1
Hamit Hamutcu hamit.hamutcu@mixerarts.com KURUCU FOUNDER
Bengü Gün bengu.gun@mixerarts.com DİREKTÖR DIRECTOR
Özhan Kakış ozhan.kakis@mixerarts.com SANATÇI İLİŞKİLERİ ARTIST RELATIONS
Zeynep Bolat zeynep.bolat@mixerarts.com PROJE KOORDİNATÖRÜ PROJECT COORDINATOR
Emrah Çoban emrah.coban@mixerarts.com PROJE KOORDİNATÖRÜ PROJECT COORDINATOR
TEŞEKKÜRLER THANKS
Hatice Utkan Özden (Sanat Yazarı ve Müzeci) Selin Çiftçi (Unlimited Publications, Dijital Yayın Koordinatörü) Kültigin Kağan Akbulut (Susma Platformu Editörü - Argonotlar.com Kurucusu) Nisan 2020
© Mixer, 2020 Bu kitapta bulunan yazılar ArtWriting atölye sonucunda katılımcılar tarafından yazılmıştır. Burada geçen görüş ve eleştirilerin Mixer’e değil, yazarlara ait olduğu unutulmamalıdır. Bu raporda makalesi bulunan tüm yazarların onayı alınmıştır. Yayınlanan yazıların hakları yazarlara ait olup başka bir yerde yayınlanması durumunda Mixer ile iletişime geçebilirsiniz.
Mixer Mumhane Caddesi, No:46-50, Kat: -1, Karaköy, Beyoglu, İstanbul, Türkiye 0212 243 54 43 | www.mixerarts.com | info@mixerarts.com
İş birlikleri
ArtWriting Turkey www.artwritingturkey.com
2
Önsöz
Sanatsal üretimin önemli bir parçası olan sanat yazımı ve eleştirisi konusunda Kasım 2013’ten itibaren ArtWriting Turkey Projesi’ni yürüten Mixer, kariyerinin başındaki sanat yazarlarını konunun profesyonelleriyle bir araya getirmekte ve düzenlenen atölye, sergi turu, konuşma gibi etkinlikler sonucu üretilen sanat yazılarını düzenli olarak yayınlamaktadır. Bu çalışmalarıyla hem Türkiye’de sanat yazımının güncel durumuna ışık tutan hem de arşiv niteliğinde yayınlara imza atan Mixer’in yeni yayını “Çevrimiçi Sergiler Ve Eserler Üzerine Sanat Yazımı” atölyesi kapsamında çevrimiçi bir platforma taşıdı. Covid-19 salgınıyla yaşamların evlere sığdırdırılğı bu dönemde sanat içeriklerine çevrimiçi ulaşılabiliyor. Bu süreçte pek çok sergi online gezilebiliyor, pek çok konuşmaya ise önceden planlanan buluşma linkleri üzerinden dahil olunuyor. Peki yapılan sergilerin eleştirisini ve değerlendirmesini gerçekleştiren sanat yazarları bu süreci nasıl ele alıyor? Yazarlara göre, bir çevrimiçi sanat içeriğini daha iyi deneyimlemek için nelere dikkat etmeli? Fiziksel bir deneyim yaşamadan eseri tanımlarken ya da yorumlarken online platformların olumlu ya da olumsuz yanları neler oldu? Bu sorular ışığında gerçekşeşen çevrimiçi atölyenin ardından ortaya çıkan sanat yazıları dijital olarak bu dosyada toparlandı. “Çevrimiçi Sergiler Ve Eserler Üzerine Sanat Yazımı” 11 Nisan 2020 tarihinde Bengü Gün moderatörlüğünde, Hatice Utkan Özden (Sanat Yazarı ve Müzeci), Selin Çiftçi (Unlimited Publications, Dijital Yayın Koordinatörü), Kültigin Kağan Akbulut (Susma Platformu Editörü - Argonotlar.com Kurucusu) iş birliği ile çevrimiçi bir platformada gerçekleştirilmiştir. Farklı disiplinlerden gelen 5 katılımcının fiziksel deneyim yaşamadan ziyaret ettikleri sergiler üzerine yazılmış yazılarından oluşturulmuştur. Projenin gerçekleşmesinde iş birliğinde bulunan katılımcılara, yazarlara ve etkinliğe katılan ziyaretçilerimize teşekkür ederiz.
3
YAZARLAR WRITERS
Damla Tantekin
Duvarda Asılınca mı? Koltuğuna Yaslanınca mı?
Merve Kıyak Şahin Dijital Antik Çağ’a Hoşgeldiniz!
Öykü Çelik Sanat Deneyimine Yeni Bir Alan Doğacak mı?
Sude Yedikardeş Fahrelnissa Zeid / “Üç Kişilik Oyun” Çevrimiçi Sergisi
Vildan Dülgeroğlu Cadılık Üzerine Çevrimiçi Bir Pratik
4
5
Damla Tantekin Duvarda Asılınca mı? Koltuğuna Yaslanınca mı? “Onlar sadece zengin olma fikrinin kölesiydi”
Tek bir cümle. Enfes fotoğraflar. Nefes kesen bir hikaye.
