kolay olmayan Kaz Ciğeri’ne rağmen ördek ciğeri daha kolay ulaşılabilir ve daha ucuzdur. Ancak tadındaki hafif acılıktan dolayı asla Kaz Ciğeri’nin yerini tutamaz. Kaz ciğeri’nin 200 gramı neredeyse 1000 kaloridir. Çoğunlukla yanında tatlı bir şarapla tüketilen Foie Gras’nın, pişirilme yöntemine göre şarap seçimi de değişebilir. 200 gram Kaz Ciğeri’nin ortalama fiyatı 120 TL.dir.n

106


ya da

Arnavut Ciğeri

Gur me’mek

Arnavutluk’ta bilinmeyen bu yiyecek dana ve koyun ciğerinden de yapılır ama en çok tercih edileni kuzu ciğerinden yapılanıdır. Orijinal adı da Arnavut Ciğeri’dir ama Arnavutlarla hiçbir alakası yoktur. Kuzuları istedikleri kadar besleyerek elde edilen az yağlı, çıtır çıtır bir Türk mezesidir. Tarifi Osmanlı dönemine kadar gider. Daha öncesinde de çeşitli hayvanların ciğerlerinden yemek hazırlandığı bilinmektedir. Az yağ ve bir tutam karbonatla kızartılanı makbuldür. Ciğer ne kadar ufak doğranırsa o kadar lezzetli olur. Ciğerin daha lezzetli olması için kuzuları vahşi yöntemlerle doyurup çatlatmaya gerek yoktur. Kuzular kesilene kadar otlayıp, zıplayarak mutlu mesut yaşarlar. Bu nedenle de hayvan hakları savunucuları pek seslerini çıkarmazlar. “Kuzu küçüktür kesilmez.” diyen birkaç kişi olsa da, onlar da kuzu ciğerinin tadına bakınca bu davadan vazgeçerler. Türk yasalarında Arnavut Ciğeri’nin yeri yoktur.Yasalarda yemekten bahsetmek zaten pek mantıklı değildir. Türkiye’de Arnavut ciğeri bazı lokantalarda tavuktan bile yapılır. Yasalarda bu yasaklansa, düşük gelirli vatandaşlar Arnavut Ciğeri’nden mahrum kalırlar. Türkiye’de her yemek her bütçeye göre adapte edilebilir. En büyük ciğer üreticisi diye bir yer yoktur. Hayvan kesilen her ülkede ciğer de yenilir. Arnavut Ciğeri’nin en sık yapıldığı ülke ise Türkiye’dir. Marketlerden falan almaya da gerek yoktur. Zaten ucuzdur. Gidip güvendiğiniz bir yerde yeseniz daha mantıklı olur. Ülkemizde Arnavut Ciğeri, yanında soğan, sumak ve maydanozla servis edilir. En çok rakı mezesi olarak kullanılsa da, ekmek arası da çok güzel olur. Una ve kırmızı bibere bulanarak kızartılan Arnavut Ciğeri, sakatat sevmeyenlerin bile baş tacı olacak kadar lezzetli bir yemek olup her türlü sofrada kendine yer edinmiştir. Bir porsiyonu yaklaşık 300 kaloridir.Yanında rakı da içebilirsiniz, kola da. O sizin bileceğiniz bir şeydir. Hem sıcak hem de soğuk tüketebilirsiniz. Köftecilerin çoğunda yeme imkanı bulabileceğiniz Arnavut Ciğeri’nin bir porsiyonunun ortalama fiyatı 7 TL.dir. n

107

10/09


we

LOG Cornelius

Deja Vu Mu Sandın? Keko gibi kaldın Şarkı haklı: Başlangıçta her şey “Ben bu filmi görmüştüm.” hikayesinden ibaret gibiydi. Çok af buyur aynı dışkıyı farklı bir renge boyadılar ve önümüze bırakıp kaçtılar diye düşünmüştüm. Fakat zaman geçtikçe “Twitter” büyüdü, serpildi ve sanki mahallenin çakal gençlerinin etrafında raks ettiği, mahallenin gülü misali bir hava yakaladı ve belki henüz Facebook için olmasa bile Blogger için ciddi bir tehdit olduğu söylenebilir. Her ne kadar farklı amaçlar için kullanılıyor gibi gözükse de, birçok blogun kullanılma sebebi olan günce olma özelliği, Twitter’da daha sadeleştirilmiş şekilde (Bir sms mesajından daha kısa: 140 karakterlik) bir yazı alanı ile karşımıza çıkarıldı ve bir nevi “spontane blog” ile karşılaştık. Günlük hayatta yoğun iş ya da sosyal hayat sebepleriyle blog yazmaya vakit ayıramayan insanlar (ve özellikle ünlü tayfası) için Twitter bir anda ilaç gibi geldi ve “İnsan kolayını bulunca zoru hemen bırakıyor.” durumunu bir kez daha yaşadık. Uzun zamandır bir blog yazarı olarak yazdıklarımla ilgili aldığım yegane eleştiri şuydu: “Çok uzun yazıyorsun”. Kabul edelim ki uzun yazı okumayı, hele hele benim yazdığım gibi zırva ve uzun yazılar okumayı çoğu insan cazip bulmuyor. Ve hatta çoğu insan okumayı da cazip bulmuyor. (Don’t you ever read?) Twitter’la ilgili okuduğum yazılarda ekseriyetle karşılaştığım “Dikizlemeyi 10/09

