X O X O T H E M A G . N E T
D A
Z İ K
T A S A R I M
M Ü
Ü C R E T S İ Z D İ R
0 7 0 M A R T 2 0 1 7
S A N A T
M O
X O X O THE MAG
004
005
Kapak:
Clément Chabernaud Fotoğraf:
Koray Birand
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@coistanbul.com Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net
Editörler Tuğçe Bahçıvangil, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Yağmur Kural, Gökhan Polat, Ali Tünay, Başak Ulubilgen, Gökhan Yorgancı
Yayınlar Direktörü Serap Gecü
xoxothemag.net Yönetici Editör Oktay Tutuş
Yönetici Editör Utku Palamutçu
Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen
İdari İşler Vadi Gengüç
Katkıda Bulunanlar Ali Akay, İrem Cana Berkel, Serhat Cacekli, Mustafa Çetin, Naz Cuguoğlu, Edem Dossou, Işıl Eğrikavuk, Caner Eler, Murat Emir Eren, David Alexander Flinn, Hana Knizova, Nevşin Mengü, Fatih Özgüven, Yağız Pekkaya, Nathan Ellis Perkel, Nando Salvà, Erinç Seymen, Pınar Taşdemir, Bahar Türkay, Emre Ünal, Gündüz Vassaf, Mathieu Vilasco, Carrie Weidner
Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu
Reklam cihan@coistanbul.com merve@coistanbul.com busra@coistanbul.com melis@coistanbul.com İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
Tasarım Konsepti ve Yayın Kimliği Bülent Erkmen Tasarım Uygulama ve Kimlik Standartları Barış Akkurt, BEK
Clément Chabernaud Röportaj Olga Şerbetcioğlu 84
Weyes Blood Röportaj Başak Ulubilgen 108
Luke Edward Hall Röportaj Aslin Kumdagezer 78
Kımıldamadı. Öykü Işıl Eğrikavuk 38
Alessandro Gualtieri Röportaj Ayşecan İpek 106
Cem Babacan Röportaj Bahar Türkay 10
İyi Sansar, Kötü Solucan Yazı Gündüz Vassaf 18
The New Clean Yazı Ayşecan İpek 98
Manyetik Kamuflaj 62
Matali Crasset Röportaj Bahar Türkay 26
Israrla Gelen Yaratı Yazı Ali Akay 34
Country for Syria Röportaj Nevşin Mengü 30
Justine Tjallinks Röportaj Naz Cuguoğlu 58
Leyla Gediz: Serpilen Yazı Fatih Özgüven 36
Ewan McGregor Röportaj Nando Salvà 14
Yerli. Dizi. Hazırlayan Murat Emir Eren 112
Leyla Feray Röportaj Murat Emir Eren 50
Tayfun Gülnar Röportaj Erinç Seymen 20
Liam Hodges Röportaj Utku Palamutçu 46
Nicole Eisenman Röportaj Serhat Cacekli 40
Jean-Claude Biver Röportaj Oktay Tutuş 82
Mart, 2010. Yazı Caner Eler 56
Some Women of Makeup Hazırlayan Ayşecan İpek 148
Balancing in Between 154
E
D
İ
T
Ö
R
OLGA ŞERBETCİOĞLU
D
E
N
Klasik müziğin, görkemli bir sahne ve ışıklar içindeki zarafeti hala geçerliliğini koruyor. IWC Originals’ın bu ayki konuğu, Cem Babacan’ın bu tablodaki yeri çok kuvvetli. Hem zamanda yolculuk eden, hem de ona meydan okuyan Babacan ile, müziğin, performansın ve duyguların arka planını konuştuk ve Whiplash benzeri hikayelerin gerçekliğine
I WC
O R IGINA LS
kanaat getirdik.
Röportaj:
Bahar Türkay Fotoğraflar:
Gökhan Polat Çekim Yeri:
House of Brothers
Cem Babacan IWC Big Pilot’s Watch Edition “Patrouille Suisse” (IW500910)
BU BİR İLANDIR
takıyor.
012
CEM BABACAN
Yaratıcı üretim için ideal çağda mıyız? Aksine, sanatta gerçek anlamda yaratıcı üretimin en zor olduğu dönemi yaşıyoruz. Bunun en önemli sebebi, etkileyici olma arzusunun, saf yaratıcılığın önüne geçmiş olması. Bir ya da birkaç yüzyıl önce yaşamış sanatçıların zorunlu bir takdir beklentisi olmaksızın yarattıkları, sanatı ileri taşımıştı ve yeni dönemlerin, akımların oluşumuna muazzam katkılar sağlamıştı. Bu bilinçle ortaya çıkmış şaheserleri arkamıza almışken, gerçek anlamda imzası olan, orijinal bir yaratı ortaya çıkarmak epey zor. Bunun üzerine bir de toplumun sanatçıdan çok kısa bir sürede kendisini etkilemesini talep etmesi ya da yaratıcının kendi üzerinde böyle bir baskı hissetmesi işleri çok zorlaştırıyor. Tüm bunlara rağmen, bu baskıları aşan çok değerli sanatçılar tanıyorum, onları örnek almaya çalışıyorum ve onlardan ilham alıyorum. Oscar Wilde’ın dediği gibi “Hepimiz çamur içindeyiz, ancak bazılarımız yıldızlara bakıyor.”.
5
29 yaşındasınız ve Fazıl Say sizi “olağanüstü bir yorumcu, virtüöz… ve şiirsel” olarak niteliyor. Bunun orijinallikle bir bağlantısı olmalı. Bu düşünceler benim için elbette çok değerli. Fazıl Say müzik camiası için örnek bir figür. Kendisinin müziğe başladığım yıllardan bugüne kadar, hem eğitimimde hem de kariyerimde başta ideolojik, sonrasında ise pratik anlamda çok desteği oldu. Benim dışımda pek çok değerli genç müzisyene yardım etmiş, farklı şekillerde olumlu düşüncelerini paylaşmış ve hala bu misyonunu sürdüren bir insan. Sonuç olarak, bu nitelendirmeler sebebiyle çok büyük onur ve mutluluk duymakla birlikte, kendimi bu konuda tek ya da ciddi anlamda orijinal hissettiğimi söylemek tam anlamıyla doğru olmaz diye düşünüyorum.
1
Şiirsel olarak tarif edilen bu performans sırasında sizin içinizde neler oluyor? Sahnede, performansım esnasında normal hayatımda asla olmadığım kadar güvenli, korkusuz, risk alan ve iddialı birine dönüşebiliyorum. Bu rahatlık, bana bir çeşit düşünsel güç veriyor ve bu sayede çıkardığım sesin bana nasıl geldiğinin ötesinde, dinleyiciye nasıl ulaştığını ve ne hissettirdiğini tahmin edebiliyorum. Ayrıca çaldığım eserdeki tüm ayrıntıların ve dinamiklerin her bir dinleyiciye aynı enerjide ulaşması çok düşündüğüm bir mesele. Tüm bunlarla uğraştığım anlarda beynimin içinde birkaç insanın aynı anda beni yönlendirmeye çalıştığını hissediyorum.
2
İlk resitaliniz Avrupa’da değil Türkiye’de olsaydı ve ilk ödülünüzü burada kazansaydınız hikayeniz daha farklı gelişir miydi? Avrupa’da kazandığım ödülden önce Türkiye’de küçük çapta birkaç seçmeye ve yarışmaya katıldım ancak başarılı olamadım. Yani başarılı olmayı başarısız olarak öğrendim. Ama yine de ödülü Türkiye’de kazansaydım çok büyük bir fark olmazdı.
3
Sahnede kendinizi yalnız hissediyor musunuz? Esasen yalnız kalmayı çok severim hatta çoğunlukla insanların içinde çok mutlu olmam ve yalnızlığı tercih ederim. Ancak sahne, kendimi yalnız hissetmediğim ve yine de mutlu olabildiğim belki de tek yer.
4
013
Katıldığınız bütün yarışmalarda birincilik ödülünün sahibi oldunuz. Kariyerinizin devamı için bu nasıl bir ortam yaratıyor? Kazandığım yarışmalar sayesinde psikolojik ve fiziksel olarak üst üste farklı programları olan konserlerin üstesinden gelebileceğimi fark ettim. Aslında müziğin hatta sanatın bir yarışa tabi tutulmaması gerektiğini düşünenlerdenim ama buna rağmen katıldığım yarışmalara hep ciddi ve son derece iddialı hazırlandım. Bu, hala çözemediğim bir ikilem. Diğer yandan, bu yarış, rekabetin ötesinde kendinize içsel olarak bir şeyler katmanızı sağlıyorsa, neden olmasın? Buna rağmen son üç yıldır yarışmalara katılmıyorum. Niyetleniyorum ancak içimden sonunu getirmek gelmiyor. Son dönemlerde konserlerimde, kendime özgü bir program seçimiyle, bir iddiam olmadan, yalnızca istediğim müziği yapma fikri hoşuma gidiyor.
8
Hızla değişen dünyada ritmini ve geçmişe ait kalelerini ısrarla muhafaza etmeyi başaran alanlardan birisi klasik müzik. Siz de böyle hissediyor musunuz? Bizim klasik müzik diye adlandırdığımız kavram aslında Avrupa’da 19. yüzyıla kadar uzanan dönemin popüler, hatta tek müziği denebilir. Elbette o da gelişiyor ve içinde binlerce farklı stili barındırıyor. Tarihe dayanan ve tümüyle insan kulağının evrimiyle paralel ilerlemiş, üst düzey bir sanat dalından bahsediyoruz. 1950 sonrası müzik bir sanat olmaktan çok eğlence aracına dönüşmeye başlıyor ve biz günümüzde bunu pop müzik ya da popüler müzik olarak adlandırıyoruz. Ancak şunu eklemeliyim ki, bu alanda da çok kaliteli, dil uzatılamayacak çalışmalar var. Yani işin özü; müzik, klasik, pop, rock, caz, etnik, elektronik diye ayrılmıyor. En basit tabiriyle her stilde kaliteli ve kalitesiz müzik var, daha da ötesi yok.
9
Whiplash’teki Andrew Neiman karakterinin başından geçen türde hikayeler gerçeğe yakın mı? Kesinlikle, hatta çok daha fenalarını gördüm diyebilirim.
6
“Dünyanın toz duman olacağını bilsem yine de o elma fidanını dikerdim.” diyen Mark Twain’e katılır mısınız? Hepimiz bir gün öleceğiz ancak yaşamımıza, hiç hatırlanmama ve toz duman olmaları riskini göze alarak, elimizden geldiği kadar değer katmaya gayret ediyoruz.
7
014
Zamanın göreceliği size ne ifade ediyor? Şu an müziğin babası olarak nitelendirilen 1685 doğumlu besteci Johann Sebastian Bach’ın, 19. yüzyılda unutulmuş olması, notalarının kayboluşu ve sonrasında başka bir besteci olan Felix Mendelssohn’un kasaptan aldığı ete sarılmış bir biçimde yürürken Bach’a ait bir nota yaprağını bulmuş olması, Bach’ın eserlerini çaldığımda hep aklıma gelir. Bunun üzerine Mendelssohn, kendini Bach’ın müziğini tekrar ortaya çıkarmaya adar. O gün Mendelssohn o kasaba gitmeseydi ya da biraz daha geç gitseydi, müzikal dili ve kontrupuan yazısının derinliği bu çağda bile algıların ötesinde olan müziğin babasını tanımıyor ve çalamıyor olacaktık. Bu bağlamda, zamanın hayatlarımızdaki en önemli değer ve güç olduğunu, bu yüzden insan tarafından tam anlamıyla kontrol edilmesi imkansız olduğunu düşünüyorum. Tamamıyla bağımsız, ancak hayatlarımıza yüzde yüz etki eden bir kuvvet. Belki de bu yüzden, zamana hadsizce meydan okumak için, son dönemde yaşayan bestecilerin eserlerini seslendirmeye daha fazla dikkat ediyorum.
10
Kolunuzdaki IWC sizi 24 saatin ötesinde bir zamana götürsün… Hangi zaman dilimine gitmek istersiniz? Geçmişte halihazırda yaşanmış ancak bizzat göremediğim bir zaman dilimine gitmeyi tercih ederim, zira geleceğin belirsizliği hoşuma gidiyor. Bu yüzden büyük ihtimalle 1950-60’lı yıllara gitmek isterdim.
11
IWC_PILOT. #B_ORIGINAL.
IWC Pilot’s Watch Mark XVIII Top Gun Miramar – IW324702
Orijinal olmanın ne demek olduğu konusunda, uzay boşluğunda süzülen düşünceler arasından, kendinize yakın hissettiğiniz anlamları seçip, basit bir kurgu hazırlayın. İsmin önüne gelen sıfat tamlamalarını geride bırakıp, size ve dolayısıyla bize bir şeyler ifade eden ve artı değer katan isimleri, benzerlerinden
JOIN THE CONVERSATION: #B_ORIGINAL
ayıran özelliklere odaklandığınızda, orijinal kavramının içini doldurmaya başlayacaksınız. IWC Schaffhausen ve XOXO The Mag’in işbirliği, bu sebepten ötürü Originals başlığı altında şekilleniyor ve orijinal konukları vasıtasıyla boşlukları doldurmanızı sağlıyor. www.iwc.com
IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Panora Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111
Sinema yazarları ve yönetmenleri Philip Roth’un romanlarına aşık olmalarına rağmen, genelde onu sinemaya uyarlamakta başarısız oluyorlar. Roth’un belki de en övgü alan, Pulitzer ödüllü American Pastoral’ıysa, kayıp, ihanet ve anne-babaların çocuklarıyla başa çıkma hikayelerini anlatan muazzam bir deneme. Bu denemeye imzasını atan Ewan McGregor ile, başrolünü de oynadığı yeni filmiyle yaşadığı yönetmenlik macerasını konuştuk.
Röportaj:
Nando Salvà
American Pastoral, 2016
016
EWAN MCGREGOR
Yönetmenliğe el atan oyuncular genelde ağır eleştirilerle karşılaşır. Üstelik siz ilk yönetmenlik denemeniz için bir Philip Roth romanını sinemaya uyarlamayı seçtiniz. Bazıları deli olduğunuzu düşünebilir... Ben asla eleştiri okumam, dolayısıyla insanların ne dediklerinin bir önemi yok. Onları okumayı bıraktım, çünkü okuduklarım beni olması gerekenden fazla etkiliyordu. Olumsuz eleştirilerle ilgili belki de tek problem, insanları filmi izlemekten alı koyabilecek olması. Ben Philip Roth romanları tadında bir film yapmaya çalıştım. Onun bir anlaşmazlığı nasıl farklı bakış açılarından gösterdiğine ve karakterlerini her açıdan gösterebilme tarzına sadık kalmaya çalıştım.
1
American Pastoral’ı yönetmeye nasıl karar verdiniz? Aslında filmde sadece oyuncu olarak yer alacaktım. Ama yıllar geçmesine rağmen, bu proje bir türlü hayata geçmiyordu. Sonunda filmi kendim yönetmeyi teklif ettim. Zaten 15 yıldır bunu istiyordum. Ama sırf ‘ben yönetmenim’ demek için ya da öylesine yapmak istemiyordum bu işi, çünkü ben öyle biri değilim. Film yapmanın yaratıcı sürecini tümüyle görmek istediğim için bu filmi yönetmek istedim.
2
American Pastoral, 2016
American Pastoral birçok konuya değinmekle birlikte, esasen bir adamın kızını alışılmadık bir şekilde kaybedişini anlatıyor. Siz de bir babasınız, bu hikaye aklınızda nasıl yankılandı? En büyük kızım şu an 20 yaşında ve üniversiteye gidiyor. Kitabı ilk okuduğumda 15 ya da 16 yaşındaydı ve belki de o zamanlar bilinçaltımda onu bırakmaya hazırlanıyordum. Sara üniversiteye gitti ve artık onunla aynı evde yaşamıyoruz. Tabii ki burada koşullar hikayeden çok daha farklı. Ama yine de, çocuğunuzun evden gitmesi küçük bir ölüm gibi geliyor.
4
Kamera arkasına geçmenin en zorlayıcı yanı neydi? Sinematografi, kurgu, makyaj ve diğer kreatif kararların hiçbiri beni zorlamadı diyebilirim. Onlar işin kolay tarafıydı. Film beni asıl finansal açıdan çok zorladı. Bu da genelde oyunculara uzak bir konudur. Ben bu işi anladığımı sanıyordum ama daha çok şey öğrenmem gerektiğinin farkına vardım. Ayrıca farklı korkularımla ve takımım içinde yaşanan ‘drama’larla yüzleşmem gerekti. Ben iyi bir yönetmen olduğumu düşünüyorum. Hiçbir zaman bağırmıyorum ve herkese iyi davranmaya çalışıyorum. Çoğu yönetmen, her şeyle başa çıkabiliyormuş gibi görünmeleri gerektiğini düşünür. Ben öyle değilim, ama bazı insanların neden öyle davrandığını anlayabiliyorum. Film setleri bazen çok ıssız olabiliyor.
3
017
T2 Trainspotting, 2017
Bu arada, neden Trainspotting gibi ikonik bir filmin devamını çekmeye karar verdiniz? Bu konuyla ilgili sadece şunu söyleyebilirim; filmin orijinalini çekmeye çalışmadık. Aradan 20 yıl geçti ve bu da hikayeye yansıyor.
8
Filmin hikayesinin günümüzle nasıl bir bağlantısı var? Bu hikaye, hem bir aile içinde yaşanan hem de ABD’deki yüzleşmeyi temsil ediyor. 1960’larda Afrika kökenli Amerikalılar polis şiddetini ve siyahilerin toplumda yeterince temsil edilmemelerini sokaklara çıkıp protesto etmişlerdi. Buna hala da devam ediyorlar. Ve o zaman olanlar şimdikinden pek de farklı değil. Keşke bundan bir şeyler öğrenip yolumuza devam etsek. Ama ne yazık ki biz durmadan daireler çiziyoruz.
5
Sosyal sorumluluk projelerine katılıyor musunuz? Evet. Uzun zamandır UNICEF’le çalışıyorum. Kısa bir süre önce, Kuzey Irak’ta Suriyelilerin ağırlandığı dört mülteci kampını ziyaret ettim. Ve burada terörün Suriye’yi nasıl etkilediğini gördüm. Sınırlara hem politik hem de bireysel bakış açımızı değiştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
6
Bazıları, oyuncuların kendi reklamlarını yapmak amacıyla yardımseverlik yaptıklarını düşünüyor... Ben yaptığım şeylere inanıyorum, bir Hollywood balonunun içinde yaşamıyorum. İnsanlar Los Angeles’ta yaşayan oyuncuların günlerini uyuşturucu ve çıplak kızlarla dolu partilerde geçirdiğini düşünüyor. Bu kesinlikle benim hayatım değil.
7
018
Peki Danny Boyle’la tekrar çalışmak nasıldı? Onunla çalışmayı özlemişim. Bu kadar yıl birlikte başka bir film yapmamış olmamıza üzülüyorum. Ayrılmamız beni biraz üzmüştü ve güvenim de kırılmıştı. Bu, ilk aşkından ayrılmak gibi bir şeydi... Sonuçta ondan önce sinema oyuncusu olmanın nasıl bir his olduğunu bilmiyordum. O çok sevdiğim, saygı duyduğum biri. Zombilerden aşk veya uyuşturucu filmlerine kadar her türlü filmi yönetti. Danny Boyle bir yönetmen olarak benim için bir rol model.
9
İYİ SANSAR, KÖTÜ SOLUCAN Yazı:
Gündüz Vassaf
Good vs Evil, Maurizio Cattelan, 32 Hand-Painted Porcelain Figures, Wood, Chessboard And Travel Case/ Unique, Courtesy Galerie Perrotin
Almanya’da Kassel Üniversitesi’nde hocayım. Öğle yemeğinde kafeteryada yanımda oturan iki öğrenci. “Tatile Türkiye’ye git.” “Evet, güzel yermiş.” “İspanya, Norveç, İtalya da güzel. Türkiye’nin farkı oradakilerin aptal olmaları. Ağır kaçtı. Saf diyeyim.” “Yani?” “Para harcamadan yaşayabilirsin. Kaç yaşında olduğundan memleketlerini sevip sevmediğine kadar binbir konuda seni lafa tutmalarına bakma. Yemek paranı öder, evlerine davet eder, oda bile açarlar sen kalasın diye.” Yemekleri bitti. Her yerde sigara içebildiğimiz günlerdi. İkisi de kendi paketlerinden birer tane yaktı. Arkadaşlarım zaman zaman benden utansa da otlanmak hoşuma gider. Dostluk kurulur, hikayeler oluşur. Kızlardan sigara istedim. Paketinden bir tane çıkarıp verdi, yaktı, “İki pfennig,” istedi. Antropologlardan, gezginlerden, yaşam tecrübemizden biliriz. Kırsal geleneklerin süregeldiği ülkelerde, yabancılara ikramda bulunup onları abartıya varacak ölçüde ağırlamaktan için için iftihar edilir. Hele köylerde, dışarıdan gelen tanrı misafiridir. Homerus’da adı bile var ‘philoxenia.’ Adı sorulmadan, dini, milleti bilinmeden yabancı baş tacı edilir. Bir haslettir misafirperverliğimiz. Yaşadığımız apartman binasında konu komşuyu tanımaz, selam vermez almazken, yabancıya el pençe divan. Burada iki yüzlülüğümüz yok mu? Çelişkili gibi görünse de, her şey yerine, zamanına göre. 020
Türümüzü incelerken konuya ahlaki açıdan yaklaşınca bir yere varmak mümkün değil. Ne yabancıyı ağırlarken iyiyiz ne de sokakta yatan berduşa sırtımızı çevirirken kötü. İtici olmaktan da öte bana gülünç gelmeye başladı kendi aynamızdan yansıttığımız ‘iyi’ ‘kötü’ insan lafları. Günlük hayatımda bunun doruk noktası, Türkiye’de cenaze namazlarında cemaatin hiç tanımadıkları için ‘iyi bilirdik’ tekerlemesi. Nasıl iyi sansarlarla kötü solucanlar yoksa insan da öyle. Hangi davranışlarımızı hangi koşullarda benimsediğimiz varoluşumuzu sürdürebilmemizle ilgili. Türümüzün evriminde özveriye dayalı toplu dayanışmamız da var, hüsranla sonuçlanan bireyin bencilliği ve rekabeti de. Üstelik ne haddime, ‘iyi’, ‘kötü’ yargısında bulunmam? Sevsinler, bizim için iyi desinler diye mi bol keseden sitayişkar sıfatlar dağıtırız yakınlarımıza. Bir süredir Napoli Körfezi’nde Procida Adası’nda yaşıyorum. Evim, küçük liman Corricella’da. Balıkçılar gün boyunca ağlarını örüyorlar, sandallarını onarıyorlar. ‘İşte yaşanacak yer!’ dedirten kartpostal manzarası... Sabahları yazmaya başlamadan yürüyüşe çıktığımda, balıkçıların yanından geçiyorum. Beş altı kişiler. Birkaç denemeden sonra günaydını kestim. Rıhtımda, aralarında yürümekten çekinir oldum. Onlar için, yabancı olmaktan da öte, yokum. Başladım onları yargılamaya. Hepsinin yüzü, adanın sokaklarında evlerini görmemi engelleyen bahçe duvarları gibi. Beni hiçe sayıyorlar. Günlüğüme sevimsizliklerini, kapalılıklarını, muhafazakarlıklarını yazmaya başladım. Birkaç hafta sürdü yanlarından geçerken bana günaydın demeleri. Baktılar geçici değilim, hafta sonları gelen tek tük turistler gibi fotoğraf makinemle saldırmıyorum, onlarla birlikte kışı geçiriyorum, varlığımı kabullendiler. Ne benden zarar gelecek ne de istediğim bir şey var. Kendi dünyalarındalar. Donuklukları sayesinde sorgulamaya başladım ilişkilerimizi. Kırsal kesimde yabancıya iyi davranmamız, insan sevgimizden değil de düşman korkumuzdan olmasın? Köyüme gelen tarih boyunca benden bir şey istemiş. Erkek çocuğumu savaşlarına götürmüş, mahsulümü vergi diye almış. Dünyanın her yerinde köyümü kuş uçmaz kervan geçmez yere kurmamın, doğanın zor koşullarına kendi gücümle dayanmayı seçmemin nedeni, devletten, yabancıdan kaçmam, onlardan korkmam değil mi? Sorumu ters yüz edip şöyle de sorabilirim: Şehirli yaşantımda sevgimi öldüren, beni tanımadıklarıma duyarsız kılan nedir? Nedir, insanı kendisine yabancılaştıran? İntihar, alkolizm, uykusuzluk, panik atak, depresyon, ırza geçmek, otomobil park yeri için kavga edip cinayet işler hale gelmek şehir insanına özgü. Kırsal kesimde yabancıya korku ve şüpheyle yaklaşmamızı, şehirde devlet güvencesine teslim ettik. Hukuk ve kuralların egemenliğinde, tanımadıklarımızla iyi geçinmek mecburiyetimiz ortadan kalktı. Şehirde bizi koruyacak kanun, avukat ve devletin kolluk güçleri var. İstisnalar devlet ve hukuk güvencesi olmayan toplumlarda. Kendimi sevdirmeye çalışmam devlet dairesi görevlisinin önünde, çocuğumun ilkokul öğretmenin yanında, taksi şoförünün arabasında, muhtarın karşısında. İşim görülsün diye sempatik halimi tezgahladığım ortamlarda. Türkiye gibi köylülükle şehirlilik arası sıkışmışlıklarının şaşkınlığındaki ülkelerde. Totaliter rejimlerde. Günümüzde devlet güvencesi ve yasallığın en geçerli olduğu yer İskandinav ülkeleri. Ne var ki, demokrasinin kontrol edemediği vahşi kapitalizme rağmen sosyal devletin varlığını büyük ölçüde koruyabildiği bu toplumlarda da, birey en yalnız halinde. İntihar, alkolizm, psikiyatristlere gidenler istatistik sıradanlığında. Stockholm sinematek’inde Tennessee Williams’ın İhtiras Tramvayı filmini seyrettiğimi hatırlıyorum. Blanche’ın sinir krizi geçirdiği sahnenin psikolojik ağırlığını kaldıramayan, empati kurmaya cesaret edemeyen seyirci, kendi halinden korkusunu gülerek dışa vurmuştu. Türümüzün şimdiye kadarki karnesi böyle. Güvensizliğin mecburiyetinde dostluk, devlet güvencesinde yalnızlık. Robotlarla ilişki kurmanın eşiğinde 21. yüzyıl insanı, sevmeye, sevilmeye, dokunmaya, kucaklaşmaya aç. Hepimiz gezegenimizde birbirimizin misafiriyiz. Belki siz de görmüşsünüzdür. Japonya’dan dünyaya yayılan bir akımın temsilcilerine İstiklal Caddesi’nde rastlamıştım. Birkaç genç. Ellerinde gelip geçene gösterdikleri ‘Sarılmak bedava’ yazısı. Onlardan birkaç metre uzak durarak ifade ettiğimiz kuşkumuz bir anda muhabbete dönüştü. Sarılabilmek için kuyruk oluşturduk. 021
Tayfun’un toplumsal manzaraları titizlikle ele aldığı işleri bir süredir radarımızdaydı. Hayatlarımızda katlanmak zorunda kaldığımız adaletsizlikleri, bu manzaralar üzerinden tuvaline yansıtan sanatçıyla, Erinç Seymen XOXO için buluştu ve resimlerinin alt metinlerini konuştu.