2020’nin Şubat ayıydı. Covid-19 salgını henüz başlamadan önce, Paris’teki Polka Galeri’nin ev sahipliğini yaptığı “Gold” sergisindeydim. Fotoğraf serileri ile göç, açlık, mültecilerin kaderi, yaratılış gibi can alıcı konuları ustalıkla işleyerek, uluslararası farkındalık yaratmayı başarabilen, yıllardır hayranı olduğum bir fotoğrafçı vardı karşımda… ve onun Brezilya’daki Serra Pelada altın madeninde çektiği nefes kesici fotoğrafları. Brezilyalı fotoğrafçı Sebastião Salgado. Fotoğrafçı, 1986 yılının Eylül ayında Serra Pelada’ya giderek, altın bulma ve zengin olma umudunun peşinden koşan 52 bin kişinin, yerin metrelerce altında çamurla, zorbalıkla, şiddetle iç içe köle gibi nasıl çalıştıklarını belgeleyen yüzlerce fotoğraf çekmişti. Madende 35 gün geçiren Salgado “Altın madenine ilk gittiğimde adeta dilim tutulmuş, tüylerim diken diken olmuştu” diyerek hislerini tarif ediyordu. Siyah, beyaz ve gri tonların arasından parlayan otuz karenin her biri nefes kesici olmasına rağmen, Sebastião Salgado’yu ve “Gold Fotoğraf Projesi”ni anlatan afişteki altı-yedi paragraf, bu fotoğrafların ardındaki hikayeyi anlamama kâfi gelmemişti. Belki araya bu salgın ve izolasyon dönemi girmeseydi benim o fotoğrafların hikayesini ve bu karelerin hak ettiği değeri anlamam da bu kadar mümkün olmayacaktı. SALT’ın, Brezilyalı fotoğrafçıyı ve onun projelerini hikayeleştiren 2014 yılı yapımı “The Salt of the Earth” belgeselini geçici süreyle erişime açması ve bunun paralelinde Madrid’deki bir sanat galerisinin de sanatçının fotoğraflarını çevrimiçi sergi haline getirmesi -ne mutlu ki- bana aradığım derinliği sağladı.
6
Sebastião Salgado, Serra Pelada, State of Para, Brazil, 1986
Önce hikayeyi anlatayım… 1979 yılında, kendi arazisinde altın bulan çiftçi Genésio Ferreira da Silva, bulduğu altının büyük bir rezervin parçası olup olmadığını anlamak için bir jeologla anlaşıyor. Jeolog çalışmalarını sürdürmekteyken, bir çocuğun aynı bölgede nehirde yüzerken 6 gr altın bulduğu bilgisi kulaktan kulağa hızla yayılıyor. Bir hafta içinde de binlerce kişi Serra Pelada’ya; dünyanın en büyük ama aynı zamanda en tehlikeli açık hava altın madenine bir umudun peşinden akın akın gitmeye başlıyor. Gerçekten, ilk gidenler büyük miktarlarda altın buluyorlar. En büyüğü 6.8 kg olan 1980 yılındaki piyasa değeriyle 108 bin dolar eden altının bulunduğu bilgisi daha fazla insanı bölgeye çekiyor. Aralarında işçiler, üniversiteliler, meslek sahipleri de olmak üzere her kesimden insan var. “Zamanın başlangıcına geri dönmüştüm. Neredeyse altının bu insanların ruhuna fısıldayışını duyuyordum” diye anlatıyor Sebastião Salgado. Her kişiye 6 metrekare kazma alanı düşen madende, çalışan kişi yukarı çıkardığı iki çuvaldan birini kendine ayırıyor, diğerini ise arazi sahibine veriyor. İsteyen herkesin gidip çalışabildiği altın madeninde kölelik değil, gönüllü bir çalışma sistemi var. İşçinin kendine seçtiği çuvalın içinden altın çıkıp çıkmaması ise tamamen şansa bağlı. İşte bu küçücük umut, onları günde 50–60 kere merdivenleri inip çıkan, ruhlarını bir altının ışıltısına teslim eden gönüllü kölelere çeviriyor. Bu durumu da oldukça güzel özetliyor fotoğrafçı: “Onların köle olduğu izlenimini ediniyorsunuz. Ama orada bir tane bile köle yoktu. Onlar sadece zengin olma fikrinin kölesiydi.”
7
Çoğunluğu portreden oluşan otuz fotoğrafın arasında en çok etkilendiklerimden biri ellerini beline koymuş, yüzü, gözü, bütün vücudu baştan sona çamur içinde olan genç bir çocuğun hayat dolu, umut dolu bakışını yansıtan bir kareydi. Sergide de yer alan ama kalabalık nedeniyle uzun uzun bakamadığım bu fotoğrafı yaklaşık 10 gün önce koltuğuma oturup, defalarca seyrettim. Ekranımda önce ellerini yakınlaştırdım çocuğun, sonra parlayan gözlerini… “Bir portrenin gücü saliseler içinde kişinin hayatını yakaladığınız bir anlık bakışta yatar. Gözler çok şey söyler, yüzdeki ifade de…” diyordu sanatçı. Fotoğrafa konu edilen kişinin veya bir objenin ancak çerçevesiyle birlikte iyi bir fotoğrafa dönüşebileceğini düşünen Salgado yine bu fotoğrafıyla hikayeyi bütüncül olarak görmemizi sağlıyordu. Çocuğun arkasında, kameraya ürkek bakışlarıyla konuk olan otuzlu yaşlarındaki bir adam ve fondaki uğultulu kalabalık bize o devasa çukurda yaşanan insana ve toprağa ilişkin bütün dramları bir çırpıda anlatıyordu. Sebastião Salgado, Serra Pelada, State of Para, Brazil, 1986
Şubat ayında Polka Galeri’deki sergiden çıkıp, metroya doğru yürürken içimde, yıllardır hikayelerine hayran olduğum bir fotoğrafçıyı ve onun fotoğraflarını görmüş olmanın tarifsiz sevinci vardı. Şimdi ise koltuğumdan kalkarken insanın yüreğine işleyen bir hikayeyi baştan sona anlamanın, her fotoğraftaki en ince ayrıntıyı dahi yakalayabilmenin huzuru var. Fotoğraf, kelime anlamı olarak “ışıkla yazmak” demektir ya… Bazen düşünürüm; ışık ve gölgeyle koca dünyanın hikayesini yazan bir fotoğrafçının sanatı, hayalleri, mesajları en rahat koltukları, en uzun seyirleri hak etmiyor mu?