seviyor insanlar ve teşhiri de seviyor o yüzden aldı yürüdü.” gibi bir tutumdu, ancak bu “kısa ve öz blog” olabilme durumu da Twitter’ın bu popülaritesinde önemli bir etken. Daha ziyade “Şu anda ne yapıyorum?” temalı bir amacı olabilir. 140 karakter dahilinde aklınıza gelen herhangi bir şeyi de öksürmeniz mümkün. Bunun yanı sıra Twitter bu kolay iletişim sağlama yönüyle de Shaquille O’neill’dan Britney Spears’a, Burcu Esmersoy’dan Ahmet Hakan’a kadar ünlüler geçidi tadını yakalamış durumda. (Belki de ben bu satırları yazarken Banu Alkan bir Twitter üyeliği almış ve ilk Tiviti olarak “Sarı bikinimle havuz kenarında parmak uçlarımla yürüdükten sonra diskoteğe gidip, Engin Koç ile “Life is Life” eşliğinde dans ediciğim” yazmış olabilir.) Ayrıca CNBC-e izlerken ekranın tepesinde birden bir yazı belirip “CNBC-e’yi takip edin: twitter.com/cnbcetv” yazısını görebiliyor, Net üzerinden David Lynch’le ilgili bir yazı okurken David Lynch’in Twitter üyeliğinden refere edilen bir cümle ile karşılaşabiliyoruz ve bu durum da şüphesiz ki Twitter’ı daha da bir cazibe merkezi haline getiriyor. Diğer internet sitelerinde göremediğimiz, görsek de bize mesafeli olan tüm bu ünlü tayfası ne hikmetse (Basit ara yüz ve komplike siteleri çözememeleri midir sebep, diye düşünmeden edemiyor insan.) kendilerine sorular soran, 108


n... Tividine Tividine Tividine Bandım. yorumlar yazan tanımadığı bir çok insana zaman ayırıyor, cevaplar yazıyor ve hatta fikir danışıyor. Basit bir örnek vermem gerekirse, Facebook’tan arkadaşlık teklifi yolladığım Mustafa Topaloğlu’ndan yanıt alamazken (Ciddiyim bu söylediğimde.), onun “Velkam Tu Prezidensi” dizeleriyle karşılama amaçlı şarkılar yazdığı Obama’yı Twitter üzerinden “Şimdiiii Pentagon’a geldim”,”Kanka bakma dışardan gözüktüğü gibi değil zor iş Amerikan başkanlığı”, “@ MichelleObama O zaman akşama pide alıp geliyorum Beyaz Saray’a, başka alınacak bir şey varsa cepten alolaşırız.” gibi tivitlerinden ne naneler yediğini takip edebiliyorum. (Çok az farklılıklar olabilir, inanmayan Obama’nın Twitter sayfasına girip baksın.) Bu da beraberinde garip bir çelişkiyi doğuruyor: Hani özel hayat, özel hayat diye kendinizi yırtıyordunuz “camia insanları”? Ben iletileri sadece takip edilmesine izin verdiği kişilere açık olan iki ya da üç ünlü gördüm Twitter’da, gerisi olduğu gibi yardırıyor “Nişantaşı’nda kahve keyfi”,”Alışverişe çıkmalıyım”, vesaire... (Alışverişe çıkmalıyım diyen şahsın da gideceği yerler belli zaten, market alışverişini kastetmiyor o şahıs, ver elini Kanyon, vur gözüne Metrocity, takılacaktır muhtemelen ve bu ikisinden birinde, büyük ihtimal bu kişiyi orda görmen mümkün.) Sonuç olarak Twitter’ın uzun vadede Blogger’ın yerini alması pek mümkün gözükmüyor (Kaldı ki Facebook duruma 109