Röportaj:
Erinç Seymen Fotoğraf:
Gökhan Polat
022
TAYFUN GÜLNAR
ERİNÇ SEYMEN: Tayfun, senin resimlerinle ilgili bana ilk çarpıcı gelen unsur, katlanmak zorunda kaldığımız toplumsal adaletsizliği aslında hep beraber inşa ettiğimize dair vurguydu. Resimlerin, en çaresiz kurbanları dahi sanık koltuğuna çağırıyor sanki. Bu açıdan suç kavramını kişisel ölçekte değil de, toplumsal ölçekte incelemeye yatkın olduğun söylenebilir mi? TAYFUN GÜLNAR: Bahsettiğin vurguyu saptama konusunda sana katılıyorum. Kimseyi korumuyorum. Olmakta gecikmemiş her bir acının sorumlularıyız. Bugün iyi ve doğru olduğunu varsaydığımız dogmalar ya da ahlaki kurallarımız aynı gün başka bir toplumda uzak ve tersine karşılanabilir. İnsanlık tarihi inandıkları uğruna kendi alanına sahip çıkarken ötekinin varlığını anlamlandırdığı yaşam biçiminin üzerine ayak basıp et kemik çiğneyenlerle dolu. Adaletsizliğine göz yumduğumuz ya da sindirilmişliğimizin pençesindeki her bir sessiz dakikamızın sorumlularıyız. ES: Resimlerinin bütününden çıkan şöyle bir sonuç var gibi: Medeniyetin sızdığı her yer güvenli olmaktan çıkmıştır. Kişiler arası ilişkilerdeki güven sorunu ise, birkaç ufak örnek dışında, henüz resminin ilgi alanına girmiş gibi görünmüyor; resminin ilgi odağında şimdilik kitlesel/kurumsal yıkımların neden olduğu güvensizlik var. Kişiler arası güvensizliği toplumsal güvensizlikten ayırıyor musun? TG: Güvensizliğimden çıkan şey bir kıvılcım. Medeniyetin İstanbul’unu ele alayım. Burada yaşayıp burada üretiyorum. Sokağı izliyorum. İstanbul gibi büyük bir şehirde ilk gözüme çarpan acı gerçek sınıfsal farklılıklar ve ayrımcılık oluyor. Ve ülkede her kesimin mahallesi, ideolojik farklılıkların keskin bir ayrımla yarıldığı bölgecilik var, kendinden olmayanı ayıran bir düşünüş bu. Bu toplumsal çöküşü, hepimizin içinde bir yerlerde herhangi bir geçmiş zamanda ötelenmiş çocuklar gerçekleştiriyor. Adaletsiz yargılardan tutun da şeffaflığı şaibeli sözlerin yalan kulelerinden dökülen kandırmalarına, tümü o toplumu uçsuz karanlığa itiyor. Eternal Cycle serisinde sınıfsal ayrımlar gözetmeksizin bir arada bulunan bir kitleyi Eternal Cycle V’de ele almaya gayret ettim... Kitlesel/kurumsal yıkım, kişiler arası nedenlerden doğarak kitlelere güvensizlik aşılıyor. Bulaşıcı bir hastalık derecesinde yayılarak, düşüncelerimizi istila edip, şüphelerle bizi uyutuyor. Bunu biraz genişletecek olursam, toplumsal güvensizliğimizin her defasında iktidarı, toplumu korkuyla sindiren güç sahipleri elde tutuyor. ES: Resimlerinle ilk karşılaşmamdan bu yana titizlikle üstünde çalıştığın toplumsal manzaralarla Cioran’ın topluma duyduğu büyük öfke arasında bir akrabalık olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, Cioran’dan farklı olarak senin resimlerine, kara mizaha ya da kısa ve acı bir kahkahaya dahi geçit vermeyen bir katılık hakim. Bu tavizsiz ciddiyetin izleyicinin sabrını
zorlayabileceğinden endişe duyduğun oluyor mu? TG: Şimdilik tebessüme yer veremiyorum. Tanık olduğum düzen beni tatminsizlik eşiğinden mutsuzluk basamağına çıkarmaya gayret eder nitelikte. Ancak her şeye rağmen rengi çok sınırlı bir şekilde resmime yedirmeyi düşünüyorum. Bir gözlemci gibi geçmişin yıkıntısını öğrenmiş, pırıltılı hayalleri gerçekleştirilememiş düzeni geleceğin acılarına bağlayan kıyamet habercisi gibi. Umutsuzluktan ziyade, beceremediğimiz mükemmelliğin boynumuzu büken ağırlığını selamlamak gibi. Resimlerimin bu denli katı ve izleyene bir umut verme amacından yoksun bir biçimde karanlık habercisi olmaları bunca şeyi hiç mi hiç istemeyişimden ileri gelir. Televizyon programlarının şatafatlı saçmalığı, her canlı
Eternal Cycle V”, oil on canvas, triptych, 170x340 cm (170x85; 170x170; 170x85 cm), 2016, detay
bomba eyleminde, hepimizin kaderini etkileyen olaylarda, her şeyin kontrolleri altında olduğunu ileri sürenlerin gölgesinde yaşamaktayız. Elbette ki bunlardan beklentim günlerimin anlamını parlatacak ya da bana yaşamın gücünü bağışlayacak bir kurtarıcılık değil. Bu karanlığın altını çizmemin sebebi geleceğe tedirgin yürüdüğümüzü bilmemiz gerektiğidir. ES: Figürlerinin cinsiyeti var mı? Şöyle de sorabilirim: Ataerkinin, birçok toplumsal şiddet biçimini önceleyen en eski şiddet biçimlerinden biri olduğunu düşünürsek, resimlerin, şiddet tarihini ağırlıklı olarak ataerkil şiddetin tarihi olarak mı ele alıyor? TG: Figürlerimin cinsiyeti şiddet bedeni. Şiddeti erkeklerde gördüm. Kendimde gördüm. Çocukken 023
Invasion Series, Invasion V”, oil on canvas, 155x165 cm, 2016, detay
televizyonda erkekler kadınları öldürüyorlardı, halen. Erkek savaşçılar erkek savaşçılarla savaşıyorlardı. Erkek komutanlar savaşlar yönetti. 15 yıldır bir erkek, erkeksi söylemlerle her gün erkekçe konuşup duruyor. Erkekler gücün kudretin bedenleşmiş haliymişçesine ortalıkta kol geziyor, yapıp yıkmaya geçmişteki gibi devam ediyor. Şiddetin tarihini erkek şiddetine bağlamam yanlış sayılmaz. Gücü elinde topladıkça güçsüze dair kurallar belirlemekte her zamanki gibi başarılı, aksi olanın cezalandırılmasında başı çekmekte. Genellikle resimlerimde erkeğin güç temsili yıkım makinesini çağrıştıran kaslı gövdelerinin püskürttüğü ateşi görürsünüz. İşte yıkımın habercisi düşüncesizce kasıp kavuran bir ölüm makinesi doğurmuştur insanlık. Baskın çıkma hırsıyla kavrulan bu bedenler daha zayıf olanı her zaman ezmek üzere programlanmış bir zincirin dişlileridir adeta. ES: Lucian Freud, izleyicinin renklere atfettiği anlamlardan uzak durmak için geniş bir renk paletinden kaçındığını söylüyordu. Senin renk paletin de aynı şekilde hayli kısıtlı. Bu tercihin Freud’unkine benzer bir nedenden mi yoksa 024
başka bir nedenden mi kaynaklanıyor? TG: Benimki Freud’unkinden çok daha fazla kısıtlı. Hayatımdaki renklerin azalması bir şekilde resme de dahil. Desen geçmişimin resmimin üzerinde ağırlığını hissettirdiğini fark ediyorum. Olabildiğince detaya inmeye gayret ediyorum. Sabır ve konsantrasyonumu sağlama konusunda, kendimi resme adamama yardımcı olan şey süreci uzatmak. Ve bu yarattığım ortamlara gelecek olursam, atmosferi oksijenden yoksunlaşmış fakir bir coğrafya söz konusu. İnsanlığın dünya tarihinde rol oynadığı kısacık bir periyotta neler yapabildiğine dair... Tüketme çılgınlığıyla verimsizleştirdiği toprakların belki bir kıyameti haber verdiğinden bahsedebilirim. ES: Kimi resimlerinde ortaya çıkan avcı sürüngen motifi ve son derece şiddetli çatışmaları öyküleyen türler arasılık şunu sormayı zorunlu kılıyor: İnsan dışında kalan hayvan türlerine yüklediğin iyicil ve kötücül anlamlar var mı? İnsana özgü örgütlü kötülüğü insan dışındaki türlere atfetmenin türcü bir yaklaşım olduğu göz önünde bulundurulursa, senin resimlerinde de benzer bir türcülük olduğu iddiasıyla karşılaşsan nasıl yanıt verirdin? TG: Resimlerimde genel anlamda iyimserlik örneği sergileyen bir şey yok diyebilirim. Türcü bir yaklaşımdan ziyade bu şiddetli çatışmalar doğada karşılaşacağımız türden. İyicil görünen en zavallı yaratık dahi daha zayıf olanın bedeninde acılı bir son yaratabilecek savunma/saldırı potansiyeliyle kodlanmış bir organizmadır. Aynı zamanda sürüngenlerin çok eski akrabaları kuşların özelliklerine de sahip olduklarını görürüz resimlerimde. Yerçekimine meydan okuyabilirler. Bu noktada hep yerçekimini düşünürüm. Sürüngenler uçamayacakları gerçeğiyle zihnimizde var olsalar da gücünün doruğuna ulaşıp uçmayı ne kadar başarabileceklerdir? Yerçekimi, bir geri dönüşü, diplerde saklananların ayaklarımızın altında ezdiklerimizin geri dönüşünü barındırıyor, korkuyu da. Hep birlikte üstesinden geleceğimiz imkansızlığa duyduğum nefrete karşı bir büyü, bir arzu bu belki de. Kurallardan zincirlerden kopmuş bir düşünüşün büyüsü. ES: Uzun yıllardır İstanbul’un en eski ve en muhafazakar semtlerinden birinin göbeğinde yaşıyor ve çalışıyorsun. Semt sakinlerinin şehrin tarihiyle, özellikle 1453 öncesiyle nasıl bir ilişki kurduğunu gözlemledin? TG: Yan bahçede bir komşumun kırık bir devşirme Roma sütunun üzerinde mangal yaptığına tanık olmuştum. Şehrin kültürel tarihini düşündüğümde koca bir boşlukta kalıveriyorum. Doğan Kuban “Kentin sadece 2000 hektarı 550.000 hektar içinde (yani 225’te biri) tarihi bazı kalıntılar içeriyor. Bir de her gün bozulan eşsiz bir doğal yapısı var.’’ diyor...
Üst: Invasion VI”, oil on canvas, 165x155 cm, 2017, detay Sol alt: Invasion Series, Invasion IV”, oil on canvas, assemblage, 168x168x15 cm (134x37.5; 150x100 cm), 2016 Sağ alt: Eternal Cycle IV”, oil on canvas, 214x146 cm (100x124 cm; 114x146 cm), 2016, detay 025
Biz kendisini kalın gözlük çerçevelerinin ardındaki keskin ve bir o kadar ciddi bakışlarından tanıyoruz. Tasarladığı objeler çok net, gereksiz teferruattan uzak. Matali Crasset, tasarımın günahkar bir tarafı olduğunu kabul ediyor ama günümüzün işaret ettiği potansiyel işbirlikleri de ona göre heyecan verici yeni bir yol demek. Biz de onu bu yolda takip edip, anlamaya çalıştık...
Röportaj:
Bahar Türkay Fotoğraflar:
Julien Carreyn
028
MATALI CRASSET
Tasarımcılık günahkar bir meslek mi? Tasarımı her zaman bir işlev ve estetik üzerinden konuşuyoruz ancak bunun ötesinde bir şeyler de var elbette. Eskilere dönersem, eğitimime başladığım dönemde işlev meselesini biraz daha genişletmeyi istiyordum. Bu istek, benim için hala, kullandığımız temel ürünlerden bahsetmenin ötesinde daha az öncelikli objeler ve bilinçaltı ihtiyaçlar yaratma üzerine düşünmek anlamına geliyor. Ve bu bakış açısı araştırmalarım için her zaman çok mühim olmuştur.
1
Toplumsal yapının dönüşümüyle tasarım arasındaki ilişkiyi nasıl okuyorsunuz? Tasarım, toplumla ve onun dönüşümüyle çok entegre olmuş halde. Ben de sosyal tasarım üzerine çalışıyorum. Ancak insanların sosyal sorunların çözümü için tasarımcıları birer iş ortağı olarak görmeleri adına bunlar yalnızca birer başlangıç. Ama tabii tasarımcılar çözümü tek başlarına yaratamazlar, bahsettiğim şey daha ziyade grubun bir parçası olmak, birlikte çalışmak ve çevremizde bizi zorlayan her şeye beraber göğüs germek.
2
En yeni projelerinizden biri olan Ikea PS 2017 aydınlatma ünitesinin tasarımı için, sanayileşmenin başlangıç dönemlerini de temsil eden tren yolu lambalarından ilham aldınız. Referans noktam, tam olarak, beyaz tren yolu ışıklarıydı. Amacım lambayı lamba olarak kendi işleviyle muhafaza edip, onunla olan etkileşimi artırmaktı. Onu alıp başka yere taşıyabilirsiniz, istediğiniz gibi konumlayabilirsiniz. Dolayısıyla işin içinde ışığı kontrol edebilmenizi sağlayan bir hareket var.
3
Ikea PS Lamp,
Neredeyse her tasarımcı kariyerinin bir noktasında bir aydınlatma ve oturma ünitesi tasarımına imza atıyor. Bunun arkasında yatan şey motivasyon mu, takıntı mı? Aydınlatma tasarlamanın bana göre enteresan bir yanı var; ışık açık olduğunda tasarımınız çok kuvvetli bir etkiye sahip oluyor. Tasarlamak işin bir tarafı, diğer tarafıysa ışığı zekice kullanabilmek. Dolayısıyla güçlü bir şey yaratmak için elinizde iki ayrı potansiyel mevcut. Ayrıca teknik anlamda da çok detay olduğu için tasarımcı için aydınlatma tasarımı, teknik pratiğini geliştirme imkanı bulmak anlamına da geliyor.
4
2017
029
Sizden “biçimlendirmenin tasarımcısı” olarak bahsediliyor. Bu tam olarak ne anlama geliyor? Esas olarak obje tasarımı eğitimi aldım. Ancak zaman içinde insanlardan mekan tasarımı talepleri geldi. Obje tasarlarken de aslında tasarımın insan ve mekan için çekici olan tarafıyla ilgileniyordum. Dolayısıyla başından beri tek bir objenin tasarımına odaklanmaktan ziyade, geniş bir bakış açısıyla tasarımlarımı gerçekleştiriyordum.
7
Philharmonie-Paris:
Geçtiğimiz yıl, Velvet Underground New York Extravaganza sergisini tasarladınız. Sergi çeşitli referanslar üzerinden New York kentinin düşeyliğine odaklanmıştı. Belli bir zaman dilimini ele alırken nasıl bir yol izlediniz? Karşıkültürün ne olduğuyla ilgili araştırma yapmak ve belli yaratıcı alanlar adına çok önemli olan bir zaman dilimine odaklanarak bunu ele almak üzere küratörler tarafından davet edildim. O dönemin New York’u tam da böyle bir örnek. Temel amaç, dönemin yaratıcı sahnesindeki tüm aktörlerin, bilinen kodları yıkmayı başaran tüm o insanların yaşadıklarını ortaya koymak ve aynı zamanda izleyicilerin kendilerini dönemin New York’unda hissetmelerini sağlamaktı. Tasarımda, kentin yeraltına giriş etkisi yaratmaya çalıştık. O nedenle ortam biraz karanlıktı. Sonrasında, o yıllarda olan biteni daha iyi anlayabilmek için dönemin farklı mekanlarının ve o zamana göre yeni olan önemli kültür aktörlerinin arşivlerine erişiliyordu.
The Velvet Underground
5
New York Extravaganza, 2016
Tasarımın bir dil olduğunu düşünürsek, siz kendi dilinizi nasıl tarif edersiniz? İnsanlara özgürlüğe kavuşmak için bir imkan sağlamak...
8
90’lar, hareketlilik üzerine araştırmalarınız ve biçimi reddedişinizle, kariyerinizde önemli bir yer tutuyor. 2000’ler, en azından şu ana kadarki bölümü, mesleğinizde nasıl bir dönemi temsil ediyor? Tasarımın uğraştığı zorluklar ve fırsatlar çok değişti. Bunlardan birisi sosyal meseleler ile daha iç içe olma durumu. Bu nedenle ben de son zamanlarda yeni bir mantık üzerine çalışıyorum. Konu artık şifreleri kırmak değil, daha ziyade bir adım geriye çekilip her şeyi daha geniş bir bakış açısıyla görebilmek ve buna göre tüm projeleri yeniden ifade edebilmek. Bir konu da, yalnızca madde üzerine değil, strateji üzerine konuşabilmek.
6
Reflexcity, Asia Culture Center, Gwangju, Asie, 2016 030
AQUARACER CERAMIC DIAMONDS Bella Hadid, the new generation’s favourite, has everything going for her. She’s beautiful, vivacious, luminous and free-spirited. She glides through pressure so #DontCrackUnderPressure is the perfect motto for her.
Suriyeliler için korkunç bir beş yıl yaşandı ve trajedi ne yazık ki devam ediyor. Savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınanların çoğu, ülkesinden uzakta, canını dişine takıyor, hayata tutunmaya çalışıyor. İstedikleri için değil sürüldükleri için geldiler. Buralı değiller ama artık buradanlar. Derdini müziğiyle anlatan Country for Syria da, şarkılarını buradan, Suriye için söylüyor. Gruptan Başak ve Kardelen ile konuştuk.
Röportaj:
Nevşin Mengü Fotoğraf:
Gökhan Polat
032
COUNTRY FOR SYRIA
Country for Syria’nın hikayesi ne? sıralarda ben henüz gruba dahil olmamıştım... Bir gün ekipten, 30 dakikalık bir yardım konserinde, daha uzun süre sahnede kalmaları isteniyor. Bizimkiler de doğaçlama çalmaya başlıyorlar. Yetmiyor, zamanı dolduramayacaklarını anlıyorlar ve bildikleri basit şarkıları birbirlerine o sırada göstermeye başlıyorlar. Malum, Ortadoğu müziği çok karmaşık, Country ise temel olarak daha sade bir müzik. Ortaya, temelinde Country olan, cayır cayır nağmeli bir sentez çıkıyor. O akşam grubun temelleri atılmış oluyor. Ben başlangıçta ana dilim Türkçe olduğu için (o zamanlar grupta benden başka Türkiye doğumlu yoktu) etkinlikler düzenliyordum, sonra nasıl olduysa şarkıların Türkçe kısımlarını söylememi istediler ve kendimi sahnede buldum. Ardından, önceliği göçmen ve kadın müzisyenlere vererek ekibi büyüttük. Kolektif bir topluluk yaratma peşindeydik, bu yüzden sık sık gelip giden müzisyenlerimiz oldu. İranlı, Suriyeli, İngiliz, İspanyol, Kürt, Çek, Amerikalı, Türk müzisyenlerle çaldık. NM: En son Donald Trump’ın vize yasağına* karşı eylemleriniz ve kampanyalarınız oldu. Neler yaptınız? BO: ABD turnesi sonrası yazdığımız bir şarkı var. Dear Mr. President. Vize süreci çok sıkıntılı stresliydi. Farklı uluslardan yedi kişi için yüzlerce sayfa kağıtla başvuru yapmıştık. Bir üyemizin buradaki oturma izni yenilenmediğinden, maalesef Türkiye’den ayrılamıyordu. Turneye çıkabileceğimizi uçak bilet tarihlerimizden üç gün önce öğrendik. Tam bir son dakika sürprizi oldu. Özetle, şarkının sözleri bu süreci anlatıyordu. Tabii bunlar seçimlerden önceydi... Vize yasağı sonrası bu şarkıya yeni sözler ekledik. KARDELEN PINAR: Yasak sonrası hepimiz şoke olduk, olanlara inanmak istemedik. İşbirliği yaptığımız kurumlar ve yaptığımız müzik bize şahane dinleyiciler-arkadaşlar kazandırdı ve biliyorduk ki bir çoğunun ABD’ye gitme hayalleri vardı. Kiminin kardeşi oradaydı, kimi üniversite için gitmek istiyordu. Bir gece bir imzayla bu hayaller yerle bir oldu. Grubumuzdan da dört kişi yasaktan doğrudan etkileniyor. Hatta aralarından ikisi evli. Amerikalı-Suriyeli ve Amerikalı-İranlı çiftler. Şu an birbirlerinin ailelerini ziyaret etmeleri dahi imkansız, üstelik çiftlerden biri yeni evli. Yasak sürerse eşlerinin aileleriyle tanışamayacaklar. Bütün bunlar üst üste gelince, söyleyecek çok şeyimiz olduğuna karar verip, şarkıyı güncelledik. Balat’ta arkadaşlarımızla kısa bir video çektik, biz şarkımızı söyledik, göçmen arkadaşlarımız konuyla ilgili mesajlarını ilettiler. Üç farklı ülkeden farklı televizyon kanalları bu çekimlerde yanımızdaydı. Dans ettik, birlikte yemek yedik, rengarenk bir gündü ve asıl söylemeye çalıştığımızı tekrar söyledik. NM: Müzik tüm bu süreçte nasıl yardımcı oluyor? KP: Müzik gibi soyut bir araca bu dünyanın tüm problemlerinin NEVŞİN MENGÜ:
BAŞAK OKTAY: O
çözümüyle ilgili bir sorumluluk yükleyemeyiz. Müziğin iyiliğe, güzelliğe yönlendirebilmesi mevzusu ancak kendini geliştiren, sorumluluk alan, mücadele cesaretine sahip olan bireylerin varlıkları ile beraber anlamlanır. NM: Siz bu projede nerede duruyorsunuz? BO: Ben kronik bir öğrenciyim, üniversitede uzatmalı olarak mühendislik, Country For Syria’da da müzik öğreniyorum. Grubun menajerliğini, bu sözcüğü hiç sevmesem de, yapıyorum, ukulele çalıyorum, şarkı söylüyorum. KP: Ben grubun kemancısıyım. Grubun bu kadar duyulur hale geleceğini tahmin etmemiştim fakat konu, birçok bireyin, topluluğun, hükümetin odağında olan bir konu olunca iyi-kötü herkes, her türden basın-yayın organı, kurum bizimle ilgilenir oldu. Bundan dolayı kendi adıma, çok dikkatli davranmamız gerektiğini düşünüyorum ve cümlelerimi özenle kurmaya gayret ediyorum. Bu grubun bende anlamlandığı nokta, gruptaki Suriyeli arkadaşlarımızın, sevdikleri işi yaparak para kazanabilmeleri fikriydi, hala da öyle. NM: Aidiyet hissi çok önemli, Suriye’den gelen arkadaşlarımız kendilerini buraya ait hissedebiliyorlar mı? KP: Onlar burada bizimle beraber üretip, çalışıyorlar ve para kazanıyorlar. Buraya aitler, aslında kendileri gibi çalışanların sınıfına aitler, ortak bir dilleri var; sömürü düzenine karşı olmak. Fakat bu aitlik hissi, sadece göçmen arkadaşlar için değil, her insan için politik bilincin gelişimiyle doğru orantılı olarak artabiliyor. BO: Diğer taraftan, kendilerini ne yazık ki İstanbul’a ait hissedemiyorlar. Çok temel ihtiyaçlarda karşılaştıkları sivil önyargı ve bürokrasiden yılmış durumdalar. Çok yakın örneğine, bir müzisyen arkadaşımız kardeşiyle ev tutmak istediğinde tanıklık ettik. Göçmen olduklarını öğrenir öğrenmez, ev sahiplerinin, emlakçıların tavrı değişti. Bekara, öğrenciye, yalnız yaşayan kadına ev verilmemesine alışamadan şimdi bir de göçmene ev yok tabiriyle karşı karşıyayız. Yaklaşık üç ay ev aradık ve sonunda iki kardeş ayrı yerlere taşınmak durumunda kaldı. NM: Astana, Cenevre görüşmeleri sürüyor. Acaba Suriye yine eskisi gibi olur hayalini kuranlar var mı? BO: Suriyeli arkadaşlarımızın görüşmelerden çok ümitli olduklarını söyleyemem. Aynı masaya bile oturamayan siyasetçilerin sorun çözebileceklerine kimse inanmıyor. Ama savaşın bitmesi, Suriye’ye geri dönebilme olasılığı bile insanları sevindiriyor. ‘Savaş bitince de zor olacak ama yine de geri dönmeye değer’ diyen çok fazla insan olduğu gibi ‘bir daha asla aynı yer olmayacak, çocukluğumuzdaki Suriye ancak zihnimizde var olacak’ diyen de çok. Hatta bu farklı düşünme şekilleri, insanların Türkiye’ye uyum süreçlerini de doğrudan etkiliyor. Israrla Türkçe öğrenmek istemeyen bir arkadaşım var, bir keresinde neden inat ettiğini sorduğumda, savaşın bir gün biteceğini ve evine geri döneceğini söyledi. O gün bugündür sormuyorum, anladım ki Türkçe öğrenmeye başlamak onun 033
Fotoğraf:
Caroline MJ Dorn
dönüş umutlarını yok edecek ve o buna hazır değil. KP: Bu gibi görüşmeleri heyecanla beklemek anlamlı olmamalı. Zira halklar şimdiye kadar kendi tarihlerini kendileri yazdılar, bundan sonra da bu böyle devam edecek. Suriyeliler Suriye’nin eskisi gibi değil, eskisinden daha iyi olmasının hayalini kurmalılar, bunu her halk gibi onlar da hakediyor. NM: Hep çok misafirperver olduğumuzu söyleriz ama muhtemelen o kadar da değiliz. Nasıl davranıyoruz Suriyelilere? BO: Bu konuda çok kötüyüz. İnsanları etiketlemeyi çok seven bir toplumuz. Büyükçe bir Suriyeli etiketi var, pat diye herkese yapıştırıveriyoruz. Dinlemiyoruz; anlamaya, empati kurmaya çalışmıyoruz. Kocaman bir ülkeden, köyden, kentten, çok farklı sosyoekonomik koşullardan bir sürü insan geldi. Her birinin ayrı hikayesi var, hiçbiri birbirinin aynı değil ve hepsi bir diğeri kadar insan. Onlara Suriyeli, Pakistanlı, Afrikalı ya da mülteci olarak bakmak yerine en önce Ayşe, Iman, Hermine olarak bakmayı öğrenmeliyiz. KP: Siz “misafirperver” diye boşlukta salınan bir diğer halktan bahsediyorsunuz. Geçim derdi çeken, güvensizlik ortamında yaşamaya çalışan Türk halkının asıl öfke duyulacak olan hedefi görmeyip Suriyeli arkadaşlarımıza kötü davranıyor olması da politik bilinç eksikliğindendir. Bir keresinde Türk bir işçiyle konuşmuştum; kendisi bana, Suriyelileri daha ucuza çalıştırdıkları için kendilerinin tehdit altında olduklarından bahsetmişti. Buradan ve bunun gibi örneklerden bir düşmanlık yaratılmaya çalışılıyor. Kendisine bu durumun sömürüyü unutturmak için bir araç olarak kullanıldığını söylediğimde, bunu bildiğini söylemişti. İyi ki bunun farkında. 034
NM: Yeni projeleriniz neler? an bir albüm üzerinde çalışıyoruz. Kayıtları devam ediyor. Onun dışında İstanbul’daki konserlere ufak ufak devam ediyoruz. Konserlerimizde yine o meşhur şapkamızı, ihtiyacı olan kişilere yardım için dolaştırıyoruz. Lübnan’dan ve Fransa’dan konser teklifleri aldık. Yolculuk masrafları için sponsor arayışımız sürüyor. Bir de yine vize meselesi var tabii. Yarımız gidebilecek, yarımız kalacak diye aklımız çıkıyor. NM: Grup büyüyecek mi, Suriye’yi de aşıp belki tüm mültecilere, arada kalmışlara yönelik bir şeyler üretme fikriniz var mı? BO: Aslında işbirliği içinde olduğumuz organizasyonlar ve Humanwire, Small Project İstanbul gibi sivil toplum kuruluşlarıya beraber, yalnızca Suriyelilerle değil, Türkiye’de göçmen statüsünde olan herkesle dayanışmaya açığız. İstanbul’da azımsanmayacak sayıda Pakistanlı, Afgan ve Afrikalı göçmen var ve bazıları beslenme, barınma, dil öğrenme, sağlık hizmetler gibi temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak durumdalar. Country For Syria olarak asıl amacımız bu göçmen krizine dikkat çekmek, bu konuda çalışan gönüllü ağının genişlemesine katkı sağlamak. Hepimizin yapabileceği birçok şey var. Ulaşabildiğimiz her izleyici, daha çok aileye destek götürebilmek demek. Bugüne kadar 70’in üzerinde aileye çeşitli yardımlar sağladık ve bu, seyircimizin desteği sayesinde oldu. Konserlerde satışa sunulan grup tişörtlerimizi Small Project İstanbul’un bünyesindeki Olive Tree Women’s Craft Collective üretiyor. Böylelikle göçmen kadın istihdamını doğrudan destekleyebiliyoruz. BO: Şu
*ABD İç Güvenlik Bakanlığı, Donald Trump’ın yedi müslüman ülkeye uyguladığı vize ve ülkeye giriş yasağını sonradan askıya aldı. Röportaj yapıldığı sırada yasak devredeydi.