8
Merve Kıyak Şahin Dijital Antik Çağ’a Hoşgeldiniz! Kanadalı yazar Marshall McLuhan’ın, ‘Global Village’ – ‘Küresel Köy’ kavramını ortaya atmasından bu yana insanoğlu hayalini kurduğu pek çok alanda başarılar elde etmiştir. Zaten McLuhan’a göre hayal gücümüz olmasaydı hiçbir şey icat edemeyecektik. Bugünden bakıldığında Da Vinci gibi, McLuhan gibi zamanının ilerisinde yaşamış, öngörüleri ile insanlığın geleceğine dair hayaller kurarak çıkarımlar yapıp, eserler ortaya koymuş düşünür ve sanatçıların varlığı, medeniyetin ilerlemesindeki en büyük etken olarak karşımıza çıkıyor. 1960’lı yıllardan bu yana kullanılagelen internetin ve McLuhan’ın dünyanın küresel bir köy haline geleceği öngörüsünün tamamen gerçek olduğu günleri çoktan devirmiş olduğumuz aşikar. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte aktif bir şekilde sanat merkezlerinin, galerilerin, müzelerin bir parçası haline gelen dijital platformlar da sistemdeki yerlerini çoktan aldı. Bütün dünyayı saran Covid-19’un sebep olduğu fiziksel yoksunluk halini yaşadığımız günlerde ise sanat camiasının karşılaştığı problemlere ‘dijitalleşme’ pek çok imkanı dahilinde yetişmiştir. Özellikle kurumların dünya halklarının erişimi için açtıkları online sergiler, bu süreci hem değerli kılmış hem de ileride gerçekleşecek yeni düzenlemelerin ayak seslerini hissettirmiştir. Dünyanın önde gelen şehirlerindeki ünlü müzeler koleksiyonlarını dijital evrenin sakinlerinin hizmetine açmakla birlikte uygulama anlamında farklılıklar gösteren düzenlemeler sunmaktadırlar. Yalnız bu dijital ziyaretleri masaya yatırdığımızda hem çok çetrefilli hem de şu anki teknoloji endüstrisinin yetmediği bir alanla ilgili sorunları da tartışmaya açmamız gerekmektedir. Ne ilginçtir ki ziyaret kelimesi ile mezar aynı kökten gelirler. (Zeynep Sayın / Ölüm Terbiyesi’nde bahseder.) Mezar da ziyaret edilir, sergi de, müze de ziyaret edilir. Ve hepsinin kapalı duvarları arasında cansız varlıklar yer almaktadır. Mezarda ölü varsa müzede de kullanılıp rafa kaldırılmış kadim bir kase ya da sanatçısının hala hayatta olduğu ve eserleriyle çağdaşı sanatçıların önüne geçtiği bir resim, heykel yer alır. Ve bizler bahsi geçen hiçbir şeye dokunamayız. Mezardaki ölüye de, sergideki esere de... İkisi de kutsaldır ikisinin de dokunulmazlığı vardır. Ne de olsa White Cube de mezar gibi penceresizdir, doğal ışık içeriye girmemekte ama aynı zamanda bir kilise kutsiyeti taşımaktadır. Dijitalin vadettiği ortama yakın bir izlenim yaratmaktadır bu özelliği ile. Dışarıya kapalı kendi içinde özel bir ortam barındırır. O zaman zaten hiç dokunamayacağımız bir eser için dijital dünyada da asla tehlike arz etmeyeceğizdir. Nasyonal Sosyalizm zamanında Rembrandt’ın ‘Gece Devriyesi’ resminin aylarca Nazilerden saklandıktan sonra müze ziyaretçilerinden biri tarafından üzerine asit atılarak bir kısmına zarar verildiği anekdotunu hatırlayacak olursak, dijitalleşme tarihi olanın korunmasında da etkin rol oynayacaktır. Dijital ziyaret ile fiziksel ziyaret farklılıkları… Öncelikle hayatında sergi gezmeyi alışkanlık edinmiş kişilerin yaptığı sergi turunu düşünelim. Maddi ve manevi bir hazırlık aşamasından sonra, bir yol kat etme, çoğu zaman oldukça uzun bi zaman harcama
9
(bir kaç vesaitle gitme durumundan kaynaklı) ücretli sergilerin bedelini ödeme, kapıdan sergi broşürü alma, bazen fiyatı genelde yüksek olan kataloğu satın alma, asıl mekana girme ve aurasını özümseme, yeni birileriyle tanışma belki de sanatçıyla karşılaşmaya çalışma çabası, serginin büyüklüğüne göre eser sayısına oranla zaman harcama suretiyle sergiyi yaşamına katma... Bazen dönüp kimi eserlere yeniden bakma, künyelerini tekrar tekrar okuma, fotoğraflama, not alma, sosyal medyada çektiğin fotoğrafları paylaşma... Ardından yine ayrı bir emek harcayarak dönüş yolunu tutma... Hemen hemen herkesin benzerlerini yaptığı bir sıralama ile bir sergiyi bu şekilde özetledikten sonra bir de dijital versiyona bakabiliriz. Boş zaman yaratma, masada PC başına geçme, kucağına laptopu alma, ipad, ya da telefonu eline alma. Söz konusu cihazların şarjının yeterli olduğunu kontrol etme. İstenilen serginin web sayfasına giriş yapma. Sergi hakkında önden bir bilgilendirilme sunulduysa onu okuma ve sergiyi gezmeye başlama. Yeteri kadar doyduğunu hissettiğinde ya da gözlerin ağrıdığında ziyarete son