çoktan uyanıp “Facebook Lite” adlı Twitter-vari bir çalışma içerisine girdi bile) ancak “kısa ve öz blog ve hatta mümkünse 140 karakter bana kafi.” diyenler açısından eğer ki abartılmayıp “Lahmacun yiyorum.”, “Of çok geldi bir soda içeyim.”, “Soda iyi geldi ağır geğirdim ama rahatladım.” haline sokulmadığı takdirde eğlenceli ve pratik bir günce tutma aracı gibi gözüküyor. Belki de üç vakte kadar WeBlog köşesinin yanına bir de Twitter köşesi ekler ve eğer ki dediğim gibi “saniye saniye yaşantım”dan ziyade, siteyi blog gibi kullananların sayısında artış olursa bize ulaşan üyelerin 5’er 10’ar tivitini de yayınlarız, kim bilir? (Ben bilmem Genel Yayın Yönetmeni bilir.) Esas konumuz bloglar olmaya devam tabi ki, bu ay da iki adet şahane blogtan iki güzel yazı seçtik. Yazısı yayınlanan Blogger’ların Twitter üyeliği var mıdır peki? Söylemem. “Onu da Twitter tarihçisi bulsun”. (Orhan Veli’nin mezarında kemikleri sızlıyor bu cümleden sonra, duyuyor musun?) Bizim de dergi olarak böyle bir naneden eksik kalmamız mümkün müydü peki? Tabi ki değildi: www.twitter.com/wingmandergi. Bizi “takip edin”. Önümüzdeki ay görüşmek üzere. “Siz de dergimizin “WeBlog” bölümünde yazılarınızın yayınlanmasını istiyorsanız, yazınızı ve blog’unuzda yazınıza verilmiş bağlantı adresini içeren bir e-mail’i weblog@wingmandergi.com adresine göndermeniz 10/09


yeterli olacaktır.” t hoş gör...” - Anonim toplu görüş. Wingman Dergi, yayınladığı blog yazılarında değişiklik Kimisi “ah bi kardeşim / ablam / abim olsa.” diye dert yapma hakkını saklı tutar. yanar, bunlar bi derecedir. Kimine sorsan halinden çok memnundur, sen memnunsun da bakalım biz memnun Doğurganlığına güvenen herkese muyuz be arkadaş, diye sorasım gelir bazı durumlarda sesleniyorum! onlara... Sevgili potansiyel anneler, babalar… Gün geçmiyor ki düşüncesiz yeni evli çiftler “Biz “Kalemin var mı ? - Var ama evde tek çocuk istiyoruz.” gibisinden “so called” modern ekiekie”- Anonim ilkokul travması. ve radikal kararlar vermesin, gün geçmiyor ki bu Tek çocuk büyümüş kimselerin, sabredip bir yere kararları yürürlüğe koymasın kadar dayanan abla / abi /kardeş sahibi arkadaşları Fakat bakın bakın ne anlatıcam… ise onları alttan almaktan bıkabilir, kendi çapında Yazının gidişatına bakarak Çin’e yaklaşan delirebilir, sebebi anlaşılmayan davranışlarda popülasyonumuzu düşünüp bunu destekleyeceğimi bulunabilir. sanmıştınız değil mi? İşte öngörüden yoksun bir Sonuç olarak, potansiyel anne babalar, sizlere, illa da okuyucu daha... “Ben tek çocuk dogurucam öyle bi şımartıcam ki, Evet, belki tek çocuk doğurarak popülasyon çıldırışını Paris Hilton’ın yandan yemişi olucak. “diyorsanız, engelleyebilirler bir derece, fakat aynı zamanda çocuğunuzun bakması ve yavaş yavaş sorumluluk toplumun psikolojisiyle oynamaya ne hakları var almayı öğrenmesi için bir köpektir kedidir hiç sizlere sorarım. olmadı, bir tavşan falan bir evcil hayvan almanızı, Kardeşsiz büyüyen çocukların bir kısmının, ailelerinin toplumumuzun akıl sağlığı yararı için şiddetle öneririm. üstlerine fazla düşmelerinden midir nedir sürekli, bir toyluk ve şımarıklık halinde oluşları çevrelerindeki bir Hep beraber sağlıklı gelecek nesillere... takım insanları şaşkınlık ve bozguna uğratıyor olabilir, *Tek çocuk olan insanların gazabına uğramamak için fakat unutmayınız ki; yazılan ek: Genelleme yapılmıştır, istisnalar olabilir. Her tek çocuk insanı intihara sürükleyen davranışlar “Hiç birimiz geçmiş hayatımızda sergilemiyor olabilir, aynı şekilde ablası / kardeşi / abisi Kleopatra değildik.” - Anonim olan birçok o. çocuğu yapılı insanlar da yok değildir. Aynı şekilde bazı kişilerde fark edilen saçma kıskançlıklar, hasetler ve paylaşmayı bilmeyen Berraque’nin “’Zaman’ sinir bozucu bir garip yönler de üzerlerinde düşünülünce tek ortak şey. Ben de öyleyim.” isimli blogundan noktalarına ışık vurmuyor değil; “O zaten tek çocuk, alınmıştır. 10/09

