ANNAH ELYSE
X O X O T H E M A G . N E T
D A
Z İ K
T A S A R I M
M Ü
Ü C R E T S İ Z D İ R
0 6 7 K A S I M 2 0 1 6
S A N A T
M O
X O X O THE MAG
İstanbul: Akasya, Akbati, Akmerkez, Capacity, Capitol, City’s, Erenköy, İ̇sti̇nyepark, Kanyon, Mall of Istanbul, Marmara Forum, Palladium, Taksi̇m • İzmi̇r: Alsancak, Agora, Mavi̇bahçe Ankara: Cepa, Panora • Bursa: Korupark • Antalya: Terracity • Adana: Zi̇yapaşa Bulvari • CAMPER.COM
Kapak:
Hannah Elyse Fotoğraf:
David Alexander Flinn
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@coistanbul.com Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Yayınlar Direktörü Serap Gecü Yönetici Editör Utku Palamutçu İdari İşler Vadi Gengüç Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu
Editörler Tuğçe Bahçıvangil, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Gökhan Polat, Arzu Sak, Başak Ulubilgen Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen Katkıda Bulunanlar Ali Akay, Aslı Arduman, Clélia Cazals, Emre Doğru, Işıl Eğrikavuk, Murat Emir Eren, David Alexander Flinn, Nazlı Güven, Yonca Keremoğlu, Yağmur Kural, Nevşin Mengü, Can Mısırlı, Fatih Özgüven, Zeynep Özkanca, Nando Salvà, Tanem Sivar, Serkan Şedele, Ali Tünay, Bahar Türkay, Selin Ünüvar, Gündüz Vassaf, Mathieu Vilasco, Begüm Yetiş, Yağmur Yıldırım
Reklam cihan@coistanbul.com merve@coistanbul.com busra@coistanbul.com melis@coistanbul.com İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
Tasarım Konsepti ve Yayın Kimliği Bülent Erkmen Tasarım Uygulama ve Kimlik Standartları Barış Akkurt, BEK
SCHAFFHAUSEN AIR SHOW.
Join the conversation on #B_Original.
Big Pilot’s Watch TOP GUN. Ref. 5020: The ideal opportunity for a pilot to demonstrate his flying skills is at an air show, where thousands of pairs of eyes follow his every manoeuvre. The same thing applies to this watc h. Ta ke a close lo ok, a nd its s p e cia l qua litie s b e c ome a ppa re nt: the ex tre me l y robust, 46 -millimetre ce ramic c ase has ma ximum scratch-resistance, while the IWC-manufactured 51111 calibre, comprising
311 components, reliably supplies the energy for its seven-day run time. It is an exceptional all-rounder, whose breathtaking talents do not fail to fascinate, either above the clouds or on its owner’s wrist. I WC . E N G I N E E R E D FO R M E N . Mechanical movement, Pellaton automatic winding, IWC-manufactured 51111 calibre, 7-day power reserve when fully wound, Power reserve display, Date display, Central hacking seconds, Screw-in crown, Sapphire glass, convex, antireflective coating on both sides,
Special back engraving (figure), Water-resistant 6 bar, Diameter 46 mm
Intimate Tech Yazı Aslin Kumdagezer 122
Egle Budvytyte Röportaj Serap Gecü 72
Kaç Yaşındayım? Öykü Işıl Eğrikavuk 58
Fatmagül Berktay Röportaj Ali Tünay 68
François Nars Röportaj Ayşecan İpek 34
Paul Verhoeven Röportaj Nando Salvà 18
Foundrae Röportaj Aslin Kumdagezer 54
Can Do No Wrong Yazı Ayşecan İpek 30
Hunting High and Low 168
Personae Non Gratae 92
Selin Sayek Böke Röportaj Nevşin Mengü 50
Glenn Martens Röportaj Utku Palamutçu 42
Toyo Ito Röportaj Yağmur Yıldırım 26
Quo Vadis Homo Sapiens? Yazı Gündüz Vassaf 32
Emre Erkmen Röportaj Murat Emir Eren 60
Ragnar Kjartansson Röportaj Yonca Keremoğlu 154
Şahane Küstah Yazı Fatih Özgüven 38
Gül Güven Röportaj Yağmur Yıldırım 46
Can Öz Röportaj Tanem Sivar 152
Alexander Wang Röportaj Utku Palamutçu 22
Hannah Elyse 132
Büşra Develi Röportaj Utku Palamutçu 106
Edwina Sponza Röportaj Can Mısırlı 14
Osman Koç Röportaj Bahar Türkay 124
E
D
İ
T
Ö
R
OLGA ŞERBETCİOĞLU
D
E
N
SAÇLARINIZA SON DOKUNUŞ: Toni&Guy Işıltı Veren Saç Parfümü Günlük hayatın koşturmacası içinde, saçları her daim duştan yeni çıkmış gibi güzel kokulu ve parlak tutmak oldukça zor. Ama imkansız değil! Toni&Guy Işıltı Veren Saç Parfümü ile saçlarınızda mucizeler yaratmaya ne dersiniz?
Yoğun bir günün ardından sevgiliniz sizi sürpriz bir akşam yemeğine götürmek istediğini söyledi. Hazırlanmak için çok az zamanınız var. Saçlarınıza tek bir dokunuşla ışıltı ve güzel koku verebilseydiniz hoş olmaz mıydı? Veya ne zaman kalabalık bir ortamda yemeğe gitseniz, özene bezene yaptığınız saçlarınıza, beş dakika bile geçmeden kötü kokular siniyor değil mi? Bir de üzerine kışın artan hava kirliliği veya havasız ofis ortamları eklenince saçlarınız tanınmaz hale geliyor... Siz de bu gibi sorunlardan şikâyetçiyseniz, Toni&Guy Işıltı Veren Saç Parfümü’nü gün boyu çantanızdan eksik etmeyiniz!
İKONİK VE BÜYÜLEYİCİ BİR KOKU Vanilya çiçeği, misk, sandal ağacı notaları içeren büyüleyici kokusu, saçlarınızın mükemmel kokmasını ve ışıltılı bir görünüme kavuşmasını sağlıyor.
NASIL KULLANILIR? Toni&Guy Işıltı Veren Saç Parfümü’nü saç diplerinize gelmeyecek şekilde tüm saçınıza hafif bir şekilde püskürterek uygulayabilirsiniz...
Sadelikten bahsederken, seçilenlerden ziyade reddedilenlere odaklanmak gerek. Stil sahibi olmak da yine benzer bir elemeyi beraberinde getiriyor. IWC Originals’ın bu ayki konuğu Edwina Sponza, tüm bu yalın olma durumunun dışında donanımlı bir özgeçmişe, aileden miras bir keyif kültürüne, değişimi yadırgamayan bir disiplin duygusuna sahip. Zamanla olan ilişkisini ise kariyeri
I WC
O R IGINA LS
sayesinde yeniden tasarlıyor.
Röportaj:
Can Mısırlı Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Edwina Sponza IWC Pilot’s Watch Automatic
BU BİR İLANDIR
36 takıyor.
016
EDWINA SPONZA
Can sıkıntısı ve yaratıcılık arasında nasıl bir ilişki var? Can sıkıntısı, insana vakit kazandıran bir şey. Kendine dönüp, kendi kendini dinleyebildiğin, yalnız kaldığın... Bu tür zamanlarda, zihnin açılıyor ve tam anlamıyla içi doldurulacak bir boşluk yakalıyorsun. Belki yapamadığın, aklında olan ama bir türlü hayata geçiremediğin şeyler bir anda ortaya çıkıyor. Benzer bir zihin açıklığı yogada da yaşanıyor.
1
Bu zihin açıklığından orijinalliğe nasıl bir yol gidiyor? Orijinal; kendi olan, kendi özünü yansıtabilendir. Fikir ve hareketlerinde kendin olmaktan daha orijinal bir şey var mı?
2
Kariyer bir hedef mi yoksa yolculuğun kendisi mi? Kariyer bir yolculuk bence, yani uzun soluklu bir şey. Mesela ben psikoloji okudum ve benim dönemimde reklam çok patlıyordu. O sıralar şimdiki gibi çok dijital bir dönem de değildi, daha çok, insanların bilfiil içinde olduğu, onların etrafında dönen bir sektördü. Çok ilgimi çekmişti, ben de sekiz yıl kadar reklam sektöründe çalıştım. Ama sonra başka şeyler oldu; evlendim, şimdi de yoga hocalığı yapıyorum. Bu yüzden, kendi hayatıma bakarak rahatlıkla kariyerin hedeften çok bir yolculuk olduğunu söyleyebilirim.
3
Tüm kariyer yolculuğunuz insana kalite, keyif ve iyilik sunmak üzerine kurulu duraklardan oluşuyor. Kariyeriniz boyunca bir nevi ev sahipliği yaptığınızı söyleyebilir miyiz? Evet. Benim yaptığım her şeyde; verdiğim dersler olsun, yemekler olsun hep öğretici değil de, sahiplenici bir durumum vardır. Çocuklarımla da aynı durumu yaşıyorum hatta. Yani hakkını vermek çok klişe gelecek belki ama yaptığım şeylere her zaman özenirim diyebilirim.
4
Mimozalar ve Lor Peyniri bir yemek kitabı değil, peki ne kitabı? Yaklaşık 20 yıldır her Noel yaptığım bir yemek vardır. Hep aynı insanları çağırırım, aynı yemekler yenir. Böyle bir geleneğim var. Bu kitap da, bunların etrafında dönen bir proje olacaktı ve onu gelecek seneki Noel’de arkadaşlarıma hediye edecektim. Fakat işin içine sanat yönetmeni, editör ve fotoğrafçı girince her şey hem güzelleşti hem de büyüdü. ‘Insta’ hikayelerden oluşan, yemeğin içinde olduğu, benim ve arkadaşlarımın tarifleri etrafında toplanan bir yaşam kitabı ortaya çıktı. Ben, onu böyle tarif ediyorum. Asıl fikir yemek yapmak değildi, umarım okuyanlar bu özü alabilmiştir.
5
Kadınların renkli ve dominant olduğu bir aileden geliyorsunuz, bu durum sizin hayatla kurduğunuz dengeyi nasıl etkiledi? Anneannem bana çok bakmıştır. Annemse tipik, şarabını içip günde iki kitap okuyan, kasımda bile denize giren, şekerli bir şey yemeyen, kendi ayakları üzerinde duran bir Fransız kadınıdır. Üzerimde bu kadınların etkisi kesinlikle var. Tabii ki bu yaşadığımız dönemle de değişiyor ama ben hala bu etkiyi ve mirası içimde barındırdığımı düşünüyorum.
6
017
Disiplin, hayatınızda önemli bir yer tutuyor. Ona sahip olmayan bir insana neler kaçırdığını anlatmak için ne söylerdiniz? İlk önce bunu kendisi için yapmasını söylerdim. Disiplinli ve organize olmak bir insanın öncelikleri arasında olmalı, yani ilerlemek ve günü bitirmek adına da aynı şeyi söyleyebilirim. O gün bir şeyi aksatırsan biriktirdiklerin zincirleme bir felakete ya da en azından can sıkıntısına dönüşebilir. Disiplinli olmak kendini toplamak adına yine kişinin kendisi tarafından şart koşulmalı. Yoksa tembelliği kim istemez ki?
10
Zamanı nasıl algılıyorsunuz? Zaman kavramı yoga dersleri vermeye başladığımdan beri benim için çok değişik bir hal aldı. Değişik derken zamanın başka bir şeklini gördüm. Biz yoga derslerinde genelde beş nefes alıp veririz. Beş nefes nedir ki, değil mi? Ama gelin görün ki o beş nefes bazı öğrencilere çok uzun geliyor. Zamanı nasıl algıladığımız, onun zihnimizdeki yeri çok önemli. Mesela ben 30 dakika koşuyorum ve bazen ‘bir dakika daha koşsam altı km olacak’ deyip, bir dakika daha koşmaya çalışıyorum. Fakat o bir dakika bile bazen çok geliyor. Bu da bana zamanın zihnimizde olduğunu ve zihnin bedenden çok daha çabuk pes ettiğini hatırlatıyor.
7
Yogadan sonra kendinize ayırdığınız zaman dilimi arttı mı? Evet, yoganın bana öğrettiği en önemli şey, kendime ait bir zaman olması gerektiğiydi. Çünkü bir buçuk saatlik yoga zamanım dışında, sırf kendimle olduğum başka hiçbir şey yapamıyorum. Kendimi ifade ettiğim, kendimle başbaşa olduğum başka bir aktivitem yok. Evet, her sabah koşuyorum ama koşarken bile o zamanı tam olarak kendime ayıramıyorum. Oysa bunu yapmak bir lüks değil, bir gereklilik.
8
Boş vakitten ne anlıyorsunuz? Benim yaklaşık onbeş dakika boyunca, hiçbir şey yapmadan durmalarım vardır. İşte boş vakit denilen şey aslında budur.
9
018
Sadelik ve yaşam kalitesi arasında bir bağ kuruyor musunuz? Yaşam kalitesi benim için, o sırada ne yapıyorsan iyi ve değerini bilerek yapmak anlamına geliyor. Çok şey yapmak falan da değil, ne yapıyorsan onu düzgün ve özenerek yapmak. Sadelikse başka bir şey, benim için şarttır, bir kriterdir. İkisini birbirine bağlamıyorum ama onlarsız olamayacağımı biliyorum.
11
Çocukluğunuzda, sıradan bir günde saat 15:00. Neredesiniz, ne yapıyorsunuz, ne hissediyorsunuz? Ben İtalyan okulunda okudum. Saat üçte okuldayız. İtalyan okullarında çay saati değil de, onun gibi bir keyif molası vardır, masada her zaman ekmek ve harika bir erik reçeli olur. Bizim akşamüstlerimiz hep öyle, keyifli geçerdi. ‘Dolce vita’yı okulda, yaşayarak öğrendim sanırım.
12
Kolunuzdaki IWC saate nasıl bir mücevher eşlik ediyor? Her gün saat takarım ve genelde, özellikle de yazın koluma çok ıvır zıvır takarım. Bu saate de yine farklı bilezikler eşlik ediyor.
13
IWC PILOT. #B_ORIGINAL
JOIN THE CONVERSATION: # B_ORIGINAL
Orijinal olmanın ne demek olduğu konusunda, uzay boşluğunda süzülen düşünceler arasından, kendinize yakın hissettiğiniz anlamları seçip, basit bir kurgu hazırlayın. İsmin önüne gelen sıfat tamlamalarını geride bırakıp, size ve dolayısıyla bize bir şeyler ifade eden ve artı değer katan isimleri, benzerlerinden
ayıran özelliklere odaklandığınızda, orijinal kavramının içini doldurmaya başlayacaksınız. IWC Schaffhausen ve XOXO The Mag’in işbirliği, bu sebepten ötürü Originals başlığı altında şekilleniyor ve orijinal konukları vasıtasıyla boşlukları doldurmanızı sağlıyor. www.iwc.com
IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Panora Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111
Paul Verhoeven 10 yıllık bir aradan sonra, son filmi Elle ile, siyasal olarak doğru bir çizgide ilerlemeyi reddettiğini tekrardan hatırlatıyor. Basic Instinct ve Showgirls’ün yönetmeni, Elle’de kara mizahtan da karanlık bir üslupla, cinsel taciz konusunu belki de son yılların en cüretkar yorumuyla sunuyor. Verhoeven ile San Sebastian Film Festivali’nde buluştuk; son filmi, kariyeri ve Hollywood’a karşı direnişi hakkında konuştuk.
Röportaj:
Nando Salvà
Paul Verhoeven, Elle’in setinde, Isabelle Huppert ile.
020
PAUL VERHOEVEN
Tartışmalara sebep olmak normalde hoşunuza mı gidiyor? İnanın ki gitmiyor. Şahsen tartışmalardan ve eleştirmenlerin tepkilerinden çok etkilendiğimi de söyleyemem. Tek sorun bu tarz tepkilerin -eğer film kariyerinize devam etmek niyetindeyseniz- oluşturduğu problemler. Mesela Showgirls’den sonra o kadar yerden yere vuruldum ki, hayatım sefil bir hal aldı. Ondan sonra da, benim için film çekmek gittikçe zorlaştı. Dürüst olmak gerekirse, insanlar bence filmi anlamadı. Ve sonra aynı şeyi Starship Troopers ile de yaşadım; filmin galasından sonra bana etmedikleri lafı bırakmadılar. Örneğin Wall Street Journal’da yazan bir gazeteci beni neo-Nazi olmakla suçladı. Bunun etkisinden uzun süre çıkamadım. Dolayısıyla, hayır, provokatör ya da çıbanbaşı olmaktan hoşlanmıyorum. Öte yandan, sırf olumsuz eleştiri alacağım diye kendimden ödün vermeye de niyetim yok.
4
Elle’i çekme fikrinin bile sizi hasta ettiğinden bahsetmiştiniz. Sizi bu kadar korkutan tekrardan bir film yapmak mıydı? Beni korkutan film yapmak değil, Fransızca bir film yapmaktı, zira bu lisanla ilgili sadece temel bir bilgiye sahibim. Dolayısıyla dört ay boyunca korkunç bir baş ağrısıyla uğraştım. Doktora gittim ve bir noktada tümör olup olmadığını anlamak için beyin MR’ı çektirmeye karar verdik. Görünürde hiçbir şey yoktu. İlaçlara rağmen ağrı devam etti. Fakat filmin çekimleri esnasında herkesle Fransızca konuşmam gerektiğine dair kendi kendimi ikna etmeye başladığım anda ağrılar ortadan kayboldu. Vücut ve zihin arasındaki ilişki hakikaten çok esrarengiz.
1
Peki filmin yaratacağı tartışma sizi endişelendirmedi mi? Hayır. Bakın, ben tartışma yaratmaya oldukça alışkınım. Elle’in Cannes’da gösterimine daha aylar kala, insanlar beni, ‘hazır ol, seni mahvedecekler’ diye uyarıyordu. Halen skandalı bekliyorum ama bir şey olduğu yok; aksine, şaşırtıcı bir biçimde, herkesten övgü alıyorum. Ve bu hiç de alışkın olduğum bir durum değil.
2
Bu filmin bu kadar övgü alması neyden kaynaklanıyor? Bunun en büyük sebebi Isabelle Huppert ve onun karaktere verdiği takdire şayan özgünlük -filmi tartışmalardan koruyan da bence bu oldu. Bana kalırsa dünyada bu beceriye sahip tek aktris o, ve bunu tek söyleyen de ben değilim; Michael Haneke’ye de sorabilirsiniz. Öte yandan bu kadar övgü almak bende şüphe uyandırmıyor da değil. Sanırım tekrardan insanların benden nefret etmesini sağlayacak bir şeyler yapmam gerekiyor.
Fakat Elle’in senaryosunda değişiklik yaptınız, değil mi? Evet, ancak bu farklı bir durum. Hikayeyi yumuşatmadım. En başta hikaye ABD’de geçiyordu, onun yerine Fransa olarak değişti.
5
Peki neden böyle bir değişiklik yaptınız? ABD’de kimse filmi finanse etmek istemedi. Hollywood tarihinin en tutucu günlerini yaşıyor. Büyük stüdyoların risk almaya ve sanatsal kaliteyi hedeflemeye karşı alerjisi var resmen. Hollywood’dan çıkan her şey son derece steril. Örneğin günümüzde Basic Instinct gibi bir film yapmak imkansız olurdu. En az beş büyük isim Elle’de başrol oynamayı reddetti. Kimileri, yönetmen ben olduğum için, daha senaryoyu okumadan hayır cevabını verdi. Kimisi de, filmin ahlaksız olduğunu düşündüğünden, 48 saat içinde olumsuz yanıt verdi. Fakat tabii en büyük sorun, bu oyuncuların etrafındaki insanlar, esas ödlekler onlar.
6
Kim bu insanlar diye sorsak, isim verir miydiniz? Tabii ki veremem. Sadece rolü kabul eden tek aktrisin adını söyleyebilirim: Jennifer Jason Leigh hakikaten çok heyecanlandı. Ama o bir karakter oyuncusu. Bizim aradığımız ise daha büyük bir isimdi ve böyle birini bulmak gerçekten imkansızdı.
7
3
Elle, 2016
021
ABD’de çekmiş olduğunuz iki filmi, Robocop ve Total Recall’u yeniden çevirdiler. Sanki Hollywood Paul Verhoeven’in anısını ortadan kaldırmaya çalışıyor... Evet, biraz öyle gibi. Sanki benim filmlerimden rahatsızlık duyuyorlar. Fakat bunu başaramayacaklar. Benim filmlerin bu birbirinden kötü yeniden çevrimlerden çok daha uzun ömürlü olacak. Ve işin komik tarafı, benim orijinal filmlerimin DVD satışları, bu sonradan çekilen filmler sayesinde arttı. Açıkçası amaçlarının beni haritadan silmek olduğunu sanmıyorum; bu şekilde düşünmek fazlasıyla kibirli olurdu. Eminim ki stüdyo yöneticilerinin çoğu benim kim olduğumu bile bilmiyordur. Mesela Ben-Hur’u da yeniden çektiler ama kimsenin William Wyler’ı haritadan silmeye çalışmak gibi bir niyeti olduğunu sanmıyorum. Burada söz konusu olan tek şey para. İnsanlar yeni bir fikir üretemiyor ve geçmişte başarılı olan filmlere bakıp ‘hadi, bu filmi yeniden çevirelim’ diyorlar. Kapitalizmin en berbat yönlerinden biri de bu işte.
12
Elle, 2016
Senaryoda ahlaksız buldukları neydi? Film, daha çekimleri tamamlanmadan, tecavüz komedisi diye tanımlanmaya başladı. Ve tabii ki bununla alakası yoktu. Benim filme aldığım tecavüzün gülünç bulunacak bir tarafı yok, aksine acımasız ve dehşet verici. Fakat yaşadığımız dünyada insanlar sürekli olarak tacize uğruyor, ancak hayatlarına bir şekilde devam ediyorlar. Elle de, evet, bir tecavüzü anlatıyor, ama bir yandan da insanların yaşantısıyla ilgili. Örneğin The Rules of the Game gibi bir filmde her şeyi bulabilirsiniz: Trajedi, ahlaksızlık ve tabii komedi. Fakat Jean Renoir’ın yaptığı ahlaksızlıklarla dalga geçmek değil, hayatta olanları anlatmak.
8
Kadın karakterleri anlatma biçiminiz hep oldukça kutuplaştırıcı oldu, bir taraftan da kimi zaman kendinizi feminist olarak tanımladınız... Kendimi feminist olarak gördüğümü söyleyemem; bu biraz kendini bilmez bir tavır olurdu. Fakat kesinlikle kadınların tarafındayım; kadınları seviyor ve onları savunuyorum. Kimse filmlerimdeki kadınların aciz olduklarını iddia edemez. Elle’de tam olarak anlatmaya çalıştığım bu: Tecavüze uğramış bir kadın, içinde bulunduğu duruma karşı, kurban konumunda olmayı reddederek isyan ediyor. Benim yapmak istediğim de, tecavüze uğrayan bir kadının utanç duyması gerektiği fikrini reddetmekti.
9
022
Pek çokları Elle’i, sizin dirilişiniz olarak tanımlıyor. Bir noktada insanların sizden umudu kesmiş olması sizi rahatsız etti mi? Bu ilk defa başıma gelmiyor. Ve aslında anlayabiliyorum. Belki de daha fazla film yapmalıydım ve Black Book’tan sonra gelen projelere bu kadar da eleştirel yaklaşmamalıydım. Fakat sorun şu ki, önerilen projelerin hepsi bilim kurgu türündeydi ve eğer herhangi birinin enteresan olduğunu düşünseydim tereddüt etmezdim. Mesela bir romantik komedi çekmeyi çok isterdim. Ama karşıma çıkan projeler iyi değildi ve benim gücüm de onları iyileştirmeye yetmeyecekti.
10
Tekrar geçmişe dönecek olursak, Showgirls neden bu derece olumsuz karşılandı? Dediğim gibi, yanlış anlaşıldı. Ve ağızdan ağıza o kadar kötü bir biçimde yayıldı ki, neredeyse kimse filmi görmedi. Ya da belki de benim gibi bir Hollandalının, Amerikalılar hakkında duymaktan hoşlanmadıkları bazı gerçekleri söylemesi onları rahatsız etti. Zira günün sonunda Showgirls, ABD’yi ve orada süregelen kültürün açgözlülüğünü sembolize ediyor. Kaldı ki, sonuçta zaman benden yana çıktı; filmin DVD satışları 100 milyon doları aşmış vaziyette.
11
Peki Hollywood’a karşı kin besliyor musunuz? Kesinlikle hayır. Los Angeles’ta yaşıyorum ve hiçbir intikam duygusu beslemiyorum. Ama bir yandan da Hollywood’la barışmak için hiç acelem yok. Şu da var ki, bugünlerde insanın nerede çalışacağını kestirmesi hakikaten imkansız. Ve ABD’de ilgi çekici bir proje bulmak da çok zor. Tek bildiğim, tekrar tekrar aynı filmleri çekmek için Hollywood’a geri dönmeyeceğim. Ne zaman ki elime bir senaryo alsam, 20 sayfadan sonra okumayı bırakıyorum; hepsi birbirinden beter.
13
3 aylık hediye Netflix sadece Vodafone Red’de Ödüllü orijinal dizi ve filmlerin keyfini çıkarın.
Vodafone
NETFLIX ORİJİNAL DİZİSİ
Tüm bölümler şimdi yayında
Her ekranda sizinle
Hediye Netflix; Red Elite, 4.5G Red 10 ve Red Elite’te geçerlidir. Hediye Netflix üyelikleri dışında, diğer Red Tarifelerindeki aboneleri aylık 9,90 TL’ye 3 ay yurtiçinde geçerli aylık 1 GB paket alımlarıyla faydalanabilmektedir. 3 aylık Netflix üyeliği otomatik tanımlanır. Yeni gelen ve mevcut aboneler içindir. Standart Netflix üyeliği (aynı anda 2 cihazdan yayın/HD) için geçerlidir. İzlemek için ayrıca üretilip, satılan Netflix uyumlu cihaz ve internet bağlantısı gereklidir. Netflix hakkı devredilemez, paraya çevrilemez, değiştirilemez veya birleştirilemez. 3 ay sonunda isteğe göre, Netflix üyeliği aylık 27,99 TL’lik standart paketle mevcut üyelik koşulları kapsamında ücretlendirilecektir, aksi takdirde otomatik sonlandırılacaktır. Değişiklik hakkı Vodafone ve Netflix’te saklıdır. Kampanya 29.10.2016 - 25.03.2017 tarihleri arasında geçerlidir. Detaylar: netflix.com/termsofuse ve vodafone.com.tr
Birazdan okuyacaklarınız herhangi bir betimlemeye ihtiyaç duymadan, kendi kendini anlatır cinsten. Malum, söz konusu isme bir hayli aşinasınız, moda sektöründe yaptıklarına da... Bu yüzden biz de işe farklı bir açıdan bakıyoruz ve onu yakalamışken Alexander Wang’le iş, güç ve hatta para konuşmaktan çekinmiyoruz.
Röportaj:
Utku Palamutçu Fotoğraf:
Steven Klein, Alexander Wang seçimiyle.
024
ALEXANDER WANG
Alexander, gün içerisinde aklına gelen güzel fikirleri unutmamak için, kendine aşağı yukarı 20 tane mail atıyormuşsun. Bugün, şu saate kadar, kaç mail atmışsındır? Eğer günde 20 tane mail ile sınırlı kalmışsam, bu, ortalamanın altında bir gün geçiriyorum demektir. Kulağa çok saçma gelse de, aklıma gelen güzel fikirleri unutmamak için, kendi kendime mail atmak bana çok yardımcı oluyor. Günün sonunda bu fikirlerin hepsini bir araya getiriyorum ve aslında ne kadar çok şey düşündüğümü fark ediyorum. Bugüne gelecek olursam; sabahtan beri bilgisayar başındayım ve kaç tane mail attığımı sayamadım bile.
1
Bu güzel fikirleri biraz açar mısın? Bazen yaratıcılığımı tetikleyen ilham kaynakları, bazen sektörel ve ticari konular, bazen de şirketin yapısına yönelik fikirlerden bahsediyorum. Yakın zaman önce, kendi şirketimin CEO’su olarak çalışmaya başladım, yani artık hem kreatif direktörlük yapıyorum, hem şirketin yönetimini üstleniyorum. Her ne kadar her zaman iş odaklı bir insan olmuş olsam da CEO pozisyonu benim için oldukça yeni bir şey ve bu yüzden önüme gelen projelere artık farklı bir açıdan da bakmam gerekiyor. Bu yüzden, son zamanlarda kendime attığım maillerin neredeyse çoğu iş odaklı.
2
2005 yılında Parsons’dan ayrıldıktan hemen sonra kendi markanı kurmaya karar verdin ve 2015 yılında markanın 10. yıl dönümünü kutladığın sene, toplam 100 milyon dolarlık satışla, bu on yılı geride bıraktın. Markanın 11. yılında bu rakam, dünyaca tanınmış bir tasarımcının tatmin olacağı bir ciro mu? Her şey bir kenara, işe başladığım günden bugüne 11 yıl geçtiğine inanamıyorum. Okuldan mezun olduğum gün, bugünkü konumumda olmak gibi bir hedefim yoktu. Kendi koleksiyonumu hazırlamak için okulu bıraktım, ve deyim yerindeyse 2005 yılını deneysel bir süreç olarak atlattım. Okula geri dönmek ve kendi yolumda ilerlemek arasında epey gel-git yaşadım ve günün sonunda kurmaya çalıştığım markanın oldukça hızlı bir şekilde geliştiğini ve tanındığını fark ettim. O günden itibaren hem iş etiğimi, hem stilimi, hem de modaya bakış açımı değiştirdim. 11 yıl boyunca sadece tek bir şeyi sabit tuttum, o da kusursuz ve sıradan olanın yakaladığı mükemmel uyumu tasarımlarımda uygulamak oldu. Bu doğrultuda baktığımda, her ne kadar 100 milyon dolar, şirketimin resmi olarak hesapladığı bir rakam olmasa da, elde edilen gelirin ya da yapılan satışın tasarımcıyı tanımlamak için kullanılamayacağını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Tabii, bu cevabım, durumdan tatmin olmadığım hissiyatını uyandırmasın.
3
Alexander Wang FW 2016
Kusursuz ve sıradan olanın uyumuna inanıyorsan, hazır giyim koleksiyonunu ikiye bölüp T by Alexander Wang’i yaratırken aklından geçen şey bu iki markanın birbirini tamamlaması mı yoksa sana ait iki farklı kişiliği yansıtması mıydı ? T by Alexander Wang’i hazır giyim koleksiyonundan ayıran en önemli şey, sadece kadınlar için yaratılmış olması. Markayı kurduğumda aslında markanın çekirdeğinde nasıl bir DNA olduğunu en yalın haliyle anlatmak istedim. T by Alexander Wang, ana markayı tamamlayan ve müşterilerin gelir seviyelerine göre ürünlerin ulaşılabilirliğini farklı segmentlerde mümkün kılan bir marka. İşe çok farklı bir açıdan bakarsak, Balenciaga’da Kreatif Direktör olarak çalıştığım dönemde H&M ile işbirliği yaptım, aynı süre zarfında kendi markalarım için çalışmaya devam ettim ve birbirinden farklı koleksiyonlar çıkarttım. Sonuç oldukça iyiydi ve aslında bana ait olan ama her zaman dışa vurmadığım bakış açılarını yansıtma fırsatı buldum.