verme. Mesafeler ve hızın beraberinde götürdüğü onca şeye rağmen ayrı bir çekici tarafı olduğunu da itiraf etmek gerek. Hiç gidemeyecek olduğumuz bir yere saniyede bağlanmak ve istifade etmenin mutluluğuna erişmek de önemli. Ama nasıl ki görme ve duyma duyularının haricinde dokunma, koku alma duyularına da sahipsek, şu an içinde bulunduğumuz şartlar altında insan olmanın bütün marifetlerini kullanabileceğimiz bir dijital platform mevcut değil. Belki de olmamalı yani fiziksel dünyanın getirilerinin birebir kopyalandığı bir alan hiç bir zaman olmaya da bilir. Çünkü insan ölüyken insan değil artık bir cesettir. İnsani olan her şey ondan bir bir silinmiştir. Dijital ortamda da insan bildiğimiz insan olmayacaktır. O nedenle bir kıyaslama gütmeden durumu tahlil etmek gerekebilir. Çünkü yeni evren alışkın olduğumuz dokunduğumuz bir evrenden uzaktır artık. Elbette sorular ve sorunlar yeni bir düzenin kurallarına evirilen ortama göre cevaplar arayacaklardır. Bu sorular sanatçı, izleyici ve müze-galeri tarafından cevaplanmaya çalışılmalıdır. Bir sanatçı sadece dijital ortama mı eser üretecektir, üretimi sırasında bunun hesabı nasıl yapılacaktır? Yoksa eser atölyeden hiç çıkmadan direkt sanal ortama mı aktarılacaktır? Diğer yandan da izleyici eserleri gerçek boyutunu algılayamadan nasıl özümseyecektir? Bir mekan bilinci, orada olma hissi nasıl sağlanacaktır? Galeri ya da müzeler izleyiciye eser aktarımını hem yazınsal hem de doyurucu bir görsellikle ne kadar anlatabileceklerdir? Örneğin; Paris’in en ünlü müzelerinden olan Louvre Müzesi ya da New York’ta bulunan Metropolitan Müzesi ziyaretlerini bir günde bitirmek imkansızdır. Müzelerin büyüklüğü ve eser çokluğu fiziksel anlamda insanı yoran ve hakkıyla yapılacak bir gezintiye yetmeyecektir. O nedenle müzeler online gezilerini bölümlere ayırmalı ve yönlendirmelerini de bu amaca uygun olarak hazırlamalıdırlar. Bütün bunların haricinde sanat piyasası içerisinde reelde gitmedikleri bir sergiye eleştiri hazırlamakla yükümlü sanat yazarlarının durumu da konuşmaya değerdir. Yukarıda bahsi geçen bütün karşılaştırmalar fazlasıyla onları ilgilendirmektedir. Asıl olan var olanın doğru aktarılması, eleştirinin haklı olması hem küratöryel anlamdaki analizlerinde hem de eser analizi bağlamında özgür olabilmeleri gerekmektedir. Bu anlamda da dijital platformların yapay zeka modunu yakalamaları ve bir dijital devrimin gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu nasıl olur ne zaman olur bilinmez ama tartışmaya açılan konularda muhakkak bir ilerleme olacağı da aşikardır. Olumlu yönlerinden bakacak olursak; Devrim Erbil’in “Baskı resim sanatın demokratikleşmesidir.” derken kastettiği mantıkla bir değerlendirme yapabilir ve hangi coğrafyada olursa olsun internet erişimi olan herkesin sanata erişmesinde herhalde ultra demokratik bir pozisyondan bahsedilecektir. Bu da madalyonun diğer yüzüdür denebilir. 10
Ayrıca bir başka durum da galeriler, sanatçılarının eser satışı üzerinden mi yoksa dijital mekanda aldıkları reytinge göre mi değerlendirileceklerdir. Usta sanatçıların kitlesi ortadayken genç bir sanatçının da bu kolay erişim sebebiyle ve galeri dijital altyapısının sağlamlığıyla dünyadan kazanacağı bir hayran kitlesi oluşacaktır. Ya da tam tersi kendi sergisini web sitesinde açan genç bir sanatçı gelecek vaat ediyor olsa bile hüsrana uğrayabilir. Şu an belki farazi gibi gelen bu çıkarımlar hayata geçirilen her alanda öngörülen gerçekler olarak karşımıza çıkabilir. Covid-19 ile beraber dijital ortamın daha da değer kazandığı bir geleceğe doğru sürüklenirken, çok sesli olayların yine çok sesli olaylara, vakalara, durumlara, yeniliklere yol açtığını sanat tarihine de dönüp baktığımızda görebiliyoruz. Her ne olursa olsun 20. Yüzyılla birlikte artan kitle iletişim araçlarının çeşitliliğine de yeni bir boyut gelecektir. Covid-19, bizlere bir milat sunuyor, istesek de istemesek de... Ve sanat mekanlarını izlemede kifayetsiz kalan dijital verilerin tümü düşünüldüğünde yine hayalini kurabildiğimiz birçok imkan zihinlerimizde sıralanıyor. Zihin hızla üretiyor, parçaları birleştiriyor, olurunu bulmaya yönelik, medeniyet belleğine yeni tuğlalar taşıyor. Hala hayaller kurulabiliyorsa bir gün gerçekleşir ümidiyle his olarak içinde bulunduğumuz dönemin ‘Dijital Antik Çağ’ olarak adlandırılması da hiç fena durmuyor.