110


Magic Hours Hani yırtınıp duruyorum ya ben öyle, hafızalar silinse, kötü her şeyi silsek, kendimizi korumaya mecalimiz olsa, çok güçlü olabilsek falan… Nereli olduğunu şimdi unuttuğum ama “İsviçreli bilim adamları”ndan olmadığından emin olduğum bir grup bilim adamı bir türlü kendi haline bırakamadıkları farelere önce elektrik verip, sonra da bunu unutmalarını sağlamayı başarmış efenim. Önce eziyet, sonra 12 saat kendi haline bırakmaca, sonra da modifiye edilmiş bir tür endorfin ile olayın etkilerini zihinlerinden silme. Yine unuttuğum bir ayrıntı, olayı tamamen mi unutuyorlar, yoksa sadece s.klemiyorlar mı, orasından emin değilim. Asıl mesele şu ki, elektrik şoku alan fareyle kalbi kırılan insanın uğradığı tahribat aynı mıdır ve insandaki kendine acıma, sana bunu yapanın herhangi bir uzvuna zarar verme gibi güdüler farelerde tam olarak neye tekabül etmektedir? Bunlar ne yazık ki açıklanmamış. Kaldı ki o haplanmış fareyi alsam ben, oturtsam Beylerbeyi Balıkçısı’nda karşıma, delikli peynirin yanına koysam, kavunu, aslan sütünü -bir aslan miyav der, minik fare kükrer bugüne bugün.- yaşadığı elektrik şokundan girer, Tom’un Jerry’e zulmünden çıkarız aslında. Hem ben sanki bilmem kafamın içine pamuk dolduracak ilaçları almayı. O da çözüm mü arkadaşım? Aslında düşününce hakkaten de bilmem galiba, zira bilsem bu durumdan faydalanmak isteyebileceğim bir iki pozisyon olabilirdi. Neyse, sonuçta diyeceğim şudur ki, tüm ağzına s.çılma anlarını, küçük düşmeleri, aptal yerine konmaları falan 111

bir şekilde unutuyorsun zaten. Hiç bir an yaşadığın haliyle kalmıyor zihninde. Ne iyisi, ne kötüsü, kafanda hepsini yeniden yeniden yaşayarak bambaşka bir hale sokuyorsun illa ki. Sadece zamanın geçmek bilmediği zaman dilimleri var ya hani, onlar mesele. Onlara bir çare bulmak lazım asıl. n Gülş’ün “Paranoyak Olmam Takip Edilmediğim Anlamına Gelmez.” İsimli blogundan alınmıştır. www.yerelmasindakiyer.blogspot.com

10/09


Wolfenstein

Ai

Erkin Kaya

ile bilgisayar kültürü

10/09

Dünya Savaşları insanlık vicdanında derin yaralar açmıştır. Güç ve intikamın karşı konulmaz hafifliği insanlığı çirkinleştirir. Bizi insan yapan tüm değerlerden koparır. Hayvan desem hayvanlara ayıp olacak. Bunu en iyi örnekleri kanımca savaşlardır. Ne acıdır ki, insanın içinde karanlık, çirkin bir yan var ve oranın uyarılması hep tarihte yıkım getirmiştir. Bu yanı kendimde de görüyorum, hepimiz insanız sonuçta. Neyse, insanı anlamaya çalışmayı uzun zaman önce bıraktım. Bu savaşlar birçok karakter ortaya çıkarmıştır. Adolf Hitler de bunlarda biri ve bekli de en şahsına münhasır olanı. Kendi toplumu tarafından bile reddedilen Hitler, görülmemiş işler yapmıştır.Vahşet literatürüne büyük hizmeti geçen bu adamı aslında direkt öcüleştirilmeden önce, bir tahlillinin yapılması yararlıdır. Biraz önce bahsetmeye çalıştığım o karanlık yerin bireyde nelere sebep olabileceğinin en iyi örneklerindendir kendisi. İnsanlığın bu dönemdeki talihsizliği, yalnızca Hitler’in değil, dönemin Almanya’sının da bu karanlık şarkıyı koroca söylemesi ve hatta zaman zaman kanon yapılmasıdır. Neyse tarihe çok girmeyelim. 2. Dünya savaşında kültleşmiş bir tez de, Hitler’in insanlığı toptan halletmek için teknolojiye ve bilime çok kafa yorduğu, insanı mutasyona uğratıp süper askeri yaratmaya çalıştığı, eşi benzeri görülmemiş enerji ve lazer bazlı silahları geliştirmeye başladığı ve de bereket, tam geliştirecekken yenilgiye uğratıldığıdır. Aslında bazı sıra dışı deneylere ilişkin bulgular da ortaya çıkmıştır hani. Bu söylentileri daha da ütopikleştirilip işin içine uzaylıları ya da tarih öncesi ileri uygarlıkları sokanlar da olmuştur. Hal böyle olunca Bu lakırdılar birçok yapıma ilham vermiştir. Wolfenstein aslında Almanya’nın Bavyera eyaletindeki bir grup taşa verilen addır. Bir nevi İngilizlerin meşhur Stonehedge kalıntıları gibi, ama onun kadar meşhur değil. Bunun dışında Wolfenstein bilgisayar oyunculuğu için farklı bir anlam ifade eder. İlki 1981 senesinde çıkan ve Nazi avlama konseptini elektronik ortama taşıyan oyun dönemi için inanılmazdı. Zaten o dönem oyunculuğun değil emeklediği, 112


