XOXO The Mag/September 2013

Page 1

035 FASHIONMUSICARTDESIGN

EYLÜL 2013 ÜCRETSİZDİR

MOBY (104)

JIM HOLT (34) GOLDFRAPP (38) seç beğen al (58) PETER BJORN AND JOHN (62) CHRISTOPHE PILLET (76) SIBLING (92) NEWBIES (97)



1



3


IRO

STOP THE WATER WHILE USING ME

XOXO The Mag

PATRIK ERVELL


PURE FIX CYCLES

CARVEN

ANDREA POMPILIO EN&IS

shopigo.com 5


XOXO The Mag


7


XOXO The Mag

visit Armanibeauty.com

Cate Blanchett


the new fragrance

9


XOXO The Mag


11


cover guest moby photographer mike rosenthal

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Elif Kamışlı, Aslin Kumdagezer İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Sezer Arıcı, Ceylan Atınç, Orhan Cem Çetin, Deniz Demirtaş, Emre Doğan, Busen Dostgül, Güneş Engin, Şenol Erdoğan, Vehbi Görgülü, Marla Günter, Yalım Kartal, Sedef Kırdök, Linda Kocabıyık, Ersin Koray, Müjde Metin, Refik Özcan, Beren Özel, Didem Özsoy, Murat Süyür, Didem Şenol, Arda Tümer, Ali Tünay, Erman Ata Uncu, Emre Ünal Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9


T WO HEARTS. REAL PRECISION.

DUOMÈTRE À QUANTIÈME LUNAIRE. Jaeger-LeCoultre Calibre 381. The Dual-Wing concept is a genuine horological revolution featuring two distinct mechanisms synchronised by a single regulating organ. The patented jumping stop-seconds function enables time-setting to the nearest 1/6th of a second.

YOU DESERVE A REAL WATCH.

JAEGER-LECOULTRE Butik, Nişantaşı, +90 212 232 3017 İstanbul: RHODIUM İstinyePark AVM, +90 212 345 5697 / SAPPHIRE Flyinn AVM, +90 212 663 2828 Antalya: ARGOS, +90 242 310 3210 / D JEWELS, +90 242 340 5500 / VIKING Kemer, +90 242 814 5152 13 www.jaeger-lecoultre.com


CONTENTS

INTERVIEW 34... Jim Holt Dünya Neden Var? röportaj ali tünay

44... Kevin Braddock

COVER

Sleeky Business röportaj serap gecü

104... Moby

48... Vincent Micotti

MORE

Abartılı Notaların Peşinde

ART & DESIGN

MUSIC

30... Sarah Lavoine

38... Goldfrapp

56... Benoit Jacob

Düşler ve Hikayeler

Tomorrow is Yesterday

röportaj marla günter

Düşümler

röportaj gazali görüryılmaz

röportaj aslı arduman

yazı şenol erdoğan

76... Christophe Pillet

62... Peter Bjorn & John

80... Peter Heller

58... Seç Beğen Al

Winter is Coming

röportaj aslı arduman

Perfectly Imperfect

For VitrA Memoria röportaj refik özcan

120... 13. İstanbul Bienali Anne ben (hala) barbar mıyım? hazırlayan elif kamışlı

röportaj ersin koray

88... Jay Z

röportaj ayşecan ipek

54... Dilencinin Yatağıdır Çayırlar Kerouac Üzerine Serbest

Post-Apokaliptik Semalar

74... Ekşi Maya Sabırla Büyütmek yazı didem şenol

Deconstructing

84... İnci Gibi Diziler

yazı beren özel

En Vaatkarlar Kontenjanından yazı erman ata uncu

FASHION 26... Oskar Metsavaht Modanın Asilzadesi röportaj aslin kumdagezer

40... Petter Klusell Mauritz Archive röportaj linda kocabıyık

92... Sibling Knitwear Masters röportaj aslin kumdagezer

97... Newbies hazırlayan aslin kumdagezer

138... Peel. New. Skin. hazırlayan ayşecan ipek

142... Better Than Chocolate



from moby’s archive

MANY MANY YEARS AGO MOBY KONSERİNDEYDİM, HAYRAN HAYRAN PARÇALARINI MIRILDANIYORDUM. MANY YEARS AGO KARIŞTIRDIĞIM DERGİLERDE OKUDUĞUM RÖPORTAJLARDA SORULMAYAN SORULARA, VERİLMEYEN CEVAPLARI KARALIYORDUM. ÖYKÜNDÜĞÜM ÇEKİMLERİ DERGİLERDEN YIRTIP ALIYORDUM. SERGİLERİNİ GEZDİĞİM/GEZEMEDİĞİM SANATÇILARIN İNSANÜSTÜLÜĞÜNÜ YAKINLARIMLA TARTIŞIYORDUM. BİR TEK BENİM BİLDİĞİMİ DÜŞÜNDÜĞÜM BLOGLARDA KARŞILAŞTIĞIM TASARIM HARİKALARINI MASAÜSTÜNE SÜRÜKLÜYORDUM. MYSPACE O ZAMAN ÇOK POPÜLERDİ, KÜÇÜK/BÜYÜK ÇOK GÜZEL MÜZİK YAPAN SANATÇILAR VARDI, ONLARI DAHA ÇOK İNSAN TANISIN İSTİYORDUM. HERKESİN SÖYLEYECEK SÖZÜ VARDI, VE HALA HERKESİN SÖYLEYECEK SÖZÜ VAR... AND NOW OKUYUNUZ. P.S. I LOVE THOSE WHO DON'T GIVE UP.

OLGA ŞERBETCİOĞLU

XOXO The Mag


İR F B İ T OR SP

17

! AM Ş YA


İR F B İ T OR SP

M! ŞA A Y

XOXO The Mag


19


XOXO The Mag


İR F B İ T OR SP

21

M! ŞA A Y

Nişantaşı - İstinye Park Hermes.com


Brand

COLLECTION SUPERSTITION

We Wish You Good Luck yazı ayşecan ipek görseller chanel sas’ın izniyle

Bundan birkaç sene önce, sınırlı sayıda üretilen özel bir oje koleksiyonu tüm moda dünyasını şık bir virüs gibi sarmıştı, herkes onu istiyordu: Les Khakis de Chanel. Üç farklı haki tonu üzerine yoğunlaşan bu ojeler o kadar popüler oldu ki, bugün Google’landıklarında ekranda hala ‘nereden alabilirim’ sorusu beliriyor. 2013 Sonbahar-Kış Chanel makyajının haki üzerine kurulmuş olması mutlu bir tesadüf mü, yoksa güzellik dünyasının alın yazısı mı? Coco Chanel’in bu tip kelimelerle arası çok iyiydi: Şans, uğur, talisman, burç, işaret… Bugünlerde Karl Lagerfeld tarafından Chanel koleksiyonlarında tekrar ve tekrar ziyaret edilen bu Coco’sal detaylar pek tabii ki Chanel makyajına da yansıyor. Batıl inançları oyuncu ve gerçektüstü bir ruhla, bronz, boz kahverengi ve haki kalemlerle baştan yazan Collection Superstition’ın yıldız ürünü Rouge Coco ve Rouge Coco Shine’la takım arkadaşı olan Le Blush Crème de Chanel. Klasik kare ambalaj biraz daha sıkılaşıyor ve içine parmak uçlarıyla sürülebilen, ipeksi bir dokuya ve tende saten etkisine sahip altı farklı renkte krem allığı sığdırıyor: Destiny, Présage, Révélation, Inspiration, Affinité ve Fantastic, yoğun bejden mürdüme uzanan, parlak ve canlı bir skalaya sahip. Allık ve rujun birbiriyle aynı renge büründüğü, yüze bütünlük kazandıran, sofistike bir makyajla karşı karşıyayız. Rouge Coco, bu koleksiyonda Le Blush Crème ile uyumlu olma çabasında, altı farklı armoni tazelik ve yoğunluk açısından birbiriyle rekabette. Dore bej tınılarıyla sofistike şıklığın

sinyallerini veren Destiny ve Icône, doğallığın gücüne sahip, kayısı tonundaki Présage ve Mystique, mercan rengiyle yenilenmiş bir klasik Révélation ve Secret, feminenliğin sembolü yumuşacık pembe Inspiration ve Instinct, oyuncu tavrından ödün vermeyen canlı pembe Affinité ve Rendez-vous ve son olarak hiçbir şeyi şansa bırakmayan dayanılmaz mürdüm ikili Fantastic ve Esprit. Manyetik gölgelerle yontulan gözler, siyah bir çizginin etrafında dans eden bronz yansımalarla ve sonsuzluğa uzanan kirpiklerle gizemli ve çekici bir hava kazanıyor. Les 4 Ombres Mystère, mat ve parlak iki haki tonunun yanında gümüşi bir boz rengi ve aydınlık bir bejle tamamlanıyor. Stylo Yeux Waterproof Khaki Précieux, bronz ve haki arasında gidip gelen müthiş bir rengi eyeliner’a taşıyor. Ombre Essentielle, açık lavanta rengi Hasard ve metalik boz kahve Gri-Gri ile hakiyi soğutmak isteyenler için ideal. Kirpikler de sezonun rüzgarına kapılıyor ve Khaki Bronze rengine bürünüyor. Le Vernis üçlüsü, bizleri yine hayal kırıklığına uğratmıyor: Élixir, sütlü, gri ile flört eden, masum ama baştan çıkarıcı bir pembe. Alchimie, dorenin metalik pırıltılarına kapılmış, heyecan verici bir haki yorumu. Mysterious ise haki ve kömür grisinin arasındaki önlenemez çekime saygı duruşunda bulunan ve bu sebeple de ismine pek çok yakışan koyu bir deneme. Bu büyüye kapılmadan önce merdiven altında durmadığınızdan emin olun. Etraftaki siyah kedileri ise dikkatle inceleyin, Coco Chanel aynı onlar gibi olmanızı emrediyor.

XOXO The Mag


23


Magazıne

Mutlu Sebzelerİn Etkİsİ Altında

Cereal

Yemek ve seyahat, doğaları gereği kolay adapte olunan ilgi alanları, malum. Hal böyle olunca bu iki alana yönelenlerin grafik çizgisi de şaşırtıcı olmayan bir şekilde her daim artı yönde ilerliyor. Cereal da mevcut grafiğe adını kısa bir süre önce yazdıranlardan... Yemek, seyahat ve bir de kitaplara olan tutkularını dergiye dönüştürmeye niyetlenen çekirdek bir ekibin göz ağrısı. Henüz üçüncü sayısını çıkaran Cereal, ilk izlenimden yüksek not alıp, sayfalarındaki sade görüntülerle göz yormayan bir estetiğin dilinden konuşuyor. Seyahat rotaları, ürünler, insanlar ve mekanları kendi lügatinde anlatırken, altın vuruşu, seçtiği minimalist fotoğraflarla yapıyor. Dergiyi bir cümleyle anlatmak, sakinleşmek için uğranan bir kaçış noktası betimlemesiyle mümkün olabilir. Gazetecilik ve pazarlama deneyimlerini arkasına alan Rosa Park, herkesin sevebileceği bir yayın hazırlamayı hayal ediyor ve böylece Cereal çıkıyor ortaya. Park, baş editörü olduğu dergiden, “her sayı, yemek ve seyahat adına tarih, sosyal farklılıklar ve ilginç hikayeler çevresinde

şekilleniyor” diyerek bahsediyor. Keşfedilmeye değer yayınlar için radarımızı her daim açık tutup, türleri sonsuzluğa uzanmayan bu dergilerin kıymetini bilmek asli görevlerimizden. Cereal’ın da çoktan müptelası haline gelmiş okuyucuları var, hatta basılan ilk iki sayının tamamı tükenince editörleri dahi hem şaşırmış, hem de mutluluktan konular hakkındaki tutkularını daha da perçinlemişler. Ve bu sayede de, üçüncü sayılarının daha da iyiye gittiğini iddia ediyorlar. Cereal yılda dört kez arzıendam ederken, aslında, baştan çıkarıcı mutfak masallarını fora ediyor. “Yemek dünyasında neler, nerede ve nasıl parlıyor?” sorusu etrafında şekillenen derginin sakin atmosferiyle belirlediği net bir hedefi var: Okuma deneyiminin keyfini çıkarmak. Uzun sözün kısası, herkesin birbirine tavsiye edebileceği kadar zahmetsiz ve zevkli bir dergi ile karşı karşıyasınız. Hala aklınızda soru işaretleri varsa, kapanışı küçük bir ipucuyla yapıp noktayı koymak için, bir tür ‘bunu biliyor muydunuz?’ detayı: Cereal, Amerika doğumlu Kinfolk dergisinin olası bir İngiltere versiyonunu da andırıyor. Bilgilerinize.

XOXO The Mag


facebook.com/Mudo twitter.com/mudocomtr instagram.com/mudocity

mudo.com.tr

25


INTERVIEW/FASHION

Oskar Metsavaht

Modanın Asilzadesi

Planları dahilinde hareket etmeyen planlı bir adam... Tesadüfler, keşfedilen yetenekler ve sürdürülebilirliğin birkaç adım öne çıktığı bir tasarım anlayışı... Söz konusu Oskar Metsavaht olunca kelimeler asıl anlamının bir adım ötesine bir Brezilyalı rahatlığı ile ilerleyebiliyor. Kurucusu olduğu markası Osklen ise her sezon yeni bir film senaryosu ile karşımıza çıkıyor. Makinist son kontrolleri yaptı, ışıklar kapandı, patlamış mısırınız da hazırsa önünüzdeki sayfaları atlattıktan sonra shopigo.com’da Osklen’in yeni sezon filmine sahip olabilirsiniz. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf osklen’in izniyle

XOXO The Mag


fotoğraf zee nunes

kendi geçmişimden birçok unsuru da işin içine kattım. Bunların arasında, performans sporları ve tıp bilgim, muğlak sanatsal referanslara olan sevgim, insan haklarına olan tutkum ve tabii ki Rio de Janeiro’nun rahat hayat tarzı var. Bir şehri ve onun ruh halini üzerine almak çok kişisel bir seçim. Yine de bunun bir dayatma olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta, ben o şehrin kendime ait ve eşsiz bir yansımasını, tercümesini sunuyorum. Ne olursa olsun kendi yorumumla anlatacağım için de Rio’nun tasarımlarımda her zaman çok önemli bir yeri olacak.

Tıp okudunuz ve kariyerinize doktor olarak başladınız, hatta uzun bir süre de bu mesleği icra ettiniz. Modaya ani dönüşünüz nasıl gerçekleşti? 1980’lerde And Dağları’nda bir keşif gezisine çıkacaktım. Bu gezi öncesinde yüksek teknolojiye sahip, tırmanmak için ideal, soğuk hava şartlarına dayanıklı, aynı zamanda görsel olarak da çekici bir anorak tasarladım. Çevreden de hayli iyi tepkiler aldım ve bu tasarım sayesinde moda dünyasıyla daha yakından ilgilenmeye karar verdim. Fakat, beni tasarımcı olmaya iten asıl şey, estetik ve fonksiyonelliği birleştirebilme fikri oldu. İnsanın doğaya ve uzaya müdahale edebildiğini görmek hoşuma gidiyor. Bu çerçeveden bakınca moda da doğa ve insan vücudu arasındaki arayüz gibi. Giyinmek insanın doğayla koordinasyonu için gerekli; soğuktan, sıcaktan, güneşten ya da rüzgardan korunmak için giyinirsiniz. İşte, giyinmenin bu birincil işlevini tasarım anlayışımla birleştirebilmek, baş etmesi hayli zevk veren bir meydan okuma.

Tasarımlarınızı, yazdığınız bir filmin kostümleri olarak adlandırıyorsunuz. O halde önümüzdeki sezonun filmini bize biraz anlatabilir misiniz? Arka planda gün batımı ile gecenin alacakaranlığı arasında bir an var. Mevsimlerden yaz. Şehrin ışıkları, caddeler ve üzerindeki binalar denizin parlaklığına karışıyorlar. Karakterlerim, gün ışığına karışan, rahat ve sofistike gece kıyafetleri giyiyorlar. Sanırım tropik bir film noir...

Markanız aracılığıyla Brezilya kültürünü yaymak öncelikli amaçlarınız arasında, fakat açık konuşmak gerekirse, Osklen ilk bakışta klasik bir Brezilya markasını anımsatmıyor. Hatta belki biraz Kuzeyli bile duruyor diyebiliriz. Evet, Brezilya ile duygusal bir bağım var. O kadar ki, New York’taki defilelerimin Brezilya’dakiler kadar duygulu geçmediğini bile düşünüyorum. Sorunuza gelirsem, bu ilk defa karşılaştığım bir reaksiyon değil. İnsanların Osklen’in Brezilyalı bir marka olduğunu öğrendiklerindeki tepkilerini deneyimlemek çok hoşuma gidiyor. Amacım onları markanın stili ile baştan çıkarmak, adıyla değil; ve günün sonunda Osklen’le herkesin Brezilya’nın sıcağını hissetmesini sağlamak istiyorum.

Estetik ve rahatlığın yanında, sürdürülebilirlik de markanızın yapı taşlarından... Son yıllarda moda sahnesinde gitgide önem kazanan bu anlayışın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Osklen bu tablonun neresinde kalıyor? Endüstriyi göz önüne aldığımızda, 200 yıldır bir geçiş döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Ve bu sürecin sadece son 50 yılında doğayı düşünecek kadar bilinçli olabildik. Bu sebeple de sürdürülebilirlik girişimleri hayli yeni kavramlar. Tabii moda ve lüks sektörü bu girişimlere istediğimiz hızda ayak uyduramıyor, fakat kişisel olarak elimizden gelenin en iyisini yapmakla yükümlü olduğumuzu düşünüyorum. En azından biz son 12 yıldır Osklen’de bunu yapıyoruz. Bu süre zarfında sosyal, ekonomik ve çevresel sürdürülebilirlik projeleri geliştirdik. Amazon bölgesindeki işletmeler, üniversiteler, topluluklar ve gecekondu mahalleleri ile workshop’lar gerçekleştirdik. Hatta bazıları o kadar alelacele başladı ki, geliştirmek ve düzene sokmak epey zor oldu. Tüm bu çalışmalara rağmen aslında Osklen’in yeşil bir marka olarak görülmesini istemem. İnovatif bir tasarım markası sıfatını tercih ederim.

Sizce Londralı, New York’lu, Brezilyalı tasarımcı gibi etiketler, izleyicinin o şehir üzerindeki algılarını da işin içine kattığından tasarımcıya yük oluyor mu? Ya da tam tersi kolaylık mı sağlıyor? Buna ancak kişisel olarak cevap verebilirim. Ben Osklen’i yaratırken, 27


fotoğraf zee nunes

Sürdürülebilir tasarım söz konusu olduğunda genelde zevkten yoksun olan çizgiden Osklen nasıl ayrılabiliyor? Sürdürülebilirlik, yapının sadece bir katmanı. Bizim koleksiyonlarımızda bu, kendini organik pamuk ya da somon derisi gibi teknolojik kumaşlar olarak gösteriyor. Daha sonrasında üretim sürecinde tekrar karşımıza çıkıyor: Fabrikalarımızın karbon ayak izini ve bunun sosyal ve çevresel etkilerini hesaplıyoruz. Bence bu, tasarımları etkilemeden sürdürülebilirliğe önem vermenin çok daha bütüncül ve karmaşık bir yolu. Bu sayede tasarımlarımız ve kreatif sürecimiz yeni olasılıklara sahip olabiliyor. O halde biraz yaratım sürecinizden bahsetmenizi isteyeyim... Yaratım sürecim, yaşadığım ya da yaşamayı dilediğim bir sahne, bir hikaye, bir konsept üzerine gelişiyor. Bu noktadan yola çıkarak, bir haletiruhiye, bir atmosfer, bir look ve sonunda bir tavır yaratıyorum. Çoğu zaman koleksiyonun kendisinden önce yapacağım kampanyayı kafamda oturtmuş oluyorum. Sanırım fotoğraf çekimlerinin sanat yönetmenliğini yapmayı sevmemin nedeni de bu. Böylece sürecin başında hayal ettiğim sahnenin atmosferini hikayesini kendi yazdığım filmim yoluyla paylaşabildiğimi hissediyorum. Az önce de konuştuğumuz gibi her parça benim filmimin kostümleri olmak için tasarlanıyor ve böylece insanlara tasarımlarımın tüm detaylarını izleme fırsatı veriyorum. Ve ancak tüm parçaların renkleri, doku ve formları, yarattığım film karakterleri tarafından giyildiğinde tatmin olabiliyorum. Peki ürünlerinizi satın alanların memnuniyeti? Mesela Türkiye’den nasıl geri dönüşler alıyorsunuz? Geri bildirim almak gerçekten işimin önemli bir parçası. Herkesten olabildiğince yorum almaya çalışırım, müşteriler, satış ekibi... Herkesin fikrinin çok önemli olduğunu ve bana bir şeyler katacağını düşünüyorum. Türkiye’den gelen tepkiler ise beni çok memnun ediyor. Üç senedir shopigo.com sayesinde bu pazardayız ve çok iyi bir iş birliğimiz olduğuna inanıyorum. Unesco’nun İyi Niyet Elçileri arasında moda dünyasındaki iki isimden birisiniz. Bu minvalde moda dünyasının farkındalığını

nasıl buluyorsunuz? Unesco İyi Niyet Elçisi seçilmemin nedeni Brezilya’da hayli popüler olan şiddet karşıtı ve gelenek temalı tişörtleri üretmemizdi. Hala da Unesco’nun Globo Televizyonu ile yıllık olarak gerçekleştirdiği Criança Esperança projesi için tişört üretiyoruz. Ben ve kreatif ekibim 1990’lardan beri sosyal ve çevresel olaylar için bir şeyler yapmaya gayret ediyoruz. Moda dünyasının farkındalığını ölçmek bana düşmez, ama umarım ileride barış için tasarlayan daha çok marka ile karşılaşırız. Burada Institute E’den bahsetmek isterim. Kurucusu olduğunuz bu organizasyon en son, İtalya Çevre Bakanlığı ile beraber karbon ayak izlerinin haritası üzerine bir proje üzerinde çalışıyordu. Evet, Institute E, Rio de Janeiro’da kurulmuş kar amacı gütmeyen bir organizasyon. Bahsi geçen proje ise e-fabric adını verdiğimiz özel kumaşları yaratmak üzerine kurulu. E-fabric, tekstil sektöründe bilinçli tüketimi destekleyen, kumaşın ham maddesinin sürdürülebilir olmasına bağlı bir üretim modeli öneriyor. Bu bağlamda ham maddelerin, yenilenebilir ya da geri dönüştürülmüş olması, kumaşın üretim aşamasında doğaya saygılı olması, işçilerin insan haklarına uygun şartlarda çalışması başta olmak üzere birçok safhanın dikkate alındığı bir Ar-Ge projesinden bahsediyoruz. Başka bir deyişle, kumaşları ve materyalleri sosyo-çevresel kriterlere göre geliştiriyoruz. Son olarak, Rio +20 konferansı da dahil olmak üzere Brezilya sürdürülebilirlik konusunda hayli öne çıkıyor. Günümüz şartlarını da göz önünde bulundurursak Amerikan Rüyası yerini Brezilya Ruhu’na bırakıyor diyebilir miyiz? Bence günümüz insanları kadın ya da erkek, şehir hayatının doğayla birleştiği bir yaşam tarzı peşinde koşuyorlar. Her şeyin biraz daha rahat ve sakin olduğu bir yaşam... Bu bakımdan Brezilyalıların yaşam tarzının ideal olduğunu ve doğal bir dengeye sahip olduklarını düşünüyorum. Olabildiğince rahat bir şekilde mutlu, duygusal, seksi ve sofistike insanlar. İnsanların Brezilya’ya geldiğinde bunu daha somut bir şekilde hissedebildiklerine şahit oluyorum. Taze bir kültürüz ve sakin, havalı ve kolay yaşam tarzımızla sunabileceğimiz pek çok şeyimiz var.

XOXO The Mag


29


INTERVIEW/DESIGN

Sarah Lavoine

Perfectly Imperfect

Paris’in çatılarına ve Sacré-Cœur Bazilikası’na bakan ofisinde, rahat, sade ve farklı stillerin ve dönemlerin uyum içinde birbirine karıştığı iç mekanlar yaratıyor Sarah Lavoine; klasik parçalara tutkuyla bağlı ama aynı zamanda yeni şeyler denemekten de çekinmiyor. Lavoine’ın iç mekanlarında, bembeyaz duvarların hemen ardından, ilhamını elbiseler, çiçekler, meyveler ve tablolardan aldığı turkuaz ya da limon sarısı duvarlar ile karşılaşırken, ona olan hayranlığınız da ikiye katlanabilir. röportaj marla günter fotoğraf franco p tettamanti

XOXO The Mag


la boutique sarah lavoine

estetiğimin temelinde stilleri ve dönemleri harmanlamayı çok sevmem yatıyor diyebiliriz. Yarattığım mekanların rahat ve huzurlu olmasını, müşterilerin mekanlarla yakın bir ilişki kurabilmesini ve sanki her zaman onlara aitmiş gibi hissetmelerini istiyorum. Hayat çoğu zaman zorlayıcı, bu yüzden kendi evinde iyi hissetmek önemli.

En baştan başlarsak, aristokrat bir aileye mensup olman, hayat tarzını ve şimdiki zamanını nasıl etkiledi? Sanatçı ruhlu bir ailenin içinde büyüdüm. Birbirinden farklı iki eğitim anlayışının başarılı bir senteziyle yetiştirildim. Annem oldukça katıydı ama hayata dair bilmem gereken en temel şeyleri ondan öğrendim. Kendisi de bir iç mimar olduğu için, tasarıma dair sezgilerimi de ona borçluyum. Fransız Vogue’un Genel Yayın Yönetmenliğini yapan babam ise seyahat etme, farklı kültürlere ve sanata ilgi duyma zevkini aşıladı bana.

Dekore ettiğin alanları çoğu zaman renk seçimlerinle büyütüyorsun. Müşterilerinin senin renk tercihlerine tepkileri nasıl oluyor? Renklerle oynamayı, yeni fikirler denemeyi çok seviyorum ve bu, müşterilerimin de hoşuna gidiyor. Hatta bir süre önce bir şirket beni aradı ve kendi duvar boyası dizilimimi yaratmamı istedi. Hemen kabul ettim. 50 renk oluşturdum. Her rengin -doğru tonu tam olarak yakalayabilmek için- kendi ilham kaynağı var; elbiseler, çiçekler, meyveler, tablolar, fotoğraflar… İki katını dahi oluşturabilirdim!

Tasarım estetiğin o günden bu yana nasıl gelişti? Tasarımı her zaman sevdim ve tasarım estetiğim de, çocukluğumdan itibaren moda endüstrisinin içinde yaşadığım için, sürekli gelişim halinde oldu. Tabii ki beni tanımlayan belli bir stil var ama genel olarak daimi bir evrim içindeyim diyebilirim. Bu anlamda mevcut bilgiyle yetinilmemesi gerektiğine inanıyorum ve yeniliklere her zaman açığım.

Pavillon Vendôme ve Orient-Extrême gibi bazı renovasyon projelerin oldu. Renovasyon projesi yapmanın zorlayıcı tarafları neler? Boş kağıt üzerinde çalışmak mı yoksa var olan bir projeyi yeniden yorumlamak mı daha kolay? Hangi proje üzerinde çalıştığınız fark etmeksizin tasarımın ve dolayısıyla tasarımcı olmanın zorlu bir iş olduğunu düşünüyorum. Çünkü sürekli olarak yeni fikirler denemeniz, bir şeyler icat etmeniz, yeni alanları kafanızda kurmanız ve yeni materyalleri işin içine dahil etmeniz gerekir. Sorunu genellediğimin farkındayım ama benim bakış açımdan ikisi arasında kesin çizgilerle ayrılan bir zorluk farkı olduğunu söyleyemeyeceğim.

Moda dünyasının etkisi altında geçen o günlerden hafızanda neler kaldı? Küçük bir kız çocuğu olarak defilelerin ön sırasında oturabilmek harikaydı. Çok keyif aldım. Yves Saint Laurent şovlarının güzelliğini hatırlıyorum da... Sanırım tasarımlarımda da yoğun olarak kullandığım renkleri ve renklere karşı geliştirdiğim zevki o şovlara borçluyum. Mimar olmaya karar vermen nasıl oldu peki? Mezun olduktan sonra New York’ta bir oyunculuk stüdyosuna gittim ama bana göre olmadığını anlamam uzun sürmedi. Nihayet 24 yaşında mimar olmaya karar verdim ve aslında tam olarak bunun için yaratılmış olduğumu fark ettim.

Genelde kesin bir son teslim tarihi olmaması ve müşterilerin müdahalesi açısından konut projelerini ticari projelerle kıyasladığında ne söyleyebilirsin? Ben ikisini de eşit derecede zorlayıcı buluyorum, çünkü müşterilerin her zaman belirli istekleri oluyor. Her proje ilhamlardan yararlanmamı,

Bir mimar olarak stilini nasıl tanımlarsın? Genel olarak, yarattığın mekanlarla ne gibi hisler uyandırmak istiyorsun? Tasarım stilim samimi, modern ve zamansız... Aslına bakarsan 31


rivoli apartment, fotoğraf francis amiand

kendi sınırlarımı zorlamamı ve yeni fikirlerimi denememi gerektiren yeni bir macera benim için. Bir süre önce kendi butiğini açtın ve ilk mobilya koleksiyonunu piyasaya sürdün. Mobilya tasarlarken nelerden ilham alıyorsun? Seyahatlerimden, gittiğim ülkelerden, müzelerden, gördüğüm bir tablodan veya bir fotoğraftan ilham alabiliyorum... Butiğinin tasarımında tercihlerin ne yönde oldu? Butiğim için, hem yeni ürünlerimi, hem de Paola Nayone lambalar gibi kişisel favorilerimi sergileyebileceğim kadar geniş bir alan tercih ettim. Butikteki mobilya ve ürün çeşitliliği müşterilerimle çalışma stilimi de ortaya koyuyor: Düzenlilik, basit ve dengeli çizgiler... Peki ofisine nasıl bir atmosfer hakim? Ofisim benim sığınağım. Doğal bir ışıkla aydınlanması, Paris’in çatılarına ve Sacré-Cœur Bazilikası’na bakmasıyla ilham verici. Ofisin içi farklı türlerde materyal, kumaş, tahta ve halılarla dolu. Duvarlarda da şu anda üzerinde çalıştığım projelere ait çizimler ve ilham vermesi adına dergilerden kestiğim resimler var. Ayrıca duvarlarımda sanat işleri görmeye ihtiyaç duyuyorum; Fabrice Hyber ve Nobuyoshi Araki’ye ait sanat eserleri şu anda asılı olanlar. A la Française stilini birkaç kelimeyle nasıl tanımlarsın? Zarafet, sadelik, kalite ve sağduyu. Paris’te en sevdiğin yerler neresi? Bu şehirle alakalı en çok neyi seviyorsun? Paris’le alakalı en sevdiğim şey şehrin güzelliği… Yaşadığım yer Louvre ve Musée d’Orsay’ın hemen önündeki Tuileries Sarayı’na oldukça yakın. Çok eşsiz bir yer. Havası dışında her şeyiyle mükemmel! En sevdiklerimi şöyle sıralayabilirim: Restoranlardan Japon restoranı YOKO ve L’Atelier de Joël Robuchon, galeri olarak Kamel Mennour ve mağazalardan yeni konsept mağaza La Compagnie Française de l’Orient et de la Chine ve Saint-Ouen ve Serpette’teki bit pazarları. Metropolden uzaklaşmak için kaçış noktaların var mı? Yurt dışına seyahat etmeyi seviyorum. Afrika, Asya, Amerika… Ama Paris’in hemen dışındaki evim de hafta sonları için vazgeçilmezim.

Çocuklu hayat nasıl? Evim nadiren sessiz kalıyor… Üç çocukla genelde hep canlı. Arkadaşlarımı ağırlamaktan da çok keyif alıyorum. İşine ve özel hayatına ayırdığın zamanı nasıl dengeliyorsun? Eve iş götürdüğün oluyor mu? Ben çocukken, annem çok çalışırdı, kız kardeşim ve ben çok az görebilirdik onu. Korkarım zaman zaman ben de çalışmanın dozunu kaçırıyorum. Neyse ki ofisim evime ve çocuklarımın okuluna çok yakın, istedikleri zaman uğrayıp benimle vakit geçirebiliyorlar. Evdeki vaktimi ise dinlenerek geçirmeyi seviyorum, eve girer girmez ilk yaptığım şey biraz müzik açıp rahatlamak. Bugünlerde baş ucunda hangi kitap duruyor? Belle du Seigneur. Stil olarak kendini nasıl tanımlarsın? Bu sezonda favori trendlerin neler? Modern dönemi çok seviyorum ama maalesef biraz abartılı, bu yüzden de trend’leri takip ettiğim pek söylenemez. Her şeyden önce ‘total look’ görünümünden kesinlikle kaçınıyorum. Zamansız parçaları seviyorum, stilleri ve dönemleri karıştırmayı tercih ediyorum. Bence cesur olmaktan korkulmamalı, farklı renkler ve kombinasyonlar denenmeli. En sevdiğin moda tasarımcıları kimler? Hedi Slimane açık ara en sevdiğim tasarımcı. Her şeyden önce nezaketinden dolayı seviyorum onu. Yıllar önce Emmanuelle Alt sayesinde tanıştık. Zekasına ve yaratıcılığına hayranım. Hedi Slimane’la aynı zamanda yakın arkadaşsınız ve modaya olan tutkunu da biliyoruz. Bir modaeviyle ortak bir projede çalışmayı düşündün mü hiç? Yeni projelerimi planlarken her zaman iç sesimi dinlerim ve stratejik planlamalar yapmam… Şu anda bir sonraki koleksiyonuma odaklıyım ve daha ilerisiyle ilgili bir öngörüm yok ne yazık ki. Hep hayalini kurduğun bir iş birliği var mı? Günün birinde Fabrice Hyber ile çalışmayı çok isterim; çok yetenekli bir sanatçı, ona büyük bir hayranlık duyuyorum.

XOXO The Mag


BONUBON.COM’DAN ÇOK ÖZEL AYRICALIKLAR SEÇKİN RESTORANLAR

SIRADIŞI DENEYİMLER

UNUTULMAZ TATİLLER

LÜKS ARAÇ KİRALAMA

İYİ YAŞAMAKTAN ÖDÜN VERMEYENLERE, SEÇKİN RESTORANLARDAN, SIRADIŞI DENEYİMLERDEN VE UNUTULMAZ TATİLLERDEN ÇOK ÖZEL TEKLİFLER

İYİ YAŞAMAKTAN ÖDÜN VERMEYENLERE 33

LÜKS SPALAR


INTERVIEW/PEOPLE

JIM HOLT

Dünya Neden Var? Jim Holt Amerikalı bir yazar. The New York Review of Books, New Yorker ve New York Times gibi saygınlığından kuşku duymak bir yana önünde eğileceğimiz yayınlara katkıda bulunuyor. Ancak bugün bu sayfaların konuğu olmasının nedeni yazdıklarının nerelerde çıktığından daha ziyade yazarken ele aldığı konular. Dünya ve evren neden var? Evrenin sonu gelecek mi? Size bu iki soru ilgi çekici geliyorsa, bu yıl best-seller olan kitabı “Dünya Neden Var?”ı okumanızı tavsiye ediyoruz. Öncesinde ise ilerleyen sayfalardaki röportajı okursanız faydalı olacaktır. Karanlıktan çıkmak kolay değil (imkansız?) ama bir yerden başlamak lazım. röportaj ali tünay fotoğraf jim holt’un izniyle

XOXO The Mag


seviyorum. Bahsettiğimiz bütün konular, adı geçen disiplinlerin hepsini aynı anda sevmenizi sağlıyor.

Son kitabınızda Arthur Schopenhauer’den bir alıntı var; “Bir insanın zekası azaldıkça varoluş onun için daha gizemsiz ve hayret uyandırmayan bir hale gelir.” Bence bu yaklaşım biraz acımasızca çünkü Schopenhauer’e göre varoluşun gizemi ile alakadar değilseniz, zihinsel bir sorununuz var demektir. Çok adil bir düşünce değil. Son derece zeki ancak bu konuyla ilgilenmeyen onlarca insan tanıyorum. Konuya yaklaşım biraz da dini mizacınıza bağlı. Bazı insanlar, örneğin Wittgenstein, dünyanın nasıl var olduğu konusunda meraklı ve son derece şaşkın, başka insanlar da, bu konuda son derece sakin, konunun kafa karıştırıcı olduğunu düşünmüyorlar ve dünyanın var oluşunu olduğu gibi kabul ediyorlar. Bertrand Russell bu insanlardan biri. Schopenhauer’in demek istediği biraz da şuydu; sadece biz insanlar ölümün geldiğini önceden görebiliyoruz. Dünyanın varoluşu konusunda sorgulayıcı bir tavrı olmayanlar için bile bu konu bence son derece ilgi çekici. Çok farklı alanlara kayabiliyorsunuz. Felsefe, güncel fizik, dini yaklaşımlar… Bizler kesinlikle varoluşumuzun sonsuz olmadığını biliyoruz. Öldüğümüz zaman bir hiçlik içerisinde olabiliriz veya inançlı biriyseniz bu sizin için cennet veya cehenneme gitmek olabilir. Sonuç olarak hiçlik olasılığını kavramlaştırma becerisine sahip olmak varoluş sorununu daha önemli kılıyor.

Varoluş ile ilgili sizin görüşünüze gelince, varoluşun arkasındaki “gizli, kozmik cebir” fikri sizi heyecanlandırıyor gibi... Nobel ödüllü fizikçi Steve Winder şöyle bir şey söylemişti; “Evreni daha iyi anladıkça, her şey daha anlamsızlaşıyor.” Hepimiz insanız ve bir şekilde rastgele olaylar içinde gelişime uğradık. Bir başka konuştuğum bilim insanı Andrei Linde ise yaşadığımız bu evrenin başka bir evrendeki fizikçi bir “hacker” tarafından kurulmuş olabileceğini söylüyor. Bu insan “Tanrı” olmayabilir ve yaptığı iş çok doğru da olmayabilir. Bu nedenle evrenimiz garip bir yapıya ve rastgele özelliklere sahip olmuş olabilir. Matematiksel açıdan baktığımız zaman evren büyük, karmakarışık bir yapı. Kitabın sonunda geldiğim sonuç ise, sonsuz, sıradan, tamama ermemiş, karışık bir evrenin içinde yaşıyoruz. Bu fikir de aslında Oxford Üniversitesi’nden Derek Parfit’e ait. Bu arada, kitap boyunca genelde erkek bilim insanlarıyla konuştuğunu söyleyebiliriz, değil mi? Evet, bu durum kitabı yazma sürecimde pişmanlık duyduğum şeylerden biri. Bir de maalesef, genelde Amerikalı ve Avrupalı akademisyenlerle konuştum. Halbuki konuyla ilgili Orta Doğu ve Uzak Doğu’da da çok zengin bir gelenek var. Sanırım biraz ‘görmezden gelen Batılı’ gibi davrandım. Doğu ve İslami geleneğe haksızlık ettiğimi düşünüyorum. Kitabın zayıf yönlerinden biri bu diyebilirim. Örneğin Kyoto’da önemli bir Budizm okulu var. Hiçlik konusunda ciddi fikirleri olan bir okul. Kitabı orada bitirmeyi düşünüyordum ancak maalesef fırsatım olmadı. Budist bakış açısı çok farklı. Biz varoluşu bir sürü, binlerce, milyonlarca galaksi ve evrenle beraber düşünüyoruz. Bir Budist düşünür içinse varoluş temelde hiçliktir.

Kitabınızın adı “Dünya Neden Var?”. Ancak, bu sorunun cevabını ararken bir başka sorudan yardım alıyorsunuz. Bu soru da “Neden hiçbir şey yerine bir şey var?” Kitabı altı sene önce yazmaya başladığımda biraz önce bahsettiğiniz sorular benim özel entelektüel ilgi alanlarımdı. Ancak kitabı yazarken bütün konuştuğumuz konular Amerikan haber televizyonlarında tartışılır hale geldi ve söz konusu durum açıkçası beni çok şaşırttı. Yeni Ateistler denen bir grup düşünür ortaya çıktı. Grubun içerisinden Richard Dawkins, Christopher Hitchens gibi isimleri sayabiliriz. Saydığım isimler o dönemde dine karşı cephe almışlardı ve ateizmi savunuyorlardı. Ancak bildiğiniz üzere ABD oldukça dindar bir ülke. Toplumun yüzde seksen beşi Tanrı’ya ve ölümden sonra hayata inanıyor. Ateizm üzerine yeni kitaplar basıldıkça ve tartışmalar alevlendikçe, dini kuramları savunanlar “Tamam, bilim Dünya’nın nasıl var olduğunu ve geliştiğini, hayatın nasıl başladığını, canlı türlerinin çeşitliliği gibi soruları cevaplıyor olabilir. Ancak Tanrı’ya inanmıyorsanız, evrenin nereden geldiğini bize nasıl açıklayabilirsiniz?” diye sordular. Yeni Ateistler’in ise buna verecek iyi bir cevapları yoktu. Bazı şeyleri belli noktaya kadar anlatabiliyorlar ama geriye kalan konularda felsefe ve dinin verdiği cevapları veremiyorlar. Varoluş ile hiçlik arasındaki boşluğu bilim dolduramıyor. Bu soruların özellikle ABD gibi, dindarlar ve ateistler arasında tartışmaların olduğu ülkelerde kültürel bir önemi olduğu kesin.

Kitabın yazım şekline baktığımız zaman okuyucuyu olabildiğince sıkmamaya çalışmışsınız. Özellikle son iki bölümü okumak çok zevkli. Aynı zamanda gittiğiniz yerlerdeki yeme-içme deneyimlerinizi de aktarıyorsunuz. Bir sürü insan alkolik olduğumu düşünüyor, biliyorum! Seninle beraber yemek yiyorsak, oturup bir şişe şarap içmem herhalde. Sana da saygısızlık olur. Ancak Oxford’da benden çok daha akıllı bir akademisyenle yemek yerken ve ne dediğini anlamaya çalışırken böyle şeyler olabiliyor. Otele dönüşlerimde de araba kullanmadığım için böyle şeyleri dert etmedim. Bazı insanlar doğal olarak bu detayları okumak istemiyorlar ama ne diyebilirim ki, kendileri bilirler. Ben sadece kitabı soyut yapıdan çıkartarak biraz insana yakın hale getirmek istedim.

O halde, kitabınızdan bir alıntı ile devam etmek istiyorum: “Dindarlar için varoluşun gizemi diye bir şey yoktur. Onlara neden Tanrı’nın var olduğunu sorarsak alacağımız cevap teolojik olarak ne kadar donanımlı olduklarına göre değişir.” Bu cümlenize göre derin, saygın teolojik birikimin varoluşun gizemini çözmeye yardımcı olacağını söyleyebilir miyiz? Evet, bence yardımcı oluyor. Zaten kitabımda da dini bakış açısını incitmeye çalışmadım. Aksine çok ciddiye alarak yer verdim. Bu konuda konuştuğum insanlardan biri de Oxford Üniversitesi’nden din filozofu Richard Swinburne’dü. O muhtemelen şunu derdi ; “Evet, Tanrı varoluşun en basit hali olabilir ama tek başına Tanrı’nın varlığı konuya derinlik getirmiyor.” Sonuç olarak, kimse bu açıklamaları kabul etmek zorunda değil ama benim açımdan kabul etmesem de son derece zihin açıcı olabiliyorlar. Ben fiziği, teolojiyi, kozmolojiyi

Bence bütün o bölümler sizin bilimsel yaklaşımınızı anlamamızı da sağlıyor. Sanırım… Bizler neyiz? Ben varım, sen varsın. Örneğin 5 yaşındaki halinle aynı insan mısın? Nefis verdiğin kararların arkasındaki yapı mı? Yoksa sadece bir illüzyon mu? Bir nevi İngiltere Kraliçesi’ne benzetebiliriz. İktidarda ama hüküm sürmeyen. Bütün bu sorular benim için çok önemli. Aynı zamanda ölüm fikri de çok önemli. Bazı insanlar ileride var olmayacaklarını hayal bile edemiyorlar. Varoluşa karşı tavrınız da önemli. Bazı insanlar varoluşu müthiş bir şans olarak ele alıyor. Woody Allen gibi insanlar ise varoluşu acımasız, karşı koyulamaz derecede kasvetli bir durum olarak görüyor. Yapabileceğiniz en iyi şey, biraz film çekmek, şarap içmek ve seks yapmak gibi... Ben iki görüşün arasında duruyorum. Benim için 35


varoluş bazen olağanüstü güzel bir şey, bazen de son derece karanlık ve kasvetli.

başı olmayabilir. Son olarak şunu söyleyebilirim; sonsuz olsun veya olmasın, evren her durumda son derece gizemli.

Peki, başa dönelim o zaman... Sizin varoluşu anlama yolculuğunuz nasıl başladı? Tetikleyen neydi? Çok inançlı Katolik bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm. Aynı zamanda entelektüel olarak çok meraklıydım. Evimizin yanında bir manastır vardı. Gençlik yıllarımda yavaş yavaş baş kaldırmaya başlamıştım. Tanrı inancına yönelik açıklamalar beni çok tatmin etmiyordu. Bu nedenle felsefe okumaya başladım. Bunların içerisinde de beni en çok etkileyenlerden biri Martin Heidegger olmuştur. Kendisi aynı zamanda Hitler’i de seviyordu ancak “Neden hiçbir şey yerine, bir şey var?” sorusu ilk defa onun sayesinde aklıma düşmüştür. Üniversite yıllarımda ise fizik, felsefe ve din çalışmaları yaptım. Yani, kısacası, doğduğumdan beri bu konu entelektüel olarak beni sardı. Benim için bu konulardan daha ilgi çekici bir şey yok.

Kitaplarınızda ve makalelerinizde, sadece çağdaş filozoflardan değil, aynı zamanda antik dönem filozoflarından ve bilim insanlarından da yardım alıyorsunuz. Varoluş konusunda bu insanlardan biriyle röportaj yaparak bizi aydınlatma şansınız olsa kimi seçerdiniz? Sanırım bu insan Platon olurdu. Platon etrafımızdaki gerçekliğin gerçek olmadığını düşünüyor. Ona göre burası daha mükemmel, zamansız, soyut bir gerçekliğin gölgesi. Bazen etik anlamda bazen matematiksel anlamda söz ettiği nihai, münferit bir yapıdan bahsediyoruz. Varoluşun kendisinden bile daha derin olan bir yapı. Benim çok kuvvetli, anlamlı bulduğum bir yaklaşım.

Kitabınızdaki bir başka ilgi çekici alıntı ise Wittgenstein’ın “Benim dünyam” anlayışı. Siz bu yaklaşıma nasıl bakıyorsunuz? Aslına bakarsan Wittgenstein bunu biraz Schopenhauer’den almış. Kendisinin bu kadar orijinal olmasının nedeni; kendisinden önceki ve hatta kendisi ile çağdaş filozofların yazılarını hiç okumamasıdır. Tek okuduğu Platon ve Schopenhauer’di. Bahsettiğiniz cümleyi yazdığı dönemde daha ziyade Schopenhauer’in etkisi altındaydı. Biliyorsunuz, Wittgenstein dilin sınırlarını göstermeye çalışıyordu. Söz konusu bağlamda varoluş sorununun dil sınırlarının ötesine geçtiğine karar verdi. Bu nedenle varoluş üzerine düşünmenin çok verimli bir çaba olmadığına kanaat getirdi. Ona göre, aslında, böyle bir bilmece yoktu. Bence bu hatalı bir düşünce tarzı. Ah tabii, bu arada ilginç bir şey söyledi. Onun için etik değerleri anlamlandıran üç şey vardı. Varoluşun gizemi, suçluluk duygusu, güvende olma duygusu. Sadece dünyanın ve evrenin neden veya nasıl var olduğuyla değil, aynı zamanda nasıl biteceğiyle de ilgileniyorsunuz. Bu çerçevede sizce dünya ve evren gerçekten sona erecek mi? Elimizdeki en iyi senaryo şu; evren yaklaşık 14 milyar yıl önce büyük bir patlama ile başladı. O günden beri genişliyor. Bundan 10 yıl önce iki senaryo vardı. Ya evren sonsuza kadar genişleyecekti ya da sonunda genişleme yavaşlayacak ve daralmaya başlayacaktı. Son olarak Big Bang’in tersi bir şekilde başlangıç noktasına geri dönecekti. Sonra, ortaya çıktı ki; evren sadece genişlemiyor, aynı zamanda artan bir hızla genişliyor. Dolayısıyla ileride evrenin daralmaya başlamayacağı kesin gibi. Yani uçup gidecek ve böylece diğer galaksileri göremeyecek noktaya geleceğiz. Sadece uçup giderken etrafımızdaki yerel galaksileri görebileceğiz. Galaksiler arasında kalan alan, ışık hızından daha hızlı bir şekilde genişleyecek. Evren için son derece iç karartıcı bir son diyebiliriz. Bu durumda insanlık ne olacak? Güneş yok olsa ve Dünya, üzerinde yaşanılamaz bir hale gelse bile, tahmini 1000 yıl içinde diğer gezegenleri ve galaksileri kolonize edecek bir teknoloji geliştireceğiz. Güneş’in sönmesinden sonra hayatta kalabiliriz. Ancak şu var; esas itibarıyla, bütün evren uçup gidecek ve insanoğlu bundan kurtulabilecek gibi gözükmüyor. Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla içinde yüz binden fazla galaksi olan bir evrenimiz var. Evren çok daha büyük bir sistemin küçük bir parçası olabilir. Birbirinden bağımsız evrenlerin bulunduğu bir sistemden bahsediyorum. Kendi evrenimiz sonsuz değil ama belki bunun dışında kalan evrenler ağı sonsuzdur. Hiçbir sonu veya

Unutmadan sorayım; yeni bir kitap çalışmanız var mı? Şu anda özgür irade, iradenin zayıflığı ve mutluluk konularını işleyen bir kitap üzerinde çalışıyorum. İnsanlık için son derece önemli konular. Bu konuların da varoluş gibi gizemli olduğuna inanıyorum. Malum; mutluluğun doğası bizim için çok önemli ve aynı zamanda klasik felsefi bir konu. Son dönemlerde sinirbilimi sayesinde yeni bulgulara sahibiz. Çok ham bir şekilde de olsa zihnin nasıl işlediğini öğrenmeye başladık. Psikoloji ve sinirbiliminden gelen yeni bulguları geleneksel felsefi kavramlar olan, özgür irade, birey olmak ve mutluluk arayışımızı bir arayan getiren bir kitap olacak. Çok eğlenceli! Aynı zamanda farklı dergilere de yazılar yazıyorsunuz. Sizce dergiler misyonunu doldurdu mu? Yoksa var olmaya devam edecekler mi? Aslına bakarsan okuyarak büyüdüğüm bütün dergiler değişti ve geriledi. Benim de onlarla olan bağım bir şekilde kayboldu. Bu dergiler içerisinde benim için tek istisna New York Review of Books. 1963 yılında basılmaya başlanan bir dergi. Bu dergi için yazıyorum ve onu okumaya da bayılıyorum. New York’un en heyecan verici kişiliklerinden biri olan Robert B. Silvers tarafından yönetiliyor, kuruluşundan bu yana derginin başında. Çok ciddi bir yayın, her konudan dünyanın en önemli insanları bu dergi için yazıyor. New Yorker’ı ele alırsak, ki onlar için de yazıyorum, dergi kesinlikle eskisi gibi değil. Kapağı eskisi gibi değil, baskı kalitesi düştü, makaleler daha kısa. Benzer şeyleri New Republic için de söyleyebilirim. Hala okuyorum, ama kesinlikle eski çizgisinde değil. Genel olarak bu konuda kötümserim diyebilirim. Online olarak okumayı sevmiyorum. Her şeyin basılı halini okuyorum. New York Times hala kapıma geliyor. Her ay dört, beş dergi alıyorum. Dergi okumak daha sakin bir süreç. Son olarak basit bir soru sormak istiyorum. New York’ta favori yerleriniz nereler? Ne yersiniz? Ne içersiniz? New York’ta favori mekanlarım her zaman meydanlar olmuştur. Washington Meydanı, Union Meydanı ve Madison Meydanı kesinlikle ABD’nin en hareketli, en heyecanlı noktaları. Ayrıca eski filmleri izlemeyi seviyorum, dolayısıyla, sinema salonları benim için önemli. Kitapçıları çok seviyorum. Ama sayıları gittikçe azalıyor. Bu arada Manhattan’da yaşıyorum, ama duymuşsunuzdur, bütün olay Brooklyn’e dönmeye başladı. Brooklyn’de her şey çok hareketli. Yeni restoranlar açılıyor, hayat canlı... Manhattan, bu yüzden, kendini biraz eskimiş ve burjuva hissediyor. Araba kullanmıyorum. Aynı yerlere sürekli gidiyorum. Biraz sıkıcıyım. New York dışında ise Paris’i seviyorum.

