X O X O T H E M A G . N E T
D A
Z İ K
T A S A R I M
M Ü
Ü C R E T S İ Z D İ R
0 7 3 H A Z İ R A N 2 0 1 7
S A N A T
M O
X O X O THE MAG
IWC DAÂ VINCI. THE CODE OF BEAUT Y.
Da Vinci Automatic Moon Phase 36. Ref. 4593:
combination of technology and aesthetics immortalized in
For more than 6000 years, the Flower of Life has been a
his works in the form of the golden ratio was both the
symbol whose mystique has captured the imagination of the human race. Its mathematical and aesthetic perfection
model and the link to the new IWC Da Vinci collection. A high ideal, which the Schaffhausen watch company kept in
form a perfect symbiosis. It is the blueprint for all living
mind during the creation of the Da Vinci Automatic
things and at the same time, the key to timeless beauty. Its
Moon Phase 36. A timepiece whose precision and design could lay claim to perpetuating the legend of the Flower of Life. It is an extraordinary example of perfection that continually revives the myth of timeless beauty.
proportions make us capable of extraordinary things. No wonder the universal genius Leonardo da Vinci likewise succumbed to a fascination for the Flower of Life. The
Kapak:
Mert Fırat Fotoğraf:
Mustafa Nurdoğdu
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@coistanbul.com Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net
Editörler Öykü Akdaş, Tuğçe Bahçıvangil, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Yağmur Kural, Gökhan Polat, Ali Tünay, Başak Ulubilgen, Gökhan Yorgancı
Yayınlar Direktörü Serap Gecü
Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen
Yönetici Editör Utku Palamutçu
Katkıda Bulunanlar Ali Akay, Van Van Alonso, Serhat Cacekli, Aeschleah DeMartino, Işıl Eğrikavuk, Begüm Koçum, Ger Ger, Mustafa Nurdoğdu, Fatih Özgüven, Yağız Pekkaya, Erinç Seymen, Bahar Türkay, Selin Ünüvar, Gündüz Vassaf, Begüm Yetiş
İdari İşler Vadi Gengüç Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu
Reklam cihan@coistanbul.com busra@coistanbul.com melis@coistanbul.com İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
Tasarım Konsepti ve Yayın Kimliği Bülent Erkmen Tasarım Uygulama ve Kimlik Standartları Barış Akkurt, BEK
Mert Fırat Röportaj Olga Şerbetcioğlu 108
Mehmet Ali Bakanay Röportaj Bahar Türkay 16
Bedenler Parlamentosu Yazı Ali Akay 62
Some Women of T-Shirts Hazırlayan Ayşecan İpek 90
Koray Durak Röportaj Ali Tünay 70
Deniz Pasha Röportaj Erinç Seymen 48
Can Kazaz Röportaj Serhat Cacekli 38
Gülmeyen Psikologlar Yazı Gündüz Vassaf 46
Natalia Maczek Röportaj Utku Palamutçu 22
Aurélie Bidermann Röportaj Utku Palamutçu 34
Çiftdüşün, Çiftgörü Yazı Fatih Özgüven 95
Miya Folick Röportaj Başak Ulubilgen 124
Gibi Bir Şey Öykü Işıl Eğrikavuk 26
Aaron Johnson Röportaj Serhat Cacekli 104
The Kaplan Twins Röportaj Başak Ulubilgen 54
Yannick Alléno Röportaj Yağız Pekkaya 58
Koray Duman Röportaj Bahar Türkay 28
Her Own Nature 130
Stretched Out 74
It’s a Match! 84
E
D
İ
T
Ö
R
D
E
N
OLGA ŞERBETCİOĞLU
Goldfinger, 1964
Koleksiyonerlik ilk etapta geçmişe ait bir tutku gibi görünse de, hukukçu-iş adamı, koleksiyoner Mehmet Ali Bakanay’ın bakışıyla aslında bugünün ruhu ve zamansızlık arasında gidip gelen bir yerde. Meselenin insanın kendisiyle ilgili olan kısmı ise adeta dipsiz bir kuyu... IWC The Code of Me serisinin bu ayki konuğu Bakanay ile bu kuyunun ağzından içeri
I WC T HE
C O D E
OF M E
baktık...
Röportaj:
Bahar Türkay Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Mehmet Ali Bakanay, IWC Da Vinci Perpetual Calendar Chronograph (IW392103)
BU BİR İLANDIR
takıyor.
018
MEHMET ALİ BAKANAY
Koleksiyonerlik, geçmişle mi ilgili, gelecekle mi? Aslnda her ikisiyle de ilgili ama aslolan bugünle ilgili olması... Geçmişe ait eserleri de toplayabilirsiniz, gelecekte başarılı olacağına inandığınız sanatçıların eserlerini de koleksiyonunuza dahil edebilirsiniz. Bunların her ikisini birden yapmanız da mümkün ancak önemli olan kurgulayacağınız tema. Bugünle ilgili olan kısımsa, zamanın ruhunu yakalamak veya bugünün ötesine geçmek meselesi. Asıl soru, sizin bugünün ruhuyla koleksiyonunuza nasıl şekil verdiğiniz. Yani mesele zamansız bir koleksiyon yaratabilmekte.
1
Bir şeyler biriktirmek bir süre sonra takıntılı bir ruh hali yaratıyor mu? Takıntılı bir ruh hali koleksiyon yapmayı doğuruyor. Çünkü koleksiyon oluştururken, takıntılarınız sizi daha takıntılı hale getiriyor. Anlayacağınız bu hastalıklı bir durum.
2
Kişiliğinizdeki hangi kodlar sizi bir koleksiyoner yaptı? Estetiğe düşkünlük, sahiplenme hissi, filantropi ilgim ve daha pek çok şey... Kısaca sanata olan düşkünlüğüm diyebilirim. Koleksiyoner olmasaydım sanatçı olmak isterdim herhalde.
3
Sizin kişisel eşyalarınız arasında, gelecekte bir koleksiyonerin peşine düşeceği parçalar var mı? Olmaz mı... Yaka iğnesi çok seviyorum ve topluyorum da... Fabergé iğnelerim gelecekte başkalarının yakalarını süsleyebilir. Artık çok kullanmamakla birlikte kol düğmelerim de oldukça farklıdır.
6
Sanat piyasasında sahtecilik son yıllarda arttı. Siz hukukçu bir koleksiyoner olarak eser alırken mesleğinizin sağladığı ekstra bilgiden faydalanıyor musunuz? Hukuk fakültelerinde buna dair bir şey öğretmiyorlar. Sahte bir eseri anlayabilmeniz için hukukçu olmaktan ziyade, o alanın uzmanı olmanız gerekiyor. Ben güncel sanatçıların işleriyle ilgilendiğim için böyle bir kaygım olmuyor. Zaten, işleri tanımadan, araştırmadan ve süreci takip etmeden eser almıyorum.
4
Koleksiyonerler için bir çeşit vaha olan ülkeler, şehirler var mıdır? Diğerlerini bilmem ama benim için New York, Londra, Berlin, Seul ve son zamanlarda Tayvan.
5
Robert Mapplethorpe, hiçbir koleksiyonerin kendi gerçek motivasyonunu bilmediğini söylemiş. Sizce bu doğru mu? Katılmıyorum, doğru bir tespit değil. Bazı koleksiyonerler kendilerini, bazıları ise olmadıkları kendilerini topluyor. Ama eğer koleksiyonerseniz mutlaka bir motivasyonunuz ya da egonuzu tatmin eden bir şeyler vardır. Şunu söyleyebilirim ki; motivasyon olmadan çekilecek dert değil.
7
019
Dünyanın içinde bulunduğu durumda sanat eserleri ve eşsiz bazı parçalar için bir yağma söz konusu. Bir koleksiyoner olarak bu konuda ne hissediyorsunuz? Paranın el değiştirmesiyle lükse olan düşkünlük ve sanata para yatıran yeni bir kitlenin ortaya çıkması böyle bir yağmayı doğurdu. Kişisel koleksiyonlar bir kenara, koleksiyonların kurumsallaşmasının daha önemli olduğunu düşünüyorum.
8
Zaman makinesine binsek, nereye gitmek istersiniz? Geri dönüş garantisi olmadan... Geri dönme garantisi olmamasını sevdim... Bauhaus dönemine, Almanya’ya gitmek isterim, Weimar veya Berlin’e olabilir. Walter Gropius’la da arkadaş olurdum.
9
020
Topladığınız eserlerin ortak bir özelliği var mı? Kavramsal sanat topluyorum. Artık her beğendiğimi almıyorum, öncelikle koleksiyonda yeri var mı yok mu ona bakıyorum. Koleksiyona yeni bir yapıt eklerken, beğeninin yanında “ruhsal olarak akraba olan” bir eseri alma düşüncesi ağır basıyor. Akrabalık derken anlatmak istediğim, farklı sanatçılara ait eserler olsalar bile, o eserlerin yan yana geldiklerinde bir bütün oluşturmaları. Ayrıca, alacağım eser kadar sanatçıya da yoğunlaşıyorum. Bir sanatçının işini alırken, onun kişisel sanat serüvenine, üretme sürekliliğine, kendini yenilemesine, işine karşı gösterdiği tutkuya ve ciddiyete bakıyorum. Genel teması dualite olan bir koleksiyonum var. Diptik eserlere ilgi duyuyorum.
10
Ummadığınız bir yerde veya ortamda karşınıza çıkan bir hazine oldu mu hiç? Afrika tribal eserler topluyorum. Geçen yıl Berlin’de bir antikacıda karşıma çıkan Rwanda terakota su damacanaları hazine gibiydi. İstanbul’a getirilmesi de hazinenin cilvesi oldu.
11
Kolunuzdaki IWC bir gün bir koleksiyonerin eline düşse, nasıl birinin olsun istersiniz? İyi bir kişinin olsun isterim.
12
IWC DA VINCI. THE CODE OF PERFECTION.
IWC Da Vinci Perpetual Calendar Chronograph (IW392103)
Zaman ve değişim sözcüklerinin bir aradalığına dair anlatacak çok hikaye var. Ama biz, değişimin iyi olanından bahsediyoruz. Geçmişin izleri arasında, Yaşam Çiçeği bize kılavuzluk ediyor ve hikaye tam burada başlıyor. Leonardo Da Vinci’ye de ilham kapılarını defalarca aralayan bu sembol, kusursuz geometrisiyle değişim için gerekli
#thecodeofme
enerjiyi yaratıyor. IWC Schaffhausen yeni Da Vinci koleksiyonuna bu enerjiyi yansıtarak tasarım yaklaşımına farklı bir anlam yüklüyor. Ve, IWC Schaffhausen & XOXO The Mag işbirliğiyle hazırlanan Originals röportaj serisi, The Code of Me başlığıyla kendine yeni bir yön çiziyor.
IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Panora Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111 I Muğla: Quadran, D-Maris Bay Marmaris Tel: (252) 436 9191
IWC.COM
Natalia Maczek (ve her ne kadar bu satırları okurken varlığından pek haberdar olmasanız da ortağı Thomas Wirski), Varşova’dan harekete geçip transatlantik yolculuğu tamamlıyorlar ve Doğu Avrupa’nın sert duruşunu MISBHV aracılığıyla moda sektörüne entegre ediyorlar.
Röportaj:
Utku Palamutçu Fotoğraf:
Jakob Landvik
024
NATALIA MACZEK
Natalia, Polonyalı kadınların yakın zaman önce ayaklanıp, kürtaj yasağına karşı direnişe geçmesiyle ilgili ne düşünüyorsun? Ayaklanan ve bu saçmalığın yürürlüğe girmemesi için direnen kadınların en büyük destekçilerinden birisiyim. Hatta bunu sadece Polonyalı kadınlarla sınırlamak yanlış olur, insan haklarının doğru ve adı üstünde insanlar için işlemesi gerektiğine gönülden inanıyorum. Öte yandan Polonya’nın şu anki halini asla anlayamıyorum. Kafası oldukça karışık, bir hayli garip bir ülkeye dönüştü ve bu durumdan hiç memnun değilim.
1
Fotoğraflar:
Yulya Shadrinsky MISBHV, AW 2017
Malum, “We should all be feminists” ve “The future is female” ibarelerinin moda sektörünü ele geçirdiği bir sezondayız. Sen de aynı şekilde mi düşünüyorsun? Tabii ki. Hatta, eğer kadının gelecekteki yeri bugünküne kıyasla daha yüksek bir noktada olmayacaksa, ben o gelecekte yokum.
2
MISBHV hem kadınlar hem erkekler için üretiyor. Hangisi seni daha çok zorluyor? Bugün artık her ne kadar kadın ve erkek arasındaki cinsiyet ayrımı oldukça geçirgen bir kavram halini almış olsa da, yaratım sürecini düşündüğümde her iki cinsiyet için farklı süreçler olduğunu söyleyebilirim. İşe daha geniş bir çerçeveden bakarsak, kadınların çok daha fazla şey istediğini, bu yüzden üretim sürecini kısmen zorlaştırdıklarını düşünüyorum. Yine de onlar için üretmek her zaman çok daha eğlenceli.
3
Peki bu trend günün birinde unutulacak mı yoksa Vetements’ın Paris’te couture defilesine katıldığı gerçeğini aklımızın bir köşesinde tutarak bunun yeni lüks olduğunu kabullenecek miyiz? Trendler gelip geçici şeyler, çok takılmamak lazım. Elbette şu an kafayı bununla yemiş durumdayız, bir yandan eşofmanların sokak stilini ele geçirişini çok seviyoruz, bir yandan insanların poposunu göstermelerini sağlayan fermuar detaylarını sevsek mi sevmesek mi emin olamıyoruz. Özetle, lüks algınızın ayarlarıyla oynamayın.