4
025
Alexander, bize lüks algından bahseder misin? İşe birinin sahip olabileceği objeler ve mülkler üzerinden başlarsak, lüksün önceleri çok daha gösteriş odaklı olduğu gerçeğine ulaşırız. Bugün lüks çok daha kişisel ve sakin. Her ne kadar konuya somut şeyler üzerinden giriş yapmış olsam da, lüks benim için bir şeye sahip olmaktan ziyade, bir yaşam tarzına sahip olmak anlamına geliyor. Bir araya geldiği zaman insanın yaşam tarzını belirleyen şeyler bütünü, lüksün ta kendisi. Bazen kendine çok iyi bakmak ve aşırıya kaçmak istersin, bazen İspanyollara özgü bodega’lardan birinden en ucuz şarabı alırsın. Bu senin bir şeyleri seçme şansına sahip olduğunu gösterir, ki lüks benim için budur.
8
Kadın koleksiyonlarına ve yakaladığın şık duruşa kıyasla, erkekler için tasarladığın ürünler ve izleyicinin kafasında oluşan stereotipik erkek, Kanye West ve Drake arasında bir yerlerde gibi görünüyor. Katılıyor musun? Açıkçası, böyle bir yorumla karşılaşmayı beklemiyordum, zira kadın ve erkek koleksiyonları için çalışırken, cinsiyeti işin içine karıştırmadan, kendimize hep aynı soruyu soruyoruz: Kimi temsil ediyoruz? İnsanlar neden bizden alışveriş yapmayı tercih ediyorlar ya da etmeliler? Sağlama yaparak gidelim: Pop kültürü, müziği ve sokağı moda kanalıyla tasvir eden bir markadan bahsediyoruz. Oldukça sıradan bu ilham kaynaklarının yıkıcı bir elemente ihtiyaç duyduğunu ekip olarak çok iyi biliyoruz. Bu yıkıcı şey her neyse, onu günlük hayatın içerisinden seçmeye özen gösteriyoruz. Bu yüzden, rahatlığı, görünümden daha önemli kılıyoruz. İlkbahar-Yaz 2016 koleksiyonundan beri, erkek koleksiyonunu, kadın defilesinde sergiliyoruz ve bu, bence iki taraf arasında herhangi bir ayrıma gitmediğimizi anlatmak için iyi bir yol.
6
Alexander Wang FW 2016
Renk uzmanı ve analisti diye bir meslek olduğunu ve bu meslek erbaplarının siyahı bir renk olarak görmediklerini biliyor muydun? Ah, bunu duymuştum ama asla inanmak istememiştim. Siyah ister bir renk olarak kabul görsün ister görmesin, benim için her zaman üniforma görevi görmeye devam edecek. Siyahın fonksiyonelliği, kolaylığı ve şıklığı başka hiçbir şeyde yok.
5
026
Sonbahar-Kış 2016 defilesindeki Tender, Strict, Girls kelimelerine neye istinaden koleksiyonda yer verdin? Bu kelimelerin üstüne hiç düşünmedim desem yalan olmaz. New York’tan yola çıkarak bu şehre dair kışkırtıcı şeyler aramaya başladım ve bu kelimelerin başlı başına kışkırtıcı olduklarına karar verdim, hepsi bu.
7
Geleceğe dair bir planın var mı? Olmaz mı? Hiçbir zaman ‘Yaptım, oldu, bitti, şimdi rahat bir nefes alabilirim’ dediğim olmadı. Bu yüzden her zaman kafamda kurduğum bir plan var.
9
Ona, sadece beş soru sormamızı istedi; biz de bugünlerde aklımızı kurcalayanların en acilinden beşini sorduk. Felaket sonrası mimarlığın mümkünlüğünü araştıran Herkes-İçin-Ev projesi ile önce Venedik Mimarlık Bienali Altın Aslan Ödülü’nü, ardından, projenin ateşlediği modern mimarlık ve insanlık sorguları ile 2013 yılı Pritzker Ödülü’nü alan Toyo Ito için, mimarın mutlak bir rolü var: İnsanları mutlu kılmak. Yerküre felaketlerine ve mutsuzluklarına dair yanıtlarını meraktaydık, aydınlandık.
Röportaj:
Yağmur Yıldırım Fotoğraf:
Toyo Ito Associates, Architects
028
TOYO ITO
2011’deki tsunaminin ardından, Japonya’da felaketzedelerin katılımıyla “Home-for-All” (Herkes-İçin-Ev) inisiyatifini kurdunuz. Geçtiğimiz haftalarda, The Architectural Review’da Reinier de Graaf hararetli bir tartışma başlattı: De Graaf, kullanıcı katılımının çok az mimarca benimsendiğinden ve mimarinin konfor alanı dışında görülüşünden söz etmekteydi. Siz sosyal bir aygıt olarak mimari üzerine ne söyleyebilirsiniz? Bu düşünceleri gönülden paylaşıyorum. Mimarların, kendileri, yani mimarlar için mimarlıklar yaratmakta olduğunu hissetmekteyim. Bu durum da mimarların, toplumdan ayrışmalarına yol açmakta. Herkes-İçin-Ev eylemleri üzerinden, mimarlar ile mimariyi kullanan insanlar arasındaki boşluğu yeniden düşünmek ve küçültmek adına, 2011 yılındaki felaketi bir şans olarak değerlendiriyordum. Bu yüzden de özellikle, Herkes-İçin-Ev’in projelerinde, geleceğin mimarlığına yön verecek olan genç mimarlarla birlikte çalıştım. Mimarlar, mimarlık üzerinden insanları daha mutlu etmeliler. Mimarların rolü, benim için budur.
1
Museo Internacional Barroco, 2016
Güncel inşaata hücumu ve gösteri mimarlığını, mega projelerle doldurulmuş dünya alarm verirken nasıl görüyorsunuz? Tokyo’da yaşıyorum ve devam eden inşaat furyası, özellikle de yüksek bina çılgınlığı beni endişelendiriyor. Mimari projelerin çoğu giderek homojenleşiyor. Pek çok insan, homojen kutular içinde yaşıyor. Yalnız binalar değil, insanların kendileri bile gittikçe daha çok, ve daha çok homojenleşiyor. Doğaya açılan mimarlıklar yaparak, bugünün yapay çevresinde kaybetmiş olduğumuz primitif içgüdülerimizi yeniden anımsayabiliriz.
4
Ve Herkes-İçin-Ev projeleriniz üzerinden, mimarlığın halen mümkün olup olmadığının yanıtını aramaktaydınız. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en büyük insan yer değiştirme hareketinin yaşandığı bugünlerde bu soruları nasıl değerlendiriyorsunuz? Japonya’nın Orta Doğu’ya olan uzaklığı göz önüne alınırsa, Orta Doğu’nun bugünkü koşulları üzerine, durumu acil bir problem olarak değerlendirebileceğimiz denli bilgimiz yok. Fakat bu yeni gelişen, göçmenlerin “mimarsız mimarlık”ları bugünün mimarlığına bir tenkit olarak okunabilir.
2
Devam etmekte olan Venedik Mimarlık Bienali’nde tema olarak işlenen, mimarlığın “cepheden bildirme”si üzerine ne söyleyebilirsiniz? Bienali henüz göremedim.
3
Çağdaş mimarlık/şehircilik sahnesinden, takdir ettiğiniz hangi isimleri sayabilirsiniz? Le Corbusier’nin mimarlığına her zaman hayranlık duydum. Bakınca, Onun mimari yaratmaya, insanları severek başladığını görebiliyorsunuz. Yakınlarda Hindistan’ı ziyaret ettim ve Le Corbusier’nin orada yaptıklarını gördüm. Hindistan’daki mimarlığı, Avrupa’dakinden daha açık ve mimarlığın, orada doğanın nasıl bir parçası oluşunu görmek son derece etkileyiciydi.
5
029
Yazı:
Aslin Kumdagezer
LUXURY MATRIX
Big Data, çok değil henüz iki sene önce küresel bir panik yaratıp kurumsal, bireysel tüm sosyal medya hesaplarındaki postlarda duraklamaya sebebiyet vermişti. Panik malumunuz kısa sürdü, aşırı paylaşım merakı Instagram ve Facebook üzerinden devam ederken, günlük hayatını dataya dahil etmeden paylaşmak isteyenlerin yardımına Snapchat ve Instagram Stories koştu. Tüketici kitlesine doğru dilden konuşmak isteyen markaların bu data üzerinden çalıştıkları gerçeğini gözümüzün görmeyeceği gerçeklikler tarafına alıp ne pahasına olursa olsun paylaşmaya devam. İçilen kahveden, satın alınan son çantaya uzanan sosyal paylaşımlar üzerinden market stratejileri çıkaran, bu sayede daha çok satın almanıza ve daha da çok paylaşmanıza sebep olan kısır döngüye hoş geldiniz. Döngünün bu sezonki sözcüsü Paris Moda Haftası’ndan bildiğiniz üzere Chanel. Data Center Chanel temasıyla lüks pazarının yeni tedavülünü tam zamanında hatırlarımıza sokan Karl Lagerfeld, aslında matrix’e dahil ettiğiniz datanın sizi yönettiğinin altını çiziyor. Ya da biz boşlukları tamamlarken çizgiyi kendimiz çekiyoruz. Washington Post’un moda yazarı Robin Givhan da aynı gün Twitter üzerinden onaylıyor; “Hepimiz datanın parçalarıyız.” Ve dataya işlenen bu paylaşımla kısır döngünün bir parçası olmaya devam ediyor. Tabii e-ticaretten, sosyal medyalara uzanan, tasarımcıların, modaevlerinin, moda editörlerinin ve bloggerların ayrı telden paylaştıkları postlar dahlinde sezonun trend dosyalarının kafası karışıyor. Trendler büyük bir data problemine dönüşüyor. Çözüm yine datanızda gizli. Algoritmaların yönetimindeki tüketim alışkanlıklarımızla yollarını kesiştiren lüks pazarı denklemi çözmeye çalışırken, en bariz çözümü es geçiyor. Sanal ortamda işleyen bir sistemde, datayı
030
Chanel SS 2017
hatırımıza sokan Chanel dahil birçok lüks marka, kendilerine asıl datayı sağlayacak e-shop’lara sırtını dönüyor. Geçen yıl Business of Fashion’a verdiği röportajında Exane BNP Paribas lüks marketler direktörü Luca Solca, dilemmanın çözümünü Çin’de aramayı salık veriyor. Çin’in yeni lüks tüketicileri sayesinde büyüme oranlarını stabil tutan lüks modaevleri, sanal dünyaya biraz daha sırt çevirebilmeyi göze alabiliyor. Online alışverişe sırt çevirebilme lüksünün arkasında ise günlük rutinimize dahil olmasına rağmen 2010’dan beri yapılan online alışverişlerin lüks tüketimin %6’sını kapsadığını söyleyen raporlar var. Diğer haberlerde, 2018’le beraber online alışverişlerin sadece ABD’de 86 milyar dolara ulaşacağı tahminleri boy gösteriyor. Çözüme biraz daha yaklaşan Chanel, 2016 sonunda e-shop’unu açacağını söylüyor. Yani denklemin kesin çözümüne hala uzaktayız. Sene başında moda sektörünün işleyişine savaş açan Vetements (yeni sitelerine rağmen hala e-shop’ları yok) ve ardından direct-to-consumer modeline terfi eden birçok marka hala online alışveriş tecrübesini tam anlamıyla destekleyemiyor ve işin sanal tarafını Net-a-porter gibi çok markalı platformlara bırakıyor. Tabii, en son SXSW dahilinde yeni petrol kabul edilen elle tutulur miktarda bir datadan, modaevleri böylelikle vazgeçiyor. Günün sonunda, stabil büyümelerine devam eden lüks pazarının dataya karşı gelir gibi görünen politikalarına rağmen bildiği bir teknik var. Zira Mart 2016’da Tracy Sun, San Francisco’dan bildirdiği yazısında sadece algoritmaların tüketici alışkanlıklarını çözmeye yetmeyeceğini söylüyor. Dataya dahil olan her bilgi kırıntısına rağmen çözümlemeyi yapmak için robotlar hala insan gücüne ihtiyaç duyuyor. Şimdilik.
Yazı:
Ayşecan İpek
CAN DO NO WRONG
Mini Andén, Hanneli Mustaparta, Helena Christensen, Caroline Brasch Nielsen, Frida Gustavsson, Freja Beha Erichsen, Nadja Bender ve Olsen kardeşler... Bu listeyi sizin telaffuz yeteneğinizi ölçmek için hazırlamadık elbette, amacımız cildi sağlıklı bir ışıltıyla parıldayan, her daim makyajsız gibi görünen ama aslında makyajlı olan, güzelliği sanki herkese otomatikman bahşedilmiş bir gerçeklik olarak kabul ettiren İskandinav kadınlarını hatırlatmak. En son ‘banya’nızı ne zaman aldınız bilmiyoruz ama aslen bir Rus geleneği olduğu halde İskandinav güzellik reçetelerine yazılan sauna ve buhar odası karışımı bu ritüel, sıcak-soğuk arasında oyunlar oynayarak organları ve cildi canlandırıyor. Soğuk demişken sahip olduğu haşin iklime, en iddialı cilt bakım ürünleri ve yoğun bir SPF kokteyliyle karşılık veren İskandinav markaları, işi asla şansa bırakmıyor. Gelenekselliğin her daim bir doz isyankarlıkla cevap bulduğu seçenekler mevcut: Danimarkalı Kirsten Kjaer Weis’ın kendi cildinde meydana gelen hassasiyetler ve sivilceler sonrası kolları sıvayıp hayata geçirdiği markası, organik makyajı modern, doğada çözülebilen, yalın ambalajlarla taçlandırıyor. Kırmızı kadife etkili Lover’s Choice Lip Tint, hepimizin listesine bir numaradan girmeli ve parmak uçlarıyla dudağa her gün uygulanmalı. & Other Stories’in Ben Gorham direktörlüğünde koleksiyonuna kattığı harika esanslar arasından Moroccan Tea ve Arabesque Wood’la ılık ve balsamlı kokular saçarken, ışık ve gölge konusunda ciddi bir ekonomi yaparak tüm cilt tonlarına uyum sağlayan Face Contour Cream’i çantanıza atabilir ve Tom Ford’a dolar işareti emojisi gönderebilirsiniz. Su yosunları, iyileştirici antioksidanlar ve minerallerle cildin yaşadığı strese anında son veren Skyn Iceland Pure Cloud Cream, bir masal kahramanından çok daha fazlası. Bir başka organik düet de İsveç’ten geliyor; Net-A-Porter’de satılmaya başladıktan sonra fenomene dönüşen Estelle&Thild, kurucusu Pernilla Rönnberg’in kızlarına armağan ettiği, ekolojik sertifikalı bir cilt bakım mucizesi. Anti-Redness Rescue Serum ve Multi-Nutrient Youth Oil, organik formüller ve yüksek teknolojiyi buluşturuyor. Daha da önemlisi işe yarıyor. Fazla uzaklara da gitmenize gerek yok, Londra Mondrian Hotel’de denenebilir. Freja Beja Erichsen’in geceden kalma, dalgası dozunda saçlarına bakıp kendini makas darbelerine teslim edenleriniz gerekli saç bakım ürünlerine de sahip mi acaba? Stockholmlu saç maestroları Sacha Mitic ve Juan Rosenlind de gücünü yine denizaltından, yeşil ve yosunlu bir yerlerden alıyor. Besleyici proteinlerin ve minerallerin 032
Fotoğraf:
John Strandh Şubat 2015 sayımızda Iamamiwhoami ile İzlanda’da yaptığımız çekimden.
dünyasına hoşgeldiniz! İşe Sachajuan Hair Paste ve Ocean Mist’li bir şekillendirme seansıyla başlayıp daha sonra derinlere inebilir, çay dikeni ve argan yağıyla zenginleştirilmiş Intensive Hair Oil’le yıpranmış telleri onarabilirsiniz. Markaya son olarak eklenen vücut ürünlerine de şöyle bir göz atın, zira Ginger Flower Body Wash, bergamot ve limonda bekletilmiş yabani çiçek buketi olarak tanımlanabilir. Cilt bakımında Danimarka’nın Siegfried’i olarak da tabir edebileceğimiz (saygılar Roy) Ole Henriksen, İskandinav marka yaratıcıları içinde ‘celebrity’ sözcüğünü nadir olarak kullananlardan. İmzası olarak kabul edilen Ole Glow’un gerçekliğine tanıklık edebilecek ünlü isimler mevcut, dolayısıyla bu iddiayı es geçmek bir hayli zor. Botanik özler ve kozmetik kimyasıyla 40 senedir haşır neşir olan Henriksen’in, Beverly Hills’de açtığı ilk spa’sı da 1975 tarihli. Doğal bitkiler, yağ asitleri, güçlü aktif bileşenler, balık yağı ve orman meyveleri... Henriksen’in çoğumuzun aksine kış soğuklarını hevesle bekliyor olmasında bu karışımın büyük payı var. Truth Serum Vitamin C Collagen Booster, kulağa Professor Snape’in dolabında gizlenen bir iksir gibi gelse de, ait olduğu yer sizin banyonuz. Yağsız, ince dokulu, cilt tarafından hızlıca emiliyor ve tüm gün boyunca bir antioksidan kalkanı oluşturuyor. Bu idealin üstüne bir de burnunuza hafif hafif değecek, sağlıklı ve enerjik citrus esansını ekleyin. Kuzeyin güzellik alışkanlıkları incelendiğinde, bizimle ortak bir ilgi alanına sahip olduklarını, soda ve sirkeyle arayı iyi tuttuklarını görüyoruz. Tüm bu listeye ekleyeceğiniz Viking yürüyüşleri, sabah akşam katılacağınız cilt koruma maratonları ve ‘az çoktur’ anlayışıyla İskandinavlaşma sürecini başlatabilirsiniz.
QUO VADIS HOMO SAPIENS? Yazı:
Gündüz Vassaf
The Sun, Yue Minjun, 2000 acrylic on canvas
Yer Harvard Üniversitesi. Yılın kayda değer araştırmalarının sunumu. Özellikle ilgilendiğim, genetik yapımızla ilgili konular. Darwin, nerden geldiğimizi yazarak dinleri sarstı. İngiltere’de o günlerde bir papazla politikacı: Papaz: “Doğru olamaz! Türümüzün kökeninde maymunlar olduğunu söylüyor!” Politikacı: “Duydum. Doğruysa mutlaka halktan gizli tutmalıyız.” Küresel ısınma tehdidinde, Demokrasinin kapitalizmi denetleyememesinde, İdeolojilerin çöküşünde, Savaşın vahşetinde, Ulus devletin miyadını doldurmasında, Gezegenimizin güvensiz ortamında... Aydınlanmayla çökmeye yüz tutan, Geçmişin küllerinde kıvılcım arayan, Terörizminde beslenen, Popülist politikacıların sığındıkları Dinler, Yeniden revaçta. Harvard’da katıldığım toplantıda benim gibi birçok kişi şimdiye dek karşılaşmadığı sorular karşısında şaşırdı. Neredeyse her tebliğ sonunda farklı kişiler farklı kelimelerle aynı soruyu sordu. Belli ki önceden aralarında örgütlenip, çağdaş misyoner taktikleriyle mesajlarını yaymak için toplantıya gelmişlerdi. Hepsi, türümüzde özel bir gen olması gerektiği varsayımıyla tanrının bilimsel olarak kanıtlanmasının peşindeydi. Eski Mısır uygarlığının tarihimizin en uzun ömürlü dini dahil, kültürümüzden yüzlerce din geldi geçti. Günümüzde, özellikle yeni kuşaklarda, dinlere aitlik tarihe gömülmekte. 034
Dinimiz olmaması eksiklik mi? Dinleri, yaşamımızın doğal bir uzantısı saydığımızın farkında mıydınız? Kolu olmayan; kolsuz. Bacağı olmayan; bacaksız. Dini olmayan; dinsiz. Parasız kelimesini de ilk Likya’da para icat edildikten sonra kullanmaya başlamışız. Paralılarla parasızlar... Dinlilerle dinsizler... Türümüzde dinlere inancımızın nedenini bulabileceğimizi sanmıyorum. Sormak bile abes. Ölüm korkusuyla açıklayabilir, başka bir alemde yerimiz olabileceği düşleriyle inancımızı ibadetle pekiştirdiğimiz söylenebilir. Esas sorun yaratılışı açıklayabilmekte. Kimileri için bu kelime kutsal. Einstein, Leonardo, Mozart gibi dahilere yaratıcı demekle, tanrılarına karşı günah işlemiş olabilecekleri inancındalar. 21. yüzyılda işleri zor. Mantık ve inanç jimnastiklerinin yeni bir açıklamasını yapma konumundalar. Bırakın ‘Tanrı var mı, yok mu?’ tartışmasını, Darwin’in pabucu dama atılmak üzere. Yanlış olduğundan değil. Yeryüzünde tek hücrelilerle başlayan 3900 milyon yıllık evrimin sonu gelmekte. Bizler bildiğimiz insan türünün son örneklerindeniz. Canlıların geleceği artık ne tanrının suretinin hükmünde, ne de Darwin’in Evrim Teorisi’nin... Geleceğimiz, gen mühendislerinin yaratıcılığındaki laboratuarlarda. İnsan vücudunun hastalık ve kaza sonucu eksikliklerini yapay parçalarla ve başka canlıların organlarıyla takviye etmeye çoktan alışmıştık. Üç boyutlu yazıcılarla organlarımızı imal etme konumundayız. Evet, bunlar zaten olanın taklidi. Bildik insan modelini temel almakta. Günümüzdeyse çeşitli yaratıkların kalıtımsal özelliklerinden yararlanmamız gündemde. Hayran kaldığımız kedilerimizin yeteneklerinin arkasında yatan genleri, yarasaların radarlarını, fillerin belleğini, deniz analarının ölümsüzlüğünün arkasında yatan bio-kimyasal oluşumları bir bulduk mu, sıra insanda. Yeni insana hazır mıyız? Homo Sapiens’in yeryüzünde tarihi en fazla 95,000 yıl. Milyonlarca yıllık başka türlere göre emekleme çağında sayılmayız. Ve henüz ilk adımızı atma olgunluğuna erişemeden, laboratuar deneylerimizden saldığımız buluşlarımızın uygulanmasıyla, başka canlılarla birlikte türümüzün sonunu da getirebilmemiz uzak bir ihtimal değil. Bencil, sabırsız bir türüz. Hemen her şey olsun istiyoruz. ‘Fast food’ tüketim hızında yaşıyor, seviyor, rüya görüyoruz. Kısacık ömrümüzde tarihi değiştireceğim megalomanisinde günümüzü batırıyoruz. İnsanı kahramanlaştırıyoruz. Biziz, ‘tarihte ilk defa’ nakaratımıza doymayan, Biziz en büyük aşkla tatmin olmayıp onu bir daha, bir daha, yaşamayı kovalayan, Biziz cennet düşleriyle kendimizi ölümsüzleştirmemiz yetmiyormuş gibi adımızı şunu bunu yaptı diye ölümsüzler listesine kazımak isteyen, Her ölünün arkasından seni unutmayacağız deyip unutulmayacağımızı zanneden, Kutsal dediğimiz kitaplarımızda diğer canlıları aşağılayan, Ahlak kelimesini icat eden ahlaksız bir türüz. Yetti bu hız. Yetti dinlerimiz, hedeflerimiz, teknolojimiz, kahramanlarımız. Gün yavaşlamanın, haddimizi bilmenin günü. Tchoang-Tse (M.Ö. 369-286): “Ardında iz bırakmamak, yere basmadan yürümekten daha kolay.” 035
Sorularımıza Motu Tane adasından, babunların yanı başından cevap veren bu vizyoner, Kabuki fırçaları ve parmak uçlarıyla yalnızca makyajsız yüzleri değil moda ve güzellik sektörünü de şekillendiriyor. Orgasm, Dolce Vita, Laguna, Copacabana, Schiap, Exhibit A gibi klasiklerle bir sonraki randevunuzda, François Nars’ın bu ürünleri sıfırdan yarattığını, isimlendirdiğini, kampanyalarını fotoğrafladığını, onları sayısız kere podyuma taşıdığını, kitaplara imza attığını hatırlayınız.
Röportaj:
Ayşecan İpek Fotoğraf:
Nars Cosmetics
036
FRANÇOIS NARS
Renk, doku ve ambalaj... Nars’ın en güçlü silahları hala bunlar mı? Bir de isimler. Ürünleri yaratırken kimyagerlerimizin sınırlarını zorlamalarını istiyorum, ben de onları hep tek bir amaç için zorluyorum: Renklerin ambalajlarından çıkıp dudak, göz ya da tene taşındığında aynı kalabilmesi. Nars hızlı büyümesine rağmen içindeki gençlik duygusunu asla kaybetmedi. Bu, şirkette de böyle. Çok küçük bir grupla çalışıyorum, benim vizyonumu, bakış açımı tamamen sahipleniyorlar ve daha da önemlisi bu algıyı ürüne çevirebiliyorlar. Kampanyaları benim çekmemin sebebi de bu, yaratıcı sürece çok fazla insan dahil olursa konseptin sivri köşeleri kayboluyor.
1
İsimlerden bahsettin, 20 senedir ürünlerine, onlarla gerçekten de eşleşen ikonik isimler bulmakta zorlanmıyorsun. Bir gün bu hayali stoğun tükenmesinden korkmuyor musun? Nereye gidersem gideyim yanımda her zaman bir Hermès defterim olur. Ona 24 saat boyunca sürekli bir şeyler karaladığımı söyleyebilirim. Gecenin yarısı uykumdan uyanıp bir far ya da ruj için aklıma gelen bir ismi yazarım. Hep yeni isimler bulmaya çalışırım. Edebiyat, sinema, opera, seyahatlerim, doğa, şiirler, bazen sokaklar bile bana ilham verebiliyor.
2
Hiçbir Nars ürününün ismi, onu tanımlamakla ilgilenmiyor. Bu gizemli özgüven, senin özellikle yansıtmak istediğin bir şey miydi? Ürünlere bir karakter ve kimlik kazandırmak benim için hep daha önemli oldu. Ve tabii ki koyduğum isimlerin insanların aklına kazınmasını istiyorum. Bunlar, seni başka bir dünyaya götürmek, hayal etmeni sağlamak için var. Müşteri bir ürün satın alırken aslında bir kimlik de satın alıyor, bu da renklere eğlenceli bir cazibe kazandırıyor.
3
2000 yılında şirketini Shiseido’ya sattın ve kendine Fransız Polinezyası’nda bir ada satın aldın. Bu aralar tüm vaktini orada geçiriyorsun, nasıl bir deneyim oluyor? Pillerimi şarj etmek için gittiğim bir yer, Motu Tane. Sahile yürümeyi, bahçeyle uğraşmayı, doğayı izlemeyi seviyorum. Yapacak hiçbir şey bulamadığımda günbatımlarını ya da babunları izliyorum. Müzik dinliyorum, fotoğraf çekiyorum, kitap okuyorum, eğer dışarıda yağmur yağıyorsa film izliyorum. Bazen de gerçekten hiçbir şey yapmıyorum, ve bunun yaratıcılığıma büyük katkısı oluyor. Adada asla sıkılmıyorum, bir sebeple günler sandığımdan çok daha hızlı geçiyor ve bu güzel bir his.
Nars, Audacious Collection, Spring 2017
4
Nostaljik ya da nostaljiye meyilli bir insan mısın? Biz sanatçı ruhlar için gelecek tabii ki çok önemli ama ilham aldığımız yerin geçmiş olduğunu düşünüyorum. Doğam gereği nostaljik olduğum doğru, modanın geçirdiği sihirli dönemleri hatırlamayı seviyorum, 30’lara ve 70’lere yeniden ışınlanmak hoşuma gidiyor. O dönemlerde yaratıcılık nefesle alınıp verilen bir şeymiş. Ancak geçmişin tuzağına takılmamak için mutlu bir araç bulmak, onu uygulamak şart.
5
Herhangi birine herhangi bir saatte vereceğin en temel makyaj tavsiyesi ne olurdu? Kurallar sıkıcıdır, ama makyaj bazen ‘çok fazla’ olabiliyor. Parlak dudaklar, dumanlı bir göz makyajı ve sert hatlarla belirginleştirilmiş elmacık kemikleri aynı yüzde tabii ki bir araya gelebilir, bu manzara şık olmayı başarabilir. Eğer doğru zamanda doğru yerde uygulanmışsa.
6
Orgasm allığı yaratırken onun bir gün bu kadar ünlü olacağını ve satış rekorları kıracağını tahmin ediyor muydun? Hayır, asla. Böylesine büyük bir hit olacağını sanmıyordum. Ürünleri yaratırken hepsine aynı gözle bakarım. Yani renklerle bir puzzle yapıp, onu sonradan parçalara ayırırım. İlk allık serime isim verirken aşk ve tutku etrafında dönen bir sözlük kullanımı tercih etmiştim, çünkü bana göre en temel ihtiyaç buydu. Orgazmın ve dolayısıyla seksin insanların hayatında önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum.
7
037
Son kitabının fotografik bir otobiyografi olduğunu söyleyebiliriz. Son sayfanın ardından seni ne bekliyor? Gelecekle ilgili fazla düşünmemeye, ondan fazla bir şey beklememeye çalışırım. Mesleğim gereği yarım sene ileride yaşıyorum ama hayatımın genelinde şimdide kalmak benim için önemli. Geçmişi kutlar, bugünün tadını çıkarırım.
8
1994’e geri gidip çektiğin ilk Nars kampanyasını bugünün makyaj anlayışıyla karşılaştırdığımızda yeni makyaj tekniklerinin icat edilmediğini, halihazırda var olan yöntemlere ‘strobing’ ya da ‘contouring’ gibi yeni isimler verildiğini fark ediyoruz. Endüstri kendini tekrar ediyor mu sence? Her ne olursa olsun, bugün, daha fazla ve daha farklı ürünlere erişebiliyoruz. Makyajla uğraşan herkes tercihlerinde daha detaycı ve kişisel olabiliyor çünkü bu kaprisleri karşılayacak bir ürün gamı mevcut. Teknolojiden faydalanmak şimdi çok daha kolay. O dönemlerde, bir kampanya çekiminde altı farklı fondöteni birbiriyle karıştırarak kafamızdaki rengi ve dokuyu elde etmeye çalışıyorduk, bugün ise her cilt tonuna ve tipine uygun bir fondöten bulunabiliyor. Markamı kurmamın en büyük sebeplerinden biri de buydu, kısıtlanmış hissediyordum. Nars’ı yaratarak daha önce denenmemiş renkler keşfetme, böylece kendime sınırsız bir palet sunma şansım oldu.