XOXO The Mag


Move youR lee Premium quality denim in motion

37


INTERVIEW/MUSIC

GOLDFRAPP

Düşler vE HİKAYELER Hayatınızı 260 sayfalık bir romana indirgediğinizde ve içinizden çıkıp farklı

biri olarak bu romanı okuduğunuzda, kendinizi kaptıracağınız hikayelerle karşılaşmak isteyebilirsiniz. Ya da, başkalarının hikayelerine misafir olarak kendinizinkini zenginleştirebilirsiniz. Biz de, elimizdeki fırsatı değerlendirip, Alison Goldfrapp’in dünyasına konuk olduk. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraflar annemarieke van drimmelen

XOXO The Mag


seansı gibi. Peki albümü hazırlarken sinemadan hiç ilham aldın mı? Şu an özel olarak film ismi veremesem de, hem müzikal hem de estetik olarak sinema benim için her zaman büyük ilham kaynağı oldu. Önceki albümlerimde olduğu gibi Tales of Us’ta da yoğun bir sinematik hava ve etkileşim var. Direkt olmasa da satır aralarında bunu hissetmek mümkün diye düşünüyorum.

Şu anda elimizde tüm karanlığıyla son albümün Tales of Us var. Biraz albümün yaratım sürecinden bahseder misin? Bu albüm aslında Felt Mountain ile benzer DNA özelliklerini taşıyor, tek farkı, dediğin gibi, birazcık daha karanlık oluşu. Albümü yazmadan önce Felt Mountain döneminde hissettiğim atmosferi ve sound’u yeniden keşfetmek istedim. Bu keşfin beni daha güçlü duygulara yönlendireceğinden emindim. Müziğin içinde artık daha çok alan olduğu kesin. Fakat ben bu durumu basite indirgeyerek, denenmiş bir formülü, farklı bir hissiyatla ve kesinlikle özünü koruyarak yeniden yaratmak istedim.

Lisa Gunning ile birlikte albüm için, bahsettiğimiz bu film noir hissini de oldukça destekleyen inanılmaz bir tanıtım videosu hazırladınız. Biraz bu videoların hikayesinden bahseder misin? Albümdeki beş şarkı için beş kısa film çektik. Sonra hepsinden sekanslar alarak bir araya getirdik. Bir tam film gibi görünse de, farklı kısa filmlerin bir araya gelmiş hali aslında. Bu yılın sonunda ise kısa filmlerin hepsini -toplam 30 dakika tutuyor- çeşitli Avrupa film festivallerinde gösterme planımız var.

Goldfrapp’in kendisi olarak en çok hangi şarkın ile hatırlanmak istersin? İnan, bilmiyorum. Hepsinin benim için ayrı hikayeleri var ve birini diğerinin önüne geçirirsem haksızlık etmiş olurum. O yüzden bu benim için gerçekten cevaplaması zor bir soru.

Yaratıcı bir insan olarak, tasarım, müzik, moda, sanat gibi başlıklar sana ne ifade ediyor? Sanatın farklı dalları üretim sürecine katkı sağlıyor mu? İnan, ilgi alanlarım o kadar fazla ki... Kıyafetleri çok seviyorum, modayı çok seviyorum. Trendleri çok iyi takip edemesem de nasıl göründüğüme önem veriyorum. Yaratıcı işleri bir bütün olarak düşünmek bana daha doğru geliyor. Yani bir moda tasarımcısını çağdaş sanatla uğraşan bir sanatçıdan ayırmıyorum. Bu şekilde de etrafımda olan biten tüm yaratım süreçlerinden sınıflandırma ihtiyacı hissetmeden ilham alabiliyorum. Müzik konusunda ise, istersen bana e-mail adresini ver, sana kısa bir kitap göndereyim.

Tales of Us’ın üzerinde çalışırken aldığın en zor karar neydi? Konsepti kafamda oturtmak için çok bekledim ve sonunda cesur olmaya karar verdim. Bir şarkıyı alıp içine sayısız ses ekleyebilirsiniz basitçe ve ben bunu yapmamaktan gerçekten zevk alıyorum. Albümdeki sadeliğe bayılıyorum. Bazı noktalarda sadece gitar ve yaylıları kullandık, ki bu da bizim için yeni bir durum. Olaya bu noktadan baktığımda aldığım en cesurca karar bu oldu ve sonuçlarından da oldukça memnunum. Yeni şarkılar yazmak her zaman bir meydan okumadır benim için. Bazı günler çok kolay, bazı günler ise tahmin edemeyeceğiniz kadar zor gelebiliyor. Bir gün her şeyinizi veriyorsunuz, bir başka zaman ise kendinizi çok alakasız bir şeye kafa patlatırken bulabiliyorsunuz. Böyle anlarda da daima kendimi zorluyorum ve bir noktada istediğim düşünce seviyesine geliyorum.

Gelişen ileri teknolojilerin müziği etkilediğini düşünüyor musun? Şu an geldiğimiz seviyeyi düşündüğümde, herkesin kolayca evinde oturup müzik yapabiliyor olmasını olumlu buluyorum. Fakat teknolojinin elinin altında olması maalesef iyi bir fikrin olduğu anlamına gelmiyor, ki bence hala en önemlisi önce sağlam bir fikrin olması. Bu noktada sanılanın aksine, teknolojiyi iyi kullanabilen değil, fikri olan herkes müzik yapabilir.

Kanımca Tales of Us, Goldfrapp’in en karanlık albümü. Öte yandan senin de şöyle bir ifaden var: “Albümü yazarken kendimi en mutlu olduğum yerde düşledim.” Kendini huzurlu hissettiğin bir anda karanlık sözler ve melodiler yazabilmenin yarattığı kontrastı biraz açıklayabilir misin? Bir parça karanlığı, hayalet hikayelerini ve korkuyu her zaman sevmişimdir. Sıra dışı oldukları için ilginç, ilginç oldukları için de eğlenceli bence. Bir çeşit fantezi dünyasında yaşamak gibi. Eğer en derinlerde gerçekten mutlu hissediyorsan, araştırmaya ve keşfetmeye daha açık oluyorsun. Depresiflik durumu ve mutsuzluk hali, huzurlu ve mutlu olmaktan çok daha yoğun hisler, kendini bunun içinde kaybedip ilerleyememek daha olası. Bu nedenle ne yönde bir yaratıcılık sergiliyor olursan ol, öncelikle kendini en huzurlu olduğun yere taşıman gerekiyor.

Madem teknoloji ve fikir üzerine konuşuyoruz, o zaman ikisine birden sahip olan Daft Punk’tan bir örnek vermek istiyorum. Bir röportajlarında, “İnsanların hala yaptığımız işler için çılgına döndüklerine inanamıyoruz. Belki de rüya görüyoruz, ama durum böyle görünüyor.” demişlerdi. Peki sence insanlar neden hala yaptığın müzik karşısında çılgına dönüyor? Çok açık söylüyorum, hiçbir fikrim yok. Belki sürekli değişim içinde olmamız, belki sürekli yeni bir şeyler üretiyor olmamız, belki sadece bir sonraki adımımızı merak ediyor olmaları, belki de hepsi, belki de hiçbiri.

O zaman kendini en yaratıcı hissettiğin anlar mutlu olduğun zamanlar diyebilir miyiz? Eğer kendimi gerçekten mutsuz hissediyorsam elimden hiçbir iş gelmiyor. Dikkatim dağılıyor ve motivasyonum kayboluyor. Bu haldeyken çalışmak ise imkansız benim için. Mutluluk genel bir ifade aslında, daha özele indirgeyecek olursak; fiziksel olarak rahat bir ortamda bulunmak ve özgüvenimin yüksek olduğu zamanlar en yaratıcı olduğum anlar diyebilirim. Bu iki ruh hali arasında çok ince bir çizgi var aslında, tatlı bir denge.

Belki de insanlar seninle müzik dışında farklı bir bağ kurabiliyordur. Bu şekilde düşünmek rahatlatıcı. Ben sadece, kafamdakileri ve hissettiklerimi insanlara aktarabilmek için en doğal yöntemi buldum; bu da müzik. Hiçbir zaman resim yapmayı veya yazar olmayı düşünmedim. Müzik tamamen kendiliğinden oluşan bir yol oldu benim için. Kim bilir, belki de insanlar bu samimiyeti hissedebiliyordur.

Tales of Us’ı baştan sona dinlemek bir saatlik film noir izleme 39


INTERVIEW/FASHION

Petter Klusell

Mauritz Archive

Hızlı beğen, çabuk tüket ve arkana bakmadan yeni trendlere doğru yol al. Fast fashion markalarının el kitabında ilk kural olan bu önermeyi H&M bir kalemde siliyor ve geçmişe gidiyor. Kısa süre önce erkek giyim departmanının baş tasarımcısı olan Petter Klusell hızla gerçekleştirdiği zaman yolcuğundan elinde bir dergiyle dönüyor ve gördüklerini Mauritz Archive adını verdiği kapsül koleksiyonla anlatıyor. röportaj linda kocabıyık fotoğraf h&m’in izniyle

XOXO The Mag


h&m mauritz archive 2013

Sinema, Tiyatro ve Kültürel Teori okuduktan sonra nasıl oldu da tasarım endüstrisine dahil olmaya karar verdin? İlk olarak Stockholm’de, tiyatrolar ve filmler için kostüm tasarımcısı olmak amacıyla terzilik okuluna başladım. Modaya her zaman bir ilgim vardı ve yeni eğitimime başladığım ilk aylarda, asıl gitmek istediğim yolun moda olduğuna karar verdim.

kıyafetler. Bunlar bizim alışılagelmiş çeşitliliğimiz içerisinde zaten halihazırda bulunabiliyor, fakat H&M’in bu alanda bir geçmişi de olmasından hareketle, bu hikayeyi şimdi anlatmak ve anlatırken de hazır giyim üzerine bir koleksiyon hazırlamak ekstra ilgi çekici ve eğlenceli bir hal aldı. Tasarım sürecinden biraz bahsedebilir misin? Koleksiyonu oluştururken ne gibi sorunlarla karşılaştın? Her şey Mauritz Widforss’un geçmişte nasıl gözüktüğüne dair oldukça kapsamlı katalog ve görsel araştırmaları ile başladı. Araştırmalarımızı internet üzerinden, antika dükkanlarından, İsveç Ulusal Kütüphanesi’nden ve benzeri diğer kaynaklardan gerçekleştirdik. Aynı şekilde, kumaş ve detaylar için vintage hazır giyim sektörünü de detaylı olarak inceledik. Aslında bizi en çok zorlayan, bu materyal üzerinden, geçmişe yönelik referansları kaybetmeden oldukça modern ve şehirli görünümlü bir koleksiyon yaratmak oldu, diyebilirim. Sonuca ulaşmak adına, ince ve yer yer kırpılmış silüetler dahilinde minimal bir görünüm kullandık. Geçmişten etkilenmiş ama son tahlilde oldukça modern.

Peki, her şeyin başlangıç noktasına, 45 yıl öncesine dönüp, bir arşiv koleksiyonu oluşturmaya nasıl karar verdin? Tarihe genel olarak bir ilgim var ve 11 yıl önce H&M’de işe başladığımda, tarihi hakkında araştırmamı yapmıştım bile. Erkek giyiminde; outdoor’a, fonksiyonelliğe ve hırpani görünümlere karşı yükselen bir trend var. Birkaç yıl önce bir antikacıda eski balıkçılık/ avcılık dergilerine rastladım. İlk başta sadece genel bir araştırma için aldıysam da, içerisine göz atarken Mauritz Widforss isimli bir şirketin reklamını gördüm. H&M açılımında geçen Mauritz’in bir çeşit outdoor şirketi olduğunu önceden biliyordum. Ancak bağlantıyı netleştirmek için daha derin araştırmalar yaptım ve sonuç olarak aynı şirket olduğunu öğrendim. Sonrasında bu hikayeyi, en iyi yaptığımız şeyle, bir koleksiyon hazırlayarak anlatmanın ilginç bir fikir olabileceğini düşündüm.

Geçmişi tekrar canlandırmak adına aslına uygun, özel kumaşlar kullandın. Peki, bu kumaşları bu kadar özel yapan neydi? Bu, aslında, koleksiyonun hem geçmişi canlandırabilmesi hem de fonksiyonel olması açısından farklı bir seviyeye ulaşması için seçtiğimiz bir yoldu. Geriye dönüp 50’lere ve 60’lara baktığımız zaman su geçirmez kumaşlar yaratmanın en yaygın metodunun yağ veya bir tür balmumu kullanmak olduğunu görüyoruz. Tam da bu nedenle, British Millerain ile

Bu, H&M’in marka mirası kartını ilk açışı aynı zamanda. Neden şimdi? Az önce de belirttiğim gibi, erkek modasında outdoor’a ve fonksiyonelliğe güçlü bir yönelim söz konusu. Kısa ve kalın yün kazaklar, ekose gömlekler ve dayanıklı dış giyim ürünleri erkeklerin en çok rağbet gösterdikleri 41


h&m mauritz archive 2013

bir iş birliği yapmaya karar verdik. Yün bir blazer da bizim için olmazsa olmazdı ve Abraham Moon & Sons’da bulduğumuz kumaş ise tam aradığımız hırpani, tüvit kumaştı. Koleksiyondaki favori parçaların hangileri? Bisiklet yaka jakarlı Shetland kazak kişisel olarak en bayıldığım parça. Belki biraz kaşındırıyor ama çok sıcak tutuyor. Üzerindeki desenler, araştırmalarımız sonucunda bulduğumuz 1950’lerden kalma yün bir çorap görselinden. Bir değişiklik yapıp, bu deseni kazak üzerine yorumladık. Mumlu pamuklu kumaştan ürettiğimiz ceket de oldukça eşsiz bir parça. Su geçirmez bir yapıya sahip ve birçok cebi olması açısından çok pratik. Aynı zamanda daha sıcak tutması istenirse kullanılabilecek ve tek başına da giyilebilen bir astarı da bulunuyor. Tasarımlarını yaparken kafanda canlanan şehirli erkek profilini biraz anlatır mısın? H&M ile ilgili çok sevdiğim bir diğer konu da tam bu. Yaptığınız tasarımları her tarzdan erkeğin üzerinde görebiliyorsunuz ve bu gerçekten de oldukça eğlenceli. Mauritz Archive Koleksiyonu ile de inanıyorum ki, hem modayı bilinçli tüketen, hem de daha çok pratikliğe önem veren ve iyi görünmek isteyen erkeklerin ilgisini çekeceğiz. Erkek giyiminde en sevdiğin dönem hangisi? Çok güzel bir soru ama aynı zamanda tüm dönemlerin kendine ait yaklaşımları olduğunu düşünürsek, cevaplaması da oldukça zor. 90’lı yılların spor giyimdeki cazibesi ve 50’li yılların terzi elinden çıkma görünümü eşit derecede ilgimi çekiyor. Ayrıca, sıklıkla tulum ve üniforma gibi faydacı tasarımlara dönme eğiliminde bulunuyorum. Son 10 yıl içerisinde erkek giyim sektöründe çok sayıda gelişme oldu. Bunun en büyük nedeni, erkeklerin renkler, silüetler ve ince detaylar hakkında artık daha cesur olmaları. Bu da bize daha fazla opsiyon tanıyor. Doğrusu, erkek giyiminin 10 yıl sonra nasıl gelişeceğini görmeyi dört gözle bekliyorum. Aynı zamanda bu sürecin bir parçası olmak benim için çok önemli.

Bildiğim kadarıyla, 2002 yılından beri İsveç’te yaşıyorsun. Moda anlayışın bundan nasıl etkilendi? Aslında 1995 yılından beri Stockholm’de sayılırım. Sadece bir dönem üç yıldan biraz daha fazla bir süre İngiltere’de yaşadım ve 2002’de İsveç’e geri döndüm. Yaşadığın yerin seni bir şekilde etkilediğine inanıyorum. Ancak global bir şirket olarak tüm müşterilerimizin ilgi duyduğu şeyler üzerine yoğunlaşmamız ve onları takip etmemiz gerekiyor. Bu da internet üzerinde epeyce bir vakit harcayarak, farklı dergileri araştırarak ve sıklıkla diğer şehirlere seyahat ederek mümkün olabiliyor. Peki kişisel tarzın, H&M’in moda anlayışı ile örtüşüyor mu? Elbise dolabımın üçte ikisi H&M. Yani kesinlikle çok iyi örtüşüyor! Çalışma ortamın nasıl görünüyor? Düzenli, sıradan bir ofis alanım ve daha çok fikir yaratmak için kullandığım bir ‘yaratıcı’ alanım var. Alan içerisinde bilgisayarlarımız, çizim masalarımız, dikiş makinalarımız ve aynı zamanda müzik, dergi, büyük beyaz bir yazı tahtası, birkaç bitki ve yakında divanla değiştireceğimiz bir koltuk bulunuyor. Son olarak, erkek giyim departmanının tasarımcısı olduğundan beri günlük rutinin nasıl değişti? Son zamanlarda günümün büyük bir kısmı trendleri ve yaşam tarzlarını takip ederek, yenilikler karşısında nasıl davranmamız gerektiğine dair ekibimle derin tartışmalar yaparak geçiyor. Genel olarak çalışma sistemime baktığımda aslında bölüm tasarımcısı olmak, konsept tasarımı yapmaktan pek de farklı değil. Sadece, çözmen gereken problemlerin daha genel bir hale geldiğini söyleyebilirim. Esas olarak, neler olup bittiği konusunda daha da derine bakman gerekiyor. Şu an yaptığım şeyi yapabiliyor olduğum için çok şanslıyım. *Mauritz Archive koleksiyonunu İstinye Park, Brandium ve Ankara Armada H&M mağazalarında bulabilirsiniz.

XOXO The Mag


43


INTERVIEW/Magazıne

Kevin Braddock

Sleeky Business

Her şey gibi dergiler de yaşlanır, kabul edelim. Ve bağımsız bir dergi için 11 yıllık bir ömür hiç de hafife alınacak bir süre sayılmaz. Arayışın hiçbir zaman son bulmadığı, hatta her şeyin bu arayış üzerine kurulduğu bir camiada, değişim de kendiliğinden gelir. Bu da -naçizane- ikinci kabulümüz olsun. 2002’de Hamburg’da doğup 2005’ten beri Berlin’de ikamet eden Sleek de, hatırı sayılır geçmişine saygıda kusur etmeden, geçtiğimiz yıl bir değişiklik yaptı ve Genel Yayın Yönetmeni ünvanını atfettiği Kevin Braddock ile yola devam etme kararı aldı. Biz de Sleek’teki değişimleri uzaktan takip etmek yerine aklımızdakileri sorulara döktük. Neyse, kısa tutalım, 19 yıllık Londra geçmişinden sonra Berlin’de ikinci yılına giren Braddock, bu ayın dergi yöneticisi konuğu olarak huzurlarınızda. röportaj serap gecü fotoğraf maia beyrouti

XOXO The Mag


37

37

s P r i n g 2 0 13

9783940663214

9783940663214

S p r i n g 2 0 13

Faking The Folk pT.

II

Love

pluS Talia Link Takashi Murakami Jim Shaw / Christian Wijnants Kenneth Anger / Steven Claydon New Romantics / Robert Montgomery Francesca von Habsburg

n.

37

Spring 2013

n.

D 8€

A11€

CH18 CHF

I 12€

F 12€

ESP 12€

BENELUX 11,20 €

DK 110 DKR

UK £ 9,50

USA/oTHErS US$ 15

II Love PT.

37

Spring 2013

Faking the Folk Plus

Takashi Murakami / Christian Wijnants Kenneth Anger / Talia Link Steven Claydon / Jim Shaw New Romantics / Robert Montgomery Francesca von Habsburg

D 8€

A11€

CH18 CHF

I 12€

F 12€

ESP 12€

BENELUX 11,20 €

DK 110 DKR

UK £ 9,50

USA/otHErS US$ 15

Birçok derginin endüstride eksik kalmış bir şeylerin boşluğunu doldurabilmek amacıyla kurulduğunu göz önünde bulundurarak soralım, Sleek diğer dergilerin sunmadığı ne sunuyor? Dergide, kavramsal olana doğru yönelim gösteren high-end modaya yer veriyoruz. Sanata gelince, sürekliliği olan bir dil kullanan detaylı içerik üretiyoruz –bizimle aynı frekanstaki okur kitlesiyle ortak bir estetik dil üzerinden konuşuyoruz. Kuşkusuz, sanat ve moda birbirini besleyen alanlar, ve dergi olarak, Berlin’de ana kesişim noktalarından birindeyiz. Kreatif ve kavramsal olan arasındaki denge esas odağımızı oluşturuyor. Elbette ki Sleek bir tüketim nesnesi, hayatta kalabilmek için iyi satmaya ve reklam almaya ihtiyacımız var, ama aynı zamanda modanın ve sanatın en yeni ve en şaşırtıcı ifadelerine matbu olarak yer verebilmek iştahımızı kabartıyor.

Londra’dan sonra Berlin’de hayat nasıl? Az da olsa Berlinli gibi hissetmeye başladın mı? Berlin inanılmaz bir yer, şimdiye kadar harika insanlarla tanışma ve çalışma şansım oldu. Dürüst olayım, Londra’da 19 yıl yaşadım ve hiçbir zaman gerçek bir Londralı gibi hissetmedim, o yüzden Berlinli gibi hissetmek için biraz daha zamana ihtiyacım var sanırım. Sleek’i Annika von Taube’den devralmanın üzerinden bir yıldan fazla bir zaman geçti. Gidişat nasıl? Çok iyi, her şey daha iyiye gidiyor ve hayal ettiğimiz sonuca giderek daha fazla yaklaşıyoruz. Seninle beraber dergide, doğal olarak, pek çok değişiklik oldu. Bunların arasında en çok hangilerini önemsiyorsun? Esas nokta derginin içeriğini nasıl ele aldığımızdı. Biliyorsun, Sleek her sayıda, -Kiss & Tell, Fake/Folk gibi- iki temayla çıkıyor. Benden önceki editoryal ekipte derginin tüm içeriğinin bu temalara bağlı kalması gibi bir zorunluluk vardı. Bu bana biraz kısıtlayıcı geldi, çünkü harika bir fikriniz de olsa tema dışı olduğu için dergiye giremiyordu. Bu yüzden, kapak konusu için Assignment diye özel bir bölüm ayırmaya karar verdik. Böylelikle bizi heyecanlandıran farklı sanat ve moda konularını derginin diğer bölümlerinde işleyebiliyoruz. Aynı zamanda, günümüzde dergilerin uluslararası bir perspektif edinmeleri gerekiyor, biz de içeriğimiz üzerinde bu anlamda çok çalıştık, dünyanın dört bir tarafında moda çekimleri yaptık, Londra’dan, Meksika’ya ve Tokyo’ya pek çok yerden başvurular aldık. Son olarak, derginin “Magazine For Art and Fashion” olan konumlandırmasını “Fashion Now - Art Forever” şeklinde güncelledik, ki böylesi kulağa daha heyecan verici geliyor.

Klişe bir soru olacak ama, bağımsız bir dergide çalışmanın zorlukları neler? Aslında -bağımsız veya ana akım- herhangi bir yayın organının yaşayabileceği sıkıntıları yaşıyoruz biz de. Endüstri çok hızlı değişiyor, nakit akışları eskiden olduğu gibi değil ve işin doğrusu çok az yayıncı dijitale matbunun ne şekilde karşılık vermesi gerektiğini çözebilmiş durumda. Diğer taraftan, “matbunun sonu geldi” argümanına hiçbir zaman inanmadım, ve 15 yıl öncekine göre daha küçük ölçekte ve kısıtlı bir alanda olsa da matbu kültürünün canlılığını hala koruduğunu düşünüyorum. Ben de bunu soracaktım. Dijital ve matbu yayınlar arasındaki hiyerarşiyle ilgili ne düşünüyorsun? Senin de bahsettiğin gibi, genel kanı matbu yayınların yok olacağından ve tüm yayınların dijitale döneceğinden yana. Bunu bir hiyerarşi gibi görmüyorum, ama elimize alabildiğimiz, tutarlı ve iyi bir yayının yerini online bir içeriğin tutabileceğine kesinlikle inanmıyorum: Grafik tasarım ve dergi sayfalarını bir arada tutacak yapıştırıcı olmadan içerik sadece basit bir hikayeler toplamı olmaktan öteye gidemeyecektir, ya da internet gibi sınırsız olacaktır. Matbu bir derginin ön ve arka kapakları ise görsel ve yazınsal bir deneyimin iki ucundaki kitap destekleridir. Moda hikayesi X ile sanat hikayesi Y’yi bir araya getiren nedir? İşte bu ancak matbu bir yayının çok iyi yapabileceği bir şeydir.

Bu arada derginin tasarımını da yenilediniz. Hatta son iki sayıda tamamen yepyeni bir tasarımla karşılaştık. Sleek’in, aradığı görüntüye nihayet ulaştığını düşünüyor musun? Bu yılın başında tasarım ekibinin başındaki Willem Stratmann’ın ayrılmasından sonra ekibe Mario Lombardo dahil oldu. Estetik ve grafik vizyonları doğal olarak birbirinden farklı. Şu anda en önemli şey dergideki bölümlerle ve navigasyonla ilgili netleşmiş olmamız. Zira görselliğiyle öne çıkan pek çok dergi, hikayelerin sunumu ve genel yapılandırma konusunda tutarsızlık yaşıyor. Biz şimdilik bunu oturtmuş durumdayız, ki bu da içeriği konumlandırma anlamında eskiye göre çok daha net olduğumuz anlamına geliyor.

Sleek’ten önce The Face ve İngiliz Esquire geçmişin var. Ayrıca zaman zaman farklı yayınlara yazı desteği verdiğini de biliyoruz. Şu anda Sleek dışında katkıda bulunduğun yerler var mı? Evet, Esquire’ın İngiltere edisyonu, Wallpaper ve diğerleri için, zihnim el verdiğince bir şeyler yazıyorum. Henüz yolun başındaki bağımsız dergiler için de yazmayı seviyorum, Berlin’den Flaneur bunlardan biri,

Dahası, yine son iki sayıdır, iki farklı kapakla çıkıyorsunuz. Bu da kalıcı bir değişiklik mi? Evet, biri sanat biri moda için iki farklı kapakla çıkıyoruz artık. Bu da Mario Lombardo’nun ve ekibinin getirdiği bir yenilik –geçmişe bakıyorum da, bunu daha önceden neden denememişiz, bilmiyorum. 45


in season

in season fake / folk

50

51

The search for quietude in a time of Baroque Consumerism, beards and Barbour jackets versus The X Factor and Starbucks, Mumford & Sons as music’s equivalent to artisanal bread: is FOLK the answer when everything’s got too FAKE? Or is the Twenty-First Century’s new folkiness just another kind of inauthenticity? “The search is on to find a new soul for a century,” wrote Richard Benson in The Face magazine in 1999 – and here the British author and journalist reprises his far-sighted essay exclusively for Sleek.

132

i F bruce hi gh Q ual i t Y d i d n ot e xi st,

it would be necessary to invent HiM art, activisM and education tHe bruce HigH quality foundation way text — francesca gavin

BRUce hiGh QUalitY FoUnDation “Self PorTrAiT (The BruceS)”, 2001–2012 3

sleek 8

Shadow box, mixed media 41.91 x 33.02 x 8.89 cm courtesy contemporary Fine arts Photo: oto Gillen

New Yorkers have a thing about conceptual art collectives. Gorilla Girls, colaB, art club 2000 and the Bernadette corporation paved the way, but the Bruce High Quality Foundation are the most contemporary manifestation of this group mentality. When they originally emerged a decade ago there was an element of petulant teenage humour in their approach to art making. This was partly due to the subversive political angle of their works and perhaps exacerbated by their relationship with dealer Vito Schnabel (Julian’s son), who dragged the rich and famous to their openings. A decade on, however, BhQF are proving themselves to have substance behind the stunts. the pseudonymous collective bubbled up in 2004, allegedly around a group of Brooklyn-based Cooper Union graduates who joined together to make a giant plaster head and audition for gallerist Jeffrey Deitch’s “Artstar” reality TV show. From the start their work was an obvious critique of the mechanisms and structures of the contemporary art world. The “art by committee” they have created since has included

films, collages, paintings, performance lecture, installations, blowup sculptures, alternative bienniales and an art school. “In most ways the Foundation is still forming itself. It has been important for us to never pin it down, to never say explicitly that it is one thing. We rely on the mystery to help guide us. Anonymity is a tool that allows us to change,” they explain by email from New York (a face-to-face was obviously out of the question). “We don’t really think of ourselves as a collective. We think of it as a Foundation, both in its institutional framework, and in its capacity to ground a practice, to provide a base for the building of the new.” BhQF base their practice around a fictional artist, one “Bruce High Quality”, setting themselves up as a foundation to honour the history of the artist who died during 9 / 11. “We needed a character, a namesake. We needed a myth. Actually, we only needed the idea of the myth. There are no stories about Bruce High Quality. There is nothing known about him beyond the fact that he died. Everything we do is to preserve his legacy, but the legacy is based on

nothing. Bruce is a ruse that provides us a framework for thinking through what we do.” The group state 9 / 11 as the date when they began to create work – and there is obviously a political significance to its date as well as their use of twin towers imagery in their work. “it’s a historical marker, the moment america lost its innocence, it’s our generation’s assassination of JFK or MLK or RFK,” they suggest. “In truth we don’t know what it means. It’s just the truth.” other more obvious political works have included an installation based on a BP gas station, where an illuminated scale model was powered by limes and lemons which disintegrated over the course of the exhibition and were eventually sanitised in a “toxic clean-up performance.” They have reworked the blow-up rat sculpture which used to represent scabs (workers who break a picket line) at union protests into talking sculptures. “the Bruce high Quality Foundation is a social sculpture – it’s literally a work of art constructed from the relationships between people. in that sense, politics are inevitable,” they enigmatically observe.

Before politics in the wider sense, however, BHQF’s work is more about the politics of the art world. Much of their work draws on, plays with, prods, reimagines and recreates art historical references. At times literally – performance reconstructions of Robert smithson’s “Floating Island” drawing and Géricault’s “The Raft of the Medusa”, for example. At other times this is physical, such as the dumb but enchanting “Public Sculpture Tackle” (2007) where a BHQF member threw himself on to and climbed over Manhattan’s public sculptures. Meanwhile their 2009 performance lecture, which parodied Joseph Beuys’ “How to Explain Pictures to a Dead Hare”, was where they raised the question of imagining an alternative art education system. around that time, Bruce high Quality Foundation first set up their own free university. It ended up disbanding after two years but returned in a more established, larger and much more resonant form on September 11 2012. This was during the background of the protest and votes of no confidence at Cooper Union, where its

3

sleek 8

3

3

Pt II

Sleek 7

133

Sleek 7

fake / folk JAMES IRELAND Point A to point B, then back again. Collect point C and then back again. Point C is an image of the space between points A and B. On returning from point B to point A you look at point C at exactly half way between points A and B, 2007

167

Image courtesy the artist and Art on the Underground, Transport for London

White top and shorts: MARNI Sunglasses: ACNE STUDIOS 3

Sleek 7

eski bir stajyerimiz çıkarıyor. Bir de Hole & Corner var Londra’dan, yıllar önce Arena’da birlikte çalıştığım iki çocuk çıkarıyor. Bir yandan da Manzine’in kurucularındansın. Kendi dergini çıkarma deneyiminden biraz bahseder misin? Manzine’i beş sayı çıkardık ve istediğimiz şeyi başardık, bu yüzden bir sonraki adımımızın ne olacağına karar verene kadar, şimdilik dergi uzun bir izne ayrıldı diyebilirim. Manzine’in arkasındaki ana fikir, özünde, halihazırdaki erkek dergilerine bir alternatif sunabilmekti, ki biliyorsun bu dergilerin çoğu James Bond’a özenen erkekler için hazırlanmış alışveriş listeleri olmaktan öteye geçmez, biz de bunun yerine modern maskülen deneyimle ilgili farklı bir şeyler sunabilen, yalın, içten ve bazen de nüktedan bir yayın yaratmaya çalıştık. Harika bir deneyimdi, her şeyin en başta hayal ettiğiniz şekliyle gerçeğe dönüştüğünü adım adım izlemek ve bütün süreçten keyif almak benzersizdi. Goldsmiths yıllarına dönersek; yayıncılık sektörüne girmek o zamanlarda aldığın bir karar mıydı? Evet, hatta ilk röportajımı da o günlerde hayranı olduğum jazz üstadı Roy Ayers ile yapmıştım. Konserine gitmiştik, ara verildiğinde tanışmak için yanına gittim, o da bana, “Kev, neden okul dergisi için benimle röportaj yapmıyorsun?” diye sordu. Ben de yaptım, ve böylece başlamış oldu her şey. Ardından, bir süre, Londra’daki müzik dergileri için freelance çalıştım. Daha sonra şansım yaver gitti ve The Face’te konular editörü olarak çalışmaya başladım, ki gerçekten şahane bir yerdi. Dergide sıradan bir iş günün nasıl geçiyor? E-mail - kahve - toplantı - öğle yemeği - e-mail - kahve - toplantı - ev. Biraz detaya inersek, modaya ve sanata ilişkin içeriğin dağılımının yapılması ve editlenmesi, advertorial’lar için yayıncı ekiplerle çalışmak, tasarım ekibiyle derginin sayfa düzeni üzerine tartışmak gibi işlerle meşgul oluyorum. Sleek yaklaşık üç aylık bir zaman aralığında hazırlanıyor, dolayısıyla her şey aslında baskıdan önceki son birkaç haftada şekillenmiş oluyor. Sleek’ten önce genelde, yoğunluğun kesintisiz sürdüğü aylık dergilerde çalıştım. Şimdi yaptığımız şeyler üzerinde daha fazla düşünme ve durup nefes alma şansım var.

Hair and make-up: STELLI with products by TOM FORD Photographer’s assistant: PASCAL GAMBARTE Fashion assistant: ULI SEMMLER Model: DENISA DVORAKOVA at MODEL-MANAGEMENT.DE Retouching: PX1 / WWW.PX-GROUP.DE Thanks to SAX STUDIO MUNICH

Dergiye nelerin girip nelerin girmeyeceğine nasıl karar veriyorsunuz? Sleek’te tipik bir içerik toplantısını tarif eder misin? Üretim sürecinde sık sık içerik toplantıları yapıyoruz, daha sonra editörlerin, tasarım ekiplerinin ve yayıncının katıldığı bir toplantıda kapaklara karar veriyoruz. Böyle diyorum ama, aslında kapakların ne olacağını çoğunlukla önceden kafamda tasarlamış oluyorum. Birlikte çalıştığın ekip seni nasıl tarif eder, aranızdaki ilişki nasıl? Onlara bunu soracak kadar cesur veya geri zekalı değilim, ama ne zaman isterlerse benimle konuşabileceklerini biliyorlardır sanırım, en azından ben böyle düşünmek istiyorum. Sonuçta küçük bir ekibiz ve mesafeli, erişilmez türde bir editörseniz hiç şansınız yok. Her şeyden öte, dergideki rolümün, editörleri ve katkıda bulunanları, kendilerince önemli buldukları konuları içeriğimize taşıyabilmeleri adına, rahatlatmak olduğunu düşünüyorum. Tabii işin bir de online boyutu var. Sadece matbu dergide değil web’de de yoğun bir içerik söz konusu. Bu noktada dergiye katkıda bulunanlarla ilişkileriniz nasıl? Dergiye düzenli olarak katkıda bulunan küçük bir ekibimiz var, onlarla ilişkilerimizi sıcak tutmaya çalışıyoruz, sürekli bağlantı halindeyiz. Tabii ki bir yazardan sürekli aynı performansı sergilemesini bekleyemezsiniz, ama mümkün olduğunca devamlılığı korumaya çalışıyoruz. Diğer taraftan, ciddi anlamda moda çekimi başvuruları alıyoruz ve doğrusu, nadiren yayımladığımız oluyor. Çünkü her sayıda içeriğe neyi dahil etmek istediğimizle ilgili fazlasıyla net bir duruşumuz var. Bu bahsettiğin net duruş, içerik açısından okuyucunun aklında da ne istediğini bilen bir dergi imajı çiziyor. Aynı zamanda Sleek pek çok insan için bir ilham kaynağı. Peki derginin esas adamı olarak sen nelerden besleniyorsun? Arkadaşlarımla ve ailemle sohbet etmek, kitap okumak, bisiklete binmek, yürüyüş yapmak, dükkanları ve sanat galerilerini dolaşmak beni besliyor. Bazen de duşa girerken veya duştan çıktığımda aklıma güzel bir fikir geliyor. Tuhaf gelecek belki ama, suyun üzerimde enteresan bir etkisi var…

XOXO The Mag


he

the one and the many

152

the

outsider

sider

myself Photographer

MARKUS PRITZI Fashion Editor

ISABELLE THIRY

man stood on ice holding a dead duck (off Hoo ness, river medway 1963)(version z), 2012 Oil and charcoal on linen 274.5 x 183 cm Courtesy neugerriemschneider Copyright Billy Childish, Berlin Photo: Jens Ziehe, Berlin

Billy cHildisH on How Art tAugHt Him How to live outside of AccePtAnce 3

Sleek 8

interview — thomas lovegrove PortrAits — Belaid le mharchi

Shirt: STELLA McCARTNEY Earrings: EDDIE BORGO

the one and the many Left

Vintage BCBG pink dress: THE CONTEMPORARY WARDROBE Yellow shoes: MANOLO BLAHNIK Purple bag: BEYOND RETRO Knuckle ring: KYLE HOPKINS Necklace, earrings and watch: ARGOS

203

Right

Blue dress: THE CONTEMPORARY WARDROBE Pink shoes: MANOLO BLAHNIK Beaded handbag: Stylist’s own Necklace and bracelet: ARGOS

Green fur coat, print skirt and purple bag: BEYOND RETRO Black bra top: LOEWE Knuckle ring: KYLE HOPKINS Necklace and earrings: ARGOS

3

Total look: JEREMY SCOTT FOR ADIDAS Chain: BIRDY’S VINTAGE BOUTIQUE

Sleek 8

Total look: OPENING CEREMONY FOR ADIDAS Chain: BIRDY’S VINTAGE BOUTIQUE

dışarıdan gelen insanlar açısından bakıldığında daha geniş bir sanatsal ya da kültürel topluluğa ulaşma imkanı söz konusu.

Son sayıdaki favori konuların hangileri? Faking The Folk Pt.II için Richard Benson’ın hazırladığı kapak konusunu gerçekten çok sevdim, 1999’da The Face’in editörüyken kaleme aldığı harika bir öykünün güncellenmiş versiyonuydu. Ayrıca, bu sayı için Hili Perlson sanatta cadı figürü üzerine yine çok güzel bir yazı yazdı. Bu sayıda ayrıca, punk dosyası yaptık, malum tekrar geri dönüyor, ve Mara Goldwyn bu dosyada müthiş bir iş çıkardı.

Peki Berlin’deki moda sahnesini nasıl buluyorsun? İnsanların Berlin’e gelmeleri için pek çok sebep var. Biraz önce saydıklarıma ek olarak, dünyanın dört bir yanından genç kreatif insanları kendine çektiği de bir gerçek, ama beni asıl şaşırtan Berlin’den yurt dışına açılabilen çok az şeyin olması. Mesela, çığır açan bir müzik grubu veya uluslararası bir kimlik kazanan yeni bir moda markası. Diğer taraftan, 1990’ların Londra’sında bunun örneklerini çok gördüm, Young British Artists, Britpop hareketleri ve Burberry gibi kimliğini güncelleyen markalar ve Alexander McQueen gibi uluslararası boyutta büyük isim olmayı başaran kişiler ilk aklıma gelenler. Bence burada bir hırs eksikliği yok, belki de sadece Berlin, insanların yaptıkları işleri bağırarak anlatmaktan hoşlanmadıkları bir yerdir.

Takip ettiğin dergileri ve blogları da merak ediyorum. Private Eye, Esquire’ın İngiltere edisyonu, 032c, Purple, The New Yorker, Cycling Weekly ve Rouleur sevdiğim ve takip ettiğim dergiler. Ama sıkı bir blog takipçisi olduğumu pek söyleyemem. İlgimi çeken şeyleri Twitter aracılığıyla takip edebiliyorum, üstelik sadece bir tweet uzunluğunda, kısa ve öz. Nasıl bir Twitter kullanıcısısın? Biraz klişe olacak ama, Twitter her şeyden önce harika bir haber kaynağı. Sürekli takip ediyorum ama çok sık tweet atmıyorum.

Sevdiğin moda tasarımcıları kimler? Yakın zamanda ilginç keşiflerin oldu mu? Margaret Howell’ı seviyorum ve George Orwell-esk savaş sonrası haşinliğinin ve sertliğinin, mevcut ekonomik koşullarda birdenbire bir stil estetiği olarak vücut bulmasını ilginç buluyorum. Basic parçalar için Uniqlo ve COS, daha resmi olmak istediğimde Savile Row, ayakkabılar için Red Wing ve Tricker’s, jeande Edwin. Şahsen çok alışveriş yapan biri olmak yerine daha çok gözlemci olduğumu söyleyebilirim.

Bisiklet merakın olduğunu okudum. Bisiklete binilebilirlik açısından Berlin Londra’ya kıyasla nasıl? Bir yerden bir yere gitmek ve etrafta dolaşmak açısından baktığında Berlin harika, ama ben tepeleri seviyorum, eskiden triatlon ve bisiklet yarışlarına katılırdım, ve tek şikayetim Berlin’in biraz fazla düz olması.

Seyahat etmeyi sevdiğini okudum. Bu yılki en ilginç seyahat deneyimin ne oldu? Christian Wijnants ile tanışmak için Antwerp’e gittim. Berlin uçağından önce bir Westmalle Dubbel içecek kadar vaktimiz oldu. Gerçekten çok yetenekli bir tasarımcı.

Geçtiğimiz haftanın en keyifli anı neydi? Devon’daki Woolacombe koyunda sörf yaptığım an. Ailemle tatil için İngiltere’ye gittik. Sörf yapmak dediğime bakma, daha çok bodyboard’la dalgaların içinde savrulup durmak gibiydi. Son 10 yılda, Berlin’in sanat sahnesi giderek yükselen uluslararası bir saygınlık kazandı. Berlin’i bu anlamda farklı kılan nedir sence? Berlin’de insanların kreatif bir vizyon edinmeleri hala mümkün, çünkü bir kere Londra, Paris, New York gibi şehirlerden daha ucuz, ikincisi, Almanya sanatın ciddiye alındığı bir yer gibi görünüyor, ve tabii buraya

Son olarak İstanbul’daki moda ve sanat sahnesiyle ilgili bir fikrin var mı? İstanbul’da moda ve sanat anlamında ortaya çıkanlar gerçekten heyecan verici. Berlin ve Türkiye arasında bu anlamda önemli bağlantılar olmasından dolayı da karşılıklı olarak aynı heyecanı paylaşıyoruz. 47


INTERVIEW/BEAUTY

Vincent Micotti

Abartılı Notaların Peşinde YS-Uzac parfüm evinin gücünü anlayabilmek için deri, tütün ve yabani ot etrafında dönen Pohadka’yı bir kere koklamanız yeterli. Doğal ham madde kullanımı konusunda son derece hassas olan ama buna rağmen konsepti parfümden bir adım önde tutan Vincent Micotti ise parfümerinin bize sunduğu en ilginç ‘persona’lardan. röportaj ayşecan ipek görseller ys-uzac’ın izniyle

XOXO The Mag


Bağımsız bir parfümörle bir parfüm evinin kurucusu arasında bu bakımdan ne farklar var? Bir parfüm evi kurucusu nadiren bir parfümördür. Daha çok parfüme tutkusu olan insandır. Aynı şekilde bir parfümör de nadiren yarattıklarının sahibidir. Daha çok başkaları için çalışandır. Bu ikisinin birleşimi ise hayli eşsiz bir dünya yaratır. Tabii burada parfümörün burnundan ziyade, farklı yeteneklere sahip olması da su götürmez bir gereklilik. Bu noktada aktif bir şekilde eşimin desteğini aldığım için çok şanslıyım. Markamızın tasarımsal tarafı ile ilgileniyor ve bu da onu YS-Uzac’ın vazgeçilmez bir parçası yapıyor.

Merhaba Vincent. Şu an neredesin? Merhaba, trendeyim. Bir Orta Asya ülkesi için üzerinde çalıştığım son projeme şişe tasarlayan bir cam ustasıyla görüşmemden dönüyorum. Etrafında neler görüyorsun? Etrafım başka yolcularla dolu. Bir kısmı gözlerini telefonlarından ayırmıyor, diğerleri bedava dağıtılan gazeteleri okuyor. Bazıları da uyuyor. Nelerin kokusunu alıyorsun? Deodorant, kahve, toz ve sıcak metalin şaşırtıcı ve oldukça tanıdık karışımını net olarak koklayabiliyorum. Bugün gibi nem oranının fazla olduğu günlerde koku alma duyusu en keskin haline ulaşır ve etrafımı saran şeylerin inceliklerinin tezatlığını daha iyi anlamama sebep olur.

Senin bir parfümörle ilgili en çok merak ettiğin şey ne olurdu? 1920’lerde ve 1930’larda yaşamış ve tarih yazan usta parfümörlerle tanışmak isterdim. Eminim soracak hayli sorum olurdu.

İlk parfüm koleksiyonunu yoğun ve özenli bir çalışmanın ardından 2011’de çıkardın. Parfümlerle ilgilenmeye başladığın günden bu zamana kadar olan süreci nasıl geçirdin? Parfüm dünyasına ilk adım attığım günden beri fikirlerimi ve kafamdaki konsepti paylaşabilmek her zaman en önemli önceliklerim arasındaydı. Hala da öyle. Bunun yanında bir marka yaratmak ve onunla meşgul olmak, geçen süreç boyunca kafamı fazlaca meşgul etti. Bunun üzerine, sahip olduğum seçenekler, ilhamlarım ve bütçem dahilinde özgür olabilmenin her zaman için ihtiyacım olan motor kuvvet olduğuna karar verdim.

Parfümeri için en önemli ülkelerden birinde, İsviçre’de yaşıyor olmak seni ve yaptığın işi nasıl etkiledi sence? Senin de söylediğin gibi, İsviçre başından beri araştırma ve geliştirme konusunda parfüm dünyasının kalbi. Burada yaşıyor olmak hiç kuşkusuz bana hayli artı sağlıyor. Öncelikle asla ticarileşmeyecek ürün ve ham maddelere rahatça ulaşabiliyorum. Ayrıca markalarla hiç bağlantısı olmayan, sadece tutkularının peşinden giden araştırmacılarla tanışma imkanı buluyorum. Parfümlerinden birisini anlatmanı istesem hangisini seçerdin? Sanırım daha önce hiç çalışmadığım bir çiçek olan, Himalayalar’da yetişen ve kışın en sert döneminde açan kadeh çiçeği etrafında kurguladığım Lale’yi seçerdim. Birçok lalenin kokusu çok zayıftır. Bu parfümün araştırma ve yaratım sürecinde lalenin kokusuna katkıda bulunduğumu hissettim.

Bu soruyu senin üzerinden soruyorum, bir çellist ve bir parfümörün hayata bakışında hangi ortak noktalar bulunuyor? Nerede birbirlerinden ayrışıyorlar? Yaratıcılık açısından baktığımız zaman iki durumda da tasavvur edebilme yeteneği, notaları karıştırmaya başlamadan önce her şeyi akılda canlandırabilme hali büyük önem teşkil ediyor. Oyuna başlamadan önce tüm etapları kafanızda anlamlandırıp sonucu görebilmelisiniz. Aksi takdirde ortaya çıkan, gürültüden başka bir şey olmayacaktır. İki dünya arasındaki en büyük fark ise sanırım bugün müziğin geçici olmasından kaynaklı ortaya çıkıyor. Parfüm dünyanın her yanında üretilebilir, deneyimlenebilir, değiştirilebilir ve takdir edilebilir. Fakat söz konusu müzik olduğunda çoğu zaman kayıtlar üzerinden dinlendiğinden bir konser ve dolayısıyla bir parfüm gibi ‘canlı’ bir deneyimleme durumu söz konusu olmayacaktır.