5
Son zamanlarda moda sektörünü hakimiyeti altına alan Sovyet ruhu MISBHV’yi de etkilemiş durumda. Moda sektörünün tanıklık ettiği diğer trendlere kıyasla neden böylesi basit kıyafetlere öncelik tanıyan bir trend revaçta? Çok basit: Abartılmış, pohpohlanmış ve allanıp pullanmış insanları görmekten bıktık, yani en azından ben bıktım. Satış odaklı hareket ederek yaratılmış güzellik kavramlarını bir kenara bırakıp, gerçekten var olana odaklanmak gerekiyor. İnsanlar bu nosyona kafa patlatmaya başladığı için gerçekten çok mutluyum.
4
025
Şu an üzerinde ne var? İlginçtir, şu an üzerimde kendi tasarımım olan hiçbir şey yok. Garip bir şekilde hava çok soğuk ve birkaç kat hırkayla oturuyorum.
10
Nerede olmak isterdin? Buradan başka bir yerde olmak istemezdim, orası kesin.
11
Bu tıpkı Gosha Rubchinskiy’nin Moskova’dan ilham alıp, Paris’te defile yapması ve günün sonunda yolunun yine Rusya’ya düşmesi gibi bir şey olsa gerek. Kesinlikle. Tabii olayı sadece Gosha ya da Natalia özneleriyle sınırlamamak gerekiyor. Bizim şu an geçtiğimiz yoldan geçen sayısız tasarımcı var; hepsi farklı şehirleri dolaşıp, hizmet etmek istediği pazarlardan besleniyor ve evine dönüp elinde ne var ne yok ona bakıyor.
8
Kısa süre içerisinde sektörün hatırı sayılır markalarından birisi olarak tanındınız. Peki Rihanna’yla yaptığınız işbirliği bu başarının tam olarak neresinde? Ne yalan söyleyeyim, tam merkezinde... Onun için bir şeyler tasarlamak ve sahnede o kıyafetler içerisinde onu görmek yaşadığım en büyük mutluluklardan biriydi.
6
Akabinde koleksiyonlarınızı sergilemek için Varşova yerine New York’u tercih ettiniz. Bu tercih global pazara daha rahat bir şekilde hizmet etmek için miydi? Aslında marka kimliğimiz ve kendi ruh halimiz oldukça Avrupai. Bu yüzden her ne kadar New York şu an bizim için ideal rota olsa da, günün birinde istediğimiz noktaya erişip yüzümüzü yeniden Avrupa’ya çevireceğiz.
7
026
MISBHV’yi diğer markalarla kıyasladığın oluyor mu? Bunu hiçbir zaman yapmadım, yapacağımı da pek düşünmüyorum. Kıyaslamak bir kenara, diğer markaların ne ürettiğine ve ne sergilediğine bakmak için bile vakit harcamıyorum.
9
GİBİ BİR ŞEY
IŞIL EĞRİKAVUK
“Aşık olmak nasıl bir şey?” diye sordu. Sonuçta o uzaydan gelen bir varlıktı ve bizim gibi sadece insanlara mahsus duyguları anlaması biraz zordu. Gözlerini kapattım ve kendini bırakmasını söyledim. Sonra da seveceğini düşündüğüm bir müziği açtım, telefonumdan. Elimle dört parmaklı sol elini tuttum, gözleri kapalı şekilde odanın içinde yürüttüm onu, hızlandım, yavaşladım ve en sonunda durmaksızın döndürdüm. Bunları yaparken gülümsüyordu, hatta kahkaha attığını bile söyleyebilirim -ki onun geldiği gezegendekiler asla kahkaha atmazlar. Gözlerini açtığında bana bir tuhaf bakıyordu. Bu tüylü, kısa boylu, cinsiyeti bile belli olmayan varlık sanırım bana aşık olmuştu. Önce gözlerimin içine baktı, muzipçe gülümsedi, sonra da birden boynuma sarılıverdi. O günden beri de sürekli bana gülümsüyor, sarılıyor ve elimi bırakmak istemiyor. Öyle ki takım arkadaşları o patatese benzeyen gemilerine binip gezegenlerine dönerken, o gitmek istemedi. İlk başlarda aşkı konusunda tereddütlüydüm açıkçası. Ama onda insanlarda görmediğim bir şey var. Aşık olduğunu sandığı duygu, ya da yaşadığı her neyse bunu karşılık beklemeksizin yapıyor. Sürekli mutlu, ne desem düşmüyor, hatta beni bile umursamadığını söyleyebilirim. Aşık oldu ve bu duyguda öylece kaldı, bu da beni giderek ona bağladı. Başka bir gezegenden gelen biriyle nasıl aşk yaşanır diye sorsalar deli olduklarını düşünürdüm. Sokakta yürürken, ona akbil basarken, ya da dışarıda yemek yediğimiz zamanlarda üzerimizde çok fazla bakış hissetsem de, çözümü önemsememekte buldum. O da insan varlıklarının yanımıza yaklaşıp suratımıza ışık patlatmalarına hala alışamasa da, halinden mutlu görünüyor. Geçen gün uzaylı sevgilim benden milli marşların anlamını açıklamamı istedi. Yukarıdan bakıldığında hepimiz dünyalı göründüğümüz için milliyet kavramını anlayamaması sanırım normal. Onu alıp insanların bayrak sallayıp, marşlar söyledikleri birkaç mitinge götürdüğümde ise biraz afalladı. Üstelik mitinglerden birindeki kadınlar etrafımıza üşüşüp kafasına üzerinde gök cisimleri olan bir bant geçirdiklerinde korktuğunu bile söyleyebilirim. İnsanların yıldızlar, ay ve gezegenler gibi varlıkları belirli bir grubu temsil etmek için seçmelerini sanırım tuhaf buluyor, hatta yeterince evrimleşmediğimizi bile düşünüyor olabilir. Mitingdeki halini gördükten sonra ona pasaportlardan, vize ücretlerinden, Avrupa Birliği ve Brexit’ten hiç bahsetmemeye karar verdim. Sonuçta hakkımızda kötü düşünmesini istemem. 028
Gerardo Dottori, Aerial Battle over the Gulf of Naples or Infernal Battle over the Paradise of the Gulf, 1942, (detay)
Onunla beraber Ay’a taşınmamı istiyor. Ay ikimizin gezegenlerinin ortası, üstelik de sürekli hareket halinde. Böylelikle iki taraftan da ayrı kalmayacağımızı düşünüyor. “Aşırı hızlı bir şekilde evrimleşmeyi, milliyet, aile, yer çekimi ve sınır kavramları ötesi evlatlar yetiştirmeyi ben de istiyorum,” diyorum ona. Peki ya fast-food yemeyi, zıplayarak dans etmeyi, denizde deve güreşi yapmayı ya da kahve falı baktırmayı özlersem diye düşünüyorum sonra. Sanırım içimdeki yeterince evrimleşmemiş tarafı kaybetmeye henüz hazır değilim. Neyse ki o da bunu biliyor ve birkaç yüzyıl daha bekleyeceğini söylüyor. Hem belki o zamana bayraklar da değişir.
Mimarlık süreç ve yapıyla ilgili olduğu kadar duygularla da alakalı. Ve bugün belki de daha önce hiç olmadığı kadar sorgulamaya tabi. New York’ta yaşayan mimar Koray Duman da kariyerinin başından beri kararlı adımlar atmış olsa da, duyguları ve kişisel sorgulaması hep peşinden gidiyor gibi görünüyor.
Röportaj:
Bahar Türkay Fotoğraf:
Koray Duman’ın arşivinden
030
KORAY DUMAN
Hayatta bir B planınız var mı? kalıp baba olmak, ev beyi! BT: Tasarım ve mimarlık ofisiniz Büro, Architizer A+Awards tarafından verilen Emerging Firm of the Year ödülünü kazandı. Ödüllerin sizin için anlamı nedir? KD: Dokuz yıl önce kurduğum ofis yavaş yavaş büyüdü. Başlarda şans eseri işler alıyorduk ya da kendi istediğimiz projeleri yapıyorduk. Hem tasarım hem de yaptığın işler anlamında kendini, ofisini tanımlamak için bir zaman geçiyor. İlk zamanlarda hem ofisi oturtmak ve işleri yürütmekle uğraşırken, hem de kendi tasarımlarınızı anlamlandırmaya çalışırken bu tanımı yapmak çok kolay olmuyor. Son iki yılda Büro’nun kendi tarzı ve tanımı ortaya çıkmaya başladı ve böyle bir ödülü kazanmak biraz da bunun göstergesi olması anlamında önemli benim için. Bundan önce tek tek projelerimizin aldığı ödüller oldu ancak ilk defa ofisin genel tasarım yaklaşımıyla ve gösterdiği gelişimle ilgili bir ödül kazandık. Bu yönden ayrıca anlamlı. BT: Son projelerinizden biri New York’taki Islamic Cultural Center. Architizer A+ Awards Special Honorees’de Firm of the Year kategorisinde ödül kazanan Adjaye Associates’in en son dikkatleri çeken projesi ise National Museum of African American History and Culture. Buradan hareketle mimarinin kültürel temsiliyet noktasında etkisi artıyor diyebilir miyiz? KD: Bunu söyleyebileceğimizi düşünmüyorum. ‘90’larda mesele daha ziyade mimarinin markalaşması üzerineydi... Markanızla ilgili güçlü bir duruşunuzun ve söyleminizin olması gerekliliği doğdu. ‘90’ların sonunda 2000’lerin başında pek çok kurum, mimari biçimselliğin markalaşma üzerindeki güçlü etkisini kullanmak istedi. Kurumlar için mesele gerçekten kültürün temsili değil, mimariyi kullanarak hafızalara kazınacak bir görsellik kazanmak. Mimarinin etkisinin bir kültürün temsiliyetini güçlendirmek adına önemli olduğu projeler var ve Islamic Cultural Center’ın da bunlardan biri olmasını dilerim. Çünkü projenin içeriği ile ilgili de çok çalıştık. Bir kültür merkezi istenildiği en başından beri çok netti ancak nasıl bir program sunacağı başlarda soru işaretiydi. Dolayısıyla tasarım sürecine başlamadan önce üç ay süren bir araştırma yaptık ve bu araştırmanın, merkezin kültürel kimliğinin oluşması anlamında çok yardımı oldu. Bunun için bir diğer iyi örnek SANAA Architects’in New Haven’deki Grace Farms projesi olabilir. Yapı kurumun kültürünü çok iyi temsil ediyor. Mimarlığın, kurumlar bağlamında kimlikleri üzerinden etkisi olduğunu söyleyebiliriz ama bu geçmişe göre daha da artıyor mu, bundan emin değilim. Muhtemelen, hayır. BT: Büro’nun New York’ta olmasıyla birlikte, bu kentin kültürel ortamının, tasarım ve üretim süreçlerinize nasıl bir etkisi var? BAHAR TÜRKAY:
KORAY DUMAN: Evde
Fire Island Gate, New York, 2007
KD: Bu etkiyi iki yönlü tarif edebilirim. New York’a ilk geldiğimden beri genç sanatçılar, küratörler ve galeri sahiplerinden oluşan bir arkadaş grubum var. O nedenle her zaman sanat camiasına yakın oldum, ki New York bu anlamda merkez konumunda bir kent. Sanatçıların üretim için kendilerini bir şekilde sürekli sorgulamaları gerekiyor. Mimarlık bu anlamda daha sınırlayıcı olsa da, böyle bir ortamda insan bir şekilde kendini sorgulamaya başlıyor. Bunun yanında, New York dünyanın merkezlerinden biri olarak görüldüğü için, doğduğu, büyüdüğü yeri yeterli hissetmeyen insanlar tarafından yaşamak için tercih ediliyor. O nedenle de etrafta statükoyu sürekli sorgulayan ve yeterli olmadığını düşünüp kendine başka yollar arayan, bir yandan huzursuz, bir yandan o huzursuzluğun da etkisiyle çok verimli çalışan insanlar var. Bunlar aslında New York’un iyi yanları. Bir yandan da, insanın dikkatini sürekli dağıtan bir şehir. Tasarım süreçleri sırasında uzaklaşmayı ve kendi içimde veya Büro’da ekibimle birlikte izole olmayı istediğim zamanlar oluyor. Yoksa geçen zaman boyunca etrafta
031
Artist Foundation, 2015, Upstate New York
koşuşturup hiçbir şey üretmediğini fark edebiliyor insan. Bu da, bu kentin kötü tarafı. BT: Ütopya mimarlığı diye bir şey varsa, bunun için kaosun gittikçe arttığı kentlerden ziyade başka bir zemin hayal edebiliyor musunuz? KD: Uzun zamandır zihnimde olan bir proje var, bir tür arka plan. Amerika Mimarlar Odası’nda, New Practice New York adlı bir grubun başındayım. Kentte beliren yeni mimari uygulamalara ve mesleğimizde oluşan değişimlere bakıyoruz. Bizim dönemimizde mimarların ütopyalarla karmaşık bir ilişkisi var. Ütopyaları seviyoruz. Ancak ortaya konulan son ütopyalar 60’ların sonunda, 70’lerin başındaydı. Şu anda buna yeniden sıçrayacak kadar cesur olduğumuzu düşünmüyorum. Ütopyanın sosyal, kültürel ve politik baskıların içinden nasıl çıkılacağına dair yeni koşullar ortaya koymakla ilgili olduğuna inanmıyorum. O nedenle de bunu kentten uzakta bir yerde görmüyorum. Ben ütopyaya, binlerce farklı parçaya ayrılmış ve sistemin içine dağılmış tasarım senaryoları ve önermeleri olarak bakmayı tercih ediyorum. Orada olanı yok etmekten ve yeni bir sistem kurmaktan ziyade, sistemi daha kolay uygulanabilir parçalara bölmekten bahsediyorum. Bunun için Uber aplikasyonu iyi bir örnek. Uber endüstriyi tamamıyla yok edip, yepyeni bir sistem önermedi, yaptığı şey olan sistem üzerine çok akıllıca bir yaklaşımla yeni bir uygulama 032
önermek oldu. Mimari ütopyalar için zemin hala kentler olmaya devam ediyor bence. BT: Eğitim hayatınızın başından itibaren, bütün bu süreçte birisinin sizinle el ele yürüdüğünü hayal edelim. Bu kişinin kim olmasını isterdiniz? KD: IDEO’nun başındaki David Kelley. Kendisini tanımıyorum, iki yıl önce bir konuşmasına gittim. Yunanistan hükümetinden demokrasinin yeni tarifini yapmaları konusunda danışmanlık vermeleri için davet aldılar. Yaratıcı düşünme konusunu o kadar geniş bir alana yaymaları inanılmaz. Böyle bir insanın benimle birlikte olmasını çok isterdim. BT: Kendi evinizin, kimseyle kesinlikle paylaşmak istemeyeceğiniz, en özel noktası neresi? KD: Tahmin edebileceğiniz gibi tuvalet. Banyomuz açık olsa da tuvalet bana özel bir yer. BT: Günümüz dünyasında farklı eksendeki sosyal, siyasi, ekonomik veya mesleki pek çok tartışmada konu dönüp dolaşıp güç meselesine, sahip olduğun gücü nasıl kullandığına ve yansıttığına geliyor. Gücün mimari ile ilişkisini nasıl görüyorsunuz? KD: İyi veya kötü anlamda sıkı bir ilişki olduğunu söyleyebilirim. Gücün, özellikle de siyasal gücün ilk kullandığı araç mimarlık ve bu çok kuvvetli bir araç. Şehirciliğin en başından beri mimarlık gücün bir simgesi olarak gösteriliyor ve hala da çok etkili. Özellikle politik ve kültürel güçten bahsediyorsak. Çünkü mimari fiziksel bir şey ve ölçeği büyük. Mimarlığın sosyal güç ile ilişkisi ise daha farklı. Sosyal güce inanıyorsanız, mimariyle ilişkiniz bunun tam tersi yönde oluyor. Mimarlığın gücü az kullandığı toplumlarda, toplumun sosyal gücü her zaman daha yaygın. Dolayısıyla güç ve mimarlık arasında bir aşk-nefret ilişkisi var diyebiliriz. BT: Mimarlar buna karşı nasıl bir pozisyon almalı? KD: Bu zor bir durum. Mimarlık kültürü değişiyor. 20. yüzyılın başındaki kahramanlaştırılmış, beyaz erkek olan mimarlık figürü artık geçerli değil. Yeni jenerasyon bu figürün sorunsal yanlarının farkında. Bir diğer konu da, gücün kendini gösterdiği kentlerde yaşadığımız çevresel sorunlar. New York’ta örneğin peyzaj mimarları artık tasarım ekiplerinin başına geçti. Kentlerdeki büyük projelerin pek çoğu artık peyzaj mimarları tarafından yürütülüyor. Ayrıca geçmişe nazaran daha işbirliğine yatkın bir yapı söz konusu ve kadın mimarlar da bu anlamda da etkili rollerdeler. Bu gelişmeler önemli. Mimari uygulamalarda görmeye başladığımız işbirliği zihniyeti de çok kritik. Bu meslekte sahip olunan ego meselesi mimarların kendisi tarafından bile sorgulanmaya başladı. Diğer yandan, yaratıcı bir mesleğe sahip olduğunuzda egonuzla ilişkiniz karmaşık bir hal alabiliyor. Bu konuda tarafsız olmak çok zor.