daha yeni gözlerini açtığı dönemlerdir. Ama asıl 1992’de piyasaya sürülen “Wolfenstein 3D” , Bilgisayar oyunculuğunda çığır açıp tarihin ilk 3 boyutlu, birincil göz kameralı aksiyon (FPS ~ FPA) oyunu (Aslında bu tipteki 3. oyun ama diğer ikisi literatürde kabul görmüyor.) olarak algıyı değiştirip oyunculuğun yayılmasına müthiş katkı sağlamıştır.Wolfenstein 3D endüstrinin gelişimi için bir mihenk taşı olmuştur ve günümüze kadar güncelliğini koruyan birincil kameralı aksiyon oyunu türünü başlatmıştır. Bizde yeni doğan çocuklara dedesinin ismini verilmesine benzer bir olayla, oyunculuk tarihini en eski serilerinden olan ve serinin yedinci sürümü olan oyuna büyük dedesinin ismi olan Wolfenstein adı verilmiş. Oyunun arka planına baktığımızda Raven Software ve Activision gibi çok sağlam isimleri görüyoruz. Nazi avlamayı güncelleştiren oyun; PC, PS3 ve Xbox360 gibi güncel bütün platformlarda yerini alıyor. Wolfenstein’da 2. Dünya savaşı yıllarında İtilaf güçleri için çalışan Polonya asıllı ajan “B.J. Blazkowicz” rolünü oynuyoruz. B.J. Nazilerce ele geçirilmiş “Isenstadt” kasabasında garip deneyler yapıldığı hakkında istihbarat araştırması için kasabaya gönderiliyor. Sözü edilen istihbaratın doğru olduğu ortaya çıkıyor. B.J., Nazileri, savaşın ve insanlığın gidişatını değiştirebilecek bu deneyleri engellemeye çalışıyor. Bu arada Isenstadt kasabasındaki “Kreisau Circle” isimli direniş gücü de B.J.’ye yardım ediyor. Isenstadt’da bu direniş gücü dışında iki grup da zamanla oyuna katılıyor. Bunlardan biri “paranormal olayları inceleyen bir grup bilim adamı “Golden Dawn” ve yerel mafya “the Black Market”. Kısaca hikayeye değinelim. B.J. araştırmalarına başladığında Nazilerin kasabanın yakınlarındaki bir madende gizli çalışmalar yürüttüğü duyumunu alıp araştırmaya gidiyor. Madende ilerledikçe yıllar önce yaşamış bir kültürün izlerine rastlıyor. Bu uzaktan bir arkeolojik kazı gibi dursa da, kazıda ortaya çıkan eski medeniyetin; zamana, yerçekimine ve insandışı bir boyuta hükmedebildiğini, bunu da bu madenden çıkan özel güçlü “veil” taşlarıyla yapılabilindiğinden haberdar oluyor. Bunları bir nevi büyü gibi düşünün. Bu arada ele geçirdiği “Thule Medallion” madalyonu ile bu özel güçleri kendisi de kullanmaya başlayan B.J. Nazilerin 113

bu araştırmalarını baltalamaya çalışıyor. İşte tam bu sırada “the Golden Dawn” oyuna dahil oluyor. Bu gizli bilim adamları teşkilatı tarih öncesi medeniyeti ve onların teknolojisini biliyor ve de Nazilerin böyle büyük güçlere sahip olmasını engellemeye çalışıyorlar. B.J. de bu “veil” denilen özel gücün kullanımını bu bilim adamları öğretiyor. Muhitin mafyası “the Black Market” ise savaş durumundan yararlanıp ortalığı yağmalayan tarihi eserli ele geçirip yurtdışına kaçıran tipik çakal rolünde. Black marketle bizim işimiz ise buradan alışveriş yapmak zorunda oluşumuz. Isenstadt yaşayan bir kasaba. Bu kasabanın içinde özgürce gezebiliyor, insanlarla etkileşebiliyoruz.Tabi kasaba Nazi kaynıyor devamlı bir savaş durum hasıl oluyor. Mafya dışındaki iki grup ve de kasabada karşılaşılan birkaç karakter bize görevler veriyor. Bu görevleri istediğimiz sırayla yapabiliyoruz. Görevler sonunda bir miktar altın t 10/09