Peki ben sana Pohadka hakkında bir şeyler sormak istesem? Hem karmaşık yapısı hem de ismiyle beni çok etkileyen bu parfüm, Lale, Métaboles ve Monodie’den bir çırpıda ayrılıyor. Evet, Pohadka parfümerinin alışılmış kurallarını takip etmemesi ve geleneksel olfaktif ailelerin hiçbirine mensup olmamasıyla diğerlerinden ayrılan çok eşsiz bir parfüm. Deri, tütün ve yabani ot konsepti üzerine kurulu olması koklayanı büyülü bir dünyaya, tabiri caizse peri masallarına götürüyor. Zaten Pohadka da Çekçede ‘hikaye’ anlamına 49


geliyor. Bu parfüm karmaşık ve farklı bir dünya peşinde koşanlar tarafından oldukça fazla tercih edildi ve sanırım bu yönüyle popüler oldu. Chronochrome koleksiyonunun son parfümleri Immortal Beloved ve Satin Doll’dan bahsedecek olursak… Biri Beethoven’ın ölümünden sonra ortaya çıkan bir aşk mektubundan ilham alıyor. Diğerinde ise genç kadınların jean ceket giydiğinde bile sürebileceği modern ve dinamik bir şipre yaratmak istemişsin. Bu iki parfümü senden dinleyebilir miyiz? Satin Doll, neredeyse bir yüzyıl önce François Coty’nin yarattığı şipre dünyasının modern bir vizyonu. Ben de bu dünyaya yeni bir enerji vermek, elde edebileceğim muhteşem Floransa süsenine yeni bir mücevher kutusu yaratmak istedim. Parfümün karakterinin Ella Fitzgerald’dan ilham alışı dinginliğinin yanında aynı zamanda oldukça güçlü olmasını sağladı. Üst notalarındaki karabiber yerini süsene bırakıyor ve en sonunda reçine tene yerleşmeden araya yavaşça sümbülteber giriyor. Beethoven’ın aşk mektuplarındaki tutkusu, romantizmi ve bu olağanüstü hikaye beni oldum olası etkilemiştir. Buna ithafen yarattığım Immortal Beloved ise konyak etrafında dönen koyu bir amber-gül karışımı, erik ve odunsu notalarla bezeli bir saygı duruşu. Doğal ham maddelerin sentetik akorlara karşı ciddi bir varoluş savaşı verdiğini gözlemliyoruz. Senin bu konudaki hislerin nedir? Doğal ham maddelerin tam anlamıyla fanatiğiyim! Tüm parfümlerim de doğal ham maddeler üzerine yoğunlaşıyor. Tabii aynı zamanda, bulunamayan esanslar için sentetik akorlara da ihtiyaç duyuyorum. Bana kalırsa önemli olan, bir parfümörün bu iki seçenek arasında ahlaklı bir denge yaratabilmesi. Parfümeride kadın ve erkek ayrımına inanıyor musun? Evet, kesinlikle. Yaratım sürecinde parfümlerimi her zaman kendime yakın birilerine ithaf ederim. Onları düşünerek, onlardan referans alarak yaratırım. Ama her zaman olduğu gibi, çalışma ilerledikçe parfüm de unisex’leşmeye başlar. Bunun sebebi de biraz önce bahsettiğimiz, etiketlenmemiş natürel ham maddelerin yaratımlarımda ağır basıyor olması sanırım. Hangisi önce geliyor, parfüm mü yoksa hikaye mi? Fikirlerimi kelimelerle birleştirmekte zaman zaman zorlansam da konsept benim için her zaman en önemli ve en güçlü olandır.

Kişiye özel parfüm yaratımında nelere dikkat ediyorsun? Bence kişiye özel bir parfüm ayrıcalıklı, seçkin, orijinal ve karmaşık olmalı. Yaratıldığı kişi kadar yaratıcısının da izlerini taşıması gerektiğini düşünüyorum. Onları parfümün bir araya getirdiği bir çift gibi görebiliriz. Kişiye özel parfüm yarattığımda mutlaka kendi imzamı ve karakterimi de yansıtmak isterim. Saygı duyduğun ve işlerini heyecanla takip ettiğin parfümörler var mı? Elbette. Hatta şunu da rahatlıkla ekleyebilirim, saymaya kalkarsam liste epey uzun olacaktır! Çünkü müşterilerinin isteği ve kendi ilhamlarını karıştırıp tüm bileşenleri bir araya getirerek ulvi şeyler yaratmayı başaran hayli parfümör var. Bir günün nasıl geçiyor? Cevaplaması en zor sorun bu oldu sanırım. Çünkü çok az günüm bir diğeri gibi geçiyor. Belirli çalışma saatlerim yok ve çok fazla çalışıyorum. Sanırım günümü planlama şeklim birçok insanınkinden biraz daha farklı. Günün hangi saatinin benim için ilham verici olduğunu biliyorum ve günümü buna göre ayarlıyorum. Geri kalan zaman ise e-maillerimi kontrol etmekle geçiyor. Bugüne kadar röportaj yaptığım parfümörlerin çoğu “en iyi parfümün hangisiydi” sorusuna “bir sonraki parfümüm” diye cevap verdi. Sen bu konuda bir istisna olacak mısın? Bu soruyu bana ölmeden hemen önce sorarsan tatmin edici bir yanıt verebilirim. Yarattığım parfümlerden en iyisini seçmem hala aktif bir şekilde çalıştığım süre boyunca mümkün olmayacak. Aksini yaparsam aldatıcı ve samimiyetten uzak bir cevap vermiş olurum. Kendime de biraz haksızlık ederim. Eğer şu an bu sorulara cevap vermek zorunda olmasaydın, nerede olacaktın? Hala bu trende olacaktım ve muhtemelen gelecek projeleri kafamda canlandırmaya çalışacaktım. Benim sana sormadığım ama senin bana söylemek istediğin bir şey var mı? Herkesi yeni parfüm keşfine davet etmek ve aslında bu sürecin ne kadar ilgi çekici olduğunu söylemek isterim. Bugün harika butikler eşi benzeri olmayan servisler sunuyor.

XOXO The Mag


51


BRAND

Dans Edersek Yaşlanmıyoruz

Bir Kampanyanın DNA’sı

"Jean pantolonu icat etmiş olmayı dilerdim" cümlesiyle, Yves Saint Laurent bile 'denim' etkisine verdiği önemi vurgulamıştı, zamanında. Böylece iş kıyafetinden moda ikonuna dönüşen ve bu kez kanıksanamayan bir Darwin teorisi gibi durmaya başladılar gardıroplarımızda. Görüntüyü netleştirelim, 1900’lerin başında, bugün trend skalasında ivmesini yakalayan tulumla başlar zaman çizelgesi, 1930’larda ‘lady-like’ kadınların da dolabına girmeyi başaran denim 1935 yılında Vogue tarafından kutsanır ve günümüze yolculuğu başlar. 1950’lerde taşlama teknikleriyle tanışan kumaş, eni, boyu, uzunluğu, sürekli güncellenen bel boyu –2000’lerin başında frikik kraliçesi ünvanı tasarımcıların el birliğiyle tüm kadınlara armağan edilmişti-, renkleri ve son kertede ‘denim on denim’ trendiyle önüm, arkam, sağım, solum denim mertebesine ulaştı. Jeanlerin moda sahnesinden -aslında hiç ayrılmamış olmasına rağmen- inkar edilemez geri dönüşü ise güneş takvime göre bu yıl Lee’nin 125. yıldönümüne tekabül ediyor. Her burcu farklı etkileyecek bu birleşmenin tüm bünyelere ortak etkisi hareket. Yaşının verdiği olgunluk bir yana, “Doğum günü kutlamak bahane dans etmek şahane” mottosuyla yola koyulup, yeni yaş kampanyasını önceki sezon başlattığı dans üzerinden yürütüyor

marka. Kampanyanın kısa filmi, sanat işi titizliğiyle tasarlanması ve koreografisiyle jean giyen herkesi motive etmesiyle planlamanın en hipnotik öğesi olarak sayılabilir. Figüranlardan ziyade, dans aşkıyla yanıp tutuşabilen jeanlerin en önemli özelliği ise pek tabii rahatlık oluyor. Lee ekibi, geçtiğimiz yıllarda tekniklerini geliştirmeye odaklanmasının meyvelerini, dikiş ve ceplerin yerleştirilmesiyle bacakları daha uzun göstermeye kadar uzanan tatlı hileleriyle detaylara takılan kadınlara hediye ediyor. Bu ekstra dikkat erkek tasarımlarına da tartışmasız yansıyor. Kısaca, zaten usta olarak nam saldığı ayrıntı ve el işçiliğinde, Lee bir kez daha puan tahtasında öne geçiyor. Özgür ruhuna verdiği önemi son yıllarda daha da artıran markanın değişim noktasında, son birkaç yıldır yeni bir figür var. Lee'nin enerjisini yeniden güçlü bir şekilde yorumlayan bu genç isim, Gilles Laumonier. Pek tabii Laumonier, marka değerlerinin üzerine bir de, mesaj ve sloganlarıyla bezediği iletişim dehasını ekliyor. Hal böyle olunca, kampanyanın bu bağlamda her yeri kuşatması kaçınılmaz görünüyor. O halde, "Yanlış zaman, yanlış yer" kalıbını Lee'nin jeanlerinde kullanmaktan özenle çekinmeliyiz. Zira, bu cümle 2001'deki bir müzik ödül töreninde Justin Timberlake ve Britney Spears'ın yer aldığı o jean kaplı fotoğraf karesine özgü olarak kalmalı. Konuyu dağıtmanın lüzumu yok, derhal, Move your wherever!

XOXO The Mag


53


lıterature

Dİlencİnİn Yatağıdır Çayırlar

Kerouac Üzerine Serbest Düşümler yazı şenol erdoğan illüstrasyonlar güneş engin

Malumunuz, Jack Kerouac, metinlerinde gitmeyi çoklu şekillerde tecrübe etmesiyle müstesnadır. Hatta yaşamının ileri kısımlarında gitmenin kendisi olmayı başarıp, bir oluşu meydana getirecektir. Gelin görün ki, yerinde duramayan bu adam, huzursuz ruhunu yolculuklara çıkarırken, bir yandan da sığ okur tehlikesiyle karşı karşıya olmaktan kurtulamaz. Üstelik pop-kültürün kırbacını sırtında hissetmesi de cabasıdır. Biraz daha derinlere indiğimizde, içindeki “zenci”ye daha çok sığınıp sarılarak hip olanın metasal kirliliğinden uzaklaşmayı yeni bir yol olarak benimsediğine tanıklık ederiz. Çokça fiziksel olarak seyahat etmeyişi noktasında, odasının içinde kendisine gereken seyahatleri yaptığını -bunu da kimsenin dert etmemesi gerektiğini- söyleyen Deleuze’ün aksine Kerouac, büyük bir kıta olan ülkesini kendi ifadesiyle ‘criss cross’ defalarca kateder. Bu yolculuklar, zaman içinde, zihinsel bir sürecin ürünleri olarak tuttuğu yüzlerce defterden kitaplara dönüşecektir. Kendi imzasıyla basılan kitapları dışında ‘yol’u bir oluş olarak yaşadığı Trip Trap kitabında örneği net gözüken bir Zen olmayı da işin içine katarak, nesnel bir yol yapılanmasıyla içsel bir yol yapılanmasının birleşimini zihinsel bir şekilde ortaya koyar. Bunu yaparken de, Proust’un metin tümlüğünden farklı bir şey yapmayı düşünmediğini “eserlerim ilkinden sonuna değin tek bir kitap olarak okunmalıdır” diyerek açıkça ifade ettiğini duyarız ve hiç itiraz etmeden kabul ederiz. Yol, Jack Kerouac için Katolik bir Hristiyanlıkla başlar –ve aslında eksenini yitirmeden de devam eder: İnsana, kendi suretinden

üfleyen Tanrı’nın, kendisinden “kopararak” insanı var etmesi ve onu “uzaklaştırıp” gezegene yaşamaya göndermesi Kerouac’ın yersiz yurtsuzluğunu besler, miladıdır. Zira insan, yaratıldığı anda yersiz yurtsuzlaşmıştır -yola düşmüştür- ve hikayeye göre “geri dönecektir”. Diğer yandan ise annesi ile temellendirdiği ilişki bu dinsel temanın çok uzağında olmayan psikanalitik bir diğer önemli süreçtir. Annenin kökü temsil eden varlığı, Kerouac’ın yazın hayatını uygulamalı olarak keşfettiği gençlik yılları ile elbette ki çatışmaktadır, ama tüm bu curcunanın sonrasında da finali annesinin yanında yapacaktır. Jack Kerouac hareket etmeden yolu yazabilmeyi yaşamının son çeyreğinde hayata geçirmiş olsa da, ‘yol’ kavramı ile iç içe geçmiş, kendi yarattığı -ve temsil etmekten rahatsız olduğuedebiyat hareketi içinde yer alan diğer öncü yazar arkadaşlarıyla kıyaslandığında aslında hiçbir zaman çok yol yapmadığının farkına varırız. Belki de durduğu yerden gezintiye çıkma özelliği onda hep vardı -sadece keşfi biraz zaman alacaktı. Zira belki de bedenselden zihinsele çektiği kaçışlarının ne denli eylemin ta kendisi olduğunun farkına vardı, “kaçmak çizgi çekmek demekti ve çizgiler haritaydı, durduğun yerde katettiğin ve ördüğün bir harita” (Lawrence). Diğer yandan Kerouac kaçma kavramı dahilinde bir standarda tabiydi, “seyahatte daima yerini yurdunu bulma biçimi söz konusudur, seyahatte hep öz baba ve daha da kötüsü anne yeniden bulunur”. Bahsi geçen Trip Trap kitabında dostları Lew Welch ve Albert Saijo ile uzun araba yolcuğuna çıktıklarında da yolun sonunda varacakları yer ve bu yolun tek amacı, aslında, Kerouac’ın annesinin evine

XOXO The Mag


bir western kadrajıdır, westernler bu yüzden tamamen Amerika’dır. Ballard’ın sözünü ettiği, apokaliptik hisler uyandıran, terkedilmiş mimarinin yalnız ve boş yüzme havuzlarının boşluğu da vardır burada. İşte Kerouac’ın boşlukları bu bileşkelerde görülebiliyordu, Budizm’in mırıldanmaları ve Amerika’nın bebop’ı, tıpkı hayran olduğu hobo göçerlerin zenci hip adamlarla miksajlanıp ortaya kendi karakterlerini -ama içlerindeki sonsuz suçluluk ve boşluklaçıkartması gibi. Tüm bu olup bitenin, tüm bu yolun ve üzerindeki bu fani zırıltıların hiçbir yere varmayacağını bilmesi gibi. ‘Boşluk’un ne olduğunu bildiğinden sadece...

varmaktı. Nihayetinde, yurtsuz yazar -aslında hiç ayrılmadığı- iki olmazlığına ölümüne dek kapanacaktı, alkol ve anne (Tanrı’nın ezgisi). Ne diyordu Gilles Deleuze bize, “Kerouac’ın cümleleri bir Japon ‘haiga’sı kadar kanaatkardır; dayandığı bir nokta olmayan elin çizdiği saf bir çizgi, bu çağların ve saltanatların içinden geçer gider. Böylesi bir kanaatkarlığa erişmek için gerçek bir alkolik olmak gerekir.” Çok yıllar evvel ‘haiku’ya olan doğal ilgimin de etkisiyle, Jack Kerouac’ın pop’ları ile karşılaştığımda, ortaya çıkan sadece yeni bir okuma biçimi ve yazın bulmuş olmam değildi. Karelemekfotoğraflamak adı altında haiku ve haigaya tutunamayacağını düşündüğüm eylemlere yeni bir yazın sitili de bulmuştum böylece. Fotografik, minik sekanslarmışçasına, haikunun lezzetini dipte ya da yüzeyde bir yerlerde barındıran ve bir şekilde o okuldan beslenen ama o olmayan, ve aynı şekilde Jack’in pop’larını düşündürten ama o da olmayan, ve elbette müzikal yapı, o spontan tını… Kerouac, pop’larını “Amerikan haikusu” olarak adlandırıyordu: “Amerikan haikusu Japon haikusuyla tam olarak aynı değildir. Japon haikusu kesin olarak 17 heceyle sınırlanır. Fakat o dilin yapısı çok değişik olduğundan Amerikan haikusunun hecelere aldırış etmesi gerektiğini sanmam. Çünkü Amerikan konuşması da Japoncadan çok farklı… Patlayacak kadar şişkin.” Baudrillard’ın Amerika’sında ortaya koyduğu da devasa bir boşluktur, bu boşluk tam anlamıyla Amerika ve Amerikandır, bu boşluk kesinlikle kusursuz kurulmuş

Yine Kerouac’tan alıntılarsak, “Her şeyden çok, bir haikunun basit ve bütün şiirsel hilelerden bağımsız olması ve çok küçük bir resim çizdiği halde bir Vivaldi pastorellası kadar havalı ve görkemli olması gerekir.” Aslında Kerouac teslisten ziyade daha çok bir düalizm yaşadı; inisyatik yol üzerinde değil, salt kültürel olarak. Sonrasında ise var etmeye çabaladığı şeyin içinde yok oldu. Dinler tarihinde yaptığı renkli ve uzun gezinti, nihayetinde, Hristiyan tanrıda son buldu. Gerçekten de Kerouac’ınki bir kaçış ve doğal olarak da kaçışın edebiyatını ortaya koymak ve bunu bir odada becermek olmuştu. Gerçekten üretmek, yaşamı yaratmak ve kendine mücadele silahı bulmak da bu noktada oluşmuştu. Şu bir gerçek ki, toprak denilen (burada ülke) üzerinde sürülen yol ve yaşam içerisinde sahip olunan her şeyin dışında ve ötesinde kişisel bir in vardır. Kerouac o ini bildi! 55


INTERVIEW/DESIGN

Benoit Jacob

Tomorrow Is Yesterday Gelecek fikri elbette göreceli, bazıları için yarın olan bazıları için bugün, ve hatta, aynı zamanda bazıları için de çoktan dün olmuş oluyor. Geleceğin dün olması durumu fikir olarak fazla iddialı gelmiş olabilir, ama eğer ki bunun şekillenmesinde rol oynayanlardansanız, zamanın aslında pek bir anlamının olmadığını da kavramış oluyorsunuz -test edildi, onaylandı. Onaylananlardan biriyle, BMW i serisinin baş tasarımcısı Benoit Jacob ile, Borusan Otomotiv’in davetlisi olarak gittiğimiz i3’nin dünya prömiyerinde beraberiz, gelecek de tam arkamızda, yaslanın. röportaj aslı arduman görseller bmw’nin izniyle

XOXO The Mag


Yani anlatmak istediğim, dikkate aldığımız yalnızca ürünün kendisi değil aynı zamanda da bu ürünü kullanacak olan insanlardı; i3’den bahsedecek olursak, bu otomobili tasarlarken, onun etrafında gelişen bir yaşam tarzı da tasarlamayı hedefledik. Mesela kullanıcı arabirimi gelecekte çok daha önemli bir hale gelecek ve biz de daha ilk günden müşterinin piyasadaki en iyi ekipmana sahip olmasını garantiledik. Bunun en basit örneklerinden biri de geniş ekran. ‘Geniş ekran ancak büyük arabalarda olur, küçük arabalarınsa küçük ekranı olur’ inanışını yıkmış olmaktan gurur duyduğumu belirtmeliyim. Yani i3 tam da, “Büyük ekran istiyorum ama büyük araba istemiyorum” diyenlere göre bir otomobil. Gurur duyduğum başka özellikler de var; nispeten daha geniş ve oldukça aerodinamik tekerlekler, arka kapağın tamamen camdan olması ve arka ışık ünitelerinin bu arka kapağın içine entegre edilmiş olması ve dolayısıyla da gayet temiz ve yalın bir görüntü ortaya çıkması gibi...

Neden buradayız? BMW i3’nin dünya prömiyeri için buradayız. Bu proje için iş birliğim esasında beş yıl önce başladı. Şunu söylemeliyim ki bu, gerçekten parçası olmak istediğim bir süreçti. Yeni teknolojilerin yardımıyla ve tamamen yeni bir ürün olan BMW i’ı piyasaya sürme fikriyle oldukça yol katettik. Böyle bir devrim yaratma düşüncesi de tabii ki gündelik hayatımı çok daha ilginç kılar oldu. Bir tasarımcı olarak, tasarım prensiplerinizin i serisine nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz? Öncelikle şunu söylemeliyim: Profesyonel olarak 20 senedir otomobil tasarlıyorum ve zamanla bir tasarımcıdan ziyade bir otomobil tasarımcısına dönüştüğümü söylemeliyim. Bir otomobil tasarımcısı olarak da holistik bir bakışa sahip olmanız gerekiyor; mesela i3 üzerinde çalışmaya başladığımızda yalnızca farklı otomobilleri incelemekle kalmadık, mobilya tasarımı ve çeşitli materyalleri de mercek altına yatırdık. Ve bu süreç boyunca hep yeni bir şeyler öğrenmeye devam ettim, ki bu da zaten işin keyifli olan tarafıydı. Açıkçası, belli şeylerden etkilendiğimi veya belli bir ekole dahil olduğumu söyleyemeyeceğim; benim yapmaya çalıştığım otomobil tasarımına ve bu çerçevede BMW i’a nasıl bir katkıda bulunabileceğim konusunda kendi görüşlerimi tayin etmekti. Ve tabii ki, biçimsel bir tasarımdan çok daha fazlasından bahsediyorum; bazen tasarladığınız ürünle bir mesaj da verebiliyorsunuz ve dolayısıyla bir otomobil de bir mesaja dönüşebiliyor. Örneğin i serisini oldukça fütüristik bir görünüme sahip olacak şekilde tasarladık, çünkü vermeye çalıştığımız mesaj, bu otomobillerdeki teknolojinin geleceğin bir yansıması olmasıydı. Ve hatta, böylece, tüketiciler de birer öncü vazifesi görecekler ve dünyayı değiştirmeye katkıda bulunacaklar, bunu yaparken de takdir ettikleri/beğendikleri şeylerden ödün vermek zorunda kalmayacaklar. İşte benim de ortaya koymaya çalıştığım böyle bir hikaye.

İnsanların bu konsepti algılayışı ülkelere göre farklılık gösterecektir. Evet muhtemelen. Hatta hiç ummadığım ülkelerin bu fikre çok sıcak bakması gibi sürprizlerle de karşılaşacağımızı düşünüyorum. Elektrik mobiliteye insanların endişeyle yaklaştığının da farkındayım tabii, öte yandan işin başından beri tasarım ekibime verdiğim brief, elektrikli otomobilin ötesine geçen bir şey tasarlamak yönündeydi; kullanımı heyecan veren ve insanların bu tür otomobillere bakışını değiştirecek bir şey ortaya çıkarmak... Şu da var ki, bu artık bir lüks anlayışından öte bir gereklilik haline geldi, çünkü bu, gelecek için bir zorunluluk olacak. Gelelim sürdürülebilirliğe; genel olarak tasarım ve sürdürülebilirlik arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Eğer söz konusu tasarım ve sürdürülebilirlikse tabii ki birtakım doğal fiberlerden yapılmış yenilikçi materyaller geliyor akla. Örneğin; arabanın iç kısmında doğal fiberlerden yapılmış plastik aksesuarlar kullandık ve bu da oldukça yeni bir şey. Bunun dışında sürdürülebilirlik ve tasarım, kullandığınız materyallerin ötesinde bir şey. Mesela arabanın içini öyle bir şekilde tasarladık ki, insanda -hızlı bir sürüşün aksine- daha sakin ve saygılı bir biçimde sürme isteği uyandırıyor, ki bu da aslında sürdürülebilirliğin bir parçası. Kısacası konuyu yalnızca teknolojik açıdan değil, insan davranışlarını da göz önünde bulundurarak ele almak gerekiyor.

Biraz bahseder gibi oldunuz ama daha da detay öğrenmek isteriz. Tasarım süreci nasıl işliyor? Bunun oldukça uzun bir süreç olduğunu söyleyebilirim. Mesela bugün insanlara tanıtılmaya hazır bir otomobil ortaya çıkarmışsak, bilin ki bu projeye en az beş sene evvel başlamışız demektir. İşe önce skeçler çizerek başlarız ve bunun yanı sıra çeşitli analizleri de dikkate alırız -müşteriden gelen geribildirimler, piyasa trendleri gibi... Bu aşama aşağı yukarı altı ay sürer. Daha sonra birtakım maketler yapmaya başlarız. Bu da aslında bir tür seleksiyon sürecidir ve bu esnada tasarımcılar az da olsa rekabet halinde olurlar. Mesela i3 için 12 tasarımcıdan iç ve dış skeçler yapmalarını istedik. Hem fiziksel modeller hem de dijital modeller yardımıyla, zamanla, bunları bir süzgeçten geçirdik. Bu modelleme süreci de genellikle 8 ila 10 ay kadar sürer. Ve sonunda bir modelde karar kılarız. En az altı aylık bir süre zarfında bu seçilen modeli daha da geliştiririz ve sonra da yapım aşaması başlar. Sıkıcı görünüyor ama kesinlikle değil.

Bir röportajınızda sürdürülebilirliğin duygusal bir boyutta olması gerektiğinin önemini vurgulamıştınız. Biraz önce de tasarıma duygu kattığınızdan bahsettiniz. Bunu biraz açabilir misiniz? Aslına bakarsanız, otomobil zaten başlı başına duygusal bir ürün. İşin içine bir de sürdürülebilirlik girince, duygusallığı otantik bir tasarımla ortaya çıkarman gerekiyor. Örneğin ön konsolun okaliptustan yapılmış güzel bir ahşap kaplama olduğunu göreceksin. Bu öyle ender rastlanan bir materyal değil, doğada fazla miktarda bulabiliyorsun. Böylesine sıradan bir malzemeyi otantik bir biçimde işlediğinde bir hayli güzel ve duygusal olabilir.

Sizce bu seriyi piyasadaki diğer elektrikli otomobillerden farklı kılan nedir? BMW i ile anlatmak istediğimiz, sorumluluk ve sürdürülebilirlik gibi kavramların, sürüş zevki ve estetik güzellik gibi kavramlarla bir araya gelebileceği. Kısacası bu otomobilleri farklı kılan ve hatta pazarda da farklı kılacak olan onlara kattığımız duygu. Tabii ki, otomobiller söz konusu olduğunda duygudan kastım bir tür güzellik anlayışı: Fütüristik olmasının yanı sıra zekice tasarlanmış olması... Aynı zamanda ilginç bir kapı ve oturma konseptine sahip ve tüm bu özellikleriyle de günlük hayatı kolaylaştırdığını söyleyebilirim.

Bitirmeden sizden bir öngörü rica ediyorum: Ulaşılabilirlik, hesaplılık, altyapı ve batarya performansından kaynaklanan zorluklar göz önünde bulundurulduğunda elektrikli otomobiller ne zaman piyasanın hakimi olacak? Kristal bir küreniz olmadığı müddetçe bunu tahmin etmek gerçekten zor. Bu, günün birinde mutlaka gerçekleşecek, ondan hiç şüphem yok. Esas soru bunun ne kadar çabuk olacağı. Bana kalırsa elektrikli otomobillerin patlaması 2020’den itibaren gerçekleşecek. 57


FILE

SEÇ BEĞEN AL

Yeni sezonun kartları açıldı, in’ler, out’lar, trendler, prefrontal lobumuzda geçici ikametgahlarına yerleşti. Dağıtılan kartlardan en iyi kombinasyonu yapma çabasıyla dayatılan olmazsa olmazlardan sıkılıp aynı hataya düşmeme dürtüsüyle, nevi şahsına münhasır seçimlerden yana kullandık oyumuzu. İşin ehillerinden bu sezonki yol arkadaşlarını öğrendiğimizde farkındaydık, ne tarafsızdık ne de trendlerin boyunduruğunda... illüstrasyonlar güneş engin

ASLI ABBASOĞLU, Beymen Tasarım Yöneticisi Sezonun tam diz altında biten tok eteklerini minik ayaklı bir Dior hanımefendisi gibi değil; biraz suratsız, oldukça umarsız bir Céline kadını gibi giymek istiyorum. Bire bir defiledeki gibi bileği saran, kalın topuklu kaba bir botla, tam hakkını vererek... “Pump da pump, pump da pump” ısrarının artık sonuna gelindiğini gittikçe kalınlaşan topuklarla hafiften hissetmiştik, ama bu kaba botların bu kadar arzulanır olacağını yine Phoebe ve Stella dışında kimse öngöremedi. Bir üçgen içine sıkışan ayak parmaklarını özgür bırakacak, sezonun oversized kabanlarına, midi eteklerine ve maskülen dik yaka kazaklarına sakin bir iddia ekleyecek bu garip gri renkteki botlar benim için sezonun en önemli parçası.

celine MAHİZER AYTAŞ, Stylist Sezon trendleri, neyin ‘top’, neyin ‘it’ parça olacağı hiçbir zaman umurumda olmadı. Ama işin mesleki boyutunu bir kenara bırakıp, meseleye kişisel olarak yaklaşırsam; sezonda kendime en yakın hissettiğim parçalar Hedi Slimane’ın Saint Laurent için tasarladığı 2013 Sonbahar-Kış erkek koleksiyonundaydı. Ruhuma genel anlamda uyum sağlayan koleksiyondaki botlar ise kış boyunca ayağımdan çıkarmayacağım parçalar arasında. Bol bol gezeceğim, çokça kahkaha atacağım ve dans edeceğim bu önümüzdeki sezon boyunca botlarımı aşkla giyeceğim.

XOXO The Mag

saint laurent


CEYLAN ATINÇ, Stylist Bu sezon kafanızı çevirdiğiniz her yerde -havanın soğukluğundan bağımsız- palto görmeye hazırlıklı olunuz. Sezonun vadettikleri arasında hem kaba görünüşlü -çoban abası tarzında- hem de ‘ladylike’ elbise havasında paltolar var. İki görünüm birbirinden ne kadar uzak olursa olsun sağladıkları imaj son derece güçlü. İsimler üzerinden gidersek; Prada defilesini izlerken hayran olduğum yüksek teknoloji kumaşlarla üretilmiş kürklü paltolar ve tek başına bile giyilebilecek elbise silüetinde Dior versiyonları listenin başlarında. Kazanan ise maskülen formuyla Stella McCartney.

stella mccartney AYŞE BOYNER, Boyner Holding Müşteri Stratejileri Yöneticisi Valentino, 2013 Sonbahar-Kış koleksiyonunda kadını özel anlarında yakalamak mottosuyla yola çıkıyor. Alametifarikası dantellerini lazer kesimlerle deriye entegre edip yaka formunda sunuyor bize. Bu yaka detaylarını çok seviyorum. Elbiseyi beğenmemin bir diğer nedeni de siyah ve beyazın en kolay kullandığım renkler olması. Böyle çocuksu bir elbiseyi daha maskülen ayakkabılarla giymeyi çok seviyorum. Bu arada, maskülen derken bot değil de daha çok kaba bir ayakkabıyla...

valentino AYTÜL AYKE FIRATOĞLU, Louis Vuitton İletişim Müdürü Tamı tamına 81 yaşında ama 18 yaşındakilere taş çıkartacak kadar enerjik, genç ve bir o kadar renkli Noe; 1932 yılında bir şampanya üreticisinin, Gaston Louis Vuitton’un kapısını çalmasıyla hayatımıza girdi. Bu özel müşteri, Louis Vuitton’a içerisine 5 şişe şampanya (4’ü dik, bir tanesi ortada ters duracak şekilde) alabilecek zarif, aynı zamanda dayanıklı bir çanta siparişi verdi. Gaston Louis Vuitton, markanın klasikleri arasına giren Noe modelini üretti. 1959 yılında Maison’un imzası olan Monogram kanvastan tasarlanan model, moda tarihinin ikonlarından biri oldu. 1960’lı yıllarda Paris’i Côte d’Azur’e bağlayan Mistral Treni’ndeki şık kadınların büyük çoğunluğu bu çantayla arzıendam ediyordu. Bu yaz rengarenk epi derisinden tasarlanan modelleriyle tekrardan baş tacı ettiğimiz Noe, gelecek sezonda da gardıroplarımızın baş köşesindeki nadide yerinde büyük bir keyifle oturmaya devam edecek.

louis vuitton METİN GÜRSOY, Lifestyle PR ve Marka Danışmanı Hermès’in 2013 Sonbahar-Kış sezonu için çıkardığı botları bence bu sezonun vazgeçilmezlerinden olacak. Kendim için bir çift ayırttım bile... Bu yıl pek çok marka aynı silüeti taşıyan botlardan yaptı ama bence çok kaba durabilecek bir ayakkabıyı zarafet sınırları içinde tasarlayan yine Hermès oldu. Biraz daha teknik bilgi isterseniz: Botun derisi Hermès Birkin’in yapıldığı dana derisinden. İçindeki astarı da bağcıkları gibi portakal renginde. O kadar tazeleyici bir renk ki, giyildiğinde ayakkabının içerisinde kaldığına hayıflanıyorsunuz. Bağcıkların portakal rengi olmasının sebebi de sanırım bu yüzden.

59

hermes


FILE

SAHAR KADRİ, Zadig&Voltaire Marka Yöneticisi

zadig et voltaire

İnce topuklara veda mektubunu postalayıp kendilerini eski aşklar kontenjanına ekledikten sonra, yeni sevdiceğimiz kalın topuklu bootie’lerle biraz daha haşır neşir olacağımız bir sezon var önümüzde. Zadig&Voltaire’in Laurence Decade ile buluştuğu tasarım ise tam bu noktada Cupid’in oku misali hedefi on ikiden vuruyor. Chanel gibi markaların haute couture koleksiyonları için ayakkabı tasarımları yaptıktan sonra kendi markasını kuran Laurence Decade bence son yılların en iyi ayakkabı tasarımcısı. Benim de ayakkabı alırken ilk kriterim olan rahatlık ve konforu tasarımlarında birincil kural olarak benimseyen Decade’ın couture detayları ve göz alıcı tasarımı da işin içine eklenince harika bir karışım çıkıyor ortaya. Zadig&Voltaire ile yaptıkları iş birliklerinde grungy notalarla birleşen klasik silüet ise bu sezonun vazgeçilmezlerinden olacak.

DEFNE KOCABIYIKOĞLU, Trend Forecaster Bu yaz tatilinde hiçbir şey düşünmemeye çalışırken kendimi 2013 Sonbahar-Kış Céline defilesini ve double cashmere önden bağlamalı paltosunu hayal ederken buldum. Kış vakti ne kadar siyahçı olsam da bu yumuşacık gri palto hayallerimin baş kahramanı. Altındaki çizmelere de hayır diyemeyebilirim.

celine BAHAR KONGEL, Stylist ‘Yves’ gittiğinden beri kendilerine hafif kızgın ve de kırgınım, ama Hedi Slimane beni zayıf noktamdan vurdu. Grunge temalı defilesinde “rap rap” yürüyen postalların cool’luğu karşısında “iyi, tamam, peki” deyip pes ederken buldum kendimi. Her sezon daima aklımı çalan bir postal vardır; Balenciaga buckle bot, Chloé Susanna, Bess ve de Frye’dan sonra bayrağı bu çok bantlı Saint Laurent’lar devralıyor. Kendileri belki de markadan çıkan ilk asi ruhlu ayakkabı özelliğini taşıyor. Sezonun favori bileşeni ekoseli gömlekler ve romantik elbiselerle olabilecek tek seçenek.

saint laurent HAKAN ÖZTÜRK, Stylist Gelecek sezonun bence en etkileyici parçası Ümit Benan’ın 2013 Sonbahar-Kış koleksiyonuna ait. Bu lacivert takım, kullanışlılığı, formu ve günün her saati giyilebilir olması açısından çok keyifli bir parça. İtiraf etmeliyim, biraz da Türk olmanın verdiği bir gururla, dünya podyumlarında hayli ses getiren bir koleksiyon olması, altyapısının sağlamlığı ve koleksiyonun bütünlüğü ile her bir tasarımın ayrı ayrı sezonun en iyi parçası olduğunu düşünüyorum.

umit benan XOXO The Mag


BILGI Iletisim Lisansüstü Programları Alanlarının önde gelen akademisyen ve profesyonellerinden oluşan öğretim kadroları BİLGİ Lisansüstü Programları’nda! Siz de lisansüstü eğitimi için İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni tercih edin, bir adım öne geçin. Görsel İletişim Tasarımı Halkla İlişkiler ve Kurumsal İletişim YENİ Kültür Yönetimi Medya ve İletişim Sistemleri Pazarlama / Next Academy Pazarlama İletişimi / AdSchool İstanbul

ALES şartı aranmayan Tezsiz Yüksek Lisans Programları için: 444 0 428

444 0 428 | graduate.bilgi.edu.tr | graduate@bilgi.edu.tr İstanbul Bilgi Üniversitesi santralistanbul Kampüsü Kazım Karabekir Cad. No: 2/13 Eyüp İstanbul

Başvurular devam ediyor.

61


INTERVIEW/musıc

PETER BJORN & JOHN

Winter Is Coming

Metroda yanınızda oturan birinin kulaklığından dışarı yansıyan metalik sesten bile tanıyabileceğiniz, yıllardır yarattıkları karakteristik sound ile pozitif müzik yapmanın ne demek olduğunu yeniden tanımlayan İsveçli üçlü Peter Bjorn and John, 28 Eylül Cumartesi günü adidas all Originals İstanbul 2013 kapsamında Maçka KüçükÇiftlik Park’ta bir konser verecek. Çok özlediğimiz Kuzeylileri sabırsızlıkla bekliyor ve bu sabırsızlığı da bir röportajla dindirmeye çalışıyoruz. röportaj ersin koray fotoğraflar peter bjorn and john’un izniyle

XOXO The Mag


Hepinizin yan projeleri, solo albümleri, çeşitli iş birlikleri ve konuk olarak yer aldığı işler var. Peter Bjorn and John’a ve tüm bu yoğun geçen programınıza baktığımda yaratıcılığınızın sürekli en üst seviyede olması gerektiğini düşünüyoruz. En son ne zaman tıkandığınızı hissettiniz? Müzik üzerinde çalışmaya ara vermediğiniz müddetçe yaratıcılık ile ilgili bir sorun yaşamanız pek de mümkün değil aslında. Farklı insanlarla beraber, değişik tarzlarda müzikler ile ilgilenmek oldukça ilham verici. Bu sayede sanatınızı sürekli olarak geliştirmek istiyorsunuz. Eğer tüm gün oturup ilahi bir şekilde ilham gelmesini beklerseniz, sonunda elinizde şarkı olmadan kalabilirsiniz. İlham gelen şarkılar (olur da gelirse tabii ki) çoğunlukla en iyileri olsa dahi...

Tüm müzik yazarlarının Peter Bjorn and John hakkında oldukça heyecanlı yazılar yazdığı zamanları hatırlıyoruz. İsveçli yeni bir grubun geldiklerinden bahsediyorlardı. Şimdi bakıyoruz da, ilk albümünüzün üzerinden yıllar geçti. Peki siz kendinizi müzik endüstrisinde nasıl konumlandırıyorsunuz? Çocukluğumuzdan beri yalnız başımıza veya birlikte müzik yapıyoruz. Grup daha kurulmadan önce bazılarımız çeşitli projelerde tam zamanlı olarak yer alıyordu. Grubu 1999 yılında kurduk ve ilk iki albümümüzde neredeyse hiç para kazanamadık, ki zaten gerçekten küçük ölçekli İsveçli bağımsız müzik şirketlerinden yayınlanmıştı bu albümler. 2006 yılında yayınladığımız Writer’s Block albümünden sonra (Young Folks ile birlikte) dünya çapında çeşitli plak şirketleri ile anlaşmaya başladık. Yine tam da bu dönem global turnelerimiz başladı ve hala aynı tempo ile devam ediyoruz. Sonunda başarıyı elde ettiğimiz bu süreç, bizim için gerçekten de sürpriz oldu. İşlerin başındayken ileriye dönük bir planımız yoktu aslında, belki de enstrümantal bir albüm yapmak yerine (Seaside Rock) direkt olarak bir pop albümü yaparak ilerlemeliydik. Ama bir taraftan da bakıyoruz ki Seaside Rock en sevdiğimiz albümlerden biri. Yani estetik kaygılarla değerlendirdiğimiz hiçbir konuda pişman değiliz.

INGRID kolektifini yaratırken çıkış noktanız neydi? Bu kadar müzisyeni ve sanatçıyı bir araya toplamanızın amacından ve genel olarak misyonunuzdan biraz bahsedebilir misiniz? Bu soruya verebileceğimiz basit bir cevap yok açıkçası. Birçok ilgi çekici aktivite ile hayatına devam eden ve sürekli büyüyen, gelişen, yaratıcı bir yapıdan bahsediyoruz. Bireysel bir şekilde veya grup olarak, oldukça farklı işlerin ortaya çıktığı bir alan. Son zamanlarda daha çok müzik ve konser gibi projelerin üzerine yoğunlaşılsa da, önceki dönemlerde moda ve sanat içerikli projeler de yapıldı. INGRID, o kadar hızlı değişen bir yapıya sahip ki Avrupa’daki en iyi domates çorbasını satarak sonuçlanabilir. Ama her zaman enteresan bir platform olacak.

‘Second Chance’ Amerikan televizyonlarında yayınlanan bir sitcom olan 2 Broke Girls’ün jenerik müziği olarak kullanıldı. Young Folks’un ticari projelerde kullanımından bahsetmiyoruz bile. Anladığımız kadarıyla kulakta kalıcı melodiler yaratma konusunda özel bir yeteneğiniz var. Stüdyo albümü yapmayı bırakıp sadece reklam müziği veya tematik müzikler yapmayı düşündünüz mü hiç? Bazı kötü günlerde düşündük, evet. Ama bu, kulağa biraz sıkıcı geliyor doğrusu. Canlı performansları saymazsak, albüm kurgusu her ne kadar değişiyor olsa da, bunun, bizim ve diğer müzisyenlerin kendilerini ifade etmeleri için seçebilecekleri en iyi yol olduğunu düşünüyoruz. Günümüzde çok daha az insanın albüm satın aldığını düşünürsek, para kazanmak adına üretilen reklam temelli müziğin oldukça iyi ve gerekli olduğu sonucuna varıyoruz. Hatta günün birinde adamakıllı uzun metraj bir filme soundtrack yapmayı çok isteriz. Şu an için usulüne göre dizilmiş klasik pop şarkılardan oluşan bir albüm en temel hedefimiz.

INGRID kapsamında sekiz kısa film ve birkaç müzik videosu yarattınız. Peki gelecek planlarınız nedir? Bir sinema filmi yapım aşamasında, bence yeterli bir cevap. INGRID olarak verdiğiniz ilk konser Göteborg’ta gerçekleşen Way Out West Festival’da oldu. Bunu sizi yıllardır destekleyen tüm İsveçli insanlara bir teşekkür olarak düşünebilir miyiz? İsveç dışarısında da benzer performanslar vermeyi düşünüyor musunuz? Şu ana kadar sadece İskandinavya’da üç adet kolektif performans yaptık. Bu kadar insanın aynı gün için organize olması bizi epeyce zorluyor. Bir 63


sürü farklı kişiyle aynı anda bir araya gelmenin çok zor olmasından ötürü eve yakın kalmayı tercih ediyoruz. Belki bir gün başka bölgelerde de performanslar gerçekleştirebiliriz, ki bunun düzenli olacağına pek ihtimal vermiyoruz. Gerçekten özel bir durum olacaktır. Dogma, çağdaş sinemaya özgün belirli kodlar yarattı ve yeni bir sürü eylem de buna dayanarak kurgulandı. Peter Bjorn and John’un müziğe getirdiği yenilik ne oldu sizce? Bir albüm yapmaya başlamadan önce, nasıl kayıt ve aranjman yapmamız gerektiğine dair kendimize yeni kurallar belirliyoruz. En temel ve hiç değişmeyen kuralımız ise; “Yeni albümün genel sound’unu bir önceki albümünden farklı tut ama yine de Peter Bjorn and John gibi tınlamasını sağla.” Üzerine çok odaklanılmış, nispeten kısa, orta tempolu pop şarkıları yazmak ise bu süreçte, şu ana kadarki sahip olduğumuz tek dogma. Hatta iyi bir dogma diyebiliriz. Bunlar haricinde albüm kapağı ve ismi ile ilgili de belirli kurallarımız var ama bunları sizin keşfetmeniz gerekiyor. Yakın bir zamanda Chance The Rapper’ın yeni mixtape’i bir gün içerisinde 50.000’den fazla sayıda download edildi. Elbette bu bir sihir değil, sosyal medyanın gücü. Politika, sanat, müzik vb. dallarda bu konu ile ilgili bir sürü örnek mevcut. Peki siz sosyal medyayı sıklıkla kullanıyor musunuz? Bu kontrol edilemeyen gücün farkında mısınız? Sosyal medyanın hem korkutucu hem de olağanüstü olduğu konusunda hemfikiriz. Sosyal medya ile yoğun bir ilişkimiz var, ancak kesinlikle daha efektif olabilir. Aslında temel olarak halen öğrenciyiz. Biz çocukken cep telefonumuz bile yoktu, düşünsene. Genel olarak kişisel Twitter hesaplarımızı yoğun olarak kullanıyoruz. Bir sürü farklı tartışmaya, çeşitli makalelere ve insanların tweet’lediği şarkılara entegre bir haldeyiz. Yani bizim için sadece promosyon amacı ile kullanılan bir platform değil. Aynı zamanda kişisel ve özel. Birkaç ay önce Peter Bjorn and John’un Franz Ferdinand ile bir iş birliği yapacağı duyuruldu. Albüme ne şekilde dahil oluyorsunuz? Bjorn birkaç şarkı üretti. Geçen yaz beraber yarı gizli bir konser verdik ve çok eğlendik. Sadece bir uzun setti aslında. Konser açılışını biz yaptık, sonrasında beraber bir şarkı çaldıktan sonra sonunu onlar getirdi. Aynı

zamanda Young Folks olmadan çok önce bir konserlerinde yine açılış performanslarını biz üstlenmiştik. Hazır konu iş birliklerinden açılmışken, 2009 yılında Drake’in So Far Gone mixtape’inde birlikte çalıştınız. Aynı zamanda ReLiving Thing Mixtape’inizde Wale, GZA gibi bir sürü rap sanatçısı ile işleriniz oldu. Şarkılarınız içeriğinde de her zaman gizli beat’ler gözümüze çarpıyor. Hip hop müzik ile nasıl bir etkileşim içindesiniz? Görünüşe bakılırsa bir sürü rap sanatçısı beat’lerimizi çok beğeniyor ve üzerine yazmaktan büyük bir haz alıyor. Bu bizim için de oldukça önemli bir iltifat. Genellikle sample olarak seçtikleri eski soul, funk ve R&B sound’larına hayranız. Dolayısıyla bu familyada yer almak gerçekten harika. Davullar, beat’ler ve genel groove, her zaman müziğimizin büyük bir parçası oldu. Kötü bir beat’e sahip pop şarkısı yerine, daima dans etmeye müsait ve güzel bir beat’e sahip pop şarkısı tercih edilecektir. Yani evet, belki de gerçekten hip hop’a ilham verdik ve kesinlikle hip hop’tan ilham aldık. 60’lara geri dönersek eğer, insanlar her şeyden ilham alıyorlardı. Örneğin The Beatles, eğer R&B’den çok şey öğrenmeseydi, asla bu kadar iyi bir grup olamazdı. Müziği ilgi çekici kılan farklı tarzların bir araya gelerek bir karışım oluşturması. The Smiths bile tam bir disco hayranıydı. Tamam, belki Morrissey değil. Toparlayacak olursak, hip hop hakkında eşsiz bir bilgimiz yok, ancak iyi bir hip hop şarkısı duyduğumuz zaman keyfini çıkarıyoruz. Yeniler arasından Kendrick Lamar’ı gerçekten çok beğeniyoruz. Bazı klasik Jay Z albümleri de favorilerimiz arasında. Liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Neredeyse her albüm arasında 2 yıl kadar bir süre var. Gimme Some albümünün de 2011 yılında çıktığını göz önüne alırsak bu yıl sona ermeden sizden bir albüm haberi alacağımızı söyleyebilir miyiz? Dürüst olmak gerekirse geçen yıl yeni albümümüzü yapmaya başladık bile. Ama bu sefer biraz ağırdan alıyoruz. Tüm bu çaba gerçekten çok iyi bir albüm çıkarmak adına. Yani açık söylemem gerekirse ne zaman çıkacağını bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey şu: Gerçekten iyi olacak. Son olarak, İstanbul'da bizi nasıl bir konser bekliyor? Her zamanki gibi enerjik bir konser olacağının garantisini verebiliriz. Birkaç yeni şarkı çalabiliriz. Ama tabii ki, eski şarkılara da fazlaca yer vereceğiz.

XOXO The Mag


65




XOXO The Mag

Š 2013 adidas AG. adidas, the Trefoil logo and the 3-Stripes mark are registered trademarks of the adidas Group.