The original slim fit for men by
@LEEJEANS_TR
The skinny collection by
Aurélie Bidermann, kendi adını taşıyan markasını kurduktan sonra, önce Fransa’yı fethediyor, ardından sınırları kaldırıp, mücevher tasarımının en önde gelen isimlerinden biri oluyor. Şüphesiz, aklındaki ideal kadını, tasarladığı mücevherlerle şekillendiriyor ve ancak klişelere inat, tipik Fransız kadınını merkeze koymuyor. Aurélie telefonun öteki ucunda, sorularımızı cevaplıyor. Alo?
Röportaj:
Utku Palamutçu Fotoğraf:
Karim Sadli
036
AURÉLIE BIDERMANN
Aurélie, en sevdiğin Fransızca sözcük ne? Her ne kadar uluslararası bir sözcük olsa da, ‘Rose’ favorim.
1
2
Neden? Gülleri çok seviyorum ve Rose aynı zamanda kızımın adı.
Modanın, politik bir duruş sergilemek için ideal araçlardan biri olduğunu söylesek, bize katılır mısın? Kesinlikle. Moda başlı başına bir sanat dalı ve sanat özgür, kreatif, şaşırtıcı olmalı ve insanı düşünmeye sevk etmeli. Politik konular üzerine konuşmayı tercih etmeyen benim gibi insanlar, tavırları, giydiği kıyafetler ve duruşlarıyla kendilerini ifade etmeyi seviyorlar. Aklınızdan geçenleri üzerinizdeki kıyafetlere taşımak hem üzerinizden büyük bir yük alıyor, hem de daha güçlü bir duruş sergilemeniz için sizi cesaretlendiriyor.
3
4
Markanla arandaki üç ortak noktayı söyler misin? Sade, eklektik ve tutkulu...
En yakın arkadaşından seni anlatmasını istesek ne söylerdi? Sanıyorum, her şeyden önce, çok iyi bir dinleyici olduğumu söylerlerdi.
5
Fotoğraflar:
Ezra Petronio
Her ne kadar Londra ve New York’ta uzun süreler geçirmiş olsan da, sektöre adım atmak için Paris’e geri döndün. Burası benim evim. Paris’te doğdum ve büyüdüm, Londra ve New York’u kendimi keşfetmek ve ufkumu genişletmek için kullandım. Günün sonunda evime döneceğim apaçık ortadaydı çünkü markamı kurmak için sırtımı dayayabileceğim, güvendiğim bir şeye ihtiyacım vardı. Modanın ve lüks kavramının başkentine sırtımı dayayabilecekken başka bir yeri tercih etmek çok saçma olurdu.
8
Hiç çıkarmadığın bir mücevherin var mı? Tabii. Küçük taşlarla işlenmiş kolyem ve bana şans getirdiğine inandığım yüzüğüm...
6
2004’te kendi adını taşıyan markanı kurduğun günden bugüne kadar yaşam tarzında ve stilinde ne değişti? Markamla birlikte ben de büyümeye ve olgunlaşmaya başladım. Çelimsiz, genç bir kadınken, kendimi bir anda birden çok işi tek seferde yürütmek için mücadele eden olgun bir kadın olarak buldum. İyi bir kırmızı şarabın yaşlandıkça daha leziz olması gibi bir şey... Tabii yaşlandığıma inanmıyorum, o ayrı.
7
037
İkinci el ve antika merakın var mı? Boş zamanımın neredeyse tamamını bir şeyler toplamakla geçiriyorum. Aksesuarlar ve mücevherler dışında aklınıza gelebilecek her türlü antika objeyi toplayıp duruyorum ve neredeyse hepsinden ilham alıyorum.
12
Zamanla doğru orantılı ilerleyen bir ivme takip etsen de, New York’ta mağaza açmak için uzun zaman bekledin. Bu, moda sektöründeki yerini sağlamlaştırmak için aldığın bir karar mıydı yoksa arkasında stratejik bir neden mi yatıyordu? Aslında bu bekleyişin tek bir sebebi yok. Paris’te markamı kurduktan sonra da New York’a gidip geldim, hatta yılın yarısını New York’ta geçirdiğim zamanlar oluyordu, çünkü ABD pazarına çok önem veriyoruz. Kuzey Amerika’da oldukça geniş ve etkili bir müşteri potansiyeli var ve bunu değerlendirebiliyor olmak bizim için oldukça önemli. Tabii, bir yandan Paris’teki işleyişi de aksatmamak gerekiyor, zira Paris bizim mabedimiz ve markanın çıkış noktası. İki şehir arasında gidip geldiğim süre içerisinde New York’u yeteri kadar yakından tanıdığımı ve artık burada da bir evim olması gerektiğini fark ettiğim noktada mağazayı açma kararı aldım.
13
9
038
C79 aracılığıyla İstanbul’da da satış yapıyorsun. Peki İstanbul’dan ilham aldığın bir koleksiyon hazırlasan, nasıl bir sonuç elde ederdin? Ah, İstanbul beni büyülüyor. Şehriniz farklı kültürlerin buluşma noktası ve bu başlı başına bir ilham kaynağı. Şehrin her ne kadar kimi zaman kaotik olsa da kendine has bir tavrı var, ki bu kaotik durum kesinlikle olumsuz bir şey değil. Her şey bir kenara, iki kıtayı birbirinden ayıran bir Boğaz’ınız, Topkapı Sarayı’nız ve tarihe tanıklık etmiş camileriniz var. Bu kadar çok değişken varken nasıl bir koleksiyon yaratırdım gerçekten hayal edemiyorum ama şunu söyleyebilirim ki günün birinde mutlaka İstanbul’u merkeze koyan bir koleksiyon tasarlayacağım.
Mücevher tasarımını kokulu mumlarla birleştirme fikri nereden çıktı? Mum yapımına çok organik bir şekilde başladım. Mücevher tasarımına odaklandığım ve yeni koleksiyon hazırlığında olduğum yoğun bir dönemde, işimin sadece göze hitap etmemesi gerektiğini düşündüm. Daha doğrusu göze bu kadar güzel hitap eden bir şeyin tek başına kalmaması gerektiğine karar verdim ve insanları, bulundukları atmosferi güzelleştirecek kokularla etkilemek için harekete geçtim.
10
Yani senin elinden çıkan bir mücevheri takan bir kadının, evinin ya da ofisinin nasıl kokması gerektiği konusunda kendine epey güveniyorsun... Bu iki değişken arasındaki matematiği çok iyi kurdum: Hayalimdeki kadın neşeli, feminen ve etrafına ışıltı saçıyor, bu kadının yanına gittiğinizde, onun doğal ortamına dahil olduğunuzda etrafı çevreleyen koku da bununla uyumlu olmalı.
11
Sheer Driving Pleasure
AKILÇELEN.
YENİ BMW 4 SERİSİ.
Güçlü karakteri, estetik tasarımı ve sportif kişiliğiyle BMW 4 Serisi yenilendi. Spor ve estetik tutkunlarının gözdesi BMW 4 Serisi, Coupé, Cabrio ve Gran Coupé modelleriyle Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda sizi bekliyor. Detaylı bilgi ve kiralama seçenekleri için: 0850 252 10 10
Can Kazaz, şarkı yazarlığı ve prodüktörlüğün yanı sıra İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde akademisyen. Kendisiyle, uzun ve karanlık bir kışın ardından yayınladığı albümü Ben Sizden Kaçtım ile vadettiği melankoli ve umut dolu yolculuk üzerine konuşmaya başlıyoruz, bağımsız müzik sahnesine ve yeni teknolojilere değiniyoruz.
Röportaj:
Serhat Cacekli Fotoğraflar:
Gökhan Polat
040
CAN KAZAZ
Diyelim ki kaçmayı başarabildin; en çok neyi özlerdin? Ben hep özlediğim yöne ve özlediklerime doğru kaçarım. Yurtdışında yaşadığım süre boyunca da, bir kişi veya bir nesneyi değil, güzel zamanları özlüyordum. Kaçmasam bile zamanda geriye gidemediğim sürece özlediğim şeyler, tekrarlanması imkansız güzel anlar olacak.
1
Ben Sizden Kaçtım’ı uzun, karanlık ve politik olarak gergin geçen bir kışın ardından yayınladın. Bu dönemin etkisini albümde kendini gösteriyor mu? Ortaya tam da öyle bir albüm çıktı aslında, karanlık ve gergin... Bunu eski albümlerime kıyasla söylüyorum, zira eskiden yaptığım şarkılar, eski ruh halimi yansıtıyordu. Yaşadığım hayattan doğrudan etkileniyorum ve bu müziğime de yansıyor. Bunun sonucunda eskiye nazaran yaşantımızı daha fazla sorguladığım, melankolik atmosferi olan bir albüm çıktı.
2
Önceki albümlerde anlattığın hikayeler, bu kez yerlerini varoluşçu ve cevabını beklemediğin sorulara bırakıyor. Evet, bunlar dinleyen herkesin kendisine sorabileceği sorular. Albümü oldukça içine kapanık tavırları olan, sırlarımın üzerini cilalayan, dertleşen şarkılardan oluşturdum.
3
Son albümünü Bilgi Music Label’dan dijital olarak yayınladın. Kariyerini bağımsız bir müzisyen olarak sürdürmene sebep olan etkenler neler? En temel etken benimle çalışmak isteyen şirketlerin, benim yapmak istediğim şeylere kaliteli bir vizyonla yaklaşamıyor olması. Ben gönüllü olarak sade yaşayan bir insanım. Şirket politikaları ve ticaret yaklaşımları bu durumumla örtüşemiyor. Bu düzende bir ürünü pazarlayıp, bundan para kazanacak olmalarını anlayabiliyorum, ama genç müzisyenlerin potansiyelini ve müziğin kendisini anlayan insanlarla ilerlemeleri gerekiyor. Bu işin nasıl yapılacağına dair yorumlar yapan ve yöntemlerinden çok emin olan esnaf zihniyetinin başarısız olmaya mahkum olduğunu düşünüyorum. Ben de başarısız bir yönde gereksiz çaba harcamak istemiyorum.
6
Peki albümü müzikal anlamda ve kayıt teknikleri açısından değerlendirdiğimizde de içine kapanık bir tavırla mı karşılaşıyoruz? Aslında tam tersi bir durum söz konusu. Bu albümün diğerlerine kıyasla en büyük farkı, ilk defa stüdyoya kapanıp albüm kaydetmiş olmam. Daha önce ev ortamında kendi kendime çalıp kaydettiğim şarkılarımı paylaşıyordum. Bu albümde ise kayıt tekniklerini dikkatle belirlediğim ve enstrümanının ustası icracılarla çalıştığım bir süreç geçirdim. Haliyle vokal performansıma daha rahat odaklanabildim. Bunun sonucu olarak daha üst seviye bir müzisyenlik, daha kaliteli bir duyum söz konusu. Albümün müzikal olarak geniş bir dinleyici çeşitliliğine hitap ettiğini düşünüyorum. Deneysel müzik seven de, pop seven de albümün bir köşesinde kendisine göre bir şey mutlaka bulacaktır.