9
038
Geçtiğimiz sene Marc Jacobs defilesinde bir ilke imza atarak modelleri podyuma sıfır makyajla çıkardın. Kendini insanları şok etmek konusunda istikrarlı buluyor musun? Güçlü başkaldırılarda bulunmayı seviyorum. Marc, makyajın minimal olmasını istiyordu. Ben de dönüp “Makyajı tamamen eleyelim mi?” dedim. Nemlendirici dışında hiçbir şey, tek bir makyaj malzemesi bile kullanmadık. Böyle bir şeye Marc’tan başka kiminle kalkışırdım, bilmiyorum. Onunla her zaman uçlarda gezinebiliyoruz. Bugüne kadar sayısız çılgın ve vahşi görünüme imza attık, modelleri kapatıcı ya da dudak parlatıcısı bile olmadan defileye çıkarmak, bu hiçlik, sanıyorum en iddialı işimiz oldu.
10
Hala moda dergilerini okuyor musun? Evet, tabii ki. Moda her zaman beni en çok etkileyen alan oldu. Onunla kafayı bozmuştum; benim temel motivasyonum ve ilhamım haline gelmişti. Makyajla ilgilenmemin tek sebebi beni moda endüstrisine dahil edecek olmasıydı. Özellikle 70’ler, ciddi anlamda kafayı modayla bozduğum bir dönemdi. Hem modada hem de güzellik sektöründe yaratıcılığın uçsuz bucaksız olduğu, kimsenin yeniliklerden korkmadığı, heyecan verici bir dönem... Parçası olduğuma hep seviniyorum.
11
Yarattığın ve fotoğrafladığın tüm Nars kampanyaları içinde diğerlerinden sıyrılan biri var mı? Klişe bir cevap ama içlerinden birini seçmek çok zor. Her sene, yılda iki kere kampanya çekimlerini yapıyorum. Her seferinde harika zaman geçiriyorum, sanki çalışmak için buluşmamışız gibi... Kampanya çekmek özellikle hoşuma gidiyor, renklere ve ürünlere yaşayan, hayata ait bir imaj kazandırdığımı hissediyorum. Sanki o dakikadan itibaren var olmaya başlıyorlar.
12
Nars kampanyalarında hep güçlü isimlere rastlıyoruz, bu bir yenilik değil. Bu sezon Aya Jones, diskoya göz kırpıyor. Bu özel kadınları hangi kriterlere göre seçiyorsun? Bu sonbaharın Aya’ya ait olmasını istediğimi bir şekilde biliyordum. Onu ilk gördüğümde, bu kız inanılmaz dedim. Güzelliğini tartışmaya zaten gerek yok ama onda başka bir şey daha vardı. Uluslararası bir çekiciliği var, belki de bu bir ülkede doğup başka bir ülkede büyüyüp, bambaşka bir ülkede yaşıyor olmasından geliyor. Çoklu kültürleri ve macera duygusunu seviyorum, dünya vatandaşı olma fikri hoşuma gidiyor.
13
Yazı:
Fatih Özgüven
ŞAHANE KÜSTAH
Paris, Petit Palais’de açılan Oscar Wilde: L’Impertinent Absolu sergisi, 15 Ocak’a kadar sürecek; yolu bu şehre düşenlerin görmesi gereken bir sergi... Küratör Wilde’ın torunu Merlin Holland; ayrıca, L’Impertinent Absolu, Paris’le sanatsal ve fiziksel ilişkisi birçok Britanyalı sanatçıdan daha sıkı olan Wilde hakkında Paris’te açılan ilk sergi. Wilde, Türk okurları için de tanıdıktır. Çocukluk kitaplarımız arasında Wilde’ın masalları şu ya da bu şekilde mutlaka bulunur. Mutlu Prens’i, Yalnız Dev’i, Gül ile Bülbül’ü okumayan kitap meraklısı çocuk yok gibidir. Wilde’ın masalları insanın içine işler. Charles Dickens’la da çağdaş olan yazar, her ne kadar ayrıcalıklı bir hayata adım atmışsa da, gününün mutsuzlukları, toplumsal adaletsizlik, hoşgörüsüzlük gibi temaları derinden hissetmiş, masallarında hissettirmiştir. Oscar Wilde’ın bir diğer özelliği de nüktedan, taşı gediğine koyan kamusal kimliğidir. Zaten serginin adı Türkçede ‘Mutlak -ya da Muhteşem- Küstah’ gibi bir anlama geliyor, ki bu da Wilde’ın söz konusu şöhretine atıf niteliğinde. Sanatla içli dışlı İrlandalı bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Wilde’ın üzerindeki en önemli etkiler başlangıçta yazıdan da öte resim, tiyatro vb. alanlardı. Önceleri estetisizm/sembolizm akımının etkisindeki gününün ressamları ya da sahne performansları hakkında yazılar yazmakla işe başlayan Wilde, ayrıca kendisi bir tür ‘star’ olmuş ilk edebiyat adamlarından biridir. Kişiliğinin karikatürlere, gazete haberlerine konu olan bu yönü, o zamana kadar görülmemiş bir ‘olay’la, yazarın Amerika turnesiyle de taçlanmıştır. Wilde’ın bugün bildiğimiz ipek çoraplı, redingotlu, şık bastonlu havalı portrelerinin birçoğu bu turnede çekilmiş fotoğraflar. Sosyal vicdan, nüktedanlık ve güzellik arayışı... Birbirleriyle çelişir görünen bu üç mesele Oscar Wilde’ın hayatını ve yapıtını belirlemiştir. Ünlü romanı, estetizmin el kitabı sayılan Dorian Gray’in Portresi, kahramanı Dorian Gray’in güzellik ve bencillik arasında sıkışan ömrünün tüm tortusunun bir tabloda biriktiğini hayal eden, bugün fantastik denebilecek bir eserdir. Genç denebilecek bir yaşta evlenen, çocuk sahibi olan Wilde, eşcinselliğini hayatının geç bir döneminde farkeder. Cinselliğini önce nispeten kapalı sonra açık yaşayan ilk kamusal figürlerden biri olması da hikayesinin önemli bir parçasıdır. Özellikle iyi kurulmuş, nüktedan ve cüretkar piyesleriyle Londra sosyetesinin gözbebeği olan ‘şahane küstah’, aristokrat bir ailenin oğluyla yaşadığı aşk ilişkisi sonucu 040
Fotoğraf:
Napoleon Sarony Oscar Wilde, 1882
yargılanır ve hapse girer. Geç döneminin olgun eserleri De Profundis ve Reading Zindanı Baladı’nı da bu deneyimin ertesinde yazar. Hapisten sonra yaşamını Paris’te sürdürür, orada ölür ve gömülür. Paris ve Fransa, Wilde için, yaşamdan ölüme kadar bir özgürlük alanı olmuş. Bu yüzden serginin Paris’te açılması anlamlı. Oyuncu Sarah Bernhardt’dan ressam Gustave Moreau’ya, en etkilendiği yazar Huysmans’dan çağdaşı Pierre Louys’a kadar Paris ve Fransız kültürü Wilde için bir nefes alma ve esinlenme alanı niteliğindedir. L’Impertinent Absolu sergisi, Wilde’ın elyazmalarından dava kayıtlarına kadar hiç görülmemiş birçok belge içeriyor. Yanı sıra, etkilendiği, tanıştığı, ahbap olduğu birçok Fransız sanatçının tablolarını, portrelerini, imzalı ilk baskılarını, Wilde’ın Fransızca olarak onlara yolladığı notları da... Serginin yer aldığı salonların her birinin duvarında Wilde’ın nükteli bir cümlesi bulunuyor ve bunlar salonların temalarını özetliyor. Sergide, koleksiyonundan yararlanılan kurum ve kişiler arasında Türkiye’den Wilde koleksiyoneri Ömer Koç’a ait parçalar da var. Wilde’ın André Gide’e imzaladığı bir eseri ve benzeri ilginç parçalar bu koleksiyondan.
ADALET Mİ, KAHRAMAN MI? Yazı:
Ali Akay
Seza Paker, The Last European, 50x70 cm, 1996-2010, Triptik, photo installation (detay)
1980’li yıllarda yükselen bir neo-liberal ekonominin içinden geçen Hollywood sineması bize toplumdan kopmuş, kendi davranış ahlakını kendi başına seçmiş bir ethos’u ön plana çıkaran kahraman tipini yaratmıştı. En çok bilineni ise Rambo adıyla anıldı; ancak bu sadece ilk karakter gibi durmakta diğerleri bunu izlemekteydi. Daha 1970’li yılların sonunda Charles Bronson’ın bazı filmleri yalnız kahramanları öne sürmekteydi. Bir anlamda “yalnız kovboy” tipi olan Red Kit’in takipçileri olarak düşünülebilecek bu kahramanlar kendi başlarına, kendi kuvvetlerinde adaleti yerine getiren kahramanlar olarak ortaya çıktığı vakit, “kanun namına...” diye seslenen kovboy filmlerindeki şeriflere nazaran modern dönemlerde, adalet saraylarının olduğu, mahkemelerin işlediği bir şehir kültürünün kahramanları olarak kovboylar ethos’larını şehir ethos’u haline getirmekteydiler. Bu dönem içinde aslında şehirlerdeki güvenlik sorunları gündeme getirilmekteydi. Çetelerin hakim olduğu mahalleler, mahalle örgütlerine karşı adalet sorusunu soran bu kahramanlar neoliberalizmin kahramanları olarak arenaya çıkmaktaydılar. Bu bakışa göre Rambo bir ethos sahibiydi: Sert, adaletin krizli dünyasında toplumsal alanda güvenliği sağlamaktan aciz, para yiyen güvenlikçi polis dünyasına karşı bireysel savaşın başlangıcı olarak ortaya çıkan, Amerikan yaşam biçimine eklemlenmiş olan bir kahraman gündeme getirilmekteydi. Bu kahraman tipini ortaya çıkaran Hollywood sinemasının yanında Fransız sineması da bu tip kahramanları toplumsal alana uygulayan filmler yapmaya başladı. 1970’li yılların ikinci yarısından sonra söylem düzeyinde gelişen ve siyasi olarak da 1980’den sonra, önce İngiltere ve ABD’de oluşan neo-liberal ekonomiye göre, 042
güvenlik ilk sorun olarak gözükmekteydi. Güvenlik söylemi olarak ortaya çıkan bu söylem nüfus kontrolünden geçen bir yeni siyasi anlayışa yaslanarak, şehir kültürünün içine doğa yasalarını da taşıyan bir şiddeti ve karşı şiddeti gündeme getirmekteydi. 1982 yılında yapılan filmin adı: İlk kan olarak hatırlanmakta mıdır hala? Sanırım, Rambo olarak hafızalarda kalmıştır. Karakterin kendisi bir kahraman olarak hatırlanmaktadır. Küçük bir özet: Vietnam gazisi John Rambo (Sylvester Stallone) bir dağ kasabasında şerifin tacizine uğrar. David Morrell’in kitabından sahneye uyarlanan film kahramanı dinlenmek istemesine rağmen sürekli şerifin ona terörist muamelesi yapması karşısında hapse düşer. İşkenceye maruz kaldığında, Vietnam Savaşı’nda başına gelen işkenceler gözünün önüne geldiğinde, karakolu darmadağın ederek oradan kaçar. Vietnam gazisini küçümseyen polisler artık onun doğal kuvvetine, komando ethos’una maruz kalmaya başlarlar. Rambo kimseyi öldürmeden tek tek polisleri bertaraf etmeyi bilir ve bu bilgisini uygular. Filmin sonunda eski albayının sözünü dinleyerek darmadağın ettiği kasabaya dönüp teslim olmayı kabul eder. Bu film bir ilk örnek olarak bir yandan savaşın getirdiği sorunları ortaya koymaktayken, diğer yandan da Rambo’nun ethos’unun haklılığına seyirciyi ikna ederek, onu kahramanın yanına çağırdığında, film işlemeyen bir adalet sisteminin içinde yaşanmakta olduğunun altını sıkıca çizer. Güvenlik toplumuna olan güven risklerin çoğalmasından da geçmektedir. Bu kahraman, olaylar ABD’de geçtiğinden, bu ülkedeki refah toplumu diye adlandırılan ve Amerikan yaşam biçimi diye sunulan “tüketim toplumunun” yumuşak karınlı dünyasından da uzaklaşılmakta olduğunu göstermektedir. Adalet artık bir isim olarak durmaktadır. Güvenlik görevlileri işlevlerini yapamayacak kadar kirlenmişlerdir. Para yiyen, keyfi kararlar veren, şiddeti şiddetle çağıran bir toplumun yapılanmaya başladığını da göstermektedir. Kahramanlar tek başlarına adaleti sağlayabilirler; ama, yine de, bu kahramanların adalet sistemi adilliği bozacağından dolayı, bizim kanunlara boyun eğmemiz zorunludur. Kant’ın Aydınlanma Dönemi ahlak anlayışının içinden geçemeyen bir toplum vardır artık önümüzde. İncelenmesi gereken, ekonomik olarak işlerliğini yitiren bu alan, artık, bireysel çıkıntılara bırakılmış gibidir. O halde, alan hem risklidir (Ulrich Beck bu yılların hemen ardından Risk Toplumu adlı kitabını yayınlamıştır) hem de güvenlik üzerine kurulu bir başka kavram çıkmıştır karşımıza (Biyo-politika- Michel Foucault’nun neo-liberal ekonomileri incelediği Güvenlik, Toprak Nüfus çalışması 1977-78 yıllarına tekabül etmektedir). Adalet burada paylaşılamaz hale gelir; çünkü güven kaybına uğramıştır. Kahramanlara ve bireysel yalnızlıklara açılarak değil de toplumsal vaziyette birlikte nasıl üretebilir, konuşabilir ve yaşayabiliriz? Haberlere baktığımızda, yıllarca, hep gündelik olaylar arasında bu tip adalet koruyucularının ortaya çıktığını gördük; ama bugün artık insanların korktukları, bomba ve terör korkusuyla güvenlerini yitirdikleri, kahramanlık ilkelerinin artık geriye itildiği ve kahramanların sadece film sahnelerinde veya gerçekte savaş anlarında ortaya çıktığı ve sonları ölümle biten hikayeleri duymaktan başka bir şey yapamaz vaziyete girmedik mi? Üzücü olan da bu değil mi? Duyuların paylaşımı veya payı olmayanların duyularının paylaşımı derken, paylaşılamaz olana geldik. Kaybettiğimiz: Serbest bir yaşam, sevilen bir hayat ve sağlıklı bir insan grubunun bir arada yaşaması ve bir zamandır kaybolan insanların birbirlerine olan saygı ve nezaketin varlığını yeniden bulmak. Bunun yanında: Aşk, kadınlık, erkeklik, bedenler, özneler, bireyler, ruh titizliği, tin temizliği vb. Nasıl her birimiz tarafından kurulabilecek ki, bütün bunlar yan yana gelip, durabilip, serbestçe yaşayabilsinler. Bugün, yalnız bir kahraman sorusunun ardından ortaya çıkan sorunlarla karşı karşıya kalan bizler toplum veya topluluk içinde nasıl yaşayacağımızın sorularını sorup, soruşturup duruyoruz. Rambo filminde olduğu gibi adalete olan inanç sekteye uğrayıp, yıkıldığında, herkes kendi adaletini yapmaya kalktığında, hakimlik kuruluna güven kalmadığında ortak duygu paylaşımı olan bir adalete nasıl inanacağız? Evrensel hukuk ilkelerine göre nasıl yaşayabileceğiz? Veya, artık büyük bir krize girmiş olan evrenselden çıkıp, belki de, birden fazla evrensel arasındaki ilişkiyi nasıl sağlayabileceğiz? Ki, bu saygı ve nezaket toplumlarımıza geri gelsin. “İnsanlık” dışarıdan içimize, bizi çağırmalı, duyuların paylaşımı için seslenmeli. Edebiyatla, sinemayla, sanatlarla, şiirle ve bilhassa yaşamın kendisiyle... Bir tohum düşse toprağa ve ağacın büyümesi gibi yeşerse dallanıp, ayrılıp, çeşitlenip, budaklanıp, çoğalarak büyüse ve yeniden dünyaya, hayata, adalete, insanlara olan imanımız ve inancımız tekrar oluşsa, yeşerse ve çiçeklense, tıpkı basit bir ütopya gibi. Bir düş görsem: Başarabiliriz. Ve de, uyansam artık. 043
Y/Project, 2010 yılında Yohan Serfaty’nin ustalık eseri olarak kuruluyor. Aynı yıl içerisinde Glenn Martens, bir önceki cümlenin gizli öznesi, aslında bu hikayenin başrol oyuncularından birisi olduğunun henüz farkına varmadan, moda sektörüne sıradışı bir bakış açısı getirmek istiyor ve yaşanan zincirleme olaylar onu önce Y/Project’in Kreatif Direktörü, sonra moda sektörünün en etkili isimlerinden biri haline getiriyor.
Röportaj:
Utku Palamutçu Fotoğraf:
Arnaud Lajeunie
044
GLENN MARTENS
Glenn, şu an neredesin? Belçika’da bir stüdyoda, Y/Project’in İlkbahar-Yaz 2017 koleksiyonu için kampanya çekimindeyim. Köklerime döndüğüm ve çekimi burada organize ettiğim için çok mutluyum.
1
Geçtiğimiz ay Tim Coppens ile röportaj yaparken, kendisi Antwerp’in moda sektörü için bu kadar ilgi çekici bir şehir haline gelişini çok ilginç bulduğundan bahsetti. Sen bu durumla ilgili ne düşünüyorsun? Sadece Antwerp özelinde konuşmak bir kenara, genel olarak Belçika’nın moda sektörü için önemli bir yere doğru yol aldığını düşünüyorum. Belçika oldukça genç bir ülke, ancak vakti zamanında farklı ülkelerin kontrolü altına girip çıkmış olması, ülkenin kendine has bir geçmişe sahip olmasını engelliyor. İtalya’nın ya da Fransa’nın sahip olduğu miras, Belçika için geçerli değil. Ancak işe olumlu tarafından bakarsak, bu Belçika’yı daha geçirgen ve uyumlu bir ülke haline getiriyor. Haliyle yeni nesil, farklı ülkelerin kültürel değerlerini tek bir çatı altında birleştirme fırsatı buluyor ve ortaya bambaşka bir perspektif çıkıyor. Söz konusu perspektif, moda sektörünü de olumlu etkiliyor.
2
Moda tasarımcısı olmak, sonradan öğrenilebilir bir şey mi, yoksa bu, doğuştan gelen bir yetenekle ilişkilendirilebilir mi? Sektördeki pek çok insan aslında doğuştan yetenekli. Hatta şunu söyleyebilirim ki bu insanların çoğu benden kat kat daha iyi iş çıkartıyor. Ama iyi bir tasarımcı olmak için ister yetenekli olun ister işi ustalarından öğrenin, bunların yeterli olmayacağını aklınızın bir köşesine yazın. Doğru ilişkilere, hatta doğru yerde doğru zamanda olmak gibi bir mucizeye ihtiyacınız var. Tabii bir de sektörün dişli isimleri arasında motivasyonunuzu kaybetmemeniz gerekiyor. Ancak o zaman iyi bir şeyler yapabilirsiniz.
3
Peki son zamanlarda tasarımcı olmaya dair yeni bir şey öğrendin mi? Öğrenme süreci asla son bulmayan bir sektörden bahsediyoruz, bu yüzden tabii ki her geçen gün yeni bir şeyler öğreniyorum. Neredeyse her gün, moda sektörünü derinden etkileyen insanlar, trendler, konseptler hayatımıza giriyor. Bunlar bize sadece ilham vermekle sınırlı kalmıyor, işin tekniği, kültürel değerleri ve geleceğiyle ilgili ipuçları da gösteriyor ve haliyle, sürekli devinim içerisinde olan bir sektörde tutunmak için öğrenme sürecine dahil olmak zorunda kalıyorsunuz.
4
Fotoğraf:
Matthieu LemaireCourapied Y Project, SS 2017, backstage
Y/Project’in Kreatif Direktörü olarak çalışmaya başladıktan sonra, neden kendi markan için tasarlamayı bıraktın? Y/Project için çalışmaya başlamadan önce, tamamen bağımsız bir şekilde hareket ettiğim kendi markam için yoğun bir çalışma temposuna sahiptim. İşler değiştikten ve başka bir modaevi için tasarlamaya başladıktan sonra, ikisinin birbirinden tamamen farklı ve alakasız markalar olduğunu fark ettim. İkisi için de farklı insanlar hedef kitleyi oluşturuyordu ve aradaki bu fark beni seçim yapmaya itti.
5
045
Kendi markanı kurmadan önce Yohan Serfaty’ye asistanlık yapıyordun, yani aslında Y/Project’in kuruluşuna tanıklık eden insanlardan birisiydin ve kendisi öldükten kısa bir sonra Y Project’in başına geçtin. Bunun Yohan’ın vasiyeti olabileceğini hiç düşündün mü? Yohan’la çalışmaya başladığımda Y/Project’i hayata geçirmek aklında yoktu. Farklı isimlerle işbirliği yapıyordu ve onunla çalıştığım dönemde İstanbul menşeli bir markayla çalışıyordu. Sürekli olarak Paris ve İstanbul arasında seyahat ediyorduk ve bir süre sonra İstanbul’a taşınma kararı aldım, yaklaşık bir yıl boyunca Cihangir’de yaşadım ve aslında hayatımın en çılgın ve güzel dönemini Yohan’la birlikte geçirdim. Yohan vefat ettikten sonra, ortada yeni kurulmuş, büyük başarılar vaat eden bir marka kaldı ve Yohan’ın yakalamak istediği duruşu anlayabilecek, onu yakından tanıyan bir insanın dümene geçmesi gerekiyordu. Yani bu Yohan’ın vasiyeti değil, markanın hayatına devam etmesi için olması gereken şeydi.
6
7
İlk iş gününde tasarım ekibiyle çalışmaya başladığında, sence ekip seni
sevdi mi? Ekip oldukça zor bir süreçten geçiyordu, sonuçta değer verdikleri, saygı duydukları ve görmeye alıştıkları bir insanı kaybetmişlerdi. Ancak, aynı hissiyata Yohan vefat ettikten sonra da devam ettikleri için markaya olan bağları oldukça güçlüydü. Bu yüzden kısa sürede ekiple iyi ilişkiler kurup, iyi iş başardık. Benim yerime başka birisi geçmiş olsaydı da şey olurdu diye düşünüyorum.
046
O zaman sana miras kalan değerler neydi? Her şeyden önce, Y/Project’in beklenmedik parçalar tasarlama arzusunu ortadan kaldırmamak için elimden geleni yaptım. Tıpkı Yohan’ın parasomnia hastalığını ilham kaynağı olarak aldığı sezon gibi, insanları şaşırtacak şeyler üzerine odaklandım. Bir yandan, marka erkek tasarımları yapmak için kurulmuş olmasına rağmen, pek çok kadın müşterisi de mevcuttu. Yohan aynı güçlü duruşu kadın koleksiyonlarına aktarmak istiyordu ve buna odaklanmak benim görevimdi. En önemlisi, lüks algısını oluşturmak için kullandığı deri parçalara ağırlık vererek, daha keskin ve daha güçlü koleksiyonlar hazırlamak için epey uğraştım. Ne yalan söyleyeyim, sonuç gayet başarılı oldu.
10
Y/Project’e dair değiştirmek istediğin ilk şey ne oldu? Hiçbir şeyi değiştirmek istemedim.
8
Neden? Çünkü benden beklenen şey, markaya yeni bir kimlik kazandırmam değil, aksine Yohan’ın yarattığı duruşu güçlendirmemdi.
9
Hazır erkek koleksiyonlarının başarısından bahsetmişken soralım, her ne kadar değişiklik yapmadığını söylesen de Yohan’ın aksine, defilelerde kadın ve erkek koleksiyonlarını birlikte sergilemeye başladın. Dönemin en büyük trendine mi uyuyorsun yoksa gerçekten kadınlar ve erkekler için ortak bir gardırobun mümkün olduğuna mı inanıyorsun? Aslına bakarsanız, ortak bir gardırobun mümkün olduğuna gerçekten inanıyorum. Kendi markam için tasarım yaparken buna inanıyordum, Yohan’ın erkek koleksiyonu kadınlar tarafından satın alındıkça bu inancım giderek arttı. Eğer kadınlar erkek koleksiyonundan parçaları giyebiliyorlarsa, o zaman defilenin de bunu desteklemesi gerekiyor diye düşündüm. Markanın kimliğinde yer alan ve üzerine ikinci bir kez düşünmeye gerek duymadığımız bir fikri hayata geçirdik hepsi bu. 2013 yılından itibaren bu fikri desteklediğimizi düşünürsek, aslında insanlara cinsellik eğitimi verdiğimizi söyleyebilirim. Hatta diğer markalara da kadınların erkek kıyafetleri ve erkeklerin de kadın kıyafetleri satın alabileceği gerçeğini öğrettiğimizi söylemek en doğal hakkım.
11
Ortak bir gardırop fikri bir kenara, erkek koleksiyonunda sergilediğin transparan, çiçek motifli atlet, kimi tasarımlarının sadece defile odaklı üretildiği hissiyatını yaratıyor. Bu minvalde, estetiğe mi yoksa fonksiyona mı daha çok önem veriyorsun? İkisine de eşit uzaklıktayım. Tabii ki görsel kimlik yaratmak için uğraşıyoruz, defilede sergilenecek kombinleri hazırlarken insanların şaşıracağı şeyler üzerine kafa yoruyoruz ve bu yüzden sınırları zorlamayı seviyoruz. Sektörün geneline baktığımda, adından söz ettiren markaların neredeyse %80’inin yaratıcılığın sınırlarını zorlamadığını söyleyebilirim. Ama moda kesinlikle böyle bir şey değil ve çoğu marka bunu anlamıyor. Defileyi izleyen insanların şaşırması, kafasında oluşturduğu ideal kıyafet algısını değiştirebilmesi gerekiyor ve bunu sağlayacak güç tasarımcının elinde.
12
Neden mimar olarak çalışmak yerine moda sektörüne hizmet etmeye karar verdin? Mimarlık fakültesinden mezun olduğum gün bu işi yapmayacağımdan çok emindim. Severek okuduğum bir bölüm değildi ve henüz gençken daha farklı bir meslek edinebileceğimi biliyordum.
13
Y Project, SS 2017
Önce moda tasarımı okuduğunu ve daha sonra mimarlık yapmaya karar verdiğini hayal et. Nasıl bir mimari yaklaşıma sahip olurdun? Etnisitenin ve ulus devletin giderek anlamını yitirdiği bir dünyada, muhtemelen insanların kendilerini evlerinden uzak hissetmemelerini sağlayacak ve onlara soğuk gelmeyecek bir tarza sahip olurdum. Moda sektöründeki duruşumdan bu kadar uzak bir cevap verdiğim için oldukça şaşkınım ama aklıma gelen ilk şey bu oldu.
14
047
İstanbul ve Ankara ofislerinde yıllardır ürettiği projeleri ile bol ödüllü VEN Mimarlık’ın kurucusu Gül Güven’e, VEN’in hikayesini, kendisini ve hiç bitmeyen bir serüven olarak gördüğü mimarlığı sorduk.
Röportaj:
Yağmur Yıldırım Portreler:
Gökhan Polat
048
GÜL GÜVEN
İstanbul’daki öğrencilik yıllarınızın ardından Ankara’da eğitiminize devam ederek, bu süreçte kendi ofisinizi açmışsınız. Hem yeni bir şehirde, hem de öğrenci iken ofis açmanın, epey radikal bir karar olduğu söylenebilir. Bu sizin için nasıl bir deneyim oldu? Ofisimin kuruluşu yüksek lisans sürecine, tez dönemime rastlar. Proje ofisi açmak için gerçekten erken bir tarihti... Mimari çalışmaların içine bir an önce girme hevesiyle, küçük bir proje teklifi karşısında, üzerine çok düşünülmemiş, hızlı bir karardı diyebilirim. Yeni mezun arkadaşlara tavsiye edeceğim bir yol değil, önce mimarlık ofislerinde deneyime yatırım yapmalarını öneririm. Ayrıca projeler artık ekiplerle üretiliyor, bu yüzden öncelikle tasarım ve uygulama sürecini başka ofislerde belirli bir süre deneyimleyip, ekipler içinde yer almanın daha doğru olduğu kanaatindeyim. Kendi adıma hem eğitim sürecimin devam etmesi ve yeni bir şehirde yaşamanın, hem de deneyimsizliğimin sonuna kadar zorluklarını yaşadım. Bu nedenle daha çok çalıştım, pazar günleri dahi hayatımı ofiste geçirirdim.
1
Deha Proje Ofisi, 2014
Konutlardan adalet saraylarına, restorasyonlardan ofislere çok çeşitli işlevlerde ve oldukça fazla sayıda projeniz var. En keyif aldığınız projeler hangileri? Nitelikli işveren ile buluşulan projeler en keyifli projeler oluyor. Ne kadar iyi mimar olursanız olun iyi işveren olmadan iyi yapı olmaz. Aslında proje süreci her işte keyif alarak ilerliyor, ancak ya yapım aşamasında keyif kaçıyor, ya da yapım aşamasını da geçiyorsunuz, bu sefer de bina hatalı işletme kararları ile müdahalelere uğrayıp bizi daha çok üzebiliyor. 2010-2011 yıllarında Tripoli ofisimizde yaşadığımız proje süreçleri keyifliydi. Bize, mimarın liderliğinin işverence koşulsuz kabulünün mutluluğunu yaşama fırsatı verdi. Güncel projelerimizden biri de Ankara’da yapımı devam eden yedi bahçe projesi; kontrolü elimizden kaybetmediğimiz bir proje oldu, iyi sonuçlanacağını düşünüyorum.
3
VEN Mimarlık bugün hem Ankara, hem de İstanbul ofislerinde çalışıyor. Ankara’da ve İstanbul’da çalışmanın nasıl ayrımları var? VEN’in geçen süre zarfında bir çalışma kültürü oluştu, bu da işleyiş ve davranış birliğini oluşturuyor. Her iki ofiste ekipler bu oluşum içinde hareket ediyor. Günümüzde kullandığımız teknoloji altyapısı sayesinde ofisler, aynı projeyi birlikte yürütebilme pratiğine de sahipler. Ekip oluşumu önemli, günümüzde projeler bireyden çok yetkin ekipler tarafından şekillendiriliyor. Proje süreçlerinde görevlendirmeler çalışanların yeteneklerine/birikimlerine göre şekillendiğinden, bazen Ankara’da yapılacak yatırımı İstanbul ofisi, İstanbul’dakini ise Ankara ofisi yönetebiliyor. İnternet ortamında her iki ofisin birbirleriyle paylaşımları çok güçlü olduğu gibi bu iki ofis arasında ekip üyeleri birbirlerine sık sık ziyaretler de gerçekleştiriyor. Ankara’da ve İstanbul’da çalışmanın en büyük ayrımı ise karar süreçlerinin hızı. İstanbul’da kararlar hızlı alınıyor, Ankara’da oldukça yavaş.