13-23 Mart 2017 www.akbanksanat.com www.akbankkisafilmfestivali.com
0212 252 35 00 - 01
/akbanksanat
ISRARLA GELEN YARATI Yazı:
Ali Akay
Mont Sainte-Victoire, Paul Cézanne, 1902-1904, oil on canvas, 73x91.9 cm, The George W. Elkins Collection, 1936
Bir yere bakmak... Görmek için bakmak... Israrlı bir şekilde görmeye uğraşmak için çaba gerekir. Buna zaman harcamak lazımdır. Israr sanatsal bir yaratının nerdeyse olmazsa olmaz koşullarından biri. Bakmak, görmek, ve yapılan şey üzerinde ısrar etmek, isterse tuhaf gelsin bazılarına... Israr sayesinde; sanatçı, ressam, şair veya edebiyatçı kendi çizgilerini, harflerini veya cümlelerini bularak, yeni ifade biçimleri, yeni renk kullanma düzenlemeleri veya asamblajları ortaya çıkararak, yeni olana ulaşırlar. 19. yüzyıl yeninin olmazsa olmaz koşuludur. Arthur Rimbaud’nun da ifade ettiği gibi “Mutlaka modern olmak lazımdır”. Yenilik ve cesaret buradan gelir. Önümüze, plastik sanatlarda modernliğin kurucusu olarak ele alınan bir ressam örneği çıkar. 19. yüzyıl sonunda başlayıp 20. yüzyılın başına kadar sürekli bir şekilde, Fransa’da, (Aix’de 18. yüzyılda bu ismi alan) Sainte-Victoire dağlarına bakarak, tekrar bakarak, ışığı resmederek, manzaranın parçalanmışlığı içindeki heterojenlikleri görmek ve göstermek Cézanne için ısrarın koşuluydu. Orada, baktığı perspektiften Cézanne, gökyüzünü, bazen yeşile, bazen sarıya, bazen açık maviye, bazen mora çalan renklerden oluşturmaktadır; söz konusu renk, ışığın gökyüzünde aldığı hem formlara hem de farklı renklere tekabül eder. Sainte-Victoire dağı Cézanne için neredeyse bir saplantıdır. (Picasso’nun da ilan ettiği gibi Cézanne onun en eski ustasıdır.) 1882 ile 1906 arasında Cézanne bu dağı, ona sürekli bakarak, resmetmekten bıkmamıştır. Aradığı resimsel yenilik bu bakışta ve çalışmadaki ısrara ait bir şekilde gelişmiştir. Sanatçı, 1880’lerin başlarında, Provence’a yerleşip, 036
çalışmalarını burada yürütmeye başlar. Modern sanatın eğer bir başlangıç noktası varsa, bu sadece perspektif kurallarının dışına çıkan Manet ile değil aynı zamanda Cézanne ile başlamıştır. Bir anlamda buna Cézanne’ın ısrarı diyebiliriz. Empresyonizmden kendisini uzaklaştırıp, kendine yeni patikalar aramaya başlayan ressamın bu ısrarı modernliğin ısrarıyla birlikte oluşmuştur. Bu ısrar manzaradan geçer. Anlam yerine yöntem ile ilişkili bir şekilde işleyen formülü bulmak ısrarın üzerinden gerçekleşir. Tıpkı, 18. yüzyılın ikinci yarısında doğan ve 19. yüzyılın yarısına kadar yaşayan ressam Hokusai’nin ‘Otuz Altı Bakışlık Fuji Dağı’ çalışmasında olduğu gibi, Cézanne da Sainte-Victoire dağını birbirlerine yakın ama değişik perspektiflerden gözlemlemekte ve resmetmekteydi: Gardanne’dan, Viaduc de la Vallée de l’Arc dan, Lauves’dan Grand Pin’den, Bibemus maden ocaklarından bakarak hem Saint-Victoire dağını hem de Kara Şato’yu resmetmiştir. Tıpkı Avrupa Romantik çağının içinden geçerek, Fransız edebiyatının, romanının ve tiyatrosunun kilometre taşlarından biri olan Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu romanında, Quasimodo veya Esmeralda’yı değil de Notre Dame katedral binasının kendisini bir özne olarak düşündüğü gibi, Sainte-Victoire dağı da Cézanne tarafından bir kişi haline sokulmuştur. Cézanne uzun süre bu dağı seyrederek hayal kurmuştur: “Uzun zaman gölgelerin içbükey olduğunu” sandığını, oysa bunların dışbükey olduklarını keşfettiğinde, önünde yeniliğe çıkan kapının aralandığını belirtmiştir. Israrlı bakışları sayesinde “işte bakınız bunlar dışbükey” diye haykırmıştır. Bu şekilde gölgeler merkeze doğru toplanmak yerine merkezden kaçan bir forma ait olarak düşünülmeye başlanmışlar ve resmedilmişlerdir. Birleşeceklerine birbirlerinden ayrılan, merkezkaç bir şekilde izlenmişlerdir. Doğanın formları ve renkleri buhar olup yükselmekte veya akmaktadır. Havanın mavi renklerine karışmaktadır. Her biri bir ışık hacmi haline gelmiştir. Hacim ve ışık birbirlerini takip etmekte ve ressam ışığı dağıtırken, renkleri de akışkanlaştırmaktadır. Cézanne, ışığa duyguyu ve duyumu katmasını başarmıştır. 87 tabloda Sainte-Victoire dağını temsil etmiştir: 44 yağlı boya ve 43 sulu boya. Doğduğu yere olan bağlılığını, bu kireç bloğuna olan borcunu bu şekilde ödemiştir: Israrıyla. Fırça darbelerindeki dokunuşlarla birlikte renklerin yan yana fragmanter bir şekilde oluşması Cézanne’ın gözünü ve ruhunu birlikte bize sunmaktadır: Hem de ısrarın getirdiği yeniliğin diretilmesini... Doğanın silindir şekildeki yuvarlak, küre parçalarla işlenmesi onun buluşudur. Bir anlamda bu “Kübizmden önce bir Kübizmdir”. Cézanne “doğadan bir parçayı tutup, onu resim haline soktuğunu” söylemiştir. Fragmanter olarak doğaya bakmak ve doğadan bir anekdot hikaye çıkarmak yerine bir olay oluşturmak denilen budur. Resim yapmak; doğanın veya dünyanın bir taklidi olmaktan çok ötede, bir olay olarak doğal bir şeye gönderme yapmak yerine, bir dünya oluşturmaktır. Söz konusu olan, model ve kopya ilişkisi değildir. Ressamların, en figüratif resimde bile aslında yapmak istedikleri kendilerinde olay olacak görüntüler yaratmaktır. Ve bu modern resim olarak dünya sanat tarihine bu şekilde kazınmıştır. Sanatçıların ısrarları sayesinde, çoğunluğa tuhaf gelen düşünceler ve seyircinin algısını zorlayan şekiller sanatın aslını oluşmuştur; o halde yaratının kendisi, algı zorlamalarında yeşeren, kendinde dünyalar kurmak olacaktır. Görünmeyeni göstermek ve algılanmayanı algılatmaya zorlamak sanatın ısrar ettiği eylemin kendisidir. O bakımdan resim tarihi benzerliklerin tarihi olmaktan çok formların, çizgilerin ve renklerin tarihi olarak düşünülebilir. Yıllarca önce Gilles Deleuze, Paris VIII Üniversitesi’nde verdiği derslerde, ressamın çizgilerle ve olgularla yaratıya girdiğini belirtmişti. Bu çizgilerin, renklerin, figüral olarak adlandırılan formların her biri, yaratı süreci sırasında, yenilik ortaya çıkarmaktadır. Bunlar her zaman, ısrarlarla bir olguyu görünür kılmaya yarayan eylemlerdir. Bakanı zorlamasına ve yapanın kafasındaki süreçten geçerek ortaya konduğu anlaşılmamasına rağmen ısrarla gerçekleştirilen sanat işinin izleyicilere kendisini kabul ettirdiği gerçektir. Mallarmé için de bunlar sıklıkla söylenmiştir. Kendisi, şiirsel dil ile gündelik yaşam dili arasında bildik nesneleri o şekilde adlandırmıştır ki, onu takip etmeye çalışanlar neden bahsettiğini bile anlayamamışlardır. Bu anlamda, ısrarla söylemek doğru olacaktır: Sanat bir tasvir veya belirlenim olmaktan çok uzak bir uğraşıdır. Duyumsamanın ve yeri belli edilemeyecek kadar devingen şeylerin sunulmasıdır. Giacometti, Cézanne üzerine konuşurken, onun her zaman derinliği aradığını belirtmişti; çünkü o dönemde derinliğe “yeni esinlenme” adı verilmekteydi. Rönesans ve Kartezyen düşünceden sonra modern resim derinlik kavramını keşfetmiş oldu: Hayatta bir kez bir şeyi keşfetmek değil, sanatçının tüm hayatının keşif üzerine odaklanması bu sayede gerçekleşmektedir. O zaman bu yeniliğin, bu yeni tinin keşfinin kabulü sanatçının bulduğu yenilik üzerine ısrar etmesiyle gerçekleşebilecektir. Gerçek olan asıl bu ısrar olarak gözükmektedir. Beckett, Adlandırılamayan adlı kitabında bunu yazmaktaydı: “Devam etmek gerek... Her şeye rağmen devam etmek gerek...” Gerçek, bu sürekli ısrar sayesindedir. 037
LEYLA GEDİZ: SERPİLEN
FATİH ÖZGÜVEN
Leyla Gediz’in resimlerinde her zaman bir ‘kendine ait oda’ fikri gezinir. Bu oda, yakından bakılan bir nesnenin ya da yüzeyin tarif ettiği bir içerisi olabileceği gibi, neredeyse odalaşmış bir dışarısı da olabilir. Bütününde Leyla Gediz resminin zihnimize yerleştirdiği şey, bir oda ihtiyacı belki. Ama ressamın ısrarla eşyanın tıpkı kendisi gibi boyadığı imgeler de bizde tedirginlik uyandırır. Neden bu kadar burun buruna ya da uzak, ama dolayımsız bir ilişki içindeyizdir bu nesnelerle? Merak ederiz. İşlerdeki heyecan ve gerilim bunun üzerinden kurulur. The Pill galerisinde açtığı son sergisi Serpilen’in afişinde de yer alan resimde, tamamen ikna olmamış gözüken bir figür, belki bir karar verici, elinde tuttuğu, sadece bir lekeden ibaret tuvale bakmakta. Resim hakkında mı düşünüyor, onunla ilişki kurmaya mı çalışıyor yoksa tam tersine, çoktan kararını vermiş mi? Bilmiyoruz, fakat onu elindeki resimden ayıran esrarengiz dikey çizgi, bakanla bakılan arasında daima bir perde olacağını ima ediyor. Bu perdeyi aralamak istiyorsak, belki de burada bir lekeden ibaret olana değil, onun resimdeki temsiline bakmamız gerek. Yeni sergisinin resimlerinde ilk dikkatimizi çeken, renklerin hafif soldurulmuş, neredeyse monokrom halleri. Bu kanı çekilmişlik hissinin elbette her zamanki Leyla Gediz tedirginliğiyle ilgisi var. Bir ileri aşama belki. Ama bu sergide de diğerlerinde olduğu gibi asıl ilgimizi çeken, imgelerle ilişkideki yakın-uzak mesafe hissi olacak. Bu imgelerin bazılarında duygusal bir iz var elbette. Şu üç tarafı çerçevelenmiş, ama tepesinin çerçevesizliği gözümüzü ister istemez yukarı doğru sıçratan, koli bandıyla tutturulmuş kırık pencere camı, Gediz’deki kağıt resmetme sevgisinin izlerini taşıyan, pembe fotokopi kağıdına basılmış gibi duran mumlar... Ya da hesabı çoktan görülmüş olana ilişkin gösterişli bir kayıtsızlık; içilmiş biraların kasa fişinin dümdüz bir fiş olarak resmedilişi... Başını ısrarla bizden öteye çevirmiş bir figür... Ama bir oda sadece haletiruhiye değildir, aynı zamanda kendini meydana getiren şeylerle de tarif edilebilir. İki çini karesinin zalimce kendilerine benzeyen temsilleri, odanın odalığından da kaçılamayacağını düşündürüyor. Ya da kadranını kaybetmiş bir saat mi yoksa bir falcı küresi mi olduğuna karar veremediğimiz form, bizi bu odayla ilgili bir sırla baş başa bırakıyor. Öte yandan, Leyla Gediz’in her zaman resmetmeyi sevdiği, işlevlerinin çeşitli aşamalarındaki açık ya da kapalı kutular da bir ‘kalkıp gidebilirim’ hattı oluşturuyorlar. Bu odada, Leyla Gediz’de ta başından beri karşımıza 038
Default (Self) 100x70x7.5 cm, oil on canvas with extra stretchers, 2016
çıkan, yanıltıcı hafiflikteki küçük kız dünyası da var. Şarkıdaki gibi ‘yürümek için yapılmış’ olan bir çift çizme, fiyat etiketleriyle birlikte hem yürüyüp gidecek, hem de sanki hep yerlerinde kalacak gibiler. Arkasına kat kat gölgelerini salmış at kuyruklu kız, devinimi odaya hapsetmeyi, odada çoğaltmayı kabullenmiş. Hem hüzünlü hem neşeli, hem tutsak hem odayı aşmış imgeler... Şimdiye kadarki sergi mekanları arasında oda duygusuna bizi en çok yaklaştıran bu mekanda, ressamın kendine ait odası belki de tüm bütünlüğü ve çelişkileriyle en olgun halinde. Serpilen’de hem odayı tarife hem de onu aşmaya yönelik buluşlardan biri de tuvallerde resmedilene işaret eden üç boyutlu nesneler; bunlar heykelsi ve ağır değil, hafif ve dekorumsular. Her an çöpçülerce alıp götürebilecekmiş gibi duruyorlar. Eğlenceliler. Ama ciddiler de. Bu halleriyle resimlerdeki gravitas’ı, ciddiyeti hafifletmek isterken altını da çizen oyuncaklar gibiler. Serpilen, bizi bir oda olarak dünyanın içine sokuyor, ama eşiği de işaret ediyor. Kapıyı çekip çıkmak mümkün. Bu, odadan tamamıyla kaçılabileceği anlamına gelmiyorsa da.
KIMILDAMADI.
IŞIL EĞRİKAVUK
S. camın önünde dizili saksılara uzun uzun baktığı bir sabah kafasında bir şeyin kabardığını hissetti. Elini atıp yokladığında kafasının ortasında bir bitkinin çıkmakta olduğunu fark etti. Hemen gidip kafasını suladı, bitki daha da büyüdü. Birkaç gün içinde de çiçek vermeye başladı. S. bu durumun normal olup olmadığını anlamak için bir psikoloğa gitti. Psikolog onu ifadesizce dinledikten sonra arkasındaki dolaptan bir tabak çıkardı. Cebinden de beyaz bir toz. Birlikte kafayı buldular. Psikolog Suriyelilere yardım eden bir kuruluşta çalışıyordu ve hayatından çok yorulmuştu. Akşam diğer psikologların da olacağı toplu bir “toz” partisine davet etti S.’yi rahatlaması için. S. gelebileceğini söyleyip çıktı oradan. Vizite ücreti olan 300 lirayı ödemedi. Otobüste S.’nin yanına oturan ve onun kafasından çıkan çiçeği gören bir kız ona aşık oldu. S.’nin de hoşuna gitti bu durum, el ele tutuştular. Kız Suriyeliydi ve Esenyurt’ta yaşıyordu. Üstelik dilsizdi. S. için bu sorun değildi, Arapça öğrenmesine de gerek kalmadı böylelikle. Kısa süre içinde evlendiler. İki kız çocukları oldu. Onların kafaları keldi. S.’nin kafasından çıkan bitkiyi gören bir çiçekçi bunun paha biçilemez olduğunu söyledi ve çiçeği satmak için S.’ye çok büyük bir para teklif etti. S., çiçeği kopartmak istemediği için ancak kafasıyla birlikte olursa satabileceğini söyledi çiçekçiye. Çiçekçi ertesi gün meraklı bir futbol programı yorumcusuna çiçeği sattı. Futbol programı yorumcusu sonradan görme bir milyonerdi, televizyonda bağırarak konuşuyor ve akşamları evinde seks partileri veriyordu. S. ve ailesi için evinde bir oda hazırlattı. Oraya taşındılar. Futbol programı yorumcusu bir gün S.’yi programına çıkarmak istediğini söyledi. S.’yi bir saksının içine yerleştirip makyaja hazırladılar. Ekrana çıktığında sadece kafasının tepesi görünüyordu. Ekran izleyicisi için çekici bir durumdu, kısa süre içinde programın reytingleri ve S.’nin hayranları arttı. Ona özel bir Instagram hesabı bile açmışlardı, çiçeğin nasıl büyüdüğünü takip eden milyonlarca takipçisi vardı. S., o kadar popüler oldu ki akşamları futbol yorumcusunun partilerine katılmaya başladı. İnsanlar kafasındaki çiçekle düzüşmek için can atıyordu. Bu durumdan nefret eden karısı ve çocukları da terapiye gittiler, zamanla hiçbir şeyi takmamaya başladılar. Futbol programı yorumcusu her reklam öncesi suluyordu S.’yi. Bir gün o kadar çok suladı ki yaprakları pörsüdü. Sonra da çiçek öldü. S.’yi programdan attılar. Kafası da tekrar eski haline döndü. 040
Your Glacial Expectations, Olafur Eliasson, 2012 Fotoğraf:
Annabel Elston
Eve döndüğünde karısı ve kel kızları terapiden yeni dönmüşlerdi. Gözleri biraz tuhaf bakıyordu gibi geldi S.’ye, ama birşey söylemedi. Kafasında çiçek olmadığını görünce karısı onu terk etti, çünkü o çiçek, aşkının tek kaynağıydı. Kızlar da annelerinin peşinden gittiler, üstelik, S.’nin tüm parasını alarak... S. gidip kendini toprağa gömdü. İlk başlarda nefes almak için ara sıra kafasını dışarı çıkarsa da, sonra buna da ihtiyaç duymadı. Kök verdikçe nefes alma şekli de farklılaşmıştı. Bir gün okuldan kaçan birkaç çocuk farkında olmadan kafasının üstüne işedi. Bir süre sonra kafasından yeniden çıkan çiçeği hissetti, sonra da onun büyüyüp serpilmesini, üzerinde oturanları, sevişenleri, uyuyanları, yağan yağmuru ve işeyen çocukları, küfür edenleri ve kafayı bulanları... Hepsini ama hepsini hissediyordu. Yerinden kımıldamadı.
Now In Selected Stores cheapmonday.com #cheapmondaylook
Nicole Eisenman, figüratif resim geleneğinin sınırlarını genişleten yaklaşımıyla, günümüzün ruh halini eserlerine en saf haliyle yansıtmayı başarıyor. Aldığı birçok ödülün ardından 2015 yılında MacArthur Genius Grant’e de layık görülen sanatçı, ilhamını öyle çok derinlerden değil, günlük hayatın içinden çıkarıyor.
Röportaj:
Serhat Cacekli Fotoğraflar:
Nathan Ellis Parkel
Nicole’e ve New York’taki atölyesine bakıyorsunuz. Nathan’ın XOXO için yaptığı çekimden.
042
NICOLE EISENMAN
Donald Trump’ın başkanlık yemini etmesinin üzerinden sadece bir hafta geçti. Böyle hissetmen doğal. Geçtiğimiz hafta Amerikan siyasi tarihinin en kötü haftası olabilir. Trump’ın göçmenlere bakış açısı oldukça korkutucu. İleriki zamanlarda Amerikan halkının anayasal ve demokratik haklarına müdahale ihtimal dışı değil. Trump bizi bir sürü küçük şeyle oyalayacak ve önemli konuları es geçeceğiz gibi hissediyorum. Su ve petrol savaşları başladığında yurdunu terk etmek zorunda kalan binlerce değil, milyonlarca göçmenle karşı karşıya kalacağız. Bu konuda şimdiden daha yapıcı ve uzun süreli çözümler üretmek gerek.
3
‘Resim öldü’ denildiğinde ne hissediyorsun? Bu, 80’lerde beyaz bir adamın ağzından çıkan bir cümle gibi ve bunun ciddiye alınması gerçekten şaşırtıcı. Sanat dünyası, gerçek olmadığını fark ettiğinde bile bu tür söylemleri unutmakta pek başarılı değil. Bana herhangi bir yıl söyleyin, size o yıl harika bir eser üretmiş bir ressamdan bahsedeyim. Resmin ölümü yerine, doğumundan bahsetmeyi tercih ederim. Özellikle de kadın sanatçıların yükselişinden... Ayrıca görsel iletişimin bu kadar yoğun olduğu bir dönemde, kendinizi sınırsızca ifade edebileceğiniz bir üretim şeklinin ölmesi mümkün değil.
1
Eserlerinin doğuşuna öncelik eden, sana ilham veren neler oluyor? İlham denince 19. yüzyılda Hudson Vadisi’nin büyüleyici manzarasına karşı resim yapan sanatçılar aklıma geliyor. Ben ise daha çok güncel olaylardan etkileniyorum. Şu sıralar haberleri ve dünyada neler olup bittiğini daha yoğun olarak takip ediyorum. Sanki dünya kendini imha edecek gibi. Resim, benim için bu karamsar ortamdan bir kaçış noktası; negatif hisleri dengelememe yardımcı oluyor. İlhamın tam tersine ne denir? İşte bende ortaya çıkan etki tam olarak bu.
2
Kendini politik bir sanatçı olarak tanımlar mısın? Evet, özellikle bu günlerde. Resim anlayışım oldukça formalist: Rengi, ışığı ve dengeyi kullanan kompozisyonlar oluşturmayı seviyorum. Resimlerimi belli bir estetik çerçeveye oturtmak istiyorum. Ama bu özellikler eserlerimin sadece yüzde 20 gibi bir oranını temsil ediyor. Geri kalanı ise oldukça içeriğe yönelik. Bu içerik de gündelik hayattan ve politikadan besleniyor.
4
“20. yüzyılda soyutlamanın ilerlemesiyle kültürel önemini yitiren insan formuna yeniden temsiliyet kazandırdığın” için 2015 senesinde MacArthur Genius Grant’i kazandın. Ödüllü bir dahi olmak sana kendini nasıl hissettiriyor? Bundan inanılmaz bir onur duydum. Hala nasıl hissettiğimi tanımlamaya çalışıyorum. Sanatsal pratiğime yapılan bu tanım beni çok mutlu etti. Yeni şeyler denemeyi seven ve hızlıca sıkılan bir insanım. Ruh hayvanım bir kır tavşanı, oraya zıplamayı seviyorum. Kendimi tekrar etmek bana zor geliyor. Bunun nedenlerinden biri de resme duyduğum saygı.
5
043
044
045
‘Biergarten at Night’ adlı çalışman günümüzdeki insan ilişkilerinin bir özeti gibi. O bahçede oturanlardan hangisiyle iyi bir arkadaş olabilirdin? O partiden birçok insanla tanışmak isterdim. Neredeyse hepsi favorim. ‘Biergarten at Night’ı resmederken tecrübelerimden yola çıktım. Gerçek dünyanın yapay sosyalliğini yansıtmasının yanı sıra o dünyadan bir kaçışı da temsil ediyor. Ama yine de insanları resmetmek beni mutlu ediyor.
8
David Humphreys ile bir sohbetinde sanatın büyük ölçekli tek bir ortak çalışma olduğundan bahsediyorsun. Yarıştan ziyade aynı anda koşulan bir oyun gibi... New York gibi sanat dünyasının rekabetçi yapıda olduğu bir metropolde sanatçılar ister istemez kendilerini baskı altında hissediyor. Herkes diğerinden daha iyi olmak için çaba sarfediyor. Ama bunu yarıştan ziyade hep beraber oynanan bir oyun gibi görmek endişeyi azaltıyor. Sanatçının kendini gerçekleştirdiği, ulaşmaya çalıştığı yer, diğer insanlar için farkındalık yaratmak olmalı. Bu politik ya da estetik biçimde yapılabilir. İnsanlık için böyle bir ortak çalışma içinde olduğunu fark ettiğinde diğer sanatçının senden daha iyi veya önde olup olmamasını önemsemiyorsun. Sonuçta hepimizin amacı aynı.
6
046
Bu aralar sığındığın bir çalışman var mı? Evet, Haziran ayında Skulptur Projekte Münster’da bir eserim yer alacak. Her 10 senede bir yapılan büyük çaplı bir sergi ve 1977’den beri Kasper König küratörlüğünde gerçekleşiyor. Süs havuzu şeklinde figüratif bir heykel üzerinde çalışıyorum. Akademik ve banal bir tarafı olsa da tahmin edilmeyen yerlerden su fışkırtan bedenlere ev sahipliği yapan büyük ve heyecanlı bir havuz olacak. Yeni resimlerimi ise Eylül ayında Vienna Secession’da göstereceğim.
9
İnsan topluluklarından bahsetmişken hatırlatayım, New Museum’un direktörü Massimiliano Gioni seni ‘queer topluluğun sesi’ olarak tanımlamıştı. Bunun reklamvari bir tanım olduğunu düşünüyorum. Beni öyle görebilir ama ben kendimi o şekilde tanımlamıyorum. Queer dünyası hızlı değişen bir yapıya sahip ve çoğulculuk temelinde kurulmuş. O nedenle tek bir sesi olması imkansız. Bu arada kendimi sözcüklerle yeterince ifade edemediğim de bir gerçek. Resim beynimin sağ tarafını çalıştırıyor. Eğer dahiyane bir tarafım varsa, dehamın beynimin sağ tarafında toplandığından emin olabilirsiniz. Queer topluluğun bir parçası olduğumdan gurur duyduğumu da belirtmem gerek. İnsanların geneliyle karşılaştırdığımızda sevgide, sanatta ve politik hoşgörüde daha ileri olduğumuz kesin.
7
Üst: Biergarten At Night, 2007 Sol alt: Shooter 2, 2016 Sağ alt: It Is So, 2014 047
Hafta içi giydiğiniz kıyafetler size üniforma hissiyatı vermeye başladıysa ve hafta sonunu sadece dinlenmek için değil, güzel kıyafetler giymek için de dört gözle bekliyorsanız Liam’ın sözlerine kulak verin. Kendisi sadece gardırobunuz için değil, bu rutine olan bakış açınızı değiştirmek için tasarlıyor.
Röportaj:
Utku Palamutçu Fotoğraf:
Ellis Scott
048
LIAM HODGES
1
Liam, dişine ne oldu? Beş yaşındayken bisikletten düştüm ve ağzımı kaldırıma
çarptım. Farklı bir insan olduğunu düşünüyor musun? Bisiklet kazasından sonra farklı bir insana dönüşüp dönüşmediğimi sormadığını varsayarak cevaplıyorum; hayır. Her insan gibi ben de sürekli bir değişim içerisindeyim ama beni diğerlerinden ayıran bir özelliğim yok -kayıp dişim hariç.
2
Fotoğraflar:
Holly Rae Jones
Peki bir tasarımcı olarak tüketiciden ayrıştığın noktalar var mı? Tabii ki yok, sonuçta ben de bir tüketiciyim. Sadece biraz daha ince eleyip sık dokuyan, biraz uyuz bir tüketiciyim, hepsi bu. Satın almak istediğim bir ürünün artılarını ve eksilerini, kullanılan materyali, teknikleri ve estetiği iyice tartıyorum ve fiyat etiketinin gerçeği ne kadar yansıttığını anlayabiliyorum. Bu durum şüphesiz sizi tatmin edilmesi daha zor bir insan haline getiriyor ama mesleki deformasyon böyle bir şey olsa gerek.
3
Liam Hodges, AW 2017
Özgüven nedir? Kendin olma klişesini, klişeleşmiş kalıbından çıkarabilmek.
4
Moda sektöründe kendini ifade edebilmek için özgüvene ihtiyaç duyuyor musun, yoksa bir tasarımcı olarak sahip olduğun yetenek özgüvenin ikamesi olabilir mi? Olamaz, çünkü iyi bir şeyler tasarlamak ve ortaya çıkan ürünün senin bir parçan olmasını istiyorsan, kendini bilmen ve kendine güvenmen şart. Yoksa herkes dikiş, el işçiliği ve kalıplar hakkında bilgi sahibi olabilir.
5
Farklı sınıflardan ilham alarak tasarım yaparken, sınıflararası bir bütünlük mü yaratmayı hedefliyorsun ya da kendini bir sınıfa mensup addedip, kendine yakın gördüğün insanları mı temsil ediyorsun? Bir kere her şeyden önce ben bir jenerasyonu temsil ediyorum. Söz konusu jenerasyon, zengin olmanın peşinde değil; cinsellik, cinsiyet, ırk ve bunları merkeze alarak gelişen bir yarışa dahil olmaktan imtina ediyor. Kendimi bu güruha ait görüyorum ve insanların çeşitliliğini ön plana çıkartmak için sınıfları, müziği ve kültürü ilham kaynağı olarak alıyorum. Tabii bunu, her sınıfın kendi içerisinde şahsına münhasır birer grup olduğunu aklımdan çıkartmadan yapıyorum. Bir hikaye dinlediğinizi ve tüm karakterlerin aynı özelliklere sahip olduğunu hayal edin, bu inanılmaz sıkıcı bir şey olurdu. Bu yüzden, koleksiyon tamamlandığında ve defile zamanı geldiğinde modellere aynı saç modelini bile uygulamıyoruz.
6
049
2016’daki defilende sokak sanatçısı Hector Aponysus’u son dakika kararıyla sahneye çıkardın, üstüne üstlük tüm toplumsal değerler üzerine küfürle karışık rap yapmasına izin verdin. İzleyiciye bir mesaj mı vermek istiyordun, yoksa basit bir risk mi aldın? Bunu asla bir risk olarak görmedim. Hector’un performansı o kadar büyük bir ilgi gördü ki, kendisiyle her sezon çalışma kararı aldık. Bunu izleyiciye vermek istediğim bir mesaj olarak ya da akıllıca kurgulanmış bir basın bülteni olarak görebilirsiniz, ki onun şiirini basın bülteni olarak kullandık.
10
Tasarımlarını sadece hafta sonu için değil, haftanın tamamını yaşamak isteyen insanların giyeceği ürünler olarak tanımlıyorsun, üstüne bir de bu erkekleri Volvo sürmeyen erkekler olarak nitelendiriyorsun. Bunu bir şaka olarak alıyoruz. Tabii, Volvo hikayesi birkaç yakın arkadaşım ile aramdaki bir espriydi, zira Slim Barrett’in Volvo sürdüğünü biliyorum ve kendisi oldukça havalı, üstelik benim tasarımlarımı da giyiyor. Hedef kitlemiz, hafta sonu arkadaşlarıyla dışarı çıkarken güzel görünmek isteyen tipler değil, yaşam tarzını sınırları zorlamak üzerine kuran ve bunu her gün uygulayan insanları benim tasarımlarımı giyerken görmek istiyorum.
8
Petrolhead kültürüyle başladığın hikayeye, işçi sınıfıyla devam ettin ve sonra kendi distopyanı oluşturup, Mad Max’in gerçek olabileceğine inandığın bir koleksiyon hazırladın. Sırada ne var? Gerçekten ben de bilmiyorum. Şu sıralar Sonbahar-Kış 2017 koleksiyonu üzerine çalışmaya devam ediyorum ama hala sonuca ulaşabilmiş değilim. Zaman daraldıkça panikleyip, güzel bir fikir bulacağıma inanıyorum.
7
050
Ama senin tasarımların genel itibarıyla spor parçaları yeniden yorumlamak üzerine kurulu. Kurumsal bir karakterin böyle bir tasarımı günlük hayatına adapte etmesini nasıl bekliyorsun? Sportif parçalar bana her zaman ilham vermiştir, ama koleksiyonun tamamı bu doğrultuda ilerlemiyor. Bu yüzden, biraz cesareti olan herkes, istediği her şeyi her yerde giyebilir. Zaten amaç herkesi memnun etmekten ziyade, benimle aynı bakış açısına sahip insanlara ulaşmak.
9
En son ne zaman büyük bir risk alıp işi eline yüzüne bulaştırdın? Bunu sürekli yapıyorum, aksi halde neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrenemem.
11
Moda sektörünün bugünkü gidişatını çarpıcı ve bir o kadar da manidar bir sözcük açıklar mısın? Büyük harflerle tutarsızlık.
12
LEYLA FERAY Leyla Feray’ın ekrandan izleyiciye Röportaj:
Murat Emir Eren Fotoğraflar:
Mustafa Nurdoğdu Moda Editörü:
Yağmur Kural Saç:
Cemal Budak/ Makas Makyaj:
Ufuk Celeb Fotoğraf Asistanı:
Orkun Eray Moda Editörü Asistanı:
Batuhan Çetin
052
hissettirdikleri şimdilik iyi bir keşfi işaret ediyor. Sahne deneyimi arttıkça geleceği fazla irdelemekten uzaklaşan Leyla ile taze oyunculuk macerasını ve hakkında herkesin bilmediği şeyleri konuştuk.
Gömlek:
Mehtap Elaidi Sweatshirt:
Fineapple/ Difashionbranding Etek:
Selim Baklacı Kemer:
Que
053
Sol Yağmurluk:
Marella Etek:
Pop.see.cul/ Vakkorama Sağ Tulum:
Selim Baklacı Ceket:
Juicy Couture/ Brandroom Fular:
Pop.see.cul/ Vakkorama
054
1
Leyla, kimden oyuncu olmaz? Bencilden. Oyunculuk kolektif bir iştir.
Gelecek üzerine çok düşünür müsün? Eskiden daha çok hayal kurar, gelecekte neler yapacağımı, neler başarmış olursam mutlu olacağımı düşünürdüm. Fakat zaman geçtikçe anı yaşamanın önemini anladım. İleriye dönük yaşamaktan ve sürekli planlar yapmaktansa artık ana odaklanıyorum. Böyle daha huzurluyum. Biliyorum ki hayatın bana getirecekleri ve sunacaklarına göre benim de planlarım ve yaşayışım değişecek.
2
3
Bu sabah uyandığında aklında ne vardı? Köpeğimi gezdirmek.
Oyunculuğa başladığın noktaya kıyasla, şu an kendine olan güvenin daha yüksek mi? Kamera arkasına dair bir eğitim aldım fakat bu işe başlayana kadar okulda yer aldığım tiyatrolar hariç hiç tecrübem yoktu. Dolayısıyla her sette yeni deneyimler kazanıyorum. Her geçen gün oyunculuk adına kendimi geliştiriyorum. Daha çok yolum var ama eskiye göre tabii ki çok daha fazla güvende hissediyorum.
4
En son ne zaman ‘hiç fena oynamamışım’ dedin? Şu anda yer aldığım Muhteşem Yüzyıl Kösem dizisinde oynadığım Ayşe Sultan karakteri daha önce oynadığım karakterlerden çok farklı. Çok fazla inişleri ve çıkışları var. Özelikle en son yayınlanan bölümleri izlerken ‘fena oynamamışım’ dedim.
5
Oyunculuk yaparken her şeyin kontrolün altında olmasını mı ya da yönlendirilmeyi ve teslim olmayı mı tercih edersin? İkisini de tercih etmem. Yönetmen benim için gerçekten çok önemli. En iyisi, hem yönetmenin istediklerini vermek hem de onunla sahne öncesinde konuşup bazı şeyleri çözümlemek.
6
Dizi oyuncusu olarak tanınmaya başlamanın kariyerinin gidişatını kısıtlayacak bir şey olabileceğini hiç düşündün mü? Açıkçası böyle ayrımlar yapmıyorum. Dikkat ettiğim şey bu ayrımdan ziyade projenin, karakterin bana ne katacağıyla ilgili oluyor. Oynamaktan ve içinde bulunmaktan keyif aldığım sürece dizi projelerinin kariyerim için iyi olduğunu düşünüyorum.
7
055
Dönem dizilerinin revaçta oluşu insanların tarihi mirasa olan merakından mı yoksa sarayda yaşanan entrikalardan mı kaynaklanıyor? İzleyicisine göre durum değişir diye düşünüyorum. Yaptığımız işte bile ‘savaş istiyoruz’ diyenlerle, ‘aşk ve entrika istiyoruz’ diyenler gibi bir ayrım söz konusu. Üstelik tarihimiz çok zengin, herkesin isteğini karşılayabilecek çok fazla malzeme var.