4
Bir şarkının umut verici atmosferini diğerinin karamsar sözleri izliyor. Bu ikiliği en iyi şekilde temsil eden parçalar hangileri? Albümün en karamsar ve içimden gelen şarkısı Beni Kurtar, en karanlık tarafı temsil ediyor. The Sun ise en umut vadeden şarkı oldu. İşin ironik yanı, umudu tam olarak Türkçe vadedemiyor, şarkının yarısı İngilizce. Buradan bir mesaj daha çıkar mı, bilemiyorum.
5
7
Sadece bir dilek hakkın olsaydı, Türkiye müzik piyasasında neyi değiştirmek
isterdin? İnsanların dinleme alışkanlıklarını. Bir anda olmasa da, bu dileğimin zamanla gerçek olabilmesi için çabalıyorum. Dinleme kültürü değişir ve gelişirse topyekün kurtulacağız.
041
Aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde akademisyensin. Akademik hayatın ile şarkı yazarlığını nasıl dengeliyorsun? Aslında bu iki karakter birbirinden ayrı değil. Yeri gelir şarkılar akademinin konusu olur, yeri gelir akademik bir bakış açısıyla şarkı yazarsın. Mesela iki yıldır Bilgi Yeni Müzik Festivali kapsamında Şarkılar Bizden başlıklı etkinliklerin organizasyonunu üstleniyorum. Şarkı yazarlığının akademiyle buluştuğu bir alan önerebildiğim için memnunum. Akademik bilgim, besteleme ve prodüksiyon süreçlerinde problem çözümünü hızlandırıyor. Bir problem olduğu zaman çok fazla aranmıyorum. Bilimsel yaklaşım veya akademik birikimin içinden gelen bazı yöntemler, tıkanmamamı sağlıyor. Ama şarkılarımı, teorik bilgimi olabildiğince bir yana koyup, sade ve anlaşılır şekilde bestelemeye çalışıyorum.
8
042
Sonospheria’nın hikayesi ne? Sonospheria, üniversitede girişimini başlattığım bir akustik ekoloji araştırma grubu. Ekosistemlerin, seslerini kayıt altına alıp bunlardan müzik kompozisyonu ya da bilimsel araştırma için taban oluşturmaya çalışan bir ekip. Ses kayıtları, aslında fiziksel dalgaların kaydedilme formatı olduğu için, her türlü sayısal bilimle ortaklık kurmaya da şans var. Yani yalnızca bir ortam sesi içindeki konuşmaların sosyolojik boyutu düşünülmesin, aksine birçok disiplinle ortaklaşabilen bir kavramdan bahsediyoruz. Bu konuyla ilgili çok fazla Türkçe kaynak yok. Akustik ekoloji, yurtdışında daha yaygın ve yaşam kalitemizi düzeltme potansiyeline sahip bir araştırma ve üretme alanı.
9
O zaman dinlemek için değil de, dinlememek için bir öneri istesek? Yalancı ve ikiyüzlü insanları dinlememenizi öneriyorum.
10
Peki MC Recep ve Gaz Arkadaşları’nın geri dönüşüne şahit olacağımızı düşünüyor musun? Bu isim ve formatta geri dönmeyeceğine eminim. O işlevini tamamladı. Daha yaratıcı ve yeni şekillerde, belki de benim değil, başkalarının elinden geri döner.
11
RESTORANLARDA WINGS İLE %10, WINGS BLACK İLE %15 İNDİRİM YEMEK YAZIP 4566'YA SMS GÖNDERİN
OTELLERDE WINGS İLE %10, WINGS BLACK İLE %15 İNDİRİM GEZ YAZIP 4566'YA SMS GÖNDERİN
ALIŞVERİŞLERDE %25 DAHA FAZLA MİL PUAN KAZANIMI
YURTDIŞINDA RAHATIM, BENİ KİMSE TANIMAZ. AMA KARTIM HER YERDE TANINIR.
WINGS İLE TÜM YURTDIŞI SEYAHATLERİNİZDE AYRICALIKLAR SİZİ BEKLİYOR.
HAYAT. ŞİMDİ. BENZERSİZ.
Kampanyadan yararlanabilmek için ilk harcamanızdan önce kayıt olmanız gerekmektedir. Wings’inizi yurtdışında da kullanarak, 500 TL ve üzeri otel, 200 TL ve üzeri restoran harcamalarına, Wings ile %10, Wings Black ile %15 indirimden faydalanabilirsiniz. Kampanya 6 Şubat-30 Haziran 2017 tarihleri arasında geçerlidir. Akbank’taki iletişim numarasından kısa mesaj gönderilerek kayıt olunmalıdır. Otel kampanyasından yararlanmak için hemen ilk harcamadan önce GEZ yazıp, restoran kampanyasından yararlanmak için YEMEK yazıp, 4566’ya SMS gönderilmesi gerekmektedir. Gönderilen kısa mesajın Akbank’a ulaşması akabinde kart sahibine kayıt olduğu bilgisinin Akbank tarafından kısa mesaj ile geri bildirilmesi sonucunda kampanyadan faydalanılabilir. Kayıt olduktan sonraki harcamalar kampanyaya dahildir. Bir müşteri, otel indirim kampanyasından tüm kartlarıyla en fazla 200 TL, restoran indirim kampanyasından tüm kartlarıyla en fazla 150 TL indirim kazanabilir. %25 fazla Mil Puan kazanımı, yurtiçindeki kazanım oranlarının %25 fazlasıdır. Aynı gün aynı işyerinde ilk harcama dahildir. KKTC’de yapılan işlemler, nakit çekimler, Mil Puan, chip-para, mail order işlemleri dahil değildir. Wings bireysel asıl/ek kartlar yararlanabilir. SMS’ler, KDV ve ÖİV dahil; Turkcell, Türk Telekom, Vodafone 0,65 TL’dir. Akbank T.A.Ş. kampanyayı durdurma ve değiştirme hakkını saklı tutar. Detaylar için: www.wingscard.com.tr Wings’e hemen başvurmak için WINGS yazın, 5990’a kısa mesaj gönderin.
Hücrelerimizin robotlarla konuşup şekil değiştirdiği, DNA diziliminin baştan aşağı yenilendiği bir gelecek söz konusuysa, insanlık buna nasıl uyum sağlayacak bilinmez ama mimar ve araştırmacı Jenny Sabin’in bu konuda hiç yabancılık çekmeyeceği ortada. Mimarlığın bununla ne alakası var derseniz, bu yılki MoMA PS1 Young Architects Programı’nın kazananı Sabin tam da bu eksende bir mimarlıktan bahsediyor.
Röportaj:
Bahar Türkay Fotoğraf:
Nike Inc.
044
JENNY SABIN
Profesyonel yaşantını en başından yeniden yazman mümkün olsaydı, şu anda nerede ve ne yapıyor olurdun? Tek bir şeyi bile değiştirmezdim. Benimki başından beri bir süreç yolculuğuydu. Hikayem fırsatlara, ilişkilere ve deneyimlere açık olmakla ilgili. 10 yıl önce bana şu anda olduğum yeri tarif etseydiniz, çok şaşırırdım. Her gün, birlikte olduğum öğrenciler, işbirliği yaptığım insanlar ve iş ortaklarım sayesinde bir öncekinden çok farklı ve bunun için müteşekkirim. Daha iyi bir hayat isteyemezdim. Yalnızca biraz daha fazla uyumak isterdim.
1
PolyThread, A project by Jenny Sabin Studio, Commissioned by Cooper Hewitt Smithsonian Design Museum
Sınırları çok belirgin yapılar üzerinden bir mimariden bahsetmek yerine, mekan müdahaleleri ve kamusal alan üzerinden kendine yer bulan bir mimarlık pratiği ile ilgili konuşalım dersek, bu konudaki düşüncelerin nedir? Benim asıl ilgimi çeken, binaların ve katmanlarının, tıpkı yaşayan organizmalar gibi, çevrelerindeki olaylara nasıl tepki verdikleri ve onlardan ne öğrendikleri. Bu süreci, çevre ve form arasındaki “dinamik mütekabiliyet/karşılıklılık” olarak tanımlıyorum. Bu benim MoMA PS1 için önerdiğim Lumen projesinde olduğu gibi, bir dizi müdahale şeklinde de olabilir... Kişiselleşebilen ve çok çeşitli boyutlarda katılım gösterebilen, yani bu anlamda uyum sağlayabilen bir mimari geliştirme üzerine çalışıyorum. İşlerim çoğunlukla gayrıresmi bir dil ve aynı şekilde mimari koşullara sahip bir manifesto ortaya koyuyorlar. Dolayısıyla binalar, kamusal alanlar ve mekan müdahaleleri arasında bir ayrım yaptığımı söyleyemem. Daha ziyade tüm bunların çevrelerine entegre ve kişiselleşmiş bir şekilde nasıl birlikte evrimleştikleri üzerine çalışıyorum.
2
for Beauty-Cooper Hewitt Design Triennial, 2016 Fotoğraf:
Bill Staffeld
Lumen ile bu yılki MoMA PS1 Young Architects programını kazandın. Projeyi ana referansları üzerinden nasıl şekillendirdiğini merak ediyoruz. Projede iki temel bileşen var; bunlardan birisi orta ve büyük ölçekte iki gölgelikten oluşuyor. Bunlar MoMA PS1’ın hazihazırda bulunan avlu duvarlarına geriliyor. İkinci bileşen ise, bu gölgelikleri birbirine bağlayıp yukarı çeken üç kule. Kullanılan yüksek teknoloji fiber doku, ışığı emen ve yavaşça yansıtan ışıldak bir yapıya sahip. Bunun yanında, bir de güneşin konumuna göre renk değiştiren, güneş ışınlarıyla aktif hale gelen fiberler var. Tüm bu kristalize yapılar aslında ışığı farklı şekillerde yansıtıyorlar ve elektromanyetik bir görüntü yaratıyorlar. Bu da bizim renk değişimleri görmemizi sağlıyor. Proje ortama uyum sağlayan bir malzeme üzerinden bir dönüşüm ortaya çıkarmakla birlikte, aynı zamanda mekanla da entegre bir şekilde işlemek üzerine kurulu. Ayrıca çok güzel görünüyor ve oyunbaz bir tarafı da var.
3
21. yüzyıl mimarlığını ve biyoloji gibi, bilimin farklı alanlarıyla olan ilişkisini nasıl yorumluyorsun? Mimaride gördüğümüz en büyük paradigma değişimlerinden birisi mimarların maker’lar olarak yeniden konumlandırılmaları oldu, ki bu düşünceye sahip olan tek kişi ben değilim. Mario Carpo gibi bazı tarihçi ve teorisyenler bunun Ortaçağ’dan beri meydana gelmemiş bir hareket olduğunu söylüyor. Günümüzde artık üretim yapan makinelerle gerçek zamanlı olarak iletişim kurabilir durumdayız. Dolayısıyla plan, kesit ve yükselti gibi şeylerin temsiliyeti halen çok önemli olmakla birlikte, radikal şekilde değişiyor. Mimarın bu yapma ve inşa etme senaryosundaki konumu da öyle... Bunu çok heyecan verici buluyorum. Konu biyoloji ve doğal sistemler olduğunda, madde, geometri, doku, çevresel etkenler, bunların hepsi birbiriyle çok ilişkili, hiçbirini tekil olarak düşünmek mümkün değil. Ben tasarımda da bu şekilde dinamik bir beslenmeye izin veren alanlar olmasıyla ilgileniyorum ve mimari tasarıma dair yeni bir düşünme yöntemi geliştirmek için de biyologlar, fizikçiler ve mühendislerle birlikte çalışıyorum.
4
045
Bireyselleşme ve kaçış çağımızın yaşam şekillerine yön veren kavramlar arasında sayılıyor. Ancak bir yandan da yaratıcı endüstrilerde bir kolektif üretim eğilimi söz konusu. Günümüz dünyasında bu iki uç noktanın bir arada olmasıyla ilgili ne düşünüyorsun? Uzun yıllardır, özellikle bilim dünyasından pek çok kişiyle işbirliği halinde çalışıyoruz. Disiplinler arası, disiplinler ötesi gibi kavramlar çok popüler ama aslında farklı alanların kolektif çalışma süreçleri çok zorlayıcı. İşleri yapış, öğreniş ve sunuş şekillerimizde disiplinler arasında çok büyük farklar var. Ancak şu anda karşı karşıya olduğumuz küresel, ekonomik, siyasi ve sosyal bağlamdaki krizlerin hepsi kitlesel ve çıkış yolu işbirliğinden geçiyor. Bu bağlamda mimarlar da disiplinler arasındaki sınırları aşacak şekilde yeni bir rol üstlenebilir. Bu bir yandan nano düzeyde bir tasarım üzerine düşünürken, bir yandan bunun binalar boyutunda nasıl bir yansıması olabileceğiyle ilgili de çalışabilmek anlamına geliyor. Tek başına tasarım ve inşa ile yapılan mimarlık modeli bana göre zaten bir mitti ve çok fazla abartılmıştı. Bunu geride bırakmamız gerekiyor. Mimarlık her zaman kolektif yapılan bir işti ve bu geleceğimiz açısından bunu çok olumlu buluyorum.
7
Lumen, 2017
Bu durumda bilimin senin için bu kadar heyecan verici olmasına neden olan biyolojiden öğreneceklerimizin potansiyeli diyebilir miyiz? Uzun yıllardır işbirliği içinde olduğumuz hücre ve moleküler biyoloji uzmanı, Dr. Peter Lloyd Jones, benim ekstra hücresel matris (extra cellular matrix) denilen yapıyla tanışmama sebep oldu. Bu aslında hücrelerin etkileştiği çevre ve bu senaryoya göre DNA dediğimiz şey hikayenin çok ufak bir bölümü. Hikaye aynı zamanda çevrenin DNA yapısını nasıl etkilediği ve bu etkileşimin çevre ve form bağlamında nasıl dinamik bir döngü yarattığıyla ilgili, ki bu hikaye tasarımla ilgili düşünme pratiğimize çok kuvvetli bir yön kazandırıyor. Bu düşünce sistemi son 10 yıllık süreçte benim için çok belirleyici oldu.