XOXO The Mag





FOOD

EKŞİ MAYA

Sabırla Büyütmek yazı didem şenol fotoğraflar orhan cem çetin

New York’ta aşçılık okuduğum zamanlardı, bir haftalık ‘ekmek yapımı programı’na katılacaktım. İlk derste bayağı heyecanlanmıştım, New York’un en bilinen ekmek şeflerinden biri bize ekmeğin kimyasını anlattı. Sonra hafta boyunca yaptığımız karışımlardan, başlattığımız mayadan, ve kabarmasını beklediğimiz hamurlardan anladım ki ekmek işi bana göre değildi. Benim heyecanlı ve sabırsız yapıma hiç uymuyordu ekmek yapmak. Önce ekşi mayayı başlattık. Un ve suyu karıştırıp karışımı oda sıcaklığında beklettik. Aslında oluşmaya başlayan bakterileri her gün yeni unla beslemek lazımdı. Biz, sadece bir haftamız olduğu için eskiden başlatılmış ve belli bir kıvama gelmiş mayayı kullandık. Ekmek şefi anlatıyordu başlatılan her mayanın, her şehirde, mevsime göre, ısıya göre farklılık gösterdiğini, iki ayrı yörede hazırlanan mayalarla yapılan ekmeklerin lezzetlerinin farklı olacağını, vs. Tüm bu hikayeler bir yanı, hamuru yoğuruyor bekliyorduk, sonra üstüne

bastırıyor yine bekliyorduk, porsiyonlayıp veya şekil verip yine bekliyorduk. Fırından çıkan mis kokulu ekmekler ne kadar cazip gelse de bu bekleme, mayayı besleme, havanın ısısı ve nemine göre değişiklik gösteren bir canlıyla haşır neşir olma fikri beni aşmıştı. Kısacası ben bu bir haftalık programı somunlarca ekmek tatmış ve ekmek yapmak istemediğimi anlamış olarak tamamladım. Üstünden 11 yıl geçti. İnsan değişiyor. Ruhum çok mu sabırlı oldu bu dönemde tartışılır, fakat yaşayan bir hamurla oynamak, onu şekillendirmek, ona karşı düşünceli ve zarif davranmak sanırım o güne göre bugün daha keyif alarak yapabildiğim bir şey. Aceleci olmamak, deneyip yanılarak, her anını anlamaya çalışarak bir ürün ortaya çıkarmak çok tatmin edici. Geçen ay, Gram’da kızlar ekşi maya başlattılar. Mayayla ekmeği yapmadan yaklaşık 10 gün onu beslediler. Her gün açıp bakar olduk. Arada sırada, bilenlerin tecrübelerini okuduk. Lokantaya

XOXO The Mag


Ekmek için doğru fırın ısısı, yeterli mayalama zamanı, doğru yoğurma, ama sanırım en önemlisi tecrübe gerekiyor. Ekmek deyip geçmemek lazım, öyle ki tüm bu emeği harcadıktan sonra her bir somuna saygı gösteriyor insan.

ekmek aldığımız Şemsa Hanım’ın blogu kendi ekmek deneyimini anlatması açısından çok yararlı oldu. Tangör aylarını verdiği ekmek denemelerini anlattı. Bu esnada ekmek üstüne yazılmış kitapları yuttuk. Gün gelip kendi ekmeğimizi pişirdiğimizde ilk deneme muhteşem sonuçlandı. “Tamam işte, biz bu işi çözdük!” derken, ikinci ve üçüncü sefer bambaşka bir ekmekle karşılaştık. “E niye aynı olmadı?” yorumları yükselmeye başladı. Çünkü ekmek yapmak uzun soluklu ve sabır isteyen bir işti. İlk başarısızlıkta vazgeçmemek gerekiyordu. Araya bayram girdi, hem ben hem kızlar tatile gittik ve bizim mayayı Büyükada’da Müge’nin komşusuna bıraktık. Her gün beslenip göz kulak olunsun diye. Haftaya misafirlikten dönen mayayla yeni denemeler yapmayı planlıyoruz.

Ekmeğİn bayatı Yeni fırından çıkmış sıcak ekmek ve Vakfıkebir tereyağından daha can alıcı ne olabilir? Yine de bizim gibi lokantalarda bu bin bir emekle pişirilmiş ekmekler her geçen gün artıyor. Biz de bayat ekmeği keyifli kılmanın yollarını buluyoruz. Kendi galeta unumuzu yapıyoruz. İnce dilimlediğimiz ekmekle kıtırlar yapıp mezelerin yanında servis ediyoruz. İri bıraktığımız ekmek kırıntılarını balıkların üstüne veya gratenlere hoş bir çıtırlık versin diye ilave ediyoruz. Küp kıtırlar yapıp çorbaya koyuyor veya ekmek salataları hazırlıyoruz. Tam da mevsimi olan domateslerden salata yapıp içine büyük ekmek kıtırları koyuyoruz. Ekmeği ızgara yapıp üstünde fümelediğimiz sardalyayı servis ediyoruz.

Mayayı öldürmeden ona bakmayı becerebildiğin takdirde, üzerinden de zaman geçtikçe tadı oturuyor; altı aylık veya senelik maya yeni başlatılmış bir mayadan çok daha lezzetli ekmekler yaratıyor. 75


INTERVIEW/DESIGN

Christophe PIllet

For VitrA Memoria

Sıcak bir yaz gününde, serin bir şehirdeyiz, Münster’de... Gerçi, birçok yere mega-şehir, şehir vs. dediğimiz bir dünyada burası daha çok bir cennet. Zaten tescilli de; zira, 2004 yılında Dünyanın En Yaşanılabilir Şehri ünvanını elde etmiş. Neyse, konumuz bu değil, solumuzda Christophe Pillet sağımızda Mahmut Anlar var, arkamızda katettiğimiz uzun yol, önümüzde de Avrupa’nın en büyük stüdyolarından Casa ve uzunca bir iş listesi... Ancak acelemiz yok, Christophe Pillet ile olan biteni, VitrA için hazırladığı Memoria serisini ve tasarım algısını konuşuyoruz. Sizin de aceleniz olmasın. röportaj refik özcan fotoğraflar casa studio

XOXO The Mag


Bu cevabınız pek şaşırtıcı olmadı; bir röportajınızda tasarımı kişisel bir oyun olarak tanımladığınızı okumuştum... Evet, bu ciddi bir oyun, ama yine de bir oyun. Aslında bir tasarımcı olmak hiçbir zaman aklımda olan bir şey değildi, müzisyen olmak istiyordum. 18 yaşındayken akşamları evin bodrum katında arkadaşlarımla vakit öldürerek geçiriyordum. Günün birinde ailem “Tam bir sanat öğrencisi gibi yaşıyorsun, o halde sanat okuluna gitmelisin” dedi. Ben de iyi bir evlat olarak “Tamam o halde” dedim. 80’li yılların başlarıydı ve okulda iki tip insan vardı; tam anlamıyla çılgın sanatçılar ve iletişim insanları -örneğin iyi tasarımcılar. Bense ortada bir yerdeydim; ne bir sanatçıydım ne de bir tasarımcı. İnsanlar bana “Kimsin, ne yaparsın?” diye sorduklarında ne diyeceğimi bilemiyordum. Neden bilmiyorum ama sonunda bir gün “Tasarımcıyım” diye cevap vermeye karar verdim. O sıralar tasarımcı olmak çok revaçtaydı, belki de sırf bu yüzdendir. Nasılsa insanlar da bana inanmaya başladılar, bu durumda ben de ister istemez bir tasarımcıyı oynamaya başladım ve yavaş yavaş bir tasarımcıya dönüştüm. Halen de bu alanda kendimi biraz yabancı hissettiğimi söyleyebilirim. Meslektaşlarımdan da bu noktada ayrılıyorum; baktığında, onlar dünyada bir fark yaratmak isteyen, belli hedefleri olan insanlar. Ben öyle değilim. Fakat öte yandan, bir turist gibi, bir yabancı gibi hareket etmeyi ve sürekli olarak keşif halinde olmayı seviyorum. Benden istenen bir şeye karşılık, o konuda hiçbir fikrim olmasa da, insanları cevabın bende olduğuna dair ikna etmeye çalışıyorum. Yani hem tuhaf hem de aslında gerçek bir oyun.

Klasik bir soruyla başlayalım; neden buradayız? VitrA Memoria serisinin kataloglarında yer alacak fotoğrafları gözden geçirip, bizim de söyleceklerimiz var mı yok mu onu değerlendiriyoruz. Ah tabii, söz konusu çekim de VitrA için tasarladığım banyo ürünleri için yapılıyor. Mahmut Anlar da ürünlere en çok yakışacak ortamı hazırladı, iyi ki! Pek çok firma ile ortak projeleriniz var. Bunların arasından en çok gurur duyduklarınız hangileri? Şöyle bir özelliğim var, ki bazılarına bu bir özellik gibi gelmeyebilir: Yaptığım işte ortaya çıkan sonuç beni asla tam anlamıyla tatmin etmiyor, hep bir sonraki işin daha iyi olacağına inanıyorum. İşlerime karşı bir sahiplenme hissi beslemiyorum -belki de bu konuda bir doktora görünmeliyim. Asıl memnuniyet hissi, bir ürünü ortaya çıkarırken uyguladığım farklı stratejiler ve zihinsel tasarım süreci esnasında oluşuyor. Haliyle, zira tasarımlarınız yalnızca objeleri ve mobilyaları kapsamıyor, otelleri, butikleri ve sanat yönetimini de sayabiliriz işlerinizin arasında. Bu durumda -üzerinde çalıştığınız proje ne olursa olsun- tasarım sürecinizin ana aşamaları neler? İlk etapta işe geçmişte yaptığım her şeyi ve ayrıca o sırada birlikte çalıştığım firmayla alakalı tüm bildiklerimi unutmakla başlıyorum. Yani işe sıfırdan başlamayı tercih ediyorum, tabula rasa. Ve sonra, ilgili projeye başlarken aklımda iki soru oluyor: İlki, neden böyle bir ürüne ihtiyaç olduğu, gerekli olup olmadığı ve neden bunu yapmam gerektiği. İkincisi ise, eğer bu objeyi ilk kez tasarlıyor olsam, nasıl yapardım? Sonrasında takip eden süreç projeye göre farklılık gösterebilir, ama işin en önemli kısmı kendimi her şeyden soyutlayabilmek, işe tamamen sıfırdan başlayabilmek. Ardından bu projeye neden ihtiyaç duyulduğunu ve eğer böyle bir şeye ihtiyaç varsa da bu ihtiyacın kalıcı olması için ne yapmam gerektiğini anlamalıyım.

Biraz da VitrA üzerine konuşalım. VitrA ile yaptığınız iş birliğinde ‘infinit teknolojisi’ kullandınız. Bu sayede keskin ve zor materyalleri istediğiniz şekle getirebildiniz. Bu fikrin ve materyal seçiminizin arkasındaki felsefeyi öğrenebilir miyiz? İşimin bir parçası da rahatlığın ve kötü geleneğin izini sürmek diye adlandırdığım safhadan oluşuyor. Yaşam tarzımız, 100, yok yok durun, 77


20 yıl ve hatta 10 yıl öncesinden bile çok daha farklı. Mesela, mutfakları ve mutfak endüstrisini ele alalım: Ortalama bir mutfak 10 ile 20 metrekare arası yer kaplar, bu da her ay kirasını ödediğiniz evinizin yarısı ile üçte biri arasında bir değere tekabül eder. Bir de haftada iki defa yemek yapabilmek için buraya, kocaman ve hayli pahalı mobilyalar yerleştirirsiniz. Buraya ödediğiniz gayrimenkul değeri, içerideki elektrikli ev aletleri ve burası için aldığınız mobilyalar ile beraber harcadığınız meblağ kapalı duran bir oda için saçma boyutlara ulaşıyor. Ben de bir tasarımcı olarak ne yapabileceğimi düşündüm. Mutfağımın neden salonumun işlevselliğine sahip olmadığı sorusundan başladım. Buzdolabım neden koltuğum ya da yanına koyduğum sehpa kadar güzel değildi? Aynı şeyleri banyo için de düşündüm ve yarattığım konseptin temel taşlarını bunlar üzerine kurdum. O halde yarattığınız ürünlerin tüketici, tasarım dostu ve kullanımının kolay olduğunu söyleyebilir miyiz? Evet, öyleler, daha doğrusu öyle olma yolundalar. Her şeyden önce, benim ağır ve büyük eşyalara ihtiyacım yok, birçok şey aslında çok ince olabilir. Yıkanmak için çok güzel renkte plastik küçük bir küveti de kullanabilirim. O halde sadece bir banyo şirketi için çalışıyorum diye onu büyük tasarlamamın ne anlamı var? Kalınlığı azaltıp, her şeyi olabildiğince kompakt hale getirmeye çalışıyorum. Eşyalar büyüklükleriyle alanımızı işgal etmemeli. Benim için mobilya sadece bir eşya olarak kalmalı ve ben üretim veya ürün tarafından tüketilmemeliyim; hayatımın merkezinde ben olmalıyım. Bunun yanında, tasarımlarım söz konusu olduğunda nötrlüğe çok önem veriyorum. Tasarımlarımın çoğu inanılmaz şekilde sıradanlar, tıpkı tişörtler gibi... Beyaz bir tişört gördüğünüzde “Ne güzel bir beyaz tişört” demezsiniz, hatta hiçbir şey söylemezsiniz. Söylediğiniz şey tişörtü giyenin ne kadar yakışıklı olduğu üzerine olabilir. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Mesela bu koleksiyondaki armatürleri tasarlarken düşündüğüm şey niye hala bir tesisatçının elinden çıkmış gibi duran armatürler kullandığımızdı. Neye ihtiyacınız var? Suya, bir parça metale değil, sadece suya. Kapatıp açabilmeniz ve sıcak ya da soğuk ayarını yapabilmeniz lazım. Kapatıp açtığınızda veya miktarını ayarladığınızda çıkan ses müzik gibi olmalı. Bu aynı zamanda estetikle alakalı bir konu... Zaten bu konunun estetik ile olan ilişkisi onu ilginç kılıyor. Bence estetik bugün var olan pek çok ürünün gelecekte yok olmaya mahkum olmasının bir sonucu. Aslında birçoğuna ihtiyacımız yok, onlara sahip olmamızın tek sebebi gelenek. Mesela çok saçma bir soru olacak ama durumu çok iyi açıklıyor: Buzdolapları neden beyaz? Sorunun cevabını biliyorsunuz, çünkü 100 yıl önce sembolik olarak böyle tasarlanmıştı. Fakat 100 yıl sonra neden hala aynı? Bir masa gibi tahtadan olabilirlerdi. Masada tahtayı, plastiği ve daha birçok materyali kullanma özgürlüğüm varken neden kendimi buzdolabında sadece beyaz ile sınırlayayım? Bu sadece alışkanlığın sonucu. İşte bunu değiştirmeye çalışırken ortaya çıkan şey estetik oluyor. Benim yapmaya çalıştığım da bir anlamda bu. Fakat asıl mesele bu değil, asıl mesele küçük veya büyük bir buzdolabı kullandığımda ürünümün aktardığı hikaye. Örneğin, televizyonu baz alarak konuşuyorum, gelecekte buzdolabı gibi ürünlerin de düz olabileceği kanısındayım. O halde VitrA ile yaptığınız iş birliğini hala yapım aşamasında olan bir proje olarak görebilir miyiz? Su götürmez şekilde evet. Aslında bütün iş birliklerim yapım aşamasında. Tüm projelerin ticari ihtiyaçları olduğu ve kişi olarak bu ihtiyaçları karşılamanın zorluğu aşikar. Bu noktada, VitrA ile yaptığım iş birliğini çok başarılı bulduğumu belirtmeliyim. ‘Ürünler nasıl azaltılabilir, nasıl küçültülebilir?’ sorunsalı üzerine kurulu bu koleksiyon henüz ilk adım. Mesela lavaboyu ele alırsak, eğer aynı boyut, malzeme ve dış görünüşe sahip bir seramiği alıp masanın üzerine yerleştirirseniz insanlar ya deli olduğunuzu ya da sanatçı olduğunuzu ve bir enstalasyon yaptığınızı düşünürler. Bugün cep telefonum

ve lavabom aynı dili konuşuyor, tabii ki fonksiyonları farklı, fakat verdikleri mesaj aynı. Bundan hemen sonra ise ikinci adım geliyor, bugün yaptığımız her şeyin ilham kaynağı olan deneysellik. Saçma gibi gelebilir ama lavabonun kapladığı alan küçüldükçe köpeğinizin veya ailenizin fotoğrafını koymak için sahip olduğunuz alan artıyor. Bizi robotlardan farklı kılan insani ihtiyaçlarımızı tatmin etmek için bu özgürleştiğimiz alanlara ihtiyacımız var. Bu noktada da tasarımcılara çok büyük iş düşüyor. Bu durumda tasarımlarınız için sürdürülebilir materyaller mi kullanacaksınız? Çünkü anlattıklarınız zamanla sürdürülebilirliğe doğru ilerlediğinizi gösteriyor. Aslında bu yaptığımız işlerin bir sonucu. Uzun süre dayanacak şeyler yaparsanız, sonunda elde ettiğiniz sürdürülebilirlik olur. Eski olanın ilk zamanki gibi etkin bir şekilde kullanılamayacağına dair genel bir kanı var. Bence bu doğru değil. Mesela, artık 20 yıl dayanabilecek yeterlilikte arabalar ve cep telefonları yapılıyor. Fakat önemli olan nokta aletin algılanan değeri ve ondan alınan haz. Eski ile yeni arasındaki fark, trend ve tüketim değeri üzerinden değerlendiriliyor. Bu noktada işlevselliği de unutmamak lazım. Eski bir bilgisayar yenisine göre daha az kullanışlıdır, çünkü teknoloji gelişiyor. Fakat 20 yıllık eski bir koltuk hala aynı forma, kumaşa ve materyale sahiptir ve yenisiyle işlevsellik bakımından bir fark barındırmaz. Buradaki asıl mesele eşyaya verdiğimiz değer. Benim sürdürülebilirlikle ilgili sevdiğim şey nötrlük; yani nötr olanın uzun soluklu olması. Örneğin, Emeco’nun bir projesinde çalıştım ve onlar için sandalye tasarladım. Markanın sahibi Greg sürdürülebilirliğe çok önem veriyor ve sürdürülebilirliğin ilk adımı nötr tasarımlar ortaya çıkarmak; asla modası geçmeyecek ve trendy olmayan tasarımlar yaratmak. Söz konusu iş birliğindeki sandalyeler de geleceğin tasarım anlayışını yansıtan zamansız ürünlerdi. Aynı zamanda bir ürünün eski veya yeni oluşunun estetik değeriyle de çok alakalı olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden bence teknik olarak daha uzun süre kullanım ile meşgul olmak çok daha modern ve ilgi çekici. Bence önümüzdeki 15 yılda tasarım alanında karşımıza çıkacak yeni tek fikir bu. Bu röportaj sırasında olmasa da, tanıştığımızdan bu yana “fonksiyon” kelimesini fazlaca kullandınız. Bu yüzden, bir vazgeçilmez olarak gördüğünüz ve tasarım dünyasını da hayli meşgul eden işlevsellik meselesine değinmek istiyorum. Sizce önümüzdeki 10 yıl içinde insanlar işlevsel olmayan fakat tasarımını çok beğendikleri bir ürünü satın alacaklar mı? Yoksa tam tersi mi olacak? Bence bu çok ilginç bir soru. Fakat şöyle ki; bugün bir ürünün işlevsel olmaması bir seçenek değil, zaten öyle olmayan bir projeye maddi destek verecek bir yatırımcı bulamazsınız. 50 yıl önce pahalı ve ucuz arabanın arasındaki tek fark, birinin her sabah çalışıyor diğerininse çalışmıyor olmasıydı. Fakat devir değişti. Artık bir ürünün çalışıyor olması ona artı bir değer katmıyor, bu zaten bir zorunluluk olarak geliyor. Yaptığımız satın alma eyleminin sebebi de duyduğumuz ihtiyaç değil. Geçen yıl ihtiyacınız olduğu için aldığınız şeyleri düşünmeye çalışın, neredeyse hiçbirini saf ihtiyaç kaygısı ile almamış olduğunuzu göreceksiniz. Bir şeyi, ona ihtiyaç duyduğunuz için değil, arzuladığınız için satın alıyorsunuz. Artık tasarımcının görevi işlevselliği sağlamak değil. Bu işi yapacak çok daha zeki ve kendini bu işe adamış olan mühendisler var. Biz ürünün cazibe faktörü, aktardığı hikaye ve tüketiciyi nasıl yansıttığı üzerinde çalışıyoruz. İnsanlara bir hayal sunuyorsunuz; ürün bir sembole, bir toteme dönüşüyor. Hoşunuza giden şey o ürüne sahip olmak değil, onun eğlencesi. Modada da durum farklı değil. Aynı kalitede düz beyaz pamuklu bir tişörtü, X bir markadan 10 Euro’ya, James Perse ya da Gucci’den 100 Euro’ya alabilirsiniz. Aradaki fiyat farkı ürünün değerinden değil, onu alırkenki eğlencenizden ve ona verdiğiniz değerden kaynaklanıyor. X bir markadan alırken, o ürün üzerinden hiçbir yansımam yok, diğer insanlardan bir farkım yok. Aynı tişörtü Gucci’den alırken ise, 10 katı fiyat ödüyorum fakat aynı

XOXO The Mag


daha çok satmak istiyorlar. Gerçekçi olmamız gerekiyor.

zamanda kendime İtalyan playboylarının hayatından bir an satın alıyorum. Beni almaya iten şey markanın eğlencesi. Bu durum çok fazla olmasa da, zamanla değişiyor ve değişmeye devam edecek. Ama tüketimimiz gereklilik değil hazdan kaynaklandığı için büyük değişimler beklemek manasız olacaktır. Değişen şey yapılan tüketimin içinde ihtiyaçların sahip olduğu oran olacak.

Tekrar size dönelim. Hayalini kurduğunuz bir iş birliği veya hep gerçekleştirmek isteyip de bir türlü fırsat bulamadığınız ilginç fikirler var mı aklınızda? Hayalini kurduğum hiçbir iş birliği yok. Yani tabii ki hayallerim var, ama daha önce de söylediğim gibi, hedeflerim yok. Bana göre yaptığım işin en güzel yanı daha önce hiç yapılmamış şeyleri yapmaya hırslı olan, yeni ve doğru insanlarla tanışmak, farklı şeyler yapmak için gereken cesarete sahip olabilmek. Bu yüzden ürünler üzerine bir hayalim yok. Gelecekten tek beklentim, o bahsettiğim mükemmel insanları tanıyabilmek.

Tamam, başka bir konuya geçeceğim. Modada demokratik lüks kavramı epeyce tartışılan bir konu. Kendi alanınızı göz önüne alırsak, tasarımın demokratikleşmesine inanıyor musunuz? Aslında bir tanımlama problemi var burada. Çünkü demokratikleşme ve lüks birbirine zıt kavramlar. Lüksün tanımından ilerlersek; lüks, sadece pahalı ve ayırt edici olan demek değildir, bir çizgidir; insanlığın ulaşabileceği en uç sınır, bir şeyi en iyi şekilde yapabilme kapasitesidir ve bunun da sonu yoktur. Hep daha iyisini düşünebilir veya hayal edebilirsiniz. Lüks bu hayal gücünün sınırlarını zorlamaktır. Basit bir örnek; lüks araba deyince aklımıza altından yapılmış bir araba gelmez, mümkün olan en yüksek teknolojiyle, en güvenli şekilde, en kaliteli materyallerle üretilmiş bir araba hayal ederiz. Pahalı oluşu da bu ayrıcalıkları barındırmasının doğal bir sonucudur ve bunu demokratikleştirmek mümkün değildir. Lüksü demokratikleştirmeye kalktığınızda anlamını yitirmesine sebep olursunuz... Hatırlıyorum, birkaç yıl önce Louis Vuitton lüksü demokratikleştirmeye çalıştığı için sıkıntı yaşadı, çünkü insanlar için anlamını yitirmiş oldu.

Peki VitrA’dan beklentileriniz neler? Uzun süreli iş birliği fikrini her zaman sevmişimdir. VitrA ile bu iş birliğinin de uzun süreli olmasını bekliyorum, çünkü aklınızdakileri tek bir koleksiyonla gerçekleştiremezsiniz, adım adım işlemeniz gerekir. Bu süreçte VitrA’nın ilginç fikirlere açık olması ve onlara yatırım yapması da beklentilerim arasında. İlginç fikirler demişken, son soru olarak bunu sorayım: Mutfağın ve banyonun aynı yerde olduğu tasarımlar da görüyoruz artık. Farklı bakış açılarının VitrA gibi şirketlerin üretimini nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? Mesela biz yatağınızın tam karşısında duracak bir küvet tasarlıyoruz. Bu, uzun zaman önce gerçek dışı sayılabilirdi, insanlar zihnen bu gibi şeylere kapalı oldukları için delirdiğinizi düşünebilirlerdi, ama artık normal karşılanabiliyor. İşin teknoloji boyutu da var tabii, sizin verdiğiniz örnekten devam edecek olursak, mutfakla banyoyu bir arada düşündüğünüzde tuvaletten gelebilecek kokulara bir çözüm bulmak zorundasınız. İşte bu noktada VitrA gibi şirketler gerekli teknolojik altyapıyı sağlayarak tasarımcının işini kolaylaştırıyor, tasarımlarını hayata geçirebilmeleri için onlara fırsat tanıyor.

Öte yandan, markalar ünlü tasarımcılarla, pazarda kendi duruşlarını da belirlemek için iş birliği yapıyorlar. Bu sırada da tasarımla, daha fazla insana ulaşarak bir demokratikleşmeye gidiyorlar. Bunu tasarımda lüksün demokratikleşmesi olarak yorumlamamak lazım. Büyük markalar sadece tasarımcılardan iyi fikirleri alıp 79


INTERVIEW/LITERATURE

PETER HELLER

Post-Apokaliptik Semalar Amerikalı yazar Peter Heller da uzun yıllar gazetecilik/freelance yazarlık yaptıktan sonra romancılar kervanına katılanlardan. Bir outdoor insanı olarak macera dergileri için yazılar yazarken, bir yandan da şiirler ve kısa öyküler yazarak günün birinde roman yazma hayalini içten içe besliyor Heller. Haliyle ilk romanı The Dog Stars’ı doğadan aldığı ilhamla yazması kaçınılmaz oluyor. “Yine mi apokalips?” demeden evvel bu söyleşiyi okumanız tavsiye edilir. röportaj aslı arduman fotoğraf eric weber

XOXO The Mag


ve hayata bağlı hissettiğim zamanlar doğada geçirdiğim zamanlar olmuştur hep. Yıllarca nehirlerde kano yaptım, balık avladım ve dağlarda yatıp kalktım. Çocukluğumun ilk yıllarından itibaren, doğaya adımımı attığım anda içimi hep müthiş bir heyecan kapladı; kendimi özgür, arınmış ve güçlü hissettim. Esasında en büyük gücümüzü doğada -yıldızların altında, ormanlarda ve denizdebulabileceğimizi anladım. Doğadan bu derece hızla uzaklaşmamız ve steril teknolojilere bu denli yakınlaşmamız beni gerçekten şaşırtıyor. Ruhani bir ölümün mü peşindeyiz? Yaşam -olması gereken bir yaşam- tüm renkleri ve dokusuyla bizim kanımız için fazla mı zengin? İnsanlık, rüzgarın ve dalgaların sesini dinlemeyi, havanın ritmiyle ve mevsimlerle göçlerin müziğiyle birlikte hareket etmeyi o denli çabuk unutuyor ki. Kendimizi unutuyoruz. Kayboluyoruz. Eve dönmemiz lazım ve bunu bir an önce yapmamız gerekiyor, aksi takdirde her şeyi kaybedeceğiz.

Öncelikle, kurgu yazmayan bir yazarken roman yazmaya nasıl karar verdiğinizden bahsedebilir misiniz? 11 yaşındayken yerel kütüphanecimizin bana Hemingway’in Zamanımızda’sını verdiği günden beri, roman yazmak hep hayalini kurduğum bir şey oldu. Hayatım boyunca şiir ve kısa öykü yazdım ve açıkçası üniversiteden yeni mezun olduğumda hayatımı bir şair olarak kazanamayacağımı anladığımda biraz ambale olduğumu itiraf etmeliyim. Okul yıllarında bunu bize söylememeleri sizce de insafsızca değil mi? Her neyse, outdoor sporlarını seviyor ve sürekli kano yapıyordum. Böylece macera dergileri için bu konularda yazılar yazmaya başladım; gazetecilik kariyerim de böyle başladı. Şairlik sevdasından olabilecek en keyifli ve eğlenceli şekilde uzaklaşmıştım. Ama şu da var ki, yazarken sanki hep bir elim bağlı gibi hissediyordum. Öyle ki, Joseph Conrad, William Faulkner ve Italo Calvino’nun eserlerine duyduğum hayranlıktan ötürü, The Dog Stars’ı yazmak benim için bir nevi eve dönüş gibi oldu. Bu şimdiye kadar yaptığım en heyecan verici şeydi ve yazmaya başladığım anda geri dönüşü olmayan bir yola girdiğimi anlamıştım. Farkına vardım ki aslında gazeteciyken de hep hikayeler uydurmak istiyordum, sadece perişan vaziyette Oprah’ya çıkıp “Üzgünüm, çok üzgünüm...” diye sızlanmak pek hoş olmazdı.

Hikayede apokalipse neden olan bulaşıcı bir hastalık, ki bu konuyu işleyen diğer romanlara ve filmlere baktığımızda bu çok da alışıldık bir durum değil. Bulaşıcı hastalıkta karar kılmanızın nedeni doğayı korumak olabilir mi? Evet, sanırım öyle. İnsanlardan büyük ölçüde arınmış bir doğa manzarasının fikir olarak hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Böylece Dünya, doğal dengenin kendi kendini yeniden kurduğu bir yer haline geldi.

The Dog Stars’a geçmeden evvel gazetecilik yıllarınla ilgili bir soru sormak istiyorum: The Cove belgesel ekibine dahil olduğunuzu ve çevreci bir gemiyle Japon balina avcılarının peşinden Antarktika’ya gittiğinizi okudum; peki bu zamanlardan kalma hafızanızdan silinmeyecek bir görüntü var mı? Hiç unutamayacağım bir an var. Japon balıkçılar, tıpkı iri yunusları andıran pilot balinaları katlederken ben de koya doğru bir sörf tahtasının üzerinde kürek çekiyordum. Şafak vaktini biraz geçmişti. Etraf aydınlandığında ise tüm koy kana bulanmıştı. 50 balinadan 12 tanesi halen hayattaydı. Korku içinde koyu çevreleyen ağlara yaslanmışlardı. Biz beş kişiydik ve onlara doğru kürek çekerek bir daire oluşturduk; bir müddet sonra balinalar onlara zarar vermeyeceğimizi anladı ve rahatladılar. Yavrular kafalarını sudan çıkarıp meraklı gözlerle bize bakıyordu. Bense tahtanın üzerine oturdum ve ağladım. Bir saat içinde de hepsi katledildi. Hayatımda bundan daha korkunç bir şeye tanıklık etmedim. Sonrasında haftalarca yatakta, uyuyan karımın yanında ağlamaya devam ettim.

Son zamanlarda birçok post-apokaliptik kitap yazıldı. İnsanların bu türe olan merakı neden kaynaklanıyor sizce? Yavaş yavaş hepimiz, gezegende hızla artmakta olan kayıpların farkına varıyoruz ve sonuçlarıyla mücadele etmeye çalışıyoruz. Sanırım insanların bu türe ilgisi de bundan kaynaklanıyor olabilir. Peki, Cormac McCarthy’nin The Road’undan ilham aldınız mı? The Dog Stars’la arasında pek çok farklılık olmasının yanı sıra epeyce benzerlik de var… Pek sayılmaz. Cormac McCarthy’ye hayranlık duyuyorum ve bence The Road da müthiş bir kitap, fakat benimki farklı bir proje. Biraz da protagonistinizden bahsedelim o halde. Bir müddet sonra her şeyi riske atıyor ve uçağına atlayıp geri dönüşü imkansız bir yolculuğa çıkıyor. Bunu yapmadaki en büyük motivasyonu nedir sizce? Her şeyi riske atmasının tek bir nedeni var, o da insani duygulara olan özlemi ve sevgi arayışı.

Gelelim ilk kitabınıza; adı neden The Dog Stars? Kitabın baş kahramanı Hig ve köpeği Jasper her akşam yıldızların altında yatıyorlar. Hig eskiden yıldızlar üzerine bir kitaba sahipti, fakat bu kitap artık yok ve dolayısıyla takım yıldızlara isimler uyduruyor. Artık hayatta olmayan karısı, doğmamış çocuğu ve köpeğine ithafen isimler koyuyor onlara. Bu, onun için, sevdiklerine yakın kalabilmenin ve dünyayı yeniden yaratmanın bir yolu.

Hig’in cinsel açıdan bastırılmış bir hali de var; bunun ardında ne yatıyor peki? Çok basit; o bir Amerikalı! Siz de Hig gibi bir pilot musunuz? Evet. Bir dergi için hazırladığım bir makale vesilesiyle pilotluğu öğrendim; “üç haftada nasıl ‘bush pilot’ olunur?” konulu bir makaleydi. Kuzey Montana’ya gittim ve çılgın ‘bush pilot’larla birlikte uçmayı öğrendim, 20 gün içerisinde de ehliyetimi aldım. Müthiş bir deneyimdi ve aynı zamanda da çok zorluydu. Sonrasında da kendi uçağımı aldım. Uçmayı ne kadar çok sevdiğimi anlamışsınızdır.

Peki kitabın hikayesinin ardında yatan nedir? İlham kaynağınız ne oldu bu hikayeyi yazarken? Sanırım altıncı büyük kitlesel yok oluşun eşiğine geldiğimizi ve bu seferkine bizim neden olduğumuzu fark edişim. Mercan resiflerimizin yarısı ölmüş ya da ölmek üzere, ve onlara bağlı olarak varlığını sürdüren milyonlarca canlı türü var. IUCN Red List dünya üzerindeki bitki türlerinin üçte birinin ve memelilerinse dörtte birinin yok olma tehlikesi altında olduğunu belirtti. Bunun yol açacağı -sosyolojik, ekolojik ve spiritüel- sonuçlar ise sarsıcı. Dolayısıyla da roman yazmaya koyulduğumda tüm bunların hikayeyi o ya da bu şekilde etkilemesi kaçınılmazdı.

Biraz da yazma sürecinizden bahsedebilir misiniz? The Dog Stars’ı ne kadar zamanda yazdınız? Araştırma yapmanız gerekti mi? Kitapla ilgili tüm araştırmayı, gazetecilik yıllarıma borçluyum. Bunun dışında, balık avlamayı seviyorum. Dediğim gibi ben de bir pilotum ve aynı kitaptaki gibi benim sahip olduğum uçak da bir 1956 Cessna 182. Kitabı yazmak yedi ay sürdü. Her gün 1000

Kitapta epeyce doğa tasviri olması, hem bu bahsettiklerinizle hem de başınızdan geçen maceralarla bağlantılı olmalı… Hayatımın büyük bir kısmı doğada geçti. Kendimi en neşeli, en canlı 81


kelime yazdım ve her seferinde bir düşüncenin veya bir sahnenin orta yerinde yazmaya ara verdim; bu da yazıya inanılmaz bir akıcılık kazandırıyordu. Ayrıca önceden bir taslak oluşturmadım. İlk cümleyi yazdım ve sonrasında hikaye kendiliğinden aktı; bu da inanılmaz heyecan vericiydi. Kitapla ilgili en çok hoşunuza giden şey nedir? Kulağa klişe gelecek ama dilindeki müzikallik. Peki The Dog Stars’ı yazarken sizi en çok zorlayan neydi? Kitabı yazdığım süre zarfı boyunca hep kendi kendime “Düşünme. Düşünme. Düşünme… Yalnızca dinle, Hig’i dinle” diyordum, ve o da sanki bir kamp ateşinin önünde oturup bana birkaç sene evvel başından geçenleri anlatıyordu. Sizce kitaptaki en önemli tema nedir? Kitap, insanlarla duygusal bir bağ arayışı ve sevgi uğruna neleri riske atabileceğimizle ve aynı zamanda da hassas bir gezegeni koruyabilme çabasıyla ilgili. Sanırım özellikle bu iki tema öne çıkıyor. Tekrar size dönecek olursak; favori yazarlarınız kimler? Şu aralar neler okuyorsunuz? Son zamanlarda fazlaca yazı dili İspanyolca olan yazar okuyorum, Şilili yazar Roberto Bolaño, İspanyol Enrique Vila-Matas, Kolombiyalı

Álvaro Mutis ve Arjantinli César Aira’yı sayabilirim. Sevdiğim şairleri de saymadan geçmeyeyim: W. S. Merwin ve C. D. Wright. Yazar adaylarına bir tavsiye vermenizi istesem? Her şeyi okuyun, özellikle de şiir okuyun ve her gün yazın. Her gün yazmak için kendinize belli bir kelime adedi belirleyin ve yazmayı ihmal etmeyin. Bir de, yazarken daima yazının heyecanlı bir yerinde yazmaya ara verin, böylece ertesi gün yazmaya devam etmek için kendinizi zor tutacaksınız. Constantin Film’in The Dog Stars’ın film haklarını aldığını duydum. Prodüksiyona başlandı mı? Evet, kitabı filme uyarlamak için çok iyi bir senaryo yazarı ile anlaştılar, ve hatta o da çalışmaya koyuldu bile; Constantin Film’dekiler gibi o da kitaba bayıldığını söyledi. Gerçekten heyecan verici bir gelişme… Söylediklerinizden anladığım kadarıyla bundan sonra da roman yazmaya devam edeceğe benziyorsunuz. O halde bitirmeden sorayım, şu anda ne üzerine çalışıyorsunuz? Evet kesinlikle öyle. Dediğim gibi çocukluğumdan beri bunun hayalini kuruyordum ve hayatta bana en fazla keyif veren şey. Yeni kitabımı geçenlerde tamamladım ve önümüzdeki Mayıs ayında Amerika’da Knopf yayınevinden çıkacak; adı The Painter.

XOXO The Mag


83


serıes

İNCİ GİBİ DİZİLER

En Vaatkarlar Kontenjanından “Hayatıma, artık bir dizi daha sıkıştıracak ne vaktim ne de sabrım var” demeniz kuvvetle muhtemel. Ama düşünsenize, her sezon başlangıcına böyle bir mantaliteyle yaklaşılsaydı Mad Men’den, Breaking Bad’den, Archer’dan haberimiz olmaz, onların eksikliğiyle hayatımıza devam ederdik. İçlerinden bu kalibrede bir iş çıkıp çıkmayacağı meçhul… Ama biz, yine de, en azından dahil olanların önceki işleri rehberliğinde 2013 – 2014 sezonunun merak edilen yeni dizilerini taradık, içlerinden en çok heyecan uyandıranları sıraladık. yazı erman ata uncu

The Blacklist

FBI’dır, CIA’dir, ajan ve güvenlik hikayeleri, 11 Eylül öncesinde de böyle miydi? Artık hatırlayamayacağımız kadar eskilerde kaldı. “ABD’den ne zaman bir milli güvenlik gerilimi gelse adetten 11 Eylül paranoyasına bağlanıyor” demeden önce 2013’ün taze dizisi The Blacklist’in hikayesine bir bakın: FBI’ın arananlar listesindeki en azılı suçlulardan Reddington, büroya gelip kendi kendine teslim oluyor. Aslında FBI’ın da kendisiyle aynı tarafta olduğuna inancı tam. Olay örgüsündeki asıl sürpriz, söz konusu suçlunun elinde, FBI’ın hiçbir zaman bulamayacağını iddia ettiği teröristlerden oluşan bir kara liste olması. Artık 11 Eylül paranoyasından, travmayı atlatmaya çalışan ABD güvenlik timlerinden sıtkınız sıyrılmıştır muhtemelen. Ama önyargıya gerek yok. Diyelim hikaye, bildik minvalde ilerliyor, işin içinde James Spader gibi bir oyuncu var. Seks Yalanları’ndan, Sekreter’den arıza karakterleri nasıl başarıyla canlandırdığı çoğumuzun malumu Spader’dan, sınırını bilmeyen bir terörist portresi seyretmek için en standart öyküye bile sabredilebilir.

Once Upon A Time - In Wonderland

Tim Burton’ın Alice’imize neler yaptığı halen akıllarımızdan silinmemişken, ters gidecek bir başka ‘Harikalar Diyarı’ esinlenmesine ne kadar tahammülümüz kaldı, bilinmez. Ancak Tim Burton’dan başka herhangi birinin Alice’ten emperyalist bir girl-power temsilcisi çıkaracak kadar büyük bir egosunun olması da düşük ihtimal. Edward Kitsis (Lost) ve Adam Horowitz’in (One Tree Hill, Felicity) 2011 tarihli fantastik dizisi Once Upon A Time’dan hareketle kotardıkları Once Upon A Time – In Wonderland, Lewis Carroll’ın evrenini tabii ki olduğu gibi ekrana getirmeyi tercih etmiyor, bir ‘twist’ ekliyor. Bu sefer, hikayenin Victoria dönemi Londra cephesindeyiz. Bir ağaç kovuğunun diğer ucunda nargile içen tırtılların, saatli bir beyaz tavşanın, dans edip şarkı söyleyen çiçeklerin olduğu bir dünyadan bahseden küçük bir kız, tabii ki akli dengesinin yerinde olmadığı tespitiyle karşı karşıya kalıyor. Ancak onu ‘iyileştirmeye’ çalışanların işlerinin tahmin ettikleri kadar kolay olmadığı da muhakkak.

Agents of S.H.I.E.L.D.

İşte üzerine yazı yazarken tir tir titrenecek türden bir dizi… Bir; dizinin yaratıcısı TV aleminin hakkıyla en kült isimlerinden Joss Whedon. İki; işin içinde Marvel evreni de var ki, en ufak bir hata bile sayısız öfkeli hayranı sosyal medyada ayağa kaldırmaya yeter. Ve en korkutucusu; Marvel’ın sinema ayağıyla bağlantılı bir hikaye anlatılıyor. Bu da içinde kaybolmanın hiç de zor olmadığı mitolojik bir dünya demek… Stan Lee ve Jack Kirby’nin ta 1960’larda ‘Tuhaf Hikâyeler’ serisi içinde başlattığı S.H.I.E.L.D. aslında tam da Whedon’lık bir dünya sunuyor. Sıradanı sıra dışından korumak üzere yola çıkan gizli bir istihbarat ekibi… E, Whedon evreninin Marvel’la kanının nasıl uyuştuğunu The Avengers’tan biliyorduk. Bir de S.H.I.E.L.D’ı yıllar sonra bir araya getiren ve The Avengers’ta öldükten sonra beyaz camda yine diriltilen ajan Phil Coulson rolünde Whedon gözdesi Clark Gregg’i görecek olmamız da cabası… XOXO The Mag


85


serıes

Almost Human

Bir zamanlar, Lili Taylor’ın varlığı bir filme şans vermek için yeterli bir sebepti. Zira içinde Lili Taylor’ın canlandırabileceği türden bir karakter barındırabilen herhangi bir filmin pek sıradan olma şansı da yoktu. Başrolünde olduğu I Shot Andy Warhol, irtifasını yükselttiği Arizona Rüyası, hatta gereğinden daha şıksa da hala ilgi çekici CGI gotiği The Haunting, ilk akla gelenler. Benzer bir denklemi TV için kurmakta da bir engel yok (ne de olsa Taylor’ın bir önceki televizyon işi efsane Six Feet Under). “Eğer Lili Taylor, yardımcı oyuncu kontenjanından bile olsa oynamayı kabul ettiyse illa ki bir hikmeti vardır” diye yaklaştığımız Almost Human, sezonlar boyu ilerleyecek bir çıkış noktasına sahip. Androidlerin gündelik hayatın iyice içine girdiği bir dönemde emniyet güçlerine kamerasını çeviriyor. Yani insan polislerin yanına yardımcı olarak bir de android polislerin yerleştirildiği yakın geleceğe… Taylor’ın rehberliğine güveniyoruz, şansı esirgemiyoruz.

Rake

ABD televizyonları, yaratıcılık söz konusu olduğunda en azından ana akım Hollywood’a tozunu attıracak bir performans gösteriyor olabilir. Ancak bu, ABD’li yapım şirketlerinin sınır dışından konuları da radarına almasına engel değil. TV’de de sayısı hiç azımsanamayacak yeniden çevrimlere şimdilik en yeni örnek, Rake. Aslen bir Avustralya yapımı olan dizinin kahramanı çok başarılı ama aynı zamanda da türlü kusurdan muzdarip bir avukat… (Huffington Post yazarı Frazier Moore, “prototipi House olan karakterlerden” demiş. Daha güzel bir tanım yapamayız diyerek buraya aktaralım.) Avustralya’da iki sene önce yayımlanmaya başlayan dizinin ABD versiyonunda, House’umsu avukat Rake karakteri, tam da bu role uygun isimlerden Greg Kinnear’a emanet.

Believe

Seyircisini hayal kırıklığına uğratmayan kaç yönetmen kaldı? Üstelik bu yönetmen, Y Tu Mamá También gibi ‘küçük’ filmlerde gösterdiği vizyonunu Harry Potter serisi gibi büyük işlere de noksansız taşıyabiliyorsa… Believe’in yeni sezon TV dizileri arasında en heyecan uyandıranlardan birisinin olmasının sebebi ne sıra dışı konusu ne de her dem etkileyici Kyle MacLahlan’ın kadroda yer alması… Believe’in yaratıcı hanesinde Alfonso Cuarón’un olması, tüm bu faktörlerin önünde. Hikayenin odağında zapt edemediği doğaüstü güçlere sahip küçük bir kız var. Artık kızın güçleri öyle bir hal alıyor ki çevresindekilerin de etkisi olmuyor, onlar da onu koruyabilecek tek kişiyi, yanlış yere idama mahkum olmuş bir tutsağı hapishaneden kaçırıyorlar. En azından ilk bölümünün vereceği keyif, garantiye yakın.

Crisis

Western ve romantik komedi arasında gidip gelen bir kariyere sığdırdığı çıkıntılıklar (çello konusundaki bilgi ve tecrübesini bizzat film müziklerinin emrine vermesi, punk-folk grubu The Low & Sweet Orchestra’nın üyeleri arasında yer alması vs.) dolayısıyla ondan umudumuzu kesmeyi hiç istememiştik. Ta ki yönetmenliğe soyunduğu Love, Wedding, Marriage fiyaskosuna kadar… Standardın o kadar altında bir romantik komediydi ki Love, Wedding, Marriage, bu filmle ilk kez yönetmenliği deneyen oyuncu Dermot Mulroney’nin kafasının içinde neler döndüğü konusu iyice şüpheli bir hal aldı. Son olarak her yönüyle dökülen Jobs’un ender iyi taraflarından biri, onun performansı. Ama o da Mulroney’yi tekrar düzlüğe çıkaracak kalibrede bir iş olmadığından umudumuzu yeni sezon dizisi Crisis’e saklıyoruz. Oyuncu, adı üstünde krizin ortasında bir gizli servis ajanı olarak ekrana geliyor. Kadro gayet sağlam… Kamera arkasında Avustralya’nın ana akıma en verimli armağanlarından Phillip Noyce var. Mulroney’nin rol arkadaşı ise ajan Scully yıllarından beri gönlümüzde ayrı bir yeri olan, Gillian Anderson. XOXO The Mag


İstinye Showroom Sarıyer Caddesi, ABC Plaza No:1 İstinye - İstanbul T. 0212 323 69 64 F. 0212 229 50 80 info@fercomotor.com.tr www.fercomotor.com.tr 87


MUSIC

Jay z

DECONSTRUCTING

Rap müzik, ivme kazandığı 80’lerden bugüne kadar birçok anlamda başkalaşım geçirdi. Ancak değerinden bir şey kaybetmedi. Marcy Projects’ten bugün itibarıyla dünyanın birçok şehrinde mesken edinmiş/edinebilecek Jay Z’nin tiresi fire verdi; ancak müzik, sanat, film vb. dahil olmak üzere ilgili tüm piyasalardaki önemi değişmedi. yazı beren özel

XOXO The Mag


bu yazki turne arkadaşı Justin Timberlake ön planda. Ünlü kişi Jay Z, ünün yan etkilerinden birisi olan sürekli mercek altında bulunma durumunu ve paparazziler tarafından kovalanma halinin ne kadar sevimsiz olduğunu, ‘Smells Like Teen Spirit’ten alıntı yaparak vurguluyor.

Zamanımızın en bilinen müzisyenlerinden birisi hakkında yazarken, üzerimde gizli bir baskı hissetmiyor değilim. Nitekim hakkında yazılacak çok şey, sunulacak farklı birçok bakış açısı var. David Foster Wallace’ın üniversite arkadaşı Mark Costello ile beraber yazdıkları (ancak her ne hikmetse DFW külliyatında yer almamış) ‘Signifying Rappers’ın yeniden düzenlenerek piyasaya sürülüşünün üzerinden (bu satırların yazıldığı tarih itibarıyla) henüz bir hafta geçmemişken, bu yazının konusu rap müziğinin evrimi, bugün geldiği yer, yeni rap’çiler ve bu düzenekte Jay Z’nin önemi hakkında olabilirdi. Bu yazının konusu, pekala güçlü çiftler (Jay Z ve Beyoncé’nin birbirinden güç alan bir çift olup olmadığı), Obama çifti ile Jay Z & Beyoncé çiftinin ilişkisi, Jay Z’nin iyi bir müzisyen olup olmadığı, sanatla ilişkisi ve ‘performans sanatı’ kavramını öldürüp öldürmediği, politik duruşu ve bu duruşun Amerikalı azınlıklar açısından yeterliliği/yetersizliği, Illuminati ve Jay Z, bir iş adamı olarak Jay Z, ilk günkü hayranları gözünde Jay Z’den (her şeye evet diyen bir müzisyen?) herhangi birisi olabilirdi. Korkarım, bu konu başlıklarından hiçbirisi, yer ve zaman kısıtından ötürü tamamen irdelenmeyecek ancak Magna Carta... Holy Grail’de yer aldığı ölçüde bu yazıda bahsi geçecektir.

Faye Dunaway’in Mommy Dearest filmindeki repliklerinden birisi ile başlayan ‘Jay Z Blue’ (Daddy Dearest), yeni bir baba olarak içinde bulunduğu mücadele ve sorgulama halinin anlatımı. Babalığı bir Louis CK gibi hem komik hem de gerçekçi bir şekilde ele aldığı söylenemez ama genç-yaştan-terk bir babanın evladı olarak Jay Z’nin bambaşka korku ve endişeler içinde olması, neler yapabileceğini çok da bilmiyor olması son derece doğal. Performans sanatının sona erdiği gün olarak da iddia edilen bir günün altı saatinde bir kısmı sanat camiasından, bir kısmı film dünyasından isimlerin ve bir diğer kısmı da ‘özel’ davetlilerden oluşan kişilerin katıldığı ve Pace Gallery’de gerçekleşen canlı performansta mırıldandığı ‘Picasso Baby’, paradan para yaptığı için artık göz koyduğu sanat eserlerini edinebileceğini ve henüz başarılarının ucunu görmediğini anlatıyor. Mermer zemin/altın tavan/ bu nasıl bir his böyle/hepsini boşver, trilyon istiyorum!