2
049
Ulaştırma Bakanlığı Merkez Binası projeniz, 2014 yılında hem Chicago Athenaeum’dan ‘Green Good Design’, hem de International Property Awards’dan ‘Highly Recommended’ ödülleri aldı. Türkiye’de kamu binaları tasarlamak ve yapmak üzerine ne söyleyebilirsiniz? Yapı üretimi ve inşaat yatırımları uzun vadeli olur. Bu nedenle projeler, sürdürülebilirlik ilkeleri göz önüne alınarak, profesyonel bir şekilde gerçekleştirilmelidir. Kamunun mimarlığa verdiği değer ile ülkesinde liderlik yapması önemli. Buna erken Cumhuriyet döneminde mimariye verilen değer ve Ankara’da yansımalarını da örnek olarak gösterebilirim. Kamu binaları tasarlayan bir mimar olarak öncelikli sıkıntı; oldukça prestijli yapılar olmalarına karşın, projenin uygulama sürecinde müellif mimardan kontrol hizmetinin alınmaması, bu yol ile mimarın tümüyle sürecin dışına atılması. Hayal ettiğimiz mekanlar uygulama aşamasında değişmekte ve mimarın üzüntüsünü artırmakta. İkinci ve absürt sıkıntı ise günümüzün idarecilerinin ülkemizdeki kamu yapılarında arzu ettikleri kimliği belirleyici, oryantalist biçimler için zorlayıcı baskıları. Bu baskı nedeniyle kamu yapılarını projelendirmek epey zorlaşmakta. Ek olarak, doğru imalatlar için öngörülen bütçelerin son derece düşük olmasını da problem olarak söyleyebilirim.
4
050
The Architectural Review’un 2016 yılı Women in Architecture araştırmasına göre, katılımcı kadınların %72’si cinsiyetlerinden ötürü kariyerlerinde negatif ayrımcılığa ve istismara uğradıklarını belirtiyor. Katılıyor musunuz? Kadınların cinsiyetlerinden ötürü istismara uğradıklarına katılıyorum. Ancak cinsiyetten ötürü mimar olarak kariyerimde farklılaştırıldığımı hissetmedim.
5
Güncel mimarlık ve tasarım sahnesinden kimi seversiniz? Başarılı kadın mimar olmanın ötesinde, en önemli ve yetenekli mimarlardan biri olarak iz bırakan Zaha Hadid’i burada anmadan geçemeyeceğim. Deneysel ve farklı projeleriyle Rem Koolhaas takip ettiğim bir mimar. Tabii, mimarlık alanında nitelikli ürün veren, adlarını sayamayacağım kadar çok mimar var. İnternet, basılı medya ve seyahatlerde birçoğunun yapılarını inceliyor ve takdir ediyorum.
6
7
Bugünlerde ne üzerine çalışıyorsunuz, VEN’in yakın geleceğine dair fikirleriniz
nedir? Fransız Kültür Merkezi’nin iç ve dış alanlarının yeniden düzenlenmesi üzerine çalışmaktayız, Ankara’da bir karma yapı projemiz var. Ayrıca yapımı süren ve kontrollüğümüzün devam ettiği Beyler Ofis Binası ve Yedi Bahçe projelerimizi söyleyebiliriz. Mimarlık benim için hiç bitmeyen bir serüven... Geleceğe dair isteğim ise uluslararası platformda daha çok proje serüveni yaşamak.
ANKARA · Ankamall (0 312 541 25 27) · Armada (0 312 219 00 59) · Karum (0 312 427 50 34) · Gordion (0 312 236 70 10) · Next Level (0 312 284 02 87) · Kentpark AVM (0 312 219 98 36) · Panora (0 530 947 25 03) · ANTALYA · Terracity (0 242 318 10 20) · BURSA · Korupark (0 224 241 29 00) · GAZ˙IANTEP · Sanko Park (0 342 338 68 78) · ˙ISTANBUL · Akasya (0 216 510 64 38) · Akmerkez (0 212 282 03 60) · Aqua Florya (0 212 662 62 95) · Akbatı (0 212 397 73 75) · Bağdat Caddesi (0 216 302 07 33) · Buyaka (0 216 504 52 91) · Capacity (0 212 560 33 32) · Capitol (0 216 474 07 27) · Cevahir (0 212 380 05 72) · Forum İstanbul (0 212 640 96 71) · Kanyon (0 212 353 09 59) · Maltepe Park (0 216 515 15 65) · Marmara Forum (0 212 466 62 10) · Marmara Park ( 0 212 853 03 09) · Palladium (0 216 663 13 89) · Nişantaşı (0 212 240 29 32) · Zorlu Center AVM (0 212 353 61 59) · İstinye Park (0 212 345 50 19) · ˙IZM˙IR · Agora (0 232 278 55 00) · Alsancak (0 232 464 00 62) · Mavi Bahçe (0 232 502 17 74) · Point Bornova (0 232 502 23 53) · KAYSER˙I · Forum Kayseri (0 352 222 81 42) · LEFKO¸SE · Mehmet Akif Cad. (0 392 227 06 39) · TRABZON · Forum Trabzon (0 462 330 00 17)
Seçili Boyner, YKM’lerde ve Saat&Saat’lerde
KARLIE KLOSS
#BeBrilliant for
KIŞ KOLEKSİYONU DAHA FAZLASINI SWAROVSKI.COM’DA KEŞFEDİN
Bazı insanlar vardır, ‘herhalde bir o kadar da yerin altında var’ dedirtir. Selin Sayek Böke işte tam da öyle biri. Zarif, çıtı pıtı ama yeri gelince otoriter, her zaman kendine güvenli. İşi kolay değil, kazanamayan ama kazanmasa da, seçmeninin sanki kazanmış gibi icraat beklediği ana muhalefet partisinin sözcüsü. Selin Sayek Böke’ye, Türkiye siyasetinde partisinin ve kendisinin duruşunu sordum.
Röportaj:
Nevşin Mengü Fotoğraflar:
Yalım Kartal
052
SELİN SAYEK BÖKE
Siyaset hep istediğiniz bir şey miydi, yoksa kendinizi içinde mi buldunuz? Siyaset, mevcudu sürekli analiz etmek ve nasıl olmalı sorusuna yanıt aramaksa, zaten siyasetin içindesiniz demektir. Ben hep böyleydim. Çocukluğumdan beri, dünya ve ülke meseleleri yaşamımızın temel konusu oldu. Aktif siyasete girmeden önce de bir bilim insanı olarak, zaten sorunlara çözüm üretme sürecinin içindeydim. Dolayısıyla, aktif siyaset teklifi geldiğinde, şimdiye kadar kafamı yorduğum bu meselelere, daha etkin bir şekilde katkıda bulunabileceğimi düşünerek teklifi kabul ettim. Bir de bu kararı verirken çok kişisel bir motivasyonum oldu. Türkiye’ye dair kaygılarım ve ruh sıkışıklığım o derece yüksek bir noktaya gelmişti ki, artık bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim. Siyaset bana bu zemini sağladı.
1
Şimdi olsa yine kabul eder misiniz? Siyasete girme kararımı belirleyen gerekçelerin hiçbiri ortadan kalkmadığı gibi, daha da ağırlaştı. Bu adımı atarken bunun uzun bir yolculuk olacağını biliyordum, her geçen gün de iyi ki yapmışım diyorum. Ve evet, şimdi olsa yine kabul ederdim.
2
‘İyi ki siyasetteyim’ dediğiniz anlar çoktur o zaman. Olmaz olur mu hiç. Siyaset umut yaratmaktır, insanların geleceklerini kurarken sarfettikleri gayretlerine, emeklerine ortak olmaktır. Bunu en somut 7 Haziran sürecinde yaşadım. Doğrudan insanların hayatlarını iyileştirecek önerilerimiz herkes tarafından sahiplenildi. O kadar sahiplenildi ki yarım yamalak da olsa iktidar tarafından taklit edildi, uygulandı. Bir yaraya merhem olmak, bir derde çare olmak, bu ülkenin bir bireyinin hayatını iyileştirmek, taş üstüne taş koymak...
3
Siyasetin en tatsız tarafı ne? Tartışmalarda, eleştirilerde yaşanan düzeysizlik, düşük seviye, hamaset... Genel olarak siyasete hakim olan bir vasatlık... Birkaç şey daha sayabilirim.
4
Ana muhalefet partisi sözcüsü olmak kolay değil, ama avantajınız vardı, kameralara alışıktınız. İlk kürsüye çıktığınızda ne hissettiniz? Elbette heyecanlandım. Ama heyecanımın nedeni kameralar değil, o kürsüye CHP adına, bu büyük ve önemli sorumluluğu taşıyarak çıkmamdı. Ne hissettim biliyor musunuz? Gelecek güzel günleri çoktan hakettiğimizi... Ne kadar uzun süredir bu ülke mutsuz diye düşündüm. Ve aynı zamanda, o an beni izleyen gazetecilerin, kameramanların, bugün işten atılır mıyım endişesini gördüm. Seslendiğim kadınların, gençlerin, bu karanlık, sıkışık günlerde içlerinin nasıl sıkıştığını hissettim. Benim de içim sıkıştı. Sonra bunu birlikte değiştirebiliriz ve aslında ihtiyaç duyduğumuz aydınlık, elimizle tutabileceğimiz kadar yakınımızda diye hissettim. Hala da her defasında hissediyorum.
5
‘Ne olacak bu CHP’nin hali...’ Yıllardır entelijansiya ne zaman bir araya gelse bunu konuşuyor, siz ne dersiniz? Çok tuhaf bir durum yaşıyoruz. CHP’nin de süreç içinde eleştirilecek noktaları olabilir ve elbette eleştirilmelidir. Ama sizin tarif ettiğiniz bu durumu iki türlü değerlendiriyorum ben: Hani bir ifade vardır ya, biraz değiştirip, uyarlayıp söyleyeceğim; CHP sanki ‘en ziyade eleştiriye mazhar’ konumda. Yani kimseye yapamadığınız eleştirileri yapabileceğiniz, her türlü eleştiriye müsaade eden, kolay adres... Yani ülkede olup bitenlere bir bakın; iktidarın, iktidara bağlı karar vericilerin, her gün aldığı kararlara bir bakın. Ülke olarak, neler yaşadığımıza bakın. Ülke olarak topluca, belki de bugüne kadar olmadığı biçim ve hızda, bir uçurumdan aşağı yuvarlanıyoruz. Korku dağları sarmış, kimse ağzını açamıyor. Her an kapınız çalınır ve başınıza her türlü felaket gelebilir. Ama bütün bunların sorumlusu olanlar değil, CHP tartışılıyor. Diğer açıdansa bu durum şunu da gösteriyor: Bütün bu kaos ortamında CHP bu ülkenin tek umudu... Bu yüzden CHP’yle ilgili herkesin bir beklentisi, bir hayali var. Hiçbir şey eksik, hatalı olmasın isteniyor.
6
053
Üreten ekonomi değiliz, Türkiye ne üretebilir? Türkiye istediği her şeyi üretebilir, Türk insanı herkesle rekabet edebilir. Yeter ki memleket iyi yönetilsin, bugünün aksine...
10
Mevkidaşlarınız ‘kadın’ olduğunuzu hissettiriyorlar mı? Türkiye’de siyasetin dili son derece maskülen. Bakış açısıyla, siyaset yapma diliyle, erkek egemen bir kültür söz konusu. Örneğin siyasi bir eleştirinizden ya da açıklamanızdan hoşlanmayanların, ani bir öfkeyle cinsiyetçi ifadeler ve hakaretlerle dolu yanıtlarına hazırlıklı olmalısınız. Bazen açıktan küfre varan ifadeler, ya da cinsiyetçi imalar... Oysa ben tüm siyasi açıklamalarımı, elbette bir kadın olarak değil, bir siyasetçi olarak yapıyorum, ama gelen eleştiriler siyasi değil, cinsiyet üzerinden, üstelik hakaret dolu... Hatta bunu sadece erkek siyasiler değil, kadın siyasilerin kendisi de yapıyor. Esas acıklı olan da bu.
8
Türkiye’de kadınların geleceğini nasıl görüyorsunuz? Kadınların geleceği de ülkenin geleceğinden bağımsız değil. Ülkede yaşanan bu karanlık ortamda kadınların özgürleşmesi mümkün mü? Kadınların, çocukların, gençlerin hepimizin özgürlük sorunu var. Toplum birbirine düşman edilmiş durumda. Dolayısıyla temel hak ve özgürlüklerimizi sağlayacak şekilde, yaşadığımız bu iklimin değişmesi gerek. Ardından da bir gelecek tasarımı yapabilmek için, daha özgür, daha eşit, daha insanca bir yaşamı sağlayacak zihniyet değişimi gelmeli tabii. Türkiye’de kadınların da gençlerin de kimsenin geleceğini, şiddeti besleyen, bizleri kutuplaştıran bu iktidar varken, aydınlık görmüyorum. Tek yolumuz var, bu iklimi değiştirecek topyekün bir aydınlanma ve değişim iradesi. Yeni bir siyaset inşa etmek gerek, geleceğin siyasetini. İnşa ediyor olduğumuz geleceğin siyasetinde kadın, siyasetin ortağı olacağı için aydınlık günler gelecek. Çünkü kadın üretime katılırsa Türkiye büyüyecek, kadın özgürleşirse Türkiye özgürleşecek.
7
054
Şu anda Meclis bir işe yarıyor mu? TBMM, bu ülkenin tarihi kazanımı ve ikamesi olmayan bir varlığıdır. TBMM, bu ülkenin özgürlük ve demokrasi yolunda olmazsa olmazıdır. Ama sizin sorunuzun, şu anda Meclis’in baypas edilmiş olduğuna, etkisizleştirildiğine işaret ettiğini düşünüyorum. Bu kapsamda evet, iktidar, milletin iradesinin kalesi, Türkiye’de egemenliği savunmuş, onu inşa etmiş ve bombalar altında dahi bundan feragat etmemiş olan milletvekillerinin bulunduğu meclisin yetkilerini gasp ediyor. Bunu OHAL’le yapıyor.
9
Ekonomi yönetimi sizde olsa ilk hamleniz ne olur? İlk hamle ve sonraki hamlelerin ne olacağı o kadar belli ki. Her aklıselim iktidar bunu görebilir ve yapar. Tabii gerçekten sorun çözmek istiyorsa... Hemen şimdi atılması gereken altı maddelik bir paket önerdik. Bunu aylardır da tekrarlıyoruz. Ama niyet olmayınca kulak da sağır oluyor. İlk iş, diyalog kanallarını işler hale getirmek ve ekonomi yönetiminin demokratikleşmesi için somut adımlar atmak... Hemen neler yapılması gerektiğini sıralayayım: Ekonomik ve Sosyal Konsey’in Anayasal bir zorunluluk olarak toplanması, bağımsız kurum ve kurullarda liyakat temelli atamalar yapılması, kopyala yapıştırla değil, ciddiyetsizlikle değil, gerçekçi bir Orta Vadeli Program hazırlanması, TBMM’de Kesin Hesap Komisyonu kurulması ve başkanlığının ana muhalefete verilmesi, Kamu İhale Kanunu’nun hızla yeniden düzenlenmesi ve etkin ve eşitlikçi bir yapıya kavuşturulması ve en önemli adımlardan biri verimli ve etkin bir vergi sisteminin ilk adımları hemen atılması, verginin bir ekonomik silah olarak kullanılması engellenmesi... Bugün çok acil ihtiyaç duyulan bu adımlarla aynı anda tabii ekonomik verimliliği arttıracak bir eğitim ve teknoloji reformuna da eş zamanlı olarak başlamak gerekir.
11
0 216 999 24 99
Güneşli bir günde Manhattan’da mağaza gezerken, birden kırmızıya boyanmış bir aslan size vitrinin ardından göz kırpabilir. İçeri girdiğinizde serçe parmağınızda denediğiniz Fuerza’yı hiç çıkarmak istemeyebilirsiniz, en azından biz istemedik. Ve merakımız bizi tasarımın sahibi, Foundrae’nin kurucusu, Rebecca Taylor’ın eski CEO’su Beth Bugdaycay’in ofisine götürdü. Gerisi bildiğiniz gibi... Sormaya başladık.
Röportaj:
Aslin Kumdagezer Fotoğraf:
Peter Stanglmayr İllüstrasyonlar:
Foundrae
056
FOUNDRAE
Bu duygusallığın mücevher sektörüne geçişteki rolü ne? Oldukça büyük. Evladiyelik bir mücevherin devamlılık fikrine aşığım. Bir jenerasyondan diğerine miras kalabilmesi çok kişisel ve duygusal bir bağ yaratıyor.
5
Kendi mücevher markanı kurmaya ne zaman karar verdin? Çok uzun süredir kendim için bir şeyler tasarlıyordum. Fikir hep vardı ama başlaması uzun sürdü.
1
Ne kadar uzun sürdü? Başlarda, sadece kendim için tasarlamak yaratıcı tarafımı beslemeye yetiyordu. Ardından sektördeki arkadaşlarım ve hatta satın almacılar tasarımlarımı nereden alabileceklerini sık sık sormaya başladıklarında mücevher tasarlamanın hobiden fazlası olması gerektiğine kesin karar verdim. Rebecca Taylor’da CEO’luğu bırakmam da, ilk ayrılık konuşmasının bir buçuk sene sonrasında gerçekleşti.
2
İleride Rebecca Taylor’la sınırlı sayıda bir mücevher işbirliği olabilir mi? Sanırım şu noktada yok. Foundrae’nin her bir tasarımı nevi şahsına münhasır bir hikaye anlatıyor. Bu yüzden başka bir markanın kimliğini işbirliği bazında da olsa yansıtabileceğini düşünmüyorum.
3
Tekstil sektöründen mücevhere geçiş süreci nasıldı? Her ne kadar, aslında müşterileriniz ve satın almacılar aynı olsa da, tekstil ve mücevher perde arkasında iki farklı dünya. Mücevher tarafında her şey daha duygusal.
4
Sana miras kalan en değerli mücevher ne? Annemin verdiği Aztek madalyonu. Büyürken annem onu boynundan çıkarmazdı, şimdi madalyona her baktığımda asla geri dönemeyeceğim anılara yolculuk ediyorum. Tabii madalyon ona, bana ifade ettiğinden çok daha farklı şeyler anımsatıyor olmalı, muhtemelen 70’lerdeki gençlik yıllarını...
6
Üretiminizi nerede yapıyorsunuz? Hammaddeleri dünyanın farklı yerlerinden temin ediyoruz ama üretimi New York City’de yapıyoruz.
9
Sipariş üzerine mi çalışıyorsunuz yoksa stoklarınız var mı? Çok limitli sayıda bir stoğumuz var. Açıkçası söz konusu mücevher olunca tek bir parça bile giderler hanesine epeyce dolar ekliyor.
10
CEO tarafın, bu girişimin başarılı olacağının bir nevi garantisi. Peki ya yaratıcı tarafını nasıl destekliyorsun? CEO denince akla çok da yaratıcı bir profilin gelmediği doğru ama eğitimim ve erken dönem kariyer seçimimi bir kenara bırakırsan aslında yaratıcı tarafı oldukça güçlü biriyim. İtiraf edeyim her zaman daha yaratıcı bir tarafta olmak hevesindeydim.
7
Tasarımların her gün giyilebilecek mücevherler. Bu konsept akla daha ulaşılabilir olma nosyonunu getiriyor. Fakat hammadde seçimin 18 karat. Neden 14 karat değil? Başlarda iki hammadde ile oynadık. Hatta dediğin gibi daha ulaşılabilir olduğu için 14 karat üretimlerimiz ağırlıktaydı. Ardından tasarımlarımın çoğunda kullanma kararı aldığım minenin 18 karatla daha iyi sonuç verdiğini gördüm. Altının rengi ne kadar kırmızı olursa minenin rengi daha iyi ortaya çıkıyor.
8
Hangi sıklıkta yeni koleksiyon çıkarıyorsun? Ana koleksiyonumuzu çıkarmamız ve istediğimiz kaliteye ulaştırmamız aşağı yukarı bir yıl sürdü. O zamandan beri de ana koleksiyona küçük eklemeler yaptık. Şimdi, ana koleksiyonumuza eşlik edecek ikinci büyük koleksiyonumuz üzerinde çalışıyoruz. 2017’nin sonbaharında hazır olacak.
11
057
Sen neden yüzüklere takıntılısın? Kendi aile yadigarımı yaratabilmeme olanak sağladığı için.
14
Foundrae ne demek? Foundrae, iki kelimenin ve konseptin birleşimi benim için. ‘Found’, ikinci el mağazalarda bulunabilecek objelere olan tutkuma bir gönderme. ‘Rae’ ise şu an Kentucky’de yaşayan ve bir zanaatkar olan büyükannem Virginia Ray’e saygı duruşu.
15
Tasarımlarınla bir nevi aile mühürü yaptığını söylüyorsun. Seninki ne? Foundrae’yi başlattığımızda amacımız, marka dahilinde bir sözlük yaratmaktı. Fakat fazla seçenek sunmak insanlara biraz yorucu geldi. Dolayısıyla oturup benim ve eşim Murat için değerli olan kavramları sıraladım. Ve seçenekleri beşe indirdim: Güç, karma, hayal edebilme, koruma içgüdüsü ve bütünlük. Böylece ana koleksiyonu bu beş kategori etrafında kurduk. Benim kendi aile mühürüm ise bunların hepsinin birleşimi olurdu.
12
Yüzükler, tarih boyunca güç ve sınıf sembolü oldu, hala günümüzde nişan yüzükleri bir nevi aynı değerleri temsil ediyor. Neden yüzüklere bu kadar takıntılıyız? Alyans ve aile yüzükleri cinsiyet farkı olmaksızın takılan takılar ve ikisi de aslında ailenin mirasına göndermede bulunuyorlar. Eh malum, tarihte aile mirasınız ne kadar geriye dayanırsa o kadar güçlüydünüz. Orta sınıf bir ailenin servet ve mirasa sahip olması görece daha yeni ve demokratik bir durum. Tam da bu yüzden ben Foundrae’yi modern aile yadigarları olarak tanımlıyorum.
13
058
Bir mücevher girişimini başarılı kılmanın en zor tarafı ne? Sanırım söz konusu girişim olunca zorluklar hep aynı oluyor. Sınırlı vaktimizi ve sermayemizi en verimli şekilde ayarlamak ve limitli kaynaklarımızı en iyi şekilde kullanabilmek için gün aşırı yeni kararlar almak.
16
An itibarıyla nasıl bir pazarlama stratejisi izliyorsunuz? Foundrae tasarımlarının her biri az önce de dediğim gibi birer hikaye anlatıyor. Amacımız Foundrae’nin sembolleri aracılığıyla herkesin kendi hikayesini yaratabilmesi. Bu yüzden, Instagram büyümemizde çok önemli bir oyuncu, hatta direkt geribildirim ve pazarlamanın en önemli kaynağı.
17
Foundrae ekibi kaç kişi? Hem tam zamanlı hem de freelance çalışanlarımız var. Çok küçük ama çok çalışkan bir ekibiz. Ekibin freelance tarafı daha çok tasarım ve üretim tarafında yer alıyor. Şirketi büyütmek için aldığımız destek de yine bize inanan yarı zamanlı bir ekipten oluşuyor. Kabul etmeliyim, ekip konusunda çok şanslıyım.
18
Eşin Türk olduğu için sormak zorundayız; Kapalı Çarşı’ya yolun düştü mü hiç? Düşmez mi? Kapalı Çarşı benim için cennetin ta kendisi.
19
Öykü:
Işıl Eğrikavuk
KAÇ YAŞINDAYIM?
Rüyamda Ali Ağaoğlu ile baş başa yemek yiyordum. Bakışları üzerimdeydi, masada karşılıklı oturmuştuk. Benimle flörtleştiğini hissettim bir an. “Kaç yaşındasın?” dedi. “30.” dedim. Güldü. O kadar. Uyandığımda bu rüyayı niye gördüğümü düşündüm uzun uzun. Cevaplayamadım. Televizyonu açtığımda bronz teniyle karşımda dikilmiş Trump’ı gördüm. Miss America seçilmiş güzeller güzeline ‘domuzcuk’ diyordu, çok kilo aldı diye. “Kendi tipine bak önce, şerefsiz” dedim içimden. Tam kanalı değiştiriyordum ki o sırada telefon çaldı. Whatsapp’tan geliyordu arama. “Helloo” dedi bir kadın, “bir saniye bağlıyorum.” “Hello” dedim back. Arayan Trump’tı. Yani en azından öyle söyledi bağlayan kişi. “Vay anasını!” dedim. Anasını kelimesini geri aldım anında. “Kaç yaşındasın?” dedi Trump ahizeyi alır almaz. “30” dedim ona da, pöfleyerek. “Kaç kilosun?” diye eklemez mi? “Ne var Trump?” dedim, “Kendi ülkendeki kadınların orasına burasına laf ettiğin yetmediği gibi sıra bize mi geldi?” dedim. “Sinirlenme hayatım,” diyordu ki, “Hayatım deme bana!” diye çemkirdim. “Bir de utanmadan uluslararası arama yapıyorsun bunu sormak için, önce vergini ver vergini!” diye devam ettim. Tabii Whatsapp’ı o sırada düşünmemiştim. Çat diye suratıma kapattı telefonu. “Kapatırsan kapat” dedim ben de, gittim kanalı kapattım. Evden çıkınca “Sende bi değişiklik var, kilo almışsın...” dedi bakkaldaki Femriye Abla. “Yok dedim almadım, hep aynıyım.” “O zaman kilo vermişsin sen, var bir değişiklik” dedi. Konuşurken gözlerini kısıyordu, çok emindi. “Saçının rengini mi değiştirdin?” dedi yolda rastladığım arkadaşım. “Suratın çökmüş,” dedi onun da yanındaki, “Senin suratın küçük ya hemen belli ediyor,” diye ekledi. Uzmandı konusunda. “Popon büyümüş, dikkat et.” dedi ertesi günkü rüyamda Ali Ağaoğlu. Trump mesaj attı gene Whatsapp’tan, “N’aber pussygirl?” dedi. Fazla agresif görünmemek için cevap atmadım. Bu sefer subliminal mesajlardan girdi, e-mailime ikide bir zayıflama iksiri içmemi söyleyen mesajlar atıyordu. Femriye Abla’ya “Kaç yaşındasın, Femriye Abla?” dedim. Ters ters baktı. “Kadınların yaşı sorulmaz.” dedi. Ama Trump soruyor dedim, Ali Ağaoğlu da. Neden bahsettiğimi anlamadı tabii. Annemi aradım, “Kaç yaşındasın?” dedim. “Bilmiyor musun kaç yaşında olduğumu?” dedi, kızdı. “Kaç kilosun?” dedim sonra, o da suratıma kapattı. Düşündüm, düşündüm o gece, uyuyamadım. Kaç 060
Fotoğraf:
Hans H. Bærholm A Slow Walk Body And Room Encountering In Mirrors, Sophie Dupont, 2014, (detay)
yaşında olduğumuz, hayata geldik geleli yaşadığımız gün sayısıyla orantılıydı. Peki neden bu günlerin toplam sayısının çokluğu kadınların aleyhine işliyordu da Ali Ağaoğlu yaşlandıkça yanında gençleşen sevgilileri, Trump’ın altına boyalı saçları, katmerli göbeği aynı düz orantıyı vermiyordu? “Fazla uzatma bu meseleleri hayatım,” dedi o gece rüyamda Hillary. Ben de bir ara uğraşayım dedim ama artık bunlar eski dönem feministlerin işi, git eko-feminizmle falan uğraş, zaten saksı kafalı adamlar bunlar, ne desen anlamazlar.” diye kötü bir espriyle çekiliverdi. “Sen de haklısın Hillary” dedim uyanınca, “sadece esprilerine biraz çalışman gerek.” Kalktım yataktan. TV’de ABD seçim sonuçları yüzde yüzde açıklanıyordu. Balkonda açan çiçeklere çevirdim yüzümü. Hepsini yaşına, cinsiyetine bakmazsızın suladım. Gayet fit görünüyorlardı. “Kaç yaşındasın?” dedim bir tanesine, “30.” dedi. “Vay!” dedim. Şaşırmadı.
diesel.com/watches
be more green
Sadece yeni dönem Türk Sineması’nın değil aynı zamanda kendi kuşağının da en önemli görüntü yönetmenlerinden biri olan Emre Erkmen’le kariyerini ve yakın zamanda gösterime giren, Aslı Özge filmi Ansızın’ı konuştuk.
Röportaj:
Murat Emir Eren Fotoğraf:
Volkan Yıldız
062
EMRE ERKMEN
Onunla birlikte Ansızın’ın görsel yapısını nasıl oluşturdunuz? Çalışırken mutlaka renk paleti hazırlayıp filmin tonlarına en baştan karar vererek ilerliyoruz. Renklerin filmde önemi büyük. Melankolik ama depresif değil, canlı ama parlak değil. Seçtiğimiz renklerin hepsi arada kalmış renklerdi. Hayatboyu gri mavi tonlarının ağırlıkta olduğu bir filmdi, Ansızın’sa sonbahar tonlarının hakim olduğu bir film.
3
Aslı Özge’yle ilk filminden bu yana süregelen bir işbirliğiniz var. Bu birlikte çalışma hali nasıl başladı? Aslı’yla üniversite yıllarından tanışıyoruz. Öğrencilik yıllarımızda birlikte sık sık Almanya’ya gidip geliyorduk. Berlin’i çok seviyorduk, orada sergilere, kitapçılara gidiyorduk, boş bavullarla gidip bir sürü kitapla dolu bavullarla geri geliyorduk. Birlikte çalıştığımız kısa film Capital C’yi de orada çekmiştik. O film birçok festivalde gösterildi ve ödüller kazandı. Ardından ben Alman Film Akademisi’nin Görüntü Yönetmenliği bölümüne (DFFB) başvurdum ve epey zorlu bir sınav süreci sonunda okula girmeye hak kazandım. Ki o dönem Almancayı daha yeni öğrenmiştim. Aslı da o sırada Marmara’dan mezun olmuştu ve o da benimle Almanya’da kalmaya devam etmek adına bir üniversitenin felsefe bölümüne başvurup kazandı. Almanya’daki eğitim sürecimizde Biraz Nisan’ı çektik. Sekiz günde iki kamerayla çektiğimiz son derece ilginç bir filmdi.
1
Bu kadar iyi tanıdığınız birisiyle birlikte çalışmak nasıl bir deneyim? Aslı’yla çalışırken bizi görenler, birbirimizi yakından tanıdığımızı anlamazlar. Sette herhangi birine nasıl davranıyorsak, birbirimize de öyle davranırız. Böyle bir işbirliğindeki avantaj, bana o işin bir mesai gibi gelmemesi. Aslı film çektiği zaman yüzde yüz o işe kanalize olmanızı bekleyen yönetmenlerden. Ben filmle ve fotoğrafla yaşayan, bir yerlerde zaman kaybetmeye tahammülü olmayan bir insanım. Aslı da öyle. Kendini kolaylıkla bir işe adayabileceğin birliktelikler kurabilmek önemli.