kazanıyoruz. Oyunda gizlenmiş birçok hazine var. Bunlar, bulduğumuzda bize gene altın olarak geri dönüyor. Oyunda topladığımız altınlarla marketten silahlarımızı ve madalyonumuzu geliştiriyoruz, mermi alıyoruz. Oyundaki her silah modifiye edilebiliyor. Mesela otomatik tüfeğe dürbün takabiliyoruz veya daha çok mermi alan yeni bir şarjör ekleyebiliyoruz. Bu ve bunun gibi geliştirmeler tüm silahlara yapıldığı gibi madalyonun özel güçlerine de yapılıyor. Oyunda dönemin ikonlaşmış Nazi silahları olan; otomatik tabanca “MP40”, boltaction mavzer

10/09

“Kar98k”, harp tüfeği “MP43”, anti zırh roketatar “Panzershreck”, ve alev makinesi “Flammenwerfer” var. Bu silahlara deneysel enerji silahları da ekleniyor. Madalyonun güçlerine gelince; zamanı yavaşlatma, mermileri etkisiz kılan görünmez bir enerji duvarı oluşturma, normal ötesi bir görüş sistemi ve verdiğimiz hasarı artıran dört ana gücü olduğunu söyleyebiliriz. Tabi bunlar sınırlı zamanda kullanılabiliyor. Bir şarj muhabbeti eklenmiş. Madalyonun belirli bir şarjı var, bunu istediğimiz gücünü kullanarak tüketiyoruz. Oyunda çeşitli şekillerde şarj edebildiğimiz madalyonun depoladığı enerji miktarını da oyun ilerledikçe artırabiliyoruz.Tabi oyuncu istediği özelliğe para harcayıp onu hem geliştirip hem farklı işlevsellikler kazandırabiliyor. Kısaca şu zamanı yavaşlatmayı ele alalım. İkinci seviyeye geliştirildiğinde, aktive edildiği zaman, sonik bir patlaya yapar hale geliyor. Son aşamada yakın düşmanları taşa çevirebiliyor. Paragrafın başında ajanız dedik. Ajan olup da bilgi toplamamak olmaz değil mi? Oyunda hazineler gibi etrafa dağılmış notlar, Nazi yazışmaları, günlükler, vb.. buluyoruz ve bunları da topluyoruz. İşin güzel yanı bu dokümanların yazan tarafından seslendirilmiş olması.Yani bir SS subayının bir üstüne yazdığı raporu bulunca SS subayı kendi sesiyle dokümanı size okumaya başlıyor. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi oyun gerçekten de güzel hazırlanmış ve isminin ağırlığını taşıyabiliyor. Teknik açıdan oyunun başarılı grafikleri günümüz standartlarında. Sesler grafiklerden ileri gidip gerçekten dikkat çekiyor. Silah sesleri olsun, diyaloglar olsun, şehrin gürültüsü olsun, çok emek verilmiş. Menü sistemi de temiz ve basit. Müzikler zamanın tarzında ama çok özen gösterilmemiş, zaten ses efektleriyle meşgul oluyorsunuz. Oyunda “Havok” fizik motoru kullanılmış böylece oyundaki birçok obje fizik kuralları ölçüsünde etkileşebiliyor. Mesela silah ateşiyle parçalanan bir heykelden kopan parçalar altındaki ahşap sandalyeyi ezip beş parçaya ayırabiliyor. Özellikle aksiyon oyunları için fizik motoru olayı çok gerekli. Programcıların bunu atlamamış olması güzel. Konsollarda yağ gibi akan