5
046
Veri görselleştirme, dijital fabrikasyon gibi alanlarda sahip olduğunuz uzmanlık dolayısıyla, bu alanların gelecekteki olası kullanımları anlamında taşıdığı potansiyelin farkında olmak sende bir korku yaratıyor mu? Hayır, bu beni korkutmuyor. Biz ekip olarak kendi algoritmalarımızı tasarlıyoruz. Dolayısıyla ne yapıyorsak onu değiştiriyoruz. Ben yazılımları yeni bir malzeme türü olarak görüyorum. Son beş-altı yılda çok şey oldu ve yazılım kodları çok hızlı bir şekilde değişiyor. Şahsen stüdyo pratiğimde ve seminerlerimde, hem çok fazla kullanıldıkları, hem de ne yaptığınıza dair gerçek anlamda bir fikriniz yoksa çok karmaşık durumlar ortaya çıkarabileceği için, kullanımını yasakladığım bazı algoritmalar var. Aslına bakarsanız tüm bu süreçlerle ve bunların çevremize olan etkileriyle ilgili gelişmelerin çok erken bir evresinde olduğumuzu düşünüyorum ve bu beni hem heyecanlandırıyor hem de ürettiğim projeler anlamında kamçılıyor.
6
GÜLMEYEN PSİKOLOGLAR Yazı:
Gündüz Vassaf
Ryan Gander, Magnus Opus, 2013
Psikologlar 21. yüzyıla hazırlıksız girdiler. Kalıplarının tekrarındalar. Çocuk gelişiminden ergonomiye, zeka testlerinden işkence yöntemlerine kadar çeşitli yönleriyle tanınan psikolojinin en popüler alanı psikoterapi. Lakin, yüzyılını doldurmasına rağmen, klinik psikolojnin toplum nezdinde psikiyatriden ayrı kimliği yok. Fizik Einstein’la bilinir. Marx ve Keynes iktisat pirleri. Max Weber sosyolojinin, Margaret Mead antropolojinin kurucularından. Psikoloji deyince akla kim gelir? Psikolog olmayan Freud, belki de Jung. Bence bir yöntemin değil, patolojinin adı olan psiko-analizin, yüzyılımızda kaybolmaya yüz tutmasına rağmen, Freud’un hayaleti etrafımızda. Bir soru daha. Hangi mesleklerde gülünmez? İlk aklıma gelen, başarının ölçüsü tam itaat olan askerlik. Hahamlar, papazlar, imamlar gülmez. Bir de diktatörler. Bu kervana psikoterapistlerin dahil olması ibret verici değil mi? Freud, kanepeye yatırdıklarının yüzüne bakmaz, onları sürekli konuşturur, 048
konuşmadıklarında, kendisi de sessiz kalırdı. Çağdaş psikoterapi bu geleneğin kurbanı. Psikolog, yüzünde maske varmışçasına, nötr ifade kalıbıyla, hasta diye damgaladığı, danışanı dinler. Okullarda, kliniklerde kendisine öğretilen duygusuzluk. Taş gibi yüz. Buz gibi mekan. Kişiliğini, zevklerini ele vermeyecek giysiler. Asırlardır rasyonalizmin çöplüğüne attığımız duygusal zekamızın 20. yüzyıl sonlarında ‘keşfine’ rağmen, psikoterapi hala mantıkla erişilebilineceğine inandığı iç görünün peşinde. İletişim çağında, iletişimsizlik timsali. Mesleklerimizi, evrimimizin kritik noktalarındaki teknolojik dönüşümler belirlemiş. Sanayii devrimi öncesi ABD nüfusunun %80’i tarımda çalışırken, bu oran günümüzde %2’nin altında. 21. yüzyılda robotlarla yapay zekanın bileşimi, birçok mesleğin kaybolacağının habercisi. BBC’nin bir haberine göre yakın gelecekte tren makinistlerinin %67, taksi şoförlerinin %57’sinin işi tehlikede. Ortadan kalkmakta olan sade fabrika işçiliği değil. Hukuk, tıp, finans gibi meslek dallarının tekrara dayalı uygulamalarını yapay zeka üstlenmekte. Yüz yüze insan ilişkilerinin, günlük yaşamımızın birçok alanından kalkmasına alıştık. Telefonlarda insan yerine tuşlama talimatları. Çocukluğumda belediye otobüslerinde biletçi vardı. Yakında şoför kalmayacak. Japonya’da yaşlılar robotlara emanetken Amerika’da çocuklara, robot kedi, köpekler arkadaş olma eşiğinde. Dünyanın çeşitli yörelerinde milyonlarca yetişkin birbirleriyle İkinci Hayat gibi oyunlarda avatarlarıyla ilişki kurmakta. Yüzyılımızın öncü ülkelerinde dinlere rağbet azaldı. Eğitim seviyesi yükseldikçe dinlere inanç azalıyor. Tapınaklar kültür merkezlerine, tatil tesislerine, apartmanlara dönüştürülüyor. Bireyler, asırlarca dinlerin sağlamış olduğu cemaat birlikteliğinin yüz yüze ilişkilerinden yoksun. Bu toplumsal dönüşüm karşısında psikologlar, yalnızlaşan bireyle uğraşlarında geçmişin kalıplarının tekrarında. Duygusal iletişim sansüründe. Bilgeler hiç olmazsa tebessüm eder. Gün psikoterapistlerin ifadesiz çehrelerinin güleryüzlere dönüşmesinin günü. Değişime direniş ise güçlü. Annem psikolog, babam psikiyatrist. İkisi de 20. yüzyıl boyunca mesleklerinin dönüşümünün tanığı oldu. Babam, Etem Vassaf, Türkiye’de psikiyatrinin kurucusu Mazhar Osman’ın asistanı. Birlikte muayehane açmışlar. Yıl 1936. Annem Belkıs’la tanışmış. Evlenecekler. Mazhar Osman’dan şahidi olmasını ister. “Kim?” diye sorup, İstanbul Üniversitesi’nden felsefe mezunu olduğunu öğrenince, “Okumuş kadınlarla evlenilmez,” der, şahitliği reddeder. 1976’da birkaç meslektaşımla Psikologlar Derneği’ni kurduğumuzda başkan yardımcılığına seçilmişken, bir makalemde zeka testlerini eleştirdiğim için, “Peynir ekmeğimizle oynuyorsun!” tepkisiyle görevden uzaklaştırılmıştım. Bugün genç psikologların çoğu geçerliliği, güvenirliği olmayan testlere kuşkuyla yaklaşıyor. Askeri psikoloji diye bir dalı olan mesleğimizde, psikologların çoğu barış arayışında. Cumhuriyet sayesinde artık ülkede psikologların çoğu kadın. Sorun, aydınlanmanın determinist maddeciliğinde küçümsediğimiz ruhumuzu yeniden canlandırmamızda. Einstein ve Planck’ın kuantum mekaniği, Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi, ve Schrödinger Denklemi bize maddenin çok boyutlu akışkanlığını kanıtlamışken, psikolojinin bilimselliği, 16. yüzyıldan kalma Newton Yasaları’nın kıskacında. Şarlo’nun 20. yüzyılın başında Modern Zamanlar filmi, türümüzün kendisini robot gibi çalışmaya mahkum etmesine tepkiydi. 21. yüzyıldaysa robotlar bizi istemediğimiz işlerden özgürleştirerek, insanca yaşayabilmemizin yolunu açabilir. Yapay zeka beynimize yeni ufuklar açmanın eşiğinde. Robotlar, algoritmalar, gen mühendisliği. Türümüz nice değişimlere gebe. Birbirimizin gözlerine güleryüzle bakamayacaksak, nereye bu yolculuk? 049
Deniz’in işlerinde dert ettiği, benimsemek, ayrımcılık ve fetişizm gibi konular, üretimine paralel olarak onu kişisel anlamda da olgunlaştırıp büyütüyor. Erinç Seymen, son dönemde hayvanlar aleminin sembolojisine odaklanan sanatçıyla buluştu ve bir nevi işlerinin okumasını yapıp, sağlamasını aldı.
Röportaj:
Erinç Seymen Portreler:
Begüm Koçum
050
DENİZ PASHA
ERİNÇ SEYMEN: Deniz, desenlerinde kimi zaman siyah bir erkek, kimi zaman soyu tükenmiş bir hayvan, kimi zaman ise pasifize edilmiş bir kadın olarak ortaya çıkan, baskı altına alınmış özneler arasında yoğun bir geçişkenlik var. Sanatındaki kuir (queer) potansiyelin, tam da bu öznelerin öyküleri arasındaki çitleri kaldırmaya meyilli olduğun için harekete geçtiğini düşünüyorum. İzleyiciyi, ırkçılığı, hetero-patriyarkiyi, türcülüğü sömürgeciliğin farklı tezahürleri olarak görmeye davet ettiğin söylenebilir mi? DENİZ PASHA: Evet, kesinlikle. Söz konusu desenler, dar bir spektrumdaki özneleri konu alıyor. Bunu yaparak, bu özneler arasındaki çitleri kaldırmaya çalışıyorum diyemem, ama daha ziyade öteki kavramını ve kuir toplulukları kendime başlangıç noktası alarak, ötekileşmeyi sorguluyorum diyebilirim. Bahsettiğimiz ve onlar gibi olan diğer öznelerin her zaman bilinçli bir şekilde farkında olmuşumdur. Belki bu farkındalık onlara kendimi hep yakın hissetmiş olmamdan kaynaklanıyor olabilir. Hiç hetero-patriark tarafından dayatılan model olmak konusunda rahat olmadım ve böyle hissedince sadece var olmak bile bir mücadele haline geliyor. Sonuçta, doğal olarak, bu öznelere ve hayatlarında olan bitene doğru çekiliyorum, çünkü bütün bu özneler ve onların anlatıları benim içimde de var oluyor. Bu insanlar ve varlıklar için toplumsal yaşantımızda sağlıklı bir yer olmadığını düşünüyorum, tıpkı bana ait bir yerin de olduğunu hiç hissetmemiş olmam gibi. Benimsemek, ayrımcılık ve fetişizm gibi konuları araştırıp, bunları işlerimde dışavururken, aslında ben de kendi kafamdaki düşünceleri resim üzerinden olgunlaştırmaya ve büyütmeye devam ediyorum. ES: ‘Guilt Therapy’ normatif beden algısının kamçıladığı utancı aşmaya dair bir çağrı gibi. Bununla beraber figürün beden dilindeki yüksek özgüven ve yüzündeki müstehzi ifade, resmin, davranışsal terapinin parodisi biçiminde okunmasını da mümkün kılıyor. Bu resmin terapiye meydan okumakla ilgisi var mı? DP: Koltuktaki kadın gerçekte olan biri değil, benim hayalimin ve kolajın bir kombinasyonu. Onun duruşu özgüven ve yüzleşme yayıyor. O artık orada ve bu konu hakkında yapabileceğimiz bir şey yok. O aslında nü değil, çıplak. Bahsettiğim terapi ise daha ziyade gözlemciyi kastediyor. Suçluluk, gözlemcinin bilinçdışı bir şekilde kendi güzellik normları, çıplaklık ve insanın hangi koşullar altında özgüvenli olması gerektiğine dair önyargılarının farkına varması ile alakalı. ES: Dolaylı/dolaysız yoldan kimliğini açıklamaya zorlanmak bakımından cinsel azınlıkların ve ikili cinsiyet sistemine uymayan bireylerin etnik azınlıklarla kader ortaklığı yaşadığını düşünüyor musun? DP: Kuir olan, normlara uymayan kişiler benzer
mücadelelere maruz kalıyor. Lakin ayrımcılığa ne şekilde ve ne ölçüde maruz kaldıkları birbirlerine göre farklılık gösteriyor. Ortada, basite indirgendiğinde bir heteroseksüel ve beyaz insan ideali var, ki hepimiz bunun üzerinden değerlendiriliyoruz. Televizyona baktığımızda ya da dünya genelindeki güzellik algımıza bakıldığında, çeşitliliğin benimsenmediğini ve ana akımın bir parçası olmadığını görmek son derece kolay. Geçenlerde bir Afro-Amerikalı arkadaşım ile sohbet ederken, Amerikalı dendiğinde insanların aklına ilk hetero, beyaz, sarışın ve mavi gözlü insan imajının geldiğinden bahsediyordu. Bunlar toplumun küçük bir kesimi tarafından yaratılmış normlar. Tam olarak bu ayrıma kimlerin sebep olduğu ve buna neden sebep oldukları çok ilgimi çekiyor. İdeale yakınlaştıkça çok daha az ayrımcılığa maruz kalındığını düşünüyorum. Mesela Türkiye’de insanlar beni görür görmez nereli olduğumu soruyorlar. Onlara babamın siyah bir Afrikalı olduğunu söylediğimde bana “olsun” diyorlar. Benim kim olduğum, cinsel tercihlerim ve etnik kökenim ile alakalı sorunum yok. Bahsettiğin sorun, insanlara tehdit unsuru olmamak için kendini açıklamak zorunda kalma durumundan kaynaklanıyor. ES: ‘İstanbul’ resminden hareketle şunu sorma ihtiyacı hissediyorum: Metropollerin kendilerine özgü yırtıcılıkları var mı, eğer varsa İstanbul’un yırtıcılığını yaşadığın veya ziyaret ettiğin diğer metropollerden farklı kılan nedir? DP: Evet, bence kesinlikle var. Metropoller senden hep bir şeyler istiyor, neden burada olduğunu açıklamanı bekler gibi... Metropoller yorucu, pis kokan, gürültülü ve otantikliğe izin vermeyen yerler, bununla beraber aynı zamanda fırsatın ve eğlencenin de merkezi konumundalar. Bizlerin ruhlarımızı duyabilmek için sessizliğe ihtiyacı olduğunu düşünüyorum, ama metropol, bizi sürekli maruz bıraktığı gürültü ve çevre kirliliği, kariyercilik, fırsatçılık gibi yasam biçimlerinin bombardımanlarıyla, kendi özümüzü duymayı çok zorlaştırabiliyor. Buna çözüm olabilecek şehirdışında ya da daha küçük komünitelerde yaşamak ise kendi zorluklarını yaratabiliyor. Sanırım iki dünya da farklı özgürlüklerin fedakarlığından öteye gidemiyor. Örneğin İstanbul’da ulaşılabilirlik için huzurumuzdan vazgeçiyoruz. Ben çocukluk ve gençlik yıllarımı Londra ve Dubai’de geçirdim. Burasıyla ortak noktalar gayet bariz: Trafik, kirlilik, izolasyon ve hep bir şeye geç kalmışlık hissi. Aradaki ana farklara gelince, bir kere İstanbul’da hayatta kalma mücadelesinin çok daha sert olması. Kimliğiniz fazlasıyla ne kadar başarılı olduğunuza, ne kadar para kazandığınıza göre algılanıyor. Bu 051