2
Ansızın, 2016
4
Filmin çekildiği Altena adlı kasabanın da Ansızın’ın görsel anlatımında etkisi
büyük. Film için çalışırken, elimizdeki senaryoda, kendisini sıkışıp kalmış gibi hisseden bir karakter (Karsten) vardı. Aslı’yla bu karakterin sıkışmışlığını nasıl anlatabiliriz diye düşünürken, mekana odaklandık. Almanya’nın muhteşem sonbahar atmosferinin görsel anlatıma faydalı olacağını düşündük. Bir yandan da bu atmosferde sıkışmışlığı resmedebileceğimiz bir mekan gereksinimi doğdu. Etrafı dağlarla kaplı, aradığımız gibi bir kasabayı Sauerland bölgesinde bulduk.
Bir nevi, bu mekanı seçmeye sizi içerik mi zorladı? Öyle bir yer aradık ki ana karakterin sıkışmışlığı hissedilsin. Ufkunu bile göremesin! Ki söz konusu kasaba da biraz öyle bir yer. Baktığın zaman gerçekten ufkunu göremiyorsun. Ana karakterimizin filmde yaptığı gibi, bazı şeyleri ancak yüksek bir yere çıktığında görebiliyorsun. Ama bu kasabayı da güzel bir mekan bulmuş olalım diye seçmedik, içerik istediği için seçtik.
5
063
Sanatsal yaklaşımını benimsemediğiniz bir projede çalışır mısınız? Geneli itibarıyla aceleyle iş yapmaya, aceleyle film çekmeye pek inanmıyorum. Karşımıza çıkan, bu tür filmlerin, insanda bir bitmemişlik hissi yarattığını düşünüyorum. Örneğin doğru oynanmamış, oyunculuğu problemli sahneler izliyoruz, montajı bitmemiş, görsel çalışması daha tamamen bitmemiş filmler görüyoruz. Oysa ki Ansızın’ı izlediğim zaman her şeyin yerli yerinde ve tam olduğunu görüyorum. Jilet gibi film derler ya, tam öyle. Filmleri mümkün mertebe stilize etmek lazım, ama bu stilize etme şekli rejinin ve filmin de önüne geçmemeli. Bir uyum olmalı.
6
Bugünden baktığınızda, İki Genç Kız’daki deneyiminizi nasıl anlatırsınız? Dijital kamerayla çekilip gösterime giren ilk filmlerdendi... İki Genç Kız’da o kamerayla çalışmaya ben karar vermiştim. Filmin neredeyse bütçesi yok gibiydi. New York’tan bir kamera alalım, küçük bir kamera olsun ve filmi onunla çekelim diye düşünmüştük. O zamanlar bunun çok örnekleri vardı ama onlar ABD’de yapılan filmlerdi. Ve bu durumun şöyle bir handikapı vardı, ekip bulmak zordu. Işık şefim vardı ama kamera asistanı bulamadım. DV bir kamerayla çalışacağımızı duyunca kimse yanaşmamıştı. Ben de Almanya’dan kendi asistanımı getirdim, filmin bir yarısında da üniversiteden bir arkadaşım asistanlık yaptı. Çünkü filmin dinamiği böyle bir kamerayı gerektiriyordu. Köprüdekiler’de olduğu gibi... Daha kirli de olsa duyguyu geçirirken bana önümde engel oluşturmayacak kameraları beğeniyorum.
7
064
Ansızın, 2016
Zeki Demirkubuz’un belki de kariyerinde en ayrıksı duran filmi Kıskanmak’ın da görüntü yönetmeniydiniz. Bir dönem filmiydi. Onun bu farklı projesinde çalışmak nasıl bir deneyimdi? Zeki, o güne kadar çoğunlukla görüntü yönetmenliğini kendi kendine yaptığı ve çoğu şeye de kendisi karar verdiği için onunla çalışmak daha farklıydı. Onunlayken, oturalım beraber dekupaj yapalım, üstüne birlikte çalışalım gibi bir şey söz konusu değil. Çalışma prensibi daha farklı bir yönetmen. Setteyken birçok şeye bir gün öncesinde karar veriyor, hayal etmeyi, çekimler boyunca bambaşka bir ruh haline bürünmeyi, transa geçmeyi seven takıntıları olan bir yönetmen. Ama bir yanıyla da kameranın durduğu yer, ışık gibi konularda da sizi özgür bırakabiliyor. Fikir dinlemiyor değil, dinlemiyor gibi yapıp dinliyor. Mizansene ve oyuncu yönetimine çok hakim. Ama dediğim gibi, bazen de bir şeyleri sana bırakıveriyor, örneğin bir gün, Beşiktaş’ın maçı olduğu için, bir sahnenin çekimini bana bırakmıştı.
8
Film festivallerinde (bilhassa ülkemizde) görüntü yönetmeni ödülleri de veriliyor, belli bir süredir. Bu ödüller yeterli teknik değerlendirme yapılarak dağıtılıyor mu? Bu gibi ödüllerde en az hata yapmak için, jüriye mutlaka bir sinemacının, bir yönetmenin başkanlık etmesi gerektiğini düşünüyorum. Ki bence bu her ödül için geçerli bir konu. İyi görüntü yönetmenliğiyle iyi manzara ve mekan seçimi bazen karıştırılıyor. Elbette iyi görüntü yönetmenliği kusursuz fotoğraf çekmek de değil. Bir sürü unsurun belli bir harmoni içinde ilerlemesini sağlayabilmiş olmak gerekiyor. Halihazırda var olan güzelliği bir şeye çevirebiliyor musun? Gittiğin çirkin bir mekanda ilginç ve stilize bir görüntü çıkarabiliyor musun? Bu önemli. Bir bakış, bir anlayış, bir duruş ortaya koyabilmelisin.
9
Tasarım disiplininin geçmişten günümüze nasıl evrildiğini ve bize ne anlattığını fazlasıyla önemsiyoruz. Aziz Sarıyer’in serüvenine kulak vermemiz tam da bundan kaynaklanıyor. Güncel ile tecrübenin kesiştiği yerde ise oğlu Derin Sarıyer devreye giriyor. İki farklı jenerasyonun tasarım felsefeleriyle yönümüzü daha rahat buluyoruz. Gözlükleri, İtalyan el yapımı Persol de yaklaşık 100 yıllık ustalığı ile deneyimine sadık kalarak ve
AZİZ SARIYER DERİN SARIYER
yeni jenerasyona ayak uydurarak kendini yeniden yaratmaya devam ediyor.
Röportaj:
Ali Tünay Fotoğraflar:
BU BİR İLANDIR
Gökhan Polat
066
Bu sıralar Batı medyasında bolca duyduğumuz posttruth yani hakikat-sonrası çağ sizin için ne ifade ediyor? AZİZ SARIYER: Post-truth politics (gerçeklik sonrası siyaset) insanlık adına üzücü bir durum. İnsanlık dijital çağı yaşıyor. Eskiden 100 yılda bir yeni bir çağa girerken, çağları artık yaklaşık 15 yılda bir atlar durumdayız. İnsan teknolojiyi son hızla geliştiriyor, buna rağmen, hayvansal içgüdülerinden arınamıyor. Teknolojideki başarısını, maneviyatını yükseltmekte ve vicdanıyla buluşarak kendisini mutlu etmekte gösteremiyor. DERİN SARIYER: Hakikati aramak arzu edileni aramak değildir. Ortalama fikirlerin toplandığı havuz dolunca oluşan vasat atmosfer çoğunluğa konforlu bir varoluş imkanı verir. Bulunduğumuz dönemi bu konformizmle anlatabilirim.
1
Persol 8649 ve Persol 649 Aziz Sarıyer’in tercihi olan gözlük Persol 649, İtalyan stilinin değişmez ikonu haline gelmiş bir model. 1957
Türkiye’yi ilham verici bir coğrafya olarak görüyor musunuz? AS: Biz insanlar, doğduğu ülkenin veya dünyanın değil, evrenin vatandaşlarıyız. Yine de Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da yaşamak bana kendimi iyi hissettiriyor. Türkiye, birçok medeniyetin kültür farklılıklarını harmanlamış bir ülke. Ve İstanbul, Dünya imparatorluklarına ev sahipliği yapmış olmasıyla kozmopolit bir şehir. Bu ülkede yaşamak, beni, hiçbir yere ait olmadığım, sadece evrenin insanı olduğum bilincine vardırıyor. Bu hissiyatımın mesleğime olumlu etkisi olmuştur. Yaratıcı fikirler, tarafsız düşünce neticesinde doğabiliyor. DS: Hayatı ilham verici buluyorum. Türkiye, hayatın rastlantısallığında içine doğduğum bir coğrafya. Mizacımızı ve arzularımızı seçemiyoruz. Bu yüzden, özgür irade diye bir şey de yok. Kodlarımızı hayata geçiren organizmalarız. Bu çok keyif verici bir şey.
2
yılında doğan bu gözlük Marcello Mastroianni gibi film yıldızları tarafından defalarca tercih edilmiş olup sanatla modayı birleştirmiştir, tıpkı Aziz Sarıyer’in tasarımı gelecekle birleştirmesi gibi...
İnsanların yaşam stilleri sizin için direkt önem taşıyor olsa gerek. Yaşamın temposu tasarımlarınızda nasıl değişimlere yol açıyor? AS: İnsanların yaşam stilleri eleştiriye ne kadar açık olsa da, bu durum dönemin esasının tarifidir. Bunu kabullenmek gerek. Bu anlayış, anlatmak istediklerinizi anlamasını istediklerinize göre ifade etmenizi sağlar. DS: Yaşamın temposunun kaynağı sıkıntıdır. Her şey sıkılmamak için merak edilir, sorgulanır. Tasarımın yakıtı da sorgulayan zihindir. Dünyada olan bitenin farkında olmadan tasarım yapılmaz.
3
Tasarım sürecinizi nasıl tarif edersiniz? AS: Bu konuda bir benzetme yapmak istiyorum. Tasarım, bir kadının hamile kalmak çabası gibi başlar. Fikir ortaya çıkar. Gebelik oluşur. İşlevsel ve form üstünlüğü arayışı sanki hamilelik dönemindeki sarsıntıları içerir. Tasarım ortaya çıkar, mutlu son, bebek doğar. Tasarımın tatbikatı iki yönlüdür. Biri, müşterisi belli olmayan, kendinizi serbest olarak ifade edebileceğiniz özgür alanda oluşturduğunuz çalışmalar. İkincisi ise, müşterinin ihtiyaç duyduğu kriterlere getireceğiniz çözümler. Bu ikincisi, çok önemlidir ve sorumluluk gerektirir. Hem müşterinizi yükseltmek, hem de kendiniz olabilmek için. DS: ‘İyi tasarım nedir?’ sorusuyla ilgili çok fazla spekülasyon yapılıyor. Sanat alanında yeri olabilecek bu kadar belirsizliğin tasarım dünyasında da geçerli olmasına gerek yok. İnovasyon içeren ve zamanıyla özdeşleşen çalışmalar tasarım kategorisine girmelidir. Nostaljiden beslenen çalışmalar ise stilize ve dekoratif işler klasmanındadır.
4
067
Birlikte çalışmanın zorlukları olsa da, birbirini çok iyi bilen, kimi zaman hiç konuşmadan anlaşabilen bir ikilisiniz. İlişkinizde içgüdüleriniz ne kadar devrede? AS: Aramızda 22 yaş farkı var. Erkek kardeşi olan ben, Derin’i de hep bir kardeşim gibi hissettim ve öyle davrandım. Çoğu zaman onun oğlum olduğunu unutuyorum. DS: Genellikle iyi anlaşıyoruz. Aynı fikirde olmadığımız konu ve durumlarda da geçinebilmeyi başarıyoruz.
7
Derin Sarıyer’in gözlüğü Persol 8649 kendi hayat hikayesine en iyi eşlik edecek modellerden biri... Persol’ün ikonik modeli 649’un
5
Gözlük işlevsellikle estetik kaygıların birleştiği bir obje. Sizin için hangi tarafı daha
baskın? AS: Gözlüğün işlevselliği tartışılamaz. Camın kalitesi ve derecelerinin doğru olduğunu kabul edersek, estetik değerlere ve kullanıcının yüz şeklinin altın oranları araştırılarak gözlüğün formuna karar verilmeli. Ayrıca, insanların yaşamları içerisinde kendilerine kazandırdıkları hayat görüşleri ve tarzları vardır. Seçimlerini, kendilerini iyi hissetmeleri yönünde kullanmalılar. DS: Miyop ve astigmat numaralarım yüksek. Bu nedenle işlev benim için zaten vazgeçilmez. Normal şartlarda aksesuar taşımıyorum fakat gözlüklere olan bu fonksiyonel bağımın kendi doğallığında gelişen estetik durumunu da son yıllarda çok sevmeye başladım.
068
özgün haline sadık kalarak yeniden yorumlanması ile doğdu ve “New Generation” serisindeki yerini aldı.
Gözlüğünüz Persol’ün sizi yansıttığınızı düşünüyor musunuz? AS: İçinizdeki sesle buluşabildiyseniz, kendinizle bir olabildiyseniz, ihtiyacınız olanları seçmenize gerek kalmıyor ve seçimlerinizde her şey sizi tarif etmiş oluyor. Persol sadeliği, estetiği ve klasik detayları ile beni yansıtıyor. DS: Gözlüğüm beni yansıtıyor, memnunum. Olduğumuzdan farklı bir boyuta geçmek için objeleri kullanmak sağlıklı estetik sonuçlar vermez. Kendimizi iyi tanımak ve bunu stilimize yansıtabilecek objeleri anlayıp, kullanabilmek önemli bir konudur. Persol, uzun yıllara dayanan deneyimiyle kazandığı ustalığını, tasarımındaki ikonik detaylarıyla ifade ediyor.
6
Derin Bey, taktığınız Persol, babanızın kullandığı modelin New Generation hali ve sanki kullanıcılarına hikayelerin değerini anlatıyor. Babanızdan öğrendiğiniz ve kendinize göre yorum kattığınız en değerli şey nedir? DS: Berrak bir zihne sahiptir babam, bunun yansımalarıyla potansiyelimi birleştirebilmek beni şeffaf düşünebilen bir yapıya kavuşturdu. Bağımsız aklın özü ne düşündüğünde değil nasıl düşündüğündedir. Eleştirel ve sorgulayan zihne sahip olmamda babamın kayda değer katkıları var.
8
XOXO’da her ay yazılarıyla konuk ettiğimiz Gündüz Vassaf ’tan, değişime, birlikteliğe, geleceğe dair şiirsel bir kitap.
NE YAPABİLİRİM? GELECEĞE KARTPOSTALLAR
Fatmagül Berktay’ın çalışma odası gösterişsiz. Raflarda alçak gönüllü, sessiz bir şekilde ilerleyen entelektüel ve akademik bir yolculuğun izlerine rastlıyorsunuz. Konuşmamızın merkezindeyse Berktay’ın Tarihin Cinsiyeti kitabı var. Biz tam kapıdan çıkarken, feminizm ve düşünce tarihi çalışan bir akademisyenden bekleyeceğimiz üzere, sürreal veya son derece sıradan, dışarıdan görünenin hiçbir zaman gerçeği yansıtmadığını söylüyor.
Röportaj:
Ali Tünay Fotoğraf:
Gökhan Polat
070
FATMAGÜL BERKTAY
Feminizm kendine neyi dert edinir? Esas olarak, kadın haklarıyla ilgilenir. Ancak aynı zamanda hem kadınlar, hem de erkekler için, yani bütün insanlar için daha güzel ve eşitlikçi bir dünya kurulmasını talep eder. Kadın haklarıyla ilgilenmesinin asli nedeni de bugüne kadar kadınlarla erkeklerin dünyayı eşit şekilde paylaşmamış olmalarından doğan asimetri ve büyük haksızlıktır. Ancak feminizm çok daha kapsamlı bir eşitlik ve özgürlük projesidir.
1
Konuya biraz tarihsel boyut katalım. Tarihin yapımına bilfiil dahil olmalarına karşın, kadınların rolü bugüne kadar neden tarihsel olarak kayda geçirilmemiştir? Kadınlar elbette daima tarihin yapımına katılmışlardır. Ama tarihi yazanlar kadın olmadığı için kadınlar ve aslında altta kalanların hepsi tarihin kayıtlarına geçirilmemişlerdir. Sonuç olarak tarih büyük adamların, savaşçıların, komutanların, kralların, imparatorların tarihi oldu. 19. yüzyıldan itibaren emekçi sınıflar tarih sahnesine çıktıkları için bir değişiklik yaşanmaya başladı. Kadınlar da erkekler de çeşitli mücadelelere girmelerine rağmen mülksüz erkeklerin oy hakkını elde etmeleri çok daha önce oldu. Kadınlar o dönemde çok mücadele ettiler, ancak 20. yüzyılın başlarında oy hakkı elde ettiler. Ve sonra, ‘tamam, bu bize yeter’ gibi bir anlayışa sahip oldular. 1970’lere gelindiğinde, sivil haklar hareketlerinin yükselmesiyle birlikte ikinci dalga feminizm denen durum ortaya çıktı. Bu aynı zamanda akademiye yansıdı. Bu çok önemli toplumsal hareket, 68 hareketi ile birleşti ve birçok insanı etkisi altına aldı. Bugün artık toplumsal cinsiyeti analiz kategorisine katmayan bir tarihçi, adına layık tarihçi olamaz. Batı’da 70’lerde olan şey Türkiye’ye 80’lerin sonunda geldi.
2
3
Türkiye’de bu tür etkiler belli bir zaman aralığından sonra ortaya çıkıyor diyebilir
miyiz? Hep böyle olmuştur. Daha önceleri 7080 senelik bir zaman aralığı vardı. Sonra bu fark 20 seneye düştü. Ancak bundan sonrasında nasıl olacak bilemiyorum tabii... Peki feminist tarihçilik gerçekten devrimci midir? Bir kere bütün dönüştürücü akademik akımların arkasında toplumsal bir hareket olur. Böyle bir hareket olmadan da dönüştürücü bir güce sahip olmak mümkün olmuyor. Feminizmin dönüştürücü gücü, arkasına kadın hareketini almasından kaynaklanıyor. Hem uluslararası arenada, hem de Türkiye’de bu böyle. Sadece teorik anlamda değil, kurumsal anlamda da kadınların önünde büyük engeller var. Onları aşabilmek için toplumsal harekete dayanmak zorundasınız. Başkalarının bildiği her şeyi bileceksiniz, onun üzerine bir de feminizmi bileceksiniz. Kadınlardan hep kendilerini ispat etmeleri ve daha fazlası beklenir.
4
Sorunun kökenine baktığımızda, modernleşme neden ataerkil düzlemde devam eden bir olgu olmuştur? Tarih sürekliliklerle kesintilerin birliğidir. Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin süreklilik zeminini esas olarak ataerkilliğin oluşturduğunu iddia ederim. Cumhuriyet önemli ölçüde kadınlara bir alan açtı. Erken cumhuriyet döneminde kadınlar bu durumun çok farkındalar. Dolayısıyla ulusçu hareketi destekliyorlar. Ulusçu kadrolar da kadınların önünü açmaya çalışıyorlar ama aynı zamanda onları sınırlandırmaya çalışıyorlar. Düşünce hep şu oluyor: ‘Çok da fazla ileri gitmesinler’. Eskiden dini ideolojiye dayalı bir ataerkillik varken cumhuriyet döneminde modern bir ataerkillik var. Tabii bu sadece Türkiye’ye özgü değil, dünyanın her yerinde mevcut olan, en ileri ülkelerde bile tam kırılmamış bir durum. Aslında modern hayat bir anlamda kadınların üzerine çifte bir yük getirdi. Eskiden sadece anneydiniz, eştiniz, sınırlarınız belliydi. Şimdi ev geçindirmeye katkıda bulunuyorsunuz ama eve geldiğinizde yine annesiniz, zevcesiniz. Bunu biraz cumhuriyetin babaları kırdı. Kızlarına özgürlük tanıdılar ama eşleriyle aynı ataerkil ilişkiyi devam ettirdiler.
5
071
Şöyle bir iddianız var: İçinde yaşadığımız dünyanın kültürel olarak parçalanmış olması, onun aynı zamanda tek bir dünya olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Neden böyle düşünüyorsunuz? Küreselleşme paradoksal bir biçimde yerelleşmeyi beraberinde getiriyor. Bütünleşme parçalanmayı getiriyor. Ortada diyalektik bir ilişki var. Bundan tamamen kurtulmanız mümkün değil. Bundan gerçekten kurtulmak ister misiniz? Onu da sorgulamak gerekir. Önemli olan, kendi yerel renklerinizle, küreselin, evrenselin bir parçası olabilmek. Dolayısıyla tamamen yerelleşmenin çok fazla taşralılık getirebileceğine inanıyorum. Bu nedenle teoride ve pratikte dünyaya açılmak çok önemli. Çünkü gerçekten tek bir dünyanın parçasıyız.
8
Türkiye’de kadınların yaşadıkları sorunları en yakınlarındaki erkeklere bile açıkça ifade etmediklerini gözlemliyorum. Siz buna katılır mısınız? Tam bilemiyorum. Şöyle bir ilişki kurulabilir. Kadınlar birçok engele rağmen var olmaya çalışıyorlar. O engellerin bir kısmını da doğal kabul etmeye başlıyorlar. Bir de insan sürekli ikincil konumda olduğunu, mağdur olduğunu dile getirmek istemez. Bu hoş bir şey değil. Hatta genç kadınlar ezildiklerini kabul etmek istemezler. Kendim de biliyorum, başkaları eziliyorsa, ‘canım onlar çok akıllı değil’ ya da ‘becerikli değiller’ gibi hep bir mazeret bulunur. Ancak sonra sizin başınıza bir tuğla düşer, anlarsınız ki bu durum bütün kadınlara ilişkinmiş.
7
Kadın-erkek eşitsizliğini Türkiye özelinde tetikleyen unsurlar var mı? Tabii. Sonuç olarak Türkiye çok uzun zaman bir şeriat toplumuydu. Bu, kadınlar açısından haklar yok anlamına katiyen gelmiyor. Ama bizim ataerkil pazarlık dediğimiz durumu, kadınların kendilerine layık görüleni içselleştirmesi getirmiştir. Kadının rolü bellidir, erkeğin rolü bellidir. Bunu değiştirirseniz dünyanın çivisi çıkar. Cumhuriyet bir anlamda dünyanın çivisini çıkarmaya çalışıyor. Bunu belli ölçülerde gerçekleştirdi. Ama hala buna karşı nasıl bir tepki var, onu da görüyoruz. Bir de üstelik, kadınlara, ‘ben ev işleriyle ilgileneyim, kocam bana baksın’ anlayışı daha kolay geliyor. Bu ataerkil zemin Türkiye’de daima var. Ayrıca müthiş bir erkeklik bravadosu var. Bu hem şiddeti, hem de militarizmi körüklüyor.
6
072
Feminizm çalışmalarınız kızınızı nasıl etkiledi? Onu özgürleştirdi diye düşünüyorum. Ben kendim için mücadele ederken, ne kadar özgürleştiğim sorgulanabilir. Ama kızlarımız özgürleşiyor.
9
Son olarak, Türkiye’de kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasına dair umudunuzu koruyor musunuz? Gerçekten koruyorum. Belki erkek şiddeti artıyor ama yine paradoksal bir biçimde ideolojide ve zihniyet yapısında bir ‘erkeklik’ azalması olduğu için ve bu azalmayı telafi etmek için şiddet artıyor gibi geliyor. Kadınlar haklarını daha çok kullanıyorlar. Daha çok hayır diyorlar. Ama buna karşılık bir saldırı da var. Bu saldırıyı göğüsleyen sadece kadınlar değil, erkekler de bu mücadelenin içindeler. Şiddete karşı protestolarda erkekleri de görüyoruz. Bu çok önemli. Ben buna güveniyorum. Erkekler de değişiyor.
10
HELLO/ GOODBYE
EGLE BUDVYTYTE
Röportaj:
Serap Gecü Portreler:
Niels Stomps
Niels, Egle’yi Amsterdam’daki evinde fotoğrafladı. Güvende hissetmediği bir dünyanın korunaklı bir köşesinde.
Egle, normal biri olduğunu düşünüyor musun? Eh, bu tamamen normalliğe dair algınızla alakalı bir durum. Kendime böyle sorularla işkence etmekten vazgeçeli çok oldu. Normal ne o zaman? Genelgeçer ve baskın söylemin kurguladığı, genelde kendi sınırları içinde şekillenen, sosyokültürel bir konstrüksiyon. Yeterince açık oldu mu? Bu konuşmayı nasıl yapmayı tercih ederdin? Bir koreografi kurgulasana. Kafası güzel maymunlar görüyorum. Tristan Tzara’yla çalışabilseydin? O kadar eskiye gideceksek, bir kadınla çalışmayı tercih ederdim. Mesela Josephine Baker. Sana koreografi yaptıran ne? Tahrip etme arzusu. Kendini bu dünyada güvende hissediyor musun? Hayır, hem de hiç. Ayrıca dünyayı da tek bir bütün olarak görmüyorum, o daha ziyade bir sürü akıştan ibaret, yani herhangi birinin kendini güvende hissedebileceği bir doğası yok. Benim hayatımda da her şey farklı katmanlarda azalıp çoğalıyor, dalgalanıyor. Yaşadığım yerler, birlikte vakit geçirdiğim insanlar, fikirler... Nereye aitsin? Ormana, denize, dans pistine, ve sözcüğün geniş anlamıyla, acayip insanlarla dolu acayip mekanlara. Film sahnesi deyince? Sans Soleil’in her sahnesine hayranım. 074
Egle’nin koreografisini yaptığı performanslardan, alt sırada, soldan sağa, Choreography for the Running Male, 2015; Some Were Carried, Some-Dragged Behind 075
Iza Goulart’ı tanıyorsunuz. Nike’ı da... Şimdi aşina olduğunuz bu iki isim tek karede buluşuyor. Sonuç yine beklentilerinizin üzerinde. Bu işbirliğini fırsat biliyoruz, Iza’nın seyahatleri ve antrenmanları arasında eline bir kalem tutuşturup sözcüklerimizin devamını çok da düşünmeden getirmesini istiyoruz.
Röportaj:
Linda Kocabıyık Fotoğraflar:
Nike Inc.
076
IZA GOULART
Güç... hedefin zorluğuna rağmen motivasyonunu, kararlılığını ve odaklanma yeteneğini kaybetmemek. Nike Beautiful X... bence sporun ve kadınların algılanma şeklinin günümüzde aldığı güçlü hali temsil ediyor ve sporcuları kahramanlaştırıyor. Nike Beautiful X’in en sevdiğim tarafı... siyah ağırlıklı oluşu ve koleksiyonun çeşitliliği. Koleksiyondaki ayakkabılar... koşudan, arkadaşlarla buluşmaya kadar her duruma uyum sağlıyor ve her gardırobun temel parçası olabilme özelliği taşıyor. Favori ayakkabım... Air Max. Eğer çalışmıyorsam... Nike sneaker’larımı her daim topukluya tercih ederim. Çünkü... kadınlar genellikle topuklu ayakkabılarla kendilerini güçlü ve güzel hissediyor. Bense sneaker’larla... Kendimi modelden ziyade... sporcu ve sözcü olarak görüyorum. Antrenman rutinimde... Pilatesten kickbox’a, koşudan ağırlıkla çalışmaya, her şey var. Spor... hayattaki motivasyonumu korumamı ve profesyonel hayatta daha iyi odaklanmamı sağlıyor. Özel hayatımda... aynı anda azimli bir sporcu, iyi bir arkadaş, vefalı bir evlat ve eğlenceli bir kardeşim. Stres... spor yaptığım zamanlarda yok oluyor. Hedefim... gökyüzü. Bence sporda varış çizgisi yok, sadece yola devam ediyorum. Her gün... mutlu olmak istediğimi düşünerek uyanıyorum. Aynaya baktığımda... mükemmel göründüğümü düşünmüyorum. Yegane isteğim... insanlara, odaklandıklarında, motivasyonlarını yüksek tutup, kararlı olduklarında hedeflerine ulaşabileceklerini göstermek. Gardırobumda... Konfor ve stilin bir arada olması çok önemli. Nike’ı en çok da bunu başarabildiği için seviyorum. Koleksiyondaki her bir parçanın bir işlevi var ve hepsi harika görünüyor. Günlük hayatımda... Dize kadar botlarla siyah skinny jean, Nike tişört, deri ceket ve Nike sweatshirt giymeyi seviyorum. Gece çıkarken... Biraz daha özenli oluyorum. Genelde blazer ceket giyiyorum ama yine de Nike’larımdan vazgeçemiyorum. Model olmanın en iyi yanı... dünyayı gezebilmek, yeni insanlar ve kültürler tanımak. Seyahatlerimde mutlaka... şehri tanımak adına sokaklarda koşuya çıkıyorum.
Iza’ya bakıyorsunuz; konfor ve stilin güçlerini birleştirdiği bir günden.
Seyahat etmiyorsam... mutlaka evde yemek pişiririm. İyi hissetmek için... vücudunuzla barışık olmanız her daim aktif kalmanız gerek... Kahvaltıda... taze sebze ya da meyve suyu içip protein almaya özen gösteriyorum. Dışarıda yiyorsam... menüdeki en sağlıklı seçeneklere yönelirim. Yememem gerekiyor ama... ekmek yemeyi çok seviyorum. Bu yüzden kendi ekmeğimi kendim yapıyorum. Hayallerini gerçeğe dönüştürmek için... kendine ve ailene güven. Çünkü aileniz sizi her zaman amaçlı ve dengeli olacağınız bir orta noktaya çeker. 077
SOME WOMEN OF VETERINARY
ÖZLEM CALP EGEDEN
Hazırlayan:
Ayşecan İpek Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Ameliyata girmeden önce asla aksatmadığın bir ritüel var mı? Preoperatif kan tahlilleri ve kontroller sırasında çocuğun kilosunu tartıp tükenmez kalemle avcumun içine yazarım. Bu benim totemim. Sanki bunu yaparsam anestezide başa çıkamayacağımız bir aksilikle karşılaşmayacakmışız gibi geliyor. Şu ana kadar da işe yaradı valla. Sonuçta, en az bir kişinin çok sevdiği bir aile üyesini, patili bir yaşam ünitesini alıp, derin uyutup bir nevi ölümün eşiğine kadar götürüp geri getiriyorsun, sistemin maksimum güvenli de olsa, %100 bir garantisi yok ve birazcık stresli bir süreç. Ama insanı dinç ve pür dikkat tutan cinsten bir stres bu, işlevsel yani.
1
078
Ada Veteriner, ismini köpeğiniz Ada’dan alıyor. O nasıl bir karakter? Kesinlikle komik bir karakter. Bir kere asla boyutunun ve gücünün farkında değil. Oyun oynarken coşkuya kapıldığında şuursuzca üzerimizde zıplayabilir, kafanızı gözünüzü yarabilir, kendini evdeki kedilerden biri sanıyor muhtemelen. Ütüyü kapıp gelecek kadar kocaman bir ağzı ve çene kasları olmasına rağmen Mayakuş iki yaşlarındayken kulağını şiddetle ısırdığında dönüp kafasını koparmayacak kadar nazik ve aileyi sahiplenen bir yapısı var. Çocuklara hakikaten olağanüstü iyi davranıyor. Tam bir abla. Ara sıra bahçeden ölü sincap gibi olmayacak şeyler getiren biraz değişik bir abla.