Bugüne kadar MCHG, ‘Basquiat drinking game’ oynanabilen ve kandaki alkol miktarının fazlalığından ötürü sonu getirilmeyecek (gelinse bile şarkıların birbirinden ayırt edilme imkanının olmadığı) bir albüm, Jay Z’nin sevdiği ve muhtemelen de göz koyduğu şeyleri içeren bir katalog, bir iş adamının kendi başarıları hakkında zırvalaması ve benzeri eleştirilere maruz kaldı. Ancak bu kadar basite indirgenmek hem günümüz rap müziğine, hem de Jay Z’nin kendisine haksızlık olacaktır.

‘F.U.T.W.’, mücadele dolu bir çocukluk geçiren Jay Z’nin kazandıkları ve başarıları yüzünden yaşadığı çelişkinin en belirgin olduğu şarkı -bırak da muazzam olayım diyerek başlayan Jay Z, Beyoncé ile romantik bir akşam yemeği ve Brooklyn Nets’te azınlık hissedar olmasını, Martin Luther King Jr.’ın eşitlik ve özgürlük rüyası ile bağdaştırıyor. Kralın, hayır, Tanrı’nın karşısındasınız söyleminin taşkın inşaat niteliğine bürünmüş halini andırıyor.

90’lardan bu yana, özellikle MTV’nin etkisiyle geniş kitlelere yayılmaya başlayan rap müziği, rap DJ’lerinin maharetleri ve şarkı sözlerindeki korku, mücadele ve direniş hikayeleri ile (aynı zamanlarda daha da geniş kitlelere yayılmakta olan) rock müziğinden farklı olarak, yalnızca söz konusu olayları bizzat yaşamış azınlıklara değil de (çoğunluğu beyaz olan) orta sınıf gençlere de hitap ediyor. Rap ve rock dünyasını birbirinden ayıran bir diğer husus ise, rock müzisyenlerinin oyunu değiştirme, rap’çilerin ise oyunu kazanma üzerine kurulu bir düzenlerinin olması. Para kazanmaya başlayan bir rock grubu kolaya kaçmak, parayı bulunca artistik değerinden ödün vermek gibi ilk günden hayran olan kişiler tarafından burun bükülen tepkilerle karşılaşmakta iken, para kazanan bir rap’çi başarılı olarak nitelendirilmektedir. Jay Z de, bu oyunu seneler önce kazanan başarılı müzisyenlerden birisi.

Bir başka çekimserlik içeren ancak bir diğer yandan da özgüvende sınır tanımayan başarı kutlama şarkısı da ‘Crown’. Kanye West’in ‘Diamonds from Sierra Leone’sinde “Ben bir iş adamı değilim, işin ta kendisiyim” derken markalaştığının altını çiziyor Jay Z. Gücünün farkında birisi olarak, pekala birkaç danışmanın yapacağı detaylı incelemeler sonucu getiri oranı yüksek ama alakasız sektörlerde projelere yatırım yapabilir ya da “Burada ihale yapıyormuşsunuz, bana da bir elektrik üretim lisansı verin” talebinde bulunabilirdi. Bunun yerine Jay Z, müzik sektöründeki başarısı üzerine, ilgi alanına giren (basketbol) ve her halükarda müzik ile tamamlayıcı olan diğer sektörlerde (giyim, yemek, turizm gibi) yatırım yaptı ve yapmaya devam ediyor. Böylelikle, bir Jay Z ürünü alınca, tamamlayıcı bir diğer ürünü almanız ya da hizmetlerinden yararlanmanız çok kolay ve doğal.

Jay Z, bazı albümlerin yıldızı ilk günden parlak olur rivayetini Samsung’la yaptığı anlaşmayla daha albüm piyasaya çıkmadan yıldızı parlayabilir kavramı ile bizleri tanıştırarak, bir üst noktaya taşıdı. Geçen sene dünyaya gelen ve ikinci gününde çığlıkları ‘Glory’de yer alarak Billboard listelerinde yer alan en genç kişi ünvanını taşıyan kızı Blue Ivy gibi yıldızı daha doğmadan parlayan MCHG’de Jay Z’ye koca bir ünlüler ordusu destek olmuş: Timbaland, Pharrell Williams, Justin Timberlake, Beyoncé, Rick Ross, Frank Ocean ve geçmiş anlaşmazlıklarını geride bıraktıkları Nas. Bu albümde, Jay Z kimliğinden, ünlü bir kişi, başarılarını kutlarken geçmişini inkar etmeyen bir Amerikalı, bir marka, bir baba, bir sevgili ve bir hayırseveri parçalar halinde bulmak mümkün.

Irkçılık ve günümüz Amerika’sı hakkındaki ‘SomewhereinAmerica’da, artık yeni jenerasyon gençlerin renk ayrımı yapmadığı ve dolayısıyla ırkçılık öğretilmeye çalışılsa bile, gençlerin anlamayacağı ve Miley Cyrus’ın (ya da herhangi bir ‘beyaz’ kızın) twerk etmeye devam edeceği mesajını veriyor Jay Z. Oceans’da teknesiyle gönül eğlendirdiği (‘Big Pimpin’i hatırlayalım) sularda aynı zamanda geçmişte Amerika’ya köle taşındığını hatırlatıyor. Bu şarkıda Frank Ocean’ın eşlik etmesi de tesadüf değil -Jay Z bunu da düşünmüş demek istemiyorum ama iyi düşünmüş. Harry Belafonte’nin geçen seneki “...Bruce Springsteen bile Jay Z ve Beyoncé’den (ve diğerlerinden) daha siyah...” çıkışı üzerinde Jay

MCHG’nin açılış şarkısı ‘Holy Grail’in büyük bölümünde Jay Z’nin 89


Z’nin meşhur “Benim varlığım başlı başına hayırseverliktir” cevabını içeren ‘Nickels and Dimes’da Harry Belafonte’ye doğrudan cevap verirken, yaptığı yardım ve hayır işlerinden bahsediyor. Bir yandan da Marcy Projects’te bıraktığı kişilere karşı duyduğu vicdan azabı ve suçluluğu irdeliyor. Jay Z’yi, diğerlerinin yanı sıra, hem azınlıklar, hem de kanepesinde haberleri izleyen tesisatçı Joe açısından, politik duruşu ile ilgili olarak bir hedef tahtası olarak belirlemek, diğer azınlık kökenli ünlü sanatçılardan daha kolay. Hal böyleyken, Trayvon Martin davasının sonuçlanmasının ardından tepkilerini göstermek adına yürümeleri ve kararı eleştirmeleri ve/veya şarkılarında yıllardır süregelen haksızlıkları dile getirmesi yeterli mi sorusu gündeme geliyor. Armut piş ağzıma düş tavrının hüküm sürdüğü, her türlü bilginin internet üzerinden ulaşılabiliyor olmasına rağmen okuma-öğrenme oranında gözle görülür/hissedilir bir artış olmadığı bir durumda, milyonların ilgisini tek hareketiyle çekebilecek Jay Z’nin daha çok şey yapabileceğini, aktif rol oynayabileceğini düşünüyorum. Diğer bir deyişle, modern zaman Pablo Picasso’su olduğunu açıkça dile getirirken Jay Z’den hem bir Guernica yaratması hem de Pablo Picasso-vari bir politik duruş sergilememesi beklenmekte. MCHG, Jay Z’nin alışveriş listesini sıraladığı, elde ettiklerini ve başarılarını kutladığı ve bu sıralama ve kutlamaları geçmişten gelen pişmanlık ve korkularla bağdaştırdığı bir albüm. Yeni dönem Jay Z’nin yeni gerçekleri, ancak o hala ‘bizden’ biri. Peki bu yeni dönem şarkılarıyla kimler bağ kurabiliyor? Marcy Projects’te yetişmiş gençlik mi, Amerikalı azınlıklar mı, eskinin orta sınıfını temsil edenler mi, hala Amerikan rüyasının peşinden gitme eğiliminde olanlar mı yoksa iş/aşk/para konularında “Elimi sallasam ellisi”

diyebilen küçük kitle mi? Albüm satışlarına bakınca bu sorunun muhtemel cevabının bu beş şıkta yer alan kitleden ibaret olmadığı sonucuna varmak mümkün (Kendi deyimiyle “Numbers don’t lie / check the scoreboard”). Kişinin sevdiği bir müzisyenin hayatında olanlar, başarıları, korkuları ve birtakım çelişkileri ile bire bir bağ kurması gerekli olmadığı gibi, mümkün de değil. Hele söz konusu müzisyenin geçmişini ancak azınlıkların gerçekten bilebiliyor ve şimdiki zamanını da dünya nüfusunun çok sınırlı bir kitlesinin ucundan anlayabiliyor olması durumunda bunu beklemek pek de hakkaniyetli olmayacaktır. Nitekim rap müziği doğası itibarıyla anlatılanları bizzat yaşamış kişileri değil olan bitenlere uzaylı kalmayı başarabilmişleri dahi etkisi altına almış ve almaktadır. Jay Z de, muhtemelen kayıp jenerasyonun kaybolacak müzik ve müzisyenleri arasında kendini yenileyen bir müzisyen olarak önemini yitirmeden gündemde kalmaya devam edecek. Evet, Jay Z’nin hayatı kolay gözüküyor -Aziz Ansari’nin stand-up show’unda dile getirdiği gibi, Tom Ford gömleğine hardal döküyor gibi olsa önünde bir sosisli sandviç belirir ve hardal ait olduğu yere dökülür, bir muz kabuğuna bassa bile, o muz kabuğu onu sadece gitmesi gereken yere kadar kaydırır. Ama bu, onun geçmişinden kopuk ya da uzak olduğu anlamına gelmiyor: Kendi çabası, ona inanan/onda potansiyel gören kişilerin desteği ile Jay Z, başarısından fire vermeden hayatından tireyi istediği an çıkarabilmektedir. O zaman tek demeciyle borsayı da çökertmesine, “Evime (pardon malikaneme) bir Picasso almak istiyorum” demesine de şaşmamalı. 1 milyon, 2 milyon, 3 milyon, 20 milyon... Jay Z toplama ve çıkarmada da sınır tanımıyor.

XOXO The Mag


Aeron®

reçete ile satılan tek koltuk

Authorized Herman Miller Dealer

Ayazma yolu sokak No:5 Etiler T: +90 212 263 6406 91 info@bms-tr.com / www.bms-tr.com


INTERVIEW/FASHION

Sibling

Knitwear Masters Moda dünyası trendlerinin kullan-at kıvamına ulaştığı noktada daimi şoklamalara maruz kalan bünyeler aldığı elektrik yüküyle odaklarını kaybederken derde deva klasmanından Sibling’in kahkahaları yükseliyor. Anahtar kelimeleri lüks, kalite ve eğlence olan üçlü Joe Bates, Sid Bryan ve Cozette McCreery tasarımlarına bir ters bir yüz başlıyorlar. İlerleyen sayfalar için ciddiyetinizi baş ucunuzda bırakınız ve Joe Bates’in rehberliğinde örgünün sürreel yanı ile tanışınız. röportaj aslin kumdagezer fotoğraflar rebecca zephyr thomas

XOXO The Mag


En baştan başlayalım, nasıl bir araya gelip beraber çalışmaya karar verdiniz? Aslında çok özel bir hikayesi yok. Zaten üçümüz de arkadaştık ve beraber bir proje başlatıp birlikte çalışmanın güzel bir fikir olabileceğini düşündük.

Farklı estetikleriniz Sibling’in çatısı altında nasıl birleşiyor? Sibling’in kapısından girdiğimiz anda aslında üçümüz de kendi tat ve zevklerimizi dışarıda bırakıyoruz ve markanın estetiği çerçevesinde düşünmeye başlıyoruz. Peki ya aranızdaki anlaşmazlıkları nasıl kontrol ediyorsunuz? Moda tasarımı süreci birçok etabın birleşiminden oluşur. Dolayısıyla eğer söz konusu anlaşmazlık tasarımsal boyuttaysa, ki genelde öyle oluyor, ortaya atılan tüm fikirleri deniyoruz. Numuneler geldiğinde ise güçlü olan fikir kendini açıkça belli ediyor. Konu Sibling olduğunda aramızda ego savaşları söz konusu olmuyor. ‘Markamız için iyi olan her zaman en iyi fikirdir’ düsturu ile ilerliyoruz.

Peki, neden erkek giyim ve örgü ile başlamayı tercih ettiniz? Yanlış hatırlamıyorsam 2008 yılıydı, lüks erkek giyim endüstrisi rengin ve mizahın her türlüsünden kaçınıyordu ve pazarda bu anlamda büyük bir boşluk olduğunu fark ettik. Örgüye gelince, ilk koleksiyonumuzun az ama öz bir kapsül koleksiyon olmasını istiyorduk ve örgünün bunun için en iyi araç olduğu kanısına vardık. Doğrusunu isterseniz Sibling ile ilk karşılaştığımda benim de aklıma gelen ilk soru ‘neden daha önce kimse örgü ile cool, eğlenceli ve lüks tasarımlar yapmayı düşünmedi ki?’ oldu. Kısa süreli denemeler oldu aslında. Parlak dönemlerinde Sonia Rykiel dahiyane işler yaptı ama maalesef dahiler bile yaşlanıyor. Sanırım bizim durumumuzu bayrağı devralmak gibi özetleyebilirim. Devraldığımız emaneti de modernleştirdik, kendi jenerasyonumuza -ve umarım bir sonrakine- hitap eden tasarımlar haline getirdik.

Tasarımlarınıza bakılınca eğer -bir günlüğüne bile olsa- herkes sizin tasarımlarınızla dolaşsaydı dünya daha mutlu bir yer olurdu hissiyatı uyandırıyorsunuz. Teşekkürler. Sibling’deki asıl amacımız genç, eğlenceli ve optimist bir çizgiye sahip olmak. ‘Yapabiliriz’ tavrıyla doğan bir markayız ve başlangıçta da dediğim gibi, gördüğümüz bu boşluğu doldurabileceğimize karar verdik. Son zamanlarda konuşulan ‘erkek giyimin yeni kadın giyim olduğuna’ dair düşüncelere katılıyor musunuz? Erkekler için tasarlamak daha deneysel ve beklenmedik sonuçlara mahal veren bir süreç mi? Hiç de değil. Aslında gerçek erkek giyimin sınırları inovasyon açısından oldukça kısıtlı. Fakat tabii erkek bir modele kadın giysisi giydirmek izleyeni kandırmak için seçilen kolay bir yol haline geldi. Bu durumun inovasyonla uzaktan yakından bir alakası yok. Erkek giyimdeki yenilik, kumaştaki gözde görülür teknikler ve kıyafetin konstrüksiyonu haricinde çoğu zaman görünmezdir.

Yanılmıyorsam zaten kendi markanızı kurmadan önce üçünüz de büyük modaevleri için çalıştınız. Yeni nesle baktığınızda bu anlamda bir telaş olduğu konusunda ne düşünüyorsunuz? Ben her zaman öğrencilere ya da yeni mezunlara endüstride tecrübe edinmeleri için başka modaevlerinde çalışmalarının ne kadar önemli olduğunu söylüyorum. Yanlış yaparak çıkaracakları dersleri başkalarının parasıyla öğrenmelerini salık veriyorum. Hatta sanırım bu verdiğim başlıca nasihat, sektöre girerken benim de kişisel mantramdı. Baktığım zaman Lee Alexander McQueen’in yanında çalışarak öğrendiklerim şu an bulunduğum yerde olmamda çok etkili.

O halde Sister by Sibling’den konuşalım. Kadın giyimin limitlerini zorlayan bir estetiğiniz var. Hatta isminiz çoğu zaman Galliano ve Vivienne Westwood ile beraber anılıyor. Her zaman yenilikçi olabilmeyi umuyoruz. Tabii bu yenilikler her zaman sıradan bir gözlemcinin fark edeceği değişiklikler olmuyor. Bu, erkek giyim koleksiyonlarımıza başlarken edindiğimiz ve Sister by Sibling’e

Sormadan geçmeyeyim o zaman; McQueen’den öğrenilebilecek en önemli şey neydi? Bana yetkiyi elinde bulundurmanın, inisiyatif kullanmanın önemini öğretti. Evet, sanırım ondan alınabilecek en önemli ders bu olsa gerek. 93


de taşıdığımız bir olgu. Vivienne Westwood kendine gerçekten inanan bir tasarımcı. Yarattığı koleksiyonların kendi zaman aralıklarında eşsiz olduklarına inanıyor. İşi hakkında yapılan yorumlardan ve başkalarının düşüncelerinden etkilenmemek gibi gıpta edilecek bir süper gücü var bence. John Galliano’nun da kendi yaratım sürecinde Westwood’dan epeyce etkilendiğini düşünüyorum. Hepimizin ortak noktasının ise kıyafetlere karşı inanılmaz bir sevgi beslememiz ve onları yapılandırmadaki sorgulamaya olan hayranlığımız olduğu kanısındayım. Çoğu zaman korkusuz bir marka olarak adlandırılıyor Sibling, sanki hiç ticari endişeniz yokmuş gibi yansıtılıyor. Fakat pazarı dikkate aldığımızda, sürdürülebilirlik adına böyle bir tutumun var olamayacağı aşikar. Ticari kaygılarınızı sanatsal yanınızla nasıl dengeliyorsunuz? İnsanların yarattığımız eğlenceli gösteriyi görmelerinden ve beğenmelerinden çok mutluyuz. Fakat görselliğin altına baktığınızda, tüm o gösterişli ve havalı kıyafetlerin ardında dikkatle seçilmiş, stratejik olarak planlanmış, satılabilir bir koleksiyon görürsünüz. Dengeyi sağlayan en önemli unsurlardan bir diğeri de, moda dünyasında ticari başarının her zaman doğru ürüne doğru fiyatı talep etmek olduğunu asla unutmamamız. Tasarımlarınız kitap kapaklarında ve sergilerde yer aldı. Sibling ve sanat arasında nasıl bir ilişki var? Sanat sizi nasıl etkiliyor ve sence markanız sanat dünyasını nasıl etkiliyor? Sibling koleksiyonları bir noktada hep sanatı kendine referans almıştır. Sanırım bunun sebebi üçümüzün de özel yaşantılarında modern ve güncel sanata tutku ile bağlı olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla ister istemez bu referanslar kreatif tarafımıza da sızıyor. Güzel sanatların moda üzerindeki etkisi nesillerdir, Schiaparelli’den Yves Saint Laurent’a ve Sibling’e, devam etmekte. Fakat modanın ve markamızın sanatı ne kadar etkilediği konusunda bu kadar kesin ve net bir cevabım yok sanırım. Güzel sanatlar doğası gereği zamanın testine karşı ayakta durmalıdır, uygulamalı sanatlar ise şimdi ve burada olmakla alakalıdır. Tasarımcılar olarak en iyi ihtimalle geleceği etkiliyoruzdur, fakat onu tasarladığımız zamanlar çok nadir. Ödül kazanmış tasarımcılar olarak, hayatınız ne yönde değişti? Açık konuşmam gerekirse ödül bizden çok işimizi etkiledi çünkü

birçok ödülde olduğu gibi para ödülüydü. Herhangi bir iş kolunda yeni başlayan biri için çok yardımcı olduğunu düşünüyorum. Bizim için de aynısı geçerliydi, yeni koleksiyonumuzu hazırlamamız için gereken kandı. Büyük resme baktığınızda ise uluslararası olarak tanınmanın ve yereli etkilemenin bir yolu. İnsanların Sibling’i ilk gördüklerinde ona güvenmelerini sağlayan bir onay mührü gibi. Tasarımlarınıza geri dönelim. Genelde onları tasvir etmek için kullanılan kelime; çılgın. Fakat her delice fikrin arkasında ‘normal’ bir insanın benimseyebileceği sağlam bir gerekçe vardır. Sibling’in anlaşılmak gibi endişeleri var mı? Anlaşılmak gibi bir derdimiz yok. Hiç olmadı. Ama takdir edilme endişemiz var. Şöyle açıklayayım: Güldüğümüz zaman neden gülümsediğimizi sorgulamayız. Sadece mutlu olduğumuz için güleriz. Biz de kendi ürünlerimizi böyle görüyoruz. Bugünlerde insanların sıra dışı tasarımlara daha çok meylettiğini düşünüyor musunuz? Doğası gereği sıra dışı olanın geniş kitleler tarafından benimsenemeyeceğini düşünüyoruz. Aksi takdirde sıradan olmaya başlarlar. Modayı yakından takip eden tüketiciler arada sırada şoklanmayı seviyorlar. Çok kuvvetli olmayan, çok uzun sürmeyen, küçük, eğlenceli elektrik şokları... Şoklamak demişken moda dünyasını sürekli şoka uğratan Katie Grand ile çalışmak nasıldı? Tabii ki çok keyifliydi. Katie Grand beraber çalışması çok eğlenceli biri. Sibling yapbozuna değişik bir bakış açısı getirdi. Tüm egosunu kapının dışarısında bırakak markaya dahil oldu ve bence yapboza tam oturdu. 2013 Sonbahar koleksiyonunuzda Cara Delevingne’le de çalıştınız. Cara’nın bir sonraki Kate Moss yakıştırması ve tasarımcı, ilham perisi denklemi hakkında ne düşünüyorsun? Bildiğimiz Kate Moss hala deli dolu ve çok iyi işler çıkarıyor. Bence Cara hep Cara olarak kalacak aynen Kate’in de hep Kate olarak kalacağı gibi. Bu ‘bir sonraki’ benzetmesi basının icadından başka bir şey değil bence. Moda çevrelerinde kesinlikle konuşulmayan bir tabir olduğu konusunda sizi temin ederim. İlham perisi, tasarımcı ikilemlerine gelince, bunu

XOXO The Mag


sınıflandırmalara başvurabiliyorlar. Affedilir, fakat tembelce. Tasarımlarım New York’ta yaşarken de Londra’dakiyle aynıydı. Ayrıca kabul edelim, Londra’da eğitim almış tasarımcılar birçok global markanın oyun kurucuları.

kendi adıma değil de Sibling adına cevaplayayım: Marka olarak kendi arzularımızı gerçekleştirmekten başka bir adanmışlığa sahip değiliz, dolayısıyla ilham perisi bizim için uzak bir olgu. Sezon trendlerinden bahsedelim mi biraz da? Menüde ilk olarak punk var... Punk her şeyden önce bir tavır. Yani en azından parlak çağında öyleydi ve bunu bir sergiye adapte edebilmek, bir modelin üzerinde taşıtmak neredeyse imkansız. Bununla beraber Andrew Bolton, Met’teki sergide sektörün içerisinde olmayan bir izleyiciye hayli keyif veren başarılı bir projeye imza attı. Kendi adıma konuşmam gerekirse ben işin içinde olan biri olarak daha farklı bir şov ile karşılaşmak isterdim. Orijinal punk akımında olduğu gibi ham, öfkeli, ateşli ve hormonların baskın olduğu bir şov...

Şehirlerden bahsetmişken Japonya’ya bakış açınız nasıl? Sibling’in lüks ve eğlenceyi harmanlayan estetiği bize Japonya’nın moda sahnesini hatırlatıyor. Japonya pazarı markanın kurulduğu ilk günden beri destekçimiz oldu. Senede bir kere Tokyo’yu mutlaka ziyaret ederiz. Bayılıyoruz bu şehre! Erkek giyimde bildiğimiz her yerden çok daha çeşitli bir yapıya sahipler. Bu bizim açımızdan çok heyecan verici. İşin eğlencesi ise sanki kıyafet balosuna gidiyormuşçasına giyinebiliyorlar fakat olabilecek en profesyonel ve ileri seviyede. Japonlar giyinmenin kıymetini bilmekte ve sevmekte zamanın çok ilerisindeler. Yakın bir gelecekte orada bir mağaza açmayı planlıyoruz, sanırım Tokyo’yu merkez alacağız.

“Ne giyersen o’sundur” söyleminden yola çıkarak Sibling’in bu söylemin neresinde kaldığını açıklar mısınız? Hepimizin rezil ya da çok güzel günleri oluyor. Ve herkesin gardırobu tüm bu iniş çıkışları bir yere kadar yansıtıyor. Sibling’le, geçirdiğiniz kötü günleri atlatmanıza yardımcı olmaya, iyi günlerinizi ise daha güzel yapmaya çalışıyoruz.

Renkleri, form ve dokuları kullanma tekniğiniz, podyumda yarattığınız drama sürreel hikayeleri andırıyor. Edebiyatla aranız nasıl? Üçümüz de görsel olarak uyarıldığımız için aslında edebiyatla pek aramız yok. Edebiyattan ilham alabilmek çok kişisel bir şey, kişinin beyninde olup biten ve doğası gereği açıkça paylaşılamayan bir durum. Vizyonunu olağanca açıklığıyla paylaşmanın elzem olduğu bir disiplinde de edebiyattan ilham almak pratikliği bozuyor.

Sibling’in Londra’yla olan kaçınılmaz ilişkisi de her daim göze çarpıyor. Londra’yla ilişkinizi nasıl tanımlarsınız? Biz Londra’nın çok ufak bir bölgesinde yaşıyoruz. Ve bu bölge, şu anda, hatta birkaç senedir dünyayı etkileyen sanatçılar, müzisyenler, stylistler, gazeteciler ve tasarımcılarla dolu. Kreatif düşüncelerimizin bundan etkilenmemesi mümkün değil. Havada yaratma enerjisi var.

Bu arada, Twitter’da hayli aktif olduğunuzu görüyoruz. Sibling, etrafında olan biteni çekirdeğine kadar kendine dahil eden bir marka. Dolayısıyla ürünlerimizi seven ya da sevmeyenlerle sohbet edebilmek, iletişim kurabilmek eğlenceli olmasının yanında bizim için çok önemli. İnsanları neyin heyecanlandırdığını ilk elden öğrenmiş oluyoruz. Anlık geribildirimler bizim için çok önemli çünkü filtrelenmemiş gerçek veriler. Bu nedenle de bize atılan her tweet’i okuyoruz ve mutlaka üçümüzden biri cevap veriyor.

Şu an Londra’da trend ne peki? Shoreditch’te trend olan hemen yok olur. Tabii ki gittiğimiz ‘gizli’ mekanlar var, ama sığınaklarımızın adını kendimize saklamayı tercih ediyoruz. Londralı, New York’lu tasarımcı gibi tanımlamalar hakkında ne hissediyorsunuz? Bu tanımlar tasarımcıya şehrin yükünü yüklüyormuş ve bağımsızlığı bir noktada kısıtlıyormuş gibi geliyor mu size de? Bizim endüstrimizde insanlar daha kolay anlaşmak/anlatmak için bu tarz

Son olarak; her gün mutlaka ziyaret ettiğiniz bir site var mı? Dogshaming.com, çok güleceğinize eminiz. 95


XOXO The Mag


NEWBIES

Her yolun başında biraz endişe, bolca heyecan ve dört nala koşan hayaller vardır. Üzerine bir de damarda hız kesmeden akan kanın verdiği enerji eklenince aşılamayacak engel yoktur, en azından bir süreliğine... Motor kuvveti gören bu halüsinatif düşünce, moda sahnesinde varlığı iddia edilen özgür ruh enflasyonunun dengesini daha da bozmaya yelteniyor. Kuralların gizli diktasında hatırı sayılır büyüklükteki bu imparatorluk ise, her sene ortaya çıkan yeni asileri ehlileştirmek için hazırda bekliyor. Gün geçtikçe merkezi yönetimin güç kaybettiği, küçük prensliklerin bağımsızlığını ilan ettiği bu dünyada deneysellik bayrağını açan beş isim takılıyor radarımıza. Soruyoruz ve türlerinin tek örnekleri olduklarına dair savlarını kanıtlamaları için biz de önlerine beyaz bir kağıt koyuyoruz. Bu kez üzerine bir şeyler çizmeleri için değil, akıllarındakileri kelimelere dökmeleri için... hazırlayan aslin kumdagezer


FILE

Elizabeth Wilson

Moda tasarımcısı olmak istediğin ilk zamanı hatırlıyor musun? Aslında hep bir grafik tasarımcı olacağımı düşünmüştüm, birkaç sene reklam sektöründe çalıştıktan sonra yirmili yaşlarımın ilk yarısında modanın beni çağırdığını fark ettim.

iletişim içinde olmam çok önemli. Bu yüzden bir online store açmayı düşünüyorum. 3D printing hakkında düşüncelerin neler? Harika bir teknoloji ve oldukça hızlı gelişip, yayılma imkanı buldu. Ben de takı koleksiyonum için bu teknolojiden yararlanıyorum. Önümüzdeki sezon da satışa sunacağım.

Markanın adı neden Eugénie? Hem benim ikinci ismim, hem de büyükannemin adı. Çalışırken bağlı olduğun kişisel kuralların var mı? Evet, kendin giymeyi istemeyeceğin tasarımlar yapma ve her zaman en kaliteli kumaşı kullan. Her yeni tasarım bir boşluğu doldurmak, bir yenilik sunmak amacıyla yapılır. Bu minvalde senin tasarımların ne sunuyor? Tasarlarken bir boşluğu doldurma, bir yenilik sunma gibi dertlerim olmuyor. Sevdiğim, yaratma ihtiyacı hissettiğim için tasarlıyorum ve çıkan sonuçtan memnun olduğum sürece yaratmaya devam edeceğim. Ödül kazanmak seni nasıl etkiledi? Genç bir marka için hayatta kalmak çok zor, dolayısıyla, kazandığım ödül finansal olarak beni çok destekledi. Yeni Zelanda’nın moda sahnesini genç bir tasarımcı için nasıl buluyorsun? Küçük ve ıssız bir yer olduğu için Yeni Zelanda zorlu bir yer aslında. Eugénie olarak benimle ve markamla aynı frekansta olan insanlarla

Kariyerinin şu noktasında baş edebileceğin en büyük zorluk ne? Yeni koleksiyonum üzerinde çalışmak şu anda baş etmeye çalıştığım en büyük zorluklardan. Takı koleksiyonum da bu aşamayı zorlu kılan unsurlardan. İlerisi içinse, sanatçılarla iş birlikleri yapabileceğim bir ayakkabı koleksiyonu düşünüyorum. Bize tasarımlarını giyen ideal kişinin resmini çizer misin? Bazen aklımda belirli bir ilham perisi oluyor, mesela Love Aesthetics blogunun sahibi Ivania Carpio kesinlikle son koleksiyonum için düşündüğüm isimdi. Ama sanırım günün sonunda sadece kendi giymek istediklerimi tasarlıyorum. Moda dünyasında bir şeyi değiştirebilecek olsaydın, bu ne olurdu? Az maaşla, uzun saatler, kötü şartlarda işçi çalıştıran tüm iş yerlerini kapatmak. Peki paralel evrende moda dünyası nasıl olurdu sence? Tasarımcıların bu kadar uzun saatler çalışmadığı bir dünya olurdu.

XOXO The Mag


Dimitri Arvanitis

Koleksiyonun ismi olan Crude’un arkasındaki hikaye ne? Crude, olabildiğince minimal ve zalim bir dünyayı temsil ediyor. Ruben’in eserlerinden yola çıkarak bolca animal print ve kürk kullandığım bir koleksiyon oldu. Ve hepsi bir yana kelimenin fonetiği de çok hoşuma gitti.

Senelerdir kadınları smokinler, erkekleri de elbiseler içerisinde görüyoruz. Kişisel olarak ben güzel ve doğru hissettiren üzerine yoğunlaşmayı tercih ediyorum. Yeni bir tasarıma başlarken kendine sorduğun ilk soru ne? Bunu ben giyer miydim?

PVC senin de tasarımlarında epeyce kullandığın bir materyal olmasının yanında, moda dünyasının da kullanmaya hayli alıştığı bir malzeme. Sence bir sonraki devrimsel malzeme bu çerçevede ne olacak? Sanırım karşımıza epeyce enteresan materyal çıkacak, çünkü insanların modayı bir adım ileriye götürme istekleri hiç dinmeyecek. Fakat spesifik olarak bir malzemeden bahsedemiyorum şu an. Hakikaten tasarımda hala kullanılmamış bir malzeme kaldı mı ki?

Tasarımların kişisel hikayenin ne kadarını yansıtıyor? Halihazırda yarattığım haletiruhiye ve topladığım görselleri yorumlayarak fikirler yaratmak bana oldukça kişisel bir süreç gibi geliyor. Fakat yakın zamanda kaybettiğim birinin anısını bir koleksiyona taşımak şu an ve yakın gelecekte yapacağım bir şey olmayacak. Lüksün demokratikleşmesi hakkındaki düşüncelerin neler? Az sayılamayacak bir süredir lüks markalar uygun fiyatlara sattığı parçalarıyla ulaşılabilir haldeler. 10.000 Euro verip o markadan bir gece kıyafeti alan da 40 Euro’ya oje alan da o markanın, dolayısıyla lüksün bir parçası. Günümüz dünyasında birlik olmak doğal bir refleksken, tüm bunlar çok da mantıksız gelmiyor.

Manifeston “Asla sıkıcı olma!” diyor, bu gerçekten mümkün mü? Günlük hayatında hiç sıkıldığın olmuyor mu? Crude üzerinde çalışırken klasik erkek giyimin sıkıcılığında kaybolmamak için sürekli kendime söylediğim bir cümleydi bu. Şu an için soruna cevabım günlük hayatımın hiç de sıkıcı olmadığı yönünde olacak. Biraz klişe ama, hobim aynı zamanda işim olduğu için hiç sıkılmayacağımı umuyorum.

Moda dünyasında bir şeyi değiştirebilecek olsaydın, bu ne olurdu? Sanırım modaya hükmeden ciddiyet ve katılığı ortadan kaldırırdım. Biz mutluluk ve heyecan yaratmak için sevdiğimiz şeyleri tasarlıyoruz. Dünyada hala ekonomik kriz ve açlık varken moda dünyasının bu tutumunu yersiz buluyorum.

Erkek giyimin yeni kadın giyim olduğu yönündeki yorumlara katılıyor musun? Artık modada cinsiyet ayrımını ortaya koyan soruları göz ardı ediyorum. 99


FILE

Nikita & Tina Sutradhar

Moda üzerine beraber çalışmaya nasıl karar verdiniz? Nikita: Sanırım bu fikir aklımızda hep vardı. Ama asıl adımı 2007 yılında tasarım üzerine çalışmalarımıza başlamamızla attık. Tina moda pazarlaması üzerine eğildi, bense tasarımın teknik tarafına yöneldim. Ve 2010’da hayalimizi gerçekleştirmek için Londra’ya geldik. Markanızın adı Miuniku’nun arkasında bir hikaye var mı? Tina: Küçükken ailelerimizin bize verdiği takma isimlerin birleşiminden geliyor. Beni Miu, Nikita’yı da Niku diye çağırırlardı. Kariyerinizi moda üzerine kurmanızda sektörün hangi tarafı baskın oldu? N: Kıyafet yapma sanatı gerçekten çok ilgimizi çekiyor. Bu sadece kıyafetin fiziksel varlığıyla alakalı değil, içerisindeki detaylarıyla bir bütün oluşturması üzerine kurulu bir süreç. Her şey bittiğinde koleksiyonu bir bütün olarak görmenin verdiği haz ise paha biçilemez. Bunun yanında üzerinizde taşıdığınız bir parçanın hissettirdikleri ve verdiği güven hissi de bizi tasarımcılığa iten unsurlardan. Son koleksiyonunuzun adının ‘Mundane Things’ olmasından yola çıkarak, asla vazgeçemeyeceğiniz dünyevi zevkleriniz neler? T: Biliyorum pek hoş değil ama ıslık çalarak yolda yürürken insanların evlerine bakmayı seviyoruz. Her evin içerisinde farklı bir ışık ve kurulum var. Ayrıca insanların sokakta neler giydiğine dikkat etmeyi de seviyoruz. Takım olarak çalışmanın avantajları malum, ama bir de madalyonun diğer yüzü var; anlaşamadığınız durumlarda nasıl

ilerliyorsunuz? N: Böyle durumlarda ikna kabiliyetlerimizi kullanıyor, sevimli davranıyor ve diğer taraf da fikri beğenene kadar şansımızı zorluyoruz. Ama bu çok nadiren başımıza gelen bir şey. Genelde simültane işleyen bir beyin fırtınasının akabinde kendi başımıza çalışıp ikimizin de beğendiği sonuçlar ortaya koyuyoruz. En son ne için kavga ettiniz? N: Evi temizlemek konusunda. Estetiğiniz yapılanırken sizi en çok ne etkiledi? T: Sanırım globalleşme büyük bir rol oynadı. Hindistan’da büyümemize rağmen küçük bir çocukken bile dünyada neler olup bittiğini takip edebiliyorduk. Ve sizi temin ederim ki Hindistan’ın büyük şehirlerinde çok baskın bir Batı etkisi var. Biz de bundan nasibimizi aldık. Bir diğer etken de sanırız Londra oldu, ileri viteste ilerleyen hayatın, hava şartlarının giyimi nasıl etkilediğini deneyimledik. Son olarak ise bizi etkileyen isimlerden bahsetmeliyiz, Nikita ile Phoebe Philo, Nicolas Ghesquière ve Raf Simons gibi tasarımcıları ve onların giyilebilir tasarımlarını kendimize örnek aldık. Sizi tasarımsal anlamda bir adım öne çıkaran ne? N: Yaptığımız işlerde göze çarpmayan bir mizah olması. Moda dünyasında bir şeyi değiştirebilecek olsaydınız, bu ne olurdu? T: Çok dinamik ve hızlı değişen moda dünyasında biraz daha münhasırlık olmasını isterdik.

XOXO The Mag


Riyeka Silburn

Seni moda üzerine kariyer yapmaya iten neydi? Herkes kendini ifade etmek için çeşitli yollar bulur, bazısı politikaya atılıp müzakerelerle, bazısı yazarak, bazısı müzikle ifade yolunu seçer... Ben oldum olası kendimi modayla ifade ettim ve bu yüzden kariyerimi de moda tasarımı üzerine yapmaya karar verdim. Sevdiğin işi yaparsan asla çalışmak zorunda kalmazsın derler, benim için de bu geçerli.

soğuktu ki palto tasarımından başka bir şeye odaklanamadım. Tasarımlarındaki yoğun renk kullanımından yola çıkarak, renklerle aranda nasıl bir ilişki var? Renkler beni her zaman heyecanlandırmıştır; aramızda bir aşk-nefret ilişkisi var. Bence renk, kullanması çok zor bir araç. Yanlış yapmaya çok yatkın, fakat doğru kullanıldığında aldığınız sonuç paha biçilemez.

Son koleksiyonunda İngiliz ve Myanmar kökenlerinden ilham aldığını söylüyorsun. Otobiyografik bir fikri tasarıma entegre etme süreci nasıl gelişti? Otobiyografik referanslar her zaman anlatması biraz daha zor fikirlerdir. İnsanlara kafanızdan tam olarak neler geçtiğini aktardığınızdan emin olamazsınız. Bu koleksiyonun yaratım sürecinde de kafamın içerisinden geçen birçok farklı yorum vardı. İnsanların mensup olduğum melez kültürü nasıl algıladıklarını kitaplar, sergiler ve filmler aracılığıyla gözlemledim. Ailemin eski fotoğraf albümlerini karıştırdım ve kültürel mirasıma ait olan kıyafetlerin tahlilini yapıp yeniden kurguladım. Fikri olabildiğince yoğurup koleksiyonun tamamında bir tutarlılık elde edene kadar üzerinde çalıştım.

Estetiğini yapılandırmanda etkili olan unsurlar nelerdi? Sanatçı Sam Falls’un bu sene üzerimde hayli etki bıraktığını söyleyebilirim. Her gün kullandığımız eşyalar üzerinde yaptığı renk uygulamaları beni çok etkiledi. Geleneksel ceket yorumlarıyla Phillip Lim 3.1 de estetiğimi oluştururken etkilendiğim isimlerden. Ve tabii oversize paltolarıyla Céline... Tasarımlarında asla kullanmayacağın bir ham madde var mı? Sanırım bunu söylemek için henüz kariyerimin çok başındayım ama potansiyeli olan her türlü ham maddeyi kullanabilirim. Tasarlamaya başlarken en önemli önceliğin ne? Öncelikle kimin için tasarladığımı düşünürüm. Çünkü günün sonunda moda başka insanlar için kıyafet üretmektir.

Myanmar kültürünün senden asla ayrılmayan bir parçası var mı? Myanmar çok zengin egzotik bir kültüre sahip. Müziğinin, el işçiliğinin, kıyafetlerinin, yemeklerinin sürekli etkisi altındayım. Kültürün yaydığı titreşim ve renkler bana hayatı ifade etmenin bir yolu gibi geliyor.

Eğer moda dünyasında bir şeyi değiştirecek olsaydın, bu ne olurdu? Zaman mefhumunu. Sadece bir sezona bile uykumu almış girebilmek için her şeyimi verebilirdim. Ama moda sektöründekiler olarak o kadar işkolik ve mükemmeliyetçiyiz ki, sanırım bu asla gerçekleşmeyecek.

Peki Londra tasarımlarını nasıl etkiliyor? Açıkcası hava şartları bu yılki koleksiyonumu epeyce etkiledi. O kadar 101


FILE

Mattia Van Severen

Mimarlık eğitimi aldıktan sora kariyerini moda tasarımına çevirmene ne sebep oldu? Eğitimimin hemen ardından birkaç yerde staj yaptım ve bu işin bana göre olmadığını fark ettim. Antwerp’teki moda okulunun methini ve okula kabul olmanın ne kadar zor olduğunu duymuştum. Şansımı denemek istedim. Moda tasarımı yaparak geçirdiğim dört yılın sonunda gerçekten yapmak istediğimin bu olduğunu anladım. Koleksiyonun, 2. ve 3. boyutun limitleri üzerine kurulu. Moda dünyasında 2. ve 3. boyut arasındaki gelgitleri düşünürsek tüm bu boyutların geleceği hakkında ne düşünüyorsun? Yeni bir boyuta geçme vakti geldi mi? Gordon Matta-Clark’ın binalarına şekil vermesi Matisse’in kağıtlarını kesmesiyle benzeşir. Richard Serra’nın heykelleri ona sorarsanız uzayda uçan iki boyutlu çizgilerdir. Demek istediğim tüm bu saydığım işlerin sonucu üç boyutluyken başlangıcı daha grafik ve iki boyutludur. Ben de bu grafik olan üzerine çalışıyorum, işin daha soyut tarafıyla ilgileniyorum. Bu koleksiyonda ortaya çıkan ve daha sonra tasarım sürecine hakim olan hacim, giysinin yüzeyindeki 2. ve 3. boyutun arasındaki oyunbaz gerginlikti. Ama her şey, boyutlarla ilgili bir şey yapmak istememden çok grafik bir bakış açısıyla başladı. Bu yüzden konunun üzerinde çalışıp oynamalar yapabileceğimize inanıyorum. Başka bir boyuta geçmeninse bu minvalde pek gerekli olduğunu düşünmüyorum. Erkek giyimin yeni kadın giyim olduğu yönündeki söylemlere katılıyor musun? Erkek giyimin gitgide önem kazandığını düşünüyorum. 15 yılı aşkın bir süredir erkekler moda ve lifestyle’la daha çok ilgileniyor. Erkek

giyimin sınırları da aynı şekilde genişliyor. Yine de kadın giyimin şu anda bunu kabul etmesinin zor olduğunu düşünüyorum. Erkek giyim henüz pazarda daha sınırlı. Ben köklü kadın giyim markalarından çıkan erkek koleksiyonlarından yanayım, Dior homme, Carven gibi. Ödül kazanmak genç bir tasarımcının hayatında ne kadar önemli? Ödül aldığınızda işinize inanılmaz derecede güveniyor ve inanıyorsunuz. Alınabilecek en güzel tepki! Diğer yandan mali açıdan ve size sağladığı bağlantılar açısından da oldukça yararlı ve çoğu zaman bir sonraki adımınızı atmanızı mümkün kılıyor. Her koleksiyonunda yeniden yorumlamayı isteyeceğin bir parça var mı? Evet, son 3 koleksiyonumda da tekrar tekrar kullandığım askeri parka ve jean ceket. İki parça da oldukça maskülen ve ikisi de erkek giyim tarihinde önemli bir rol oynuyor. Bu yıl klasik jean ceketin biraz daha soyut bir versiyonunu yaptım. Yün kullandım ve tipik jean ceket oranları ve detaylarından kaçınmaya çalıştım. Sonunda ortaya çıkan şeyin hala bir jean ceket havası taşıdığını görmek inanılmazdı. Antwerp yeni bir tasarımcı için ne kadar önemli? Antwerp’in kendi markanı oluşturmak için doğru yer olduğunu düşünüyorum. Paris’ten çok uzak değil, aynı zamanda yaşamak ve çalışmak için çok güzel bir şehir. Kendi mağazanı açabilirsin ve en önemlisi daha sivri ve deneysel şeyler yapabilirsin. Bütün bunlar büyük bir moda şehrinde de mümkün ama Antwerp bu yönü daha çabuk ve gerçekçi bir şekilde geliştiriyor.

XOXO The Mag


103


cover

BEEN THERE, DONE THAT MOBY Yılın en sevdiğimiz dönemlerinden birindeyiz, bildiğiniz gibi ağustos ve ocak aylarında es verdiğimiz için, temmuz ve aralık aylarımız hepimiz için göreceli olarak daha rahat geçiyor, ama buna rehavet demeyelim, nadas daha uygun kaçar... İstanbul sıcak, biz yanıyoruz. Ama bu sıcaklık bize yetmiyor... Havanın daha sıcak olduğu bir yerden, Los Angeles’tan, kapak konuğu alıp, Moby’ye doğru yollanıyoruz. Evinde misafir olduğumuzdan mıdır, yoksa şehrin anlamlı gevşekliğinden midir bilinmez, içimiz fazlasıyla rahat. Bu, türünün nadir örneklerinden malikanenin bir bir her köşesini geziyoruz. Salonuna giriyoruz, sonra bahçesine, sonra terasına, ve hatta yatak odasına... Her köşeye izimizi bırakıyoruz. Kadim fotoğrafçı işbirlikçimiz, Mike Rosenthal da bu köşelere Moby’yi yakıştırıyor, ya da (zaten kendi evinde olan bir insan nerede dursa oraya yakıştığı için) bize öyle geliyor. Ve sonra başlıyoruz yeni albümü Innocents’tan konuşmaya… Üretim şeklindeki değişikliklerden, yeni motivasyonlarından, ve neden artık turneye çıkmadığından bahsederken laf lafı açıyor. Konuğumuzun dününden, bugününden ve tabii ki yarınından dem vuruyoruz. Üretimleri bir yana, bu esnada tüm insanlığı ilgilendiren konularla alakadar yerine getirmeye çalıştığı sorumluluklarını öğreniyoruz. Mutluluktan bahsettiğimizi zannederken melankolinin ortasında gülüşüyoruz. Egolarımızın olmadığı nadir anların tadını çıkarıyoruz ve son anda dünyanın neden var olduğunun cevabını arıyoruz. Ve tabii ki bulamıyoruz. Siz de bulamayacaksınız, yine de deneyin.

interview olga şerbetcioğlu photographer mike rosenthal XOXO The Mag


105


XOXO The Mag


107


cover

Bugünlerde neler yapıyorsun, programın nasıl? Pek enteresan değil açıkçası. Böyle olması da hoşuma gidiyor aslında. Sabah uyanıyorum, kahvaltı yapıyorum, sonra neredeyse tüm günümü müzik üzerine yoğunlaşarak geçiriyorum. Bazen, arkadaşlarımla buluşup, dışarıda bir akşam yemeği yiyorum. Yani çok basit bir programım var ama bu sayede müziğe istediğim kadar vakit ayırabiliyorum ve bu durumdan hiç şikayetçi değilim. Zaten, genel olarak, basitlikten ve normallikten yanasın, bildiğim kadarıyla... Evet aslında. Son 20 yılımın büyük bir kısmını turnede geçirdim. Canlı çalmayı ve konser vermeyi gerçekten çok seviyorum. Ancak turnelerin havalimanında, arabada veya otelde vakit harcama kısmı pek çekici değil benim için. Evimde olabildiğim normal zamanları tercih ediyorum. Yeni albüm için turneye çıkmamanın nedeni de bu herhalde. Sadece üç performansın olacağını okudum. Evet, sadece üç performans düşünüyorum. Aslında bunun esas nedeni, turnedeyken yaratıcılığımın biraz zayıf düşmesi. Hayat çok kısa ve zamanımı bir arabada veya havaalanında oturmak yerine müzik üreterek geçirmem gerektiğini hissediyorum. Konser vereceğim Fonda Tiyatrosu da evime 1,5-2 km uzaklıkta. Sabah kalkıp, yürüyüşe gider gibi konsere gitmek kulağa biraz deneysel gelse de sebebi çok basit, daha çok zamana ihtiyacım var. Ayrıca mekan mimari anlamda da beni çok tatmin ediyor. Yani tamamen kişisel bir karar bu. Seni canlı izlemeyi çok isteyen hayranlarınla hiçbir ilgisi yok. Kesinlikle kişisel kararım. Müzik endüstrisi son 15 yılda büyük bir değişim geçirdi. Gelinen noktada, bu değişimin en pozitif etkisi ne oldu sence? 90’lara geri dönersek; o zamanlar albüm yapmak için, büyük ve hatırı sayılır bir plak şirketiyle anlaşmanız veya MTV’nin desteğini almanız gerekiyordu. ABD’de bunlara ilaveten belli başlı radyo oluşumlarını da arkanıza almanız elzemdi. Bugün, müzik yapmak isteyen herkes müzik yapabiliyor ve ürettiğini rahatlıkla dağıtabiliyor. Yaptığınız müziğin duyulabilmesi için çok fazla yol var artık. Bunun bir sonucu olarak, yapılan müziğin kalitesi de oldukça yükseldi. Şahsen, 2013’ün müzik kültürünü, 1998’dekine göre çok daha ilgi çekici buluyorum. Bir keresinde, müzik piyasasında gerçekleşen değişikliklerden şikayet etmenin, hava durumundan şikayet etmekten farksız olduğunu söylemiştin. O halde değişime bir şekilde adapte olmak gerekiyor. Sen kendini nasıl adapte ediyorsun? Müzikal olarak tuhaf bir geçmişe sahibim. Henüz çok gençken bir punk rock grubum vardı. Bir dönem bir reggae grubunda bas çalmışlığım var. Aslında hiçbir zaman, kariyer planlarımın arasında

müzisyen olmak yoktu. Her şey kendiliğinden gelişti. Nihayetinde, farklı tarzlarda müzik üretmiş ve çeşitli işler yapmış olmam belki de günümüzün müzik piyasasına çabuk adapte olmamı sağlamıştır. Biraz önce bahsettiğim gibi, plak şirketlerine bağımlı kalmadan müziğin insanlara özgürce ulaştırılabilmesiyle, benim için de her şey çok daha ilginç bir hal aldı. Biraz yeni albümün Innocents’ı konuşalım. O da yeterince ilginç oldu mu? Albümü yapan kişi olarak bir şey söylemem gerçekten zor. Bir albüm üzerine 1,5 yıl çalıştıktan ve her şarkıyı binlerce kez dinledikten sonra, objektif olmak pek de mümkün değil, o yüzden subjektif yaklaşayım; yeni albümümü gerçekten çok seviyorum. 1,5 yıllık bir uğraştan sonra, albümü tamamlamış olmak nasıl hissettiriyor? İyi hissettiriyor. Şimdiye kadar birçok albüm yaptım. Woody Allen belgeselini izlemişsindir, Allen’ın çalışma prensibi, bir filmi bitirdiği anda diğerine başlamak. Durmadan çalışmak yani. Konu yaratıcılık olduğunda kahramanlarım diyebileceğim Allen da dahil tüm isimler; Solzhenitsyn, Flannery O’Connor, Henry Moore, hep bu prensiple çalışan kişiler. Kariyerleri pek de iyi gitmiyorken, kariyerleri zirvedeyken, çok başarılı olduklarında, pek başarılı olamadıklarında... Yani devamlı olarak çalışmışlar. Bana sorarsanız en sağlıklı ve doğru yaklaşım da tam olarak bu. New York’tan Los Angeles’a taşınmak çalışma açısından nasıl etkiledi seni? Los Angeles’a taşınmış olmamın tek kötü tarafı, burada havalar New York’a göre çok daha güzel, bu yüzden dışarıda daha fazla vakit geçiriyorum. New York’ta, kışın ortasında hava gerçekten soğuk olduğunda veya yazın hava inanılmaz derecede sıcak olduğunda tek yapmak istediğiniz şey içeride olmaktır. O yüzden, New York’tayken evde daha fazla vakit geçirdiğim için, sanki biraz daha fazla iş hallediyormuşum gibi geliyordu. Ama Los Angeles’ta yaşayıp kışın ortasında dışarı çıkabilmek, yürüyüş yapabilmek gerçekten de çok güzel. Durmayın, taşının. Albüme dönelim tekrar. Çok sayıda müzisyenle iş birliği yaptın. Olaylar nasıl gelişti? Albüm üzerinde çalışmaya başladığım anda, çeşitli şarkılara vokalleri ile destek verecek, farklı müzisyenler istediğimi fark ettim. Oturup, vokal stilini özel bulduğum ve sevdiğim şarkıcıların bir listesini oluşturdum ve parçaların enstrümantal versiyonlarını onlarla paylaştım. İçlerinde en çok bilinen şarkıcı sanıyorum ki Flaming Lips’ten Wayne Coyne’dur. Wayne ile ben birbirimizi 1995’ten beri tanıyoruz. O yıl ikimiz de Red Hot Chili Peppers’tan önce sahne alıyorduk. Albümde aynı zamanda Mark Lanegan var. Mark, bir süre Queens Of the Stone Age’teydi. 80’lerde ise Screaming Trees adında bir punk rock

XOXO The Mag


oldukça karışık insanların insan olmanın ne demek olduğuna dair bir anlam çıkarma çabalarıymış gibi geliyor. Bazen dinin oldukça güzel işler yaptığını düşünüyorum.

grubu vardı. İlgi çekici ve güzel seslerden birine sahip olduğunu düşünüyorum. Leonard Cohen ve Tom Waits’in birleşimini düşünün, hatta biraz daha karanlığını... Ve tabii bir de Skylar Grey var tüm bu ekipte. Aslında bu beraberliğin en ilginç kısmı, Skylar’ın daha çok, büyük isimlere pop şarkılar yazan bir isim olarak tanınması. Mesela, zamanında Eminem’e bir şarkı yapmıştı. Ama Innocents’ta beraber yaptığımız şarkı oldukça tuhaf ve lo-fi olarak kategorize edilebilecek türde. Ayrıca Cold Specks iki şarkıda vokal yapıyor. Tabii bir de Damien Jurado var. Seattle çıkışlı bir şarkı yazarı ve vokalist. Yani, kısacası, bu insanlarla üretim yapabildiğim için çok şanslıydım.