sebepten buradaki insanların başarı anlayışı ve buna bağlı bazı değerleri bana çok yanlış geliyor. Burada insanlar başarının çok çabuk elde edilmesini bekliyorlar, özellikle yaratıcı endüstrilerdeki insanlar... Yaşadığım diğer metropollere kıyasla, emeğe ve ustalığa, popülerliğe verildiğinden çok daha az değer veriliyor. Otantik ve gerçek bir birey olmak insanlarda meraktan çok bir tehdit edilmişlik duygusu, güvensizlik uyandırıyor. Bunlara ek olarak sanırım İstanbul’daki demografik çeşitliliği başka hiçbir yerde görmedim. ES: ‘Trophy Wife’ adlı işinde gördüğümüz kol, yerli kadını hem feodalitenin pençesinden kurtarılması gereken bir kurban olarak gören, hem de yerli kadından mutlak teslimiyet ve edilgenlik bekleyen sömürgeci erkeğe mi ait? DP: Bu seriyi oluşturduğum dönemde, favori yazarım olan Toni Morrison’ı çok okuyordum. Kendisi işlerinin beyaz izleyiciden nasıl özgür olduğundan bahseder. Bu beyaz izleyici, ırka gönderme yaptığı gibi, Afro-Amerikalı siyah bir kadın yazarın, hayatında görünmez bir şekilde işlemekte olan, beyaz insan yargılarına da işaret eder. Örneğin nasıl davrandığı, sesinin tonu, nelerden bahsedebileceği ya da nelerden bahsedemeyeceği gibi. Bu beni Türkiye’deki kadınların nasıl davrandıkları konusunda ve benim kendimi bu davranış biçimlerinin ne kadar uzağında ve yabancısı hissettiğime dair düşünmeye itti. Nasıl olduğumun, düşündüğümün, hareketlerimin ve konuşmak istediğim bazı konuların, etrafımızda hiç erkek olmadığı zamanlarda bile, buradaki kadınlar 052
tarafından tabu olarak kabul edilebildiğini gördüm. Bahsettiğin kol ise tabiri caizse yaşadığım toplumun içindeki erkek izleyiciyi temsil ediyor. Yerli kadınların tercihlerini, hareketlerini ve duygularını nasıl dikte ettiğine dair bir temsil. ES: Erkekler arası rekabetin doğal/biyolojik bir kökeni olduğu kanaatine karşılık, maşist rekabet kültürünün toplum eliyle inşa edildiği, öğretildiği ve teşvik edildiği kanaati feminizmin ve kuir çalışmaların yükselişiyle güç kazanmaya başladı. Resimlerinde sık sık karşılaştığımız güreşen erkekler birbirlerine yaklaşmak için rekabetten başka yol bulamayan erkekler mi? DP: Aslında hayır, erkeklerin mücadele üzerinden birbirleriyle yakınlaşmasını çizmek amacında değilim. O resimlerde bu erkekleri iki sebepten ötürü kullanıyorum: İlki sanat tarihinin, özellikle Türk sanat tarihinin içinde daha çok siyah figürler görmek istememden. Malum burada gördüğümüz örnekler genelde çok karikatürize ve pastiş oluyor. Buna ek olarak, siyah Afrikalı komünitesindeki homoerotisizme bir vurgu yapmak istiyorum, zira gözlemliyorum ki benim irtibatım olan kesim gün geçtikçe daha homofobik hale geliyor. ‘The Embrace’ gibi bir başlıkla, esasen bu öznelerin güreşmekten başka bir anlam taşıdığını vurgulamak istiyorum. ES: Poz veren özneyi resmetmek ile, resminin yapıldığının farkında olmayan özneyi resmetmek arasında nasıl farklar var ve bu bağlamda insan resmetmekle hayvan resmetmek arasında farklar görüyor musun? DP: Poz veren özne, poz vermemiş olana göre izleyicinin daha farkında. Benim yarattığım özneler, John Berger’in dediği gibi, izleyicinin bakış açısını manipüle etmekle ilgilenmiyor. Daha ziyade bir fikrin dışavurumu konumundalar. Poz veren öznelerin, izleyiciyi rahatsız hissettirme potansiyeli olan bir yüzleşme hali oluyor. Ben ise poz verdiğinin farkında olmayan öznelere bakan seyircide oluşabilecek röntgencilik hissini istiyorum. Şu sıralar hayvanlar aleminin içerdiği sembolizm bana insanlarınkinden daha etkili ve ilgi çekici geliyor. Bunu söyleyince aklıma Kerry James Marshall’ın ‘When Frustration Threatens Desire’ isimli resmi geliyor. Bu çalışma, öznenin havada yükseldiği, vücuduna beni korkutan değişik sembollerin işlendiği bir voodoo ayinini resmediyor. Lakin, resmin sağ alt köşesinde korkmuş bir siyah kedi direkt izleyiciye bakıyor. İşte tam olarak bu kedi, tüylerinin nasıl dikilmiş olduğu, söz konusu sahneyi daha da ürkütücü bir hale getiriyor ve resmi daha üst bir boyuta taşıyor benim için. Bu ve bunun gibi sembol kullanımının fazlasıyla ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Dediğim gibi, bence hayvanlar duygusal sembolojiyi harika bir şekilde kendilerinde toplayabiliyorlar.
The Embrace (Fade), 0.05 teknik çizim kalemi, 240 gr. dokulu kağıt üzeri, 100x70 cm, 2016 Guilt Therapy, 0.05 teknik çizim kalemi, 240 gr. dokulu kağıt üzeri, 42x29.7 cm, 2016 Guilt Therapy, 0.05 teknik çizim kalemi ve yağlı boya pastel, 240 gr. dokulu kağıt üzeri, 42x29.7 cm, 2015 053
Allie ve Lexi’yi birbirinden ayırmak imkansız. Bu kolektifliğin ürünü olan sansasyonel tablolarıyla ABD’deki sanat sahnesinin konuşulan sanatçıları arasına girdiler bile. Resimleri dahil her işi birlikte yaptıkları gibi sorularımıza da tek bir ağızdan cevap veriyorlar. İkizlerle sohbet etmek için Los Angeles’a bağlanıyoruz...
Röportaj:
Başak Ulubilgen Fotoğraflar:
Aeschleah DeMartino
Allie ve Lexi Kaplan, Los Angeles’ta XOXO için Aeschleah ile buluştular.
056
THE KAPLAN TWINS
İnsan vücudunun en çok hangi kısmını çizmeyi seviyorsunuz? Göğüsler. Kesinlikle göğüsler...
1
Kaplan İkizleri için sırada ne var? Bunu öğrenmek için bizi takip etmeniz gerekiyor. Yaptığımız her şeyi sosyal medya hesabımıza koyuyoruz. En sevdiğimizse Instagram...
2
Allie ve Lexi, yılınız nasıl geçiyor? Bu yıl bizim için oldukça yoğun ama bir o kadar da heyecanlı geçiyor. Özellikle geçtiğimiz birkaç ay çok çılgındı. 15 Haziran’da Los Angeles’taki De Re Gallery’de solo şovumuz olacak. Dolayısıyla bu sıralar, ünlülerin basına sızdırılan çıplak selfie’lerinin büyük boy yağlı boya resimlerini yapmakla meşgulüz.
3
Eğer banal ünlü çiftlerden biri olsaydınız, hangi çifti seçerdiniz? Ünlüler banal mi ki? Biz herhangi dinamik ikili olabiliriz, hatta zaten öyleyiz. Paris & Nicole, Bonnie & Clyde, Allie & Lexi Kaplan... Biri olmadan diğeri de olmuyor.
4
Sizin için yenilikçi kelimesini kullanabilir miyiz? Tabii ki. Biz aslında çok farklı bir şey yapıyoruz. Öncelikle, biz aynı tuval üzerine birlikte resim yapan ikiz kardeşleriz. Bu çoğu insana çok ilginç geliyor. Ayrıca, sanata farklı bir bakış açısı ve düşünce biçimi kazandırmaya çalışıyoruz. Ciddiyetini biraz azaltmak, ama aynı zamanda anlamını yitirmemesini sağlamak istiyoruz. Özellikle de ünlülerin bu skandal derecesine ulaşmış anlarını seçiyoruz, suistimalle ve çıplaklıkla uğraşıyoruz, aynı zamanda kadınların toplumda bu kadar nesneleştirilmesi hakkında yorumlar yapıyoruz. Kadınların cinselliğiyle ilgili saplantı ve bunun yarattığı baskı arasındaki çekişmeyi açığa çıkarıyoruz. İşlerimize bakan birinin aklına ‘Bunu anlamıyorum, bu ne anlama geliyor?’ gibi soruların gelmesi yerine, daha önce magazin programlarında ya da dergilerinde gördükleri tanıdık bir şey gelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Böylece daha fazlasını öğrenmek istiyorlar. Günümüzde sanatla ilgili esas problemin de üretilen eserlerin anlaşılamaması olduğuna inanıyoruz. Biz sanatı eğlenceli bir hale getirmek istiyoruz, ve insanların işlerimize baktıklarında sadece sanatımızı değil, bizi de tanımalarını istiyoruz.
5
Şimdilerde çok popüler olan tablolarınızı ilk yayınladığınızda birçok kişinin olumsuz tepkisiyle karşılaşmıştınız. Neden insanlar tablolarınıza bu kadar tepki gösterdi? Ana fikrin epey şok edici olması bu tepkilere sebep oldu herhalde. İşlerimiz ünlü olma kültürüyle ve birinin üne ulaşmak adına bu yolla kendisinden istifade etmesiyle ilgili çok şey söylüyor. Biz bu ters tepkinin, insanların bizim de aynen bunu yaptığımızı fark etmesinden kaynaklandığını düşünüyoruz. Ama zaten mesele de bu. Ve aldığımız çoğu övgü de aynı yerden geliyor. Biz bunu saklamıyoruz, hatta ne yaptığımız konusunda oldukça açığız.
6
057
Hala Doğu Yakası’nda yaşıyor olsaydınız, yine de bu tür tablolar yapıyor olur muydunuz? Los Angeles kesinlikle son dönemdeki işlerimiz için ilham kaynağı oldu. Şöhret kültürüne ve medyanın ünlüleri nasıl gösterdiğine kafayı takmış durumdayız. Hatta biz aslında bu yüzden buraya taşındık; bu kültürün bir parçası olmak için.
8
Batman ve Hulk gibi çizgi roman karakterlerinin oyuncaklarını, onlarla ‘yattıktan’ sonra internette sattığınız Boy Toys projesine devam edecek misiniz? Ne yapacağımız hiç belli değil. Bu oyuncakları Jeff Koons’un yaptıklarına benzer büyüklükte bile yapabiliriz. Boy Toys’un bu kadar ilgi görmesi, hiç utanmadan kendi reklamımızı yapmamızla alakalıydı. Biz bilerek, ‘seks satar’ fikriyle oynadık ve bu birçok insanı rahatsız etti. Ama aynı zamanda, bunun tabii ki farkındaydık. Ve farkında oluşumuz yine bir o kadar insanının bu projeye bir sanat projesi gözüyle bakmasını sağladı. Sonuç olarak, proje hakkında çok muhabbet döndü ve sayısız fikir ortaya çıktı. Pozitif ya da negatif olsun, insanlar bir şekilde konuşuyordu ve zaten amacımız da buydu.
7
Çocukken yaptığınız gibi modellik veya oyunculuğa geri dönmeyi düşünüyor musunuz? Bunları hala yapıyoruz. Hatta sanatla ilgili her şeyi denemek istiyoruz. Oyunculuk, modellik, müzik, fotoğrafçılık yapan herkes sanatçı bizim için.
9
Paris ve Kim’in meşhur ‘sex tape’lerini izlerken, bir gün bunların tablolarını yapacağınız hiç aklınızdan geçmiş miydi? Bu videolar çıktığında daha sadece 13 yaşındaydık, bu yüzden tabii ki aklımızdan böyle bir şey geçmemişti. Resimleri yapmaya karar verdiğimizdeyse hangi sahnenin resmini yapacağımızı seçmek için videoları tekrar izledik. Ve bu videoları sanat üretmek üzere izlemek oldukça enteresan bir deneyim oldu. Mesela hangi sahnenin ışık veya kompozisyon açısından daha iyi olacağına karar vermemiz gerekti.
10
Kendinizi Kim Kardashian West’in yerine koyup bu portrelere yorum yapacak olsaydınız ne söylerdiniz? Kim’in işlerimizi seveceğini umuyoruz. O bizim idollerimizden biri. Söz konusu videolar da onu bir star yaptı. Andy Warhol için Marilyn Monroe nasılsa, Kim de bizim için öyle.
11
058
059
Onun mutfağında artık sınırlar yok ve her şey haz üzerine kurulu. Öncüsü olduğu Modern Cuisine akımı ve alametifarikası niteliğindeki teknikleriyle bu sene üç Michelin yıldızını eve götüren tek şeften bahsediyoruz. 17 restoranının arasında sabit bir noktada durup, Alléno’nun dünyasına dahil oluyoruz.