11
Öykü Çelik Sanat Deneyimine Yeni Bir Alan Doğacak mı? Ne üretmek ne de tüketmek için “bir yerde” olamadığımız bu zamanlarda, iletişim ve etkileşim kurabildiğimiz, hayatın içinde diğerleriyle bir arada bulunabildiğimiz tek yer belki de sanal dünya. Bu zorunlu kapanma hali bize yaşamı durdurmadan, kapalı kapılar ardında, birbirinden ayrı ama ortak bir yaşam alanını nasıl yaratabileceğimizi sorgulattı. Sanal toplantılar aynı masa etrafında toplanmanın, emojiler sarılmanın, görüntülü konuşmalar aynı anda aynı ortamda bulunmanın enerjisini aynen karşılamıyor belki ama bir alternatif yaşam sunuyor. “Peki bundan sonra ne olacak?” diye soruyoruz. “Normalleştiğimizde” eski pratiklerimize, alışkanlıklarımıza dönüp bu deneyimimizi bir acil durum planı olarak mı saklayacağız? Yoksa bugün yaşadığımız deneyim, bundan sonraki yaşama şeklimize etki edecek mi? Şüphesiz, doğamızdan ötürü bir arada, “gerçekten” var olmayı tercih edeceğiz ama kabul edelim, kimi eylemlerimizi dijital ortamda gerçekleştirmek de aklımıza yatıyor. “Bundan sonra ne olacak?” sorusunu her şey için sorabiliyoruz; iş yaşamı, toplantılar, egzersizler, atölyeler… Peki bundan sonra sanat üretimi ve deneyimi, sergiler nasıl olacak? “Çevrimiçi bir sergi deneyimi neye benzeyecek?” sorusuyla başlıyor tüm düşünce, sanat eserinin sunumu perspektifinden değerlendirildiğinde. Bugüne kadar kimi müze ve galeriler dijital platforma dokunmaya başlamıştı. Bunların bir kısmı bazı sergi ve eserlerin fotoğraflarını internet ortamına taşıyordu, bazılarıysa eserler arasında sanal bir gezinti imkanı tanıyordu. Bugünün koşullarında ise acil eylem planı olarak dijital ortamda sunulan sergiler olduğunu görüyoruz. Bugüne kadarki çoğu örnek, fiziksel bir ortamda mevcut olan eserlerin bu mevcudiyetleri ile dijital ortama aktarımını sağladı. Şimdi ise fiziksel bir alanda bulunmaksızın, mevcudiyetini dijital ortamda kuran eserler ve sergilere ihtiyacımız olacak. Dijital olanı “sanal” olarak adlandırıp gerçeklikten uzak sanıyoruz. Ama aslında bu dünyada da akan bir hayat var, özellikle şu an. Bu sanal ortamın da sanat eserinin sergilenmesi için bir platform olarak kabul edilmesi gerekiyor. Sanat deneyiminin dijitalleşmesi ihtiyacı önümüzde yatan. Hemen ardında bizi bekleyen bir başka soru ise şu: Sanat deneyimine dair her şey için dijitalleşme mümkün olabilir mi? Siz hiç pijamayla sergi gezdiniz mi? Kimsenin sizi görmediğini, hatta oradaki varlığınızı bile bilmediğini düşündüğünüzde, neden gezmeyesiniz? Burada asıl anlatmak istediğim bir sergiyi pijamayla deneyimlemekten çok, mekandan bağımsız deneyimlemenin nasıl bir şey olacağı… Çünkü mekandan bağımsız bir sergide, aslında deneyimin önemli bir parçası olan mekana dair unsurların ortadan kalktığını görüyoruz. Mekanın kendisi ve fiziksel ortam da sergi deneyiminin bir parçası aslında. Sergi gezmek sadece eserleri izlemek ile ilgili değil; o an orada olmakla ilgilidir. İçinde bulunduğunuz fiziksel ortamın o anki ruh halinize, algınıza ve bunlarla birlikte hafızanıza nasıl etki ettiğini bir düşünün. Bir eser ile karşı karşıya geldiğiniz anda, mekanın ısısı, ışığı, kokusu, duvarların rengi, binanın mimarisi ve tarihi, sesler ve diğer insanların varlığı… Deneyimin bu parçaları eksik mi kalacak yoksa yerini başka unsurlar mı dolduracak?
12
Peki mekanın ötesinde, eserlere dair gerçek bir deneyim yaşadığımızı nasıl hissedebileceğiz? Eserin boyutu, detayları, ekran boyutlarımız ve çözünürlükle mi sınırlı olacak? Gerçek renkleri, sesleri ve hareketi, nefesi, duyguları ekranlardan, bağlantı hızından, teknik donanım yeterliliğine bağımlıyken nasıl algılayacağız? Bakış açımızı farklı noktalara yerleştirip sanata dair tüm süreçlere tekrar bakmamız, yeni yollar keşfetmemiz gereken bir dönemdeyiz. Sanat eserinin üretimi, küratöryel süreç, izleme, telif ve haklar, sergi-fuar-bienaller, galeriler… Sanata dair tüm süreç ve unsurlar; dijital dünyanın kendine özgü yapı ve yaşam biçiminde nasıl karşılık bulacak? Beğeni, paylaşma, kaydetme, takip etme, yeniden paylaşma, hızla üretilip tüketilen içerikler bu kavramlar ile nasıl bir kesişim yakalayacak? Fiziksel olanla dijital olanı nasıl karşılaştırmalı, bunu çözmeliyiz. Birbirinin yerine geçmesi mi, ayrı kulvarlarda devam etmesi mi, birbirini tamamlaması mı bir seçenek olacak, bunu yaşadıkça öğreneceğiz. Tüm bunlar üzerinden bakıldığında, sergi deneyiminin kendisi nasıl bir etki yaratacak insanda, merak ediyorum. Dijital bir sergi deneyimi benim hatıralarımda yer edinebilecek mi? Konuya deneyim, etkileşim, alışkanlık ve kültür bağlamında yaklaşırsak, sanatın insana dokunduğu o anı daha iyi anlamak ve bunu dijital ortam aracılığıyla da sürdürmek mümkün olabilir. Sadece eserlerin dijitale yönelik üretilmesi yeterli değil; galeri ve müzeler gibi, eserlerin sunum alanlarının da aynı şekilde dijital deneyime yönelik yeniden tasarlanması gerekiyor. Belki de bu tür bir dijital sergi alanı, müze ve galerilerin yanında temel bir alan olarak sanat dünyasındaki yerini alacak. “Sanal Sergiler” bir yan çıktı olmaktan öte, temel bir varlık haline gelecek.