114


oyunu PC’de hakkını vererek oynamak için sıradan giriş seviyesi bir sistem yeterli. Ben Nvidia 8800gts ve Core 2 duo işlemci ile 1680*1050 çözünürlükte denediğim oyunu akıcı ve full detay oynayabildim. Zaten beni takip eden okuyucularımız bilir, ben sistemi gereksiz kasan oyunlara uyuz olurum, incelemesini de yapmam. Gene geleneği bozmadık anlayacağınız.Wolfenstein isminin ağırlığını taşıyabilen, çok emek verilmiş bir yapım. Bunu görmek için bir saat oynamanız yeterli. Benim oyunla ilgili eleştireceğim tek yön, oyun içi animasyonlar. Özensizce hazırlanmış. Bu ara videolar oyunun grafik standartlarının altında. Zaten az sayıda olan bu videoların bu kadar basit bir şekilde yapılıp geçilmemesi gerekirdi diye düşünüyorum. Bir diğer unsur ise oyun dengesi acısından. Madalyon olayı oyuna çok güzel aktarılmış ama çok da güçlü olmuş. Akıllıca kullanıldığında 50 düşmanı birkaç saniyede madalyon yardımıyla halledebiliyor oyuncu. Oyun çok zevkli ve sürükleyici. Eski bir hikaye olmasına rağmen, insanı ekrana uzunca bir süre bağlıyor. Sanırım Nazi avlamanın modası hiçbir zaman geçmiyor. n

115

10/09


Ati Radeon 5800 Serisi Konuya Fransız arkadaşlar için bir bilgilendirme yapıyım. Grafik kartı pazarının iki dominant oyuncusu var; Nvidia ve Ati. Bunlar Cimbom, Fener gibi devamlı didişip dururlar, kedi köpek olayı yani. Bu didişme hep kullanıcıya yarar sağlar. Birbirinin performans olarak geçmek ve daha çok pazar payı için devamlı bir harp içersinde olan bu iki firma, o kadar kopup gitti ki, bir üçüncü Kara Kartal örneği maalesef yok. Hoş bir gün tekele dönseler, hiç gözümüzün yaşına bakmaz bunlar. Her geçen gün performansları artan buna rağmen ucuzlayan ve yepyeni deneyimler sunan ekran kartları hep bu rekabetin ürünü. Gecen ay sizlere “Directx 11” hakkında bilgi vermiştim. İşte Dx11 işin yazılımsal boyutu. İş bunu destekleyecek donanıma gelince etraf suspus oluyordu, ta ki Ati’deki kırmızı giyen adamlar 5800 serisini Eylül ayında tanıtıncaya kadar... Çakozlayacağınız gibi Ati 5k serisi Dx11 destekli ilk ekran kartı ailesi. Ati, Windows 7 raflarda yerini almadan Dx11 destekli donanımı hazırlayıp raflara koydu. Buradan nemi anlıyoruz; Nvidia’nın yeşil giyen adamları yayılmış yatarken, eski ekran kartlarının

10/09

isimlerini değiştirip, değiştirip tekrar müşterin önüne koyarken, kırmızı takım boş durmamış hırs yapmış azimle uçmuş ve de hakkaniyetle betonu tahrip etmiştir. Önceki cümleden çıkarılabilecek bir diğer sonuç da, benim az buçuk Nvidia’ya uyuz olduğumdur. Şu an pazarın lideri olan Nvidia, uzunca bir dönem ar-ge yapmış, her türlü yeniliğe en kısa sürede uyum sağlamış, birçok teknolojinin altına imza atmıştır. Oysaki son dönemde ar-ge bayrağını Ati’ye kaptıran Nvidia bilinçsiz son kullanıcı ve de anlaşmalı dağıtım kanalları vasıtasıyla para kazanmaya devam etti. Ati son 2 yıldır çok ataktı. DDR5 belleklerini kullanılması Dx10.1 versiyonuna destek (ki Nvidia henüz daha yeni bu desteği sağlayabildi) 40 nm üretim teknolojisi ve HDMI bağlantısından direkt kayıpsız ses aktarımı, vb.. birçok konuda ezeli rakibine gol yağdırdı. Ati 5k serisi ile bu gollerine bir yenisini ekliyor, hem de ne gol tam çatala bir röveşata. Ati 5k serisinin lokomotifi 5800 serisi olacak. Daha alt sınıflar için kartlar önümüzdeki iki ay içinde yerini alacak. Peki, nedir bu 5800 serisi. Ati bu ailede iki ekran kartı hazırlamış 5850 ve 5870, 40nm üretim teknolojisiyle üretilen kartlar 1 Gb’lık bellekle geliyor. 5870’in 2 Gb’lık versiyonu da olacak. Bellek olarak ddr5 teknolojisi kullanan kartlar tam Dx11 desteğiyle geliyor. (Dx11 ilgili bilgi için önceki ayki makaleme bkz.) Her ikisi de çift slot kaplayan kartlar biraz büyükçe. Amerikalıların “Büyüğü iyidir.” sözünü hatırlayıp bir diğer yenilikten söz etmek istiyorum, iki kartta da HDMI çıkışlarına ek olarak “Display port” isimli yeni jenerasyon bağlantı noktası mevcut dijital ve de haliyle kayıpsız olan bu bağlantıyı destekleyen monitörler bir elin parmaklarından