8
Netflix İçerik Yöneticisi Ted Sarandos’tan bir alıntı: “Şimdilik sadece Türk dizilerinin olayını anlamaya çalışıyorum. Bölümler aşırı derecede uzun ve sürekli iki güzel insanın birbirine baktığı uzun sahneler var. Bunun neden bu kadar çekici olduğunu anlıyorum. Çünkü bütün oyuncular çok güzel. Yine de her dizinin bu kadar uzun olmasına aklım ermiyor.” Katılır mısın? Türkiye’de dizi sürelerinin çok uzun olduğu doğru. Her hafta ortaya uzun metraj film süresiyle eş bir iş çıkıyor. Bu hala çok tartışılan ve çözüm aranan konulardan biri. Çünkü bu durum sadece oyuncu için değil, senarist, reji için de çok yorucu ve en önemlisi işin kalitesini de etkileyen bir problem. Netflix dizileri gibi sezonda 40’ar dakikadan 10 bölümlük diziler çekilse eminim Türkiye’den de çok güzel şeyler çıkar.
9
Günün birinde oyunculuk yapmaktan vazgeçecek misin? Aksine, gün geçtikçe iyi ki oyunculuğa yönelmişim diyorum. Bana çok katkısı oldu ve bu işi çok severek yapıyorum. Beni daha çok mutlu edecek ve besleyecek bir meslek yok. Daha işin çok başındayım, her geçen gün üzerine ekleyerek bu yolda ilerlemek şu anki isteğim.
10
056
Yazmak veya yönetmek gibi hayallerin var mı? Okulda bu hayalimi gerçekleştirme fırsatım oldu. Yazıp yönettiğim iki tane kısa film çektim. Ve bundan gerçekten keyif aldım. Kesinlikle o tarafa da ilgim var ama şu an oyunculuk üzerine gitmek önceliğim.
11
Son zamanlarda gördüğün en iyi şey? Arrival. Bilim kurgu filmler arasından farklı bakış açısıyla sıyrılan bir film. Verdiği hissiyatı ve müziklerini çok sevdim.
12
Oyuncu olmasaydın bugün ne yapıyor olurdun? Okuduğum bölümde ilgimi çeken alanlar, reklam ve senaryo yazarlığı, yönetmenlik, grafik tasarım ve tipografiydi. Bunlardan birinin üzerine gidebilirdim. Belki hala yapabilirim, sonuçta oyunculuktan çok uzak şeyler değiller.
13
Bluz:
Karen Millen/ Brandroom Jean:
Sportmax YaÄ&#x;murluk:
Rains/Bilstore Kemer:
Marella
057
MART, 2010.
CANER ELER
Yıl 2010, NCAA Turnuvası’ndayız... Maç bitti. Kazanan takımın koçu ve oyuncularından biri sahanın ortasında sıçrayıp, göğüs tokuşturma hareketini yaptılar. 33 yaşındaki bebek yüzlü koç ile o yıl toplamda sadece 12 dakika oynayan basketbolcusunun bu kutlama hareketi olay yarattı. Mart Çılgınlığı olarak bilinen ABD kolej basketbolunun meşhur turnuvası NCAA sezon sonu turnuvasının 2010 edisyonunun en sembol ve çılgın fotoğrafı haline geldiler. Fakat hangisi takımın koçuydu ayırmak kolay değildi. Brad Stevens koç olmasına rağmen en az kutlamayı gerçekleştirdiği basketbolcusu Emerson Kampen kadar öğrenci tipine sahipti. Asıl önemli olan ise bu kadar az dakika alıp hep kenarda oturan bir oyuncunun nasıl bir motivasyonla koçunu orta sahaya gidip ilk kutlayan basketbolcu olmasıydı. Kampen bu göğüs hareketini maç öncesi ritüeli haline getirip aslında takımın yıldız skorerleri Gordon Hayward ve Shelvin Mack ile yapıyordu. Stevens ise bu harekete uzak durup, takımın bunu yapmasına izin veriyordu. Aralarındaki bağı güçlendirdiğini düşünüyordu. 2010 yılının 27 Mart’ında gerçekleşen bu dünya için önemsiz ama Butler Koleji için tarihi olayda, okulun basketbol takımı tarihinde ilk defa NCAA Final Four turnuvasına gitme hakkı kazanmıştı. Üstelik 1973’te 32 yaşındayken takımını Final Four’a götüren efsane Bob Knight’dan bu yana bunu başaran en genç koç unvanını alan Brad Stevens’ın hikayesi olayı daha da ilginç hale getiriyordu. 90’ların sonunda DePauw Üniversitesi’nde okuyup aynı zamanda basketbol oynarken Eli Lilly adlı büyük bir ilaç şirketinde staj yapmaya başlayan Stevens bir beyaz yakalı olarak yaşamaya hazırlanıyordu. Fakat 1999’da mezun olup tam zamanlı çalışmaya başladığı şirkete girmeden önce de hayatının merkezinde basketbol vardı. Rakamlarla ve istatistik analizle arası çok iyiydi. Bu özellikleri nedeniyle çok iyi şartlarla işe alınmıştı. Aslında rahatı yerindeydi. Fakat tutkusu onu çağırıyordu. 2000’de, çok iyi para kazandığı işini bırakıp, Butler takımının maaşsız asistan koçlarından biri olmayı tercih etti. Videoları analiz eden genç rolünde başlayıp, 2007’de Butler Koleji’nin koçluğuna geldiğinde henüz 30 yaşındaydı. Takım kurarken, başka takımların fiziksel yetersizlikler nedeniyle fazla tercih etmediği çalışkan, mücadeleci ve karakterli oyuncuları seçti. Aynı kendisi gibi. Karşılığında 2010’da o müthiş sembolik kutlamada tüm sezon sadece 12 dakika süre alan basketbolcusunun en büyük sevinci yaşamasını sağladığı bir takım yaratmıştı. O sene gittikleri Final Four’da finali de oynadılar. 1970’den beri bu büyük finale çıkan en küçük okul oldular. 058
Isaiah Thomas & Brad Stevens Fotoğraf:
David Butler II, USA Today Sports
Mart Çılgınlığı, Butler Çılgınlığı’na dönüşmüştü. Peri masalı gibiydi. Yetmedi ertesi yıl da final gördüler. Masaldan öteydi artık. Yine kaybettiler. Fakat Brad Stevens 34 yaşında bir büyük fenomene dönüşmüştü. 2013’te Boston Celtics Genel Menajeri Danny Ainge’in ısrarlı tekliflerine dayanamayarak, Butler’dan ayrılıp NBA’e adım attı. Celtics onunla baş antrenör olarak 6 yıllık bir sözleşme imzaladı. Genelde basketbol tarihinde NCAA’den NBA’e geçen koçların pek başarılı olduğu görülmemişti. Üstelik tecrübesiz olduğu düşünülüyordu bu görev için. Yine bebek yüzü onun içindeki cevherin algılanmasının önündeki perde gibiydi. 2010 Mart’ı geride kalalı yedi yıl, Stevens Boston Celtics’in başına geçeli ise üç yıl oldu. Brad Stevens, aynı Butler’daki gibi yine gözlere inen ön yargı perdelerinden etkilenen ve hakkı verilmeyen tipteki basketbolcularıyla adım adım inşa etti takımını. İçinde bulunduğumuz sezonda Doğu Konferansı’nda büyük yıldızlarıyla görkemli Cleveland Cavaliers’ın hemen ardından ikinci sıradalar. NBA Finali oynarlar mı diye sorular soruluyor artık. Takımın yıldızı Isaiah Thomas ise 1.75 m boyuyla başka takımlarda kıymeti bilinmemiş bir yetenek. Stevens ile beraber All-Star seçiliyor iki yıldır ve koçuna büyük bir saygı duyuyor. Onun tarihin en iyi koçlarından biri olacağını söylüyor. Ne de olsa onun yönetiminde büyük bir yıldız haline geldi. Bireysel olarak şanlı Celtics tarihinin istatistik rekorlarını parçalıyor. Brad Stevens geçtiğimiz ay büyük yıldızlarla olan ilk büyük deneyiminde, All-Star maçında 40 yaşındayken Doğu Takımı’nın başında sahaya çıkarak büyük bir başarıya imza attı. Onun için Mart Çılgınlığı devam ediyor. O fotoğraftaki bebek yüzünü de koruyor. Emerson Kampen ise mezun olduktan sonra Stevens’ın önerisiyle beyaz yakalı olmayı düşünmeyip Butler takımına yardımcı koç oldu. Kim bilir belki de?
LONGEVITY MEANS
BAŞAK ULUBİLGEN
Atelier Rebul’ün ödüllü anti-aging cilt bakım serisi: Swiss Snow Algae Rejuvenating
sayesinde, cildin esnekliğini kaybeden bölgelerine sıkı bir savaş açıyor. Son yılların belki de en popüler cilt bakımı içeriği hyaluronik asit ile de cildin nem oranını artırmayı amaçlıyor. Krem versiyonunun yarısı kadar bir şişede karşımıza çıkan Swiss Snow Algae Rejuvenating Serum’un yapısıysa kremden çok daha transparan. Fakat geleneksel serumlar kadar da akışkan değil. İki yapının arasında bir formüle sahip denilebilir. Ciltteki nemi daha uzun süre koruyabilmesi için kremden önce yüz ve boyun bölgesine yine masaj yaparak uygulayabileceğiniz serum, yaşlanmanın ilk belirtilerinden biri olan nem kaybının geri kazanılmasında önemli bir rol oynuyor. Cilt lekelerini zamanla azaltması açısından anahtar bir bakım ürünü olarak da sayabiliriz. Son olarak sıra, ‘anti-aging’ denildiğinde, aklımıza ilk gelen yerlerden biri olan gözlerimizin altı ve göz çevresinde beliriveren kaçınılmaz kaz ayaklarıyla vermekte olduğumuz mücadelede en önemli rolü oynayan göz kremine geliyor. Swiss Snow Algae Rejuvenating Eye Cream, koleksiyondaki diğer kardeşlerinde de olduğu gibi kar yosunu, Klotho ve hyaluronik asitle bu sefer göz çevresinde cildin geri kalanından çok daha hızlı kaybedilen nem oranını artırmayı amaçlıyor. Klinik testlerden de tam puan alarak geçen Swiss Snow Algae Rejuvenating bakım serisi, az ürünle daha fazla cilt bakımı problemini çözmek isteyenlerin böylelikle yolunu açmış bulunuyor. 059
BU BİR İLANDIR
Google’a ‘snow algae’ yazdığınızda karşınıza çıkacak en müşterek kelimelerden biri dayanıklılık oluyor. Arada sırada ‘watermelon snow’ ya da ‘kırmızı kar’ olarak da betimlenen bu içeriğin başına bu sıfatların gelmesi, gerçekten de aynı karpuzda olduğu gibi pembemsi kırmızı bir renge sahip olmasından kaynaklanıyor. Kar yosunun nasıl bu renge dönüştüğünü öğrenmek içinse yapısının daha da derinlerine iniyoruz. Atelier Rebul’ün Swiss Snow Algae Rejuvenating cilt bakımı serisinde baş rolü oynayan kar yosunu tozu, pigmentasyonunu değiştirip, yeşilden kırmızıya doğal olarak dönüşerek çevresel koşullara uyum sağlayan öğeler içeriyor. Paraben içermeyen ve üç üründen oluşan minik koleksiyon aynı zamanda 2014 yılında Avrupa Kozmetik En İyi Aktif Yenilikçi İçerik Ödülü’nün de sahibi olmuştu. Bundan üç yıl öncesine geri döndüğümüzde, kar yosunu tozunun cilt bakımı, özellikle de yaşlanma karşıtı ürünlerde kullanılmaya daha yeni başlandığını denkleme katarsak, Atelier Rebul’ün bu ödülü kazanmasına hiç şaşırmıyoruz. Yalnızca alpin veya polar ikliminin var olduğu ve karın tüm yıl boyunca eksik olmadığı bölgelerde yaşayabilen, zorlu şartlar altında dayanıklılığını koruyan kar yosunu, Atelier Rebul’ün yenilikçi bakım ürünlerinde kullanılmak üzere İsviçre’de son teknolojinin kullanılmasıyla elde ediliyor. Bu içerik, hücresel defansın gelişimini, oksidasyon direncinin artmasını sağlıyor ve hücresel onarıma yardımcı olabilen bileşenlere sahip olduğundan, ciltteki uzun yaşam faktörlerinin son kullanma tarihi hatırı sayılır bir şekilde uzamış oluyor. Swiss Snow Algae koleksiyonundaki ürünler cildin spesifik ihtiyaçlarına göre üçe ayrılıyor ve her biri hijyenik açıdan içeriğini en iyi şekilde korumak için pompalı ambalajlarında geliyor. Bu üçlünün kar yosunu tozuna ek olarak birkaç ortak özelliği daha var elbette: Zamanla, ciltteki kolajen ve elastinlerin fark edilir bir şekilde değişen niteliklerinden dolayı mimarisi de değişen dermalepidermal bileşkeyi iyileştirmeyi ve gençleştirmeyi kendilerine amaç ediniyorlar. Böylece cilt bariyeri de güçlenmiş ve elastikiyeti artmış oluyor. Ayrıca, cildin savunma mekanizmasına da bir güncelleme gelmiş oluyor. Dolayısıyla, ciltteki nem de yükselmeye başlıyor. Koleksiyondaki Swiss Snow Algae Rejuvenating Cream, kar yosunu tozu içeriğini ilk defa deneyimlemek için iyi bir başlangıç olabilir. Boyun ve yüzünüze masaj yaparak yedireceğiniz hafif yapıya sahip krem, içeriğindeki patentli kar yosunu tozu ve yaşam geni olarak bilinen Klotho’nun el ele verip etkileşmeleri
Justine Tjallinks, dayatılmaya çalışılan güzellik kriterlerine karşı çıkan bir asi. Fotoğraflarında, fiziksel yoksunlukları sebebiyle toplum tarafından aykırı olarak kabul edilen modellere yer veriyor. Tjallinks ile, yıkmak istediği malum önyargılar üzerine konuştuk.
Röportaj:
Naz Cuguoğlu Fotoğraf:
Otoportre/ Justine Tjallinks
060
JUSTINE TJALLINKS
3 Justine, yaşamınla ilgili en büyük beklentin ne? Kendimi bir sanatçı olarak geliştirmek ve insanları duygularıyla yüzleştirecek, onları duygusal olarak harekete geçirecek projeler üzerinde çalışmak.
1
Dergicilik yıllarından sonra yolunu değiştirmeye ve fotoğraf üzerinden kendi güzellik anlayışını hayata geçirmeye nasıl karar verdin? Bir süredir fotoğrafçı olmak istediğimi biliyordum, ama tekniğe dair duyduğum korku beni geri çekiyordu. İşimden dolayı neredeyse her gün fotoğraflarla iç içeydim ve bu sanat dalının farklı türlerini keşfetmeye başladım. Bir yanda, bir rüya ortamında, mükemmel modellere yer veren göz kamaştırıcı fotoğraflar, diğer yandaysa normlara uymayan, insanları oldukları gibi gösteren, işlenmemiş gerçek fotoğraflar. Bu durum bana kendi başına güzel olan, ama standart güzellik anlayışına uymayan insanları daha stilize edilmiş mekanlarda fotoğraflama fikrini verdi. Bir çeşit Diane Arbus ve Mario Testino karışımı gibi...
2
Sol Jeweled (Vision), 2016, Courtesy of the Sophie Maree Gallery
Kendini bir fotoğrafçı olarak değil, bir duyguyu hissettirmek için farklı unsurları bir araya getiren bir imaj yapımcısı olarak tanımlıyorsun. Hangi duyguları iletmeyi önemsiyorsun? Aslında bu, konunun ve modelin beni nasıl hissettirdiğine bağlı. İnsanların çalışmalarıma bakıp, fotoğraftaki modelin ne düşündüğü ya da hissettiği üzerine sorular sormaları hoşuma gidiyor. Genellikle kavramsal çerçevelerim sosyal konular üzerine kurulu ve dolayısıyla duygular biraz ağır ve kimi zaman çok olumlu değil... Kişisel çalışmalarım, fotoğrafçı olarak kim olduğum ve beni ilgilendiren konular hakkında bir şeyler söylemeli. Benim durumumda bunlar, Down sendromlu çocuk portrelerimde olduğu gibi toplumsal önemi olan hikayeler. Artık kadınlar, Down sendromunun göstergesi olan 47 kromozomu doğumdan çok önce fark edip doğumdan vazgeçebiliyorlar. Bu fikir bana, Down sendromlu küçük çocuk portreleri yaratmam için ilham verdi ve böylece Leftovers isimli serim ortaya çıktı.
3
Sağ Jeweled (Shun), 2016, Courtesy of the Sophie Maree Gallery
Bu minvalde, modellerini seçme süreci zorlu oluyor mu? Modellerimi seçerken faydalanabileceğim bir ajans yok. Genelde sosyal medyada, televizyon kanalları arasında veya sokakta dolaşarak arama yapıyorum. Doğru modeli bulmak benim için her zaman heyecan verici ve aslında model olarak çalışmadıkları için, onlarla çekimden sonra da devam eden uzun soluklu ilişkilerim oluyor.
4
061
Modellerin, zorluklar ve önyargılarla dolu bir dünyada yaşıyor. Fotoğraflarının bu konuda bir fark yarattığını hissediyor musun, hayatı onlar için daha kolay hale getiriyor musun? Evet, bunu hissediyorum. Fotoğraflara olumlu tepkiler almak modellerim için de iyi bir deneyim oluyor. Birisi seni güzel ve özel olarak gördüğünde kendini iyi hissediyorsun.
5
Fotoğraflarında aynı zamanda izleyici ile konu arasında yakınlık hissi yaratan bir durgunluk ve dürüstlük var. Fotoğrafa bakan izleyici de kendisinin ve modelin uzayda yalnız olduğu hissiyatını yaratmak benim için önemli. İzleyici olarak, yaklaşmaya davet edildiğinizi hissediyorsunuz.
6
062
The Leftovers (Isa), 2015
Hollanda Altın Çağı ressamlarının, ışık kullanımı ve yetenekli fırça teknikleri çalışmalarına ilham veriyor. Bu etki nasıl oluştu? İnsanların bunu sıklıkla söylediğini duyuyorum. Çocukken müzelerde Vermeer ve Rembrandt gibi ressamların çalışmalarını görürdüm. Onların yarattığı dünyalar benim için inanılmaz etkileyiciydi. Işık, drama, kontrast... Tüm bunlar, içinde yaşadığımdan çok daha farklı bir dünya gibi gelirdi. Fotoğraflarımda, onların tablolarındakini andıran bir ışık tekniği kullandığımı fark ettim. Aynısı gerçeklik ile hayal dünyası arasındaki denge için de geçerli.
7
Bu dengeyi, Baudelaire’in L’Art Romantique’deki “güzel her zaman tuhaftır” cümlesinden yola çıkarak kuruyorsun. Bu senin için ne anlama geliyor? Fotoğraflarımda hep pozlarla oynuyorum. Poz, fotoğraflara duygusal bir katman katıyor ve bir hikaye anlatıyor. Ancak bunun ilk bakışta fark edilmemesi gerekiyor. Farklı olan, izleyiciyi düşündürüyor.
8
LESS IS MORE 25 yıldır tasarımda “az”ın gücüne inanıyor, ev & ofis için mobilya ve aydınlatmanın modern klasiklerini showroomlarımızda sizler ile buluşturuyoruz.
Ortaköy Dereboyu Cad. No: 78 34347 İstanbul T. +90 212 327 05 95 - F. +90 212 327 05 97 Apa-Giz Plaza Büyükdere Cad. No: 191 K.-1 Levent 34330 İstanbul T. +90 212 264 75 75 - F. +90 212 264 75 74 Cinnah Cad. No: 66/1 Çankaya/Ankara T. + 90 312 440 06 10 - F. +90 312 440 05 94 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com
MANYETİK KAMUFLAJ Bu gördüğünüz, başkalarının Fotoğraflar:
Mustafa Çetin Moda Editörü:
Tuğçe Bahçıvangil Model:
Dominika/ True Models
064
bakışlarından saklanma çabasından ziyade, o bakışların karşısına çıkacak cüretkar tavrın ön hazırlığı. Görünür ama dokunulmaz olmanın eşiğinde, sabırlı ve hamleye hazır.
Kazak:
Ayakkabı:
Joseph/Beymen
Alexander Wang/Vakko
Ceket:
Blazé/Beymen
Kırtasiye Eşyaları:
Karum Şort:
Balenciaga/ Beymen
Çiçek:
Hamm Design
Şapka:
Cos 065
Elbise:
Dkny Gömlek:
White Posture/ V2k Designers Pardesü:
MaxMara Pantolon:
Vakkorama Çizme:
Isabel Marant/ Beymen
066
067
Kazak:
Maje/ Brandroom Etek:
Academia/ Beymen Bere:
Maje/ Brandroom Sandalet:
Alexander Wang/V2k Designers Çiçekler:
Vesaire Çiçek
068
069
070
Sweatshirt:
Academia/ Beymen Bluz:
Exquise Pantolon:
Maje/ Brandroom Yüzükler:
Louis Vuitton Bot:
Saint Laurent/ Beymen
071
Hep sana yaptıklarının yeterli olmadığını söyleyenlerle doldu hayatın, başkaları örnek gösterildi. Hep olmadığın gibi olman beklendi. Sana fikir sorduklarında dahi cevap sorudan önce geldi. Sen ise, zaten ne yapman gerektiğini biliyordun, ya da ister istemez bunu hissediyordun. Hazır olmanın bir amaç değil, bir süreç olduğunu ilk sen bildin. MSA Yarının aslında dün olduğunu, #DAHAİYİOL asıl önemli olanın içinde bulunduğun an olduğunu en önce sen fark ettin. İçinden gelen o sesi dinledin ve şimdi müthiş bir dünyanın parçası oluyorsun, ya da çoktan oldun. Cevap sende, güç sende, karar sende, bu senin hayatın... Hayalini yaşa, tutkunu paylaş, daha iyi ol. Kendin için... 072
Fotoğraflar:
Emre Ünal Kreatif Direktör:
Olga Şerbetcioğlu Editörler:
Yağmur Kural, Yağız Pekkaya Saç:
Cemal Budak/ Makas Makyaj:
Mustafa Cebeci/M.A.C ürünleriyle Fotoğraf Asistanı:
Turan Ertekin Çekim Yeri:
Electrolux Profesyonel Showroom 073
Berfu Aydın Profesyonel Aşçılık, 2014
074
Potansiyelini keşfet, hayalgücünü zorla, daha yaratıcı ol, daha iyi ol. Sorumluluk al, hatalarını kabullen, bunları pratiğinin bir parçası yap, daha iyi ol. Mutfak kurallarına uyduğun gibi kendi kurallarını oluştur. Fark yaratmak için daha iyi ol. Kültürünü öğren, benimse ve kendini tanımaya çalışırken yeniliklere açık ol, daha iyi ol. Yardım iste, işbirliği yap, takım çalışması yap. Gerektiğinde lider ol, gerektiğinde takipçi, ama asıl amacından uzaklaşma. Daha iyi ol. Yemek hem bilim hem sanattır. Yeteneğini sahiplen, geliştir, paylaş. Hem iyi bir arkadaş ol, hem de iyi bir şef. Hem mutfakta hem de aklında, daha iyi ol. Fikirlerini gerçeğe dönüştür, dene, yanıl, hata yap, geri adım at, pes et, vazgeç, ama hep nereye gitmek istediğini hatırla. Ayağa kalk, daha iyi ol. Cesareti, ataklığı ve hızı hayatının bir parçası yap. Gerektiğinde de durup, ürettiğine dışarıdan bak, tarafsız ol, daha iyi ol. 075
Ralph Sason Chef&Owner Uzun Dönem Profesyonel Aşçılık, 2015
076
Akif Akçelik Profesyonel Aşçılık, 2015
077
Rabia Koçak Profesyonel Aşçılık, 2016
Büyük düşün, risk al, aksiyona geç, daha iyi ol. Gurur duyduğun bir iş çıkarana kadar durma, olabileceğinin en iyisi değil, daha iyi ol. Bu senin dünyan, ama unutma ki burası senden öncekilerin de dünyası. Onlara saygı duy fakat koydukları kurallara sorgusuz sualsiz boyun eğme. Zorluklarla başa çık, pes etme, daha iyi ol. Sıkı, disiplinli ve sessiz çalış, başarın sesin olsun. Gerçek ol, birey olduğun kadar bir takımın parçası olduğunu hatırla. Tek başına da, diğerleriyle de daha iyi ol. Hiçbir işini aceleye getirme, zamanla daha iyi yap. Pratik seni mükemmele taşıyacak. Ayağa kalk, daha iyi ol. Eğitimini, gelişimini, işini, dünyada parçası olduğun her şeyi sev. Sevdikçe, daha iyi ol. Her türlü kolaya, zora hazır ol, daha iyi ol. Daha iyi olman için ihtiyaç duyduğun her şey önce sende. 078
079
BU BİR İLANDIR
Eğer Instagram’da henüz takip etmiyorsanız, şu an dergiyi masaya bırakıp Luke’un hesabını takip etmeye başlayabilirsiniz. Tabii eğer pastel renkleri ve özellikle pembeyi sevmiyorsanız bu önerimizi es geçebilir ya da beklemeye alabilirsiniz. Belki Greco-Roman ilhamlı pastel pembe röportajımız fikrinizi değiştirir.
Röportaj:
Aslin Kumdagezer Fotoğraflar:
Hana Knizova
Hana, Luke’u Londra’daki stüdyosunda XOXO için fotoğrafladı.
080
LUKE EDWARD HALL
İşlerine bakınca konuyu renklerden açmamak olmaz. Tabii sözü Anish Kapoor’un renk savaşına getirmemek de... Renkler hakkında hak iddia etmek yeni bir konsept değil aslında, günün sonunda hepimiz Tiffany mavisini, Hermès turuncusunu ve Yves Klein’ın lacivertini referans alıyoruz. Sen bu tartışmada hangi tarafı tutuyorsun? Ben renklerin birine ait olabileceği fikrini kabul etmiyorum. Tabii ki sanatçılar, tasarımcılar ve markalar belli bir renkle veya renk paletiyle çalışmayı tercih edebilir ve günün sonunda çalıştıkları bu renkler onlarla özdeşleşebilir. Fakat bu resmi bir hak iddiasından ziyade daha organik bir eşleştirme bence. Günün sonunda hiçbir renk tarifinin bir kişiye ya da kuruma ait olabileceğine inanmıyorum.
1
Bu cevabın ardından faux pas bir soru olacak ama paralel evrende senin haklarını alacağın renk hangisi olurdu? Pembenin bir tonunu evlat edinirdim, şeker pembesini sanırım...
2
3
Hiç siyah giyindiğin oluyor mu? Cadılar Bayramı hariç hayır.
Cy’la aranızdaki benzerliğe geri dönersem, ikiniz de disiplinlerarası gidip geliyorsunuz. Cy’ın zamanında sınıflandırma şimdikinden çok daha önemliydi, sence hala sanat dünyasında sınıflandırmaya dair snob duruş devam ediyor mu? Konu kendimi nasıl adlandıracağım olunca kafam oldukça karışıyor. Ne yaptığımı nasıl açıklayacağımı çoğu zaman ben de bilemiyorum. Sanatçı mıyım yoksa tasarımcı mı? Günün sonunda aslında pek de önemi yok. Çiziyorum, tasarlıyorum, dekore ediyorum... Yaptığım şeyi sevdiğim sürece siz bana istediğiniz ismi takabilirsiniz, bu noktada sanat dünyasının beni nasıl adlandırdığıyla da ilgilenmiyorum.
6
Estetik anlayışın ve paylaştığımız İtalyan hayranlığın, Cy Twombly’yi anımsatıyor. Bir noktada sen de onun Roma hayatını yaşamayı düşünüyor musun? Doğrusunu istersen Roma’da hiç uzun zaman geçiremedim, tatillerimin çoğunluğunu İtalya’da geçirmeme rağmen Roma bir ya da iki günlük duraklama noktası olarak kaldı. Bu bahar geri dönüp biraz daha uzun kalmayı umuyorum. Şu sıralar Lord Berners hakkında harika bir kitap okuyorum, Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında Roma’ya taşınmış ve müthiş renkli bir hayat yaşamış...
4
Sen neden hala taşınmadın? İtalya’yı ziyaret etmeyi seviyorum, ama Londra her zaman evim olacak.
5
081
12
Bitirmeden, neden o kadar isim arasından Bavyeralı Ludwig II idolün? Ludwig II namıdiğer kuğu kral -çünkü kuğulara hayranmış, zamanın eksantriklerinden, eh tabii bu da onu gerçek bir kreatif yapıyor. Mükemmel iç mekan tasarımları yapıyor ve hayatın tüm sorumluluklarından kaçıp bu alanlarda müthiş bir yaşam sürüyor. Ne yazık ki, henüz sadece 40 yaşındayken gizemli sebeplerden ölüyor. Onunla aramızda açıklayamadığım garip, romantik bir bağ var.
13
Yaratıcılıkta da küreselleşme çağındayız ne de olsa. Kesinlikle. İnsanlar çoğu zaman bana neden moda tasarımı okuyup şimdilerde dekorasyon ve ürün tasarımına taktığımı soruyor. Benim için ne okuduğundan çok estetiğini ne denli farklı disiplinlere entegre edebildiğin önemli. Günün sonunda benim için bir ceket ve bir koltuk tasarlamak arasında fark yok.
7
Sana en çok sorulan soru neden disiplinler arasında gidip geldiğin mi yani? Hayır, havalı ve rahat bir iç mimarinin ipuçlarını soruyorlar.
8
Sen ne cevap veriyorsun? Of! Peki başlıyorum. Öncelikle ortamın iyi bir ışıklandırmaya ihtiyacı var. Çok parlak ışıktan nefret ediyorum, özellikle de mavi ışıktan. Spotlarınızdan arının. Ilık tonlardaki ışık her daim en iyi olanı. Bu durumda muma bolca yatırım yapmanızı öneririm. Son olarak iyi bir atmosferin üç ana elemanı var; resimler, kitaplar ve bitkiler.
9
082
Kariyerinde umudunu kaybettiğin bir anın oldu mu? Çok kere. Ama sanırım en canlı hatırladığım hemen mezun olduktan sonraki sene... Kendime ait bir şeyler başlatmak istiyordum ama ne yapmam ve nasıl yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kreatif olmanın en büyük problemlerinden biri bu sanırım. İçinde yeni bir şey başlatabileceğine dair bir inanç ve aklında dönüp duran fikirler var fakat başlarda o fikrin neresinden tutacağını bilemiyorsun. Eh, bu durumda sana kalan çok çalışmak ve zaman zaman kendini akıntıya bırakmak.
10
Peki başardığını hissettiğin an? Burberry ile beraber çalışmak. Rüyalarımın gerçek olduğu andı.
11
Yeni rüyan ne? A’dan Z’ye bir kır evinin iç tasarımını yapmak.
XOXO The Mag’in katkılarıyla yayınlanmaktadır. !f Tomorrow Sponsoru
Medya Sponsoru
Dergi Sponsoru
Radyo Sponsoru
!f Tomorrow Sponsor
Media Sponsor
Magazine Sponsor
Radio Sponsor
Kurumsal Destekçiler Institutional Supporters
Perde Reklam Sponsoru
!f 2 Sponsorları
Festival Destekçileri
!f Ankara Destekçileri
Theater Commercial Sponsor
!f 2 Sponsors
Festival Supporters
!f Ankara Supporters
Online Medya Sponsoru Online Media Sponsor
Otomotiv Sponsoru
Konaklama Sponsoru
Automotive Sponsor
Accommodation Sponsor
Gazete Sponsoru Newspaper Sponsor
İnternet Sponsoru Internet Publicity Sponsor
Teknoloji Sponsoru Technology Sponsor
!f İzmir Destekçileri !f Izmir Supporters
LVMH Watch Division’ın başında bulunan Biver, grubun Zenith’i bünyesine katmasıyla tüm eski yönetimi lağvetti ve ürün gamını daraltıp, eski modellerine ağırlık verdi. Kendi çizdiği yoldan sapmayan ve yönettiği markaları hep yukarıya taşıyan, perakendenin en etkili isimlerinden Biver’in dediklerine göz atın, muhakkak ki bir şeyler öğreneceksiniz.