2
Sizi ailece klinikte görmek mümkün. Anne-çocuk, karıkoca-meslek dengelerini nasıl tutturuyorsun? Evrim’le 2006’da kliniği açtıktan sonraki ortalama iki yıl mütemadiyen birbirimizi öldürmeye çalıştıktan sonra işbölümü yapmaya karar verdik. Ben cerrahi ile ilgilenirken bana her zaman çözümsüz farazi bulmacalar gibi gelen iç hastalıkları kısmını Evrim’e kitledim. Şahane kısmı ben kaptım yani, hah! Çocuklardan sonra klinik biraz kaotik hale gelse de bir şekilde idare ediyoruz. Daha ilkokula gitmeden anatomi bilgisi olan, bandaj yapmayı bilen sağlık profesyonelleri yetiştiriyoruz, bir nevi.
3
SOME WOMEN OF VETERINARY 1 2
MÜGE KESER LALELİ
Bir veterinerin en sık kullandığı cümle nedir? Satın almayın, sahiplenin. Sen bir veterinere hangi soruyu sormak istersin? Sizin de bir can dostunuz
var mı? Ölümle sıklıkla karşılaşan biri olarak onun hakkında neler düşünüyorsun? Ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi doğru yönetebilmek biz hekimlerin elinde ve bu süreçte bizim en büyük destekçilerimiz hasta sahipleri. Doğru zamanda doğru müdahale ile can dostlarımızın yaşam sürelerini ve refahlarını beraberce artırabiliriz.
3
080
Bu meslekte iyi para kazanılır mı? Mesleğimizin dünyadaki saygınlığının artmasına rağmen maalesef Türkiye’de bu durum tam tersine gelişmeye devam ediyor. Her ilde, veteriner hekimler odasının belirlediği, klinikler için yıllık olarak hazırlanan bir minumum uygulama ücret tarifesi mevcut. Prosedüre uyulmadığında haksız rekabet ortamı oluştuğu için, küçük hayvan veteriner hekimliği yapan meslektaşlarımızın geliri çok değişkenlik gösteriyor. Ayrıca, sıklıkla karşılaştığımız durumlardan biri de, yardıma muhtaç sokak hayvanlarının tedavileri için harcanan giderlerimiz olması. Yine de işini severek yapan kişilerin hem maddi hem manevi kazancının yeterli olduğunu düşünüyorum.
5
Veterinerlikle ilgili en yanlış önyargı nedir? Nasıl ki insan hekimliğinde özel klinik kavramı varsa bizler de veteriner klinikleri olarak hayvan sağlığına hizmet eden özel klinikleriz. Biz veteriner hekimler hayvanları hayvan sahiplerinden daha çok sevdiğimiz için bu mesleği seçtik. Bazı durumlarda acil olarak bize getirilen sokak hayvanlarının ilk müdahaleleri tabii ki yapılıyor ve bundan sonra yapılması gereken işlemler ve tutarları ile ilgili bilgilendiriyoruz. Ama ne yazık ki hasta sahipleri ve hayvan dostlarının gözünde verdiğimiz hizmetin karşılığında ücret talep ettiğimizde hayvanlara olan sevgimiz ve mesleğimiz sorgulanmaya başlıyor.
4
SOME WOMEN OF VETERINARY
EZGİ YURDAARMAĞAN
Kurallara uymak mı, içgüdülerinin peşinden gitmek mi? Çoğu zaman içgüdüleriyle hareket eden bir insanım ama kurallara uymak da takıntılı olduğum bir durum, bu yüzden, kurallar çerçevesinde içgüdüsel davranmak diyebilirim.
1
Tıpta yüksek puan tutturamayanların veterinerliği seçtiği önyargısına nasıl bir cevap vermek istersin? Evet, böyle bir önyargı var. Fakat ben hem lisans hem de yüksek lisans öğretim hayatım boyunca böyle bir durum ya da kişiyle karşılaşmadım. Mesleğimizde esas olan şey empati; kendini kimi zaman hasta sahibinin kimi zaman da hastanın yerine koymak zorundasın. Onu sevmek, onun gibi düşünmek ve öyle karar vermek...
2
082
Ortağın Özge’yle birlikte çalışıyorsunuz. Veterinerlikte bir ortağının olmasının ne gibi artıları var? Çoğu insana göre ortaklı iş yapmak sıkıntılı bir durumdur. Ama ben böyle düşünmüyorum. Özge, Fatih ve ben birbirimizi tamamlıyoruz. Herkesin iyi olduğu farklı alanlar var ve hepimiz kendi alanımızda rollerimizi paylaşıyoruz.
4
Kliniğiniz sokak hayvanları için neler yapıyor? Bizi farklı kılan özelliklerimizden biri de sokak hayvanlarına gösterdiğimiz özen. Anipoli ailesi olarak, şartları onlar için mümkün oldukça iyileştirmeye çalışıyoruz. Sokak hayvanlarından muayene ücreti talep etmiyoruz, tedavi aşamasında indirim uyguluyoruz ve tedavi ettiğimiz her sokak hayvanını sahiplendirmeye çalışıyoruz. Onların iyileşip sahip bulduktan sonraki mutluluklarını görmek bizim için en muhteşem şey oluyor.
3
Bu mesleğin en zor yanı nedir? Bir yandan tanı-tedavi prosedürünü yürütmeye çalışırken, diğer yandan da hasta sahibi ile ilgilenmemiz gerekiyor. Bazen işler ne yazık ki istediğimiz gibi gitmiyor ve bu durumu hasta sahibine açıklamak kolay olmuyor. Böyle durumlarda hekimliğimiz sonuca göre değerlendirilebiliyor ve dolayısıyla bu bizi daha fazla yıpratıyor.
5
OFİSTE ZARAFETİN ORTAK DİLİ Değiştirilebilir döşeme özelliği ve rahatlığıyla KEYN, bulunduğu ortama bambaşka bir hava katıyor. Tasarımındaki zarif detaylar, kumaş veya deri kaplama seçeneğiyle KEYN, Herman Miller’ın en estetiği.
When office feels perfect.
A YA Z M A YO L U S O K AK N O: 5 E T I L E R I S T AN BUL , T R | +9 0 ( 2 1 2 ) 2 6 3 6 4 0 6
bms.com.tr
SOME WOMEN OF VETERINARY
ÇAĞLAR KONDU ÖZCAN
Bir veterinerin öğrenmesi gereken ilk şey nedir? Özveri ve sabır. Bazen iyileştirmeye çalıştığınız bir miniği kimselere emanet edemez, onun için günlerce klinikte yatıp kalkarsınız. Sabır kısmı ise siz onun iyiliği için bir şeyler yapmaya çalışırken, sizi sürekli ısırıp tırmalamaya çalışan bazı çılgın ruhlu miniklerde devreye giriyor.
1
Hangisini sakinleştirmek daha kolay: Hayvanları mı yoksa insanları mı? Hayvanına göre değişir. Ama her halükarda hayvanlarla uğraşmayı tercih ederim. Onların en çılgınıyla uğraşırken bile aslında özünde bir kötülük olmadığını biliyorsunuz.
2
084
Bu mesleği, onu hiç bilmeyen birine nasıl anlatırdın? Konuşamayan bir canlının dilisiniz. Onun ne hissettiğini, ne derdi olduğunu anlamanız gerekiyor. Bunu başardığınızda, örneğin size koma halinde gelen bir miniğin ilk ayaklanıp, mama yemeye başladığı o an var ya! İşte hepimiz o an duyduğumuz hisse bağımlıyız.
4
Kaç kere ısırıldın ve ısırıldığında ne hissettin? Hatırlayamayacağım kadar çok! Acemilik yıllarımda daha çok ısırılıyordum, artık reflekslerim de gelişti, yardımcı ekibimiz de çok iyi, bu nedenle artık nadiren başıma geliyor. Isırıldığımda acı duyuyorum tabii ama artık bizler için o kadar normal bir şey ki bu, elimden kanlar akıyor bile olsa, o anda yapmaya çalıştığım işi bitirip sonra kendime pansuman yapıyorum
3
Bir hayvanın gözlerinin içine baktığında aklından ilk geçen ne oluyor? Aşk. Bunca yıl sonra hepsine aynı aşkla bağlıyım.
5
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu Studio-X Istanbul / DEPO Alt Sanat Mekanı İstanbul Arkeoloji Müzeleri
22 EKİM-20 KASIM #bizinsanmiyiz #istanbultasarimbienali
XOXO The Mag’in katkılarıyla yayımlanmıştır.
ÜCRETSİZ
3. İSTANBUL TASARIM BİENALİ
SOME WOMEN OF VETERINARY
DİLARA TEZEL
Hayvanlarla ilgili keşfettiğin seni de şaşırtan bir gerçeği bizimle paylaşır mısın? Beni en çok şaşırtan, sahiplenilen bir hayvanın bir süre sonra aile bireylerindeki hastalıklara benzer sorunlar yaşaması. Örneğin, alerjik astımı ve şeker hastalığı gibi bulaşıcı olmayan rahatsızlıkları bulunan bir çocuğun kedisi ve ya köpeğinde de bu tarz sorunlarla sıkça karşılaşıyoruz. Nedeni hala tam olarak çözülebilmiş değil.
2
Veterinerlikte kadın ve erkek ayrımı olduğunu düşünüyor musun? Eskiden veteriner hekimlikte cinsiyetçi bakış açısı olduğu doğru ama günümüzde mesleğin her alanında çalışan kadın veteriner hekimlerin bu algıyı yıktığını düşünüyorum. Fakültelerde de kadınların sayısı erkeklerin sayısına eşitlendi hatta erkek sayısını geçmeye bile başladı.
1
086
İnsanlar ve hayvanlar arasında bir seçim yapman gerekse kimi tercih ederdin? Çocukluğumdan beri bu sorunun cevabı benim için hep hayvanlar olduğu için bu mesleği seçtim, ancak okurken ve çalışırken öğrendim, ikisi birlikte değerli, bir bütünün parçası. Benim görevim ise bir veteriner hekim olarak bu dengeyi korumak.
3
Bugüne kadar karşına çıkan en ilginç vaka neydi? En şaşırtıcı vakalar genelde yabancı cisim yutma ile geliyor. Mesela geçtiğimiz aylarda gelen bir kedinin plastik içeren her maddeye karşı bir ilgisi vardı. Poşet sesini duyduğunda, gördüğünde mutlaka yemek istiyordu, en son geldiğinde ise ailesi evdeki bulaşık eldivenin bir tekinin olmadığını fark etmişlerdi. Başarılı bir operasyon ile mideden eldivenin kalan parçası uzaklaştırıldı. Şimdi ise homeopati ile davranış bozukluğu tedavisi görüyor.
4
LESS IS MORE 25 yıldır tasarımda “az”ın gücüne inanıyor, ev & ofis için mobilya ve aydınlatmanın modern klasiklerini showroomlarımızda sizler ile buluşturuyoruz.
Ortaköy Dereboyu Cad. No: 78 34347 İstanbul T. +90 212 327 05 95 - F. +90 212 327 05 97 Apa-Giz Plaza Büyükdere Cad. No: 191 K.-1 Levent 34330 İstanbul T. +90 212 264 75 75 - F. +90 212 264 75 74 Cinnah Cad. No: 66/1 Çankaya/Ankara T. + 90 312 440 06 10 - F. +90 312 440 05 94 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com
Sade ve orijinal bir İngilizin gölgesinde giyinmek, cinsiyetinizden ve trend listenizden bağımsız stilinize hükmetmeli. Denkleme bir de spor ilhamlarını eklerseniz yanlış yapmanın imkansız olduğu bir sonuca ulaşacaksınız. Çok bilinmeyenler arasında siz kaybolmadan biz denklemin sizi nereye götüreceğini söyleyelim; Fred Perry’ye, Bilstore’lara.
Yazı:
Linda Kocabıyık Fotoğraflar:
BU BİR İLANDIR
Fred Perry
088
THE AUTHENTIC
Modanın yeni pazarlama trendleri, tüketicisinin güncel taleplerine yeni bir arz ile cevap vereli henüz birkaç hafta oluyor. Avangart, neo-lüks modaevleri kapsül koleksiyonlar yerine eski koleksiyonlarını yeniden piyasaya sürüyor. Aslında iki sezon önceki tasarımları yeniden piyasaya sürmek cesaret gerektiren bir adım olarak görülebilir. Ama söz konusu, koleksiyonunu 1952’den bu yana aynı tutarlılıkla sürdürebilen bir marka olduğunda, dinamikler değişiyor ve adımlar daha kararlı atılıyor. Modanın yeni trendini aslında yıllar önce Fred Perry bir nevi markasının DNA’sına işliyor ve klasikleriyle geçmişe dönmekten çekinmiyor. Söz konusu, mirasını güncelleyerek tasarlamak olduğunda, biraz tarihi bilgi kaçınılmaz: Tenis kariyerine 18 yaşında başlayan Fred, haliyle günlük hayatında en çok tenis tişörtünü giyiniyor. Ve 1920’lerden beri değişmeyen tasarımları giymekten sıkıldığında, yenilik arayışına Avusturyalı futbolcu Tibby Wegner’i de dahil ediyor. Yıl 1952, malum Fred Perry authentic tişörtü o dönemde sadece tenis oyuncularının kullanımına açık. Takvimde biraz ilerlediğinizde, aynı zamanda profesyonel masa tenisi oyuncusu olan Fred’in 1960’larda mod kültürünü kasıp kavuran renkli tasarımlarını masa tenisi oyuncularının gardıroplarına entegre edişine şahit oluyorsunuz. Masa Tenisi Komitesi’nin, tenisle karışmaması adına beyaz tişörtü yasaklamasından kaynaklı bir dürtüyle tasarlanan Fred Perry klasikleri, göğsünde, Wimbledon’dan ilhamlı logosunu da değiştirmeden
Fred Perry, Authentic, Sonbahar 2016
milenyuma taşınıyor. Ve mod kültürünün favori tasarımları, millenial’ların gardıroplarına dahil oluyor. Z jenerasyonunun tüketim alışkanlıklarını inceleyen raporlar, doğruluğunu kanıtlıyor ve yeni jenerasyonun önceliğinin trendden ziyade stil olduğu konusunda fiziksel delilini, Fred Perry’nin Authentic serisinin son dönemlerin en popüler koleksiyonu olmasıyla sunuyor. Her renk kombinasyonunun nevi şahsına münhasır bir hikaye anlattığı tasarımlar çok geçmeden kadınların gardıroplarına da sızıyor. Eh, ne sunduğunu bilen, sade, karmaşasız, klasik bir İngilize kim karşı koyabilir? Tasarımının DNA’sını kadın gardıroplarına entegre edip feminen koleksiyonunu sadece tişörtlerle kısıtlamayan kreatif ekip, 5-4-4 ikiz dokuma tekniğini farklı renk birliktelikleriyle elbiselere eviriyor. Tabii yine ilk ilham kaynağı tenis kültürüne bağımlı kalıyor. Zira yeni yüzyıl dahilinde tasarımları tenisten bağımsız kullanabileceğinizi belirtmeye mahal yok. Unisex kavramını ve active wear’i her zamankinden daha hevesli bir şekilde gardırobuna dahil eden moda gurularının işbu talebini on yıllar önce arza çeviren Fred Perry, cinsiyetler üstü koleksiyonlarını, bisikletten tenise ve masa tenisine uzanan ilhamlarla tasarlıyor. Ve bu klasik İngiliz, 2007’den beri Fred Perry’lerde, Bilstore’larda sizi bekliyor. 089
START WITH A BOOK. Aslında her şey doğal, lüks ve niş kokulu mumlarla esans işine sağlam bir adım atan Timothy Han’ın kitaplara olan ilgisiyle başlıyor. İki parfümden oluşan yeni koleksiyonunda Han’ın parfümlere katmak istediği asıl özellik parfümün bir hikayeyi çağrıştırması oluyor ve bunun için esin kaynağı olarak kendine 20. yüzyıl edebiyat klasiklerinden iki kitap belirliyor. Kerouac’in On the Road’undan ilham alan ilk parfümün üst notalarında galbanum, limon, bergamot ve lavanta, kalp notalarında amyris, sedir ağacı ve paçuli ve baz olarak da meşe yosunu, benzoin, huş ağacı, vanilya ve laden reçinesi bulunuyor. Diğer parfüme adını ve hikayesini veren kitapsa Simone de Beauvoir imzalı She Came to Stay. Uniseks parfüm paçuli, vetiver ve sedir ağacıyla açılıyor; Endonezya karanfili ve muskatla devam edip Sardunya çiçeği, fesleğen ve limonla da akıllarda kalmaya devam ediyor. Hikayenin geri kalanını yazmak sizin elinizde. 1965-1967. Bir kez daha bizi Andy Warhol’un Fabrika yıllarına ışınlayan yeni bir kitapla karşılaşıyoruz. Ve ancak bu sefer her şeyi 17 yaşında bir fotoğrafçının bakış açısından görüyoruz. Warhol’un adının yanında defalarca rastladığımız Stephen Shore, bir önceki cümlenin öznesi olarak aramızda. 1965-67 yılları arasında duvarları alüminyum folyoyla kaplı Fabrika’da vakit geçirmeye başlayan Shore, bu zaman içinde çektiği fotoğrafları Factory: Andy Warhol adını verdiği kitapta topluyor. Malum, konu sadece Fabrika’nın duvarları ve Andy’nin saçları olmaktan çıkıyor ve Shore’un kadrajına Edie Sedgwick, Lou Reed ve Nico gibi isimler de giriyor. COURTNEY, NASTY, RISKY. Ocak ayındaki başarılı işbirliğini takiben Courtney Love ve Nasty Gal tekrar kolları sıvıyor ve bir öncekine kıyasla daha fazla risk alarak tasarlanan kapsül koleksiyonla karşımıza çıkıyor. Kıyafetlere attığınız ilk bakış, aklınıza grunge ve 90’lı yılların inkar edilemez uyumunu getiriyorsa, bakış açınızı değiştirmeyi düşünmeyin. Leopar desenli ceketler, slip elbiseler, toz pembe kıyafetler ve tabii ki siyah deri pantolonun unutulmadığı koleksiyonda çoğu parça Courtney Love’ın kendi stilinden yola çıkarak 090
tasarlanıyor. Bu stili biraz açmak gerekirse; Hole’un meşhur şarkısı Doll Parts’tan sözlerin işlendiği kumaşlardan ve Love’ın 1994’te Spin dergisinin kapağında giydiği beyaz yakalı siyah elbiseden bahsedebiliriz. Koleksiyonda önümüzdeki günlerde geri dönüş yapacağına inanılan ve belki de Love’ın aldığı riski en iyi şekilde yansıtan parçaysa dantelli bodysuit oluyor. Nasty Gal’in meşhur asiliğinin de eksik edilmediği koleksiyona 3 Kasım’dan itibaren her grunge-sever ulaşabilecek. DA FUNK. Toilet Paper’ın Daft Punk eşliğinde hayata geçireceği kutlamaya davetlisiniz. Müzik sektöründe bir milyon kopya satan albümlerin bu başarıyı altın plakla kutlamasına gönderme yapan dergi, kendi bir milyonluk kotasını doldurması şerefine, Daft Punk’ın 1995 çıkışlı klasiği Da Funk’ı altın bir plak halinde tekrar satışa çıkartmaya hazırlanıyor. Pek tabii derginin alternatif, nevi şahsına münhasır tavrı, bu projede de ön plana çıkıyor. Yalnızca 1000 adet basıldığı için müstesna bir parça kategorisine de koyabileceğimiz plak için The Vinyl Factory’yle işbirliği yapan Toilet Paper, tasarım sürecine Maurizio Cattelan ve Pierpaolo Ferrari’yi dahil ediyor. Altın plakta Da Funk’a ek olarak Teachers parçasını dinleyebilir ve 90’lara üç, beş dakikalığına da olsa geri dönerek nostalji yapabilirsiniz. IT’S ALRITE. Kendi özelliklerinin yanı sıra, sanat eseri sıfatını taşıyabilen bir saat düşünün. Her ne kadar ince işçilik ve ustalık içeren saatler, birer sanat eseri gibi nitelendirilse de, bahsetmekte olduğumuz saat, bu kategoriye gözü kapalı giriş yapıyor çünkü üzerinde sanatçısının orijinal eserinden bir parça taşıyor. Kasım ayının ortasında tüm dünyada satışa sunulacak olan Diesel Alrite, Brooklyn’in sokak sanatı kültürünü bu modele kadar taşıyan Rostarr’ın elinden çıkıyor.
Üzerinde yaklaşık 14 metre karelik Rostarr imzalı grafik kaligrafinin küçük bir parçasını taşıyan model, sanatın yalnızca Brooklyn’in duvarlarında kalmadığını ve aslında kalmaması gerektiğini anlatır cinsten. SAY CHEESE! Kodak, amatör ya da profesyonel, her türlü fotoğraf tutkununu yeni ‘icadıyla’ tanıştırmaya hazırlanıyor. 1940’larda çıkardığı Ektra fotoğraf makinesini çıkış noktası alarak bu senenin sonunda satışa sunmaya hazırlandığı Ektra Smartphone, telefon olarak kullanılabilmesinin yanı sıra fotoğraf ve video kalitesiyle dikkatleri üzerine çekiyor. Kameralı telefonların popülaritesiyle Kodak dahil birçok markanın fotoğraf makinesi satışlarındaki düşüşe cevap olarak tasarlanan Ektra’yla çekebileceğiniz fotoğraflar 13 megapiksel kalitesinde oluyor ve bu yüksek boyutu düşünerek Kodak, Ektra’ya 32 GB büyüklüğünde bir hafıza bahşediyor. MAKE LEVI’S VINTAGE AGAIN. Levi’s, Sonbahar/ Kış sezonunda Vintage Clothing koleksiyonunu çıkartmaya hazırlanıyor ve bu ürünler END. tarafından bir araya getiriliyor. Amerikan ruhunu yansıtan üniformaların tarzından ve tarihinden etkilenerek bu dönemi hatırlatan siluetlerin hazırlandığı Levi’s Vintage Clothing koleksiyonunda, tabii ki Amerikan bayrağından yola çıkılan renklere rastlayacaksınız. Yavaş yavaş gözünüzde canlanmaya başlayan bu tarzı en iyi yansıtan parçalar, atkınızı yanınıza almayı unuttuğunuzda sizi sıcak tutacak ve orijinali 1967’de tasarlanan yün yakalı Type III Sherpa Trucker Jacket, ve koleksiyondaki oduncu gömleği ya da sade bisiklet yakalı kazaklarla birlikte giyebileceğiniz 1966 model 501 Made in USA Jean Rigid olacak. CAMEL COAT. Sonbaharın, turuncu ve sarıya bürünmüş ağaç yapraklarını ve mütemadiyen değişen hava şartlarını çağrıştırmasına izin vermemek için işinizi sağlama almanızı öneriyoruz. Malum, bu bir mevsim değişimi ve şüphesiz, gardırobunuz da ruh halinizle ve hava durumuyla birlikte değişiyor olacak. Bu gel-git dolu günler için bir sonbahar vazgeçilmezi
olan pardösülerin işinizi kolaylaştıracağını iyi biliyorsunuz. Lafı uzatmadan konuya girelim ve işinizi daha da kolaylaştıracak bir yola girelim: Tween, bu değişimi fırsat bilip ilhamını sonbahardan ve hayatın dinamizminden aldığı yeni koleksiyonuna camel rengi pardösüler ekliyor ve bu pardösülerin çok yönlülüğü sayesinde, diğer tüm kıyafetlerinizle istediğiniz uyumu yakalamanızı sağlıyor. Hava durumuyla olan münasebetinizi yoluna koyduktan sonra size düşen görev, sonbaharın tadını çıkartmak oluyor. SWITCH MASTER. Geçtiğimiz aylarda Apple’la birlikte çalışacağının haberini veren Nintendo, Switch adında yeni bir oyun konsoluyla geri dönüşünü muhteşem kılmak için hazırlanıyor. Switch’e ait özellikler, her oyun severi şimdiden bekleme sırasına koyacak kadar iddialı. Heyecan kat sayısını artırmak için başlayalım: Yedi inçlik ekran ve hava yolculukları dahil her yerde kullanılabilmesi sınırları zorlarken, adı ‘Joy-Con’ olarak değişen ve ekranın yanlarına çıkarılıp takılabilen kumandalarla iki kişilik oyunlar oynayabileceğinizi aklınızın bir köşesine yazmayı unutmayın. 17 Mart’ta satışa sunulacak Nintendo Switch’te oynayabileceğiniz oyunlardan birkaçını sıralayacak olursak; 3D Super Mario, Mariokart, The Legend of Zelda ve Skyrim listeye ilk sıradan giriş yapıyor. J’ADORE GERİ DÖNÜYOR. Dior J’adore’la tanışma fırsatına eriştiğimizde, parfümün kampanya yüzü Charlize Theron reklam filminde bize şu sözleri söylemişti: “Hayat siyah beyaz değil, altındır.” Bu belki de Dior parfümlerinin altın çocuğu J’adore’u en iyi anlatan cümleydi. Dior’un baş parfümörü François Demachy’nin yeteneğini bir kez daha kanıtladığı J’adore, bu çarpıcı cümleyi yeniden dile getirmek, sadık kullanıcıları ve yıllardır çalıştığı Theron’la bu başarıyı bir kez daha kutlamak için hafif detaylarla değişen şişesiyle J’adore’u yeniden piyasaya sürüyor. Bu vesileyle J’adore’u yıllarca çok satanlar bölümünden 091
eksik etmeyen esansı, yeniden burnumuzda beliriveriyor. Söz konusu esans yasemin, Damascena gülü, ylang ylang ile başlıyor ve sümbülteber, sandal ağacı ve güveotuyla kapanış yapıyor. GOSHA’DAN FOTOĞRAF DERSLERİ. Topman, Gosha 101 olarak da adlandırabileceğimiz kampanyasıyla yılbaşı ruhunu yaşatmaya biraz erken başlıyor ve Gosha Rubchinskiy’le birlikte kolları sıvıyor. Modellerin İngiliz grunge stilinde parçalar giydiği fotoğraflarda Rubchinskiy’nin mütevazı ve erkeksi stiline rastladığımız kadar, dağınık arka planlar ve endüstriyel çizgilerle Sovyetler’e doğru bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz. Comme des Garçons’la yaptığı benzeri işbirliğinden sonra Rubchinskiy, Topman’in genç, hızlı ve klasik duruşunu kendine mahsus sakinliğiyle birleştirerek ortaya gözleri yormayan, sade ve etkili bir işbirliği çıkarıyor. CLASS OF 2016. Luxottica ve Dazed’in işbirliği birbiriyle yan yana görme ihtimalinizin bir hayli düşük olduğu isimleri tek bir kareye sığdırıyor. Hari Nef, Iris Apfel, Rejjie Snow gibi moda sektörüne öyle ya da böyle adını yazdırmış isimler, bu işbirliği sonucunda Luxottica’nın gözlükleriyle lise yıllığını andıran pozları Fumi Nagasaka’ya veriyorlar ve adından mütevellit, Class of 2016 serisi ortaya çıkıyor. Farklı sektörlerden, farklı karakterlere sahip insanların benzer gözlükler takabileceğini kanıtlamak için çıkılan yolda, yukarıdaki sıradışı üçlüye eşlik eden diğer isimler ise Gray Sorrenti, Mae Lapres ve bir Instagram fenomeni olan Mike the Ruler oluyor. BARIŞ İÇİN PORTOFINO. IWC Schaffhausen’ın 2005’ten beri küresel ortağı olduğu Laureus Sport for Good Foundation için Rio de Janeiro’ya gidiyoruz. Yanımızda boks eldivenlerini giymiş, IWC marka elçilerinden Adriana Lima ‘Barış için Dövüş’ adlı proje aracılığıyla gençlere ilham vermek için sporla eğitimi bir araya getiriyor. Bu vesilesiyle IWC, elverişsiz koşullardaki çocukları ve gençleri desteklemek için her yıl yaptığı gibi Laureus’a bir saat adıyor. Portofino Automatic Moon Phase 37 Edition “Laureus Sport for 092
Good Foundation” bu sene Laureus’a adını yazdırıyor ve 1500 adetle sınırlı saatin sırtında bulunan kabartma Kıbrıs Rum Kesimi’nden on altı yaşındaki Eleni Partakki’nin kız ve oğlan çocuklarını top oynarken gösteren resmi oluyor. Lacivert timsah derisi kayışı, altmış altı adet pırlantadan oluşan paslanmaz çelik kasası ve IWC’nin her zamanki mütevazı ve klasik çizgileri, bu usta işçiliğin tuzu biberi. THE NIGHT MUSE. Modern Muse’un ilk çıktığı yılları düşünelim; markanın White Linen veya Pleasures ile yakaladığı klasik çizgisinden biraz uzaklaştığımız bir süreçten bahsediyoruz. Yakın geçmişe geldiğimizde, Estée Lauder, koruduğu geleneği ve geliştirdiği silajla birlikte, Kendall Jenner’ı da yanına alarak karşımıza tekrar çıkışına tanıklık ediyoruz. Şimdiki zamanda ise, gecenin güzelliğini ve gizemini yansıtan Modern Muse Nuit karşımızda ve adından da anlaşılacağı gibi parfümün notaları daha karanlık ve odunsu bir duruş sergiliyor. İlk çıktığı günden itibaren parfümden eksik olmayan yasemin, egzotik mandalina ve zambağa sandal ve tonka ağacı, Madagaskar vanilyası, amber ve misk eşlik ediyor ve Modern Muse’un genç duruşunu biraz da olsa olgunlaştırıyor. HER YERDE ESPRESSO. Kahve ile arasındaki bağı biraz daha güçlendirmek isteyenlerin hayatını kolaylaştıracak bir makineden bahsetmek istiyoruz. Bahsettiğimiz makine insan gücüyle çalışıyor ve elektriğe gerek kalmıyor, dolayısıyla Nomad’in espresso makinesini tanımlamak için basit ve küçük kelimeleri en uygun sözler oluyor. Günümüzün ilerleyen teknolojisine basitliğiyle meydan okuyan espresso makinesi nerede olursanız olun kahvesiz kalmayacağınızın sözünü veriyor. Parlak renklerden oluşan seri bir kenara, Nomad’in en dikkat çekici özelliği manuel olmasına rağmen bir espresso makinesinin yaptığı kremsi kahveyi yapabiliyor olması. Bunun için tek ihtiyacınız bir tutam kahve ve sıcak su.
#madeforcities
Feneryolu Mah. Çamtepe Sk. No:5 Kadıköy İstanbul bisikletgezgini.com 0216 386 82 85
PERSONAE NON GRATAE Sözlük anlamına takılı kalmadan tüketiniz.