Röportaj:
Yağız Pekkaya Fotoğraf:
Geoffroy de Boismenu
060
YANNICK ALLÉNO
Öncelikle restoranınız Le 1947 ile aldığınız üç Michelin yıldızınız için tebrikler. Daha önce Le Meurice’le üç Michelin yıldızına sahip olmak zaten bir rüyanın gerçekleşmesi gibiydi, bunu ikinci kez yaşamak ise kesinlikle mükemmel. Bu farkındalık bizleri ateşlediği gibi daha ileri gitmeye, daha çok keşfetmeye teşvik ediyor. Zira bizim için en önemli şeyi unutmuyoruz; konuklarımızı memnun etmek ve onlara gerçek anlamda gastronomik bir mutluluk yaratmak... Asla durmayacağımıza dair sizi temin edebilirim.
1
25 sene kadar klasik Fransız Mutfağı üzerine çalıştıktan sonra bir anda yeni bir yönde ilerlemeye karar verdiniz. Modern Cuisine akımını başlatırken aklınızdan tam olarak neler geçiyordu? Le Meurice’i bıraktıktan sonra artık daha farklı yöntemlerle pişirmek istediğimi fark ettim, daha modern bir yol izlemek, yeni ufuklara açılmak istiyordum. Saray gibi bir otele kıyasla, her istediğimi özgürce yapabildiğim bir ortamda mesleğimi yaparken kendimi ilk defa evde hissettim. Modern Cuisine tamamen yeni, sınırlar yok ve tamamen duygularla haz üstüne kurulu. Bu yüzden çok heyecanlanıyorum.
2
18 maddelik bir manifesto ile sınırları zorladığınızı düşünüyor musunuz? Evet. Bu manifesto daha ileri gidebilmek için ihtiyacımız olan bir kılavuz. Bugünkü amacımız konuklarımıza sürpriz gastronomik dakikalar yaşatmak adına daha iyi deneyimler yaratmak ve yeni tatlar bulmak. Bu manifesto ilkelerimizin bir bütünü olduğu kadar işimizin de temeli. Soslar, fermentasyon, ana yemeğin önemi... İnanıyorum ki yeni bir mutfak hareketi olarak Modern Cuisine, Fransız mutfağını tekrardan öne çıkaracak rönesans hareketinin temellerini atıyor.
3
15 yaşından bu yana süren kariyerinizde kendinizi gerçek anlamda bir şef gibi hissetmeye ne zaman başladınız? Benim bütün hayatım yemek yapmaktan ibaret. Ama şef gibi hissetmem 25 yılımı aldı diyebilirim. Manuel Martinez, Jacky Fréon, Gabriel Biscay, Roland Durand, Martial Enguehard ve Louis Grondard gibi mesleğin en iyisi sayılan isimlerin öğrencileri oldum. Dolayısıyla klasik Fransız mutfağı, mükemmeliyet ve titizlik bütün kariyerimi etkiledi. Fakat bir şef olarak şu anki görevim ‘iletmek’. Bugün genç jenerasyona Fransız mutfağını temsil etmeleri ve geliştirmeleri için bütün bilgilerimi, tutkumu, devretmeye istekliyim.
4
Paul Bocuse ile yakınlığınız klasik mutfağa karşı duruşunuzdan mı geliyor? Onunla 1999’da Bocuse d’Or’da tanıştım. Kendisi o günden beri benim için hem iyi bir akıl hocası hem de arkadaş oldu. İşlerine ve başardıklarına karşı derin bir saygım var. Otel şefi olduğum ilk pozisyonumu da ona borçluyum.
5
Extraction tekniğini buldunuz. Mutfakta devrim olarak nitelendirildiği gibi size sınırsız olanaklar ve yaratıcı bir alan sunan bu tekniği kullanarak yaptığınız en yaratıcı iş nedir? Açıkçası tek bir tane seçmek çok zor, ama fermentasyon ve sosları bir araya getirdiği için, 18 ayda olgunlaştırılmış avokado ve chia tohumu ile hindistan cevizi extraction’ınını kapsayan kereviz milföyü diyebilirim.
6
Fotoğraflar:
Philippe Vaurès
1947 sizin için bir Haute Cuisine laboratuarı. Bu laboratuarın en heyecan verici kısmı nedir? Hem Pavillon Ledoyen’deki Alléno Paris hem de Cheval Blanc Courchevel’deki Le 1947 Modern Cuisine atölyeleri. Bir iş ortaya çıkarken süreç boyunca herkesin bir katkısı olmalı. Etrafım, benimle aynı vizyonu paylaşan, modernliğe tutkulu yetenekli kadınlar ve erkeklerle çevrili. Onlarla beraber güzel şeyler üretmek beni heyecanlandırıyor.
7
061
Füzyon mutfağına pek sıcak bakmadığınızı biliyoruz... Ama belki bir gün sizi Türk Mutfağı üzerinde çalışırken görebiliriz? Füzyon bizim DNA’mızda bulunmuyor olsa bile başka mutfaklardan ilham alıyoruz. Örneğin Güney Kore’de Bimbimbap’ı keşfettikten sonra onu modernize etmeye karar verdim. Ve Alléno Paris’te ana yemeklerimden biri haline geldi. Türk mutfağı çok zengin ve ince; kim bilir şu an sizinle konuşuyorken dolma sarıyor olabilirim! Yine de Türk mutfağı hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak beni çok mutlu ederdi.
12
Alléno Paris
LVMH gibi büyük bir grup ile çalışıyorsunuz, bu birliktelik bakış açınızı nasıl etkiliyor? LVMH grubu sayesinde Bernard Arnault gibi yeniliğe ve yaratıcılığı destekleyen birisiyle tanışma ve çalışma fırsatım oldu. Kendisi yıllar boyu bizim modern vizyonumuzu paylaştı ve projemize inandı. LVMH ve Bay Arnault ile çalışmak güçlü, değerli bir yapı oluşturmamıza imkan verdi. Le 1947 ile üç yıldız kazanmak ortak değerlerimizin bir sonucu aslında.
8
Marakeş’ten Taipei’ye uzanan 17 restoran ile ilgileniyorsunuz. Tek bir noktaya odaklanmak sizi ne ölçüde zorluyor? Ortağım Florence Cane ile grubumuzu 2008’de kurduk. İkimizin ayrı sorumlulukları var. O, markanın imajı, stratejik geliştirmesi ile uğraşırken ben de mutfağa odaklanıyorum. Dünya üzerindeki restoranlarımda bana ve işine bağlı, tutkulu insanlarla çalıştığım içinse ayrı olarak şanslı hissediyorum. Fırsatım oldukça seyahat edip ekibimle vakit geçiriyorum fakat nerede olursam olayım asıl amacım konuklarımızın tatmini.
9
062
10
Modasının asla geçmeyeceğini düşündüğünüz bir akım
var mı? Soslar zamansızdır... Her zaman dediğim gibi soslar Fransız mutfağının fiili gibidir. Ve eğer dikkatli bakarsanız her şey sostur. Consommé sağyağ gibidir, dondurma anglaise sosundan yapılır, çikolata ganajı da bir sostur... Örnekler sayısız, tat bulduğunuz her noktada sosu da buluyorsunuz. Lokallik mutfağınızda önemli bir yere sahip, fakat gün geçtikçe daha global adımlar atıyorsunuz. Lokal ve global terimleri arasında nasıl bir köprü kurduğunuzu düşünüyorsunuz? Dünyayı ilerleten etken globallik. Fakat biz her restoranımızda ideallerimize bağlı kalıyoruz ve lokal olana yöneliyoruz. Lokallik konusunu sıkı savunanlardanım. Çünkü lokali desteklemek tarımı koruyor, yeni iş kapıları açıyor. Pazarları, yerel üreticileri dolaşıyoruz ve farklı tatların peşinden gidiyoruz. Geri döndüğümüzde ise tarifler üzerinde çalışıyoruz ve aldığımız ilhamla yeni yemekler üretiyoruz.
11
BEDENLER PARLAMENTOSU Yazı:
Ali Akay An Halprin , “Score for male and female, Dance ritual” (copy by Mathias Voelzke)
14. Documenta bu sene Kassel’den önce Nisan başında Atina’da başladı. (Kassel sergisi ise 10 Haziran’da başlayacak.) Ancak Atina’ya yerleşmiş olan küratörler grubu, Adam Szymczyk’in sanat yönetiminde, şehrin günümüz ekonomik ve politik koşullarındaki sorunlarını uzunca bir zamandan beri tartışmaktaydılar. Bu yılki “Atina’dan Öğrenmek” başlığı, düşünce tarihi olarak hem Atina demokrasisini, hem Almanya’nın savaş sonrası durumundaki bölünmüş haliyle ilk Documenta sergilerinin 1955’teki başlangıcını, hem de günümüz Avrupa krizini ele alıyor. Bu tartışmalar siyasi olduğu kadar sanatın ve kültürün bugünkü durumunu irdeleyen yeni tartışmaları da beraberinde getiriyor. Yazılar ve teorik yaklaşımlar ise serginin ana temasını oluşturuyor. 17 Eylül’e kadar devam edecek geniş programı ve kamusal alanda birçok mekanı birleştiren yaklaşımıyla Documenta 14, açılışını ilk konferanslarıyla Atina’nın opera binasında yaptı. Böylece, hem opera hem tiyatro hem performanslarıyla konservatuarda yapılan çalışmalar ve tabii plastik sanatlar ve sinema Documenta 14’ün belirleyici kültürel gücünü bize gösterdi. Mimar İoannis Despotopoulos’un imzasını taşıyan ve şehrin merkezinde bulunan opera binası, 1959 yılında Atina Kültür Merkezi olarak yapılmıştı. Savaş sonrası yapısı olarak adlandırabileceğiniz bu mimari Atina’nın kültürel mirasını Fransa’daki André Malraux kültür evi örneğinden yola çıkarak gerçekleştirmişti. Bugüne dönersek, tiyatrosu, müzesi, kongre merkezi, kütüphanesi ve açık hava tiyatrosu ile birlikte Yunan kültürünün gelişmesi için önemli mekanlardan biri olan yapı, konferansların gerçekleştiği binaya yakınlığı nedeniyle de Documenta 14’ün açılışında ilk gezilen yerlerden biri oluyor. Nevin Aladağ’ın yerleştirmesi ve müzik performansı da burada büyük bir kalabalık eşliğinde gerçekleştiriliyor. Amerikan kütüphanesinde ise, başka bir Türk sanatçının, Banu Cennetoğlu’nun bahçeye yapmış olduğu yerleştirme, 90’lı yılların Türkiye’sinin acı olaylarından birini bize sunuyor: Gurbetelli Ersöz (1965-1997) adlı genç militan bir kızın günlüğünü (‘Yüreğimi Dağlara Nakşettim’). Metni Yunancaya çevirtip taş tabletlere basan Banu Cennetoğlu çok etkileyici bir çalışmayla izleyicilerin beğenisini kazandı. Aynı kütüphanenin içinde ise 064
Malili sanatçılar (Seydou Camera, Abdoulaye Ndoye, Mamary Diallo, Boubacar Sadeck, Abdou Oulaguem) Timbuktu Kütüphanesi’nin yağmalanmış ve yok edilmiş kitaplarının elyazmalarını tuz kalıplar üzerine yazarak karşımıza çok etkileyici bir eser dizisi çıkarıyorlar. Bilhassa Timbuktu Kütüphanesi’nin yağmalanmış kütüphanenin videosu izleyicileri hüzün ve üzüntü içindeki bakışlarıyla yapılan çalışmayı izlemeye davet ediyor. Eserin adı: Timbuktu’dan Öğrenmek. Özgürlük Parkı olarak adlandırılan Elefterias Parkı’nda ise özgürlük ve ifade hakları ortaya konuluyor. Belediyeye bağlı Demokratik Direnme ve Diktatörlük-karşıtı Müzesi ve Kültür Merkezi mekanında, sanatçılar ülkelerinde görmüş oldukları baskıdan kaçan veya savaş durumundan kendini kurtarmaya çalışan göçmen ve mültecilerin mücadelelerini, bunun tarihi ve kültürel gelişimini teorik kitaplarla, tarih, sosyoloji, psikanaliz bakış açısıyla gösteriyor. Yapılan haritalarla, insanlar mekansal değişim yerlerinin göstergelerini, klasik beyaz küp görüntüsünün ötesine getirerek, mekanı çağdaş sanatın kamusal galerileri için yeni şekline çeviriyorlar. Bu şekilde bakıldığında, eserlere zaman ayırmaya değen çalışmaları okumak durumunda kalıyoruz. Burası, aynı zamanda, Bedenler Parlamentosu olarak adlandırılan Documenta 14’ün ana kavramını ortaya koyuyor. Bedenler Parlamentosu Documenta 14’ün “kamu programının” adına tekabül ediyor. Walter Benjamin’in terimlerini kullanan Angelidakis’in minör çalışmalarını işaret ediyor: Kara perdelerle camı kapatan ve yeni bir mimari mekanın içinde işini gerçekleştiren sanatçı, birçok elemanı yan yana getirerek, demokratik direnme öğelerini bir çeşit arta kalmış kalıntılar olarak gösteriyor. İçinde yaşamış olduğumuz dünyanın, kalıntıları ne kadar içinde taşıdığını, ve bunların Modernizmin kalıntıları olduğunu bize hatırlatıyor. Bugün postmodern bir toplumda ve mevcut ekonomik dönemde küresel ile yerelin nasıl evrenselleşebileceği sorunu Documenta 14’ün söylemini oluşturuyor. Documenta 14 bütün bu sanat dallarına bir de Yunan film arşivini ekliyor. Böylece, sinemayı tiyatroya, performansları ise sinemaya bağlayarak, 20. yüzyıl başında yaşamış olan İskenderiye asıllı işadamı Benaki’nin açtığı müzenin günümüzün önemli kavramlarından biri olan queer sanatına kapılarını açtığını gördüğümüzde, sanatın sosyal bilimlerle nasıl hala kesişmeye devam ettiğini izleyebiliyoruz. Tarihi şimdiki zamana bağlayan ve günümüzü tarihsel olanla birleştiren yaklaşım da dikkat çekiyor. Bu müze, içine yerleştirilen eserlerle ve sömürge ve sonrasına gönderme yapan çalışmalarıyla, Batı tarihini Afrika ve Asya tarihleriyle eleştirel bir şekilde birleştiriyor. Pire yolunda bulunan Atina Güzel Sanatlar Fakültesi binasında devam eden bir diğer sergi Bir Toprak Bin Kelebek başlığında ele alınıyor. 1960’lı yılların deneyleri üzerinde duran ve bu yeni cemaatleri oluşturan sanatçı gruplarının 1970’li yılların başlarında yaşadıkları deneyimlerden bu nesil için öğrenilecek çok şey olacağı savından yola çıkarak, bu deneyleri bize hatırlatan küratörler grubu başkaldırı ve deney arasındaki ilişkiyi bugüne taşıyarak yeni bir dünya nasıl hayal edilir düşüncesini günümüzün deneylerine taşımayı başarıyorlar. Ekolojik olanı deneyimleyen, alternatif hayat biçimlerini cemaat halinde yaşayan bir sanatçı grubu tarafından gerçekleştirilen Çevre Operası projesi 11 Mart 1971’de ortaya çıkmıştı. 1968 sonrası hayal kırıklıkları ve Vietnam savaşı karşıtlığının verdiği sıkıntılar bu gruba mensup insanları, o tarihlerde doğaya doğru yönlendirdi. Ve bu şekilde, doğal yaşam şartlarında yaşamaya başladılar. Günümüz dünyasında yakın zamanda suyun bile eksik olacağı konuşulurken, büyüme üzerine kurulu bir ekonomik anlayış da artık geride kalıyor. Günümüz eko-ekonomistleri büyüme teorilerine karşı “büyümeme” deneylerinin (daha az tüketmek ve az üretmek, doğal kaynakları dikkatli kullanmak vb.) önemini vurguluyorlar. Bugüne kadar büyüme hızlarını hesaplamak ülkelerin düzeyini yükseltirken, artık “küçülme” önem kazanmakta. 1968 sonrası ekolojik ve sanatsal deneyimlere ait olan Çevre Operası projesi sanatsal bir deneyim olarak daha o yıllarda öncü bir hareket olduğunu belli ediyordu. Documenta 14’teki sergide, See Ranch ve Driftwood deneyi olarak ele alınan projede Constance Beeson, Paul Fucso, Paul Rayan, Joe Chreet ve Gerald Albanase’nin performatif yaşama ait fotoğraflarını gördüğümüzde, daha o tarihte, başka bir dünyanın açılımına doğru gittiklerini izleyebiliyoruz. Doğal yaşamı deneyimlemek, ekosisteme hizmet etmek ve bozulmasını engellemek tükenmekte olan canlı türlerin hayatta kalma haklarını savunmak Documenta 14’ün kuvvetli temaları arasında. İnsanı doğaya, demokrasiyi yaşama ve bilgiyi bugüne taşımak, belki de, bugünün insanlığa yüklediği görev olarak duruyor. Documenta 14, bu anlamda, öğretici olduğu kadar geçmiş belleği bugüne taşıyan örnekleri de bize göstermekle başarılı bir sergi olarak karşımıza çıkıyor. 065
BILSTORE LOVES FESTIVALS Festival sezonu hayatımıza Prodüksiyon:
an original idea by CO for Bilstore Fotoğraflar:
Gökhan Yorgancı Moda Editörü:
Yağmur Kural Saç:
Erdem Gül Makyaj:
Akın Sert Moda Editörü Asistanı:
BU BİR İLANDIR
Batuhan Çetin
066
yeniden entegre olmaya hazır. Havaların iyice ısınmasını ve enerjinin giderek yükselmesini beklerken, Beste ve Bilstore ile bir araya geliyoruz, söz konusu sezon için, gerçeğe oldukça yakın bir simülasyon hazırlıyoruz.