Daha önce David Lynch ile çalışmış olmandan yola çıkarak soruyorum. İkinci veya üçüncü video için çalışmayı düşündüğün büyük bir isim var mı? Yoksa kendi yolunda gitmeyi mi tercih edeceksin? Biraz önce size isimler saymıştım... David Lynch benim yaratıcı kahramanlarımdan biri. Birlikte yapmak istediği her projeye açığım. Onunla pek çok şey paylaştık, beraber seyahat ettik ve remiksler yaptık. Birbirimizin projelerine müzikler yaptık. Sıradaki video Wayne ile beraber yaptığımız şarkıya çekilecek. Bu şarkıda benim de vokallerim olduğu için, dışarıdan bir yönetmenle çalışmayı tercih ediyoruz. Hatta çekimlerine de bu hafta sonu başlıyoruz, ve umuyorum ki gerçekten sıra dışı bir video olacak.

Prodüksiyon sırasında sen mi onlara gittin, onlar mı sana geldi? Çoğunlukla onlar geldi sanırım. Gönderdiğim enstrümantal parçalar üzerine çalışıp stüdyoma geliyorlardı. Son düzenlemeleri de burada beraber yapıyorduk. Böyle olması benim için de iyi oldu. Aslında, her zaman, albümlerimi kendi başıma yapmaya meyilli olmuşumdur. Bu konuda da pek şikayet etmem, ama biraz yalnız kaldığımı söyleyebilirim. Bu nedenle etrafta başka insanların olması hiç fena değildi.

Evinde veya stüdyondayken ne kadar mutlu olduğunu çok iyi biliyoruz. Ev dışında en sevdiğin yer neresi peki? San Francisco’nun hemen dışındaki küçük bir orman; Muir Woods. Bir Sekoya ormanı. Boyu 100 metreyi bulan ağaçlar ile kaplı, büyülü bir yer. Gördüğüm en güzel, en sakin, en huzurlu ve en spiritüel yer diyebilirim. Mesela, aşırı heyecanlı, bağırış çağırış içerisinde bir otobüs dolusu öğrenci düşünün. Ormana girdikleri anda onların bile seslerinden eser kalmıyor. Çünkü, dediğim gibi, gerçekten de büyülü bir yer.

Son iki albümüne baktığımızda; David Lynch, Wait For Me için büyük bir ilham kaynağıydı ve Destroyed, terk edilmiş şehirlerin yarattığı boşluk hissinden esinlenmenle ortaya çıktı. Peki, Innocents’ın başlangıç noktası ne oldu? Albümün ismi ve genel olarak duygusu için başlangıç noktam, insan olmanın gerektirdiği koşullarla ve bu koşullara nasıl tepki verdiğimizle ilgiliydi. Hepimizin tek ortak noktası insan olmamız aslında. Doğuyoruz, yaşlanıyoruz ve ölüyoruz. İnsan olmak fazlasıyla karmaşık bir durum. Belki de 100 yaşına kadar yaşayacağız. Ne kadar da uzun bir süre, değil mi? Ama yaşadığımız gezegen 5 milyar yaşında. Onun da içinde bulunduğu evren ise 15 milyar yıllık bir geçmişe sahip. Tabii ki kendimize göre deneyimler ediniyoruz, ama içinde yaşadığımız bu gezegene ve evrene kıyasla bu deneyimler için vaktimiz oldukça kısıtlı. İnsanoğlunun etrafında konumlanan bu karmaşa ve kafa karışıklığı Innocents’ın ortaya çıkmasındaki temel esin kaynağım oldu.

Ah evet, hatırlıyorum. Mimarlık üzerine hazırladığın blogunda burayı görmüştüm. Blogda ağaçların resimlerini paylaşmıştım, evet. Bu arada gerçekten blogunun bir hayranı olduğumu söyleyebilirim. Los Angeles’ın tuhaf ve aynı zamanda sıradan mimarisinden etkilendiğini hatırlıyorum. Los Angeles çok yeni bir şehir ve yüzölçümü olarak da oldukça büyük. Belçika kadar neredeyse. Bu kadar yeni ve büyük bir yerde bir arsa almak veya üzerine bir bina inşa etmek haliyle o kadar da tuzlu değil. Bu nedenle çok ucuz ve değişik mimariye sahip yapıları görmek pek ender rastlanan bir durum değil. Öte yandan, son 100 yıldır oyuncularla, yönetmenlerle dolmuş taşmış bir yerden bahsediyorsak, yaratıcı ve deneysel mimariye sahip çok fazla sayıda yapı görmek de bizi şaşırtmamalı. Neyse işte, Los Angeles her anlamda olduğu gibi mimari açıdan da gerçekten ilginç bir yer. Bu blogu da tam olarak bu nedenden ötürü başlattım. New York, Paris ve Londra’da örneğin, tüm yapılar birbirleriyle tam anlamıyla ahenk içerisindeler ve belirgin bir estetik tanımları var. Öte yandan, New York o kadar pahalı ki, burada kendi evini inşa etmek pek de mümkün değil. Kısacası bu şehir, ucuz, yeni ve tuhaf; yani kayıt altına alınmaya değer çok fazla malzeme var.

“A Case for Shame” ile ilk yönetmenlik deneyimini yaşadın. Videodan biraz bahsedebilir misin? Videonun ana fikri, insan olarak, hayatımızın çok büyük bir kısmını aslında olmadığımız biriymiş gibi davranarak harcamamız. Kendi benliğimizi yansıtmamaya çalışarak tüm vaktimizi boşa geçiriyoruz. Videonun başında boğuluyorum ve bir tür ‘öteki dünya’ya gidiyorum. Burası utanç duydukları için kendilerini kapatmış insanlarla dolu bir dünya. Gerisini siz izleyin... İçerisinde bir yerlerde dini bir gönderme var mı? Öteki dünyayla ilgili, ama dini bir tarafı yok. Dinler, bana, kafası 109




cover

Şimdi albüme geri dönüp Spike Stent ile ilgili sormak istiyorum. Yaratıcı süreç nasıl gelişti? Çok rahat ve güzeldi. Spike, Björk’ten, Massive Attack’e, U2’dan Madonna’ya çok fazla sayıda ve birbirinden farklı sanatçıyla çalıştı. Biriyle çalıştığı zaman, her anını stüdyoda onunla harcıyor, günde 12 saate yakın çalışıyor ve bu gerçekten stres yüklü bir durum oluyor Spike için. O yüzden bu albümde biz biraz farklı bir yol izledik. Şarkılar üzerinde çalıştıktan sonra, müzikle ilgili genel olarak konuşmak için iki haftalık periyotlar halinde buluşuyorduk. Gerçekten de iki arkadaşın buluşup bir kahve eşliğinde müzik üzerine sohbet etmesi gibiydi diyebiliriz. Albümün hazırlık sürecinin henüz başındayken, Spike’a, grungy ve lo-fi bir albüm yapmak istediğimden bahsettiğimde, benden daha hassas ve duygusal bir albüm dinlemek istediğini söyledi. Bu da bana, aslında önemsediğim müziklerin daha melodik ve duygusal müzikler olduğunu hatırlatmış oldu. Yani buradan yola çıkarak albümün biraz depresif ve melankolik olduğunu söyleyebilir miyiz? Yaptığım müziklerin çoğunun melankolik olduğunu düşünüyorum. Kendimle ilgili uzun zaman önce öğrendiğim bir şey var; mutlu müzik hoşuma gidiyor, ancak melankolik müziği de çok seviyorum. Mesela, Wayne ile yaptığımız şarkı mutlu bir şarkı. Ama albümdeki diğer parçaların daha hassas ve duygusal olduklarını söyleyebilirim. Hepsinin içerisinde nitelikli bir üzüntü var. Zengin bir mahallede yoksul bir ailenin bireyi olarak büyüdün. Şu koltuğa uzandığını hayal et; üretimlerindeki yaklaşımının, çocukluğunda etrafını çevreleyen dünyayı algılayışından ileri geldiğini söyleyebilir miyiz? Sanırım bir sürü insanın tuhaf bir çocukluk dönemi oluyor. Zengin bir mahallede, zengin bir ailede de büyüsen, orta sınıf bir mahallede orta sınıf bir ailede de büyüsen durum pek farklı olmuyor. Benim yetiştirilmem ise biraz daha tuhaf, çünkü çok zengin bir mahallede çok yoksul bir çocuk olarak büyüdüm ben. Bu da, o yaşlarda, çevreme uyum sağlayamamama ve kendimi insanlardan soyutlamama sebep oldu. Ne olursa olsun, 47 yıl sonra bile hala biraz öyle hissediyorum. Diğer taraftan, bu şekilde büyümemin kesinlikle sanata, müziğe ve edebiyata bakış açıma yön verdiğini düşünüyorum. Nihayetinde hepimiz, büyürken yaşadığımız deneyimlerin ve başımıza gelen olayların ürünüyüz. Günlük hayatın gerginliğinden kurtulup huzurlu vakit geçirmek için neler yaparsın? Tam bir hippie gibi görünmek istemem -hatta belki bu söylediğim tam bir Güney California klişesi gibi gelecek kulağına- ama beni mutlu eden şeyler gerçekten de oldukça basit. Mesela doğada olmak veya arkadaşlarımla akşam yemeği yemek veya köpeklerle oynamak gibi...

Biraz da fotoğrafa ilgini konuşalım. Buna ne zaman merak saldın? Bir de genel olarak fotoğrafçılık hakkında fikirlerini de merak ediyorum. 10 yaşımdan beri fotoğrafla ilgileniyorum. Amcam New York Times için fotoğraf çekiyordu. Bana da ilk ekipmanlarımı o verdi. Bir Nikon F ve bir agrandizör. Yani fotoğraf çekerek, kendi başıma baskı alarak ve üreterek büyüdüm. İçinde yaşadığımız dünyayı belgeyebilme özelliğinden dolayı fotoğraf çekmeyi hep çok sevdim. O kadar büyüleyici bir şey ki, figüratif bir belgeleme aracı olmasından ötürü bir taraftan hepimiz fotoğrafın inanılmaz gerçekçi olduğunu düşünüyoruz, ama aynı zamanda tamamen gerçek dışıdır, çünkü aslında tek yaptığı anlamsal bütünlüğünü yitirmiş bir anı iki boyutlu olarak yakalaması ve bunu sunmasıdır. Ses, koku ve tat olmadan; üç boyutlu dünyanın tamamen düz, iki boyutlu bir versiyonu... Semiyotik üzerinden düşünürsek, bayrağı selamlayan bir askerin bulunduğu bir fotoğraf hayal edin. Bu fotoğraf bir sürü insan için, bir sürü farklı anlama gelebilir. Aslına bakarsan, fotoğrafta sadece bir bez parçası karşısında elini başının üzerine koymuş bir adam vardır. Ancak sembolik olarak bakıldığında çok güçlü bir mana barındırmaktadır. Hayatımız boyunca karşılaştığımız her olay karşısında verdiğimiz tepkiler de aslında bu şekilde sembolik. Bu anlamlarıyla fotoğraf simgeselleğin tam anlamıyla sözlük karşılığı diyebiliriz. Yeni bir fotoğraf kitabı çıkarmayı düşünüyor musun? Yeni bir kitap yapmak isterim, tabii. Fotoğraf çekmeye de uzun bir süre devam etmek istiyorum. Ama dünya o kadar enteresan bir yer ki, fotoğraflanacak çok fazla şey var ve bu nedenle de fotoğraf için bir konu belirlemek oldukça zor. Yani tek sorun, yeni kitabın ne hakkında olacağına karar verememem. Bu arada dijital mi analog mu? Biraz önce de söylediğim gibi, Nikon F’le büyüdüm, yani uzunca bir süre analog ile devam ettim. Sonunda, 15 yıl kadar önce dijitale başlayarak ben de karanlık tarafa geçmiş bulundum. Şu an genel olarak dijital kullanıyorum. Eskiden, analog kullanmanın bir sonucu olarak, karanlık odada fotoğraf kimyasalları ile beraber uzun mesailer harcardım. Hatta kimyasalların oluşturduğu toksik yüzünden sık sık hasta olurdum. Artık böyle dertlerim olmaması beni mutlu ediyor. Sanat, müzik, fotoğraf ve bir sürü başka konu hakkında konuştuk. Peki ya moda? Modayla ilgili şimdiye kadar pek konuştuğunu hatırlamıyorum. Yaklaşımın nasıl genelde? Modaya yaklaşımımı şöyle özetleyebilirim: Hata yapma! Ne zaman giyinmek için mesai harcasam veya biraz maceracı olmak istesem, sonunda kendimi rezil ediyorum veya komik bir duruma düşüyorum. Sanırım sabahları kalkınca üzerime bir jean ve tişört giyip geçmemin

XOXO The Mag


için değil, tüm dünya için gerçekten bir felaket olabilirler. O yüzden bir tarafım Obama tekrar seçildiği için, bir tarafım da Cumhuriyetçiler bir süre daha beklemeye alındığı için çok mutluydu.

esas nedeni de bu. Saçmalamanın pek mümkün olmadığı bir kombinasyon. Bazı müzisyenler iyi giyinmeyi gerçekten biliyorlar ve müthiş kıyafet seçimleriyle rock star gibi görünebiliyorlar, ama ben ne zaman böyle bir şey denesem bir aptal gibi görünmekten öteye gidemiyorum.

Konu kadın düşmanlığına veya homofobiye geldiğinde çok cool bir savaşçı olduğunu hepimiz biliyoruz. Gelecekte bizi daha iyi bir dünya mı bekliyor, yoksa daha sinirli ve daha huzursuz mu olacağız? Dünya bence her geçen gün daha iyiye gidiyor. Örneğin 100 yıl önceki ABD’yi ele alalım. Siyahlar ve beyazlar aynı otobüse binemiyordu, kadınlar oy kullanamıyordu, çocuklar fabrikalarda çalıştırılıyordu ve eşcinseller hak sahibi değillerdi. Bugün ise her şey tamamen farklı. Genel olarak insanlık tarihine baktığımızda, dünyada ne zaman bir şeyler iyiye gitse, bir grup insanın bu iyiye gidişi geriye çekmeye çalıştığını görürüz. Benzer bir durumla, bir süredir Türkiye’nin de uğraştığını biliyorum. ABD’de ve dünyanın herhangi bir yerinde, insan hakları ve eşitlikler için mücadele eden güçler olduğu gibi, zamanı tersine çevirerek, olayların işleyişini eski haline getirmek isteyen güçler de var. İnsan hakları mücadelesi her geçen gün daha fazla insanı ve daha fazla hakkı kazanıyor, ancak her nedense bu, yaş ortalaması daha yüksek olan muhafazakar bir kitlenin hiç hoşuna gitmiyor.

Müzik ve moda dünyası arasındaki ilişki biraz anlamsız bir hal almaya başladı. Malum, her iki taraf da birbirini sömürüyor adeta. Bu ilişkiyi sen nasıl yorumluyorsun? Uzun bir süre New York’ta yaşadım. Moda dünyasından çok sayıda arkadaşım var. Komik bir durum. Müzisyenler moda dünyasına baktıkları zaman oldukça parıltılı bir dünya görüyorlar. Modacılar da aynı hisleri müzik dünyasına baktıkları zaman yaşıyorlar. İşin doğrusu, hangi dünyada sadece bakmanın bir adım ötesine geçersen, beklenilen parıltılı dünyadan eser olmadığını görüyorsun. Modacı olan arkadaşlarımdan biliyorum; haftalarca Çin’de, ismini telaffuz edemeyeceğimiz şehirlerde, belirli fabrikalar bularak tasarımlarını hayata geçirmeye çalışmak, pek de parıltılı bir hayatın bir parçası değil. Müzisyen olup turneye çıkarak, Teksas’ın bilinmeyen bir yerinde bir otobüste olmak ile aynı şey bu aslında. Buradan başka bir yanına geçelim o zaman... Sosyal projelerle de oldukça ilgilisin. Son zamanlarda gündeminde neler var? Oldukça yenilikçi, demokrat kökenli bir ailede büyüdüm. Yani her zaman farklı politik ve sosyal konularla ilgiliydim diyebilirim. Şu an beni en çok rahatsız eden konu, iklim değişiklikleri. İçinde yaşadığımız dünya, küresel ısınma nedeniyle korkunç bir değişimin eşiğinde... Şimdiye kadar birçok farklı politik kampanyada görev aldım. 25 yıldır bir veganım ve aynı zamanda hayvan hakları savunucusuyum. Hayvan haklarını savunan organizasyonlarla birlikte faaliyetlerde bulundum. Son zamanlarda insan hakları ve insan kaçakçılığı üzerine çalışmalar yapıyorum. 2013’te, halen, milyonlarca köle olması bana epey depresif geliyor. Bu konuda biraz yankı uyandırmak adına çalışıyorum. Bir şeyler yapmak için çok fazla iyi neden ve harika organizasyon var. Ben de bir müzisyen olarak yardım edebileceğim herkese yardım etmeye çalışıyorum.

Sence dünya neden var? Harika bir soru. Dürüst olarak ilk cevabım şu şekilde; sana dünyanın var olduğunu düşündürten nedir? Bence esas soru bu. Dünyada inandığımız her şey tamamen subjektif olan algımızdan ileri geliyor. Üniversitedeyken felsefe okumuştum. Orada öğrendiğimiz ilk şeylerden biri, algıladığımız bir şeyin çok nadiren gerçek olduğuydu. Sanırım Descartes’a kadar gideceğim. “Düşünüyorum, o halde varım.” Şahsen bu dünya gerçekten var mı bilemiyorum. Ancak tek bilebildiğim, sahip olduğum kişisel deneyimler, kafamın içindeki düşünceler, hissettiklerim ve diğer insanlarla duygusal bağlarım; benim için insan olmanın anlamı bunlar. Aslında tam olarak nihilizmden bahsediyorum. Algıladığımız dünya, gerçekte olan dünya ile yakından uzaktan alakalı olmayabilir; ancak, ben kendi düşsel, saf, gerçek dışı algım ve anlayışımla oluşturduğum bu dünyada oldukça mutluyum.

Demokratlardan bahsetmişken... Obama’nın tekrar seçilmesinden sonra yazdığın bir tweet’i hatırlıyorum. “Yarın uyandığımda bunun harika bir rüyadan ibaret olmayacağına dair bana söz verin.” ABD için, Obama’nın ikinci kez kazanması neden bu kadar önemliydi? Öncelikle, Obama, zeki, yenilikçi, rasyonel ve genç bir politikacı. En iyisi değil belki ama bir başkan olarak iyi işler yaptığını düşünüyorum. İşin diğer bir boyutu ise, Obama’nın alternatifi olan ABD’deki muhalifler o kadar cahil ve o kadar sağcı ki, sadece ABD

Son olarak, neden hiçbir şey yerine hayatının merkezinde müzik var? Çok basit; çünkü müzik yapmayı çok seviyorum. Bana göre, insan türünü tanımlayan özelliklerden biri bu türün fazlasıyla duygusal olması. Müzik de duyguları ifade etmek ve paylaşmak için gerçekten iyi bir yol. Varoluşsal bir evrende ya bir şeyler yapıyoruz, ya da hiçbir şey yapmıyoruz. Ben, bir başkasının da seveceği umuduyla, sevdiğim müziği yapmayı seçtim. İyi ki de seçmişim. 113








FILE

13. İstanbul Bienali hazırlayan elif kamışlı

Bazen sanat estetik yanından öte, içinden geçilen döneme ışık tutmasıyla ön plana çıkıyor; her ne kadar tarihi belgelemek, yükümlülüklerinden biri olmasa da, okumayı bilen için birçok metinden daha fazla anlam taşıyabiliyor. Önce bireysel sonra toplumsal düzeyde dönüştürücü gücünü yadsıyamayacağımız sanatla buluşmak için en iyi fırsatlardan biri de, kapsamıyla uzun süre yetecek kadar besleyici olan bienaller. İstanbul’u iki senede bir çağdaş sanat dünyasının rotasına sokan İstanbul Bienali’nin 13.’sü, bu yıl ücretsiz gerçekleşerek, kapılarını tüm kent sakinlerine açıyor. Başlığını Lale Müldür’ün “Anne, ben barbar mıyım?” adlı kitabından alan İstanbul Bienali, sanat ve şiir arasındaki ilişkiyi vurgularken, kamusal alanın politik bir forum olarak kullanımını ve günümüzde hakim olan neo-liberal sistemlere karşı gelişen hareketlerin ihtiyaç duyduğu yeni dili “barbar” kavramı üzerinden tartışmaya açmayı hedefliyor. Kavramsal çerçeveyi açıklayan metinleri okuduğumda, küratör Fulya Erdemci’nin altını çizdiği noktaların bu kent özelinde tartışılmasının ne kadar elzem olduğunu görmek, sergiye duyduğum heyecanı daha da artırıyor. Son dönemlerde kent ve ülke genelinde kamusallığın, kamusal alanın yeniden tanımlandığı bir durum yaşamaktayız. Kentlinin kent

alanlarına sahip çıkmasının farklı örneklerine tanık olduğumuz bu günlerde, New York, Paris gibi metropollerde 1970’lerde gerçekleşen benzer hareketler içinde üretilmiş sanat eserlerini görmenin, tarihsel referans noktalarını doldurmanın, içinden geçtiğimiz süreci anlamamıza, yaşadığımız deneyimin katmanlaşmasına da katkı sağlayacağına inanıyorum. Uluslararası yatırımcılar için cezbedici bir çehreye bürünmek adına İstanbul’un son yıllarda geçirdiği baş döndürücü değişimin, şehrin silüetine günbegün eklenmekte olan öğelerin İstanbullularla olan ilişkisini değerlendirmek; kent alanlarını kullanan sakinlerin bu süreçte misafire dönüştürülmesi üzerine düşünmek için umuyorum ki bu bienal bir zemin oluşturacak. Farklı kuşaklardan ve coğrafyalardan gelen sanatçıların buluştuğu sergi, yeni diyalogların ve tartışmaların açılmasına fırsat yaratacak. XOXO için hazırladığımız 13. İstanbul Bienali dosyasında küratör Fulya Erdemci ve bienal sanatçılarından İpek Duben, Maider López, Christoph Schäfer, Shahzia Sikander ve Héctor Zamora ile yaptığımız söyleşiler yer alıyor. 14 Eylül-20 Ekim arasında izlenebilecek 13. İstanbul Bienali’nin sergi mekanları Antrepo No.3, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, ARTER, SALT Beyoğlu ve İMÇ 5.Blok’taki 5533. Detaylı bilgileri bienal.iksv.org adresinden edinebilirsiniz.

XOXO The Mag


FULYA ERDEMCİ

Anne, ben (hala) barbar mıyım?

?

Uzun yıllardır kamusal alan üzerine çalışan Fulya Erdemci küratörlüğünde gerçekleşen “Anne, ben barbar mıyım?” başlıklı 13. İstanbul Bienali, büyük bir hız içinde geçirdiğimiz dönüşümü modernist ilerlemeci bağlamın ötesine taşıyarak, sanat aracılığıyla sorguya açıyor. Kentte son yıllarda yaşanan hızlı değişim, uluslararası yatırımcılar ekseninde dönen kentleşmenin yeni yüzü derken bienal çok hassas bir noktaya dokunuyor. Kavramsal çerçeveyi de biraz açarak, bienalin böylesine dolu bir konuya nasıl katkı sağlamasını beklediğinden bahsedebilir misin? “Anne, ben barbar mıyım?” başlığı Lale Müldür’ün aynı adlı kitabından bir alıntı. Bu başlık altında oluşturduğumuz kavramsal çerçevenin de üç aksı var. İlki teorik aks ve buradaki temel sorulardan biri bugün kamu kavramını tekrar nasıl düşünebileceğimiz. Biliyoruz ki artık tek bir irade altında birleşmiş, homojen bir kamudan ya da halktan bahsedemeyiz. Kavramsal metinde Bruno Latour’dan alıntılandığı gibi önemli sorulardan biri bu farklı, çoklu dünyaların nasıl bir arada durup, hareket edebileceği ve bunun mümkün olup olmadığı. Jürgen Habermas’ın ortaya koyduğu ve 1990’lardan bu yana eleştirilen kamusal alan kavramına birleştirici yerinden bakmayı düşünerek, kamusal alanı, siyasi kamusal bir forum alanı olarak düşündük. Yani siyasi tartışmanın mümkün olduğu her mecra aslında kamusal alan olarak tanımlanabilir. Teorik alanın pratikte uygulanmasına baktığımızda da çok şiddetli tarihsel bir eşikten geçen İstanbul’daki kentsel dönüşümü ve kent mekanlarını praksis alanı olarak seçtim. Bu

noktada demokratik aygıtın bir bileşeni olarak kamusal kentsel mekanların nasıl işlev gördüğünü test etmeye başladım. Mesela Gezi’de de gördük ki, kamuların bir araya gelebilmesi için fiziki olarak büyük mekanlara ihtiyaç var. Hannah Arendt, Devrim Üstüne adlı kitabında özgürlük ve mekan arasındaki ilişkiyi bire bir kurarak şöyle der: “(Eski Yunan’da) özgürlük, kendini belirli insan eylemlerinde -katiyen hepsinde değil- gösteren bir şey olarak anlaşılıyordu. Bu eylemler de ancak başkaları onları gördüğünde, değerlendirdiğinde ve hatırladığında gerçek olabilirdi. Özgür bir insanın hayatının başkalarının mevcudiyetine ihtiyacı vardı. Dolayısıyla özgürlüğün kendisinin de insanların bir araya geldiği bir yere ihtiyacı vardı –agora, pazar yeri, veya polis, gerçek bir siyasi mekan.”* Bu bağlamda, İstanbul’daki kentsel mekanların buna ne kadar izin verdiğini soruyoruz. Çoklu kamular ve siyasi bir forum alanı olarak kamusal alanın ne demek olduğunu sorgulayan teorik aks ve bunun praksis alanı olarak kentsel dönüşüm ve İstanbul örneğinden iyi bir makale çıkabilir; ama bir sergi çıkması için ikisi arasındaki sanatsal alanın açılımı gerekli; bu da Lale Müldür’den alıntıladığımız “barbar” kavramını ele alan başlıktan geliyor. Eski Yunan’da barbar hem kentli-vatandaş kavramının zıttıdır, hem de dille ilişkilidir, Yunanca konuşamayana barbar denirmiş. 121


FILE

Ama biliyoruz ki Yunanlılar anlamasa da, bu insanların başka bir dili var. Bu açıdan baktığımızda barbar için ötekinin, zayıfın dili diyebiliriz. Dünyada var olan sistem ve yönetim biçimlerinden bir hoşnutsuzluk ve buna karşı direnme, yeni bir dünya arzusu var; fakat gelmekte olan dünyayı bugün elimizdeki teorik yapılanmayla tanımlayamıyoruz. Yeniden, yaşama pratiğini düşünürken yepyeni bir dil keşfetmemiz gerek, barbar buna da tekabül ediyor. Bu anlamda sanatın rolünün yeni diller yaratmakla ilişkili olduğuna ve gelmekte olan dünyanın tezahürlerini bize açtığına inanıyorum. Sergide son derece alışılmadık, yeni denemelere yer veren sanatın aksını da barbar düşüncesi oluşturuyor. Bienalin başlığına baktığımızda anne (bir kadın) otoritenin yerine konuyor. Barbar, kadının toplumsal rolünün çok güçlü olduğu Pagan döneme işaret ediyor, yani bildiğimiz anlamda uygarlığın öncesine... Böylece tekrardan kadına, yani gücün karşısında duranlara bakmanın önemini de vurguluyoruz. Kavramsal çerçeveyi bu üç aksta değerlendirdiğimizde, bienalden tüm bunları bir deneyim alanına açmasını bekliyoruz. Türkiye’de çok polarize ve antagonistik (çatışmaya dayalı) bir yapı var, kavramsal çerçevede Chantal Mouffe’un düşüncesinden yola çıkarak bunun yerine agonistik (tartışmaya dayalı) bir yapı mümkün mü diye soruyorum. Gezi’de böyle bir yapıyı tekil olarak gördük, ‘peki bu evrensel bir yapıya dönüşebilir mi, formu nasıl olabilir?’ diye düşününce sanatın farklı deneyimlerle bu konuda imgelemimizi açabileceğine inanıyorum. 2013 yazının ardından sonbahara kamusal alanı farklı açılardan tartışmaya açan bir bienalle girecek olmamız manidar. Peki bu bağlamda bienalin ilk kez ücretsiz gerçekleşecek olmasından bahsedebilir misin? Kamusallık kavramlarını sorgulamayı hedefleyen ve siyasal tartışmanın mümkün olabileceği bu bienalin herkese açık olmasını baştan beri arzu ediyorduk. Yalnız bilet satışı toplam gelirin %20’sini oluşturduğundan, kolay bir çaba değildi. Kamusal mekanlardan çekilme kararı alınca, sokaktan geçen kişinin ya da buna bütçe ayıramayacak birinin bienali görme şansını elinden almamak adına bunu yapmamızın şart olduğunu düşündük. Ben Bige Örer’e teşekkür etmek istiyorum; kendisinin bir yıllık çalışmasının sonunda bu mümkün oldu. Bu sebepten sergi süresini üç hafta kısaltmak durumunda kaldık, ama bunun bir sorun olmayacağına ve daha çok izleyicinin bienali göreceğine inanıyorum. Kavramsal çerçeveyle bire bir örtüşen bir kamusallık yaratabildiğimiz için de çok sevinçliyim. Sanatsal içeriği ve sanatçı listesini oluştururken kriterleriniz nelerdi? Yeni sanatçılar ve sanat formları açısından İstanbul Bienali’ndeki sanatçı katılımını nasıl değerlendirirsin? Kavramsal çerçeveden yola çıkarak sergide öncelikle iki şey yapmaya çalıştım. İlki sanat tarihine bakarak tarihsel bir perspektif vermek. New York’ta 1950-70 arasında, Paris’te 1970’lerde gerçekleşen ciddi kentsel dönüşümlere, soylulaştırma hareketlerine bu dönemlerde sanatçılar tepkiler vermişlerdir. Mesela Gordon Matta-Clark binaları bir heykel olarak algılayıp performatif bir şekilde dönüştürerek, yepyeni bir sanatsal pratik geliştirmiştir. Hans Haacke’nin New York’taki dönüşümü sorgulayan ve 146 parça fotoğraf ve belgelerden oluşan ‘Shapolsky et al. Manhattan Real Estate Holdings, A Real Time Social System, as of May 1, 1971’ adlı eseri çok önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Yine aynı dönemde “yeni tip kamusal sanat” olarak adlandırılan sanatsal pratiklerin öncüsü sayılan Mierle Laderman Ukeles’in tarihi önemi olan performansları vardır. Ayrıca, Nil Yalter’in 1970’lerde Judy Blum ile birlikte yaptığı Paris’teki

kentsel dönüşüme dair bugün de çağdaşlığını koruyan bir projeleri var. Tarihsel bir bakış vermekle birlikte üzerinden kırk yıl geçmiş olsa da bu çalışmalar o kadar güncel ki, bugün İstanbul için de yapılmış olabilirler. O döneme bakmak hem kentsel dönüşüme, hem de güncel sanatsal pratiklere bir perspektif veriyor. İkinci olarak da yeni dillere yer vermek istedim. Burada da mesela Macar sanatçı Ádam Kokesch’in heykel, yerleştirme, iç mekan arası; endüstriyel üretim gibi görünen ama tek tek elde yapılmış, kentsel repertuarın belli yerlerinden alıntılar yapan çalışmaları var. Kendisinin işleriyle ilgili bir yazıda da belirtildiği gibi “tanımdan kaçan sanat eserleri” üretiyor. İnci Eviner’in öğrenme ve sanat ilişkisini, sanat ve siyaset üretimini bir araya getirdiği, süreç ve performansın birleştiği güçlü bir eseri var. Mimari yapılar, uygarlık ve düşünce arasındaki ilişkiye bakan çalışmalar var. Christoph Schäfer ve Maider López gibi İstanbul’a bakarak farklı noktaların altını çizen eserler üreten sanatçılar var. Bunların ötesinde de şiirin sanatla ilişkisine baktım. Şiir form ve anlam olarak dilin en uç noktasında dururken içinde bulunduğumuz sistemin kalıplarını kırarak bize başka bir dünyanın olasılığını gösteriyor. Şiiri kamusal ve politik olanın, kişisel olanla kesiştiği ara kesit olarak görüyorum. Tarihe baktığımızda birçok toplumsal hareketin şairlerden beslendiğini görürüz, bu anlamda şiirin bir gücü var ve çok önemli. Sergide bu ilişkiyi kuran eserler de yer alıyor. Müziği de benzer bir biçimde ele aldım. Büyük bir adanmışlıkla yıllardır süregelen iki mahalle projesinin belgesellerini gösteriyoruz; biri Buenos Aires’ten bir grup sanatçının alternatif eğitimi hedefleyen ‘Liliana Maresca Proyecto Secundario’su; diğeri de altı yıldır sanatçı ve aktivistlerin çabalarıyla var olan Sulukule Platformu’nun bir parçası olan müzik okulu. Kamusal alanda yaptığı birçok projesi, bildiğimiz anlamda ‘kamusal sanat’ın ya da anıtların ötesine geçen Thomas Hirschhorn’un bir çalışması var. Ayrıca, Santiago Sierra gibi kamusal alan üzerine çok radikal, şiddetli söylemleri olan sanatçılar da mevcut. Diğer taraftan, kamusal alanda sanat dendiğinde ortaya çıkan Avrupa ve Anglosakson ağırlığını kırabilmek için Latin Amerika, Kuzey Afrika, Orta Doğu gibi daha az ayrıcalıklı coğrafyalara ağırlıklı yer verdim. Türkiye’den de ilk kez bu sayıda bir katılım oluyor. Yeni Zelanda ve Avustralya’dan da ikişer sanatçı çağırıyoruz. Bu şekilde dengeyi bozarak bir denge yaratmaya; yerleşik, konusunda öncü bir grup sanatçıyla da genç pratikleri bir araya getirmeye çalışıyorum. Yaptığımız açık çağrıya 2000’in üzerinde başvuru aldık ve buradan da çok ilginç sonuçlar çıktı. Diyebilirim ki bienalin dörtte birini çok genç isimler oluşturuyor. Son olarak izleyici için meydan okuyucu olacağını düşündüğün eserlerden bahsedebilir misin? Yüksek sesli, politik söylemini doğrudan ifade eden, aktivist sayılabilecek Freee gibi kolektifler var örneğin. Ama benim için Jorge Mendez Blake gibi bir sanatçının bizlere bilmediğimiz bir dünyanın formunu veren eserleri de aynı derecede meydan okuyucu. Mierle Laderman Ukeles’in bugün hala birçok sanat pratiğini besleyen ve “hayatın devamlılığı, bakım ve onarım sanatın kendisidir” diyen performansları, örneğin ‘Touch Sanitation’ da çok önemli. Anıt fikrini sorgulayan, anıtın bugün kamusal mekanlarda ne anlama geldiğine, fonksiyonlarına bakan güçlü eserler var. Bu bağlamda değerlendirebileceğimiz, Guillaume Bijl’in 1981 tarihli “Şüpheli” adlı eserindeki gibi sistemin dışına çıkmış, anarşist ya da haydut kavramlarıyla sanatın ve sanatçının rolünü sorgulayan işler de var sergide. * Arendt, Hannah. On Revolution (Devrim Üzerine) (1963), Harmondsworth u.a.: Penguin Books, 1985. 30-31.

XOXO The Mag


1. Parallax (detay), 2013, Çok kanallı HD video animasyon, 5.1 surround sesli 2. Servi Özgürlüğüne Rağmen Bahçede Tutsak Kalır, 2012, mekan yerleştirmesi; Khor Fakkan Sineması, Sharjah 3. Parallax, 2013, Çok kanallı HD video animasyon, 5.1 surround sesli Tüm eser görselleri sanatçının izniyle.

Shahzia Sikander

1.

2.

3.

ifadenin kullanımı çoklu okumalar çıkarmaya niyetleniyor. Şiirin hem entelektüel hem de popüler olmak gibi tekinsiz bir becerisi var. Dilin doğasında söylemin gücü, dile getirme arzusu ve mücadelesi vardır ve şiir bizleri düşündürür. Kelimelerin hassaslığı, yan yana gelişleri, anlam çoğulluğu sembolik ve ima yoluyla dünyevi olanı büyüye dönüştürebilir. Bu bağlamda ben de şiir, resim ve noktalama gibi farklı dillerin nasıl olup da bir araya gelerek şiirsellikte ve fenomenolojide siyasi olanı keşfedeceğini merak ediyorum.

13. İstanbul Bienali için yeni bir eser ürettiniz. Bize bu çalışmanızdan bahseder misiniz? Bu yılki Sharjah Bienali’nde gösterilen ‘Parallax’ adlı eserimle benzer temellere oturan ve çizimlerden oluşan üç kanallı video animasyonumda Türkiye’de üretilen şiiri çıkış noktası olarak alıp, şiir okumayla görselin değişebilirliğini birleştiren kapsayıcı bir deneyim yaratıyorum. Videonun müziklerini Du Yun, İstanbul ziyaretimde seçilmiş şiirlerden yaptığımız kayıtları kullanarak besteledi. Eserlerimde paradokslardan ve akışlardan etkileniyorum. İstanbul da tarihsel açıdan çelişkili durumların kesişme noktası. Video animasyon farklı bakış açılarını kapsamayı amaçlıyor, İstanbul’un özel konumuna odaklanıyor, yerel şiir geleneğine işlenmiş katmanlı kimliklerden ve karmaşık tarihlerden alınan ilhamı resmediyor.

“Anne, ben barbar mıyım?” başlıklı 13. İstanbul Bienali kamusal alanı farklı açılardan tartışmaya açıyor. Bu bienale katılan bir sanatçı olarak, sizin kamusal alanın kullanımı ve bireyler ile sivil oluşumların kültür politikalarına katılımıyla ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum. Gücü akıcılığında, müşterek kimliğe açıklığında, bir araya gelebilme ve gösteri yapabilme potansiyelinde yatan kamusal alan, temelde diyalog için bir forum ve herkesin kullanabildiği bir yer olmalıdır. Vatandaşların gündelik olarak kullandıkları yerlerin kontrolünü alabilmesi, kolektif varlıklı demokratik bir hareketi ve diyalog sürecini de harekete geçirir. Halk katılımıyla iç içe geçmiş diyalog, kültür politikalarını şekillendiren resmi kuruluşlara da yayılmalı; kültür politikaları farklılıkları ayrı tutmaktan öte, kucaklamalıdır. Ama tabii altını çizeyim, kişisel özgürlükler ve kamusal alan oldukça politik kavramlardır.

Eserlerinizin bienalin kavramsal çerçevesiyle bağlantısını nasıl görüyorsunuz? Kavramsal çerçevede şiir, edebiyat, şiirsellik ve sanat arasındaki ilişkinin de altı çiziliyor. Ben de şiiri, resmi, okumayı ve müziği bir araya getirerek çok sesli ve çok katmanlı bir eser oluşturuyorum. Çabam farklı iletişim biçimleri arasında salınabilmek. Burada şiirsel ve politik olan arasındaki diyalog gizli kalıyor. Sezgisel olarak çalışmaya eğilimliyim; ve bu projemde de Türk şiiriyle ilişkilenme tercihi ‘Servi Özgürlüğüne Rağmen Bahçede Tutsak Kalır’ (2012) adlı projemle doğal bir örtüşme halinde gerçekleşti. Eserin başlığını oluşturan ifade, şair Ghalib’in gazellerinden bir alıntı. Şiirin çok boyutlu ruhunda, bu 123


FILE

Ataskoa (Trafik Sıkışıklığı), 2005. Eser görseli sanatçının izniyle.

Maider López

13. İstanbul Bienali için yeni bir eser ürettiniz. Bize bu çalışmanızdan bahseder misiniz? Güzergahlar (Routes), Karaköy’de kamusal alandaki yaya yollarının simgeleştirilmesine dayanan bir proje. Bu amaç doğrultusunda yayaların akışı kaydedilip, gözlemlenip, gruplandırılarak ana hat düzenlemelerine alternatif olarak yayalar tarafından geliştirilmiş güzergahlar vurgulanıyor. Karaköy, İstanbul’da her gün binlerce kişinin buluştuğu bir hareket alanı. 1960’lara kadar araç trafiğinin olmadığı bu yol, sonrasında yayalara kapanıyor, alt geçidin inşa edilmesi ve cadde kenarlarının çitlerle kapatılmasıyla kaldırımlar sınırlanıyor. Bu değişiklikler engeller ve çelişkilerle dolu bir şehir dokusuyla neticeleniyor: Parmaklıklarla çevrelenen yaya geçitleri veya adacıklar, yayaları trafiğin ortasında mahsur bırakıyor. Bu durum yoldan gelip geçenlerin kendi deneyimleriyle kendi alanlarını iyileştirmelerine, kararlılıklarıyla, var olan trafik içinde kendi yollarını açmalarına neden oluyor. Karaköy belirlenmiş kurallar dışında her bireyin nasıl hareket edeceğine karar verdiği, kendi yolunu geliştirdiği bir alana dönüşüyor. Eser, Karaköy’de kamusal alanda kişilerin yer değiştirmelerini gösteren iki videodan oluşuyor. Bu videoların yapımında aynı anda aynı noktayı dokuz farklı açıdan kaydeden kamera görüntüleri kullanılıyor. Farklı güzergahların nihai haritası da en çok kullanılan yolları, her yolun mesafesi ve tehlikesi arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Eserlerinizin bienalin kavramsal çerçevesiyle bağlantısını nasıl

görüyorsunuz? Benim projem de 13. İstanbul Bienali de kamusal alanın potansiyelini vurgulama çabasıyla ve var olan formüllerin ötesine gitme arzusuna bir cevap niteliğiyle aynı kavramsal çerçeveyi paylaşıyor. Kamusal alanda yaşayan, değişim potansiyeli taşıyan, yeni duruşlar alan ve bugün kamusallığın olasılıklarını tekrar düşünen yeni öznellikler inşa eden kırılgan bireyin (barbarın) önemini belirtiyor. “Anne, ben barbar mıyım?” başlıklı 13. İstanbul Bienali kamusal alanı farklı açılardan tartışmaya açıyor. Bu bienale katılan bir sanatçı olarak, sizin kamusal alanın kullanımı ve bireyler ile sivil oluşumların kültür politikalarına katılımıyla ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum. Projelerim bireylerin değişim yaratma gücünü ortaya çıkararak onları güçlendirmeye çalışıyor. Temel önerim, kamusal alanların, farklı grupların gündelik rutinleri, kullanımları ve hareketleri aracılığıyla yeniden keşfedilmesi. Kentsel alanın tasarımı bizim hareketlerimizi belirliyor ve tanımlıyor. Projem de kişilerin kamusal alanda nasıl yaşadığını vurgularken, ihtiyaçlarına ve kullanımlarına dayanarak kamusal alan inşa etme gücünü gösteriyor. Çalışmalarım kamusal alanın deneyimlenmesine ve bir aradalığına dair farklı yollar öneriyor, ki bunlar var olan varsayımların ötesinde, kamusal alanda, durumlarda, mimaride müdahaleler yaratarak gündelik hayat politikalarını ifade eden yeniden kullanım önerileri sunuyor.

XOXO The Mag


Nika Ayaklanması, 2013, Kağıt üzerine pastel ve akrilik, 160 x 200 cm. Eser görseli sanatçının izniyle.

Christoph Schäfer

oyunbaz durumlar yarattık. Nihayetinde parkın düzenlenmesi bizim istediğimiz gibi gerçekleştirildi. Mayıs ayında Libya’dan kaçan bir grup göçmen Hamburg’a geldi ve şu anda 70 tanesi Park Fiction’daki kilisede kalıyor; mahalleli onları destekliyor. Bu süreçte görüyoruz ki göçmenler bizim yeniden bir topluluk gibi davranabilmemizi sağlıyor. Elbette bizim küçük parkımızla burada yaşananlar arasında bir paralellik var. Olan sadece kamusal alanın geliştirilmesi değil; aynı zamanda yeniden tanımlanması ve dönüştürülmesi. İnanıyorum ki Fulya’nın da bienalin küratörü olarak ilgilendiği bu özellikler.

13. İstanbul Bienali için yeni bir eser ürettiniz. Bize çalışmanızdan bahseder misiniz? Çalışmam İstanbul ve Hamburg sokaklarından sohbetleri, gözlemleri ve düşünceleri bir araya getiren bir dizi çizimden oluşuyor. Çizimlerim için kavramlar kadar, mekanlardaki mücadeleleri ve uygulamaları tespit eden kentsel manzaralar diyebiliriz. İlgilendiğim, Boğaziçi’ndeki parkların tarihi; 19. yüzyıla kadar şehirde diğer İslam ülkelerinden farklı, hedonizme dayalı bir park kültürü varmış. İstanbul doğumlu park tarihçisi Maurice Cerasi’ye göre hedonizme dayalı bu gündelik hayat kültürü demokratik bir fikir olarak “kamu”nun yayılmasına olanak vermeyen Osmanlı’nın otokrat siyasi yapısına bir yanıt olarak doğmuş. Yenilikçi bir yeti olarak bu hedonistik özelliklerin toplumsalar hareketler etrafındaki kentsel mücadelelerde yeniden ortaya çıktığını görüyorum. Bu, protestolara özel bir sıcaklık veriyor, kitlesel bir harekete kişisel bir öğe katıyor, standartlaşmış siyasi kamusal söylemin dışında farklı bir konuşma biçimine izin veriyor.