116


az ama gelecekte DP standart olacak. Çok derinlemesine teknik bilgilere girip sizleri sıkmak istemiyorum ama kısaca bir örnek vermek gerekirse; ailenin abisi 5870’in işlem gücü 2.72 Teraflops. Merak buyurmayın hemen açıklıyorum. Ünlü Rus satranççı Kasparov’u yenen IBM’in DeepBlue isimli süper bilgisayarından 100 kat daha büyük bir işlem gücünü tek başına ekran kartı olarak sağlayabiliyor. İnsan, biraz uzaklaşıp büyük fotoğrafa baktığında, teknolojinin hızı karşısında şaşıp kalıyor. 5850 de hatırı sayılır bir güce sahip, o da 2 Teraflops işlem kapasitesiyle geliyor. Önceki jenerasyona göre 2.5 kat güçlenen 5800 serisi, bunların yanında Ati’nin yeni çoklu ekran teknolojisi olan “Eyefinity” güzelliğini de getiriyor. Bu teknoloji ekran kartını 3 monitör birden bağlayarak kullanabilmenizi sağlıyor. Oyunlarda üç monitörü de kullanılabilecek. Kokpit kamerasından yarış oyunu oynarken ortadaki ekrandan arabanın önünü diğer ekranlardan ise yanları görebiliyorsunuz. 3 monitör tek bir ekranmışçasına çalışıyor. Bu açıkçası benim ilgilimi çeken ve denemek istediğim bir teknoloji. 5800’lerin bir diğer özelliği ise boş durumda önceki 4800 serilerine göre çok daha az enerji harcaması bu da sessizliği (fan gürültüsü) ve serinliği (ne kadar az enerji o kadar az ısı) yanında getiriyor. Yapılan öncü testler 5850’nin Nvidia’nın güncel tek işlemcili en güçlü ekran kartı olan Dx10 destekli gtx285’den hızlı olduğunu ortaya koyuyor. 5870 ise M serisi BMW gibi sanki daha şimdiden birçok rekoru ele geçirdi bile. İşin duygusal yönüne bakacak olursak 5850’ler $250 gibi fiyatlarla 5870’lerin ise $380 civarında fiyatlarla uluslararası

117

sitelerde yerini aldığını görüyoruz. Rakibi sayılamayacak Gtx285’ten her konuda daha iyi olan 5850’nin gtx285’den $60-$70 daha ucuza satılması şaka gibi bir şey. Nvidia’nın bu tip yeni Dx sürümü desteğiyle gelen kartlarının listelere $500’lardan girdiğini hatırladığımda, Ati’nin 5800 serisini bu kadar saldırgan konumlandırmasını, ortam tenha iken, atı alıp Üsküdar’ı geçme hevesinin göstergesi olarak yorumluyorum. Tabii ki sürümden de voleyi vuracaklar. Ati Windows 7 rüzgarını da arkasına alıp, pazarı tokatlayarak, Nvidia’yı ve yancılarını daha zor duruma düşürecek kanısındayım. Nvidia’nın fiyat politikalarından bezmiş kemikleşmiş Nvidia kullanıcılarını da kendi safına çekecek. Ati müthiş pazarlama planlaması yapmış. Bu planlamayı üstün teknoloji ve mantıklı ve kullanıcı dostu bir fiyatlandırmayla ve de Windows 7 zamanlamasıyla, işletme kitaplarına girecek boyutta bir şölene dönüştürüyor. Hatta Dx11 oyunlarının bir an önce raflarda yerini alması için Ati büyük paralar harcayıp oyun geliştirici firmalara ciddi destekler sunuyor. Tabi bu çıkacak oyunlar, Ati kartlarına daha uyumlu olacak ve de Nvidia burada da zor duruma düşürülecek. Ati, Nvidia’yı kendi silahıyla vuracak. Gelelim yeşil takıma… Nvidia cephesinden henüz dx11 ile ilgili spekülasyonlar dışında bir ekran kartı gözükmedi. Hep bir söylenti var ama görüntü yok. Ati, Nvidia’yı fiyat kırmaya zorlayacaktır. Kısa zamanda büyük fiyat düşüşleri gözlemleyeceğiz. Ama Nvidia’nın masaya oturabilmesi için yeni jenerasyon ekran kartlarını bir an önce hazırlaması ve kullanıcının beğenisine sunması gerekiyor. Tabii ki Nvidia’nın işin içine girmesini biz kullanıcılar için iyi olur. Rekabet bize yarar. Ama bir gerçek var ki; Ati hiç bu kadar iddalı olmamıştı. n

10/09


Bunu saymay覺z yine bekleriz...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.