Röportaj:
Oktay Tutuş Fotoğraf:
Fred Merz
084
JEAN-CLAUDE BIVER
OKTAY TUTUŞ: Şu anda LVMH Watch Division’da elinizde bulunan üç saat markasından bir piramit inşa ettiğinizi söyleyebilir miyiz: Tabanda Tag Heuer, ortada şimdi geçici CEO’luk görevini yürüttüğünüz Zenith ve tepede ise Hublot? JEAN-CLAUDE BIVER: Kesinlikle. Erişilebilir lüks Tag Heuer, geleneksel lüks Zenith ve kural tanımaz lüks ise Hublot. OT: Sizin bu markalarla alakalı görüşünüz bundan mı ibaret, hepsine bir tanım vermek ve onları öyle işletmek? JCB: Evet, çünkü bu üç marka da ben onlar hakkında bir şey bilmiyorken doğdu. Hublot 1980’de kurulmuş, ben başına geçtiğimde sene 2004’tü. Ve direkt “siz yapıbozucu bir firmasınız” diye söyledim. Kauçuk kayışı ve altını bir arada kullanıyorsunuz ve bu kesinlikle kural dışı. 1980’de böyle bir şeyi Hublot dışında kimse yapmadı. Ve sadece oldukları şeyi söyledim. Tag Heuer’e 2015 Ocak ayında başladım ve biliyorsunuz ki ben gelmeden çok önce o marka vardı. Onlara da “siz erişilebilir lüks segmentindesiniz” dedim ve bütün pahalı saat üretimlerini durdurdum. Önce sebebini sordular ben de “geçmişinize bakın” dedim. “Neredeydiniz?” Daha önce Tag Heuer tourbillon veya pahalı diğer fonksiyonları yapan bir firma değildi. Hep genç insanlar için saat üreten bir firmaydı. Çoğunun da satın alabileceği ilk saat oluyordu. Biz de geçmişte olduğu yere dönmeliydik. Hiçbir şey icat etmedim. Sadece Tag Heuer’i olduğu yere geri getirdim. Aynı şey Zenith için de geçerli, onu da olduğu yere geri getirdim. Çünkü ben markanın hizmetkarıyım, patronu değil. Birçok CEO markaya hizmet ettiğini unutur ve kendi damgalarını onun üzerine basar. İnsanlar beni hatırlamalı diye imzasını atar aklısıra. Bence bu yanlış, seni kimse hatırlamamalı, hiç kimse. Bu insanların işi ve onların isminin olmaması gerekir. OT: Bay Biver, kronograf üretmeyi bırakmayacaksınız değil mi? JCB: Kesinlikle hayır. Çünkü Zenith kronograf demek. OT: Ancak sizin elinizdeki gibi daha sakin kronograflar... JCB: Evet, “less is more”. OT: Zenith’in ürün gamını daraltırsanız fabrikadaki işgücünü ne yapacaksınız, onların diğer markalarınıza çalışması mı söz konusu? JCB: Ürün gamını daraltıyoruz ancak üretimi artırıyoruz. Çünkü daha fazla saat satmak istiyoruz. “Less is more” dediysem bu bir konsept, tasarımı işaret ediyor. Yılda 10 bin saat satarsak bunu söylemem, emin olun. 30 bin parça Zenith üretmeyi planlıyoruz. OT: Bu da sizin daha fazla çalışana ihtiyacınız olacak demek. O sebeple sanıyorum ki Tag Heuer ve Zenith markalarının işbirliğinde en son bir saatçilik okulu açtınız... JCB: Evet, insana yatırım yapıyoruz. Çünkü, sürecin varacağı noktada Zenith’in yılda 50 bin parça
üretmesini istiyorum. Şu anda 20 bin üretebiliyoruz. Fakat işimiz zor çünkü iletişimi doğru yapıp Zenith’in arzu edilebilir olmasını sağlamalıyız. Bunun da yolu eğitimden geçiyor çünkü Zenith siz onu satın almadan önce sizi eğitmek zorunda. Tag Heuer’i anlamasanız da satın alabilirsiniz. OT: Zenith’i insanlara anlatmak istiyorsanız müzayedelerden Zenith saatleri satın almalısınız. Bugünlerde özellikle 1960’lar ve 1970’lerdeki çelik saatler ve spor olan diğerleri müzayedelerde inanılmaz fiyatlara alıcı bulabiliyor. JCB: Biz de bunu yapacağız. Ben size şimdiden müzayedelerden Zenith almanızı öneririm. Şu anda çok uygun fiyatlılar fakat üç yıl sonra bunu ikiye katlayacaklar. Tag Heuer’e iki yıl önce katıldığımda bir müzayededen belki bir binliğe Autavia almıştım, şimdi baksanız 20 bin eder. OT: Esasında 125 bin ediyor, Bay Biver. JCB: Beni ilgilendirmez, satmayacağım. Ve bu fiyatlar böyle yukarı doğru çıkmaya devam edecek. Tag Heuer için bir müzayede evi kuracağız. O zaman fiyatların ne kadar çıkabileceğini göreceksiniz. OT: Bir saat otoritesi olarak 2016 hakkında ne düşünüyorsunuz? Birçok markanın ihracatı geri dönüşler yaşıyorken sizin markalarınız hep yükselişte. Belki de bu sebeple markalar geçmişlerine geri dönerek çelik kasalı, spor, daha kullanışlı fonksiyonlara sahip ve her an giyilebilecek saatler piyasaya sürdüler geçtiğimiz yıl. Şunu söylesem katılır mısınız, İsviçreli saat markaları son yıllarda takındıkları burnundan kıl aldırmaz hallerini terk ediyor ve insanların markalarını anlayıp saatlerini satın almaları için çabalıyor? JCB: Diktikleri ağaçların hep göğe doğru çıkacağını düşündüler. Hiç kimse fiyatları umursamadı çünkü bunun kimsenin umrunda olmadığını düşünüyorlardı. Bu yanlış çünkü insanlar fiyata her zaman önem verirler. Günümüzde saatçilikle ve saatlerle alakalı dergiler, internet siteleri sayesinde endüstri şeffaflık kazandı. Eğer insanlara fahiş fiyatlarla saat sattıysanız başınız belada demektir. Birçok marka fiyatını ederine göre çok yukarıda konumlandırdı. Bazı markalar başlangıç seviyesi fiyatlarını o kadar yüksek tuttu ki... Bakın, başlangıç seviyesi insanların sizin markanıza erişebilecekleri yüksekliği ifade eder. Oraya eriştikten sonra daha yukarılara çıkabilirsiniz. Siz onu insanlardan uzağa koyarsanız kimse markanıza erişemez. İlk fiyatınız her zaman düşük olmalı ki insanlar size ulaşabilsinler. Bütün lüks markalara bakın, Hermès, Louis Vuitton, Chanel... Hepsinin başlangıç fiyatı altmış dolar. Bu paraya 14 yaşındaki küçük bir kız da Chanel’den bir şey alabilir. 18 yaşında belki 150 dolarlık bir anahtarlık alacak? Chanel pahalı bir marka ama her zaman bir şeyler sunuyor. İşte bizim de yaptığımız bu. Başlangıç seviyesi satışlarımızda çok iyiyiz. Taban fiyatınız her zaman çok önemli. 085
CLÉMENT CHABERNAUD Clément’ı belki de mümkün olan Röportaj:
Olga Şerbetcioğlu Fotoğraflar:
Koray Birand Moda Editörü:
Deniz İrem Çek Saç:
Mehmet Menteş Makyaj:
Sam Araji Yapım:
Arzu Koçman Fotoğraf Asistanları:
Fırat Koçak, Soner Tunca Moda Editörü Asistanı:
Bilgecan Koçana Yapım Asistanı:
Ali Kalyoncu Çekim Yeri:
İstanbul
086
her türlü karaktere bürünmüş haliyle gördünüz, bu yüzden gördükleriniz sizi şaşırtmayabilir. Onunla İstanbul’da bir araya geliyoruz, biz soruları uzatmıyoruz, eh o da cevapları...
Sweatshirt:
Alexander Wang/ Harvey Nichols Mayo:
Calvin Klein Ĺžapka:
Les Benjamins
087
Gözlük:
Arena Bone:
adidas Kürk:
Common Leisure
088
Clément, birinin büyük hayranı oldun mu hiç? Evet. Anneme ve babama hayranım. Fotojenik olmak, beden dilini iyi kullanmak bir tarafa, iyi model olmak için ne lazım? Aslında işin büyük bir kısmı şansa bakıyor. Biliyorum klişe olacak ama doğru zamanda, doğru yerde olmak... Geçtiğimiz yıl seni bir Nowness videosunda Jon Kortajarena ile izledik. Bu videoyu gerçek hayata uyarlayalım, ıssızlığın ortasında kimin gelip seni arabasıyla almasını isterdin? Direksiyonda olmayı tercih ederim doğrusu. Arabalara manevra yaptırmaya bayılıyorum. Bu galiba ilk ve tek oyunculuk denemendi. Oyunculuğun senin için bir B planı olma durumu var mı? Hayır. 089
090
091
Gรถmlek:
Academia/ Beymen Mayo:
adidas
092
Diyelim ki modelliği bırakman gerekti? Doğaçlama bir şeyler yaparım, kafama göre. Bugüne dek aldığın en cesur karar neydi? Çocukken, okul bahçesinde, kız arkadaşıma doğru ilerleyip sürprizle onu dudağından öpmek. Güney Kore, Fas ve Çin’de yaşadığın günlerinden aklında ne kaldı? Anlatmasam? Parizyen kadınların stiline dair genel kabulden yola çıkarsak, Parizyen erkekleri nasıl tanımlarsın? Kültürlü, romantik, aksi, görkemli. Bu kalıba seni sığdırmak mümkün mü? Epey uğraşmak gerekir. Industry Icons ve models.com seni ‘Yılın En İyi Modeli’ ödülüne aday gösterdiler. Böyle adaylıkları gerekli buluyor musun? Gerekli mi bilmiyorum ama hoşuma gittiği kesin. 093
Mont:
Common Leisure Gözlük:
Arena
Seni mutlu etmek kolay mı? Evet. En son ne zaman tek başına yemek yedin? Geçtiğimiz hafta. XOXO ve İstanbul’u aynı cümlede kullanır mısın? Bunu yapabileceğimi pek sanmıyorum, çünkü XOXO’nun ne demek olduğunu bile bilmiyorum. Yine de durun, deneyeyim: İstanbul’dan XOXO! Bu aralar gergin misin? Birkaç küçük şey var sadece. Onun dışında iyiyim. Abartıldığını düşündüğün bir şeyler söyle. Para, dünyadaki nefret, haberleşme ve ekmek fiyatları, muzun yeterince popüler olmayışı üzerine söylenenler. İzlerken ağladığın son film? Captain Fantastic’i izlerken boğazım düğümlendi. 094
Bornoz:
Common Leisure
095
096
097
098
EĹ&#x;ofman:
Balmain/ Harvey Nichols Ĺžapka:
Les Benjamins
099
THE NEW CLEAN Yazı:
Ayşecan İpek Fotoğraf:
Gökhan Polat
Bakmanız gereken yer: Islak zeminler, güneşte ısınmış çarşaflar, kolalı beyaz gömlekler, duş sonrası temiz ten, bahar yağmuru, sauna ve buhar odaları. Uzaklaşmanız gereken yer: Çam kokusuyla tazelenmiş odalar, yıkamadan yeni dönmüş arabalar, program biter bitmez kapağı açılan çamaşır makineleri, deodorant saldırısına maruz kalmış ten, kuru şampuan ya da saç spreyi kokan banyolar. Peki tüm bu soğuk-sıcak oyununda neyi arıyorsunuz? 21. yüzyılın modern dinamiklerine ayak uydurabilen, kimliği, sesi, ten kokusuyla barışık, sade ya da çıplak görünmekten korkmayan alter egonuzun hak ve hayal ettiği parfümü. Anneanneniz gibi pudralı, anneniz gibi oryantal, en yakın arkadaşınız gibi floral, ergenliğiniz gibi meyveli kokmak, tahmin edeceğiniz üzere bu yazının konusu değil. Ağaç kökü, reçine, buhur ve Ortadoğu’dan esen diğer mistik dumanlara parfüm sektörüyle eş zamanlı teslim olan burnunuz henüz kendine gelememişken sizi, haritasını çizemeyeceğiniz yeni egzotik dünyalara fırlatmak niyetinde de değiliz. En iyisi sizleri, duygusal ve olfaktif olarak kendinizle başbaşa bırakmak. Ya da belki bu yolculuğun sonuna kadar size eşlik etmeli, tekrara düşmenizi engellemeliyiz... Öyleyse devam. Kaçınmanız gereken sözcük: Temiz. Yerine koyacaklarınız: Işıklı, saydam. Varlığınıza Britney Spears şarkıları kadar uzak, milenyuma merhaba temalı, cinsiyetsiz, risk almakla ilgilenmeyen tazelerden bahsettiğimizi sanmayın lütfen. Parfümerinin yeni ‘temiz’leri, özenle seçilmiş doğal ham maddeler ve iddialı sentetikler sayesinde, hem kokuya hem de onu sürene parlak bir ışık tutuyor. Bu esanslar size güveniyor, kendinizi olduğunuz gibi ortaya koymanız hakkında herhangi bir çekinceye sahip değiller. Derek Lam 10 Crosby Rain Day, sağanak yağmur sonrasında yerden yükselen ıslaklığın kokusunu yakalıyor. Nova Green Musk, incir, amber ve çimen notaları sayesinde, miski 100
hafifletiyor. İncir demişken, ağacın meyvesi yerine yapraklarına odaklanan, onları sedirle harmanlayan Diptyque Philosykos’u da hatırlamak gerek. Kişiler yerine anlara yüklenen Maison Martin Margiela, Replica serisinden Lazy Sunday Morning’de zambağın serinliğini, beyaz misk, paçuli yağı ve aldehitlerle kombinliyor. Sonuç, yatak odasına sızan ilk ışık. Bugüne kadar mesafeli olmakla pek de ilgilenmeyen Thierry Mugler, Cologne ile Fas’ta keşfettiği bir sabunun peşine düşüyor. Neroli ve bergamot karışımı bu kolonya, tene karıştıkça daha da yeşil, enerjik ve ışıltılı oluyor. Bunu yaparken hiperaktif bir tavır sergilemek yerine gizemli ve sofistike kalmayı da başarıyor. Ben Gorham’ın beyaza ithaf ettiği, bir parfümün gelip gelebileceği en keskin noktaya değen Blanche için Ekstra-Brut tanımını kullanmak yanlış olmaz. Beyaz gül, hafif odunsular ve aldehitler etrafında dönen Byredo mensubu esans, sözüm ona ferah iskeletine rağmen varlığını hissettirmekte hiç zorlanmıyor. Sophia Grojsman’ın Brezilya’da içtiği leziz bir Caipirinha’dan yola çıkarak Frédéric Malle Edisyonları için tasarladığı Outrageous, parfüm evinin rotasını daha genç bir kitleye çevirmeye niyetli. Bergamot, mandalina, yeşil elma, tarçın, misk, ambroxanla ‘temiz ama dramatik’ bir seksapel yakalayan bu parfüm, baharın en heyecan verici yeniliklerinden biri. Işığa bir doz vanilya ve süt katan Parizyen marka Ex Nihilo ise Vetiver Moloko’da feminen ve maskülen arasında müthiş bir denge tutturuyor. Bulgar gülü, bergamot, süt akoru, selvi, vetiver ve Madagaskar vanilyasıyla ten kokusu üzerine karmaşık bir senfoni yazan Guillaume Flavigny, geleceğin klasiklerinden birine imza atmış olabilir. Agarwood gibi katmanlı ve pis bir notayı koleksiyonuna katarken bile temiz ve yalın bir yerlerde gezinmeyi tercih eden Francis Kurkdjian, Oud serisinin hemen ardından kendi koku dolabının beyaz gömleği olarak kabul ettiği ışıklı esanslara geri dönüş yaparak yeni parfümü Aqua Celestia ile hepimizin kalbindeki kaçma isteğine cevap veriyor. Misket limonu, nane ve frenk üzümü dallarının parlaklığı, Provence mimozaları ve miskle önce ufuk çizgisine, ardından da tene yerleşiyor. İstanbul’u niş deneyimler ve Francis Kurkdjian’ın başyapıtlarıyla buluşturan parfüm butiği La Déesse’in kurucularından Birgül Ulucan Öztürk’e göre ışıklı ve saydam kokulardan bahsettiğimizde yüksek enerji veren narenciye notaları ve tenselliğin sembolü aldehitler devreye giriyor. “Aradığınız ışık geçiren, saydam ve buna rağmen silajı yüksek bir esanssa Kurkdjian’ın kült parfümü Aqua Universalis Forte’yi denemelisiniz. Yüksek oranda narenciye kullanımı, ona zamansız bir ışıltı kazandırıyor.” Kokuya duyduğu merakı, onu her anlamda inceleyerek bir tutkuya ve mesleğe dönüştüren Vedat Ozan ise yeni temizin peşine düşerken çiçekleri illa devre dışı bırakmak zorunda olmadığımızı hatırlatıyor: “Dip notalarda çok az sedir olabilir ama calone ve miskler mutlaka olmalı. Miskler derken çok geniş bir aileden söz ettiğimizin farkındayım ancak bunların hepsi aynı kokmuyor. Dolayısıyla böyle bir parfümde kullanılacak misk molekülleri beklentiye uygun olarak seçilmeli. Çiçek elbette içermeli ancak bu çiçek parfümün zamana yayılmış geniş koku profilinde baskın olmamalı. Temizlikten kasıt eğer sabunsu bir izlenimse, çiçek olarak hanımeli seçilebilir. Elbette ki oluşturacağı floral etkiyi kırmak için çiçek-ozon birlikteliği sağlayan hazır baz veya moleküllerle desteklenmeli.” Ozan’a göre temizlik ve saydamlık, usta burunların bir çoğunun yıllar boyu yaptığı gibi limona yakın karakterdeki narenciye akorlarıyla yakalandığında, üstüne bir de yeşil yaprak notalarıyla desteklendiğinde, koklayanın zihninde geniş bir alan açıyor. O geniş alan da kır ve temiz havayla özdeşleşebiliyor. Tensel histen bir hayli uzak bu peyzaj, yarının olfaktif beklentilerini karşılamıyor, zira bu kez amaç androjen bir kimlik yaratmak ya da sosyolojik kehanetlerin aksine cinsiyet kavramını tamamen gündemden kaldırmak değil. Parfüm tarihçesinde kendine önemli yer edinmiş New West ve CK One gibi örnekler, bugünün algılarıyla analiz edilse onları yerleştirdiğimiz kategoriler de bir hayli farklı olabilir miydi? “Toplumsal yapı dinamik bir olgu, algılar sürekli değişiyor. Bunda bütün iletişim ve haber araçlarının da etkisi büyük. Bir de biyolojik gerçekler var, dolayısıyla temizlik, saydamlık gibi kavramların illa androjen bir kimlikle bağlanmasını çok doğru bulmuyorum. Aslında genel olarak parfümlere herhangi bir cinsiyet atanması taraftarı değilim, ancak bunu cinsiyetsizlik olarak da anlamamak lazım. Sonuçta biyolojik ve sosyal bir gövdeye sahibiz. Bir başka deyişle neysek, oyuz. Parfüm ise bu karmaşık ama sabit kimlikli gövdenin üzerinde taşıdığı ürünlerden sadece biri. Evet, vücut üzerinden yaydığımız kokuyla sosyal alanda bize yönelik algıyı manipüle edebiliriz ama bu ne olduğumuza değil, ne olmak istediğimize dair bir mesajdır sadece.” Sizlerin ne olmak istediğinizle ilgili kesin bir bilgiye sahip olmasak da, taze ve ışıltılı bir başlangıcın kimseye zararı olmadığını düşünerek, oyumuzu tensel saydamlıktan yana kullanıyoruz. Bu durumda sizlere de hazırladığımız modern ve güncel listeyi çantanıza atıp yeni kokunuzla tanışmak düşüyor. 101
102
Sayfaların konusu Métiers d’Art olduğunda en çok göreceğiniz sözcük ikilisinin ‘savoir faire’ olması kaçınılmaz. Bir önceki cümleyle beraber saymaya başlayabilirsiniz. Bu noktada işbu tekrarı, dilbilgisi hatasından ziyade Chanel’e övgü olarak görebilirsiniz, eh bu durumda ne kadar çok o kadar iyi. Kronolojik sıralamadan bağımsız, Roma, Salzburg, Dallas, Edinburgh, Mumbai ve New York City’nin ardından Lagerfeld, Métiers d’Art’ın 13. versiyonunu bu sene eve götürüyor. Paris’te, Mademoiselle Gabrielle’in evi bellediği, renovasyonunun ardından henüz açılan Ritz’deyiz. Hayır, bu kez başrolde ne Mademoiselle Coco var ne de Kaiser’ın yorumları...
45-47-48-61 BINGO!
Yazı:
Aslin Kumdagezer Fotoğraflar:
Chanel SAS
103
Paris Cosmopolite 2016/17 Métiers d’Art Collection, Look 45
104
Chanel’i anlatırken cömertçe satır aralarına serpiştirdiğimiz savoir faire, aslında hiçbir zaman sade ve sadece modaevinin kendisine ait olmadı. Kurulduğu günden bu yana beraber çalıştığı atölyelerin kalitesini marka kimliğine taşıyan modaevi, bu kez bir adım geriye çekilme kararı aldı. 6 Aralık’ta sahnenin ışıkları yandığında Karl Lagerfeld, sözü beraber çalıştığı atölyelere bıraktı. Pazarın bu derece rekabetçi olduğu bir noktada tedarikçilerini ve üreticilerini paylaşmaktan çekinmeyen bir pazarlama tekniğinin risklerini ve kendine güven dozunu hesaplama kısmını size bırakıyoruz. Biz, bu sırada Chanel’in, beraber çalıştığı zanaatkarlar ve onlarla kurduğu ilişkilerin ardındaki hikayeler için sayfaları çeviriyoruz. Her ne kadar şu sıralar Ritz’in lobisi puffa ceketlerle dolu olsa da Paris, modanın her daim extravagant tarafından tutmayı tercih eden şehirlerden biri olarak karşımıza çıkmaya devam edecek (en azından şimdilik). Gördüklerinizi, tarih çizgisinde istediğiniz durakta durup, diğer coğrafyalarla kıyaslamakta serbestsiniz. Biz Belle Epoque’da mola vereceğiz, şapkanızın abartısı kadar sözünüzün geçeceği bir dönemde kurulan Lemarié, şaşaanızın gören herkesi şaşırtması için egzotik tüyler üretiyor. 1950’lerde Balenciaga, Dior ve Chanel’in couture koleksiyonlarına tavus kuşu, kuğu ve deve kuşu tüyü ekleyen atölye, dönemin femme fleur akımına ithafen kıyafetlerde kullanılması için çiçek tasarımlarına da başlıyor. Eh, bu durumda atölyenin Coco’nun radarına takılması ve Chanel’in alametifarikası kamelyasının tarih kitaplarına yazılması hikayenin bildiğiniz tarafına işleniyor. 1996’dan beri Chanel’in Métiers d’Art koleksiyonları için üreten Lemarié, bu sene Ritz’deki koleksiyon sunumunda
Paris Cosmopolite 2016/17 Métiers d’Art Collection, Look 47
45. ve 61. look’lardaki işçiliğiyle bizi çekim alanına alıyor. Çok renkli tüyleri tek tek birleştirip buket haline getiren ve buketleri siyah ipek organza üzerine diken Lemarié zanaatkarları, Jamie Bochert’in taşıdığı 45. look’taki eteğin kürk görünümü vermesi için tam 300 saat çalışıyor. Ardından etek Chanel’in atölyesinde birleştiriliyor. Denim kumaşını couture koleksiyonlarına dahil etmek artık cesurca bir hareket sayılmasa da, klasikçiler hala denimi sorgulamaya devam ediyor. Bu noktada Karl Lagerfeld ve Lemarié, koleksiyonun en detay isteyen tasarımlarından birini denim kumaşıyla birleştiriyor. Ve atölyenin marka ile tanışma hikayesine ithafen, başrole çiçekler otutuyor. Denim ve organzadan çiçekler üreten ve çiçeklerin arasına inciler iliştirilmesini dikte eden tasarım Lemarié zanatkarlarının elinde 499 saat geçiriyor. Beyaz bir gömlekle podyumda yürüyen tasarıma Chanel Studio’nun kararıyla yine Maison Lemarié üretimi çiçek bir taç eşlik ediyor. Bochert’in bir model ardında yürüyen Chanel’in marka elçilerinden Alice Dellal, nakışlarla kaplı bir kıyafetle arzıendam ediyor. Kıyafete biraz daha yaklaştığınızda (şu durumda yaklaşmaktan kastımız, dergiyle burun buruna gelmeniz) savoir faire’in objektife yansımalarını görebilirsiniz. Bu kez paragrafın başrolünde nakışlar dolayısıyla Lesage ailesi var. 1924’te Michonet nakış atölyesini devralan aile, ününe Elsa Schiaparelli için yaptığı nakışlarıyla kavuşuyor. Arşivlerindeki 60.000’den fazla numunesiyle dünyanın 105
Paris Cosmopolite
en büyük nakış atölyelerinden biri olan Lesage, Chanel ailesine 2002 yılında katılıyor. Alice’in üzerindeki nakış için önce Chanel atölyesinden çıkan bir desenin üzerinde çalışan Lesage zanaatkarları, metal ve kristalleri de siyah crêpe de Chine kumaşın üzerine, alametifarikası Luneville tekniğiyle işliyor. Ritz’in girişindeki halıdan ilhamla ortaya çıkan nakışın sadece üretim süreci 350 saati buluyor. Ardından tasarım tıpkı yukarıdaki paragrafta (ve Chanel’in kalan 77 look’unda) olduğu gibi final halini almak için Chanel atölyesine doğru yola çıkıyor. İşinin eri zanaatkarlar olmadan iyi bir koleksiyon üretmenin imkansız olduğunu söyleyen Karl Lagerfeld, çizimlerini podyuma vurmadan bir buçuk ay öncesinde yıllardır çalıştığı zanaatkarların masasına yolluyor. Tabii bu süreçte hangi çizimin seçilip yollanması gerektiği konusunu Chanel Studio’larının direktörü Virginie Viard ile ince eleyip sık dokuyarak kararlaştırıyor. Zira Kaiser de beraberinde çalıştığı zanaatkarlar kadar detaycı ve aynı tasarımın onlarca farklı açısını hala elde çiziyor. Tam da bu sebeple Chanel ve yarım yüzyıldan fazladır beraber çalıştığı atölyeler aynı dinamikte işleyebiliyor. Sıra 48. look’a geldiğinde işleme görevini Lagerfeld’in uzun zamandır beraber çalıştığı Montex Atelier alıyor. Chanel Studio tarafından onaylanan bir nakış numunesi üzerinde çalışan Montex, 25.000 renkli payeti çiçek buketleri 106
2016/17 Métiers d’Art Collection, Look 48
haline getiriyor. Tasarımın üzerindeki 16 Eiffel kulesi de 5.300 renkli kristalin elde dikilmesiyle hayata geçiyor. Tasarım için sadece Montex atölyesi çalışanları 225 saat harcıyor, kıyafetin tamamlanmasına Chanel atölye ve stüdyosunda geçirilecek saatler var. Koleksiyon boyunca gözünüzü alan ya da tasarımın başka özeliklerinin öne geçmesi için mütevazı bir şekilde geri planda bekleyen düğmeler, ikonik Chanel döpiyesinin ve modaevinin daha birçok tasarımının vazgeçilmezi. Düğmelerin ardındaki isim George Desrues, 1936’dan beri Kuzey Fransa’da mücevher tasarlıyor. Mademoiselle ve Desrues birbirlerine çok yabancı değiller, Westminster Dükü, Coco için aldığı tüm mücevherleri Bay Desrues’ye sipariş ediyor. Takvimler 1965’i gösterdiğinde Georges Desrues, Chanel’in zanaatkarları arasında yerini alıyor ve modaevinin tüm düğmelerini tasarlayıp üretiyor. 1980’lerin ikinci yarısında Georges tüm şirketini Coco’ya devrediyor bugün hala Chanel’in bünyesinde olan düğme ve mücevher evi Lagerfeld’in yönetiminde günde 4.000 düğme ve senede sekiz mücevher koleksiyonu üretmeye devam ediyor. Ritz’deki podyumda yürümeden önce, her tasarım aynı rotayı takip ediyor. Karl Lagerfeld’in pastel boyalarından çıkan ilk fikirler, tasarımlarda hangi savoir faire’in öne çıkacağına göre beraber çalışılacak atölyelere gönderiliyor. Üretilen ham maddeler Chanel’in atölyesinde dikiliyor. Son duraktan bir önceki adım, Chanel Studio. Ve tabii burada aksesuarları ve styling’i tamamlanan look’ların podyumdan önce geçmesi gereken son bir sınav var. Ritz’deki gösteriminden bir gün önce Monsieur Lagerfeld’in onayı...
Paris Cosmopolite 2016/17 Métiers d’Art Collection, Look 61
107
İlk parfümü Duro’yu yaratırken kasıklarına odaklanan Alessandro Gualtieri, ne kendisi ne de parfümleri hakkında konuşmaktan hoşlanan biri. Onun tuhaf dünyasını keşfetmek niyetindeyseniz, okumaktan ziyade koklamanızı tavsiye ediyoruz. Pardon’dan başlayın, Black Afgano’ya uzanın.
Röportaj:
Ayşecan İpek Fotoğraf:
Remy Castle
108
ALESSANDRO GUALTIERI
Endüstrinin beklentilerini karşılayan bir parfümör ve niş bir parfümör, birbirinden çok farklı tarzlara mı sahip olmak zorunda? Fark, endüstrinin kendisinde zaten. Bana bakacak olursak, yaptığım işi sadece ben yapabilirim ve bu işi yapabileceğim tek tarz da şu an sahip olduğum. İlk başladığımda, bugün ne yapıyorsam onu yaptım. İnsanlar, doğal, özden gelen bir şeyler arıyorlardı. Yaratıcı bir kalite beklentisi içindeydiler. Endüstriden ziyade onları hedef alıyorum.
6
Burun tüm organların içinde belki de en başına buyruk olanı. Senin burnun herkesinkinden biraz daha mı manyak? Nasomatto’yu hayata geçirmeden önceki yıllarda, bazı insanlar benim de manyak olduğumu söylerdi. Bu tanımla kavga etmektense onu sahiplenmeye karar verdim, onu işe çevirdim. Böylece kendimi sınırlandırmalar olmaksızın ifade etme şansını elde ettim.