“Anne, ben barbar mıyım?” başlıklı 13. İstanbul Bienali kamusal alanı farklı açılardan tartışmaya açıyor. Bu bienale katılan bir sanatçı olarak, sizin kamusal alanın kullanımı ve bireyler ile sivil oluşumların kültür politikalarına katılımıyla ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum. Gezi olayları başladığında, parkımızı “Gezi Park Fiction St. Pauli” diye isimlendirmeye karar verdik. Ve hatta, Beşiktaş-St. Pauli deneme maçı yaparken stadyumda kendiliğinden oluşan bir grup parka yürüdü ve ben de Nika ayaklanmasına dair yaptığım dev bir çizimin küçük bir analizini yaptım. 6. yüzyılda İstanbul’da gerçekleşen bu ayaklanmada farklı taraftar grupları imparatora karşı savaşmak üzere birleşirler. Parklarda gördüğümüz paradigmal kaymanın aynısını stadyumlarda da görüyoruz ve bu üretim için ihtiyacımız olan araçların kontrolünü ele alırsak ve işler hale getirirsek neler yapabileceğimize dair bir fikir veriyor.

Eserlerinizin bienalin kavramsal çerçevesiyle bağlantısını nasıl görüyorsunuz? Hamburg’da St. Pauli’de 1990’ların ortasında dahil olduğum Park Fiction adlı bir proje var. O dönemde park satılıp, İstanbul’dakine benzer bir “Hayal Şehir” inşa edilmek istendi. Bizler de kolektif olarak park için paralel bir planlama başlattık; protestolardan ziyade 125


FILE

1.

2.

3.

4.

13. İstanbul Bienali’nde sergilenecek eserinizden bahseder misiniz? Bienalde gösterilecek eserim Hercai Madde’yi (Material Inconstancy), 2012 yılında Luciana Brito Galeri’deki (São Paulo, Brezilya) kişisel sergim için geliştirmiştim. Hercai Madde sunulduğu mimari ve sembolik alana doğrudan müdahale eden bir performans. Yaklaşık 200 tuğla bir devre oluşturacak şekilde sergi alanına yerleştiriliyor; daha sonra gri renkli üniformalar giyen duvar ustaları birbirlerine havadan tuğlalar atıp tutarak, mekan içindeki farklı katlara ve köprülere yayılan bir hareket başlatıyorlar. 13. İstanbul Bienali’nde Hercai Madde, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin muhteşem tarihi binasında giriş holünde ve Mimarlık Fakültesi’nin ana ortak alanlarında gerçekleştirilecek. Biçimsel ve kavramsal açıdan düşünüldüğünde binanın eşsiz mimari özellikler taşıyan iç mekandaki ortak alanları Hercai Madde eserinin gerçekleştirilmesi için mükemmel bir ortam sağlıyor. Eserlerinizin bienalin kavramsal çerçevesiyle bağlantısını nasıl görüyorsunuz? İnanıyorum ki, eserim biçimsel olarak her yapının oluşturulmasındaki temel öğelerden (tuğla ve duvar ustası) oluştuğu için İstanbul’da ve Türkiye’de güçlü bir tartışmaya neden olacak. Bu temel, fakat kültürel ve tarihsel olarak yüklü olan öğeler bir şehrin kentsel görünüşünü tanımlıyor. Aralarında mimarlar, şehir plancıları, vatandaşlar ve hükümetin olduğu bir grup, mekanın nasıl olacağına ve görüneceğine karar veriyorken, bazen bu süreçler daha çok, bazense daha az

1-4. Hercai Madde, 2012, Performans, Fotoğraf: Caio Caruso. Tüm görseller sanatçı ve Luciana Brito Galeri’nin izniyle.

Héctor Zamora

demokratik olabiliyor; ama sonuç, aynı zamanda ve mekanda ortak çıkarları izlemese de, hareket eden yoğun bir bütünlük. Eserin gerçekleşeceği fiziki bağlam (MSGSÜ Mimarlık Fakültesi) İstanbul’da yaşanmakta olan özel durumla birlikte kentsel alanda süregelen değişimlere ve kültürel-sosyal-ekonomik problemlere referans veriyor. Bugünlerde Türkiye genelinde kamusal alanın tartışılıyor olması, bir insan zinciri (takım) vasıtasıyla tuğlaların bir yerden başka bir yere taşınmasını sağlayan basit bir teknik hareketin yansımalarıyla birleşip, bu eserle birlikte bir diyalog yaratmak için harika bir çerçeve oluşturuyor. “Anne, ben barbar mıyım?” başlıklı 13. İstanbul Bienali kamusal alanı farklı açılardan tartışmaya açıyor. Bu bienale katılan bir sanatçı olarak, sizin kamusal alanın kullanımı ve bireyler ile sivil oluşumların kültür politikalarına katılımıyla ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum. Kamusal alan, gündelik hayatın bütünselliğinin daha karmaşık kolektif hareketlerle etkileştiği iç veya dış mekanlar olabilir. “Kamusal alan = kültür” formülü üzerinden bir topluluğun kültürünü anlayabilirsiniz. Kamusal alan, içeriği gereği canlıdır ve asla sabit olmayandır; sürekli hareket halinde oluşuyla toplumumuzun bir aynası olarak bizi şaşırtır. Birkaç hafta evvel Türkiye’deki protestoları gösteren bir belgesel izlerken, barikat kurmak için caddelerde birbirine tuğla veren insanların kurduğu bir zinciri gösterdiler. Bunlar ışığında özellikle şu an Türkiye’deki durumu düşününce, büyük güven duyuyorum.

XOXO The Mag


1. Manuscript 1994 (ayrıntı) 1993-94 2. Artemis I, 1995, Çelik, bez, tel, lamine foto baskı, 600 x 357.50 x 30 cm, Yerleştirme: Efes, Türkiye 3. Manuscript 1994 (ayrıntı), 1993-94, Kanson kağıt üzerine karışık gereç, 91.50 x 39.50 cm Tüm görseller sanatçı ve Galeri Zilberman’ın izniyle.

İpek Duben

2.

1.

3.

olarak MANUSCRIPT 1994, kutsallaştırılmış ve özel olanı paylaşıma açarak kamusallaştırır. Orada herkesi, kendini gözlemleyerek hak ve inançlarını yeniden düşünmeye çağırır, özel ve öznel inançların ortak bir dünyada paylaşılabilmesini umut eder.

13. İstanbul Bienali’nde sergilenecek eserinizden bahseder misiniz? MANUSCRIPT 1994, aynı yıl New York’ta yaşarken kendi kimliğim üzerine enine boyuna düşünürken ortaya çıktı. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan İstanbul’da doğmuş ve büyümüş biri olarak geleneksel değerlerle modern gerçekler arasında kendimi sıkışmış hissediyordum. Üretim süreci ilerledikçe karşıtlıkların, çıkmazların, ikilemlerin bedenimde taşıdığım kimliğimde çarpıştıklarını fark ettim. MANUSCRIPT 1994 hikayesi olmayan görsel bir kitap, benim için “mukaddes” bir metin, tamamlandığı anda otobiyografik bir kayıttır. Kelimeler ve cümleler kuran 51 adet resimli plakadan oluşur. Kimliğim üzerinde düşünürken bir şiir de yazmıştım -Osmanlı fermanlarına benzeyen rulolarda basılı sözlü bir metin; farklıyla aynı, kimlikle hiçlik, yaşamla ölüm arasındaki ayrık noktasında izleyerek ilerleyen, hiç bitmeyen bir hikaye.

“Anne, ben barbar mıyım?” başlıklı 13. İstanbul Bienali, kamusal alanı farklı açılardan tartışmaya açıyor. Bu bienale katılan bir sanatçı olarak, sizin kamusal alanın kullanımı ve bireyler ile sivil oluşumların kültür politikalarına katılımıyla ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum. Farklı niteliklerde kamusal alanlar var, mesela galeri ve müzeler kamu kullanımına açık oldukları için kamusal alandır. Bienalde kapalı mekanlar kullanıldığı halde tabii ki kamuya açıktır, özellikle giriş ücretsiz olduğu için paylaşımı daha geniş çevreleri kapsayacaktır. Müze ve galeriler daha soylulaşmış ortam görünümündeler, etki alanları daha sınırlı ve özel sermayeye bağımlılar. Sanatçılar, bu kurumları yok saymadan birey veya grup olarak halka açık, kolay erişilebilir koşullarda çalışmayı düşünebilirler. Sanat veya sanat-dışı projelere halkın dikkatini çekerek veya aktif katılımını sağlayarak onlarla diyalog kurabilirler; Duran Adam ve Sulukule Atölyesi örneklerinde olduğu gibi... Kültür politikaları geniş tabanın açmazları hesaba katılarak yapılırsa, sivil toplum kuruluşları ile birlikte belki daha kolay gerçekleştirilebilir ve sürdürülebilir. Acil olan, sanatçıların kendi aralarında ve çevreleriyle diyalog kurabilmeleri. Diyalog eksikliği hepimizi “barbar” yapıyor.

Eserlerinizin bienalin kavramsal çerçevesiyle bağlantısını nasıl görüyorsunuz? 19 yıl önce gerçekleştirdiğim işimde seküler-modern-kadın kimliğimle, doğduğum ve büyüdüğüm toplumda var olan seküler/dindar/geleneksel damarların çatışması çerçevesinde sıkışıp kalmadan kendime, tekilleşmiş/öznelleşmiş bir yaşam ve inanç alanı açmak istedim. Dini referansların içine yerleştirdiğim kimliğimin taşıyıcısı çıplak bedenim ve otoportreler geleneksel kodları yıkarak mukaddes olanla cismani olanı iç içe temsil eder. Galeri ve müze gibi kapalı bir mekanda bile, yerleştirme 127


PATRICK

gรถmlek bershka jean w collection bot bershka mendil beymen club SILVIA

gรถmlek beymen club tulum stradivarius bot stradivarius

XOXO The Mag


Bu bir ilandır.

J U S T A P E R F E C T D AY photographer murat süyür/rpresenter styling ceylan atınç hair mehmet kuzey make-up fevzi altun model patrick, silvia/option mgmt photography assistant çağdaş başar styling assistant ayşe yılmaz

129


g繹mlek bershka kravat vakko ceket vakko pantolon burberry ayakkab覺 w collection

XOXO The Mag


131


kazak beymen club kolye meral saat癟i etek v2k ayakkab覺 stradivarius

XOXO The Mag


133


XOXO The Mag


elbise max&co fular burberry bilezik meral saatรงi

135


SILVIA

ceket v2k pantolon max&co ayakkabı stradivarius PATRICK

gömlek beymen club tişört w collection pantolon vakko ayakkabı nike XOXO The Mag


137


FILE

PEEL. NEW. SKIN. hazırlayan ayşecan ipek

Daria Werbowy’nin bu kadar beyaz olduğu bir kampanya zor bulunur. Juergen Teller’ın objektifine hafif dozda asabiyet ve bolca soru işaretiyle baktığı, teninin pürüzsüz bir ışık ve çıplaklıkla göz aldığı, dudağındaki koyu renk ruj dışında başka bir makyaj malzemesi kullanmadığına bizi hemen inandırıveren o kampanyadan bahsediyorum işte. Farklı yaş, kariyer ve tarza sahip yüzlerce kadın, bir moda dergisinden aşırdığı o kampanyayı defterinin arasına koydu. Mariacarla Boscono’nun ıslak saçları ve ‘makyajsız makyajı’ ile dikkat çektiği Dior’da da benzer bir durum söz konusu: Skin is in. Cilt, başrolde. Bronzlaştırıcı pudra ve kek fondötensiz, incecik kusurlarını göstermekten çekinmeyen, doğal ve ışıl ışıl bir cilt. Kendimizi kandırmayalım. En başından beri onun peşindeyiz. Güzellik sektöründe karşımıza çıkan ‘brightening’, ‘whitening’ gibi sonu -ing ile biten tüm etiketler, bizi cildimizin en mükemmel haline bir adım uzakta olduğuna inandırmaya çalışıyor. Eğer her gün su içen, sağlıklı beslenen, zaman zaman ‘detoks’ yapan (buyrunuz bakım ürünlerinin yeni favori kelimesi), hayatının bir saatini bile kendini güneşe teslim etmeden geçirmiş bir robotsanız, o halde ya D vitamini eksikliğinden ölmek üzeresiniz ya da bahsettiğimiz o mükemmel cildin haklı sahibisiniz. Karşımda duran fotoğraflardan biri de Kate Moss’a ait.

Bundan bilmem kaç sene önce Moss, toy bir genç kadınken (Kate Moss hiç toy oldu mu ki diyebilirsiniz, en doğal hakkınız) Mario Testino tarafından fotoğraflanıyor. Elinde sigarası, kimsenin dikkatini çekmeyecek büyüklükte bir elmas yüzükçük ve pek tabii ki şampanya var. Yüzünde ise peeling maskesi. Bizi o mükemmel cilde kavuşmak üzere olduğumuza inandıran en güçlü malzeme cilt maskesi. Ritüeli, böyle bir inanış ve sabır gerektiriyor. İncecik bir kat sür, bekle. Bekle. Bekle. Bekle. Bekle. Evet, tamam. Artık ılık bir havluyla sil. Yıka. Nasıl rahat edeceksen. Sonra yaz güneşinde istemeden kavurduğun ve kuruttuğun cildini ferahlatacak bir nem terapisine geç. Serum, enzim, vitamin… Takviyede cömert davran. Son olarak bu nemi yoğun, varlığını ertesi gün de hissedeceğin bir kremle cildine hapset. Zeytinyağlı bir yemeği cildine yedirmiş ve sofradan erken kalkmış gibi görünebilirsin, dert etme. Topu topu bir gün bu halde kalacaksın. Ertesi sabah uyandığında seni neme doymuş, fazlasını atmış, gerekli malzemeleri içeri almış bir cilt bekliyor olacak. İşte şimdi Daria’ya bir selam çakabilir ve onun makyajını bire bir taklit etmek üzere masanın başına oturabilirsin.

XOXO The Mag


PEEL.

Jurlique Fruit Enzyme Exfoliator Into The Gloss’un favorilerinden biri olan bu meyve bombası, olabilecek en doğal ve katkısız alternatif. Cildi pürüzsüzleştiren ve canlandıran Fruit Enzyme Exfoliator, gücünü pek tabii ki meyve asitlerinden alıyor. Bal kabağı, armut, aksalkım ve misket limonu eşliğinde cilt sıkılığını artıran, cansız görünümü ortadan kaldıran bu peeling’i kullanırken güneşten korunmaya özellikle özen göstermeniz gerekiyor.

Vücut ve yüz peelingleri arasındaki tek fark, birini uygularken daha haşin davranma fırsatı bulmamız. İş yüzümüze geldiğinde cildi zorlayan sert pütürlerden kaçınmamız gerektiğini artık biliyor olmalıyız. Bunun yerine sahip olduğu enzim, vitamin ve özlerle cildi yenileyen ürünlere şöyle bir dönüp bakmak ve hatta daha da ileri giderek onları banyo raflarına yerleştirmek gerekiyor. Yüzünüzdeki lekeleri gidermek için heves ve heyecanla uyguladığınız peeling, ikinci seferde etki etmediğinde ondan hemen vazgeçmeyin. ‘Keep calm and peel on’ sloganınız olsun.

Elemis Lime and Ginger Salt Glow Misket limonu, zencefil ve deniz tuzuyla kukui, jojoba ve kamelya yağlarını karıştıran bu peeling, cildi sıkılaştırıyor, hücreleri yeniliyor ve harekete geçiriyor. Nem dengesini bulmasını sağlarken cildin mis gibi kokmasına da yardımcı olduğunu eklemeliyiz. Clarins Toning Body Polisher With Essential Oils Clarins’in beş yıldızlı ürünlerinden biri. Banyonuzu bir SPA’ya dönüştürme imkanı. Pürüzsüz ve parlak bir cilt için ihtiyacınız olan kavanoz. İçeriğindeki biberiye, gül ağacı, nane, fındık, karanfil yağları, şeker ve tuz kristalleri sebebiyle kendisini bir ‘gurme’ olarak da kabul edebiliriz.

Kiehl's Rare Earth Deep Pore Cleansing Masque Gücünü beyaz kilden alan Rare Earth Deep Pore Cleansing Masque’ı 10 dakika bekletmeniz yeterli. Cildi kurutmayan, derinlemesine temizleyen ve aydınlatan bu maske, cilt tipine göre bir temizleyici olarak da kullanılabilir. Amazon beyaz kili dışında yulaf ve aloe vera katkılı olduğu için hassas ciltlere de tavsiye ediliyor.

Murad Intensive-C Radiance Peel Dr. Murad’ı hayalimde turuncu bir adam olarak canlandırmamın markanın sahip olduğu iddialı C vitamini serisiyle bir ilgisi olabilir mi acaba? Glikolik asit, cildi nazikçe soyuyor. Böylelikle hasarlı bölgelerden ve koyu lekelerden sizi kurtarıyor. C vitamini ve Hint inciri cildi koruyarak aydınlatırken, Mersin ağacı ekstresi kolajen üretimini hızlandırıyor.

Dermalogica Sebum Clearing Masque Kate Moss’un yüzündeki maskenin bu olduğunu sanmıyorum. Ama eğer ki karma ve yağlı arasında gidip gelen bir cilde sahipseniz ve siyah noktalardan şikayetçiyseniz, yüzdeki aşırı yağı emen, sivilce oluşumunu engelleyen bu maske sizin için yaratılmış. Bentonit ve Kaolin killeri yağı emiyor, tarçın kabuğu bakterileri uzaklaştırıyor, yulaf ve meyan kökü sivilcelerin yarattığı kızarıklığı ve yanma hissini engelliyor.

Do It Yourself Mutfak aletleri ve güzellik ürünlerini birbiriyle karıştırmak konusunda neler düşünüyorsunuz bilemiyorum. Ancak eğer elinizde erken hasat, kaliteli bir zeytinyağı, biraz deniz tuzu ve esmer şeker bulunuyorsa, istediğiniz öz yağları da ekleyerek (biberiye ve kekiğin güçlü selülit savaşçıları olduğu biliniyor) telif hakkı kendinize ait bir vücut peeling’i yaratabilirsiniz.

139


FILE

HYDRATE AND PROTECT. Sıra cildi nemlendirmeye geliyor. Estetik cerrahların ve ünlü dermatologların “her nemlendirici hemen hemen aynı işi görür, belli maddelerin içeride belli maddelerin ise dışarıda durduğundan emin olmanız yeterli” demesine rağmen, bugüne kadar nemlendiricilerle olan ilişkilerimde hep farklı sonuçlar aldım. Cildi ihtiyacı olduğu kadar nemlendirmek, onu boğmamak çok önemli. Bu yüzden siz de herkesten önce kendi cildinizi dinleyin.

La Mer Moisturizing Cream Her şey onunla başlamadı mı? Denizden gelen mucizelere bir yenisini ekleyen La Mer, orijinal kreminin farklı versiyonlarını da piyasaya sürdü. Kimilerine fazla yoğun gelen Ultrarich Cream, doğru ve dozunda kullanıldığında diğer tüm rakiplerini geride bırakıyor. La Mer tarafından yaratılan Miracle Broth™, hassasiyeti engelliyor, ışıltı ve nemi cilde geri kazandırıyor. Bu lüks kremi uygulamadan önce parmaklarınızın arasında ısıttığınızdan ve incelttiğinizden emin olun.

Caudalíe Beauty Elixir Macaristan Kraliçesi Isabella ile paylaşamadığımız tek ürün bu olsa gerek. Majestelerinin gençlik iksirinden ilham alınarak formüle edilen Beauty Elixir, çantadan çıkarılmaması gereken çok amaçlı bir ürün. Makyaj sabitleyici, ışıltı verici, gözenekleri sıkılaştırıcı, yumuşatıcı, yenileyici ve tonik özelliği olan tek kişilik bir orkestra. Cildinizin kuruduğunu ve cansızlaştığını hissettiğiniz an gözlerinizi kapatın ve birkaç fıs sıkın.

Shu Uemura Depsea Hydrability Alnight Quench SOS Moisture Gece ritüellerine düşkünseniz sizi böyle alalım. Cildin susuzluğunu gece boyunca dindiren bu nem terapisi, Shu Uemura’nın da aynı Clinique gibi günümüz kadınlarına dikkatlice bakmasıyla hayata geçmiş: “Sinyaller her yerdeydi, kuruluk, cansızlık ve cilt tabakasında sertleşme.” Cildin mikro dokusunu yeniden yapılandıran bu su maskesi, nemlendirici aktif maddeleri ve besleyicileri cildin en alt tabakasına hapsetmeyi hedefliyor. ‘Ertesi sabah’ sendromuna oldukça pozitif, bambaşka bir anlam kazandıran bu ürün, yurt dışından acilen sipariş etmeniz gereken, değerli bir parça.

Bioastin Hawaiian Astaxanthin Bioastin, mükemmel bir cilt bakımı seansı için mutlaka ziyaret etmeniz gereken Kundo’nun kurucularından Alev Özderici sayesinde haberdar olduğum bir doğa mucizesi. Somon balığına rengini veren bu madde, antioksidan açısından çok zengin. İyi bir nemlendirici maskenin içine karıştıracağınız bir kapsül, ciltte anında sonuç veriyor. Yalnızca cildinizin değil vücudunuzun da anti-aging takviyesine ihtiyacı olduğunu düşünüyorsanız bu mucizeyi beslenme düzeninize eklemekten çekinmeyin.

Clinique Dramatically Different Moisturizing Lotion+ Clinique, kült nemlendiricisi DDML’i yeniledi. Yenilenen formül, cildin nem bariyerini 8 haftada %54’e varan oranda güçlendiriyor. Söz konusu Clinique olduğunda kendimizi araştırmalardan, rakamlardan ve oranlardan bahsederken buluyoruz. Günümüzde cildin eskiye oranla daha fazla yardıma ihtiyaç duyduğunu düşünen marka, zayıflamış cilt bariyeriyle bugünün şartlarında savaşmak gerektiğine karar vermiş. Tanıdığımız ve çok sevdiğimiz doku, koku ve renk değişmemiş. Reçeteye Hiyalüronik asit, gliserin ve üre katılmış. “Dünyanın en iyi nemlendiricisini kullanıyor olabilirsiniz, ancak cildinizin nem bariyeri güçlü değilse, nem buharlaşır.” Clinique’e kulak verin.

Darphin Eye Sorbet Mask Göz çevresi, nem açısından en cömert olmamız gereken, buna rağmen yüzümüzdeki en ince ve hassas bölge olduğunu hesaba katarak dikkatle yaklaşmamız gereken bir sorunsal. Yaşın ilerlediğini bize ilk hissettiren, sonraki yıllarda canlılığını korumak, minik çizgileri ondan uzak tutmak için çırpındığımız bölge. Yani yardıma ihtiyacımız var. Yani doğal, dermo-kozmetik, cilt dokusunu zedelemeyecek, fazla yağ birikimi yapmayacak bir ürün arıyoruz. Darphin Eye Sorbet Mask’in içeriğindeki Çin Pachyme mantarı özü ve yeşil çay, göz altındaki şişkinliği azaltıyor. Salatalık, potasyum ve C vitamini ile göz çevresini nemlendiriyor. Kavun çekirdeği yağı, cildi yeniliyor. Aminoasit yönünden zengin Micropatch™ uzun dönemli nem sağlıyor. İnce bir tabakayı haftada iki veya üç defa göz çevresine yaymak ve sonra durulamak yeterli. XOXO The Mag


DETAILS.

M.A.C Indulge Lipstick Just A Bite Daria’nın kırmızısı Riri Woo da olabilir. İş kırmızı ruja geldiğinde sıcak ve soğuk olarak iki kategoriye ayırmak ve cilt rengine göre size ait olan ısıyı bulmak gerekiyor. Just A Bite, soğuk ve etkili bir kırmızı. Kendinize ait bir kırmızı yaratmak da akıllıca bir seçim olabilir. Biraz Just A Bite, biraz Riri Woo… Bir araya geldiğinde şaşırtıcı bir sonuç verebilir. Cildinizde başka bir makyaj malzemesi bulunmadığından aşırı mat bir görünümden kaçının. Yarı mat yapıyı tercih edin.

Nem terapisinin ardından bir süre beklemeye çekiliyorsunuz. Bir gece kadar cildinize tüm bu bakımı emmesi, olanı biteni algılaması için müsaade ettikten sonra ertesi sabah, tekrar ayna karşısındasınız. Ve oyun devam ediyor. Nuxe Brightening Program Daily UV Protector SPF 30 PA+++ Tüm cilt tipleri için uygun olan bu koruyucu bakım kremi, markanın Brightening serisinin bir parçası. UVA, UVB ve hücresel korumayla antioksidasyon etkisi sağlayan bu krem, cilde ihtiyacı olan nemi kazandırırken, kolay sürülen, ince yapısı ile ağırlık yapmıyor. Yaz aylarında olduğu gibi sonbahar ve kış aylarında da güneşten korunmaya özen göstermeliyiz. Sizi Daria Werbowy’nin güzel cildine bir bakış daha attıktan sonra kreminizi sürmeye davet ediyorum. Makyaj, bir sonraki adım.

Elizabeth Arden 8 Hour Cream Skin Protectant Fragrance Free Makyaj gurularının modellerin cildini nemli göstermek için tüm yüze uyguladığı bu balsamı, siz sadece göz kapaklarının üzerine ve dudaklarınıza uygulayın. Göz kapaklarında belli belirsiz bir parlaklık yaratmış olacaksınız. Eğer dudağınız kuru ve pütür pütür ise 8 Hour Cream’i sürdükten sonra yumuşak bir diş fırçasıyla hafifçe fırçalayın. 8 Hour Cream’in kendinden çok memnun olup kokusuna bir türlü alışamayanlar da bir rahat nefes alabilir. Marka, kokusuz versiyonu piyasaya sürdü.

Bobbi Brown Retouching Powder Eğer cildinizin performansından memnunsanız, doğal dokuyu korumak ama şöyle bir cila geçmek istiyorsanız bir BB krem ya da renkli nemlendirici yerine bu pudrayı uygulayabilirsiniz. Bobbi Brown’un, parlamalara karşı rötuş malzemesi olarak yarattığı Retouching Powder, tüm yüze incecik uygulandığında her şeyi yerli yerine oturtuyor ve size üzerinde oynayabileceğiniz güzel bir baz sunuyor. Altı farklı renkteki pudranın cilde canlılık ve ışık kazandıran rengi Peach’in yanı sıra, içinizdeki geyşayı tatmin etmek için White’ı da deneyebilirsiniz.

Tom Ford Ombré Eye Color Trio Pussycat Gözler olabildiğince çıplak ve savunmasız kalmalı. Ancak iş ‘nötr’ tonlara geldiğinde, farı göz kapağını renklendirecek bir araç olmaktan çıkarıp bakışlarınızı derinleştirecek gölge oyunları yapan bir detaya dönüştürebiliyorsunuz. Tom Ford, çıplak gibi görünen ama asla çıplak olmayan gözlerden iyi anlıyor. Bu sezonun en güzel trio'su huzurlarınızda.

Chanel Le Crayon Khôl 69 Clair Gözü büyük göstermek için göz içine çekilen buz beyazı kalem, artık kötü müzik video’larında kaldı. Keskin beyaz yerine, bej, gümüş ya da pudra rengi gibi daha yumuşak bir seçim yapmalısınız. Chanel’in piyasadan kaldırmaması için dua ettiğim bu kalemi, tam doğru etkiyi yaratıyor. Onu yalnızca gözlerinizde kullanmayın. Dudak çizgisinin etrafını bu açık renkle geçtikten sonra hafifçe cildinize yedirin. Dudak çevresinde ortaya çıkan aydınlık, gülümsemenize sebep olacak. 141


FILE

Dünyanın ilk lüks tüketim mallarından birini, Theobroma Cacao'yu (namıdiğer tanrıların yiyeceğini) irdeliyoruz. Kısa bir araştırma yapıp, siparişlerimizi geçiyoruz. Bu işi bilene sormak yerine, amatör bir ruhla kendi listemizi takip ediyoruz. Otoritelere saygıda kusur etmeden, mütevazılığımıza sığınıyoruz. Kriterimiz belli: İyi malzemeyle, etik değerlere saygıyla üretimle, ilginç paketlemeyle, farklı bileşenlerle zamansız olabilme yeteneğiyle şanını yürütenler. Sipariş edip ulaşabildiklerimiz önümüzde, nasıl elimize geçirebileceğimizi bulamadıklarımız arkamızda. Aklımızsa bu listenin çok daha uzununu hazırlayabilen kitaplarda. Sebebiniz olalım, sizi çikolataya dair bu küçük mutfağa alalım, biraz da eğlenelim. illüstrasyonlar melahat çakır & didem özsoy

TEUSCHER Listemiz Fransızlar ve Amerikalılarla dolup taşıyor olabilir ama turistik gezi yapmayı ihmal etmeyip, global ve lokal bolca çikolata markası yaratan İsviçre'ye yöneliyoruz. Ve tabii, "gelirken bana trüf alır mısın şehri" Zürih'ten 1932’de kurulan Teuscher'i masanın üstüne koyuyoruz. Bir saniye, trüf almış olabiliriz ama markanın ürün skalası o kadar geniş ki içimizdeki şüpheye sus diyemiyoruz. Malumunuz, işin ustaları genelde büyümeyi tercih ettiğinde, neo-liberal baskı sonucu kaliteden ödün verir duruma geliyorlar. Ama sonra, önyargılı olmanın gereksizliği damağımızda eriyor. Çocukluğumuza döner gibi oluyoruz ama o kadar da değil... Biz trüf dışında bir şey denemedik ama siz biliyorsanız çevrenizdekilere anlatın, zira Teuscher’in sunduğu diğer nimetler şöyle: Renkli hediyelik kutularda, farklı çeşitlerde ve aromalarda çikolatalar, bisküviler, marzipanlar ve pralinler... Paranıza kıyın.

SCHARFFEN BERGER CHOCOLATE MAKER Bu çikolatacımız için giriş bulamayıp, Wikipedia'dan "esinleniyoruz". Scharffen Berger Chocolate Maker, son 50 yılda ABD'den çıkan ilk ‘bean-to-bar’ çikolata üreticisinden; yani kakao çekirdeklerinin toplanmasından başlayarak, çikolata yapımı esnasında her aşamanın özenle kontrol edildiği ilk Amerikan çikolata firması. Kakao-yoğun kahveli olandan ziyade bizi daha çok süt içeren ürünleri memnun etti. Favorimiz ise deniz tuzuyla kavrulmuş bademli olanı.

MABEL Topraklarımıza geldik, kimsenin hakkını yemeden torpil geçiyoruz. Tablet çikolatalar, madlenler, batonlar, drajeler, napolitenler, dökme çikolatalar ve çok daha fazlası ile 400’ün üzerinde ürün, sentetiklerden tamamen kaçındığı formülleriyle hayat buluyor ve Mabel etiketiyle bize sunuluyor. Kült bir markadan bahsettiğimizin, ve birçoğunuz için sakızdan ötesi olmadığının farkındayız. O yüzden ciddiyetimizi koltuk altımıza alıp, çocukluk anılarımıza yollanıyoruz. Ayrıca, Mabel'in fiyat-kalite paritesinin önünde de saygıyla eğiliyoruz.


THE MAST BROTHERS Küçük bir Anadolu kasabası olan Williamsburg'da üretim yapmaya başlayan The Mast Brothers, tipleri itibarıyla size Amişler'i andırıyor olabilirler (kaynak: Vimeo). Ama çikolata üretmek teknolojiden sakınabileceğiniz bir durum olmadığı için ancak andırma seviyesinde kalıyorlar, bir nevi hipster'lar dersek laf gediğine oturabilir. Neyse, listemizdeki bir başka eski teknikle üretim yapan, malzemelerini organik üreticiden sağlayan, imaja ve iletişime önem veren markayla karşı karşıyasınız. Ve inanın, çikolatalarındaki tat zenginliği size "bunun için çok daha fazlasını bile ödeyebilirdim" dedirtecek. Biz ilginç bir tat bulmak adına şili biberli çikolatadan denedik, belki de diğerleri daha iyidir. Ama iyi olan her şey gibi The Mast Brothers'a da buralardan ulaşmak pek kolay olmadı. Siz de niyet ederseniz, alışveriş yapabilmek için birkaç site gezmeniz gerekecek. Ya da yolunuz Brooklyn'e düşerse/düştüğünde dükkanlarında arzıendam edeceksiniz. Hayat bu; çikolata gibi tatlı ve acı sürprizlerle dolu.

WILLIAM CURLEY Koca bir koltuğa kıvrılıp elinde hayli cömert bir kutu çikolata ile serotonin desteğini ağızdan alıp, izlediği romantik komedi ile tüm üzüntüsünü gözyaşları suretinde evrene teslim eden, sevgilisinden taze ayrılmış kızı orta sınıf Hollywood filmlerinden tanırsınız. Hayır, elindeki çikolataya değil, televizyondaki romantik komediye çeviriyoruz dikkatimizi, çünkü William Curley'nin hikayesi de beyazperdede dönenlerinden pek farklı değil. En azından bizim öğrenebildiğimiz kadarıyla. Ünlü mutfaklardan geçen pastacılık yolculuğunda gerçek aşkını bulup evlenip üzerine bir de kariyer bombasını patlatıyor William. Klişelerle başladığımız yazıya bir klişe daha ekleyip bestseller'larına uzatıyoruz elimizi ve Sea Salt Caramel'lerine ulaşıyoruz. Damak tadımız da kafamız da biraz karışık... İyi anlamda.

MAROU Kahramanlarımız, iki kadim dost finansçı Samuel Maruta ve reklamcı Vincent Mourou. Tüm o benzer hikayelerdeki gibi işi gücü bırakıp Vietnam’da kurdukları Marou ile Vietnam geleneğinden feyz alıp, tamamen yerel malzemelerle eski usul kalıp çikolatalar üretiyorlar ve yine el emeği ile paketliyorlar. Önemli bir detay da, sadece ve sadece bitter çikolata üretiyor olmaları. Çünkü onlara göre farklı aromaları en iyi şekilde vurgulamak istiyorsanız bitter çikolatadan asla şaşmamalısınız.

MICHEL CLUIZEL Michel Cluziel, aileden şanslı olanlardan... Pasta işinde olan, tatlı skalasındaki bir çok ürünü doğuştan önünüze sunan anne ve babanız varsa, sonunuzun çikolata işi olması pek de garip değildir. Neyse, sonunda kendi markanızı kurup, adınızı da altın harflerle paketin üzerine yazmanız da işten değildir. Tamamen artizanal tekniklerle olmasa da, soya lesitini ve bitkisel yağları kullanmaktan imtina edip işlenmemiş esmer şekeri iyi kakaoyla birleştirirseniz de 1948'de başlattığınız işletme başarıyla yoluna devam eder. Michel Cluziel, listemizde pahası az, değeri yüksekler sınıfından, tadı ise, nasıl desek; damağınızı şenlendiriyor.


FILE

VALRHONA Listemize daha çikolataları araştırmaya başlamadan giren birkaç nadir markadan biriyle karşı karşıyayız. Zira, Valrhona almak da bize eskilerden yadigar. 1922’de, Lyon yakınlarında küçük bir kasabadan yola çıkıp, bize kadar ulaşmaları da tesadüf değil. Tüm duyularınızı harekete geçirebilme iddiasından ödün vermeden, bugün hala 70 senelik makinelerle çalışarak lezzet sırrını koruyan ve çikolata ve kakao otoriteleri tarafından "dünyanın en değerli mücevherlerinden biri" olarak tanımlanan bir markadan bahsediyoruz. Sadece son tüketici olarak değil, aynı zamanda profesyonel olarak da opsiyonları deneyebilirsiniz -ki bunu söylememize bile gerek yok zira efsaneyi sektörün içinde olan herkesin bildiğini tahmin ediyoruz. Bunca yıllık tüketim sonunda bizim favorilerimiz belli: Tropilya ve Caramelia. Türkiye'de satıldığını söyleyip bu faslı kapatalım, siz de sonrasında kendi favorilerinizi yaratın.

RICHART Richart, adıyla sarih, çikolataya sanatı ekleyen ve tadın yanında estetik kaygıyla da üretim yapanlardan; listemizdeki bir diğer isim Patrick Roger'le amaçları benzeşse de birbirlerinden gayet farklı olduğunu söyleyelim. Yine tabii, "haute couture" çikolata anlayışı bizi testimize 1-0 galip başlatsa da test maçı teslimiyetimizle sonuçlandı. Dış görünüme önem verip, çikolataya servet harcamaktan çekinmiyorsanız hayal kırıklığına uğramayacaksınız. Chat with a live Richart Advisor, now!

PATRICK ROGER Burada es verelim, Patrick Roger sizde ünlü korku filmi karakteri Willy Wonka’yı andırıyor olabilir. Zira bir insan kendisine çikolata üreticisi değil de çikolata sanatçısı diyorsa bir adım geri atabilirsiniz. Malum, yiyeceklerle oynayanları pek sevdiğimiz söylenemez. Ama bu örnekte, sizi bir Cenap Şahabettin sözünü deforme ederek rahatlatmak isteriz. "Çikolata olsun, kitap olsun, cildine aldanma, münderecatına bak". Yani, bu müstesna üreticinin çikolatalarını yalnızca biçimleriyle değil, içerdiği malzemelerin titizlikle seçilmiş olmalarıyla da değerlendirin: Korsika’dan portakallar, Vanuatu ve Ekvator’dan kakao çekirdekleri derken, en iyi malzeme için tüm dünyayı turlayan bir Patrick Roger'e herkesin evinde yer olmalı. Sipariş edin, sanata ve çikolataya aynı anda destek verin.

PIERRE HERMÉ İsmine aşina olduklarınızdan Pierre Hermé çok değil henüz birkaç ay önce, senenin başlarında Comité Colbert vasıtasıyla İstanbul’daydı. Makaronlarını deneme fırsatı bulamadıysanız şimdi kakao çekirdeği üzerine kurguladığı üretimlerini okuyabilirsiniz. Geniş ürün gamından vanilyalı ‘galets’leri, Venezüella’dan gelen kakao çekirdekleriyle hazırladığı ganaja eklenen badem, karamel, tuz ve biberle Exubérante’ı aklınızın bir köşesinde özellikle tutunuz. Olası çikolata yapımı girişimleriniz içinse Hermé’nin seçkisinden bir kitabı kütüphanenizde bulundurmanızda fayda var.


JEAN PAUL HÉVIN ‘Cennette olmak’ tabiri her bünyede farklı koşullarda gerçekleşirken bu sayfalarda sade ve sadece kakao çekirdeğinin alabileceği farklı kimyasal tepkimelerle ölçülür. Jean Paul Hévin’in çikolata dükkanı da cennetin 7. katında çatı dubleksini kapmış. Giriş katından bir çikolatalı tart ya da Macaron L’ancienne alıp üst kata çıkın ve kafesinde kendinizi biraz daha şımartın, tabii yer bulabilirseniz... Paket yaptırmak da her zaman seçenekleriniz arasında. Ah bu arada, deneyselliğe bizim kadar açıksanız, istiridyenin de kullanılan malzemeler arasında olduğu bir sıcak çikolata almadan dükkanı terk etmeyin.

SELAMLIQUE Kabul, Selamlıque adını duyduğunuzda aklınıza ilk gelen kelime çikolata değil, bizim de... Hatta bu satırları yazmaktayken cömert miktarlarda lokumu yemekten de çekinmedik. Konumuza dönelim. Türk kahvesi geleneğine bağlı olarak yola çıkan, zaman ilerledikçe bünyesine farklı kahve çekirdeklerini de dahil eden Selamlıque, konu ağız tatlandırmak olunca çikolatayı da çemberin dışında bırakmıyor. Kahvelerinde aroma olarak kullandıklarını bir kenara bırakıyor, isteğinize göre gül, portakal, mastik, tarçın, yabanmersini, lavanta ve bergamot’la tatlandırılan krokanlı çikolataları bir adım öne davet ediyoruz. Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı varsa Selamlıque çikolatalarının hatır-zaman grafiğini sizin matematiğinize emanet ediyoruz.

PIERRE MARCOLINI Ludwig Mies Van Der Rohe’un da yüksek müsaadesiyle ‘less is more’ deyimini bu kez Pierre Marcolini ile bağdaştıracağız. Zira Belçika’daki atölyesinde mükemmelin keşfini yaparken sadeliği elden bırakmayıp yemek sanatını kendi sınırları içerisinde icra ediyor çikolata ustası. Listenin geri kalanı gibi ham madde konusunda da titizliği elden bırakmıyor. Öyle ki hasat zamanında, Ghana’da, Meksika’da ya da Venezüella’da kakao yetiştiren küçük bir plantasyonda yaprakların arasından çıkıvermesi kuvvetle muhtemel. Yemeden önce koklayıp beyin sinyalleriyle midenizi uyarmanız gerekliliğini, söz konusu Marcolini olunca bir kez daha vurguluyoruz. Evet, aldığınız koku paçuli, meşe ve sandal ağacından başkası değil...

CHARBONNEL ET WALKER Reverans yapmayı biliyorsanız şimdi tam zamanı. Ekselansları II. Elizabeth’in onayından geçmiş Charbonnel et Walker için eğilebilirsiniz. Bilmiyorsanız birkaç Youtube videosu sonrasında şövalye kıvamına gelebilirsiniz. Hazır videolara dalmışken de 1875’te kurulan markanın sanal mecralarda nasıl kullanıldığına bakabilirsiniz. (Charbonnel et Walker ile nasıl sıcak çikolata yapılacağından pahalı çikolatasıyla hava atanına kadar hayli geniş bir skala mevcut.) Pek çekici bir öneri gibi gelmediyse Londra’ya gidip dükkanlarını ziyaret etmek de her zaman seçenekleriniz arasında. Olur da giderseniz biz bir kutu daha Pink Marc de Champagne Truffles’a hayır demeyiz. Bu arada sizin de aklınıza Royal Baby’nin shower’ında ikram edilen çikolataların markası takıldı mı?


BRIEFS

THE TONGUE IS BACK! Arne Jacobsen tarafından 1955'te tasarlanan efsane Tongue sandalye yeniden satışa çıkıyor. Klasikleşen bu Danimarkalı tasarım kayıplara karışmıştı, ta ki kökleri 1920'lere dayanan mobilya markası Howe onu özleyene kadar. Howe tarafından tekrar üretilen Tongue'ın yeniden doğuşunda görünümü orijinaliyle aynı; sadece sağlamlığını artırabilmek adına üretim tekniğinde farklılıklar var. Jacobsen'in bir diğer ikonik tasarımı Ant, geçtiğimiz sene Paul Smith, Quentin Blake, Tracey Emin ve Sarah Burton gibi isimler tarafından yeniden yaratılmıştı. Bu sene de karşımızda Tongue duruyor.

CIAO ANTONIO M.A.C'in geçmiş zaman ikonlarına ya da Lady Gaga/Rihanna gibi modern bukalemunlara saygı duruşuna geçmesi her zaman içimizi titretiyor. Ne de olsa bu hareket makyaj çantamıza düşecek bomba gibi ürünler demek! Havada dönen disko topları geçmişe ait gibi görünse de markanın moda illüstratörü Antonio López'den ilham alan son kapsül koleksiyonu modern ve cesur bir makyajın sinyallerini veriyor. "Antonio's Girls" olarak tanınan ikonik modeller Marisa Berenson, Jerry Hall ve Pat Cleveland, objektife gülümserken Lopez'in efsanevi çizimleri bundan böyle far, pudra ve ruj paletlerinde yaşayacak.

REPAIR YOUR DNA 1905'te İsviçre'de bir klinik olarak faaliyete geçen ve hazırladığı sağlık kürleriyle dünya çapında adından sıklıkla söz ettiren Valmont, tüm cilt tiplerinin kullanabildiği, güneşin ve dış etkenlerin ciltte yarattığı hasarı onaran, E vitamini ve biyopeptitler sayesinde antioksidan etkisi gösteren ve elastikiyeti artıran bir serumla karşılıyor sonbaharı. Cildin her tabakasına ulaşıp susuz kalan cildi nemlendiren DNA Repair Serum, cilt bakımı ürünü olarak kullanıldığında harikalar yaratıyor. Bir baz olarak kullanıldığında ise modellerin nemle parıldayan, sağlık fışkırtılı makyajına kavuşmamızı sağlıyor.

TEMİZ İŞ Puma by Alexander McQueen'in Street Climb Mid III isimli tasarımında beyaz spor ayakkabılarının güzelliği ispatlanıyor. Önceki iş birliklerinden sonra McQueen ve Puma taze bir başlangıç yapıyor. Beyaz deri de bu başlangıç için en ideal karakter. İkilinin en sevilen tasarımlarından biri olan bu minimal ayaklara ve daha birçoğuna Feature Sneaker Boutique'in internet sitesinden ulaşabilirsiniz.

XOXO The Mag


MODALI SANAT Sürekli kulağımıza gelen "Moda sanat mıdır?" sorusunda bir aşama daha kaydedildi. Chapman Brothers, Louis Vuitton'la birlikte Sonbahar-Kış 2013 sezonu adına aksesuarlardan oluşan bir kapsül koleksiyon hazırladı. Koleksiyondaki tasarımların üzerinde Jake ve Dinos Chapman'in çizimleri yer alıyor. Dünya genelinde satışa çıkan tasarımların yanında, sadece Japonya'ya özel hazırlanan bir sanat eseri de var. Louis Vuitton, geçtiğimiz sezon parlayan Barok modasına, Rönesans motifleri ve Chapman sanatı eşliğinde bu özel tasarımla yanıt veriyor.

ŞAPKASIZ ÇIKMAM

SMOKY EXTRAVAGANT

2012'de Metropolitan Museum of Art Costume Institute'tan Aksesuar Tasarım Ödülü'nü alan H E I D I L E E, moda dünyasında son zamanlarda öldüğü iddia edilen avangart şapkaları yeniden canlandırıyor. Aynı zamanda sanatçı olan şapka tasarımcısı, New York City'de yaşıyor. Bu zamana kadar Vogue, V, W, Elle, NYT, Bullett, Paper gibi pek çok ünlü yayında yer alan H E I D I L E E, geçen Ağustos ayında da Dazed & Confused'un kapağında kullanılan şapka tasarımıyla gündemdeydi.

"İster sahnede ister hayatta olsun, gözleriniz duygularınızın aynasıdır." Make Up For Ever'ın kurucusu Dany Sanz, bu söylediğine gerçekten de inanıyor olmalı. Delici bakışları, toplanmayan, kurumayan, ayrık ve XL boyutlarda kirpiklerle taçlandıran marka, zengin ve koyu gölgeli bu maskarasıyla 'kat kat' sürümü kolaylaştırıyor. Konik şeklindeki fırçasıyla en minik ve ince kirpiklere bile dokunan Smoky Extravagant, hızlı ve etkili çalışmak zorunda kalan profesyoneller ve maskarada sanat arayan biz dünyalılar için yaratılmış.

MUDO MANİPÜLASYONDA Mudo, Sonbahar-Kış 2013 sezonunda alışılmışın dışına çıkarak klasik silüetlere farklı bir yön veriyor. Kısacası alışverişte eski filmlerin romantizmine doğru yolculuğa çıkarıyor. Kareli kaban ve siyah portföy de koleksiyonda bu doğrultuda atılan en kuvvetli adımlardan.

147

REKLAMDAN ÇALMAK Levi's Made & Crafted ve The Thing Quarterly, yepyeni bir yaşam projesine imza atıyor. Bunun adına yaşam projesi dedik çünkü proje kapsamında tek bir araç kullanılmıyor; online videolar, yazılar, resimler, animasyonlar ve fotoğraflar hep birlikte 'Moment to Moment' temasını yansıtmaya çalışıyor. Dan Graham, 1960'larda Harper's Bazaar ve Arts Magazine gibi mecralardan sanat çalışmalarını yayınlamak üzere reklam sayfası satın almıştı. Moment to Moment projesinin ilham kaynağı da Graham'ın bu fikri. Seçilen bazı çalışmalar otobüslerin üzerlerini ve reklam panolarını kaplayacak. Hatta bazıları Graham'ın yaptığı gibi dergilere sızacak. (Tahmininiz doğru, projenin ismi Stéphane Mallarmé'nin kitabından geliyor.)


BRIEFS

KAÇINILMAZ PIRELLI SÜRECİNE GİRDİK Pirelli Takvimi'nin yayınlanacağı yıl sonuna aylar kala, ilk kareler ortaya çıktı. Bu yıl 50. yılını kutlayan Pirelli Takvimi, yıl dönümü şerefine büyük moda fotoğrafçıları Peter Lindbergh ve Patrick Demarchelier'nin çektiği fotoğrafları kapsayacak. Şimdi elimizde olan karelerde ise 1990'da Lindbergh'in çektiği Vogue kapağını anımsadık. Diğer fotoğrafların da sonbaharda yayınlanacağı söyleniyor.

PUNK'IN KAOS HABERLERİ BİTMİYOR Esasen fotoğrafçı olan ama aynı zamanda moda ve sanat alanıyla da ilgilenen Miguel Villalobos, Metropolitan Museum of Art'ın PUNK: Chaos to Couture sergisi için 10 tane illüstrasyon hazırladı. Çizimler, Chaos to Couture'ün poster, tişört ve kartpostallarının üzerinde yer alıyor. Villalobos'un fotoğrafları daha önce Purple, V, V Man gibi mecralarda yayınlanmıştı. Ayrıca 2009'da Michael Jackson'ın This Is It ve Lady Gaga'nın Monster Ball turnelerindeki kıyafet tasarımında da Villalobos ismi yer alıyor.

MUNSOO RADARI Munsoo Kwon, İlkbahar-Yaz 2014 için hazırladığı koleksiyon olan Kidult'la birlikte, kariyerine dördüncü koleksiyonunu ekledi. Daha önce Helmut Lang, Thom Browne ve Robert Geller gibi tasarımcıların yanında çalışan Kwon da tasarımlarında ayrıntıya ve dikime çok önem veriyor. Gözünüz Munsoo'da olsun. MR. FORD AND SHE WOLF Tom Ford'un en kışkırtıcı ve seksi makyaj koleksiyonlarına imza attığını biliyoruz, fark etmemiz gereken asıl nokta ise bir TF ürünü satın aldığımızda makyaj çantamızın içine zamansız bir klasik attığımız. Tıpkı modada olduğu gibi Mr. Ford, kadın yüzünün de olabilecek en alımlı ve iddialı hale gelmesini arzuluyor. Belki de bu yüzden koleksiyonları doğal bir renk paletinin en gösterişli ve lüks seçeneklerini sunuyor bizlere. Bu sezon da kural değişmiyor. Sınırlı sayıda üretilen ve yalnızca Harvey Nichols mağazalarında satışa sunulan koleksiyon, Ombré Eye Color Trio üç farklı griden oluşan She Wolf ve üç farklı pembeden oluşan In The Pink ile iyi ve kötünün savaşını sergiliyor. Eye Defining Pen, bize göre koleksiyonun yıldız ürünü. Çift taraflı bu kalem, karbon siyahı eyeliner ve iki farklı incelikteki fırçası ile hatasız bir çizgi çekiyor. Eye Primer, krem ve pudranın birleşimiyle göz makyajını kalıcı hale getiriyor, göz çevresine bakım yaparak aydınlık kazandırıyor. Ultra Length Mascara, kirpikleri besleyen vitamin kompleksiyle. makyaj sonrasında da kalıcı bir uzunluk vadediyor. Dört yeni ruj ve iki yeni oje, koleksiyonu tamamlıyor.