13
Sude Yedikardeş Fahrelnissa Zeid / “Üç Kişilik Oyun” Çevrimiçi Sergisi Türkiye’de modernizmin öncülerinden biri olan Fahrelnissa Zeid’in 26 Şubat’ta açılan “Üç Kişilik” isimli kişisel sergisi 31 Mayıs’a kadar uzatıldı ve Dirimart’ın çevrimiçi platformunda ziyarete açıldı. Zeid’in portre çalışmalarından bir seçki sunan sergi, yarattığı 3D sergi deneyiminin yanı sıra sağladığı yan dijital materyallerle de günümüzde sanal sergi deneyiminin adeta izini sürüyor.
Sergiden genel görünüm - Dirimart
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
Salgınla beraber sayısız müze ve galeri sergilerini ve arşivlerini çevrimiçi platformlarda çeşitli şekillerde açtı ya da çevrimiçi etkinlik takvimleri oluşturmaya başladı. Bu zamana kadar sanal dünyaya adım atmamış yerler bile sürdürülebilirlik ve etkileşimin devam edebilmesi adına dijital içerik üretim sürecine girdiler. Aslında yavaş yavaş sanat kurumlarının hayatına giren fakat salgınla beraber büyük bir ivmeyle artan dijital dünya varlığının, salgından sonraki çalışma yöntemlerine de büyük etkisi olacağını ön görebiliriz. Ne var ki dijital ortamda etkili bir varlık gösteren kurumların ayakta kalması daha kolay olacak gibi görünüyor. En başında fiziksel olarak tasarlanan Fahrelnissa Zeid’in “Üç Kişilik Oyun” sergisi salgınla beraber dijital ortama aktarıldı. Bu noktada Dirimart’ın Türkiye’de en iyi dijitalleşme örneklerinden birini gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Galeri, çevrimiçi sergisini sanatçı ve yapıtlarla ilgili bilgileri içeren bir sesli anlatım, e-katalog ve sosyal medya hesaplarından yayınladıkları videolarla destekleyen 3D modelleme üzerinden oluşturdu. 3D modelleme ve ölçeklendirme yapılan içerikler her ne kadar geliştirmeye açık olsa ve hız, bekleme, yüklenme gibi internet deneyimi ile ilgili sorunları içerse de bu sergide benim kişisel yorumum hızlı ve tasarım olarak anlaşılması kolay olduğu. Sergiyi dijital ortamda gezmeye başladığınız anda aynı fiziksel ortamda olduğu gibi sizi bekleyen bir giriş standı ve üstünde yer alan ek fotoğraf materyalleri ve sesli rehberin ilk kaydı yer alıyor. Biraz ilerlediğimizde sanatçının farklı dönemlerindeki portre çalışmaları ve eskizlerinden oluşan bir seçkiye sesli rehber ve isim etiketleri eşlik ediyor. 14
“Üç Kişilik Oyun” sergisinde yer alan Zeid’in gençliğinden başlayan ve 1975’te ve Amman’a taşındıktan sonra hayatının son dönemlerinde ağırlık verdiği portreler seçkisinde; ailesini, sanat dünyasından arkadaşlarını, öğrencilerini resmettiği portreleri iki farklı eğilim olarak gözlemliyoruz. 1960-1972 yıllarında portreler, dokunaklı psikolojik araştırmalarla öne çıkarken Amman’da yaptığı portreler forma ve renge vurgu yapıyor. Örnek olarak, Zeid’in 1960-1972 yılları arasında yaptığı sergide ye r alan Olivier Lorquin portresini verebiliriz; bu portre formunda belden yukarıyı gördüğümüz bir resim olduğu halde izleyicinin bakışı çocuğun büyük ve dramatik gözlerine çekiliyor. Fahrelnissa, Amman dönemi portrelerinde 1960’lardan taşıdığı kompozisyonlara ve yüz hatlarını çevreleyen büyük göz stillerine bazı yenilikler de ekler. Tende kullandığı uyumlu tonları ve spatula darbelerini bırakır, dışavurumcu cloisonnisme yaklaşımını benimser. Cloisonnisme, post-empresyonist bir yaklaşım olup kalın Hind Nasseri, tuval üzerine yağıboya, 95,5x75 cm, 1970-80 ve düz formları koyu konturlarla ayırarak boyanan bir Fotoğraf: Nazlı Erdemirel yaklaşımdır. Zeid, bu yeni çalışmalarında üç boyutluluğu yok sayışını vurgular ve figüratif dışavurumcu resim alıştırmaları yapar. Sanatçının 1970-1980 arası dönemde araştırdığı bu yeni stile örnek olarak sergide yer alan Hind Nasser’in portresini görebiliriz. Sanatçı, 80’ler döneminde bu yeni stille kendi öğrencilerinin de portrelerini yapmıştır; örneğin Eufemia Rezik’in ‘Dişilik’ isimli portresi, aynı Boticelli’nin ‘Venüs’ün Doğuşu’nda olduğu gibi istiridye kabuğunun içinden çıkan bir kadın vardır. Zeid’in bir diğer öğrencisi olan Janset Berkok Shami’nin resminde sanatçının soyut resimlerden taşıdığı desen ve renklerin bir araya getirdiği uyumu görebiliriz. Her ne kadar sanatçının Janset Berkok Shami, tuval üzerine yağıboya, farklı dönemleri arasında 159,7x102,5 cm, 1980’ler eğilim ve stil farklılıkları Fotoğraf: Nazlı Erdemirel görsek de portrelerindeki kişilerin birbirlerine benzeme yönelimini gözlemliyoruz. Doygun ve zıt renkler kullanarak oluşturduğu dinamizm, izleyicinin bakışını gözlere çekme eğilimi ile kompozisyonlarda oldukça tanınabilir bir bireysel tavra dönüşüyor. Farelnissa’ya göre portre, “[b]ir biçim değildir. Ondan çok daha kuvvetli, onun çok ötesinde bir şeydir […] kendinizi üç karakterin olduğu bir tiyatroda bulursunuz: poz veren bir insan—model—vardır. Ressam vardır, bir de sadece modelin [yüzüne] bakarak değil [başka şeylere bakarak]