1
Sorularımıza Amsterdam’daki stüdyondan mı cevap veriyorsun? Evet, hatta şu an laboratuarımdayım. Etrafım, ham maddeler ve şişelerle çevrili. Bir de fazla adette koton mendil. Hasta oldum, bu da demek oluyor ki bugün hiçbir şey koklayamayacağım.
2
Bu röportaj parfüm üzerine olmasaydı ne hakkında konuşmak isterdin? Karbüratörler.
3
Peki genel olarak kendin hakkında konuşmaktan hoşlanan biri misin? Daha ziyade yaratıcı ifadelerle ve onların yarattığı güzellikle ilgilenen biriyim. İş yaratıcılığa geldiğinde de, o sürecin bir noktasında, kendimi tamamen bırakmaktan yanayım.
4
Bugünlerde avangardın normale yaklaştığını düşünüyor musun? Aksine, yeniden normal olandan uzaklaşmaya başladığını düşünüyorum. Aslında her şeyi, onlara verdiğimiz tanımlar belirliyor. Tanımsız bir hayatta çok daha mutlu olabilirdik.
5
Parfümlerinin ham maddelerini bu yüzden mi açıklamıyorsun? Ham maddelere derin bir tutkuyla bağlıyım. İnsanların onlar hakkında atıp tutmasına dayanamıyorum. Herhangi bir bilgi paylaşımı çoğu insanın saçmalamasına sebep oluyor.
7
Ham maddeleri oyun dışında bırakınca parfüm hakkında konuşacak ne kalıyor? Kişisel deneyim.
8
11
Bir şehri koklamaya nereden başlarsın? Varsa, denizinden.
Bugüne kadar kokladığın en iyi Agarwood hangi coğrafyaya aitti? Kamboçya’da kokladığımdan çok etkilenmiştim.
12
Parfüm kütüphanende kaç numune var? Sayamayacağım kadar fazla. Parfümlerimi yaratırken onların arasındaki ilişki ve kopukluktan faydalanıyorum. Birbirlerine nasıl tepki verdikleri önemli. Parfüm, kontrastlardan ibaret.
13
Parfümü görselleştirmek isteseydin hangi medya aracını tercih ederdin? Elektrokardiyogram.
14
70’lerin koku ansiklopedileri ve aromatik haritalar hayatındaki yerlerini korumaya devam ediyor mu? Parfümör olmak için eğitilirken bir sürü harita, formül ve başka karmaşık malzemeyle haşır neşir olmak zorundasın. Ham maddeleri birbiriyle karıştırmaya başladığında ise belli haritalardan yardım alman gerekiyor. Ta ki özgüvenin yükselip kendi stilini bulana kadar. Sanırım en sonunda onlardan tamamen kopup özgürleşmen gerektiğini anlıyorsun. Sadece kendi seçtiğin ham maddelere ve elde ettiğin sonuca odaklanıyorsun.
9
İçilebilen parfümler hakkında bilgi almak isteyen biri hangi kaynaktan faydalanmalı? Onları eski günlerden beri içtiğimizi bilmeli. Önereceğim kaynak da Venedikt Erofeev’den Moskou-Petuškì.
10
109
Natalie Mering, ülkesinin iki yakasından kaptığı Doğu ve Batı esintilerini müziğine maharetle yansıtıyor. Melankoli ve pop kültürünün mükemmel karışımı nasıl olur diye merak ediyorsanız, Google’a Natalie’nin sahne adı olan ve Flannery O’Connor’dan ödünç aldığı Weyes Blood sözcüklerini yazmanız yeterli...
Röportaj:
Başak Ulubilgen Fotoğraflar:
Katie Miller
110
WEYES BLOOD
Albüm kapağı için neden Salton Denizi’nde çekim yapmayı tercih ettin? Salton Denizi, geleceğin ne getireceğine dair çok söz söyleyen bir yer. Burası aslında terk edilmiş bir tatil yeri ve buradaki gölü yapmak için Colorado Nehri’nden su getirmişler. Ama su zamanla buharlaşmış ve aşırı derecede tuzlanmış. Bütün balıklar da ölünce tüm canlılar, kuşlar da dahil olmak üzere, buradan gitmiş. Şimdiyse her yer çöp ve atık dolu, biraz kıyamet sonrasını andırıyor. Ama yine de burası şaşırtıcı derecede güzel. Manzara ve dağlar da bu ıssızlığı ve şu gerçeği kanıtlıyor: Biz her şeyi öldürsek de, dünya hala burada olacak.
6
Natalie, son albümün Front Row Seat to Earth’ten hareketle soralım: Dünyanın ön sırası tam olarak neresi oluyor? Bu tamamen cümleyi nasıl yorumladığınıza bağlı. Aslında ön sıra mevzusu nerede durduğunuza göre de değişir; çünkü doğanın içgüdüsel deneyimleri yalnızca bir illüzyondan ibarettir. Aynı zamanda bu ‘birinci dünya’ anlamına da gelebilir. Ön sırada oturmayı, gelişmiş ve Batılılaşmış bir ülkede yaşamaya da bağlayabiliriz.
1
Hem Y jenerasyonunun bir parçası hem de ‘Generation Why’ adlı bir parçanın yazarı olarak, sen bir sonraki nesle nasıl bakıyorsun? ‘Millenial’ dediğimiz nesli ben kobay olarak görüyorum. Onlar ‘Baby Boomer’ların çocukları... Bence biz tüketimcilik, teknoloji, konfor ve kapitalizmin faydaları üzerine kurulan ve imkansız hayaller kapsamında yapılan bir deneyiz. Tabii diğerleri bizi dünyanın zor şartları ve gerçeklerinden muaf tutulan şanslı insanlar olarak görebilirler... Bu belki bir yere kadar doğru da olabilir, ama diğer taraftan kesinlikle gerçek dışı. Bizler modern uygarlığın dönüm noktasındayız ve yapılan hiçbir şeyi değiştirme gibi bir lüksümüz yok. Ve bu çok acı bir gerçek...
2
Peki Generation Why’dan bahsetmişken, bu parçanın videosunda elinden düşmeyen eski bir Nokia cep telefonundan neden kanlar aktığını bize de açıklayabilir misin? O telefon sahnesi insanlığın içinde bulunduğu durumu anlatıyor. Bir nevi makinenin içine sıkışmış bir insandan da söz edebiliriz. Bizi bu teknolojiye çeken şey ise, birbirimize bağlı kalmanın getirdiği duygusal içgüdümüz.
3
Yeni başkanınız hakkında ne düşünüyorsun? İkizler burcunun neden kötü bir şöhrete sahip olduğunu şimdi anlıyorum. Ama sonra da, Trump’ın lekelediği gerçekleri savunmak için neler yapabileceğimi düşünüyorum. Bu hayatımda gerçekleşen en saçma şeylerden biri oldu ve böyle olacağı da belliydi. Eğer onunla konuşma şansım olsaydı, memnuniyetle kabul ederdim. Ve onu tahmin edeceğiniz gibi azarlamazdım. Aksine, ona kişisel ve derin sorular sorar ve bu yıkıcı, dünyanın sonunu getirecek şeyler yapan adamın insan olup olmadığını anlamaya çalışırdım. Çünkü insanların nerede yanlış yaptığını anlamaya çalışmak benim doğamda var.
4
Albüm kaydetmek giderek zorlaşıyor mu? Kendi adıma böyle bir genelleme yapamıyorum, çünkü kayıt süreci çok değişken. İyi tarafı, kendini ifade etmek ve göstermek açısından çok şey öğreniyorsun, ama bir yandan da dışarıdan gelen baskı daha da büyüyor ve bu bazen kreatif sürecine de yansıyor. Ama en nihayetinde iş kolaylaşıyor, çünkü alıştırma yapmak her şeydir.
7
Doğu Yakası’ndan Los Angeles’a taşınmak son albümünü nasıl etkiledi? Ben aslında Los Angeles’ta doğdum, bu yüzden, taşınmak aslında bana evime geri dönmek gibi geldi. Ayrıca burada çok sevdiğim bir sürü müzisyen arkadaşım var ve onlarla tekrar bir araya gelip çalışmak muhteşem.
8
Parçalarını bilerek mi melankolik besteliyorsun, yoksa bu da bir içgüdü mü? Kesinlikle fark etmeden oluyor. Hiçbir zaman işe hüzünlü bir şarkı yazmakla başlamıyorum, ama en sonunda öyle oluyor. Sanırım benim ruh halim böyle...
5
111
Sen de babanın bir zamanlar yaptığı gibi müzisyen olmayı bırakıp bir aile kurmayı düşünür müsün? Biliyor musun, aslında bunu yapmayı düşünmüyor değilim. Ama ben birlikte aile kurabileceğim kimseyle henüz tanışmadım. Eh, bu da işin ilk adımı oluyor, yoksa ortaya ‘anarşi bebekleri’ çıkıyor. Aslında bu da çok çekici. Anarşi bebekleri hiç de fena bir fikir değil...
13
Sahne adın, Flannery O’Connor’un Wise Blood adlı romanından geliyor. Bayan O’Connor bunun hakkında ne düşünürdü? Onun müziğe ilgi duyup duymadığından bile emin değilim. Ama eğer böyle bir ilgisi olsaydı, adımı ve parçalarımdaki kişisel hikayeleri severdi diye düşünüyorum.
9
Seni daha önce dinlememiş birine, yaptığın müziği nasıl anlatırsın? Modern ve uhrevi güçlendirmelerin olduğu Folk baladları. Veya kısaca Church Pop.
10
112
Parçalarının onları kaydettiğin yerleri andırdığını söylüyorsun. Kayıt yapacağın yerlere nasıl karar veriyorsun? Genelde ruhumu rahatça açığa çıkarabileceğim yerleri seçiyorum. Böylece burada kendim olabiliyor, deneyler yapabiliyor, dünyanın geri kalanından ve telefonumdan saklanabiliyorum.
11
Müziğinde 70’lere ait tınılara rastlıyoruz. Babanın müzik geçmişinin bunda bir katkısı olmuş mudur? Annem ve babamın yaratıcılığıma kesinlikle katkısı oldu. Onlar müzik yapmama hep saygı gösterdiler ve her zaman evimizde enteresan şarkılar çaldılar. Ama ben pek ‘70ler’ yaptıklarını söyleyemeyeceğim. Annem Joni Mitchell’ı çok severdi ama babam XTC gibi yeni dalga müzikleri dinlerdi.
12
Yılın kalanı senin için nasıl geçecek? Uzun bir süre turnede olacağım ve arada yazacağım. 17 benim şanslı sayım, bu yüzden kendimi tuhaf bir şekilde ayrıcalıklı hissediyorum.
14
Dünyadaki hiçbir örneğine benzemiyorlar, kendi normları dışında hiçbir norma uymuyorlar. Süreleri, hikayeleri, oyunculuk biçimleri dahi dünyadaki örneklerinden farklı. Hikaye anlatmak için temelde sinemanın görsel işitsel yöntemlerini kullanıyorlar, ama bu yöntemleri bambaşka formlara bürüyorlar. Kulağa hayli anarşik gelse de, temelde Türkiye’de üretilen yerli dizilerden bahsediyoruz. Başka bir deyişle, yüzde 85’i sadece televizyon izleyen bir ülkenin en önemli “eğlence” kaynağı, aynı zamanda ülke ekonomisinin ihracattaki önemli aktörlerinden biri. Dizi sektörünün hemen her alanından, söz sahibi isimlerle konuştuk ve uzaktan gayya kuyusunu andıran sektörün fotoğrafını çektik.
YERLİ. DİZİ.
114
Hazırlayan:
Murat Emir Eren
Üst ve sol alt: Joseph Beuys, “Felt TV” Shown in TV broadcast ‘Identifications’, 1970, Videostills Sağ alt: Fotoğraf: Laurence Sudre
115
MURAT DİŞLİ/SENARYO YAZARI Reyting de Şikayet de İzleyiciden Önce şu tespiti yapalım: Dizi yazmak sanat değildir. Çok büyük paralarla dönen televizyon endüstrisinin ayakta kalmasını sağlayan asli unsurlardan biridir, o kadar. Dolayısıyla bir dizinin görevi, seyircinin ilgilisini çekebilmek ve bunu ayakta tutmaktır. Seyircinin hep aynı hikayeler dönüyor şikayeti hem haklı hem haksız. Haklı çünkü doğru, haksız çünkü farklı hikayelere teveccüh göstermeyen yine kendisi. Bir dizinin yaşamı ertesi gün gelen reytinglere bağlı. Bu reytingi belirleyen de o şikayet eden seyirci. Leyla ile Mecnun, Behzat Ç., Kardeş Payı gibi bence sıradan olmayan işleri bugün yayında göremiyor olmamızın sebebi, onları ayakta tutacak kadar seyircinin olmaması. Peki hep benzeri işlerin yayına girmesinde sektörün hiç mi suçu yok? Olmaz mı? En başta büyük bir ekonomik kolaycılıkla, bütün geceyi bir diziyle kapatma fikri -kim bulduysa saygıyla anıyorumbence bu şikayetlerin ana sebebi. Her hafta minimum 120 dakika yazılan kaç tane ilginç ve farklı hikaye kurabilirsiniz? Her dizide illa bir yangının çıkması, illa bir ambulansın koşturması, illa bir arabanın devrilmesi tesadüf değil. Diyelim ki 120 dakikayı da doldurabilecek enteresan öyküler var. Senarist bunu hangi arada yazacak? Önceden yazılmış birkaç bölüm bitince her hafta 120 dakika yazmak ve bunun ilginç fikirlerle bezeli olmasını beklemek hayalcilik olur. 25 yıllık senaristim daha bir kere ‘sana 6 ay süre ve finans, yaz şunu’ diyen bir kanal yöneticisine rastlamadım. Dizilerin bugünkü durumu, bana 70’lerin Yeşilçam’ını hatırlatıyor. Hani üç günde bir film çekilen, senaryonun sette yazıldığı, Cüneyt Arkın’ın setten sete koştuğu yılları. Sonucu gördük; seyirci 30 yıllık bir küskünlükten sonra anca 2000’lerde Türk sinemasıyla barıştı. ÖYKÜ KARAYEL/OYUNCU Dizi Oyunculuğunun Sürdürülebilirliği Televizyon sektörünün biraz tekrara düştüğünü ama bunun geçici bir dönem olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle iyi işler yapıldığını ve büyük emekler harcandığını görmezden gelmemek gerek. Başkalarının yanlış yaptığı şeyleri bilemem, ama kendimle ilgili olarak arka arkaya dizilerde oynama fikrinin beni körelteceğini düşünüyorum. Uzun çalışma saatleri sonunda her şey monotonlaşıyor, oyunculuğa da öyle yaklaşmaya başlıyorsun. Aynılaşıyorsun. Bu kısmı tehlikeli geliyor bana. AHMET KATIKSIZ/YÖNETMEN Sefaleti Bile Güzel Göstermek? Yapımcılar her şeyin güzel görünmesi istiyorlar, televizyon ya da kanallar bunu yapımcılara dikte ediyorlar. Mesela yoksulluğu ve sefaleti estetize ederek sunmanız bekleniyor sizden. Dolayısıyla o gösterdiğiniz şey yoksul ya da sefil olmuyor çünkü güzel olmak sefaletin doğasında yok. Esas kız esas çocuk başta olmak üzere eldeki bütün oyuncuların güzel gözükmesi gerektiği düşüncesi size empoze ediliyor. 116
Sonra ekranda saçları fönlü kızlarımızı sabah yatakta uyanırken görüyoruz. Oyuncuların ve mekanların güzel görünmesi dizi projelerinin görsel dünyasında merkezde olmak durumunda. Size bu açıdan bir alan bırakılıyor pek tabii ama o alan çok geniş olmuyor. Dikkat çekici olabilmesi için de çoğunlukla renkli ve canlı bir görsel dünya kuruyoruz. Vakitsizlik: Vasatı Kabullenmek Diziler ilk birkaç bölümden sonra bir haftada bile değil, sadece beş günde çekiliyor. 130-140 dakikayı beş günde çekebilmek için yönetmen olarak vakitsizlikten kaynaklanan birçok sorunu görmezden gelmeniz zaruri. Mesela bir sahne çekerken oyuncuların performansından memnun olmuyorsunuz ama tekrar çekecek zamanınız bile olmuyor. Aynı zamansızlık kurguda da başa dert. Bir sahneyi izlediğimizde beğenmiyoruz ama yeniden kurgulanacak vakit olmadığından kabul etmek zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla çıkan şey en iyi ihtimalle vasat olmak durumunda kalıyor. Bu da bir yönetmeni mesleki olarak çok mutsuz eden bir durum maalesef. Sistem sizi mesleki olarak vasat olmaya itiyor. VİLDAN ATASEVER/OYUNCU Zıt Karakterler Bir dizide rol almayı düşünmeme sebep öncelikle tabii ki senaryodur, daha önce tanımadığım, merak ettiğim ve gerçeğe yakın yazılmış bir karakterle karşılaştığımda ve projenin geneli beni heyecanlandırıyorsa yolculuğa çıkmaya hazırlanıyorum. İdeolojisine, bakış açısına inanmadığınız bir karakteri oynamak bazen bilmediklerinizi öğrenmenize, anlamanıza veya desteklememeye bilinçli bir şekilde devam etmenize yardımcı olur. Bu kesinlikle çok zordur, acı verebilir ama öncelikle kendi karakterinize, sonra oyunculuğunuza katkıları fazla olur. Set Öncesi Bazen sete çıkana kadar daha çok zamana ihtiyaç duyuyoruz. Ama bu konuda canımı sıkmamaya çalışırım, çünkü o süreçte enerjim kıymetli; kendimi düşürmemem gerekir, uyum sağlamaya çalışmak daha sağlıklı. ÖMER ÖZGÜNER/STAR TV GENEL MÜDÜRÜ Denek Profili Diziler, giderek büyüyen bir ihracat alanı haline geldi. 2015 yılında 250 milyon dolarlık dizi ihracatı yapılmış. Geçtiğimiz yıl bu rakam 350 milyon dolara yaklaştı. Sanırım televizyon yöneticileri olarak bu gelişimdeki rolümüz, yapımcılarımızı cesaretlendirmekle başlıyor. Mesela Star’da, Muhteşem Yüzyıl, Paramparça, Cesur ve Güzel gibi yüksek maliyetli işlerin hayata geçebilmesi için riskler aldık. Projelerimizi seçerken, evrensel düzeyde karşılık bulacak hikayeler peşinde koşuyoruz. Yayınladığımız işlerdeki prodüksiyon kalitesinin, dünya standartlarında olmasına özen gösteriyoruz. Dizilerimizde, yurtdışı izleyicisinin de yakından takip ettiği oyunculara yer vermeye çalışıyoruz.
Dizi ihracatının büyümesi için yapılması gereken önemli bir şey daha var. İç pazarda çok iyi iş yapan ama yurtdışında karşılığı olmayan birçok dizi söz konusu. Ya da bunun tam tersi, yurtdışında merakla beklenip izlenen bazı diziler de, Türkiye’de yüksek izlenme oranlarına ulaşamayabiliyor. Bu dengeyi sağlamanın yolu, reyting denek profilini çeşitlendirmekten geçiyor. Hikayeyi Yoran Süreler Aslında ortalama dizi süreleri 120-140 dakika arasında... Evet, yine de uzun mu derseniz, uzun... Bu süreler, dizilerin ömrünü de etkilemeye başladı. Geçmiş yıllarda 100 saatlik bir dizi hikayesini 100 bölüm yani 3 sezon izletebilmek mümkündü. Mevcut sürelerle 50 bölümde yani ortalama 1,5-2 sezonda birçok dizi yoruluyor ve finale gidiliyor. Bunun nedenleri tamamen ekonomik... Reklamveren bütçeleri, maliyetler, reklam yayın regülasyonları derken, kanallar bir gecede iki dizi ya da program yayınlayamaz hale geldiler. Çünkü bunun maliyetinin altından kalkmak mümkün değil. Mesela geçen sezon Star’da 46 dizisini yayınladık. Süresi 60 dakikaydı ve 23-24 kuşağında yayınlandı. Ama ezcümle, dizi sürelerin kısalması için, örneğin 75 dakika bir dizinin de, kendi ekonomisini yaratır hale gelmesi gerekiyor. FUNDA ERYİĞİT/OYUNCU Sinemada Önce Yönetmen, Dizide Yapımcı Karakter ve hikaye üzerine konuşmak dizide daha az zaman alıyor. Sinemada bu daha uzun bir süreç gerektiriyor ve provaya dayanıyor. Cast çalışmasında ise, benim gözlemim kadarıyla, çok büyük bir fark yok. Sadece, sinemada her zaman önce yönetmenle görüştüm, dizide ise yapımcıyla. Pozitif-Negatif Sektör açısından aklıma gelen ilk olumlu gelişme internet dizileri. Olumsuzluğa gelince, TV’de dizi süreleri giderek artıyor. Durduramıyoruz. “Hadi, hadi, hadi...” diye birileri bize bağırıyormuş gibi hissediyorum. Kısıtlı zamanda uzun bir iş yetiştirmek zorundayız, acele etmemiz gerekiyor. OYA DOĞAN/GAZETECİ Kadın Hikayeleri ve Ortadoğu Türk dizileri duygu peşinde koşar. Çünkü Türk izleyicisinin dizi izleme kriterleri vardır. Öncelikle ve en çok bildiğimiz psikolojide yerine koyma dediğimiz yoldur. İzleyici dizide izlediği bir karakterin yerine koyar kendisini... Onunla empati kurar ve onunla yol alır. O nedenle Türk dizilerinde mutlaka bir kahraman olmalıdır. İlham verecek bu karakter son yıllarda dünyanın da açlığını duyduğu şeydir. Dünya değişirken, ne yazık ki, duygular değişmez. Tüm kahramanlar erkek gibi görünse de Türk dizilerinin çoğunluğunda gizli kahramanlar kadınlar... Kadının kendi ayakları üzerinde durabilme ve özgürlüğe yürüyebilmesini anlatabiliyoruz. Bu da özellikle Ortadoğu’da çok dikkat çekmemize neden
oluyor. Çünkü onlar da tıpkı Türkler gibi yerine koyma yönetimiyle dizi izliyor. Son başarımız; bir bölümde onlarca olayı karakterin başına getirebiliyoruz. Çünkü biz her saniye onlarca olayın yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu izlediğimiz karakterlere de yansıyor. Onların başına onlarca olay geliyor ama biz bunu normal karşılıyoruz. Ama galiba en büyük başarımız dışarıda hayat 200 kare akarken ve biz o hıza yetişemezken, dizilerde hayatların 50 kare akması... Yani hayatı yavaşlatıyoruz. EYLEM CANPOLAT-SEMA ERGENEKON/SENARYO YAZARLARI İyi Hikaye x Ölçüm Sistemi Ölçüm sistemi hazırladığımız projenin asıl belirleyicisi olabiliyor. Mesela janr seçiminde bu böyle. Şu andaki reyting ölçüm evreninde bir bilimkurgu dizisinin iş yapmayacağını biliyoruz. Ancak iyi hikayenin her zaman yerini bulacağına da inanıyoruz. Bu zamana kadar örneklerini de defalarca yaşayarak öğrendik. Yerel ve evrensel çatışmalar, hikayeleri derinlikli kurulmuş karakterler, önermesi net ve güçlü olan yapımlar alışılmışın dışında da olsa televizyon dünyasında da karşılığını bulur. İyi hikaye ve senaryoya hiçbir ölçüm sistemi karşı koyamaz. Seyirci sahiplenir. Yıpranan Senaristler Mevcut ortamda senaryo yazmak her geçen sezon daha da zorlaşıyor. Süreler uzuyor. Seyircimiz yıllardır her gece yoğun bir şekilde televizyonda dizi izliyor. Dolayısıyla farkında olmadan sezgisel olarak bir dramaturg kadar dramatik yapı eğitimi aldılar. Artık seyircinin ilgisini çekmek daha güç. Seyirci şaşırmıyor. Hele de durum 160 dakikalara dayanmışken bir bölümü çatışmalı, tempolu, duygusal, seyirlik, özel sahnelerden oluşarak kurmak gitgide biz senaristleri daha da zorluyor. İnsanüstü bir çabayla doluyor sayfalar ve kalemler yoruluyor, tekrara düşüyor. Bunun da bütün meslektaşlarımızı üzdüğünü, yıprattığını biliyoruz. Aynı bizim yaşadığımız gibi... Ancak sistem giderek sertleşse de işimizi çok seviyoruz. Yazı bütün yorgunlukları dindiriyor. Manevi olarak hakkımızın gözetildiği ya da teslim edildiği oluyor. Çünkü biz yıllardır sektörde binlerce bölüm yazdık. Ama sektöre yeni adım atan arkadaşlarımızın işi hala çok zor. İnandıkları hikayeleri gerçekleştirebilmeleri, maddi manevi haklarının teslim edilebilmesi, özgürce yazabilmeleri çok zor gerçekleşiyor. El ele aynı yolu senaristlerin birlikte yürüyebilmeleri gerek. Yoksa yıllarca bu hüzünlü cevapları vermeye devam edeceğiz. BURAK ACAR/SENARYO YAZARI Yeşilçam ve Yerli Dizilerin Akrabalığı Pek çok dizi Yeşilçam’ın tutmuş hikaye kalıplarını, dramatik çatışma formüllerini büyük oranda kullanıyor. Elbette ki günümüze uyarlıyor, hikayenin ihtiyaçlarına göre modernize ediyor, karakterleri bugüne taşıyor... 117
Yeşilçam’ın hikaye kodlarının dışına çıkmak, radikal ve farklı hikayeler düşünmek yapımcı için de senarist için de belli bir risk taşıyor. Yapımcılar eskisi kadar yıldız oyuncu garantisine güvenmemeleri gerektiğini, asıl önemli olanın hikaye ve senaryo olduğunu anlasalar da çoğu yapımcı bu riske girmeyi göze alamıyor. Yapımcının onaylamayacağını tahmin ettiği için senarist de bildiği yoldan çok kolayca şaşmıyor. Yıldız Oyuncu Faktörü Hala izleyici çekmek için en etkin aktör yıldız oyuncular. Bu Yeşilçam’da da böyleydi, bugün de böyle devam ediyor. Yapımcılar eskisi kadar yıldız oyuncu garantisine güvenmemeleri gerektiğini anlasalar da, ellerinde ön plana çıkaracakları en değerli malzeme olarak yine de oyuncuları görüyorlar. Bir Çözüm Önerisi: Tematik Kanallar Dizi sektöründeki sorunların temel kaynağı kanalların yayın politikası. Kimsenin itiraz edemediği, kendi kurallarını dayatan bir bozuk sistem sürüp gidiyor. Öncelikle dünyanın hiçbir yerinde dizi süreleri bizdeki kadar uzun değil. Bu ister istemez kaliteyi düşürüyor. Bundan daha önemlisi, setlerde çalışan emekçilerin, oyuncuların, senaristlerin çalışma koşullarını kötüleştirdiği kadar izleyici için bile oldukça zorlayıcı bir deneyim. Bunun yanı sıra kanallar izleyicisine karşı sorumluluk hissetmiyorlar. Dizisi izlendiği zaman seyirci baş üstünde, ancak dizi istenilen reytingi almadığı zaman bir final yaptırma hakkı bile tanımadan diledikleri anda bitiriyorlar. Hayatını o diziden kazanan insanların ne hale düştükleri pek kimsenin umrunda değil. Bu güvensiz yapı içinde nitelikli işler üretmek gerçekten çok zor. Tematik dizi kanalların yerli dizi üretimine yatırım yapmaları bir çözüm sunabilir. Ancak ülke şartlarında bu çok da kolay değil. ESRA RUŞAN/OYUNCU Deneme Çekimleri Bir gün telefon çalıyor, ‘hadi deneme çekimi var’ deniyor. Yarın, ya da iyi ihtimal bir gün sonra, size belki bir bölüm senaryo, çoklukla da dört beş sahne yollanıyor ve hazırlanmanız isteniyor. Artık gerisi kısmet. Sahneleri oku, ezberle derken, bir bakmışsın deneme çekimi günü gelmiş. Rolle ilgili yeni şeyler bulma, yaratma aşaması başlamadan bitti bile. Siz orada diyelim ki acıklı bir sahne oynarken size karşılık veren kişinin aynı tondan konuşması, hiçbir şeye hizmet etmeyen bir tuhaf çekim, aşırı yabancılaştıran bir durum. Bahsettiğim bu etapları hiç yaşatmayan ve oyuncuya özel sahneler, monologlar hazırlayan senarist ve şirketlerin elbette gözlerinden öpesiniz geliyor. Bambaşka sonuçlar alabileceğini keşfetmiş ve özenliler. Alternatif Yollar, Alternatif Oyuncular Kişisel yolculuğumda sektörü ve dizileri hiç pusulam olarak görmedim, ne şanslıyım ki hep tiyatro vardı. Sezon sezon değişen dinamikleri var bu işin, siz de oyuncu 118
olarak ne kadarında kullanılabilirseniz kullanılıp sonra bir kenarda tutuluyorsunuz. İşin doğası da bu zaten. iyi yolda olması için çabalar olduğunu görüyorum. Alternatif kanallar açılıyor ve senaryolar yazılıyor, bu da tabii klişenin dışında bambaşka oyuncuları yönetmenleri göreceğiz anlamına geliyor. Bence şahane bir adım. Sektörle ilgili en iyi gelişme herhalde sesli çekimin artık olmazsa olmaz hale gelmesi. Üç saate varan sürelerse işin tersine gelişen kısmı. ESİ GÜLCE/UYGULAYICI YAPIMCI Yurtdışında Sözü Geçen Yıldız Oyuncular Başlangıçta neye ihtiyacımız olduğuna dair kanal ve yapımcının ortak bir fikir paylaşımı olmuyor. Çeşitliliğin maalesef çok az olduğu piyasamızda zaten her daim iş yaptığı düşünülen ve her zaman tekrarlanan projeler oluyor. Bunun yanında sohbet/fısıltı metoduyla kanal drama yöneticileri ve yapımcılar, bu sene ne yapmalı öngörüsüyle bir gündem algısı yaratıp, bunu takip ediyorlar, bir de az sayıda yenilikçi, farklılık peşinde olan yapımcının ürettiği özel projeler çıkabiliyor. Bu yapımcılar güçlü oldukları için kanal üzerindeki güvenirlikleriyle işlerini kanala satabiliyorlar. Yapımcı öncelikle baş kadın ve baş erkek oyuncuyu belirlemek istiyor. Bundaki kriter de oyuncuların projeyi taşıyabilmeleri oluyor. Son yıllarda yurtdışı satışı olan oyuncu kavramı oluştu. Az sayıdaki bu oyuncuları başrole koyabilmek arzusu ile başlıyor süreç. Cast direktörleriyle çalışıyoruz. Senaryo üzerinden oyuncu önerileri cast direktöründen geldikten sonra, yapımcı ve yönetmenin elemesinden geçiyor ve olabilir denilen isimlerle deneme çekimi yapılıyor. Bunun sonunda da yapımcı, yönetmen karara varıyorlar. Karar alırken, oyuncunun oyun yeteneğinin yanı sıra tüm cast’ın yan yana oyun ve fiziksel dengesi, önceki setlerindeki çalışma disiplini dikkate alınıyor. Sonraki aşama ise oyuncuyla birebir iletişime geçmek, rol ve yapım kararlarında ortak noktada buluşup buluşamayacağımızı konuşmak oluyor. Bu görüşme de iki taraf için beklenildiği gibi geçerse, sözleşme ve bütçe detayları konuşuluyor, onlar da tamamsa, hadi hayırlı olsun! AHU TÜRKPENÇE/OYUNCU Hak Ettiğini Alamayan Ekipler Ben çok şanslı bir oyuncuyum, genelde çalıştığım yapımcılar ekibine değer veren, ve tüm setin mutluluğunu gözeten yapımcılar oldu. Ama kimi setlerde yaşanan haksızlıklardan ve aksaklıklardan herkes gibi haberim var. Göz göre göre hak yiyen bir yapımcının işlerinin de ters gideceğine ve ettiğini bulacağına inanıyorum. Dizilerin rakamsal olarak artmasının bir sürü yetenekli yazar ve yönetmenle tanışma ve çalışma fırsatı yarattı. Yeni isimlerin, işe ilk kez başlayanların yeteneklerini gösterebilecekleri bir mecra oldu adeta diziler. Bu hareketli dönem içerisindeki olumsuz gelişmeyse acele
ederek, gereken zamanı tanımadan ve gereken özeni göstermeden yayından kaldırılan başarılı işlere yapılan haksızlıktı belki. Bu kadar emeğin hiç şans tanınmadan çöpe atılması en büyük kaybımız. Yerli dizi sektörünün bu anlamda da bir değişimin eşiğinde olduğunu düşünüyorum. Sanki büyük bir kasırga atlatır gibiyiz ve hava durulup da güneş açtığında, tertemiz bir akılla daha başarılı ve daha sağlam işler yapacağız. DENİZ AKÇAY KATIKSIZ/SENARYO YAZARI & YÖNETMEN Fikir Diziye Dönüşürken Bir proje tasarlarken öncelikle, o projenin en temel duygusundan hareket ediyorum. Anlatacağım karakteri neden anlatmak istiyorum, neden seviyorum, neden üzerine kalem oynatıyorum? Sonrasında bu karakter hakkında her hafta 140 dakika anlatacak ne olabileceği üzerine kafa yoruyorum ve uzun erimli düğümler atmaya başlıyorum. Karakterin yolculuğu beni heyecanlandırıyorsa ve bana merak unsuru içeren duraklar sunuyorsa, o hikayenin diziye dönüşebileceğine karar veriyorum. Sürelerin uzunluğu mesleğin tanımını baştan şekillendirdi diyebilirim. İlk projemi tasarladığımda haftada ortalama 65 sayfa yazıyordum. Şimdi bu rakam 120 sayfaya çıktı. Seyircinin bıkma eşiği çok düşük artık. Bu da sizin yazma refleksinizi doğrudan etkiliyor. Önceden bir projeyi üçüncü sezona nasıl taşıyacağımızı düşünürdük. Bugüne baktığımızda ise, ilk sezonu tamamlayabilmek bile başarı olarak değerlendiriliyor. Yabancı Dizi x Yerli Dizi Türkiye’de mevzu bahis koşullarda hazırlanan bir dizinin, yurtdışındaki dizilerle kıyaslanmasını hep acımasız ve yer yer komik buldum. Örneğin; House Of Cards tasarlanmadan önce 10 milyon dolar civarı bir Ar-Ge yatırımıyla, ABD’de seyirci eğilimleri üzerine detaylı bir araştırma yapılıyor. Bu sadece ön araştırma için ayrılmış kaynak. Yine Game of Thrones için sezonda 10 bölüm yayınlanıyor; o 10 bölüm bir senede yazılıyor ve çekimleri bir senede, farklı ülkelerde, bambaşka lokasyonlarda yapılıyor. Yılda 560-580 dakika civarı süren bir dizi için yapılan hazırlık bu. Bizde dört bölüm 560 dakika sürüyor ve devam eden bir dizinin dört bölümü 20 günde çekiliyor. Haliyle bu örnekleri kıyaslamak için insan cümleye girerken bile gülmeye başlıyor. Buna rağmen bahsettiğim yabancı dizilerde sarkan sahneler, tekrara düşen çatışmalar izliyoruz. Yatırım/performans açısından kıyaslandığında bizde muazzam işler çıkaran senaryo yazarları var. ELÇİN YAHŞİ/GAZETECİ Sosyal Medya & Reyting Sosyal medya zaten reyting ölçümünün dışında değerlendiriliyor. Yakın zamandan Güneşin Kızları örneği var. Dizinin yayından kaldırılacağı öğrenilince birkaç saat içinde bir milyon itiraz tweet’i atılmıştı. Sonuç, o bir milyon tweet reytinge yansımadı ve dizi yayından kaldırıldı. Aynı
şekilde, yıllar boyu reyting rekortmeni olan Arka Sokaklar veya Karagül’ün sosyal medyada esamesi okunmadı. Hatta yelpazeyi genişletip Brexit ve Trump konusunda sosyal medyanın ne kadar yanıldığını da hatırlayalım. Kısacası, hayaller sosyal medya, reytingler gerçek. İnternet Yayınları Dizilerle ilgili internet yayınları deyince, mütevazılığı bir yana bırakıp Ekranella’nın üç yıl önce tek başına açtığı yolun şimdi ne kadar kalabalık olduğunu hatırlatayım. Yalnızca televizyonla ilgili yayın yapan siteler bir yana, artık gazeteler, magazin siteleri bile recap/özetli yorum yayınlıyor. Buna rağmen yayınların yeterli potansiyelde olduğu söylenemez. Çünkü henüz ‘al gülüm, ver gülüm’ yani kanallar, oyuncular bizi beğensin, aman tıkımız artsın aşamasındayız. Tıpkı dizilerin olduğu gibi yayınların da segmentasyonu gerekiyor. BluTV, PuhuTV gibi özgün içerik üreten platformların yayına başlaması sektör adına önemli bir gelişme. Ünlü oyuncuların rol aldığı Masum’u izledik, Fi Çi Pi başlayacak, hazırlığı süren başka diziler de var. Bu hem geleneksel mecrada kendine yer bulamayacak dizilerin dolaşıma girebilmesi, hem de çıkmazda olan sektöre kısmen nefes alma imkanı sağlaması açısından çok önemli. Elbette televizyon yayınları devam edecek ama izleyicinin bir bölüm için dört saat ekran karşısında tutsak olma zorunluluğunu ortadan kaldıran platformların giderek daha çok benimseneceğine inanıyorum. CEREN MORAY/OYUNCU Harikuladeliğin Sıradanlaşması Dördüncü sezonun ortasında bir dizide başroldeyim ve çalışırken fiziksel olarak gerçekten zorlanıyorum. İlk üç sezon aynı tempoda geçerken, maksimum ikiüç kere zorlanmış, sabrımı aşmışımdır. Ama bu sezon gerçekten, neredeyse her haftası buna yakın bir ruh halinde geçiyor kendi adıma. Üç sezondur bayıldığım bir karaktere odaklanmak, onu sevmek, ona yeni bir şey bulmak setle ilişkimi diri tuttu, harikulade bir alışverişe dönüştü bu durum. Sonra buna alıştım, sonra oradaki harikuladelik sıradanlaştı, yorucu olması esasına dönüştü ve en sonunda, bu sıradan yorucu hayatın karşısına koyabileceğim başka bir şeyim de kalmadı. Bu benim işimi sevdiğim halimle etüdüm, işini sevmeye sevmeye sete gideni düşünmek istemem, çekilir çile değil. Emek Bilinci Sendikalı olmanın kötülendiği yerden, sendikalı olmayanın kabul görmediği bir yere doğru gidiyor setler, ve bunu görmek, buna şahit olmak müthiş. Böyle olunca da olumsuzluktan ziyade, birtakım kazanımların yaşandığı güzel yerlere dönüşüyor artık setler. Herkes neyin parçası olduğunun ve neyi temsil ettiğinin tam olarak farkında. Artık yapımcısı da, menajeri de, oyuncusu da haklarını biliyor. Bu nedenle dizilerin problemlerini sıralarken spesifik bir şeyden bahsedip meseleyi inceltmemek gerek. 119
CATE UNDERWOOD New York’tayız. Arkadaşlığın Röportaj & Fotoğraflar:
David Alexander Flinn Moda Editörü:
Carrie Weidner Saç:
Alina Friesen/ The Wall Group Makyaj:
Mariko Arai/ The Wall Group Fotoğraf Asistanı:
Devon Jacob Moda Editörü Asistanı:
Christel Langué Retouch:
Meghan Collison Model:
Cate Underwood/ The Lions NY Çekim Yeri:
New York
120
yakın olanını seviyoruz. Bunu bahane edip, Cate Underwood’u, tereddüt etmeden David Alexander Flinn’e emanet ediyoruz. Bu kez hem çekim hem de röportaj ondan geliyor. Gözlerimiz açık, dinliyoruz.