XOXO The Mag


YARATICILIK KANUNLARI

XOXO ID MAROU FAISEURS DE CHOCOLAT Çikolata Yapımcıları Bitter mi sütlü çikolata mı? Marou’da sadece bitter çikolata yapıyoruz, çünkü sadece kendi sevdiğimiz çikolata tipini üretme lüksüne sahibiz. Herkesten önce kendimizi memnun etmeye çalışıyoruz. Bizce bitter çikolata gizli tatların ve aromaların altını çizmenin en iyi yolu. Marou’nun felsefesi ne? Aslında oldukça basit: Yerel bahçelerden en iyi kakao tohumlarını buluyoruz, olabilecek en az müdahale ile değişik aromalar üreterek en kaliteli çikolatayı yapmaya çalışıyoruz. Çikolatalarımızda iki ana malzeme var; kakao ve şeker kamışı. Her gün çikolata yer misiniz ? Evet, elbette. Marou sayesinde her gün çikolata yemek için bir nedenimiz var. Sadece kalıp çikolata yapıyorsunuz, farklı tipte çikolata üretmeyi düşündünüz mü? Her türlü çikolata yapabiliriz fakat biz yeni bir şirketiz; kurulalı yalnızca 18 ay oldu. Ayrıca her şeyi basit tutmayı tercih ediyoruz, böylece ürünlerimizde

Percy Lau Collection

Nelly Hoffmann Collection

Melissanthi Spei Collection

Lili Colley Collection

Annelie Gross Collection

International Talent Support, moda, aksesuar ve mücevher tasarımında dünyanın dört bir yanında destek bekleyen ve ismini duyurmaya çalışan genç yetenekleri öne çıkarabilmeyi amaçlayan bir başka kuruluş. Swarovski de organizasyonu destekleyen ünlü markalardan. 2013 yazında bu yarışma sayesinde parlayan yeni tasarımcılar arasında Nelly Hoffmann, Cat Potter, Percy Lau, Melissanthi Spei, Lili Colley, Hanchul Lee ve Annelie Gross dikkat çekiyor.

mükemmeliyeti garantiliyoruz. Az ama öz. Çikolatalarınızı sadece restoranlara, otellere ve dükkanlara satıyorsunuz, kendi mağazanızı açmayı ne zaman düşünüyorsunuz? Bu öncelikli planlarımızın arasında değil aslında. Onun yerine zamanımızı kaliteye odaklamayı tercih ediyoruz. Bir senede çikolatalarımızı 10 ayrı ülkeye ihraç etmeyi başardık. Bir sonraki ülke umuyoruz ki Türkiye. Sizin kahve ve koyu çikolata geleneklerinize hayli uyuşacağımızı düşünüyoruz. Çikolata üretirken geleneksel yöntemleri mi tercih ediyorsunuz yoksa teknolojinin nimetlerinden de yararlandığınız oluyor mu? Geleneksel yöntemler bizim için en iyisi. Eskiye sadık kalmanın verdiği hazzın yanında biz kendi makinelerimizi yaparken çok da eğleniyoruz. Çok daha fazla zaman alıyor tabii ama çikolatalarımızda el emeğini görmeyi, teknolojik makinelere tercih ediyoruz. Verim ölçülebilir ama övünç ve kıvanç ölçülemez. Çikolatayı bize üç kelimeyle anlatır mısınız? Sakinleşme, ilham ve umutlandırma.

149


BRIEFS

Neden Lego? Lego’ları kullanmayı gerçekten seviyorum, hayal ettiğim her şeyi yaratma imkanı sunuyorlar. Düşüncelerimi inşa etmem için mükemmel bir araç. Bir sanatçı olarak, bu oyuncağı sanat galerileri ve müzeler gibi daha önce hiç gitmediği yerlere taşımak istedim. Bir diğer sebep ise herkesin çok iyi bildiği bir şeyden yaratılan eserlere verilen tepkilerden keyif almam ve insanların benim yarattıklarımdan ilham

XOXO ID NATHAN SAWAYA Sanatçı

Avukatlık ve sanatçılık arasında nasıl bir bağlantı var? İkisinin de bazı benzerlikleri var, ikisi de büyük tutku gerektiriyor. Başarıya ulaşmak için ikisinde de çok çalışmaya ihtiyaç var. Çalışırken asla yapmayacağın bir şey var mı? İçki içmem, eserlerimin yamuk yumuk olmasını istemem.

Kendini üç kelimeyle anlatır mısın? Tutkulu, odaklanmış ve eğlenceli diyebilirim, eşime göreyse doyumsuz, mükemmeliyetçi ve alaycı.

Heykellerinle uğraşmadığında neler yaparsın? Dünyanın birçok yerinde sergiler ve iki sanat stüdyosuyla pek boş vaktim olmuyor. Bazen uçakta dinlenecek vakit buluyorum. Rahatlamak istediğim zamanlarda yemek yapmaktan keyif alıyorum.

Sanat ile başlayan bir cümleyi nasıl tamamlarsın? Bence sanat her yerde ve kuralları yok. Herkes sanatçı olabilir. Bana göre sanat, kendini ifade etmektir. Amacım seyircimin dikkatini çekebilmek ve onları etkilemek. Ben sanatıma, benim onu yarattığımdan daha uzun süre bakılmasını istiyorum. Avukat olarak başladığın kariyer yolu nasıl bu yöne evrildi? New York’ta kurumsal hukuk alanında çalışıyordum. Gece eve geldiğimde, yaratıcı bir ortam istiyordum, bazı geceler çizim, boyama ve heykel yapardım. Bir gün kendimi Lego tuğlalarından heykel yaparken buldum ve gitgide ölçeklerini büyütmeye başladım. Yavaş yavaş apartman dairem heykellerle dolmaya başladı. Yaptıklarımın fotoğraflarını çekip, web siteme koydum. Web sitesi çok fazla tıklanmaya başladığında, hukuk alanındaki işimi bırakıp, büyük tutkum olan sanatçılığı tam zamanlı sürdürmeye karar verdim. Avukatlığı bırakıp, sanat stüdyosu açtım.

nerede görüyorsun? Şu anda bir milyondan fazla ziyaretçi sergimi ziyaret etti. Miami, Paris, New York, Hawaii gibi şehirlerdeki sanat galerilerinde sayısızca heykeller satıldı. 10 sene içinde, kendi galerimi açmayı umuyorum.

Yeni projelerin var mı? Evet, şu an yeni bir enstalasyon üzerinde çalışıyorum. Şu an için pek bir şey söyleyemem ama beni her zaman Twitter ve Instagram üzerinden takip edebilir ve yeni projelerimi görebilirsiniz. alarak evlerinde kendi eserlerini yaratıyor olması. En beğendiğin heykeltıraş kim? İlk başladığımda Tom Friedman’ın sanat kitabından etkilenmiştim, ev eşyalarından yarattığı inanılmaz heykelleri görüp kitaba saatlerce bakakalmıştım. Ben de kendi kitabımı yarattım: The Art Of Nathan Sawaya. Yarattığım tüm eserlerin fotoğraflarının bulunduğu bu kitap umarım başka sanatçılara da ilham kaynağı olur. Bugünü dikkate alırsak 10 sene sonra kendini

XOXO The Mag

Türkiye’de sergi açmayı düşünüyor musun? Evet, sanatımı Türkiye’deki insanlarla paylaşmayı çok isterim. Şu anda doğru olanaklar üzerinde araştırma yapıyoruz.


STELLA MCCARTNEY'LE GERÇEKÜSTÜ KIŞ GÜNLERİ Stella McCartney, Sonbahar-Kış 2013 reklam kampanyasında soğuk günleri farklı bir bakış açısıyla görüntülüyor. Doğa dostu tasarımlarıyla dikkat çeken tasarımcının geri dönüşüme verdiği önem de fotoğraflardaki oklardan okunabiliyor. Chiharu Okunugi ve Suvi Koponen'in modellik yaptığı fotoğrafları Mert Alas ve Marcus Piggott Londra'da çekti. Kampanyanın moda editörlüğünü de Stella McCartney üstlendi. Stella, hepimizin bir gün geldiğimiz yere, suya, döneceğini vurguluyor gibi.

CHANEL'İN ROCK'N'ROLL ENERJİSİ Chanel Boy çantanın belirgin profili popüler yolunda ilerlemeye devam ediyor. Sonbahar-Kış 2013 sezonu için Karl Lagerfeld bu çantanın tasarımına daha modern ve yumuşak bir hava verdi. Dört farklı boyu olan Chanel Boy markanın rock'n'roll çekimini türlü renklerle artırıyor. Bir bakıma Chanel Boy artık daha azimli.

AYIN MONOGRAFİSİ Bir şapkacının hayatına, en iyi, Philip Treacy by Kevin Davies isimli kitapta şahit olabilirsiniz. Bir de bu şapkacı Treacy olunca, fotoğraflar elbette çok daha ilginçleşiyor. Treacy, Royal College of Arts'tan mezun olduktan sonra Isabella Blow tarafından keşfedilir ve daha sonra Alexander McQueen, Karl Lagerfeld, Valentino ve Chanel gibi markaların şapka tasarımlarını yapmaya başlar. Fotoğrafçı arkadaşı Kevin Davies'e de hayatını, stüdyosunu ve çalışma metotlarını görüntülemesine izin verir. Sonuç: 20 yıllık Philip Treacy çalışma serüvenini anlatan muhteşem bir kitap.

151


GISELE VS FARRAH

XOXO ID HONG YI Sanatçı Kendini üç kelimeyle nasıl anlatırsın? Neşeli, maceracı, cana yakın. Sanat ile başlayan bir cümleyi nasıl tamamlarsın? Sanat, değişik bir formda olan dildir. Benim için sanat kendini ifade etme özgürlüğüdür. Özgür olmayan bir sanat ruhsuzdur. Senin için, "Resim yapmayı sever, ama fırçayla değil" diyorlar. Alışılmadık objeleri kullanarak resim yapıyorsun, buna ne zaman ve nasıl başladın? Sanatım için alışılmadık objeleri kullanmaya iki sene önce Şangay’a taşındıktan sonra başladım. Hayatımda yeni bir sayfa açtıktan sonra, sanatımın daha önce yaptığımdan daha farklı olmasını istedim. Çin’de objeler ve araçlar çok ucuz olduğu için yerel materyalleri

araç olarak kullanmaya karar verdim. Karar verme süreci nasıl işledi peki? Her ay tek bir materyale bağlı kalarak minik sanat parçaları hazırlayıp Instagram’a koymayı hedefledim. Kimseden ilham almadım. Gerçekten çok spontan bir karardı! Her gün karşılaştığım objeleri ve eşyaları gözlemledim ve onları nasıl daha farklı bir şekilde sunabileceğimi denemeye karar verdim. En beğendiğin sanatçı kim? Chuck Close. Detaya, yeteneğe ve tekniklere olan dikkati inanılmaz! Boş zamanlarında neler yapıyorsun? Koşmayı seviyorum. Hedeflerimden biri ise full maratonu bitirmek. (Yarısını tamamladım!) Ve okumayı çok seviyorum! Takıntıların var mıdır? Aslında yok. Her türlü deneyime açığımdır. Sadece Comic Sans’ı sevmiyorum. Önümüzdeki günlerde yeni projelerin var mı? Evet. Paris’te ve Pekin’de olacak galeri sergileri için hazırlanıyorum, benim için heyecan verici!

MODERN MATTE François Nars, ayna önünde geçen saatlere bir yenisini eklemekte kararlı olsa gerek… NARS'ın gücünü modern matlardan alan yeni koleksiyonu, canlı renklerle bezeli cesur bir savaşçı gibi görünse de sonbaharda içine saklanmayı çok sevdiğimiz natürel tonlara da yer veren bir seçki aslında. Mat gri Namibia ve boz kahve Yamal, hepimizin sahip olmak isteyeceği iki ton. Mor mavi Kamchatka da göründüğünden daha yumuşak kalpli. Koleksiyonun tek pırıltılı farı Bavaria, mavi ve yeşil arasında oyunlar oynuyor. Velvet Matte Lip Pencil Mysterious Red şarap kırmızısıyla, Paimpol ise pudra pembesiyle iki zıt kutup. Pure Matte Lipstick La Paz, bizi morun soğuk yüzüyle tanıştırıyor. Peloponnese ise turuncunun kendine sonbaharda da güzel bir yer bulabileceğini kanıtlıyor. Fury ve Galathée, tırnaklara mor ve gümüş rengini taşırken Larger Than Life Long Wear Eyeliner, kırmızı kahve Via De' Martelli ve dore Las Ramblas ile oldukça iddialı.

XOXO The Mag

H&M'in son reklam kampanyası Gisele Bündchen'le ilgili yaşadığımız ikilemleri sona erdirdi: Hayır, yıllar onun yüzünü eskitmedi. Bu kadın hala çok güzel! Moda tarafını bir kenara bırakıp güzellik hallerine odaklandığımızda Brezilyalı modelin her çekimde itinayla uyguladığı gölge ve aydınlık oyunlarına rastlıyoruz. Siz Chanel CC Cream deyin, biz doğru makyaj fırçasıyla elmacık kemiklerinin altına, alın, göz kapakları ve burun kemiğinin üzerine uygulanmış bronz pudra, elmacık kemiklerinin üzerine ve göz altına uygulanmış aydınlatıcı pudra ve pek tabii ki cömert maskara darbeleri diyelim. Doğal dudak rengindeki ruju da unutmayalım. Bu reçeteye ilk olarak nerede rastlamıştık? Pek tabii ki Farrah Fawcett günlüklerinde.


STİL EVRİMİ Profesör Fabriano Fabbri, moda hakkında yeni bir kitap yayınladı: The Event Horizon. Kitapta 1960'lardan günümüze kadar modanın kültürel fenomenlerle nasıl ilişkiler içinde olduğunu gösteriyor. Stilist, trend ve materyallerin bir araya gelerek modern sanat ve popüler kültüre nasıl işlendikleri açıklanıyor. Aynı zamanda modanın ne tür bir değişim yönü izlediğini de örnekleriyle görebiliyoruz.

BİRİ, HİÇBİRİ, BİNLERCESİ 10 Eylül'de Salt Galata'da gösterime giren Biri, Hiçbiri, Binlercesi isimli sergide, Elio Montanari'nin bir iş ya da serginin hazırlığında sanatçı konsantrasyonu ve tutkusuna ışık tutan fotoğraf dizileri bir araya geliyor. Geçmiş zamandaki fotoğrafçı-sanatçı-küratör ilişkilerini irdeleyebileceğiniz fotoğrafların negatiflerinin çoğu 30 yıldır arşiv dışına çıkmamıştı. 26 Aralık tarihine kadar sürecek olan sergi sayesinde aslında fotoğrafın rolü belgeleniyor.

PEONY AND BLUSH SUEDE Stella McCartney'nin telif hakkını satın aldığını düşündüğümüz romantik ve şahsiyetli çiçek şakayık, başka bir İngilizin parfüm koleksiyonunda karşımıza çıkınca rahat bir nefes aldık. Jo Malone'un son kolonyası Peony and Blush Suede, kırmızı elma, şakayık ve kadife çiçeğini bir araya getiriyor. Böylelikle olfaktif dünyada kendine haklı bir yer edinmiş deri akoruna da göz kırpan bu zarif esans, English Pear& Freesia ile birleştiğinde tatlılaşıyor, Orange Blossom ile kombinlendiğinde ise flörtöz ve taze bir havaya bürünüyor.

SANAT KİMİN YOLUNU GÖZLÜYOR? Christian Marclay'in Palais de Tokyo'daki enstalasyonuna Toiletpaper dergisinin kapladığı pencereler eşlik ediyor. 2010 yılında görsel tutkusuyla Maurizio Cattelan ve Pierpaolo Ferrari tarafından kurulan Toiletpaper dergisi adını sıkça duyuruyor. Palais de Tokyo'nun camları da hem içeriden hem dışarıdan Toiletpaper kuşatması altında.

BYRDIE SAYS… 'Celebrity style' pastasından olabilecek en zevkli ve seviyeli dilimi kapan Who What Wear'in yaratıcıları aynı formülü güzellik dünyasına uygularsa çalışkan parmaklarımızı klavye üzerinde hızlıca gezdirir ve tıklarız: www.byrdie.com. Ünlülerin makyajlarıyla ve onları nasıl uygulayacağımızı öğreten pratik çözümlerle yetinmeyen bu site, güzellik çekimleri, mutlaka alınması gereken ürünler ve her gün tazelenen blog'uyla da dikkat çekiyor. Ne de olsa toy değiliz! Emily Weiss ve Into The Gloss'la başlayan güzellik terbiyemize bu siteyle ustaca devam ediyoruz.

153


MUSIC

REVIEWS

Airhead

For Years R&S Airhead (LP)

Namıdiğer Rob McAndrews da, canciğer kuzu sarması olduğu arkadaşı James Blake gibi low-key elektronik müzik icra eden arkadaşlardan. Rob’un ilk göz ağrısı olan For Years, hip hop beat’lerinin üstüne post rock ve ambient tınıları ile cilalı olup, bolca Cat Power ve Karen O sample’ları barındırıyor. Evinin sıcak atmosferinde, sağ yanında synth sol yanında demli çay, kucağında gitar, önünde bilgisayar, güzel bir albüm yapmak dedikleri bu olsa gerek.

Lorde

AraabMuzik

Royals (The Weeknd Remix) Self Release (single)

The Remixes, Vol. I Ultra Music (LP)

Hayat insanı mutlu eden ufak detaylarla dolu. Bunlardan biri de 16 yaşındaki Avustralyalı solist Lorde. 2012’de ‘Royals’ ile volkanik viral patlamalar yaşayan ve YouTube’da yarım milyondan fazla dinlenen şarkı tabii ki birçok prodüktörün de iştahını kabartmıştı. ‘Royals’ remix listesine en son eklenen isim ise, kendi vokal sample’larını kullanarak, şarkının özünü bozmadan yeniden düzenleyen The Weeknd oldu. Lorde’nin nelere kadir olabileceğini merakla takip edenlere gelsin.

Electronic Dream albümüyle tanıdığımız 24 yaşındaki prodüktör AraabMuzik, Travis Barker ve Kid Cudi gibi isimleri, el attığı parçalar aracılığıyla konuk ettiği kısa bir remix albümüyle geri döndü. Albümün öne çıkan remix’leri arasında Skrillex’le yeteneğini yarıştırdığı Benny Benassi kaydı ‘Cinema’ ve disco kraliçesi Taana Gardner klasiği ‘Heartbeat’ yer alıyor. Tarzlar arası geçişlerde sınır tanımayan, belirli bir konseptten uzak, eğlence vaadi ise bol olan bir dans kaydı.

arda tümer

Basement Jaxx

gazali görüryılmaz

vehbi görgülü

What a Difference Your Love Makes Adventures (single)

Big Sean

Beware (Ft. Lil Wayne & Jhené Aiko) Def Jam (single)

Prince Avalanche

Hatırı sayılır bir ara verip, Nisan ayında karşımıza çıkan ‘Back 2 the Wild’ın ardından Sam Brookes’un da yer aldığı ‘What a Difference Your Love Makes’i yayınlayan ikili, yeni single’larıyla dinleyeni anında sarmayı başarıyor. Her zamanki enerjisinden hiçbir şey kaybetmeyen Basement Jaxx’in, Brookes ile olan iş birliği de gayet başarılı olmuş ve devamı da gelecek gibi duruyor. Parçanın adı gibi Basement Jaxx aşkı bu kez fark yaratacak gibi duruyor.

80 kuşağının delikanlı hip hop yıldızlarından bir diğeri de Big Sean. 27 Ağustos’ta çıkan ikinci albümü Hall of the Fame’den yayınlanan son single olan ‘Beware’, albümün metal gibi sert havasından biraz daha uzak, daha klasik bir sound’a sahip. Lil Wayne ve Jhené Aiko’nun da yer aldığı şarkının prodüktörlüğünü pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde Key Wane üstleniyor. Aşk, ihanet ve ayrılık... Alın size bileklerinizi kesme dürtüsü yaratmayacak bir arabesk. Dinledikçe üzülmek serbest.

İyi bir soundtrack’i herhangi bir soundtrack’ten ayıran temel şey, albümün filmden bağımsız olarak başlı başına bir çalışma olarak dinlenebilmesi. Prince Avalanche’ın absürtlük ve samimiyet dengesini müzikal olarak kuran Teksas yerlileri Explosions in the Sky ve David Wingo, albümdeki on beş şarkıda filmde ağır basan şefkat ve arayış hissini yansıtmakla kalmayıp, aynı zamanda ayrı ayrı ele alındıklarında da birer hikaye anlatan şarkılar ile iyi soundtrack’e imza atmışlar.

busen dostgül

gazali görüryılmaz

beren özel

XOXO The Mag

Original Motion Picture Soundtrack Temporary Residence (LP)


No Age

An Object Sub Pop (LP)

David Lynch

Poliça

Hiçbir zaman hareketli bir albümle karşımıza gelmesini beklemediğimiz David Lynch, bu kez de bizleri şaşırtmıyor. Albümün giriş şarkısı ile duruşunu hemen belli eden Lynch’in sürprizi Lykke Li vokalli ‘I’m Waiting Here’ oluyor. Albümün genel olarak aynı tempoda ilerlemesi ilk anda rahatsızlık verse de, sonradan bu durumu benimsiyorsunuz. ‘Say It’ ve ‘Sun Can’t Be Seen No More’ ise albümde dikkat çeken, nispeten tempolu(!) şarkılar.

Geçtiğimiz yılın en çok konuşulan yeni indie gruplarından biriydi Poliça, ki bunun için geçerli birçok sebep saymak mümkün. Şimdi ise ikinci albümleri öncesi önemli bir dönüm noktasındalar. Kasım ayında yayınlanacak Shulamit’ten çıkan ikinci single ‘Chain My Name’ yüreklerinizi biraz ferahlatabilir, ama biraz. Müziklerini, indie pop, psychedelic R&B, synthpop, experimental ve çok daha fazlası olarak tanımlayan bir gruptan çok daha fazlasını beklemek suç olmasa gerek.

The Big Dream Sacred Bones Records (LP)

Randy Randall ve Dean Spunt tatbik ettikleri kendin-pişir-kendin-yerken-herkesle-paylaş anlayışlarının 2013 yılı itibarıyla geldiği nokta: İkilinin albümün bizzat üretiminde yer alarak, müzisyen, sanatçı ve üretici rollerini tek çatı altında toplaması, birbirinden bağımsız bu rollerin münferit olarak değil de bir bütün olarak sunulması ve sesin fiziksel bir obje olarak algılanması. Sonuç ise gürültünün melodikleşmesinden çok, gürültü ile melodinin tek bir ürün haline getirilmesi. beren özel

Chain My Name Mom+Pop (single)

busen dostgül

gazali görüryılmaz

James Holden

Janelle Monáe

Alela Diane

Techno sevdasıyla müziğin derinliklerine dalan İngilizin, bu ‘abyssal zone’dan yüzeye çıktığını gören pek olmadı. Dipte techno’dan başka yaşam formları da keşfeden Holden, Boards of Canada ile kıyaslanma şerefine ulaşmış bir müzisyen. Oxford matematik terk olan sanatçının en büyük hobisi ise kendi geliştirdiği software ile müziğini icra etmek. The Inheritors’a gelecek olursak; tek kelimeyle ilham verici. ‘Renata’, ‘Gone Feral’, ‘The Inheritors’, ‘Blackpool Late Eighties’… Saygıyla eğiliyorum, şapka çıkarıyorum.

Önümüzdeki günlerde yayınlanacak yeni albümünden çıkan ilk iki single ‘Q.U.E.E.N.’ ve ‘Dance Apocalyptic’ ile Janelle Monáe’nin tempolu yüzüyle tanışmıştık. Şimdi ise çağdaş R&B’nin George Michael’ı Miguel’in de vokalleriyle yer aldığı ‘PrimeTime’ ile çok daha yumuşak bir tonda görüyoruz kendisini. Miguel’in Mariah Carey düeti #Beautiful ile benzer bir ruh halini paylaşan şarkı, The Electric Lady albümünü sabırsızlıkla beklememiz için üçüncü nedeni vererek sinsice bir kenarda gülüyor.

Vedanın on hali, onlarca nedeni. Şişeden içilen viski, telefona uzanan el, bir evlilik teklifi, kalbi kırılan başka bir kız, sigaranın bayat kokusu, boş bakan okyanus renkli gözler, kapının önüne yığılan tahtalar. Bilmez miyim, en parlak ışıklar sönerken en büyük gölgeleri düşürenlerdir. Saçını düzeltmek istiyorum ama artık senin için yapabileceğim başka bir şey kalmadı. Hayatımda ilk defa sır saklıyorum. Karlar içinde kaybolduğunu kendi gözlerimle, kıpırdamadan izledim.

gazali görüryılmaz

beren özel

The Inheritors Border Community (LP)

PrimeTime ft. Miguel Bad Boy Records (single)

arda tümer

155

About Farewell Rusted Blue (LP)


MUSIC

REVIEWS

Rudimental

Matias Aguayo

Xiu Xiu & Lawrence English

Güncel İngiliz müziğine baktığımızda iki eğilim görebiliyoruz. Birincisi; gitar temelli, artık adanın kodlarına işlemiş rock müziğin imkanlar dahilinde ana akıma yaklaştırılarak icra edilen pop hali. İkincisi ise başlarını Disclosure ve AlunaGeorge’un çektiği, disco ve R&B’yi çağdaş elektronik müzik ile harmanlayarak yaratılan ve nispeten yolun karşısında durabilen kırma bir tür. Rudimental ise bu yönlerin hiçbirine eğilim göstermeyen sıra dışı bir drum’n bass icra ediyor.

Closer Musik’in yarısı, Şili’nin Latin ritimlerini Almanya’nın minimalist house müziğiyle birleştiren Matias Aguayo’nun göçebe ruhunun en belirgin olduğu albüm Visitor. Biraz caz, biraz Afrobeat, biraz house, çokça Güney Amerika esintisi. Bazen bir kabile dansında kendimizden geçmiş bir halde, bazen karanlık bir odada ışığı görürken, bazen ise sabaha karşı kumsalda hala dans ediyor olduğumuz bir partide buluyoruz kendimizi. Ay Ay Ay, ziyaretçinin böylesine kapımız her zaman açık.

Famous Class’ın kurucularından Ariel Panero anısına hazırlanan LAMC serisinin sekizincisinde Xiu Xiu’ya Avustralyalı müzisyen Lawrence English eşlik ediyor. Xiu Xiu’nun gürültülü gitar sekansları ve elektronik davullarına aşina olanlar için ‘Real Doll Factory’nin son anlarında terör estiren jeneratör-vari ses yığını solda sıfır kalır; yine de bu sesin cezbedici rahatsızlığının izlerinin English kaydıyla silindiğini belirtmekte fayda var. Yılın en ilgi çekici EP’lerinden.

Home Asylum (LP)

LAMC #8 Famous Class (EP)

Visitor Cómem (LP)

gazali görüryılmaz

beren özel

vehbi görgülü

oOoOO

Iggy Azalea

Pond

2010’dan bu yana takibimizde olan oOoOO, uzun soluklu ilk albümüyle herhangi bir zamanla özdeşleştirilemeyecek denli karakteristik bir kayda imza atıyor. ‘Our Loving is Hurting Us’ gibi kayıtlarda prodüktör Greenspan’in etkilendiği müzisyenlerin izlerini bulabilmek hayli güçtü; ‘Without Your Love’daki ‘The South’ ve ‘3:51AM’ gibi parçalarla ise onun hip hop ve R&B sound’undan fazlasıyla ilham aldığını sezinlemek mümkün. Dingin ve minimal olduğu kadar huzursuz bir ilk albüm.

Iggy Azalea’nın yüzde bilmem kaçını zor tuttuğu kalçalarının yeni maceraları mı yoksa önümüzdeki aylarda yayınlayacağı ilk albümü mü daha çok merak ediliyor bilmiyoruz ama son yayınladığı single ‘Change Your Life’ın ardından sanki ilk şık daha ağır basıyor gibi. Albüm yaklaştıkça Iggy’nin ilk dönemlerdeki agresif tavrından eser kalmadığı gibi, popüler olma dürtülerinden veya bu konuda aşırı yönlendirilmesinden dolayı tavır olarak da Angel Haze ve Azealia Banks gibi isimlerden iyice uzaklaştı.

Kevin Parker’ı vokale koymayı akıl edemeden önce Jay Watson’ın sesiyle oluşan POND, 2008 yılından bu yana müzik hayatına devam etse de son olarak yayınladıkları Hobo Rocket albümüyle kendilerinden geçmişler. Her şarkıda başka bir tarzı yakalayan Pond, çıkış şarkıları ‘Giant Tortoise’ ile enerjik, ‘O Dharma’nın yarısında değişen yapısı ile gizemli, ‘Xanman’ ve ‘Aloneaflameaflower’ ile de gitarları ön plana çıkaran parçaların yer aldığı bir albüme imza atmış.

vehbi görgülü

gazali görüryılmaz

Without Your Love Nihjgt Feelings

Change Your Life (Ft.T.I.) EMI (single)

XOXO The Mag

Hobo Rocket Modular (LP)

busen dostgül


Portland

Drake

Röyksopp

Açılışıyla Madonna’nın ‘Into the Groove’u kadar cazibeli bir dans parçasının başladığının sinyallerini veren ‘Deezy Daisy’, iki yıldır sesi çıkmayan Fransız üçlü Portland’ın yeni EP’si. Kayıtta yer alan üç parçadan bir diğeri Murer remix’i, en az orijinali kadar yüksek tempolu olmakla birlikte grubun ‘You Don’t Know Me’ adlı görece amatör ilk EP’sini de anımsatan bir kayıt. ‘Lullaby’ ise fazla dingin olmakla birlikte yazın romantikleri için biçilmiş kaftan olabilir.

Eskiden ‘white man’s problem’ olarak nitelendirilen zenginlikten gelen umursamazlık durumu, günümüz hip hop’çularının keseyi doldurmasının ardından ‘every man’s problem’ olmaya başladı. Dolar dolu banyoda kulaç atmaya çalışmaktan yorulanların aksine bir küveti değil havuzu doldurabilecek Drake’in sahip oldukları üzerinden rap yapıyor olması ayrıca incelenmesi gereken bir durum. Yıla ‘Started from the Bottom’ ile başlayan Drake’in isyanı ‘All Me’ ile daha da sertleşiyor.

Late Night Tales serisinde bu kez karşımıza Röyksopp çıkıyor ve grubun birbirinden enteresan paylaşımlarına tanık oluyoruz. Vangelis, Tuxedomoon, XTC ve daha birçok ismin eşlik ettiği albümde, Depeche Mode cover’ı ‘Ice Machine’ ile bizleri hem şaşırtan hem de sevindiren Röyksopp, albüm için ‘Daddy’s Groove’ parçasını da yayınlamış. Röyksopp, albüme katkıda bulunan bazı sanatçıların deneysel çalışmaları dışında genel sound’unu korumuş görünüyor.

Deezy Daisy Kitsuné (EP)

All Me (Ft. 2 Chainz & Big Sean) OVO Records (single)

vehbi görgülü

Late Night Tales Series Late Night Tales (LP)

gazali görüryılmaz

busen dostgül

Run the Jewels

Moderat

Earl Sweatshirt

Underground hip hop ortamının iki yetenekli MC’si Killa Hakan’ın Amerika şubesi Killer Mike ve EI-P’nin oluşturduğu iki parçalık voltran Run the Jewels, övgüleri toplamaya hız kesmeden devam ediyor. Albüme dijital ortamdan bedava ulaşabilmemiz de, 10 parçalık asilik manifestosunun üzerine kaymak misali çalınmış. Kanye moda dünyasında gezinip düz beyaz bir tişörtü 125 dolara satmaya çalışadursun, Run the Jewels, Yeezus’a resmen kafa tutuyor, hatta birkaç sıkı yumruğu da esirgemiyor.

‘Bad Kingdom’ single’ı ile dört yıllık arayı çabucak kapamamızı sağlayan Moderat, sonunda yeni albümünü yayınladı. 2009’daki albümlerine takılıp kaldığımız Alman ekibin bu kez farklı arayışlar içinde olduğunu görebiliyoruz. ‘Milk’, ‘Versions’, ‘Damage Done’ gibi şarkılarda sevdiğimiz Moderat tonları ile karşılaşırken aynı zamanda bol vokalli şarkılarla da karşılaşıp şaşırabiliyoruz. Genel olarak eski Moderat’la buluşmuş olsak da ‘Berliner’ler bu kez biraz karanlık ve emin adımlar atmışlar.

“Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum.” Alper Canıgüz’den ufak bir alıntı... Şimdi Alper Kamu’nun diğer kıtadaki yansımasına bakalım. “Ben Earl Sweatshirt, birkaç ay önce 19 yaşına bastım. Akranlarım McDonalds’da yemek yerken ben vaktimin büyük kısmını odamda kurduğum küçük stüdyomda müzik yaparak geçiriyordum.” Geleceğin muhtemel hip hop yıldızından ufak bir alıntı...

arda tümer

busen dostgül

gazali görüryılmaz

II Monkeytown Records (LP)

Run the Jewel Fool’s Gold (LP)

157

Doris Columbia (LP)


GAMES

hazırlayan emre doğan

İyi Olan Kazansın

Oyna Oyna Bitmez

Spor oyunlarının yeni sürümlerinin çıktığı o meşhur aydayız. Genelde spor -özellikle de futbol- oyunlarını incelemekten hoşlanmıyorum ama bu seferlik bir istisnaya göz yumabiliriz sanırım. Futbol oyunları tarihine hızlıca baktığımızda (Sensible Soccer’a kadar gitmeden), EA Sports’un FIFA’sının yaklaşık 20 senelik bir geçmişe sahip olduğunu hatırlıyoruz. 2000’lerin son yarısında ise Japonyalı Konami’nin Pro Evolution Soccer’ının (PES) ciddi bir rakip olduğunu, hatta bir süreliğine FIFA’yı tahtından ettiğini söyleyebiliriz. PS kafelerin internet kafelere rakip olması, dostlar arasında ‘PES atmak’ diye bir tabir türemesi de bu önermeyi destekliyor. Daha da yakın geçmişe baktığımızda, kıran kırana bir PES - FIFA tartışmasına rastlıyoruz. Açık konuşayım, hangisi daha iyi bilmiyorum, gözlemleyecek kadar oynamadım. Ama ‘PES atan’ arkadaşlarımdan

GTA’nın ne olduğunu bu sayfaları okuyan herkes bilir. Yine pek çok kişi 1997 ve 1999’da çıkan tepeden görünüş oyunları oynamamış olsa da hatırlar. Nam saldığı ve duymayanın kalmadığı dönemeç ise Vice City dersek abartmış olmayız. Dolayısıyla oyunun türü, tarihçesi, yapımcısı ve fizik motoru gibi sıradan konuları atlayıp doğrudan GTA V’de neler yeni, onlara geçelim. Önce oyunun ayakları yere bassın: Oyun günümüz Los Angeles’ı ve Güney Kaliforniya’sına benzer bir ortamda geçiyor. Üstelik sadece binalar, caddeler ve sahiller ile yetinilmiyor; oyun bu kentlerin periferileri -örneğin tarım alanları- ile genişleyerek oldukça devasa bir alana yayılıyor. Önceki oyunların aksine tek bir karakterin hikayesini değil, üç farklı kriminal adamın kesişen maceralarını yaşayacağız. Bazı görevlerde bu karakterler arasında geçiş yaparak işimizi görmemiz gerekecek. Yine

duyduğum kadarıyla, FIFA geçtiğimiz sene ‘olayı bitirmiş’ ve ‘artık gerçek gibiymiş’. Bu söylentilerin ışığında ben de bu ay PES yerine FIFA’ya yer vermekte karar kıldım. Peki FIFA 14’te neler yeni? Her oyunda olduğu gibi oyuncular, takımlar ve bunların kabiliyetleri güncellenmiş. PS4 ve Xbox One sürümleri için Ignite motoru kullanılıyor, ve bu motor bazen doğrudan fark etmediğimiz ancak “oyun ne kadar gerçekçi olmuş, şu ayak oyunlarına, taraftarlara bak!” diyerek hissettiğimiz görsel ve mekanik iyileştirmelerin müsebbibi. Geliştiricilerin röportajlarında üzerinde durdukları husus şu: Oyun çok daha gerçekçi olacak, dolayısıyla sürekli depar atan eski oyuncular başta şok olabilir. Ama alışınca çılgın atacaksınız. FIFA 14’te oynadıkça fark edilecek bir sürü ince yenilik daha var. Precision Moments, Pure Shots, rakibi iteleme kakalama ve daha neler neler.

FIFA 14 [PS, Xbox, PC, iOS, Android, Wii]

bazı görevler için gürültülü ve kanlı mı, yoksa sessiz ve uyanık bir strateji mi izleyeceğimiz bize kalmış. Görevler dışında kalan zamanımızı nasıl değerlendireceğimiz konusu ise gerçek dünyayı aratmıyor: Yoga, jet ski, gym, golf ve hatta Base Jumping ilk akla gelen aktiviteler. Ben önceki oyunda yemek molası vermem gerektiğinde, oyundaki TV’yi açıp onu izleyerek yemek yiyordum. Bir arkadaşım da ‘abi oyunda gym’e gideceğine sokağa çıkıp koşsana hakikaten’ diye bana kızıyordu. Haklı olabilir. Ama GTA doğası itibarıyla insanı içine çeken, hayattan koparan bir oyun. Eylül ortasında çıkıyor oluşu ise dünya genelinde milyonlarca öğrencinin ilk dönem notlarında olumsuz yansıyacak, bu kesin. Oyundaki arabalar, motosikletler, uçaklar ve silahlar saymakla bitmez. Bu yüzden önceki GTA’lardan daha renkli, son Max Payne ile ilintili bir multiplayer olacağını da ekleyerek tamamlayalım.

Grand Theft Auto V [PS3, Xbox 360]


Efendine İtaat Et

İlk Hedefimiz Akdeniz

Onlarca aksiyon, FPS, spor ve diğer bilumum şiddet içeren oyunların hengamesinde böyle platform oyunları kaynıyor. Puppeteer’i andıran -ve benim anımsayabildiğim- son platform oyunu Little Big Planet’ti ve oldukça iyi satış rakamlarına ulaşmıştı. Belki de Sony’deki yapımcılar ikinci bir cici oyunla daha nadir ulaştıkları kitleleri yeniden bir okşamak istiyorlardır. Puppeteer ekranın sadece sağa ya da sola kaydığı eski usul bir platform oyunu. Karakterimiz Kutaro, kötü kalpli bir kuklacı tarafından kaçırılır, kuklaya çevrilir ve kuklacının tiyatrosunda tutsak edilir. Dekorların sürekli değiştiği ve hayatta kalmanın güç olduğu bu sihirli tiyatrodan çıkmanın yollarını arayacağız. Bu arada kafamızın kopartılmış ve yenmiş olduğunu söylemeyi unuttum. Tiyatroda farklı kafalar bulup, her biriyle gelen farklı özelliklerden faydalanacağız (peki bu neyin kafası Kutaro’cuğum?). Kuklacıdan çaldığımız sihirli

Yaz ve deniz sezonu bitiyor, ancak mavi tura çıkamamış olanların donanmanın başına geçip Roma’ya yelken açma şansı bulabileceği bir oyunumuz var. Total War eski bir seri, 13 sene önce feodal Japonya’da geçen Shogun oyunu ile başladı. Yıllar içinde Orta Çağ, Roma, İmparatorluk ve Napolyon gibi çeşitli sürümleri çıktı. Expansion pack’ler de eklenince Moğol, Viking ve Barbar istilaları, sanayi devrimi, İskender, Samurai’ın yükselişi/düşüşü gibi çeşitli tarihsel olayları da kapsayan bir strateji oyunu oldu. Sanıyorum ki en popüleri 2004’te piyasaya çıkan Rome: Total War oldu. Dokuz senelik bir aradan sonra yine Roma İmparatorluğu’nu yakından ilgilendiren kimi savaşlarda komuta görevini üstleniyoruz. Oyun milattan önce 270’lerde başlayıp ortalama 300 yıl kadar sürüyor. Oyunda İsa’nın doğumu ne kadar önemli

bir makas ise kağıttan yapılan birçok dekoru kesmemize ve bir takım engelleri alt etmemize yardımcı olacak. Oyunun müzikleri ise kompozitörü itibarıyla ayrıca dikkate değer. Yaptığı film müzikleriyle çok kereler Oscar ve Golden Globe’a aday gösterilen Patrick Doyle’un çalışmaları arasında Hamlet, Carlito’s Way, Donnie Brasco, Great Expectations, Harry Potter (GoF), Thor, Brave ve daha onlarca film var. Oyunlarda şiddet konusu biliyorum ki çok sıkıcı ama değinmeden olmayacak. Şiddet ve cinselliğin sattığı şu günlerde masum ve samimi oyun bulmak hayli güç. Puppeteer, ESRB tarafından 10 yaş ve üzeri için sınıflandırılmış. Kafa kopma hikayesi kulağa biraz ‘gore’ geliyor ama sevimli çizimler ve anlatım itibarıyla oldukça yumuşak. 9 yaşında CoD oynayarak keleşlere öykünen çocukları yönlendirmek için iyi bir alternatif olabilir. Puppeteer [PS3]

Total War: Rome II [PC]

bir hadise tam bilemiyorum. Oynanabilen uygarlıklar arasında Eceni’ler (Briton kabilesi), Arverni’ler (Kelt medeniyetine bağlı Galyalılar), Süevler (o dönem Kuzeydoğu Almanya’da yaşayan Germen halkı), Partlar (o dönem Kuzeydoğu İran’da bulunan imparatorluk), Mısırlılar, Kartacalılar, Makedonlar ve tabii ki Romalılar bulunuyor. Yönetemediğimiz ancak karşılaştığımız medeniyetler ise oldukça kalabalık. Ayrıca Pontus’lar ve bazı Yunan uygarlıkları ise indirilebilir içerik olarak hazırda bekliyorlar. Total War tabii ki bir savaş oyunu, ve tabii ki başta Roma’nın taraf olduğu savaşları konu alıyor. Adriyatik denizi ve Akdeniz’in geri kalanını antik savaş gemileriyle kulaç kulaç gezecek, çıkartma yaptığımız yerlerde de meydan muharebelerine gireceğiz. Savaş kötülüğü konusunda hemfikiriz, ama tarihsel ve epik bir savaşta komutanlık yapmayı denemek eğlenceli olabilir.


SET UP

Kurt Önalp

İstanbul Koşu Kuvvetleri Şehrin kaotik sesine kulak kabarttığınızda onca gürültünün arasında asfaltı nazikçe döven ayak sesleri kulağınıza çalınacaktır. Seslerin sahipleri, koşmayı hayatlarının vazgeçilmez bir parçası kabul eden Rüya Baraz, Gözde Türkkan ve Kurt Önalp’tan başkası değil. Yağmur, çamur, egzoz, kısıtlı zaman gibi bahaneler dinlemeyen sosyal ve kentsel sporcular, yaklaşık bir senedir İstanbul Koşu Kuvvetleri adı altında beraber koşmanın tadına varıyorlar. Koşmanın kentsel hareketin rezonansına yakın olduğunu ve etraflarını daha değişik bir farkındalık ile deneyimlediklerini savunuyor, koşu kelimesinin ifadelerine yenilerini de eklemeyi ihmal etmiyorlar: Ayakta ve terli meditasyon, kalbin temposu ve etrafındaki çevrenin ahengi ya da kentsel doku içerisinde başkaldırı. Size yakın olan tanımlardan birini seçin, yan sayfadan gerekli malzemeleri edinin, besin takviyenizi de eksik etmeyin. Hazırsanız şehrin sokakları sizi bekler, koşun. hazırlayan deniz demirtaş fotoğraflar yalım kartal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Nike Free 5.0 2. Nike Running Top 3. Nike Flyknit Lunar 1+ 4. Neutrogena vücut kremi 5. Nike su geçirmeyen rüzgarlık 6. Saç bantları 7. Casio F-91W 8. iPhone kol bandı 9. Kimlik 10. İstanbul Kart 11. Güneş gözlüğü 12. Philips spor kulaklığı 13. Nike bileklik 14. Nike kafa bandı 15. Neutrogena güneş kremi 16. iPod classic 160 GB 17. Besin piramidi 18. Vivident sakız (koşarken çiğnemek için) 19. Pembe tayt 20. Born to Run 21. Muay Thai şortu 22. Nike spor bel çantası 23. iPod kol bandı 24. Nike Air Pegasus 30 25. Nike koşu şortu 26. İstanbul Koşu Kuvvetleri sports bra 27. Running dergisi 161


EVENT MANAGEMENT

PUBLISHING

CONCEPT DESIGN

BRAND PLATFORMS

AND ANYTHING COOL

FOR MORE FACEBOOK.COM/COPRODUKSIYON 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669 XOXO The Mag


Locations Where You Can Find Us...

40 360 All Sports Anjel artnext Arzu Kaprol Aşşk Cafe Babylon BAYLAN Backhaus Badehane Bahar Korçan Balkon BBC Bebek Kahve Bebek Koru Kahvesİ BEJ Cafe Beymen BLENDER Bloom BEymen Brasserie BREAD & BUTTER Bruno's Building Butİk Buka Cafe Fİruz Caffe Nero İKSV Cahİde Casİta Çello Cezayİr ÇOKÇOK Thai COOK SHOP Corvus Wine & Bite cremeria milano CUBA BAR Cullinary Institute Cuppa Cafe Da Mario Dai Pera Delicatessen Delirium Den Cafe Derİn Design DİVAN DİVANE Dizzia DÜKKAN BURGER Ece Aksoy EGERAN Ellipsis ESMOD FAKÜLTE AJANS Flavio Galatta Brasseria Galerİ Zilberman Galerist Garajİstanbul Gate Gatetattoo Gezİ İstanbul Ghetto Gölge Cafe Gram Groove Günselİ Türkay H&M Hardal Habitat Happily ever after Harvard Cafe Hatİce Gökçe Helvetia Hillside City Club Home Room İstanbul Moda Akademİsİ Journey Kafika Kahve6 KAKTÜS KAHVESİ KanTİN Karabatak KaSABIM Kiki Kırıntı Köşe Brasserie Kulp La BRISE Lastİk Pabuç Laundromat Lazy Butİk Le Pain Quotidien Leb-İ Derya Leblon Lili Pud Lokal Asmalı Lomography Lucca Lulu's Lush Hotel Mahalle MAMA SHELTER Mangerie Mano Burger Masa Mavra MAYA Mesta Meyra Midnight Express Midpoint Mİnyon Miss Pizza Momo Mono MSA ISTANBUL Münferİt Nar Pera Non Galerİ OFF PERA OPS Cafe OPUS 3A Otto Sofyalı Otto Tünel Pandora Kİtabevİ Paristexas Patİka Kİtabevİ Pi Artworks Picante Pilot Galerİ Piola Plieé Point Hotel Pop-Up Cafe PROPOGANDA Que Tal Rafİnerİ Reasürans Galerİ Robinson Crusoe Rook SANAT GALERİSİ Salomanje Salt Bistro San Lazzaro Sİmay Bülbül Şİmdİ Simurg Kİtapevİ Smyrna SNTRL DÜKKAN Soda Sosa Sugar Cafe Susam Cafe Sushi Express Sushico Tabe Kıyamet Takkunya Tamİrane TAPS The House Apart The House Cafe The House HOTEL Touchdown Tribeca Ugly Ulus 29 Unter Urban Vogue WE White Mill Witt Suites Xflats Yıldırım Özdemİr Zanzibar Zencefİl

Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! 163


palto zeynep tosun body maison martin margiela/beymen pantolon 繹zlem kaya ayakkab覺 nike free flyknit


iç büstiyer nike deri büstiyer zeynep tosun


bluz maison martin margiela/beymen pantolon stella mccartney/beymen ayakkabı ve çorap nike sweatshirt nike çanta stella mccartney/beymen


şapka air jordan elbise dilek hanif ayakkabı nike free flyknit


iç büstiyer nike deri büstiyer zeynep tosun etek dilek hanif kemer zeynep tosun çanta dior/beymen ayakkabı nike air pegasus


tişört nike etek zeynep tosun yüzükler zeckie


body maison martin margiela/beymen pantolon รถzlem kaya


güneş siperlik nike elbise meltem özbek ayakkabı nike free flyknit


Ĺ&#x;apka air jordan


iç büstiyer zeynep tosun siyah büstiyer dilek hanif etek dilek hanif ayakkabı nike air pegasus yüzükler zeckie


body 繹zlem kaya etek miu miu/beymen kemer dilek hanif ayakkab覺 nike free flyknit


Bu bir ilandır.

THE UNBEARABLE LIGHTNESS OF BEING. Hep biliyordun bunu; koşarken arkanda bıraktığın rüzgarla ikonik tasarımlara ilham olabilirsin. Ayrıca, bir şeylerin ilhamı olmak için de yapman gereken çokça şey yok; Nike Free Flyknit, ayakkabıyı vücudun bir uzantısı gibi hissettirme vizyonuyla yanında. Ve tabii, Nike Pegasus da hayatta nasıl bir maraton koşucusu olduğunu yeniden tanımlıyor, tıpkı senin de hayatı tanımladığın gibi...

* an original idea by CO photographer emre ünal styling ceylan atınç make-up gülüm erzincan hair mehmet mentaş model suki santos/option mgmt photography assistants abdullah inal, erdi doğan styling assistant ayşe yılmaz


XOXO The Mag


29/

0 9/

13

bu stan . ru n I www

l .com


035 FASHIONMUSICARTDESIGN

EYLÜL 2013 ÜCRETSİZDİR


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.