Fotoğraflar:
Emre Doğru Kreatif Direktör:
Olga Şerbetcioğlu Moda Editörü:
Utku Palamutçu Saç:
Ali Yılancı Makyaj:
Hakan Kültür Fotoğraf Asistanları:
Sinan Aksu, Can Büyükkalkan, Cumhur Özen, Ünal Turhan Moda Editörü Asistanı:
Tuğçe Bahçıvangil Modeller:
Ramune, Tamila/ True Models
094
Palto:
Dior Gözlük:
Dior Küpe:
Louis Vuitton
095
Tamila: Kazak:
Sandro/ Brandroom Palto:
3.1 Phillip Lim/ Beymen Pantolon:
Acne Studios/ V2k Designers Yüzük:
Louis Vuitton Ramune: Mont:
Balenciaga/ Beymen Etek:
Beymen Collection
096
Tamila: TakÄąm:
Lanvin/ Harvey Nichols Ramune: Bot:
Louis Vuitton
097
Gรถmlek:
Asilio/ Vakkorama Elbise:
Burberry Ceket:
Blaze/Beymen
098
099
Panço:
Chloé/Beymen
100
Ramune: Elbise:
Marco de Vincenzo/ Harvey Nichols Kazak:
Isabel Marant Etoile/ Brandroom Ceket:
Sandro/ Brandroom Kemer:
Louis Vuitton Tamila: Palto:
Dior
101
Kazak:
Kenzo/ Brandroom Etek:
Weekend Gözlük:
Hally & Son/ Turkuaz Optik
102
Elbise:
Burberry Ceket:
Alexander Wang/ Brandroom Jean:
3x1/V2k Designers
103
104
Tamila: Etek:
Dior Ramune: Bluz:
Dior Ceket:
Dior Pantolon:
Dior
105
Tümü:
Louis Vuitton
106
Tamila: TĂźmĂź:
Miu Miu Ramune: Kaban:
Max Mara
107
BÜŞRA DEVELİ Büşra her ne kadar etrafının Röportaj:
Utku Palamutçu Fotoğraflar:
Serkan Şedele Moda Editörü:
Deniz İrem Çek Saç:
Mehmet Menteş/ art+ist Makyaj:
Sam Araji/ art+ist Set Amiri:
Halit Kerim Fotoğraf Asistanları:
Utku Atalay Erkan Şedele Moda Editörü Asistanları:
Bilgecan Koçana, Meriç Al
108
sayborglar ve robotlar tarafından sarılı olduğunu düşünse de, biz bu çoğunluktan sıyrılarak kendisiyle oldukça sıradan bir gün geçirmek için kolları sıvıyoruz. Serkan Şedele deklanşöre basarken, herhangi bir illüzyona ihtiyaç duymadan, onu olduğu gibi yansıtıyor. Büşra’nın cevapları da Serkan’ı destekler cinsten...
Ceket:
Blaze/ Beymen Broşlar:
The Sky Küpe:
Dior
109
110
Instagram fotoğraflarına yapılan yorumları okuduğunda kendine yabancılaştığın oluyor mu? İnsanlar fotoğraflarının altında seni Juliette Binoche’a benzettiklerinden de bahsediyorlar ama yermekten de geri kalmıyorlar. Sosyal medyadaki pek çok insanın gerçek kimliğini kullanmadığına inanır oldum. O yorumları yapan insanların hepsi sanki birer bilgisayar programıymış gibi geliyor bana. Aslında bir yandan, bu durum çok korkutucu çünkü belki de yorum yapan insanlardan birisi sadece dokuz yaşında ve akla hayale sığmayacak şeyler yazabiliyor. Bu yüzden sosyal medyayı olabildiğince ciddiye almamaya çalışıyorum. Ve oradaki yorumları kendimi değerlendirmek için geri bildirim olarak kullanmıyorum.
3
Büşra, Y jenerasyonunun oyunculuğa düşkünlüğüne dair ne düşünüyorsun? Bu galiba dünya düzeninin insanları kamera önüne itmesinden kaynaklanıyor. Ama ne yazık ki bunun altının çok dolu olduğunu düşünmüyorum. Etrafımda öyle insanlar var ki, bu adamın oyunculuktan hiçbir kazancı olmasa da oyuncu olur diyebiliyorum. Bu jenerasyonda ise böyle bir şey söz konusu dahi değil. Daha ziyade çıkar odaklı bir meslek seçiminden bahsedebiliriz.
1
Bu durum sosyal medyanın hayatımıza entegre oluşuyla da alakalı tabii. Bir anda ortaya çıkan sosyal medya fenomenleri bunun en iyi örneği. Bu yüzden, oyunculuktan ziyade, popülarite peşinde olmaktan kaynaklı bir durum söz konusu. Bir karakter yaratayım, şöyle oynayayım, böyle canlandırayım diyen bir kitleden bahsetmiyoruz. Zaten bu çok çetrefilli, insanın psikolojisini dahi etkileyen bir yol.
2
Oyunculuk bir nevi kendini tatminden ibaret aslında. Sana bir görev veriliyor, görevi yerine getiriyorsun, bunu hem izleyiciye hem de kendine kanıtlıyorsun. Bu tatmin sende ne ölçüde? Benim çok değişik bir mükemmeliyetçilik anlayışım var, her ne kadar bunun iyi bir şey olduğunu düşünmesem de... Kusursuz olana ulaşmak isteği bir noktada kişiyi frenliyor çünkü mükemmel olmayacaksa hiç olmasın gibi bir mantığa bürünüyorsun. Ben oyunculukta hiçbir zaman kendimi tamamlanmış hissetmedim. Beni harekete geçiren şey eksiklik hissi olmuştur. Her zaman çok şey yapmam gerekiyormuş gibi geliyor. Zaten sadece oyunculukta değil, sanatın herhangi bir dalında ‘bu oldu’ dediğin noktada geri gitmeye başlıyorsun.
4
111
Terlik:
Miu Miu
112
Neden oyuncu oldun? Büyük ihtimalle çocukken çok dikkat çekmek istediğim için olabilir. Çünkü garip bir şekilde ilkokul üçte mikrofon alıp okulda yazdığım skeçleri düzenlerdim ve utanç verici taklitler yapardım. Hocalarımı arayıp, sesimi değiştirip telefon sapıklığı da yapıyordum. Saçma gelecek ama içimde böyle bir merak vardı. O zamanlar bunun tiyatroyla alakalı olduğunu anlayamamıştım tabii. Hatta ben ilkokul birdeyken yönetmenlik okuyan ablam bir oyun kurmuştu ve mahallede bilet kesip bu oyunu sergilemiştik. Yani oyunculuk bende hep vardı. Sonra orta ikinci sınıfta sözel okumaya karar verdim. Ama hiçbir zaman tiyatro okuyacağımı düşünmemiştim. Aslında ben ilkokul öğretmeni olmak istiyordum.
5
Bundan 30 yıl sonra da oyunculuk yapıyor olacağım diyebiliyor musun? Bu oyunu (Mekan Artı’da sergilenen Burada Bugün) çıkardıktan sonra hayatımda ilk defa bir mesleğim olduğunu hissettim. Ve bu beni çok duygulandırdı. Okulda ya da dizide bunu tam anlamıyla hissedememiştim. Bu benim büyümemle de alakalı olabilir ama hala ileride bu mesleği yapmayabilirim diye de düşünüyorum. Fakat eğer vazgeçersem bu tamamen ülkemizim koşullarından dolayı olur. Ben sadece oyunculuğu sistemin içinde yapmaktan keyif almayabilirim. Onun dışında oyunculuğun kendisinden hiçbir zaman soğumayacağımı düşünüyorum.
6
En büyük tavizi diziye girdikten sonra okulu dondurarak verdin herhalde. Sektöre girdikten ve başarılı olduktan sonra okulu bitirmişsin ya da bitirmemişsin bir önemi kalmıyor mu? Öncelikle konservatuardaki öğrencilerin bir yandan kapalı bir kutunun içinde olmaları bekleniyor, bir yandan da kapitalizmin yaptığı baskı var. Ve bu baskı sürekli sana bir şeyleri kaçırıyormuşsun hissi veriyor. Gerçi buradayken de sanki okulu kaçırıyormuşum gibi geliyor, ama ben hazır genç ve dinamikken şansımı deneyip sonra okula dönmeye karar verdim. Şimdi de oradan ön lisans alıp lisansımı yurtdışında tamamlamayı düşünüyorum. Ama işin özünde, bir tiyatro oyununda oynayınca da o eğitime denk bir eğitim alabileceğime inanıyorum.
9
Şans faktörü, malum, dizi sektörü için büyük rol oynuyor. Oynadığın ilk dizinin uyarlama bir senaryo oluşu seni şanslı kıldı diyebilir miyiz? Öncelikle, dizinin orijinalini bildiğim için, bu işin kesin tutacağını düşünüyordum. Türkiye’ye çok uygun bir iş gibi gelmişti. Tabii o zamanlar okuldaydım, işe çok uzaktan bakıyordum ve sektörün bu kadar içinde değildim. İlk başta dizide beş kız olduğumuz için hiç korkmadım. Onlarla bir ay kadar çok fazla birlikte çalıştık. Diziden çok keyif aldım. Benim için çok yaratıcı bir süreçti. Sete adım attığımızdaysa işin ‘iş’ tarafıyla tanıştım. Benim için bu çok garipti. İnsanların tepkileriyle iyi bir iş yaptığımı anlayabiliyordum.
7
8
Dizide oynama kararı alırken bir şeylerden taviz veriyormuşsun gibi hissettin
mi? Galiba hassasiyetimden taviz verdim. Çünkü hassas olmamam gerektiği için büyümek zorunda kaldım. Ve bu benim için yüzleşme gibi bir şey oldu. Bir anda kendi ayaklarım üzerinde durmam gerekti. Kişisel olarak da yaptığım her şeyin sorumluluğu benim üzerimdeydi. Bu beni gerçek anlamda çok yıprattı. Hayatım iki ay gibi bir sürede değişiverdi.
113
114
115
Haftada kaç saat çalışıyorsun? Bir insan ne yaparsa yapsın, hiçbir zaman bir dizide çalıştığı kadar yorulamaz. Şu an üç tane sinema filminin yapım aşamasındayım. Yine de bir dizi kadar yoğun çalışmıyorum. Kendimle olduğum bir döngüdeyim, ama asla nefes alamayacak kadar yoğun değilim.
13
Seni çok etkileyen bir karakter canlandıracak olsan, onun için yapmayacağın şey var mıdır peki? Yapamayacağım şey her zaman vardır. Büşra ve Büşra’nın hayatı herhangi bir meslekten çok daha önde gelir. Kısacası mesleğim benim hayatım değil. Ben her zaman dünyayı Büşra olarak değerlendiriyorum, başka şeyler sonra geliyor. Ama bir şeylerden vazgeçebilmek de iyidir diye düşünüyorum. Beni etkileyen karakter ticari bir şey değilse, hayatımın rolü olması lazım; o zaman yapmayacağım şey yok.
10
116
Eleştiriye açık bir insan mısın? Evet, ama işime geleni alırım. Ve bu, karşımdaki insana verdiğim değerle de çok alakalı. Eğer o kişi aklına güvendiğim biriyse onun eleştirisine değer veririm.
11
O halde kendini bir konuda eleştirir misin? Kendimi eleştirebileceğim o kadar çok şey var ki... Mesela bazen çok idealist olabiliyorum. Bir şey bana zarar verse de sonuna kadar gidebiliyorum. Bazen insanlarla duygusal ilişkiler kuruyorum, fazla hassas olabiliyorum. Bir de çok inatçıyım.
12
Neyi çok iyi yaparsın? Konuşmakta ve kendimi ifade etme konusunda iyiyim. Ya da bir fikri empoze etmekte de iyiyim diyebiliriz. Karşımdaki insanı kazanmayı çok seviyorum. Pazarlık etmede de iyiyim diyebilirim.
14
Bluz:
Academia/ Beymen Kazak:
Miu Miu Süveter:
Miu Miu Bot:
Dsquared2/ Beymen
117
Tümü:
Balenciaga/ Beymen
118
Gömlek:
Kenzo/ Harvey Nichols Süveter:
Dior Atkı:
Academia/ Beymen
119
Elbise:
Dior AyakkabÄą:
Miu Miu
120
121
Kimin hayatını reality show yapsalar soluksuz izlersin? Ben Nazım Hikmet’in çok büyük hayranıyım. Bazı geceler onun şiirlerini okuyup evde ağladığım ya da güldüğüm oluyor. Onun hayatının her anını izlemek isterdim.
15
Farz et ki önemli bir ödül almışsın ve konuşma yapıyorsun... Bunu herkes gibi daha önce ben de düşünmüştüm, ama aslında ben ödüle ve getirdiklerine çok inanmıyorum. Tabii ki kazanmak insanı mutlu eden bir şey ama o ödül hiçbir zaman bir filmde inanılmaz iyi oynadığımın göstergesi olmaz. Bu yüzden, herhalde çok klişe bir konuşma yapardım. Herkese teşekkür ederdim tabii. Ama bu hayali ödül, projenin benim için ne kadar değerli olduğuyla da alakalı. Eğer hayatımı ortaya koyduysam belki ağlayabilirim. Neyse, genel olarak çok minnettar olurdum.
16
122
Tanınmak hoşuna gidiyor mu? Açıkçası çok da hoşuma gitmiyor. Ben biraz insanların arasında olmayı ve onları gözlemleyerek beslenmeyi seviyorum. Ve bütün gözler bende olduğu zaman ben o kadar fazla dışarı bakamıyorum. Bu da hayattan aldığım zevki engelliyor. Sokağa bunları unutarak çıkıyorum. En çok korktuğum şey, günün birinde bir cam fanusun içinde yaşıyor olmak.
17
Dışarıdan nasıl göründüğünü düşünüyorsun? Zararsız göründüğümü düşünüyorum. Bazı insanlar vardır, egosantrik enerjileri yüksektir ve diğerleri için tehlike oluştururlar ya... Böyle bir şeyim hiç olmadığı için insanların yanımda rahat olduklarını ve bana güvendiklerini hissediyorum. Dışarıdan görünüşüm sadece bir imajdan ibaret. Beni tanımayanlar hakkımda her şeyi düşünebilir, ama tanıyanlar zararsız olduğumu hissederler.
18
Bu sektörde seni en fazla ne zorluyor? Sektöre girdikten sonra, insanlarla kurduğum ilişkilerde kendim olabilme özgürlüğümü yitirdiğim noktalar oldu. Çünkü işlerin hiç tahmin etmediğim gibi yürüdüğünü fark ettim ve ben çözümü şöyle buldum: Kim olursa olsun ben işe kendim olarak yaklaşıyorum ve böylece kafam karışmıyor. Aşağıda, yukarıda, yapımcı, yönetmen herkese aynı davranıyorum.
19
Ceket:
Comme des Garรงons/ Harvey Nichols Etek:
Comme des Garรงons/ Harvey Nichols
123
Chanel’in İlkbahar-Yaz sunumunu coğrafyanızdan bağımsız, front row ile aynı anda izlediniz. Sorgulamalarınız devam ediyor olabilir. İlerleyen sayfalarda sorgunuzu biraz daha samimi bir atmosfere taşıyalım: Sunumdan birkaç gün önce XOXO’ya özel fitting fotoğraflarının çekildiği Chanel’in Paris mağazalarından birine...
Yazı:
Aslin Kumdagezer Fotoğraflar:
Benoit Peverelli
124
INTIMATE TECH
Bu evrenin, başka bir tanesinde yaşayan bir fizikçinin oyun alanı olduğu teorisini günlük gerçeklerinize dahil edin. Eh, günün sonunda Homo Sapiens’in sayborglaşması oyunun kuralları dahilinde beklenen bir süreç. Sayborglaştığınız konusundaki soru işaretlerinizin, (hala var olduklarını varsayalım) Lagerfeld-vari bir sunumla çözüme kavuşması ise her şeyin beklendiği moda dünyasında beklenmeyenler tarafında... Geleceğe dair kehanetleri en tutarlı olan tasarımcılar konseyine dahil olan Monsieur Lagerfeld, İlkbahar-Yaz 2017 için kartlarını açtığında rotasını mecburi Kuzey Amerika’ya, start up’ların ana vatanına çeviriyor. Ve Seattle stereotipi Coco’nun mirası ile buluşuyor. Fransız beresi yerini yan takılan kasketlere bırakıyor -kasketin duruşunu 2000’lerin klişesi yerine Fransız beresinin takılma açısı ile ilişkilendirebilirsiniz. Koleksiyon dahilinde Chanel’in alametifarikası incilerine bu kez kablolar eşlik ediyor ve tüm bu kakofoninin içerisinde Mademoiselle’in kamelyası kendine bir şekilde olabilecek en mükemmel oyun alanını buluyor. Her sezon kendine farklı paradokslar yaratan Lagerfeld, bu kez 87 tasarımda paradoksunu açıklıyor. Soru işaretini taşıyan slogan ise kişisel teknoloji. 4 Ekim’de Grand Palais’de hangi sırada oturduğundan bağımsız her editör, ilham perisi ve satın almacı 18 dakika boyunca teknolojinin kişisel tarafını düşünüyor. Şov başladığında Karl, sahne arkasından, kişiselden kastın, yatak odası boyutlarında olduğunu işaret ediyor ve geçtiğimiz sezonun gecelik trendinin boyunu kısaltıp robotlara giydiriyor. Bu sırada Grand Palais’de Snapchat
Chanel İlkbahar-Yaz 2017 koleksiyonundan, XOXO’ya özel.
ve Instagram paylaşımları tavan yaparken aslında Karl Lagerfeld paradoksunu 87 tasarıma gerek kalmadan açıklıyor. Chanel Data Center paylaşım rekorları kırıyor. #breaktheinternet Zira Kaiser, elinizden düşürmediğiniz akıllı telefonlarınızdan çıkışla daha derin bir mesajın aracılığını yapıyor, lüks pazarının yeni tedavülü data’nın farkında olduğunu ve Chanel’in data pastasından payını almak için hazırlandığını söylüyor. En azından, şov öncesinde, Paris mağazasında yapılan fitting’lere şahit olurken biz detayları öyle okumayı tercih ediyoruz. Dehasını, set tasarımlarında extravagant bir tavırla paylaşan Lagerfeld, şeytani tarafını detaylar için saklıyor ve kablolar Mademoiselle Coco’nun tüvit takımının dikişlerine dönüşüyor. Viktoryen kol detayları CMYK renklerin ardından el sallıyor. Gözlükler datanın ilk ortaya çıktığı yıllara, 2000’lere dönüyor ve Karl, en büyük riski, Seattle’lı teknoloji gurusunun gardırobuna saygı duruşu mahiyetinde koleksiyonda hiç yüksek ökçe kullanmayarak alıyor. Tüm alt göndermelerinin feminenlikten uzak olduğu bir konseptte Chanel’in yeni sezon kadını her zamanki ‘femme fatale’ duruşunu cebinde tutuyor. Günün sonunda Chanel tüvitleriyle podyumda yürüyen robotlar aslında tüm teknolojik çalkantılara, datanın getirdiği ve getireceği sorulara rağmen, insani dokunuşun, ‘savoir-faire’in ve feminenliğin uzay-zaman doğrusundan bağımsız var olacağını kanıtlamaya çalışıyor. 125
Yaptığı işi tam olarak anlamadan etkilendiğiniz insanlar vardır. Osman Koç pek çok insan için öyle görünse de aslında her şey daha basit... Biz onun, hayatı basitleştirmenin peşine düşmüş tarafıyla tanıştık ve gördük ki hayatında, sayborglar, robotlar, sibernetikler bir tarafa, oyuncaklar, hayaller ve anime kahramanlar da var...
Röportaj:
Bahar Türkay Fotoğraf:
Gökhan Polat
126
OSMAN KOÇ
Tüm bunlarla uğraşmadığını varsayalım... Hayat sıkıcı olur muydu? Olmazdı elbette, ama bu kadar eğlenceli de olmayabilirdi. Sanırım benim peşinde koştuğum şey insanın kendini kaptırma hissiyatı. Bu, bir enstrüman çalarken de olabiliyor, dans ederken de, sohbet ederken de, oyuncaklarınla oynarken de...
6
Yaptığın işi beş yaşında bir çocuğa nasıl anlatırdın? İnteraktif işlerle ilişkimiz oyuncakla olan ilişkimize çok benziyor. Ben de yaptığım çoğu işe oyuncak gibi yaklaşıyorum. Hem oynuyorum, hem de başkalarına oynatıyorum. Oyunu keşfettiğin andaki heyecanı uzatmaya ve oyundan aldığın zevki artırmaya çalışıyorum. Aldığım oyuncakları bozup yeni baştan yaptığım projeler de var. Atölyede geçirdiğim vakit ve Ar-Ge süreçleri benim için oyun oynamak gibi. Dolayısıyla, beş yaşındaki çocuğa, yaptığım işi, ‘oyuncaklarım var, onlarla oynuyorum, oynayarak yeni oyuncaklar üretiyorum, türetiyorum’ gibi anlatırdım, muhtemelen.
1
Ürettiğin, üzerine kafa yorduğun projeler olası bir gelecek senaryosunu çağrıştırıyor. Böyle bir senaryon var mı? Çok uzak bir gelecek için senaryolarım yok. Ne zaman kurmaya başlasam kurgumu bozan bir durum oluşuyor. Öte yandan hala gerçekleşebilecek şeyler var içinde. Tahminlerim günlük hayat senaryolarından daha çok sistem düzeyinde aslında. Yani gezegenler arası dolaşmak veya her şeyi düşünerek kontrol etmek gibi şeylerden ziyade, hukukun veya hükümetin otomasyonla yürütülmesi gibi senaryolar üzerine düşünüyorum. Tabii bu biraz hayalperest bir senaryo... Aslında insanın dikkat süresinin kısalığı, tekrarlamalardaki hata oranı veya bilişsel yönelimlerimiz gibi sebepler yüzünden iyi yapamadığımız işlerin otomatikleşmesi sonucu bir özgürleşme ihtimali söz konusu. Bununla, otomasyonun sınır-durumlardaki katılığının getirdiği bir cam fanus arasında gidip geliyorum.
2
Yıllarca robotlar geldi geliyor diye bekledik durduk ve artık aramızda olduklarını söylemek yanlış olmaz. Kontrol bizde mi onlarda mı? Bu, robot ve sayborg tanımlarımızla çok alakalı. Mesela ailemde ilk ben sayborglaşacağım zannediyordum. Ama geçtiğimiz günlerde annemin dişine implant takıldı, dolayısıyla bence ailenin ilk sayborgu annem oldu. Robotlar aramızda ve algoritmalar hem kişisel hem toplumsal düzeyde psikolojimizle oynayıp, bizi yönlendiriyorlar. Ancak ne yaptıklarına dair farkındalıkları olmadığı için, henüz tüm kontrolü ele geçirmediler.
3
‘Keşke ben akıl etseydim’ dediğin bir tasarım oldu mu? Matt Mets ve Kyle McDonald’ın ‘Blind Self Portrait’ işi, Chris O’Shea’nın Audience projesi ve Antonin Fourneau’nun ‘Water Light Graffiti’ çalışması ilk aklıma gelenler...
4
5
Görselleştirme, sibernetik organizma, ses dalgaları ve hareket arasında nasıl bir
ilişki var? Ben de bu sorunun cevabını arıyorum. Farklı alanlar deneyip, bazılarından daha çok zevk aldığımı fark ettikçe oralara daha çok yöneliyorum. Tüketmeyi sevdiğim, zihnimi açan alanlara karşı bir yönelimim, eğilimim oluyor. Ama günün sonunda hepsi verdiğimiz tepkiler üzerinden insanı daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Üzerine uğraştığın, üç boyutlu sistemler veya yazıcılar gibi bazı süreçler, uluslararası camiada önemli etik tartışmalara konu oluyor. Tasarımın geldiği noktadaki bu etik tartışmalarla ilgili ne düşünüyorsun? Bu tartışmalar genelde birkaç ana başlık altında toplanıyor. Biri fikir ve telif hakları mevzusu, diğeri de teknolojinin insan hayatına olan kötü etkileri... Bunlar hep tartışılacak, çünkü iki tarafın varlığı birbirini besliyor. Yani fikri ve telif hakları konusunda, özel ve genel, sahiplenme ve paylaşma ikiliği hep olacak. Bu konuyla alakalı tartışırken aklıma hep Internet’s Own Boy belgeselinden Quinn Norton’un lafı geliyor. Aaron Swartz’ın JStor’daki akademik makaleleri herkesin erişimine açmak için indirdiği davanın avukatına, tarihin yanlış yerinde durduğunu söylemişti. Teknolojinin insan hayatına kötü etkilerine gelince, üç boyutlu yazıcılarda silah basılabiliyor, malum. Ancak o zaman kullanımını yasaklamak gibi savlar yine özgürlüğü kısıtlamaya giriyor. Dolayısıyla bu tartışmaların olması bile yeterli bence. Zira belli teknolojilerin belli kesimlerin himayesinde olması her zaman daha tehlikeli. Bununla ilgili diğer bir konu da dijital üretim metotlarının bu kadar yaygınlaştığı bir dönemde benzersiz bir şey üretebilme illüzyonu. Velhasıl günün sonunda benim durduğum yerde, üretme imkanım, yeteneğim, bilgim ve isteğim olan herhangi bir şeyi üretmemem için bir sebep yok. Gerisi kişisel tercihe kalıyor.
7
127
NOT ORGANIZED NEATLY Farklı ruh hallerini ifade Fotoğraflar:
Gökhan Polat Hazırlayanlar:
Tuğçe Bahçıvangil, Başak Ulubilgen
128
etmek için mesaj içerikli tişörtlere ihtiyacınız yok, takip eden sayfalarda ne demek istediğimizi anlayacaksınız.
Çanta:
Dior Parfüm:
Dior Çatal:
Puiforcat/ Luxuria
Monsieur Dior’un alametifarikası Lady Dior’un en ikonik versiyonlarından birine bakmaktasınız. Sezonun öne çıkan rengi, Dior’a nüfuz ediyor ve krokodil, bu renk tercihini haklı çıkarır cinsten bir duruş sergiliyor. Francis Kurkdjian imzası taşıyan Eau Noire, baharatlara bulanmış adaçayı ve taze anasonla başlattığı unisex hikayesini, deri, vanilya ve menekşeyle elde ettiği pudralı bir sonla noktalıyor.
129
Çanta:
Céline/ Beymen Parfüm:
Prada Ruj:
Giorgio Armani Oda Parfümü:
Zodax/ Luxuria
Gözlerinizi kapatın ve Phoebe Philo’nun boğazlı kazağının arkasına saklandığı ikonik portresini hayal edin, bu sırada kendisinin modern estetik anlayışı da aklınıza gelecek. Gözlerinizi açtığınız zaman gördüğünüz bu fotoğraf, Céline’in tenis kortunu andıran podyumunda süzülen geniş formları özetliyor olacak. La Femme Prada, kadın kelimesine olfaktif bir tanım getirerek frangipani, zambak, balmumu, sümbülteber ve baharatlarla çoklu bir kimlik yaratıyor. Giorgio Armani’ye göre ise kırmızıdan daha güçlü bir renk yok.
130
Çanta:
Balenciaga/Beymen Parfüm:
Byredo
Bangkok pazarının Sampeng Bag’leri, Demna’nın akıl almaz moda filtresinde süzülüyor ve Cristóbal Balenciaga’nın form ve fonksiyon arasında gidip gelen estetik algısına saygı duruşunda duran bu çanta arzıendam ediyor. Byredo’nun yaratıcısı Ben Gorham’ın köklerine ithafen yarattığı, açılışını ardıç dutu, greyfurt ve safranla yapan Black Saffron, derinlerinde vetiver ve sarı odunsuları gizliyor.
131
Çanta:
Marni/Beymen Parfüm:
Maison Margiela Replica By The Fireplace
Her ne kadar Pantone’nin öne çıkan renkleri, sezon trendlerini etkisi altına alıyor olsa da, Marni’nin Pocket Shoulder Bag’i, bu geniş renk skalasında nokta atışı yapıyor ve anlatmak istediğini fazla söze gerek duymadan tek bir seferde söyleyiveriyor. Maison Margiela’nın replikalarından biri olan By The Fireplace, tahmin edileceği gibi odunsu bir karışım. Onunla ilgili tahmin edilemeyen şey ise dip notalarında gizlediği vanilya, peru balsamı ve kaşmeranın yarattığı tensel sıcaklık.
132
Çanta:
Louis Vuitton Parfüm:
Creed Maskara:
Estée Lauder
City Steamer’ın kelime anlamına takılı kalmadan, Sonbahar-Kış sezonunda Nicolas Ghesquière’in athleisure trendiyle altını çizmek istediği modern kadın algısına odaklanın. Creed Love In White, bembeyaz şişesinin içine beş kıtanın farklı ham maddelerini sığdırmayı başaran, iddialı bir floral oryantal. Bir maskaradan beklenen tüm görevleri yerine getiren Sumptous Extreme Lash Multiplying Volume Mascara’nın uzmanlık alanı hacim.
133
HANNAH ELYSE David’leyiz. Some Men kapak Fotoğraflar:
David Alexander Flinn Saç:
Alina Friesen/ The Wall Group Makyaj:
Mariko Arai/ The Wall Group
The Lions’a teşekkürler.
134
çekiminden sonra bu onunla ikinci randevumuz. Hannah Elyse ise takip eden sayfaların esas öznesi... Konuşmak gibi bir gayretiniz olmasın, içinde bulunduğunuz zaman dilimini yaşamak da yapmanız gerekenler arasında yer almıyor. Hannah da bizimle aynı fikirde.
Tişört:
Vintage Korse:
Jackson Wiederhoeft Pantolon:
Vintage Kolluk:
Jackson Wiederhoeft Şapka:
Vintage Eldiven:
Vintage Bot:
Marc Jacobs
135
Elbise:
Ellery Kolluk:
Adrienne Landau Şapka:
Vaquera Küpe:
Vintage Çorap:
Falke Ayakkabı:
Schutz
136
137
Tümü:
Look Area
138
139
Tiล รถrt:
Fiorucci Pantolon:
Fox Racing
140
Üst:
Vaquera İç Çamaşırı:
Hello Beautiful Şapka:
Lou Dallas Kolluk:
Adrienne Landau Ayakkabı:
Vintage
141
142
Tümü:
Vaquera
143
Ceket:
Queenie Cao Åžort:
Queenie Cao Etol:
Adrienne Landau
144
145
146
Kolluk:
Jackson Wiederhoeft
147
PORTOFINO IS NOT JUST A CITY Prodüksiyon:
an original idea by CO for IWC Schaffhausen Fotoğraflar:
Begüm Yetiş Moda Editörü:
Yağmur Kural Saç:
Sinan Sümen/ Makas Makyaj:
Ece Karagülle Moda Editörü Asistanları:
Batuhan Çetin, İlnur İskender Makyaj Asistanı:
Sara Kara Model:
Sophie/ Option MGMT
148
IWC ile bu kez modern kadının renkli gardırobunda karşılaşıyorsunuz ve gördükleriniz sizi şaşırtmıyor. İstediğiniz karaktere bürünebileceğiniz, geniş bir skalayı IWC aracılığıyla huzurunuza seriyoruz, buyrunuz...