Dişilik, tuval üzerine yağıboya, 130x98,5 cm, 1981 (Derin Mermerci Koleksiyonu) Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
15
yaratmak zorunda olduğunuz üçüncü bir karakter. Bu, modelin önceki hayatını, o biçimlerin, onun ifadesinin ötesinde keşfetme meselesidir, lakin bu kadar ileri gittiğinizde kendinizin de derinliklerine, bir kavrayışa ulaşırsınız. Günü, saati, ânı unutursunuz. Gizemli bir seyahate çıkarsınız”.(İç Dünyaların Ressamı sf.236-237) Sanatçı, portre çalışırken ayrıntılardan uzak olmak için modellerini kendinden yeterince uzağa yerleştirdiğinden bahseder ve bunun nedeni olarak: “Bir tür belirsizlik içinde ve hiçbir şeyin kesin olmadığı bir biçimde onların ruhlarıyla ilgileniyorum. Bu bir fotoğraf değil kişinin ruhunun resmi, onun bütün iç hayatı, geçmişi o anda karşımda belirir” der. Yaptığı portre çalışmalarında her şeyi “göründüğü” gibi ya da gerçek ölçü ve formlarına göre resmetmeyen Zeid’in bu eğilimine örnek olarak sergide yer alan Nofa adlı portresini verebiliriz. Portrede bir kadın gibi gözüken Nofa aslında 7-8 yaşlarında bir çocuktur. İlk bakışta bir kadın portresi gibi dursa da sanatçının pratiğinde öne çıkardığı bir element olan gözlere odağımızı alınca çocuksu ifadesi anlaşılabiliyor. Görüldüğü üzere Fahrelnissa Zeid, batı dünyasını anlayan doğulu bir kadın, Türkiye’de modernizmin öncülerinden ve portrelerinde görüntüyü taklit etmesindense hayat vermesi gerektiğine inanan bir sanatçı. Dirimart fiziksel olarak tasarladığı bu sergiyi dijital ortama taşıyarak bir platform üzerinden sadece sergiye değil serginin kataloğu, videosu, sesli rehber ve sergi metinleri gibi yan materyallerine de ulaşabiliyor olmamızı sağladı. Tam da bu noktada sergi gezme pratiklerinin şu an ve gelecek için daha öğretici bir hale gelmesinden bahsetmemiz sanıyorum ki uygun bir öngörü olur. Sergiyi bir ekrandan gezmek ne demek? Sergilerin de içinde bazen kaybolduğumuz bir içerik havuzunun içinde olmaya başlaması ve dijitalleşmeyle ek materyallerin tabiri caizse bu kadar elimizin altında olması ne demek, sanıyorum yaşayarak göreceğiz. Aynı zamanda bu serginin fiziksel ortama göre tasarlanıp daha sonra sanal ortama aktarılan bir sergi olduğunu tekrar düşündüğümüzde aklımıza “Eserler dijitalde etkisini ne kadar verebilecek?” sorusu gelebilir. Ne var ki bu deneyim sergideki eserlerin resim olmasından kaynaklı olarak bende olumsuz bir etki yaratmadı. Ama mekana özgü yaratılan eserler ya da enstalasyonlar olsaydı belki de dijitalde etkisini yeterince veremediğini düşünebilirdim. Yine de bu bir süreçse eğer daha bunun çok başındayız; sergi gezme pratikleri, sanat yapıtlarının sanal ortamda etkisi ve sanatta içerikleşme gibi konularda farklı görüşler var. Dirmart’ın, Fahrelnissa Zeid örneği Türkiye’de gördüğümüz güzel ve çabuk adapte olmuş bir örnekti fakat yine de bu süreçte göreceğimiz ve keşfedeceğimiz çok fazla şey var.
16
Vildan Dülgeroğlu Cadılık Üzerine Çevrimiçi Bir Pratik
Erinç Seymen, Büyücünün Karısı, 5 parça, kağıt üzerine serigrafi, (her biri) 74x53.5x4 cm, 2016
Konu cadılık olunca tedirginliklerimiz hemen hepimizin bilinçlerinde bilindik temsillerine bürünüyor. Tekinsizliğin popüler feminen formu olan cadılığa dair ayrıntılar, “karanlık olan”ı çekici kıldığı gibi, bilinç dışımızda beliren bir “kötülük aurası”nın da hemen habercisi oluveriyor. Karantina koşullarıyla bir kısmımız için belki de gitgide “klostrofobik” bir hal alan şu olağanüstü günlerden geçerken, cadılığı karanlık tarihinden ziyade, Cadılarla Dans Etmek sergisi üzerinden; günümüze kadar ulaşan çelişkileriyle beraber, gündelik hayata da yansıyan kadın ve doğa kavramlarıyla kurduğu ilişkisi açısından ele alacağım. Hiçbir zaman “cadı ideası”nın kötülük ve iyilik arasındaki çekici düalist karmaşasında çözüm bul(a)madığı günümüz koşullarında, cadılığın özellikle kadın ve doğa kavramları ile olan ezoterist ilişkisi modern insanın çıkmazlarında aradığını bulabileceği bir pratiği de tanımlayabiliyor. Bu bağlamda, cadılığın hem güçlü hem de korkulan bir komünü tarifleyen imajı, içinde kadınların kendi öz benliklerini bulma yolculuklarında kolektif ruha olan ihtiyaçlarına dair güçlü bir yanıtı da beraberinde getiriyor. Mevcut sıkıcı erk ekosistemdeki genişleyen, renkli atmosferinin sunduğu çözümlemelerle zamanla gördüğü ilgi artan, artık otantik kimliğini bir yana bırakarak, pop kültürde de kendini fazlasıyla gösteren cadılık, sadece kavramsal olarak değil, karanlık ormanlar, alevler, fısıltılar, siyah