Sweatshirt:
Vetements
121
122
Bodysuit:
Falke Hırka:
Hyungmin Lee Çizme:
Balenciaga Ceket:
Comme des Garçons Küpe:
Annelise Michelson
123
Seçme şansın olsaydı, şu an üçüncü bir kişi olarak yanımızda kimin olmasını isterdin? Başka birine ihtiyaç yok, şu an gayet iyiyiz. Bu çekimin fotoğrafçısı sen olsaydın, beni nereye götürürdün? Minimal dekoru, temiz hatları ve grafik detayları olan bir stüdyoya. Çektiğim fotoğraflarda, güçlü ve heyecan dolu bir poz elde etmek için ortaya çıkan tutkuyu ve gerginliği yakalamayı seviyorum. Kulağa biraz garip gelse de bu aslında oldukça zarif bir duruşu işaret ediyor. Tabii giyeceğin kıyafetlerin ve yapacağın hareketlerin arkasında bir espri anlayışının da olması şart. Uzun lafın kısası, boş bir stüdyo bu saydıklarımın hepsini bana sunuyor. New York’ta yaşamanın katlanması en zor tarafı ne? Avrupa’nın sunduğu kültürel ve romantik değişkenliği özlemek. Son dakikada alınmış bir Eurostar biletiyle akşam yemeği için Paris’e gitmek ya da hafta sonu kaçamağı olarak Berlin’e gitmek gibi. Peki bu şehirde asla ciddiye alamadığın ne var? Soul Cycling. Sokağa çıkıp bisiklete binmek çok daha iyi bir seçenek. 124
Üst:
Hyungmin Lee
Bu aralar sokakta yürürken birini tersledin mi? Sokaktaki insanlara kaba ya da sert davrandığımı hatırlamıyorum. Ama özellikle Ukrayna’da sokakta gördüğüm yaşlı insanlara karşı merhamet duymayı ihmal etmiyorum. Yüzleri o kadar çok şey anlatıyor ki... İkinci Dünya Savaşı’nı gördüler, Sovyet baskısını yaşadılar, kontrolsüz gücü ve fakirliği atlattılar. Hangi diziyi izliyorsun? Gizli gizli Sex and The City izliyorum. Özellikle evden çalıştığım günlerde dizideki konuşmalar güzel bir arka plan oluşturuyor. Çekim için neden bu mekanlardayız? Çünkü klişe ve çirkin olan bir şeyin ne kadar güzel görünebileceğini ve bunun ancak kişisel bir dokunuşla mümkün olduğunu göstermek istiyoruz. Kuyumcudayız, çünkü sen şanslı altın zincirini buradan almıştın; Chinatown’da avize satan bir mağazadayız, çünkü buradaki garip şekilli sayısız aydınlatma bizi hem yoruyor hem de ilgimizi çekiyor. Bu aydınlatmalardan birini yatak odamda kullanabilirim diye düşünüyorum. 125
Gecelik:
Alexander Wang
126
Ceket:
Brownstone Cowboys Gözlük:
Christian Roth
127
Bodysuit:
Capezio Pantolon:
Versace Kaban:
Claudia Li
New York’taki favori durağın neresi? Hotel Delmano. Burası evimin bulunduğu sokağın hemen köşesinde, uzun bir günün sonunda istiridye yiyip bir kadeh beyaz şarap içmek için mütemadiyen gittiğim harika bir bar. Turist rehberi olduğunu hayal et, New York’u gezdirmek için nasıl bir rota çıkarırsın? Rehberlik yapmaya bayılıyorum. Rehberliğin, anı paylaşmakla ve senin gördüğün güzelliği başkalarının da görmesini sağlamakla çok sıkı bir ilişkisi var. Bu yüzden, önce 90. Sokak’ın doğu tarafındaki, kiliseden bozma kafeden kahvaltılık bir şeyler ve sert bir kahve alarak tura başlarız, sonra birkaç blok yürüyerek Guggenheim’a geçeriz. Etrafa bakınmak için SoHo’ya gittikten sonra Williamsburg köprüsünü yürüyerek geçeriz ve benim mahalleme ulaşırız. Ne yiyip ne içeriz? Marlow&Sons’da birkaç aperatif tattıktan ve bir şeyler içtikten sonra en sevdiğim Japon restoranı olan “1 or 8”e gideriz. Bu sabah kahvaltıda ne vardı? Jim Jarmusch usulü bir kahvaltı yaptım: Kahve ve sigara. 128
129
Sol Ceket:
Fred Perry Sağ Yağmurluk:
Hyungmin Lee
130
En son ne zaman New York’la ilgili bir şeye küfür ettin? Avantajları ve kusurları yüzünden dünyanın en büyülü şehri haline gelmiş bir yerden bahsediyoruz, pek çok şeye küfür etmiş olabilirim. Şehri birlikte gezmek için iyi bir arkadaş olduğumu düşünüyor musun? Gerçek bir New Yorker olarak, şehrin en gizli duraklarını birlikte keşfetmek için ideal insansın. Metro mu taksi mi? Her türlü alternatife açığım. Kim sana ilham verir? Isabella Blow ve Michèle Lamy’yi oldum olası cesur bulmuşumdur. Willy Vanderperre, Alasdair McLellan, Inez&Vinoodh gibileri de yetenekleriyle kalıpları yıkan ilham kaynaklarım arasında. New York’ta yaptığın işler, Londra ve Ukrayna’ya kıyasla kendini daha iyi mi anlatıyor? New York her ne kadar hayaller şehri olsa da kendi bakış açınızı insanlara kabul ettirmek için mücadele etmeniz lazım. Hangi filmin içinde yaşadığını hayal ediyorsun? Aynı anda hem yönetmen hem de izleyici olduğum kendi filmimin içerisindeyim. Neden bu kadar güzelsin? Yanaklarım kızarıyor. 131
Gรถmlek:
Claudia Li Pantolon:
Claudia Li
132
133
134
Ceket:
Comme des Garรงons
135
MUDO FRIENDS
CEYDA BALABAN
Prodüksiyon:
an original idea by CO for Mudo Hazırlayan:
Tuğçe Bahçıvangil Fotoğraflar:
BU BİR İLANDIR
Gökhan Polat
136
Kariyerinde hakettiğin yere geldiğini düşünüyor musun? Yapılan işin daha yaratıcısının, daha beklenmediğinin, daha yenisinin ve daha iyisinin olduğunu varsayarak hareket etmekte fayda var. Ben, hep bir üst basamağa varılabileceğini ve gökyüzünün limitsiz olduğunu düşünenlerdenim. Hayatında kazandığın ilk ödül neydi? Beğeni ve işlerimin takdir edildiğini hatta alkışlandığını görmekti. Ama illa somut bir ödülden bahsediyorsak, ilk değil ama benim için en anlamlı olanından bahsedeyim: Bu yıl tüm dünya ülkeleri arasında Hermès beni Yılın En İyi ve İlham Veren Sanatçısı olarak seçti. Hermès ana yaratıcı takımıyla birlikte yılbaşı vitrin tasarımlarını yaptık, Antoine Platteau ile birlikte çalıştık. Gün içerisinde kendini en çok neyi düşünürken buluyorsun? Bizim gibi yaratıcı işlerle uğraşanların ne yazık ki gün içinde tek bir odağı olamıyor. Her gördüğünden ilham çıkartmak gibi bir defom olduğu için, düşüncelerimin skalası oldukça geniş. Nasıl bir proje üzerinde çalışıyorsam o tasarımla ilgili detaylara yoğunlaşıyorum. Mudo kadını deyince aklına gelen ilk sözcükler? Sıcak ve gerçek.
MUDO FRIENDS
YAĞIZ İZGÜL
Yaptığın işin en güzel tarafı ne? Her daim yemeğin içinde olmak... Burger Project’te ürettiklerimizi misafirlerimize tattırırken çok büyük bir haz alıyorum. Hecha ile mutfaklardaki pişirme anlayışına yeni bir soluk getirdik ve Türkiye’den dünyaya uzanan bir yolculuğu başlattık. Televizyon, radyo gibi mecralarda izleyicilerle mutfaktaki yenilikleri paylaşmak, takdir edilmek tarif edilemez bir duygu. Tabii bunların hepsinin ortak noktası, başa döneyim; yemek. Bu yıl yapacakların arasında sırada ilk sırada ne var? Taşınmak. Tebdili mekanda ferahlık olduğuna inanırım. Yemek yaparken şarkı söylüyor musun? Hayır, piyano çalarken söylemeye çalışıyorum, ama zor. Yapması imkansız iki şeyi aynı anda yapabiliyor olsaydın? Uçabilmek ve bir de dünyadaki gelir dengesi ve kaynak kullanımında eşitlik sağlamak isterdim. İşin gereği stil sahibi olmak gibi bir amacın var mı? Evet, olmak zorundayım ama kendimi çok da zorlamıyorum. Genelde jean, tişört kombinasyonlarından vazgeçmiyorum ama şık bir ayakkabı ve aksesuar kullanarak tarzımı yansıtmaya çalışıyorum. Mudo erkeği deyince aklına ilk ne geliyor? Şehir erkeği. 137
MUDO FRIENDS
HANDE ÇOKRAK
Sıradan bir güne nasıl başlarsın? Sabah 7:30’da telefonumun alarmı çalmaya başlıyor. 08:00’de sürünerek yataktan kalkıyorum, yani sabah insanı değilim. Kalkar kalkmaz yaptığım ilk şey bir bardak su içmek. Bu aralar vaktim olduğunda 10 dakika meditasyon ve olumlama yapmaya başladım. Beni çok rahatlatıyor. İşinle alakalı bundan sonraki hamlen ne olacak? Bu yaz mağazalara girecek Mudo’nun genç markası FTS 64 için tasarım danışmanlığı yaptım. Şu anda ise Mudo’nun tasarım ekibinde bir sonraki hamlemin hazırlığı içindeyiz. Sonbahar-Kış 2017-2018 sezonunun kadın koleksiyonunda etkili bir rol alıyorum. Mudo kadını deyince aklına gelen ilk sözcükler neler? Kendi stilini moda ile harmanlayabilen, güncel, hayatın içindeki kadınlardır... Bugüne kadar işinde sana ilham kaynağı olan en garip şey neydi? Garipliklerden ilham alan biri olarak bunu söylemek zor, nedense mükemmel olmayana daha çok ilgim var. Kendi stiline tümüyle zıt bir stile sahip olduğunu düşündüğün fakat beğendiğin biri var mı? Tilda Swinton. Androjen, yalın ve etkileyici bir stile sahip ve kendisi en beğendiğim oyuncu. 138
MUDO FRIENDS
CANSU MELİS KARAKUŞ
Gündüz insanı mısın, gece insanı mı? Kesinlikle gece. Hatta geceleri başka bir insana dönüşürüm. Sadece dışarı çıkmak anlamında söylemiyorum, ben daha çok gecenin enerjisini hissetmeyi, yıldızları görmeyi seviyorum. Neden modellik yapıyorsun? Küçüklüğümden beri birçok sektörde kısa sürelerde de olsa çalıştım. Fakat kendimi podyumda ilk izlediğimde en çok oraya yakıştığımı düşündüm. Başka bir iş yapıyor olsaydın? Sosyoloji okuduğum için herhalde sosyolog olurdum. Pedagog olmak da çok isterdim. Çirkin olduğunu bildiğin ama yine de sevdiğin bir şey var mı? Nazar boncuklu bilekliğim. Neyi asla giymezsin? Mantar topuklu ayakkabıları... Mudo kadını deyince aklına gelen ilk sözcükler neler? Rahat, havalı ve özgüvenli... Hayatından modayı veya sosyal medyayı çıkarman gerekseydi hangisinden vazgeçerdin? Aslında ikisine de çok düşkün değilim. Mesleğimle alakalı olmasına rağmen modadan vazgeçerdim, çünkü ben modaya göre değil ruh haline göre giyinmeyi tercih eden biriyim. Bana göre sosyal medya modaya kıyasla hayatın rengini daha fazla yansıtıyor. 139
İKİ AMERİKAN KLASİĞİ. Andy Warhol, vakti zamanında Amerikan kültüründe bir çığır açarak, günümüz sıradan objelerini ikonik sanat eserlerine dönüştürüp, bu eserleri, mega-ünlü arkadaşlarının bulunduğu portrelerle birlikte dünyanın en çok satanları arasına yerleştirmişti. Oldukça aşina olduğunuz bu yeni nesil sanat akımı, moda dünyasında birçok markayı derinden etkileyerek, sadeliğin belki de daha fazla şey anlattığını kanıtladı, ki zaten bunu da biliyorsunuz. 1980’lerden beri provokatif ve büyük bütçeli kampanyalarıyla var olan Calvin Klein, bu denkleme olan uzak duruşunu, Raf Simons’ın markaya entegre oluşuyla geride bırakıyor ve haliyle bakmakta olduğunuz reklam kampanyası, markanın eski alışkanlıklarından çok da taviz vermeden sadeliğe geçiş yaptığını fark etmenizi sağlıyor. WILDFIRE. İlkbahar mevsimi, bu sene Nars için açığa çıkışı temsil ediyor. François Nars’ın Wildfire adını verdiği koleksiyonun renk skalasına baktığınızda baharda başlayan ve yazın sonuna kadar devam eden festival sezonunda kullanabileceğiniz tüm renklerin mevcut olduğunu göreceksiniz. Nars’ın özgür ruhlulara hediyesi olan bu koleksiyon, yanık kırmızı tonları, vahşi kiraz ve kestane renkli rujlara ek olarak mor, gökyüzü mavisi, pastel pembe ve kahverengi göz farı paletleriyle klasik bir bahar makyajını tamamen değiştirebilme özelliğine sahip. SUPERJAZZ. W Istanbul’un sıradışı iç tasarımı, düzenlediği etkinlik ve konsept partilere paralel gidiyor. Haliyle, söz konusu konsepte paralel ilerleyen bir diğer isim Şeniz Bengüer ve markası Superjazz tam bu noktada hikayeye dahil oluyor ve geçen ay olduğu 140
gibi, W Istanbul’da Mart ayında da her Cuma söz konusu partiler devam ediyor. İskender Paydaş, Seçil Akmirza ve DJ Scarlett Lapidus gibi isimlerin sahne alacağı etkinliklere ek olarak W Istanbul, Superjazz kapsamında Salı akşamlarını yalnızca kadınlara ayırarak Girl Power Nights serisine de devam ediyor. EVRENSEL OLMA DERSLERİ. Jaeger-LeCoultre dünyasına ilk kez 1958’de, Uluslararası Jeofizik Yılı onuruna giren Geophysic modeli 50 yılı aşkın bir süreden sonra, 2015’te yeni fonksiyonlarıyla tekrar Vallée de Joux’da lanse edilmişti. Yeni nesil Geophysic’lerde, ilk modelin kendine özgün niteliklerine getirilen güncellemeler sayesinde, kasanın boyutları, saat fonksiyonları, ibreler ve ileri teknoloji Gyrolab balans çarkı tekrar gözden geçiriliyor ve bu model Jaeger-LeCoultre tarihinde, ilk kez ‘flying tourbillon’ kullanılan saat olarak yerini alıyor. Bu özellik sayesinde dünyanın dört bir yanında yer alan 24 şehrin zamanı aynı anda okunabiliyor. Toplamda sadece 100 adet üretilen Geophysic Tourbillon Universal Time ve Geophysic True Second modelleri, takvimler 2017’yi gösterdiğinde bir kez daha güncellenerek yeni bir özellik daha ediniyor ve değiştirilebilir kayışları sayesinde bu serideki saatler günümüze mükemmel bir uyum sağlamış oluyor. SERBEST DÜŞÜŞ. Proenza Schouler İlkbahar-Yaz 2017 kampanyası için, çekime dahil olan modelleri serbest düşüşe geçiriyor. Kampanya videosunda dur durak bilmeden, bir file üzerinde aşağı yukarı zıplayan modelleri, aynı hareketi temsilen kampanya fotoğraflarında hafif bulanık çekilmiş yeni sezon kıyafetlerle görüyoruz. Jack McCollough ve Lazaro Hernandez, bu kampanya için özgürlük ve hareketten ilham aldıklarını söylüyorlar. Zoe Ghertner’in marka için tekrar kamera arkasına geçtiği fotoğraflarda zıplarken gördüğümüz Proenza Schouler kızları Natalie Westling ve Selena Forrest ise özgürlük ve hareketi görsel hafızanıza kazıyan isimler oluyor.
THE BEIGE HOUR. Gabrielle Chanel’in en sevdiği temel renkler içinde baş köşeyi alan bej ve tonlarına adanan Les Beiges serisiyle bir kez daha, yeniden tanışın. Zira her sene güncellenen Chanel Les Beiges makyaj koleksiyonunda bu sezon yeni ürünler ve renkler bulunuyor. Seriye yeni dahil olan ürünler arasında, Healthy Glow Gel Touch Foundation SPF 25/PA+++ öne çıkıyor. Likit ve jel arası bir yapıya sahip olan fondöten, cildin aynı zamanda nefes almasını sağlıyor. Buna ek olarak Healthy Glow Natural Eyeshadow Palette’te Chanel’in klasik dörtlü göz farklarından farklı olarak beş tane her göze uyan ve gözleri kuvvetlendirecek renk bulunuyor. Diğer öne çıkan Les Beiges üyeleriyse, değiştirilebilir fondöten fırçası ve iki farklı pembe tonlardaki Healthy Glow Sheer Colour Stick. BİZİ BÖYLE BİLİN. Nike, alışılagelmiş güçlü duruşunu bir üst seviyeye taşımak için bu kez kadınları, daha doğrusu Türkiye’nin spor alanında büyük başarılar elde eden isimlerini bizimle ve sizinle bir kez daha tanıştırıyor. Üstelik bu kez spor, kadınlar için biçilen rollerin, yıkılması ne kadar kolay birer kalıptan ibaret olduğunu göstermek için alt metni oluşturuyor. Bizi Böyle Bilin kampanyası, Işıl Alben, İpek Soylu, Esra Gökçek, Funda Diken Alkayış ve Çisil Sıkı liderliğindeki Dans Fabrika’yı Dilan Çiçek Deniz ve Elvin Levinler ile buluşturuyor. Videoyu izlediğinizde Nike’ın lafı uzatmadan, ne demek istediğini tek bir seferde anlattığını fark edeceksiniz, zira Beyoncé de aynı fikirde olduğunu söylüyor olacak. JAG-STYLE. 2002 yılında ilk adımlarını atmış ve 2007’de koşmaya başlayan Bremont saatleri bugün tek başına İngiliz saatçiliğinin en kaliteli markalarından kabul ediliyor. Bremont’un kurucuları olan Nick ve Giles biraderler, mekanik olan her şeye tutkuyla bağlı. O sebeple henüz parmak iziyle çalışan süper spor otomobillerin olmadığı bir dünyada, kazandığı yarışlarla efsaneleşmiş Jaguar
Lightweight E-TYPE’ın 2014’te yeniden üretilecek altı şasi numarasına özel saatler yapmaları istenmiş. Bremont ve Jaguar gibi iki İngiliz’in işbirliği sonucu ortaya çıkan bu saatlerin kadranlarında E-TYPE göstergeleri yeniden canlanırken arkasını çevirdiğinizde ise direksiyonunun bir mini replikasının saatin rotoru olduğunu göreceksiniz. Bu ve bunun gibi pek çok enteresan konuyu okuyabileceğiniz Jag-Style, xoxothemag.net/jag-style adresinde sizi bekliyor. Jag-Style, Jaguar’ın yaşam stili evreninden anekdotlar yanında başka birçok farklı konuda keşif vadediyor. Keşfedeceklerinizi paylaşmayı unutmayın! TAKEN AT NIGHT. Apple, Elsa Bleda’nın iPhone 7 Plus ile düşük ışıkta yaptığı gece çekimleriyle karşınızda. ‘iPhone ile Çekildi’ kampanyasının devamı olarak, 5 Kasım 2016’da yalnızca tek geceliğine kolları sıvayan marka, Bleda’nın da dahil olduğu isimlerle bir araya geldi ve bu fotoğrafçılar, iPhone 7 Plus’daki loş ışık kamerasını kullanarak, kutuplardaki buzul mağaraları ve Endonezya’nın volkanlarından Johannesburg’un gece kulüplerine ve Şanghay’daki binaların çatılarına kadar tüm dünyayı fotoğrafladı. Bu kampanya kapsamında Elsa Bleda iPhone 7 Plus ile gece çekiminde yaşadığı deneyimin arkasından, bu fotoğrafları çekerken kullandığı uygulama ve aksesuarlarla ilgili bilgilere ve iPhone kullanıcılarına çekim yapabilmeleri için önereceği ipuçları gibi konulara da değindi. Böylece herkesin iPhone’la çekim yapabileceği, Spike Jonze’dan sonra bir kez daha kanıtlanmış oldu. THE OTHER DONALD. Alessandro Michele önderliğinde, çizdiği eklektik yolda emin adımlarla ilerlemekte olan Gucci’nin bu seferki ilham kaynağı Donald Duck oluyor. Markanın erkek koleksiyonundaki iki kazak ve ipek bir bomber ceketi süsleyen Donald’ın sevimli yüzü, bu sefer Disney’in renkli dünyasından çok uzakta, Michele’in Gucci için yarattığı, Wes Anderson-vari evreninde kendine bir yer buluyor. Tüketiciyi çocukluk yıllarına ışınlayan Gucci’nin Disney çıkartması, geride tek bir soru işareti bırakıyor: Acaba Mickey Mouse’un pabucu dama mı atıldı? 141
OBAMA ON SUPREME. Supreme’in İlkbaharYaz kataloğuna baktığınızda tanıdık bir yüzle karşılaşacaksınız. Ve bu koleksiyondaki bazı parçalar, sizi çok uzak olmayan bir geçmişe götürecek. Zira Supreme, bu sezon ilham kaynağı olarak Barack Obama’yı gözüne kestiriyor. Yalnızca bunula kalmayıp Obama’nın başkan olduğu zamanlarda yaptığı Ghana ziyaretinden de ilham almayı ihmal etmiyor ve ortaya bakmakta olduğunuz hoodie’ye benzeyen gömlekler ve eşofmanlar çıkıyor. Instagram’da Supreme hayranlarına faydalı bilgiler sunmakla ün salan @supreme_copies, Obama’nın Ghana ziyareti sırasında onun için dikilen geleneksel kıyafetlerden yola çıkarak Supreme’in harekete geçtiğini söylüyor. ADDICT-ED. Christian Dior 2001 yılında Dior Addict Lipstick’i çıkardığında makyaj tarihine adını yazdırmıştı. Tasarımı bir kenara, bu ruj formülü ile de teknik açıdan yeniliklerle doluydu. Daha sonra Dior, 2015 yılındaki makyaj trendlerini belirleyici bir hamle yaparak bu serinin hidro-dolgunlaştırıcı parlak rujları olan Ultra-Shine serisini (Jennifer Lawrence’dan küçük bir yardım alarak) huzurunuza sundu. Şimdiyse Peter Phillips önderliğindeki Dior Makeup, yarı cila yarı ruj olan Dior Addict Lacquer Stick’le yine ruj kurallarını değiştirmeye hazırlanıyor. Ve bu sefer Dior Addict rujlarının yeni renklerine aynı isimleri taşıyan ojeler de eşlik ediyor. MAKE LOVE NOT WALLS. ABD’de gerçekleşen başkanlık savaşının akabinde çığ gibi büyüyen bireysel hak ve özgürlük mücadelesi, halihazırda moda sektörünü de etkisi altına almış durumda. Amerikan rüyasını deyim yerindeyse kabusa çeviren gelişmeler, kadınları haklarını korumak için sokaklara döküyor, Nicola Formichetti’yi harekete geçiriyor ve kurulduğu günden beri eşitliği savunan Diesel LaChapelle’in bakış açısıyla, 142
yükselmek üzere olan duvarları kendi yorumuna tabi tutarak yıkıyor. Diesel jean’leriyle birbirlerine ilan-ı aşk eden modellerin altını çizdiği tek bir şey var: #makelovenotwalls. LOUIS VUITTON AFRİKA’DA. Louis Vuitton, daha açık konuşmak gerekirse Kim Jones, kadın koleksiyonlarına ve Nicolas Ghesquière’e inat, medeniyetin merkezi olarak Paris’i değil, Afrika’yı gözüne kestiriyor ve erkek koleksiyonunun ilham kaynağı belirleniyor. Yandaki görselden de anlayacağınız üzere, İlkbahar-Yaz 2017 erkek koleksiyonu, bir yandan markanın köklerine döndüğünün sinyallerini verirken, Jones, Afrika’da geçirdiği yılları, tasarım süzgecinden geçirerek, monogram’a ve ipek gömleklere işliyor. Marka ile arasındaki yakın münasebeti bozmaya pek niyetli olmayan Xavier Dolan, tekrar Louis Vuitton erkeğini temsil etmek için kamera karşısına geçiyor. Dolan’a eşlik eden modeller, kampanya görsellerinin yanı sıra, markanın sosyal medya hesaplarında yayınlanan videolarda, Afrika’nın ruhunu ve kültürünü yansıtan müziklerle karşımızdalar. Monogram’ın en doğal halini keşfetmek için harekete geçebilirsiniz. İKİNCİ TEN. Giorgio Armani Beauty, yıllar önce Luminous Silk fondötenini çıkardığında makyaj sektörünü tamamen değiştirmişti. Armani’nin diğer fondöteni Maestro’yla beraber, ciltte ikinci ten hissini yaratan bu fondötenler, makyaj severlerin vazgeçilmezleri arasındaki yerlerini uzun süre korumayı başardı. Söz konusu başarıyı baki kılmak için yeniden harekete geçen marka, aileye yeni bir üye ekliyor ve Power Fabric Longwear High Cover Foundation, diğer aile üyelerinde rastlanmayan birkaç özellikle karşımıza çıkıyor. SPF 25 güneş koruması özelliği bir kenara, markanın yine kült statüsüne erişmiş ürünü Eye Tint Liquid Eye Shadow’da olduğu gibi formülüne pigment ilave edilmiş olması; kapatıcı yönü güçlü bir fondöten elde edildiğinin altını çiziyor. Power Fabric’te farklı zamanlarda uçan yağlar bulunduğunu ve böylece makyajla birlikte cilt bakımınızı da yapmış olduğunuzu hatırlatalım.