Bluz:
Pinko Ceket:
Dkny Pantolon:
Karen Millen Saat:
IWC Portofino Midsize Automatic Day & Night 37 149
Bluz:
Max Mara Triko:
Sandro Pantolon:
Asilio/ Vakkorama Elbise: Etol:
Burberry
House of Ogan Saat: AyakkabÄą:
Cos Saat:
IWC Portofino Midsize Automatic 37 150
IWC Portofino Automatic Moon Phase 37 Laureus Edition
Bluz:
Sandro Pantolon:
Max Mara Palto:
Dkny Etek:
Asilio/ Vakkorama Saat:
IWC Portofino Midsize Automatic 37
151
Palto:
Max Mara Pantolon:
Sandro Ayakkabı:
Christian Louboutin Çanta:
Lacoste Saat:
IWC Portofino Midsize Automatic Day & Night 37
152
Triko:
Silk&Cashmere Gรถmlek:
White Posture Trenรงkot:
Burberry Saat:
IWC Portofino Midsize Automatic 37
Elbise:
Burberry Mont:
Paltoi Kemer:
Karen Millen Saat:
IWC Portofino Midsize Automatic 37 153
Her iş gibi, bir yayınevini yönetmek de ticaret hayatının temel kurallarına hakim olmayı gerektiyor. Ancak aynı zamanda içinde çok daha farklı bir çabayı barındırıyor. Bir edebi metni değerlendirmek, onu para kazandıracak şekilde okuyucuya sunmak ve bütün bunları yaparken, ister istemez politik alana yaklaşmak... Can Öz’e bu dengeyi nasıl koruduğunu ve babasından devraldığı edebiyat dünyamızın en önemli sembollerinden birini, Can Yayınları’nı, nasıl yönettiğini sorduk.
Röportaj:
Tanem Sivar Fotoğraf:
Gökhan Polat
154
CAN ÖZ
İyi bir yazar olmak ister miydiniz? Çok, ama ne yazık ki yetenekli değilim.
1
Uzun edebiyat sohbetleri içinde büyüdüğünüzü tahmin ediyoruz. Evet, öyleydi. Ve bu bana çok doğal gelirdi, hala da gelir. Genelde kitap okuyan çevrelerle dostluk yaptığım için, aksinin nasıl olacağını pek kestiremiyorum.
2
Yakın zaman önce baba oldunuz ve kızınız benzer bir dünyaya doğdu... Ona okumak istediğiniz kitapların hayalini kuruyor musunuz? Şimdilik onu kucağıma alıp kitap okuduğumda kitabın sayfalarını yemeye çalışıyor. Gerçi ben de ona en son Algorithms to Live By, The Computer Science of Human Decisions isimli bir kitap okumaya çalışıyordum, tepkisi buna da olabilir. Gelişmelerden haberdar ederim.
3
Babanızın yokluğunda işleri yürütmekte çok zorlandığınız bir dönemden geçtiğinizi anlatmıştınız. Pes etmek hiç aklınızdan geçmiş miydi? Hayır, hiç geçmedi, öyle bir seçenek yoktu.
4
Günde kaç saat çalışıyorsunuz? İş saatleri dışındaki yazışmaları ve evde çalışmamı da işin içine katarsak bu sıralar herhalde 14 saate yaklaşıyor. Ayrıca haftasonları da genelde çalışıyorum. Bundan birkaç sene önce yedi-sekiz saatte yırtıyordum, haftasonları da işle hiç ilgilenmiyordum. O günleri özlüyorum, ama bu hali de seviyorum; çünkü çok severek çalışıyorum.
5
Can Yayınları kitap kapağı tasarımında klasik beyaz mizanpajını terk etmeye başlayınca okuyucu kitlenizden farklı tepkiler almıştınız. Siz bu tepkileri, yayınevinin sahip olduğu mirasa bakarak bugün nasıl okuyorsunuz? Yeni kapaklara geçmek doğruydu, dünyanın döndüğü yönün tersine gitmeye çalışırken Can Yayınları da küçülmekteydi, bu karar sonrası bu durum tersine döndü. Yeni kapakların çoğunu çok beğeniyorum, ama beyaz kapakları da özlüyorum. İkisi birlikte olamıyor ne yazık ki (şimdilik).
6
Sosyal medya sonrası yeni jenerasyonun kitap okuma alışkanlığı sizi duygusal ve ticari açıdan korkutuyor mu? Hayır, korkutmuyor. Yeni jenerasyon eskisinden daha çok kitap okuyor.
7
Anlaştığınız yazarları kendi Twitter hesabınızdan takipçilerinizle paylaşıyorsunuz. Aynı zamanda bir yazar kaybettiğiniz zaman üzüntünüzü de açıkça dile getiriyorsunuz. Böyle durumlarda Can Yayınları’nın kurumsal kimliği ile sizin kişiliğiniz iç içe geçmiş olmuyor mu? E geçiyor, ancak burada bir sorun yok, çünkü zaten Can Yayınları’ndaki görevimden dolayı insanlar beni tanıyorlar, bu çapta ilgi çekici başka bir vasfım yok.
8
Kurumsallığı ne kadar önemsiyorsunuz? Yanıtı en sıkıcı soru olabilir bu, o nedenle kısa tutacağım. Tamamen yanıtlasam, bu yanıtta iki mesaj vermeye çalışırdım: Birincisi, Türkiye’de Anglosakson geleneklere göre kurumsallaşmak zaman zaman bir orangutana kartvizit uzatmaya benziyor, bu nedenle çok zor. İkincisi, Can Yayınları’nı bu şartlar altında kurumsallaştırmak için elimden geleni yaptım, yapmaya devam ediyorum.
9
Yayınevi sahibi olmak politik duruşu da -kaçınılmaz olarak- beraberinde getiriyor. Türkiye’nin sürekli değişen gündeminde edebiyat, ticari kaygılar ve inandığınız değerler arasındaki dengeyi nasıl buluyorsunuz? Ticari kaygılar yayıncılara özgü değil. Ancak siyasetin entelektüel düşünceyle mücadelesi elbet hayatımızı çok zorlaştırıyor; ama bu aynı zamanda, çalışmak için bize daha çok gerekçe de yaratıyor, işimizin önemi, ciddiyeti artıyor.
10
Edebiyat dışı metinlere olan yaklaşımınız son zamanlarda değişti mi? Evet, memleket gömüldükçe ben de edebiyat dışına daha çok ilgi duymaya başladım.
11
Yeni nesil edebiyat dergilerini nasıl buluyorsunuz? Açıkçası, çok eleştiri almalarına rağmen, ben bu alandaki gelişmelerden çok memnunum. Öyle ya da böyle, birçok yazar artık daha çok tanınıyor, okunuyor. Bu nefis bir şey. Ocak 2017’de Can Yayınları da bir edebiyat dergisi yayınına başlayacak. İsmi şimdilik sürpriz olsun.
12
Socrates yayın hayatına yeni başladığı sıralarda, yayıncılığın kaderini değiştirecek bir dergi olacağını düşünüyordunuz. Yapmak istediklerinizin ne kadarını yapabildiniz? Socrates benim yapmak istediklerimle sınırlı bir dergi değil, zaten büyüsü burada. Çok kişinin hayalleri bu derginin mayasını oluşturuyor. Bu enerjinin önünde durulmaz. Zaten gidiş o gidiş, 18 Ekim’de Almanya’da Almanca yayına başlıyor dergi, 1 Kasım’da da Teşvikiye’de Socrates Bistro açılıyor.
13
155
Ragnar Kjartansson, performans işlerinin çoğunda absürtlük ve yinelemelere yer verirken, bir yandan İskandinav melankolisi ve bohem melankolik sanatçı klişelerine göz kırpıyor. 2009 Venedik Bienali’nde İzlanda’yı temsil eden en genç sanatçı olan Kjartansson ile Barbican’daki The Visitors sergisi, ABD’deki ilk retrospektifi, The National ile işbirliği ve içindeki kadın üzerine konuştuk.
Röportaj:
Yonca Keremoğlu Fotoğraflar:
Lilja Birgisdóttir
Lilja, XOXO için Reykjavík’teki atölyesindeydi. Gerisini fotoğraflar anlatıyor.
156
RAGNAR KJARTANSSON
Video ve performans işlerinin neredeyse hepsinde yer alan tekrarlar ‘Woman in E’ isimli işinde altın perdelerle süslü bir odada, altın elbiseli bir kadının devamlı çaldığı mi minör notasıyla kendini gösteriyor. Neden mi minör? ‘Women in E’ ile mi minör tekrarını kullanarak sonik bir heykel yapmayı amaçladım. Bir şarkı oluşturmaktan çok bu akordun ses heykelini oluşturmak istedim ve sonuç mi minör’e odaklanan bir durum heykeli oldu. Mi minörü seçmemin nedeni basit ve hüzünlü bir nota olmasıdır. İlk defa gitar çalarken, bu notayı öğrendiğinizde bir nevi müziğe açılırsınız. İki parmakla çalınan basit bir akordur ama biraz da hüzünlüdür. İşlerimde, büyük bir yer kaplayan melankoli fikri üzerinde oynamayı seviyorum. Bu klişeyi büyüleyici buluyorum ve onunla hem dalga geçmek hem de onu takdir etmek hoşuma gidiyor.
1
Tiyatroyla iç içe bir ailede yetişirken tiyatro oyuncusu ya da aktör olmayı hiç düşündün mü? Hiçbir zaman oyuncu olmak istemedim, tarih hocası olmayı tercih ederim, daha ilham verici.
2
‘The End’ serisindeki işleri oluştururken sürekli içki ve sigara içen, melankolik ressam kimliğine girip, bu klişeyi sürekli her gün aynı modelin resimlerini yaparak canlandırıyorsun. Günümüzde sanat dünyasında gerçek sanatın bu maço kişiliğe bürünmek gerektiğini sanan sanatçılar hala var. Benim de yaptığım 20. yüzyılda yaygın olan klasikleşmiş maço, alkolik ve melankolik bir sanatçı rolünü canlandırmaktı. Performansın bir parçası olarak da bu resimleri yaparken sürekli sigara ve bira içiyordum. Bu iş ironik bir şekilde bu sigara ve içki batağındaki bohem sanatçı kimliğine olan hayranlığımı da yansıtıyor. Duyduğum saygının bir parçası.
4
Oyunculuk, tekrarlar, rol yapmak ve farklı personalara bürünmek işlerinde sıkça rastlanan unsurlar arasında. Sanatta performatif tanımı senin için nedir? Ürettiğim çoğu işin özünde performatif unsurlar var. Ama sözcük olarak bir tanım yapmak istemem. Sanatta istediğini yapabilme özgürlüğü hoşuma gidiyor. Bu resimdir, bu heykeldir, bu performanstır gibi etiketler koyamıyorum. Performatif tek bir şeyden ziyade, birçok şey olabilir. Tiyatro ile performansın farkları konulu konuşmalar aklıma geliyor ve bu konuları gerçekten umursamıyorum. Hepsi birbirine çok yakın alanlar. Tiyatro bir senaryo olmaksızın da olabilir, herhangi bir yerde, sokakta bile yapılabilir. Genel olarak tanım yapmaktan kaçınıyorum. Bana göre doğru ya da yanlış tanım diye bir şey yok. Performanslarımı bir heykel ve resim olarak gördüğüm gibi, bir resim de gayet tabii bir performans olabilir. Tam olarak üzerinde çalıştığım da bu.
3
157
158
Peki 21. yüzyılda feminist sanat yaklaşımında ne gibi değişiklikler oldu? Günümüzde kadın sanatçı olmanın 1970’lerdeki gibi bir mücadele gerektirdiğini düşünmüyorum. Zaman içerisinde bu mücadele azaldı ve kendini ispat etti. Günümüzde güzel sanatlar alanının da sinema ve sanatın diğer alanlarından farklı olarak erkek egemen bir alan olduğunu düşünmüyorum. Oldukça kadınsı bir dünya aslında. Bu yüzden sanatçı olmak için içinizdeki kadınla iletişim halinde olmak gerekiyor. Ne demek istediğini tam olarak anlamasam da, bir arkadaşım; tüm sanatçılar kadındır diyor. Bu şiirsel ifadeye tamamen katılıyorum.
6
Üniversiteden beri sanatta feminist yaklaşımlarla yakından ilgilisin. Bildiğim kadarıyla İzlanda’da altı ay boyunca yemek pişirmeyi ve temizlik yapmayı öğreten ev hanımlığı dersleri aldın. Bu ilgin nereden geliyor? Feminist yaklaşımların ürettiğim işlerdeki etkisi çok büyük. Bunlar, sanatçı olarak yolumu bulmamı sağlayan konulardır. Mesela Carolee Schneemann beni en çok etkileyen sanatçılardan biri. Bir anda yaşayan, nefes alan kadın bedenini sanatın içine kattı ve sanat tarihinde sıkça kullanılan bu konuya bir ses verdi. Resimlerde, heykellerdeki pasif kadın vücudu bir anda kaybolmaya başladı ve bir anlamda sanatta kadın bedenine can verdi. Ondan sonra gelen Bruce Nauman, Marina Abramović gibi sanatçıların işleri de onun etkisiyle bedene yoğunlaşır. Aynı zamanda sanattaki farklı ve yeni sesleri duymamı, feminist sanata gözlerimi açmamı sağlayan da yine Carolee Scheneemann’dır. 20. yüzyılın ‘insanlığın yarısının söz hakkı oldu’ klişesi bir anlamda doğru, zira bu ses kendini feminist sanatla da ortaya koydu. Kadınlar artık bir alt metin ya da yan konu olarak değil tam görünür bir şekilde sanatta yer almaya başladı. O zamandan beri de sanatta çoğu heyecan verici işi kadınlar yapıyor. Bu anlamda, Sarah Lucas, Roni Horn da ilham verici bulduğum kadın sanatçılardandır.
5
‘Me and My Mother’ adlı işin, annen ve senin yan yana durduğunuz ve her dakikada bir sana doğru dönüp tükürdüğü on dakikalık bir video. Ve her beş senede bir yeni bir versiyonunu çekiyorsun. Annen dahil olmak üzere performanslarda yer alan insanlar performanslardaki bu uzun tekrarlara nasıl dayanıyor? Beraber çalıştığım çoğu kişi bu tekrarları seviyor. İlk projelerimdeki performanslarımda bu tekrar olayını kendim yapıyordum. Sonrasında diğer insanları da dahil ettiğimde, bazıları gerçekten sevdi, bazısı da en başından yapamayacağını belirtti. Aynı eylemin durmadan tekrar edildiği performanslar herkesin dayanabileceği bir şey değil. Bu yüzden, ya seviyorsun ya da gerçekten nefret ediyorsun. Sevenler de şiirsel bir şekilde kendinden geçerek, bir nevi bağlılıkla sevip katlanabiliyorlar. Annemi bu projeye dahil etmek hiç zor olmadı. İzlanda’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne başladığım ilk senelerde ona bu projeden bahsetmiştim, o da oğlunun sanat projesine yardım etmek istedi ve bu şekilde bu projenin parçası oldu.
7
The Visitors sergisinden aklımızdan çıkmayan ve sergiyle aynı ismi taşıyan ‘The Visitors’, müzisyenler ve birkaç arkadaşının farklı odalarda şarkı söylediği dokuz ayrı videodan oluşuyor. İçlerinden birinin şarkı sözleri; “There are stars exploding around you and there is nothing, nothing you can do”. Şarkının sözleri Reykjavík’li sanatçı ve eski eşim olan Ásdís Sif Gunnarsdóttir tarafından yazıldı. Kendisi hala yakın bir arkadaşım olmakla birlikte yetenekli bir sanatçıdır. Onun işlerinden bir tür kolaj yaptım ve sonrasında gerçekten insanları kendine çeken farklı bir etkisi olduğunu duydum. Böyle bir etkisi olması çok güzel.
8
159
İnancını kaybetmenin belli bir sebebi var mı? Bunu günümüzde herhangi bir dinde hissedebilirsin, Hristiyanlık olsun, İslam olsun. Bağnaz insanlar dünyanın problemlerini oluşturuyor. Sevgi ve şefkatin gerçekten din ve kitaplardan gelmediğini keşfetmek beni değiştirdi. Dinler insanları kendine bağlıyor ve bağladıklarını mazur görüyor. İnsanlara diğer dinlerden daha üstün bir dinin parçası olduğun mazeretini veriyor. Ve bu noktadan sonra şefkat kalmıyor, aksine kibir ortaya çıkıyor. İnsanların kendini diğerlerinden üstün gördüğü her şey, bu din ya da kibirli bir insan da olabilir, çok rahatsız edici. Kibirli ifadeler insanları ayırıyor. Aynı şey ateizm içinde geçerli olabilir. Çok kibirli bir ateist de herkese kendi ideallerinizi empoze edip insanları dinden soğutmaya çalışabilir. Ölmekte olan hastalara bakan bir hemşire olarak eşimin annesinin söylediği bir izlenimi bana çok ilginç gelmişti. Dine aşırı bağlı kişilerin ölümlerinin çok zorlu olduğundan bahsetmişti. Düşünsene; tüm hayatın boyunca öbür dünyayı düşünüyorsun ve sana evrenin gerçeklerini anlattığını sandığın kitapları okuyorsun ve bir anda, ölüm anın geliyor. Ya okuduğun gibi, söyledikleri gibi değilse?
12
Me and My Mother, 2010
The National, Sigur Ros’un klavyecisi Kjartan Sveinsson, annen, baban ve çeşitli müzisyenler önceki performanslarında yer aldı. Yeni projelerde beraber çalışmak istediğin isimler kim? Önceden olduğu gibi şimdi de The National’dan Bryce Dessner ve Aaron Dessner ile işbirliği içindeyiz. İleride ne olur bilmiyorum çünkü her zaman fikir benim için daha öncelikli. Fikri bulduğumda buna uyan doğru kişilerle hemen iletişime geçiyorum. ‘Bir gün Kanye West’le bir proje yapsam’ gibi hayallerim yok. Fikrin kendisi daha eğlenceli geliyor. Bazen hiç hayal gücüm yokmuş gibi de hissediyorum. Yaptığım işlerin çoğu kafamda doğru fikri netleştirdiğimde aniden gerçekleşiyor.
10
Barbican’da izlediğimiz, ‘A Lot Sorrow’ işinde, The National, Moma PS1’da altı saat hiç durmadan Sorrow parçasını çaldı. Özellikle bu parçayı seçmenin nedeni nedir? Bu parçaya gerçekten aşığım. Onu ilk olarak Paul Dano’nun yer aldığı For Ellen isimli bir indie filmde duymuştum. Duyduktan sonra adeta çıldırdım ve üst üste bıkmadan dinledim. Hala da derinlere gittiğim zamanlarda kendimi bu şarkıyı dinlerken buluyorum. Şarkıyı keşfettikten sonra, Moma PS1 ile, altı saatlik bir konser oluşturma fikrimi konuştuk. Heykelsi bir konser yapmak istiyordum. Sonrasında da zaten bu şarkıyı heykele çevirdim. The National da bu projeye oldukça pozitif baktı. Başta baterist Bryan Devendorf altı saat davulda aynı tekrarları yapacağından, haklı nedenlerle projede yer almakta tereddütteydi. Ama sonunda gerçekten çok güzel bir performans ortaya çıktı. Daha sonra bu performanstan, tipik ve kısa bir rock’n roll filmi yapmak istedim ve ‘A Lot Sorrow’ Barbican’da sergilendi. Sürekli aynı parçanın tekrarı olması onu bir resme dönüştürüyor. Sorrow’un resmine, hüznün resmine. Sorrow’un renk paletini düşündüğümde onu bir Gerhard Richter resmi gibi görüyorum.
9
160
Sergiden başka bir iş ‘God’, senin retro bir smokin içerisinde, şık bir orkestra eşliğinde pembe perdeler önünde yavaşça şarkı söylediğin bir performansın videosu. İşin ismini nasıl seçtin? Bu iş için büyük bir başlık aradığımı hatırlıyorum. Kulağa çok komik gelse de en büyük başlığı arıyordum ve birden aklıma ‘God’ geldi. Genç ve inançlı bir adamken inancımı kaybetmeye başladığım bir dönemdi.
11
Neden pembe neon aracılığıyla İskandinav stereotiplerine gönderme yapma ihtiyacı duydun? ‘Scandinavian Pain’, en sevdiğim İskandinavyalı ve hüzünlü erkek sanatçılara takdirimi yansıtan bir iş. Edvard Munch, Lars Von Trier, Ingmar Bergman gibi kederli İskandinav sanatçılara bir saygı duruşu. Bir de metal müzik... Bu tür ne yazık ki İzlanda’da yok ama komşularımız olan İskandinav ülkelerde var. Onların daha karanlık olduğunu düşünüyorum ve buna saygı duyuyorum. İzlanda daha kaygısız. Tıpkı burada hiç ağaç olmaması gibi. Neredeyse hiç ağaç yok.
13
161
HELLO/ GOODBYE
TUĞÇE ALTUĞ
Röportaj:
Başak Ulubilgen Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Geçtiğimiz sene hem Afife Jale Ödülleri’nde hem de Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri’nde Yılın En Başarılı Yardımcı Kadın Oyuncusu seçilen Tuğçe’yle evinde ve arka bahçesinde keşfe çıktık.
Sabah ilk iş ne yaparsın? Su içerim. Kabileler’de canlandırdığın karakterden aklında kalanlar... Giderek sağırlaşmak, işaret dili, vahşi kadın, duygusallık, duygularını direkt ifade edebilen, bedensel ifadesi kuvvetli, ateşleyici güç, öteki, zeki, Claude Debussy’nin Clair de Lune’u... Rol yapabildiğini ilk nasıl keşfettin? Çocukken, oyun oynarken. Türk tiyatrosu nereye gidiyor? Son yıllarda yurtdışı ile bağlantılar daha kuvvetlendi. İyi metin, iyi yazar, iyi oyuncu arttı, alternatif tiyatrolar çoğaldı. Ama bir yandan baskı, sansür ve engeller de arttı. Sınırlar yaratıcılık getirir, üretmeye devam ediyoruz. İstanbullu olmak sana ne öğretti? Bazen en iyi ve rahat ulaşım yolu yürümektir. Yakın muhitlerde sosyalleş; arada bir İstanbul’dan kaç... Oyuncularla ilgili yanlış anlaşılan bir şey? Doğal olan, sancılı yaratım süreçlerimiz bazen insanlara tuhaf gelebiliyor. Sahnede seyirci karsısında olmak nasıl bir his? Çıplak ve nefis. Ayrıca çıplaklığın modası hiç geçmez. Hayatın bir film olsa adı ne olurdu? Tutubella. 162
Tuğçe’nin okumayı çok sevdiği kitaplarının arasında, ödül heykelciklerine de rastlayabilirsiniz. 163
THE DAY AFTER Bu sayfalarda, Uğur Kurul Prodüksiyon:
an original idea by CO for Diesel Fotoğraflar:
Zeynep Özkanca Moda Editörü:
Utku Palamutçu Saç:
Levent Arslan/ Makas Makyaj:
Nisa Köse Moda Editörü Asistanı:
BU BİR İLANDIR
Tuğçe Bahçıvangil
164
ve Diesel BAD, gece ve gündüz arasında yaşanan karşı konulamaz mücadeleyi karanlık tarafa doğru çekiyor. Mesaj net: Gece ne kadar hareketli geçerse geçsin, kendinize gelip, yine aynı yere yani geceye doğru yol almanız gerekiyor.
Tiล รถrt:
Academia/ Beymen Ceket:
Acne Studios/ Beymen Mont:
The Kooples/ Beymen
165
Kazak:
Marni/ Harvey Nichols Alt:
Balenciaga/ Harvey Nichols
166
167
Tiล รถrt:
Givenchy/ Beymen Ceket:
Alexander Wang/ Harvey Nichols Jean:
Dsquared2/ Beymen Bot:
Dr. Martens/ Bilstore
168
Ceket:
Philipp Plein/ Harvey Nichols
169
HUNTING HIGH AND LOW Lüks tüketim markalarının Fotoğraflar:
Mathieu Vilasco Moda Editörü:
Clélia Cazals Saç&Makyaj:
Hannah Nathalie Makyaj Asistanı:
Victoire Sevenot Model:
Gaïa Orgeas/ WM Models
170
sokakla oluşturduğu harmoniyi, gecenin karanlığında ele alıyor ve spot ışıklarını getto ihtişamının üzerinde, Paris’te patlatıyoruz. Beklenmeyenin verdiği şok etkisi, travmatik bir haz halini alıyor.
KĂźrk:
Neith Nyer Etek:
Chanel
171
Ceket:
Neith Nyer Etek:
Chanel Ĺžapka:
Chanel KĂźpe:
Neith Nyer
172
Ceket:
Chanel Etek:
Chanel Çizme:
Masha Ma
173
Kürk:
Neith Nyer Etek:
Chanel Bot:
Acne Studios
174
175
Gömlek:
Jourden Pantolon:
Ignacia Zordan Küpe:
Fiona Tori
176
177
Sol Üst:
Fiona Tori Elbise:
Chanel Eldiven:
Neith Nyer Bot:
Maison Margiela Sağ Üst:
Fiona Tori Elbise:
Neith Nyer Kolye:
Fiona Tori
178
179
180
Ceket:
Masha Ma Kolye:
Chanel
181
182
Üst:
Afterhomework Ceket:
Vivienne Westwood Kemer:
Fiona Tori Küpe:
Afterhomework
183
Ülkü Çağlayan, insanlara çevre bilinci ve toplumsal farkındalık kazandırmayı kendisine dert edinip Closet Circuit’i kuruyor. Hedefi çok açık; atığı en aza indirerek ve malzemeleri yeniden kullanarak sürdürülebilir olmak. Bunu yaparken, yaratıcılığa atfını esirgemiyor, mottosunun da açık ettiği üzere sürdürülebilir yaratıcılığın peşine düşüyor.
Hazırlayan:
Selin Ünüvar Fotoğraflar:
Gökhan Polat
184
CLOSET CIRCUIT
soldan sağa: 1. Adaçayı 2. Mis otu 3. Ampul 4. Ham ip 5. Çivi 6. Ham ip 7. Silgi 8. Mızıka 9. El yapımı defter 10. Palo santo 11. Kartpostal 12. Kumpas 13. Soya mum 14. Mandal 15. Ham zarf 16. İplik 17. Hava filtresi 18. Açacak 19. Merhem 20. Parmak çanı 21. Tebeşir 22. Şans totemi 23. Kitap 24. Bant 25. Seramik 26. Tebeşir 27. Kara tahta boyası 28. Dal 29. Rulo 30. Defter 31. Tütsü 32. Çizim 33. Kalem 34. Buhur 35. Tılsım 36. Çekiç 37. Kase 38. Ataç 39. Mum 40. Raptiye 41. Tirbuşon 42. Kara kobalt 43. Rulo 44. Fotoğraf makinesi 45. Bant 46. Kıskaç 47. Silgi 48. Kurşun kalem 49. Not kağıdı 50. Kurdele 51. Toka 185
180 COFFEE BAKERY 360 3DÖRTGEN 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR 9 ECE AKSOY
TAPS BEBEK TASARIM BOOKSHOP CAFE THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOI AKARETLER TRIBECA NİŞANTAŞI
ÖKTEM & AYKUT GALERİ W ISTANBUL WAGAMAMA WALTER’S COFFEE ROASTERY WALTON HOTELS WANDA WELLDONE WHITE MILL CAFE
YEDİ MASA YER CAFE
GALERIST GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GEYİK COFFEE ROASTERY & COCKTAIL BAR GEZİ İSTANBUL GRAM GRANDMA GRAVITÉ COFFEE BAR GREY FOOD & DRINK
NAAN BAKESHOP NAİF KARAKÖY NEOLOKAL NESPRESSO NO-FISH TODAY NOPA RESTAURANT NORM COFFEE
KANTİN KARABATAK KARAKÖY KARAKÖY LOKANTASI KARE ART GALLERY KARGA BAR KARLETTO KAVANOZ İSTANBUL KIRINTI RESTAURANT KISS THE FROG KİKİ KİLİMANJARO KOZMONOT KRONOTROP KRUTON KULP KÜFF L’ANGE PATISSERIE & CAFÉ LA BOOM LA PATISSERIE LUNE LA SCARPETTA LE PAIN QUOTIDIEN LES BENJAMINS LEVANTIN GALATA LOKANTA ARMUT LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LUSH HOTEL LUZIA
FERAH FEZA FİNN KARAKÖY FOTINI CAFÉ
ALEXANDRA COCKTAIL BAR ALL SPORTS CAFÉ ANY İSTANBUL ARKA ODA ARTNEXT İSTANBUL AŞŞK CAFE ATÖLYE MAÇKA AYI JAMIE’S ITALIAN JUNO İKSV İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL MODERN MÜZESİ İSTANBUL SETUP
ZEPLIN PUB & DELICATESSEN
ELEPHANT UNION HOTEL ESMOD
RAFİNERİ RAVONUA 1906 COFFEE & BAR ROBINSON CRUSOE KİTABEVİ
OPS CAFE OPUS 3A
QUE TAL TAPAS BAR CAFE
C-ZONE C.A.M GALERİ CAFE FİRUZ CAFE SMYRNA CAFE ZANZIBAR CAFFÉ NERO CASITA CENTRAL NİŞANTAŞI CEZAYİR İSTANBUL CHADO CHERRYBEAN COFFEES COFFEE CRAFT CORTILETTO PIZZERIA COUPE LOUNGE PUB CREMERIA MİLANO CREPAN ARNAVUTKÖY CUMA ÇUKURCUMA CUP OF JOY CUPPA CAFE HAMM DESIGN HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HUDSON HÜNKAR
BACKHAUS BACKYARD BALTAZAR BANTMAG MEKAN BASTA BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEER HALL BEJ CAFE BEN COFFEE ROASTERS BEYAZ FIRIN BEYMEN BRASSERIE BIG CHEFS BISTRO 33 BİR NEVİ DELİ BLOKART SPACE BREAD & BUTTER BRÖD BUTİK BUKA
VANESSERIE VAPIANO VENTURE COFFEE WORKS VOGUE RESTAURANT & BAR
ULUS 29 UNTER
XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki linke gidin: www.xoxothemag.net/uyelik
MADEO KARAKÖY MAGNOLIA CULTURE MAGRITTE MAHALLE MAKAS MAMBOCINO MANGERIE BEBEK MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MARI RESTAURANT MASA MAVRA GALATA MEG MIA MENSA MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MİKLA MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MİNOA MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE BRASSERİE MORO MUAF MUHALİF MUHİT MUMS CAFE MUNCHIES CREPE & PANCAKE MUSE İSTANBUL MUTFAK SANATLARI AKADEMİSİ MÜNFERİT MÜZEDECHANGA
SALOMANJE RESTAURANT SHOPI GO SIMURG KİTABEVİ SAHAF SNTRL DÜKKAN SOSA ST. REGIS HOTEL SUNDAY COFFEE BAR SUNSET GRILL & BAR SUSHI EXPRESS SUSHICO SWISS HOTEL BOSPHORUS DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DEM CAFE DEN CAFE DERİN DESIGN DIRIMART DIVINE BRASSERIE DRIP COFFEE DÜKKAN PANDORA KİTABEVİ PAPERMOON PAPPA CAFE PAROLE CAFE PASTEL İSTANBUL PATISSERIE DE PERA PATİKA KİTABEVİ PETRA PIOLA Pİ ARTWORKS PLUMON PLUS KITCHEN POINT HOTEL POPUP