kıyafetler, büyüler ve ayinler gibi içerdiği imgeleriyle de dikkat çekiyor. British Council’in İnternet sitesinde yayınlanan ve küratörlüğünü Mine Kaplangı’nın üstlendiği çevrimiçi Cadılarla Dans Etmek sergisi de mantık dünyamızda yer arayan bu mistik öğelerle her kesimin ilgisini çekebilecek gizemli bir yolculuğun izlerini taşıyor. Dört ayrı odada farklı kavramların yer aldığı bu çevrimiçi sergi, izleyiciyi içgüdülerini hissetmeye davet ederek, sanatın ezberlenmiş norm ve tabuları sorgulatma çabasını ilgi çekici bir boyuta getiriyor. Serginin ilk gizemli odası “Mitler ve Hikayeler”e henüz gelmeden bizi Virginia Woolf’un kadın-erkek ilişkilerindeki dinamiğe dair yapmış olduğu bir çıkarım karşılıyor: “Kadınlar yüzyıllardır, erkeklerin görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katı büyüklüğünde gösterebilen büyülü güce sahip birer ayna işlevi görmüşlerdi.” Woolf’un cümlesinin arkasında ya tan düşünce, bir yandan ayna işlevi ve büyü arasındaki 17
bir çağrışımı beraberinde getirirken, bir yandan da kadınların aslında birçok kimliği bilerek edindiği gerçeğini de ortaya koyuyor. Bu düşünceler eşliğinde sergi bizi imgeleriyle birlikte ilk bölüme doğru yönlendiriyor ve halka şeklinde dizilmiş̧ eserler sırayla önümüze çıkmaya başlıyor. Burada 1795’ten kalan baskı ile günümüz sanatçılarının pıratikleri aynı halkada aynı kavramlar altında önümüzde akarken, bizler de sanki bir ayini tamamlarcasına, akışına izin verdiğimiz bu sürekliliğe dahil oluyoruz. Alışık olduğumuz uzun tırnaklı, büyük burunlu, süpürgeli cadının uzağındaki “modern cadı” kimliğinin izlerini sunan ikinci oda “Ritüeller ve Semboller” ise bizleri izleyici olmaktan daha çok katılımcı olmaya çağıran, eyleme teşvik eden bir hisle içeriye davet ediyor. Burada serginin büyülü atmosferini hissederken, elimizden tutan geçmiş̧ bilgilerin kadimliğine dair modern bir sunuma da tanıklık ediyoruz. Bu odada yer alan eserler izleyicide malzemenin geçmişine dair merak uyandırırken; aktardığı deneyimlerle, tarihteki Madame Yevonde, Zehirli Mantar, “kıyım” ve “var olma” arasındaki sessiz-soğuk gerginliği de bizlere hissetOrijinal Negatiften Permaprint Boya tiriyor. Hayatta kalmanın anlamını muğlaklaştırarak standartlaştırdığımız Transfer Baskı, 50,7x40,6 cm, 1934 kimliklerimizi ve dinlemediğimiz güdülerimizi sorgulamamıza vesile olan oda bizlere; bizden güçlü, soyut bir iktidarla yaşamanın inceltilmiş bir pratiği, bir yöntemi olan “cadılık”la birlikte, ritüelleri ve onların bizi biz yapan ayrıntılarını hatırlatarak içimizdeki boşlukları yokluyor. Teoriyi artık çoktan geride bıraktığımız, “Aşinalar ve Doğa” bölümünde ise, doğa-insan ilişkisini ustaçırak ilişkisine benzeterek aslında gizemli, tekinsiz ormanların özümüze ait yansımalarını aramaya başlıyoruz. Bu bölüm, ormanlardan kent mekanlarına geçen insan ırkının yabancılaşan toplumu içinde hala cadılık güdülerini sakınmayan yegane kimliklerin var oluşunu bize tekrar anımsatıyor. Var olmak ve içgüdüleri yaşamak için aslında hiçbir koşula gerek olmadığını kanıtlayarak kimliklerimizin doğal gerçeklikleri içinde savruluşumuzu sonraki oda olan “Portreler”e geçerek çözümleyeceğimizi umut ediyoruz. Çünkü hayat koşuşturmasında bize öğretilenlerle içimizdeki yönelmeler arasındaki kopukluğun yüzyıllardır bütün içsel çatışmaların kaynağı olduğunun artık farkındayız. Bunu bilmemize rağmen, kimliklerimizin içkinliğini burada karşılaştığımız portrelerle keşfedebileceğimizi ya da derinleştirebileceğimizi hissediyoruz. Çünkü bu oda, cadı kimliklerinin yüzyıllarca yaşadıkları şiddeti hemen ilk izlenimde veriyor. Portrelerdeki kimlikleri ve mimikleri tanıdıkça bir yandan yakınlığı, tanışıklığı duyumsarken, bir yandan da var olan ortak psikolojiyle empati kurabiliyoruz. Cadılığın, günümüzün topsumsal cinsiyet normlarında aldığı pozisyonu ve potansiyelini tekrar sorgulamımızı sağlayan Cadılarla Dans Etmek adlı bu çevrimiçi sergi, büyülü atmosferi altında kadın olma, kız çocuğu olma ve yaşlılık durumlarının cadılık perspektifinden olan Madame Yevonde, Zehirli Mantar, Orijinal değerlendirmeleriyle her izleyicinin kendi içindeki doğal ve vahşi Negatiften Permaprint Boya Transfer cadıyı tanımlamasına olanak tanırken, günlük hayatın karmaşasında Baskı, 50,7x40,6 cm, 1934 kaybolduğunu düşündüğümüz bu çağlar öncesi dişi bilgeliği bize tekrar sunup, güdülerimize, nedenlerini sorguladığımız boşluklarımıza dokunarak, her birimize öz benliğimizi bulma yolunda geçmişe yönelik bir hatırlatma çağrısı yapıyor.
18
19
Mumhane Caddesi No: 46-50 kat: -1 Karaköy Beyoğlu İstanbul +90 212 243 54 43
20
| www.artwritingturkey.com | info@mixerarts.com