GELECEĞİNİ AYDINLAT İklim değişikliğine dikkat çekmek için Türkiye’nin en önemli yapıları tüm dünyayla birlikte 1 saatliğine ışıklarını kapatıyor. Sen de Dünya Saati’ne katıl, iklim değişikliğinin tehdit ettiği Akdeniz ormanlarını korumak için 10 TL bağışla.
ORMAN YAZ 8486’YA GÖNDER
#DünyaSaati DUNYASAATI.ORG 25 MART 2017 | 20.30 Tüm dünyada yüzlerce anıtsal yapı Dünya Saati’nde ışıklarını kapatıyor. AVEA ve VODAFONE hatlarından yapılan bağışlarda, bağış miktarına ilaveten 1 SMS ücreti alınır. TURKCELL hattından yapılan bağışlarda ayrı bir ücret alınmaz.
Uzakdoğu ile arasındaki münasebet logosundan ibaret olan Shopi go, No:62 ile, konsept mağazacılığın geleceğini görüyor ve artırıyor. Unutmayın, bu çekimde gördüğünüz her şey sizin olabilir.
SEE NOW, BUY LATER.
Prodüksiyon:
an original idea by CO for Shopi go Hazırlayan:
Utku Palamutçu Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Eğer Shopi go bir insan olsaydı muhtemelen birazdan okuyacağınız cevapları verecekti.
Kask:
Hedon Bisiklet:
Martone Tablo:
The National Gallery Kitaplar:
BU BİR İLANDIR
Thames& Hudson, Steidl, Rizzoli, Gestalten yayınevlerinden seçkilerle
144
Tepsiler:
Ibride Küpeler:
Aurélie Bidermann Kolye:
Iosselliani Tabaklar:
Wohha
Bize kendini birkaç sözcükle anlatır mısın? Vizyoner, yaratıcı, fantastik ve cesur. Yenilenme sözcüğünü cümle içerisinde kullanabilir misin? Sorgulamaya, düşünmeye ve hayal etmeye devam etmek, bulunduğun noktadan asla tam olarak tatmin olmamak, yenilenmedir. Peki sen neden yenilenmeye ihtiyaç duydun? Yaratıcılığımı daha iyi gösterebileceğim bir yere ihtiyacım vardı. Beni ziyaret eden insanları neyin mutlu ettiğine bir bakın; sizce bu insanlar sadece kıyafet satın almak için mi buraya geliyorlar? Soruya soruyla karşılık verelim; sahi, neden geliyorlar? Keşfetmek sözcüğü günümüzde çok kullanılıyor fakat artık gerçekten yeni bir şey keşfetmek tahmin edildiğinden çok daha zor. Tam da bu yüzden burası, başka bir yerde bulamayacakları ürünleri keşfetmek isteyen, moda, sanat, mimari ve müziğe ilgi duyan insanların buluşma noktası. 145
Sol Gözlük:
Linda Farrow by Jeremy Scott Makyaj Çantası:
Globe Trotter Kabin Bagajı:
Globe Trotter Valiz:
Globe Trotter Sağ Çizme:
Jeremy Scott Kaykay:
Sunset Skateboard Oyuncaklar:
Bearbrick Çanta:
Yazbükey
Gerçek bir insan olsaydın, kim olurdun? Daha önce karşılaştığınız biri olmazdım. Bir stil ikonun var mı? Rick Owens. Bu aralar nasıl bir stil önerisi sunuyorsun? Sokak modasının artık trend olmanın da ötesinde, rahat giyinmenin ve kendini iyi hissetmenin kilit noktası haline geldiğinin altını çiziyorum. Bu gardırop önerisi mağazadaki lifestyle ürünlere nasıl yansıyor? Dergiler, bisikletler ve teknolojik ürünler, sunduğumuz yaşam tarzını destekliyor. Modanın geleceğine dair bir kehanetin var mı? Yılda iki kere çıkan koleksiyonlar yerine her hafta, her ay çıkacak kapsül koleksiyonlar ve iş birliktelikleri geliyor. Artık insanlar yeni çıkan bir ürüne, ona kavuşmak için aylarca beklemek yerine, heyecanları geçmeden sahip olacaklar. Dört duvar içine sıkışıp kalmamak için neler yapıyorsun? Nevi şahsına münhasır bir e-ticaret sitesi olarak dünyanın dört bir yanını dolaşıyorum. 146
Yukarıdan aşağıya Ayakkabılar:
Y-3, Marni, adidas by Raf Simons, adidas by Raf Simons, Y-3, Maison Margiela, Rick Owens DRKSHDW
Aksesuar:
Majesty Black Hoparlörler:
Aeroskull Sandalye:
Seletti
Tümü:
Gosha Rubchinskiy
147
Alex Atala, Amazon’dan çıkma orijinal tatları damaklara taşıdığı restoranı D.O.M ile The World’s 50 Best Restaurants listesinin en orijinaller isimlerinden. Brezilya’da olduğu kadar uluslararası gastronomi sahnesinde de iddiasını koruyan şefe, kısıtlı vaktinde, aklımızdakileri sorduk.
Röportaj:
Pınar Taşdemir Fotoğraflar:
Rubens Kato
148
ALEX ATALA
Alex, yetinmek deyince aklına ne geliyor? Hayatta hiçbir zaman sadece tek bir şeyle yetinebileceğimi düşünmüyorum. Karakterim bundan kilometrelerce uzakta. Bugüne kadar hep en uçlarda olmayı seçtim. Mutfak bana harika şeyler kattı. Eğer tek bir şeyin yörüngesinde hareket etmek zorunda kalsam, kendimi duygu ve tat avcısı olarak adlandırırdım.
1
İçindeki punk rock enerjisini işine aktardığını söylüyorsun. Söz konusu şeflik olunca bundan tam olarak ne anlamalıyız? Punk rock’la olan bağlantım gençlik yıllarımdaki enerjimden ileri geliyordu. Sonra bu enerjimi işime kanalize etmenin bir yolunu buldum, işim sayesinde kendimi ifade edebildim ve bu da hayatta elimdeki kozlardan birisi oldu. Punk’ların dünyaya daha farklı baktığından hiç şüphem yok. Sadece artık bu bakışın doğru olup olmadığından emin değilim.
2
ATA Enstitüsü ile farklı disiplinleri bir arada buluşturduğun bir ekip kurdun. Yola çıkarken aklında nasıl bir iş planı vardı? ATA Enstitüsü, Brezilya’da, yemek ve insan ilişkisine adanmış ilk kuruluş. Burada, çeşitli gruplardan insanları daha önce benzerine rastlanmamış şekilde bir araya getiriyoruz. Buna Berto Ricardo ve Roberto Smeraldi gibi önemli girişimci dünya liderleri de dahil. Enstitünün misyonu öğrenmekle yemeyi, yemeyle pişirmeyi, pişirmekle hazırlamayı, hazırlamakla doğayı birleştirmekten oluşuyor. Bu bağlamda kültürel ve yerel çeşitliliği araştırıp, güçlendirmeye çalıştığımız gibi, sürdürülebilirlik üzerine de çalışmalar yapıyoruz. Üretimden tüketime, atık yönetiminden Brezilya mutfağının kimliğine, gıda güvenliğinden yeniliğe kadar Brezilya’nın gastronomik değerlerini irdeliyoruz. Çalışmalarımız kapsamında da projeler üretiyoruz.
3
Tapioca Biscuit ve Botarga
Benzersiz olarak adlandırdığın bu işbirliklerinin sonucunda ortaya neler çıkıyor? Retratos do Gosto markamız, Baniwa biberi, Vale do Paraiba’ya özgü pirinçler, yerel arıların balları, Brezilya mantarları ve hapishanelerde gastronomi çalışmalarımız ilk aklıma gelenler.
4
Amazon Ormanları’yla aranda manevi bir bağ var. Ormanlardan bulduğun filhote, jambu, palmito pupunha gibi özgün malzemeleri mutfağına dahil ediyorsun. Çocukluğumdan itibaren Amazon mutfağı, malzemeleri ve tatları ile aramda güçlü bir bağ olduğunu düşünüyorum. Ormandan ve Brezilya’nın ikliminden gelen bütün bu zenginlik, işlerimin omurgası oldu. Mutfağıma uyarlama kısmına gelince, küçük çapta üreticilerle ve yerli topluluklarla ATA Enstitüsü’ne gidiyoruz. Brezilya bizlere inanılmaz çeşitlilikte tatlar sunuyor. Bazı malzemeler mutfağınızda gün be gün devrim yaratarak muhteşem bir tabağın doğmasını sağlar. Burada bunu sağlayabilecek biyolojik çeşitlilik mevcut. Brezilya’da yaşayan herkes bu mutfağın köklerinden fazlasıyla etkileniyor.
5
D.O.M’un menüsünde karıncalara rastlıyoruz. Karıncaların ileride insanlık için önemli bir besin kaynağı olacağı gerçeğinin bunda payı var mı, yoksa işin şov tarafında mısın? Bir kere, karıncaların çok lezzetli olduğunu düşünüyorum. D.O.M’da Meksika kökenli chapulin türünü kullanıyoruz. Bu karıncalar çimen ve zencefil notalarını barındırıyor, bir hayli de lezzetliler, bu yüzden bu karıncaları yerken böcek tükettiğiniz hissine kapılmıyorsunuz. Ayrıca, böcekler hem protein açısından en zengin hem de çevreye en az zarar veren canlılar. Şu an denizlerde fazla avlanma problemi var, tavuklar kötü şartlarda üretiliyor, üstüne bir de bu hayvanlar üretildikleri ortamda acı çekiyor, haliyle final ürününün kalitesi de düşüyor. Tüm bunları düşünce, karıncaları bir besin olarak kullanmamın aslında tek bir sebebi yok.
6
Masrafların, tıpkı tırnak keser gibi her hafta kesilmesi gerektiğini söylüyorsun. Fine-dining yaparken, bu ne kadar mümkün olabiliyor? D.O.M birinci sınıf bir restoran. İyi maaş alan bir ekibim var. Yemeklerimiz özel, sadece en iyi malzemelerle çalışıyoruz ve bu ürünler her gün taze geliyor. Restoran tasarımımız ve doğası üzerinde detaylıca düşünüldü ve stratejik bir şekilde oluşturuldu. Tüm bunları sağlayabilmek ise haftalık ve hatta günlük olarak masrafları azaltmaktan geçiyor.
7
149
SOME WOMEN OF MAKEUP
ALEV KARSLI
Hazırlayan:
Ayşecan İpek Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Bize her ırk, her yaş, her cinsiyet için işe yarayacak bir makyaj tavsiyesi verir misin? Her şeyden önce insan cildini iyi beslemeli. Zemin sağlıklı, nemli ve pürüzsüz ise makyaj daha güzel olur. Sağlıkla parlayan, makyajsız bir cilt, her zaman etkili bir görünüm sunar. Uyumadan önce cildin iyice nemlendiğinden emin olmak gerek. Günlük makyajda da kapatıcı ve kaş kalemini çoğunlukla yeterli buluyorum ama tabii bu liste kişiye göre uzayabilir.
2
Klişeden kaçmak için ne yaparsın? Kendime her zaman ilginç ürün karışımları hazırlıyorum, farklı formüllerle farklı sonuçlar elde edebiliyorum. İlham kaynağı benim için çok önemli, bu yüzden bir çekime veya özel makyaj uygulamaya gitmeden önce mutlaka moodboard hazırlıyorum. Bu hazırlık, stilime yenilik ve tazelik katıyor. Minimal ya da abartılı hiç fark etmez, her makyajın bir hikayesi ve modu olmalı.
1
150
Kendi üzerinde makyaj deneyleri yapmaktan hoşlanan biri misin? Evet, yüzümden sıklıkla faydalanıyorum. Farklı renk ve dokuların tene nasıl yerleşeceğini, kalıcılıklarını ancak test ederek görebilirim. Fırçanın dokunuşu hafif ama etkili olmalı, bu konuda hep olumlu geri dönüşler alıyorum. Kendi üstümde yaptığım denemeler, fırçanın hissiyle ilgili de çok şey öğrenmemi sağladı.
3
SOME WOMEN OF MAKEUP
AYÇA ERYILMAZ
Makyajsızlık hakkında neler düşünüyorsun? Doğallığı seviyorum fakat tamamen makyajsız olmak her cildin kaldırabileceği bir şey değil bence. Çok sağlıklı, pürüzsüz bir ciltten bahsediyorsak, tabii ki doğal halinde kalmalı. Küçük dokunuşlar yapmak, iyi görünmek ve iyi hissetmek için yeterli.
2
Makyaj, ailendeki kadınlardan sana geçen bir tutku mu? Makyaja çocukluğumdan beri meraklıydım. Annem evde yokken onun makyaj malzemelerini karıştırır ve kendime makyaj yapardım. Özellikle rujlar favori ürünlerimdi. Maskara sürmeye cesaret edemediğim gerçeğini de paylaşmak istiyorum, gözüme batırmaktan çok korkardım.
1
Bu işte okullu olmak ne gibi bir fark yaratıyor? Bir makyaj eğitmeni olarak eğitimin gerçekten fark yarattığını biliyorum. Okullu olmaksa, daha ziyade teorik bilgiler açısından faydalı olabilir. İnternetin ve makyaj üzerine kurulu platformların çokluğunu göz önünde bulundurunca, okula gitmeden de insanların bu bilgileri edinebildiğini görüyoruz. Önemli olan pratik yapmak, fırçayı eline almak ve çok çalışmak.
3
Sana makyaj yapan başkası olduğunda kontrolü elden bırakabiliyor musun? Doğruyu söylemek gerekirse, bugüne kadar bana çok az kişinin makyaj yapmasına izin verdim. Eğer bir eğitim sırasında model ben oluyorsam, makyaj yapan kişinin yaptığı işi bilmiyorsam ya da bu kişi benim istediğim tarza sahip değilse kontrolü elden bırakmıyorum. Güvendiğim birini bulabilirsem, gözüm kapalı oturuyorum tabii.
4
151
SOME WOMEN OF MAKEUP
ECE KARAGÜLLE
Makyaj yapmak senin için ne zaman bir mesleğe dönüştü? Makyaj sıkıldığımda, mutlu olduğumda, kendimle başbaşa kaldığımda uğraştığım bir hobiydi. Zamanla bu uğraş, yüzlerce video izleyerek ve moda dergilerini inceleyerek bir tutkuya dönüştü. Hayalim moda sektöründe çalışabilmekti ve eğitim alacağım doğru yeri bulmak benim için çok önemliydi. Uzun bir araştırma döneminden sonra 2013’te K.U.M Agency’yi buldum. Hakan Kültür’den eğitim aldım, yani şansım yaver gitti. Bir sene Elçin Mutlu’ya, iki sene de Hakan Kültür’e asistanlık yaptım. Hala K.U.M’da çalışmaya devam ediyorum.
1
152
Senin nasıl makyaj alışkanlıkların var, makyaj yapan biri misin? Aslında kendime pek makyaj yapmıyorum, galiba makyajın yakışmadığı kadınlardanım. İyi hissetmek adına yaptığım küçük numaralar var tabii; kaşlarımı belirginleştirmek, maskara sürmek, allık ve dudak nemlendiricisinden faydalanmak gibi.
2
Kadınlar maskara sürerken neden ağızlarını açarlar? Bu davranış bazı kadınlarda refleks gibi bir şey olmuş, bazı kadınlar diyorum çünkü ağzını açmayanları da gördüm. Daha fenası da var bu arada, mesela maskara süren birini izlerken ağzını açmak gibi. Onu da gördüm.
3
Kendine hayali bir çekim seti kuracağını varsayalım, fotoğrafçı kim, model kim, sen nasıl bir makyaj yapıyorsun? Çok düşünmeme gerek yok. Fotoğrafçı Peter Lindbergh. Madem hayali bir set kuruyorum, büyük oynayacağım ve şu an hayatta olmayan Romy Schneider’la çalışacağım. Hayali bile beni titretmeye yetiyor. Olduğu gibi güzel bu kadına, sadece birkaç minik dokunuş yeterdi.
4
SOME WOMEN OF MAKEUP
ELÇİN MUTLU
Kimlerin işlerini heyecanla takip ediyorsun? Pat McGrath, Lisa Eldridge ve Tim Walker.
1
Makyaj ve matematik arasında nasıl bir bağ kuruyorsun? Makyajın da bir matematiği, ideal yüz orantıları dediğimiz ölçüleri var. İdeal kaş , dudak ve yüz şekilleri hep matematiksel hesaplarla belirleniyor. Bizim yaptığımız, orantıdan uzak yüzleri, bir takım makyaj oyunlarıyla doğru noktaya getirmek.
2
Bir makyaj malzemesini iyi ve vazgeçilmez yapan şey nedir? Malzemenin dokusu ve kalıcılığı.
4
Bir müşterine, aslında hiç hoşuna gitmeyen bir makyaj yaparken kendini nasıl motive ediyorsun? Bana doğru gelmeyen işleri mümkün olduğunca yapmamaya çalışıyorum. Yanlış hedefler konulduğunda araya girip, yapılması gereken makyajla ilgili fikrimi ortaya koyuyorum, çünkü benimle çalışmasının sebebinin biraz da bu olduğunu düşünüyorum. Çok mecbur kaldığımda ise bir profesyonel olduğumu kendime hatırlatıyorum.
3
5
Piyasada bulunmayan, yeni bir makyaj malzemesi yaratacak olsaydın bu ne
olurdu? Makyaj yaparken farklı dokuları ve renkleri birbiriyle karıştırarak çoğunlukla var olmayan malzemeleri yaratıyoruz. Aklıma bir sürü karışım geliyor ama onları adlandıramıyorum.
153
SOME WOMEN OF MAKEUP
GÜLÜM ERZİNCAN
Makyajda gizlemekten mi yoksa vurgulamaktan mı yanasın? Kişisel tercihim vurgulayarak gizlemek. Beğendiğim noktaları vurguladığımda geri kalan kısım otomatik olarak gizlenmiş oluyor. Vurgulama şeklinin de çarpıcı ve şaşırtıcı olması beni her zaman cezbediyor.
1
Hiç kendi markanı yaratmayı düşündün mü? Bazen düşünüyorum ama sonra çok da istekli olmadığımı fark ediyorum. Bir marka olmaktan ziyade oyunu sürdürmenin, mümkünse yeni fikirler ortaya koyabilmenin peşindeyim. Uygulayan kişi olmanın keyfi bambaşka; benim dünyam renkler ve biçimlerle dolu.
2
154
3
Resim bölümü mezunu olmak, makyaj ve disiplin arasında nasıl bir bağ
kurarsın? Disiplinli oluşum annemle ve çocukluğumda başlayan spor hayatımla ilgili. Üniversite ise deneysel tarafımı daha yakından tanımamı sağladı, çünkü sanatta cesaret etmek için denemek lazım. Sanatın çok kişisel olduğunu düşünenlerdenim. Ben her daim denemek istiyorum. Risk almak heyecan verici.
Türkiye’de bir makyaj sanatçısı iyi para kazanabilir mi? Kazanabilir ama sanatçı kimliğiyle mi, işte orası tartışılır. Makyaj sanatçısı tanımı, bence en az on yıllık deneyimi ve yaratıcılığı birlikte taşıyan kişiye verilir. Zira ben kendimi sanatçı olarak tanımlamaya cesaret edemem, makyaj sanatçısı olmak için çabalamaya devam ederim. Türkiye’de makyaj sanatı, maddi açıdan ancak orta halli bir yaşam getirir, zenginlik biraz zor, onun için daha ziyade kırmızı halı işlerine bakmak gerekebilir.
4
ÜYE OLUN, LÜTFEN. XOXO The Mag, Some Men ve Feed ÜCRETSİZ yayınlardır, sadece bölgelere göre belirlenmiş kargo ücreti karşılığında dergileriniz adresinize gönderilecektir. Üyelik için: xoxothemag.net/uyelik
xoxothemag.net
BALANCING IN BETWEEN Doğru yerde, doğru zamanda Fotoğraflar:
Mathieu Vilasco Moda Editörü:
Edem Dossou Makyaj:
Hannah Nathalie Moda Editörü Asistanı:
Kenny Model:
Vanille Verloes Çekim Yeri:
Paris
156
şans eseri ya da kasten bulunuyor olabilirsiniz ve ancak, olan bitenin nasıl göründüğünüzle hiçbir alakası olmayabilir.
Elbise:
Opening Ceremony Ceket:
Sacai Etek:
Sacai Çorap:
Wolford Ayakkabı:
Sacai x Pierre Hardy Küpe:
Acne Studios
157
158
Tümü:
Louis Vuitton
159
Sol Eşofman üstü:
Puma Pantolon:
Acne Studios Mont:
Y’s by Yohji Yamamoto Ayakkabı:
Acne Studios Çanta:
Mcm Sağ Elbise:
Off White Pantolon:
Remi Ducheix Ayakkabı:
Kenzo Kolye:
Remi Ducheix
160
161
162
Tümü:
Louis Vuitton
163
Sol Elbise:
Carven Pantolon:
Monki Ayakkabı:
Puma Kolye:
Carven
Sağ Gömlek:
Acne Studios Triko:
Acne Studios Ceket:
Pigalle Tayt:
American Apparel Şort:
Acne Studios Ayakkabı:
Puma
164
165
166
Gömlek:
Kenzo Ceket:
Hed Mayner Pantolon:
Kenzo Ayakkabı:
Carven Küpe:
Kenzo
167
Klasik Tabela Atölyesi, Bürkan Özkan’ın akademideki ve reklam sektöründeki çalışma hayatından çok uzakta gerçekleştirdiği bir hayali. Kendine yarattığı bu alanda dijital tasarım araçları yerine plastik sanatların araç ve çözümlerini tercih eden Bürkan’la atölyesinde buluştuk.
Hazırlayan:
Selin Ünüvar Fotoğraflar:
Gökhan Polat
168
BÜRKAN ÖZKAN
soldan sağa: 1. Samur yazı fırçaları 2. Maket bıçağı 3. Cep dürbünü 4. Film ve makarası 5. Cep lupu 6. Sörf tahtası maketi 7. Jack Skellington 8. Boya karıştırma çubuğu 9. Yazı çubuğu 10. Terzi metresi 11. Su terazisi 12. Cep radyosu 13. Gözlük 14. Ustura 15. Boya karıştırma çubuğu 16. Boya karıştırma çubuğu 17. 8mm film kutusu 18. Transfer fırçası 19. Testere 20. Fon fırçaları 21. Maket Vespa 22. Eskiz kalemi 23. Tabela düz çizgi kalemi 24. Kalem ucu 25. Kartpostal 26. Maket karavan 27. Oyuncak araba 28. Etiket 29. Tabela 30. Delgeç 31. Eskiz kalemi 32. Karıştırma çubuğu 33. Mini mekanik adam 34. Mürekkep okkası 35. Katalog 36. Ambalaj 37. Etiket 38. Broşür 39. Tebeşir 40. Boya 41. Yazı fırçaları 42. Demir gönye 43. Katalog 44. Kalem 45. Kalem 46. Maket 47. Ampül 48. Ustura kutusu 49. Eskiz defteri 50. Kurşun kalem 51. Kitap
169
180 COFFEE BAKERY 360 3DÖRTGEN 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR 9 ECE AKSOY
TAPS BEBEK TASARIM BOOKSHOP CAFE THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOI AKARETLER TRIBECA NİŞANTAŞI
ÖKTEM & AYKUT GALERİ W ISTANBUL WAGAMAMA WALTER’S COFFEE ROASTERY WALTON HOTELS WANDA WELLDONE WEPUBLIC WHITE MILL
YEDİ MASA YER CAFE
GALERIST GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GEYİK COFFEE ROASTERY & COCKTAIL BAR GEZİ İSTANBUL GRAM GRANDMA GRAVITÉ COFFEE BAR GREY FOOD & DRINK
NAAN BAKESHOP NAİF KARAKÖY NEOLOKAL NESPRESSO NO-FISH TODAY NOPA RESTAURANT NORM COFFEE
KANTİN KARABATAK KARAKÖY KARAKÖY LOKANTASI KARE ART GALLERY KARGA BAR KARLETTO KAVANOZ İSTANBUL KIRINTI RESTAURANT KISS THE FROG KİKİ KİLİMANJARO KOZMONOT KRONOTROP KRUTON KULP KÜFF L’ANGE PATISSERIE & CAFÉ LA BOOM LA PATISSERIE LUNE LA SCARPETTA LE PAIN QUOTIDIEN LES BENJAMINS LEVANTIN GALATA LOKANTA ARMUT LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LUSH HOTEL LUZIA
FERAH FEZA FİNN KARAKÖY FOTINI CAFÉ
ALEXANDRA COCKTAIL BAR ALL SPORTS ANY İSTANBUL ARKA ODA ARTNEXT İSTANBUL AŞŞK CAFE ATÖLYE MAÇKA AYI JAMIE’S ITALIAN JUNO İKSV İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL MODERN MÜZESİ İSTANBUL SETUP
ZEPLIN PUB & DELICATESSEN
ELEPHANT UNION HOTEL ESMOD
RAFİNERİ RAVONUA 1906 COFFEE & BAR ROBINSON CRUSOE KİTABEVİ ROOM + RUMOURS
OPS CAFE OPUS 3A
C-ZONE C.A.M GALERİ CAFE FİRUZ CAFE SMYRNA CAFE ZANZIBAR CAFFÉ NERO CASITA CENTRAL NİŞANTAŞI CEZAYİR İSTANBUL CHADO CHERRYBEAN COFFEES COFFEE CRAFT CORTILETTO PIZZERIA COUPE LOUNGE PUB CREMERIA MİLANO CREPAN ARNAVUTKÖY CUMA ÇUKURCUMA CUP OF JOY CUPPA CAFE HAMM DESIGN HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HUDSON HÜNKAR
BACKHAUS BACKYARD BALTAZAR BANTMAG MEKAN BASTA BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEER HALL BEJ CAFE BEN COFFEE ROASTERS BEYAZ FIRIN BEYMEN BRASSERIE BIG CHEFS BISTRO 33 BİR NEVİ DELİ BLOKART SPACE BREAD & BUTTER BRÖD BUTİK BUKA
VANESSERIE VAPIANO VENTURE COFFEE WORKS VOGUE RESTAURANT & BAR
ULUS 29 UNTER QUE TAL TAPAS
XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki linke gidin: www.xoxothemag.net/uyelik
MADEO KARAKÖY MAGNOLIA CULTURE MAGRITTE MAHALLE MAKAS MAMBOCINO MANGERIE BEBEK MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MARI RESTAURANT MASA MAVRA GALATA MEG MIA MENSA MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MİKLA MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MİNOA MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE BRASSERİE MORO MUAF MUHALİF MUHİT MUMS CAFE MUNCHIES CREPE & PANCAKE MUSE İSTANBUL MUTFAK SANATLARI AKADEMİSİ MÜNFERİT MÜZEDECHANGA SALOMANJE RESTAURANT SHOPI GO SIMURG KİTABEVİ SAHAF SNTRL DÜKKAN SON SOSA ST. REGIS HOTEL SUNDAY COFFEE BAR SUNSET GRILL & BAR SUSHI EXPRESS SUSHICO SWISS HOTEL BOSPHORUS DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DEM CAFE DEN CAFE DERİN DESIGN DIRIMART DIVINE BRASSERIE DRIP COFFEE DÜKKAN PANDORA KİTABEVİ PAPERMOON PAPPA CAFE PAROLE CAFE PASTEL İSTANBUL PATISSERIE DE PERA PATİKA KİTABEVİ PIOLA Pİ ARTWORKS PLUMON PLUS KITCHEN POINT HOTEL POPUP
#nightsbyyou Tag your friends, memories, nights, fun moments.