Tiล รถrt:
DB Berdan Elbise:
Etty&Jacques
067
Gömlek:
Bil’s Şort:
Cheap Monday Gözlük:
Quay Bileklikler:
Hipanema
Tişört:
Cheap Monday Yağmurluk:
Outkast People
Elbise:
Etty&Jacques Gömlek:
Amy Winehouse x Fred Perry Çanta:
Fred Perry
068
Yelek:
Only Studio Elbise:
American Vintage Tiล รถrt:
Cheap Monday Kravat:
Kravatistan Bileklikler:
Hipanema, Sorbet Bracelet
069
Mayo:
5th Position Bileklikler:
Hipanema, Sorbet Bracelet Bot:
Dr. Martens Gözlük:
Quay Pipetli matara:
Ban.do Deniz yatağı:
Wowoya
070
EVENT MANAGEMENT
PUBLISHING
CONCEPT DESIGN
BRAND PLATFORMS
AND ANYTHING COOL
FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669
Doç. Dr. Koray Durak, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü üyesi ve aynı üniversitede Bizans Çalışmaları Araştırma Merkezi’nde müdür yardımcısı. Kendisine, Türkiye’de yıllardan beri öteki olan Bizans’ı ve Bizans çalışmalarının ülkemizde geldiği son noktayı sorduk. Cevapların içine gizlenmiş iyimserliği biz de paylaşıyoruz.
Röportaj:
Ali Tünay Fotoğraf:
Gökhan Polat
072
KORAY DURAK
ALİ TÜNAY: Tarihe
nasıl merak sardınız? gezilerimizden birinde , Kariye Müzesi’ni ziyaret etmiştik. Çok etkilendiğimi ve günlerce o yapıyı düşündüğümü hatırlıyorum. Ancak sonrasında tarihe olan bu merakım, biraz da ailemin baskısı ve üniversitede okunacak daha “popüler” bölümlerin olması sebebiyle uykuya daldı. Bu nedenle uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi okudum. Sonuçta tarih ve siyaset bilimi birbirinden çok uzak alanlar değiller, özellikle tarihin diğer bütün sosyal bilimlere laboratuvar malzemesi sağladığını düşündüğümüzde. Ama yine de lisans eğitimim biterken tarih beni bu sefer başka bir kanaldan yine çağırdı. Roma İmparatorluğunun çöküşüyle ilgili SPQR adlı strateji temelli bir bilgisayar oyununa kendimi fena kaptırdım. Ondan sonra yüksek lisansımı Bizans tarihi alanında yapmaya karar verdim. İyi kurgulanmış bilgisayar oyunlarını yabana atmamak lazım. AT: Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nün Türkiye’deki tarih yazımında önemli bir yeri var. Siz bu bölümün parçası olarak, kurumunuzu nasıl ele alırsınız? KD: Tarih bölümünde, tarihçiler, sanat tarihçileri ve arkeologlar bir aradayız. Disiplinler arasındaki duvarları kırdığımız için birbirimizden çok şey öğreniyoruz. Bir diğer konu ise, Türkiye’de genel hatlarıyla çok klasik bir tarih anlayışı var. Ben buna “devletlu” tarih veya erkek tarihi diyorum. Oysaki, dünyada 20. yüzyılda tarih çalışmaları, siyasi tarih kadar sosyal/ekonomik tarihin ve madun sınıfların tarihinin çalışıldığı bir safhadan geçti. Son 30 yıldır ise, sosyal bilimlerdeki kültürel dönüş ve dilbilimsel dönüşün yaşanmasıyla, orduların ve ekonomik sistemlerin tarihi kadar önemli olan, kıyafetin tarihi, cinselliğin tarihi, yemeğin antropolojisi, kişinin kendini temsili ve kendini dünyaya sunuşu gibi alanlar gündeme geldi; metinlerin ne derece doğruyu yansıttığı sorgulanır oldu. Boğaziçi Üniversitesi, Tarih Bölümü hem bahsettiğimiz klasik tarihi hem de dünyadaki sözünü ettiğim trendleri takip etmeye çalışıyor. Zaten Boğaziçi Üniversitesi’nin ve Tarih Bölümü’nün yakın zamanlarda geçirdiği zorluklar ve maruz kaldığı haksızlıklar böyle bir farklı duruşun sonucu olsa gerek. AT: Bizans tarihi özelinde bakarsak durum nedir? Bizans çalışmaları merkezi kuran ilk devlet üniversitesi oldunuz. KD: Türkiye’deki Bizans tarihçilerinin sayısı -sanat tarihçileri ve arkeologları dışarıda bırakarak konuşuyorum- gerçekten çok az. Bir iki isim hariç, temel olarak Nevra Necipoğlu ve Melek Delilbaşı’nın yetiştirdiği öğrencilerden oluşan beş altı kişilik bir kitleden bahsediyoruz. Bünyesinde barındırdığı iki tarih ve bir sanat tarihi uzmanı ile, açtığı Yunanca ve Latince dersleri ile, ve sizin de KORAY DURAK: Ortaokul
söylediğiniz gibi yeni kurulan Bizans Çalışmaları Araştırma Merkezi ile, BÜ Tarih bölümünün Bizans çalışmalarında öncü olduğunu söyleyebilirim. Bu arada belirtmemiz lazım, Koç Üniversitesi de bizden hemen önce 2015 yılında bir merkez kurdu. Ancak ben bunu bir rekabet unsuru değil, bir zenginlik olarak görüyorum. İleride ortak çalışmalar da yapacağız. AT: Konuyu netleştirmek adına soruyoruz. Türkiye Bizans çalışmaları hiyerarşisinde nerede? KD: Maalesef çok aşağılarda. Özellikle Bizans dini, edebiyatı, kültürü gibi konularda Türkiye çok gerilerde. Ortaçağ Yunancası metinlerle boğuşan çok az kişi var. Tarih Bölümlerinde Bizans uzmanı istihdam etme konusunda bir önyargı var sanki. Sanat tarihi ve arkeoloji alanlarında önemli işler yapan isimlerimiz var tabii ki. O alanda daha kalabalık olduğumuzu söyleyebilirim. Ancak yapılan kazıların yayınlanmasındaki aksaklıkları, ve analitik ve karşılaştırmalı işlerin azlığını unutmamak lazım. Bizans çalışmalarında, Amerika, Britanya, Fransa ve Almanca konuşan ülkeler maalesef Türkiye’den çok ilerideler. Biz bu uygarlığın mirasçısıyız. Bizans çalışmalarında geri kalmamız garip ve ayıp bir şey. Maalesef, Bizans çalışmaları, yoğun emek isteyen bir alan. İdeolojik önyargıları ve sizi eğitecek insanları bulmanın zorluğunu bir yana bırakın, hem Antik Çağ hem de Orta Çağ çalışmalarına aşina olmanız, Latince ve Yunanca gibi araştırma dillerine hakim olmanız ve akademik üretimi takip edebilmeniz için bir kaç modern dil bilmeniz gerekiyor. AT: Bizans tarihinin coğrafyası neresidir ve zaman dilimi olarak hangi aralığı kapsar? KD: Her şey isimle başlar. Bizanslılar kendilerine “Bizanslı” demiyorlardı. Kullandıkları isim “Romalı”ydı. 1453’te İstanbul alındığı zaman, Osmanlı’nın yendiği devletin adı Roma İmparatorluğu’ydu. Bu nedenle Türkler bu insanlara “Rum” dediler. Aslında Bizans, Roma’nın Doğu’ya taşınmış ve Hristiyan olmuş halidir. Resmi dili Latince olan, dini gelenekleri Hristiyanlık öncesi çoktanrılı dinlere dayanan, İtalya merkezli Roma İmparatorluğu, M.S. 3 ve 4. yüzyıllardaki zorluklar ve değişimler sonucu kaynaklarını ve merkezini Doğu’ya taşır. Byzantion adlı orta halli bir kenti başkent yapıp, ismini İmparator Konstantinos’a atfen Konstantinoupolis/Constantinopolis diye değiştirir. Bu yüzyıllar aynı zamanda Hristiyanlığın yayılıp devlet dini haline geldiği bir dönem. Böylece tek imparatorluk, tek başkent ve tek din anlayışı ortaya çıkıyor. AT: Kulağa tanıdık geliyor. KD: Evet, aslında bu dönemde (M.S. 300 ile 600 yılları arasından söz ediyorum) hem Batı Asya’da, 073
hem de Avrupa’da tek tanrılı dinlerin yayılmasıyla tek siyasi merkez ve tek din anlayışı yerleşiyor. İslam uygarlığı da bunun içine doğduğundan orda da tek bir Cihan İslam devleti anlayışının çıkmasına şaşırmamak lazım. Bu durum kendini Abbasiler’de, Karolenjler’de, Osmanlılar’da tekrar ediyor. Tabii, Bizans dünyasında da uzun yıllar, inişlerle, çıkışlarla, hem devlet aygıtı hem siyasi elitin tercihleri değişiyor. Toplumsal sınıflar ve aralarındaki ilişkiler dönüşüme uğruyor. Ancak bir şekilde Bizans 1453’e kadar ayakta kalıyor. Bizans, Roma’dan dönüştüğü için başlangıç tarihini veremiyoruz. Ne zaman çöktü diye sorarsak,klasik cevap 1453’tür. Ancak şunu söyleyebiliriz: Özellikle 14. Yüzyılın ikinci yarısında, iç savaşlar ve, toplum içindeki bölünmeler sonucu Bizans İmparatorluğu 1350’den sonra iyice zayıflamış, hareket alanı daralmış bir siyasi yapıya dönüşmüştür. 1370’lerden Osmanlı’ya haraç veren çok ufak bir güçten bahsediyoruz. Yani, Bizans aslında bir yüz yıl önce bitmişti diyebiliriz. AT: Bizans’ı anlama çabamız tam da yukarıda anlattıklarınızdan dolayı olmalıdır diyebiliriz miyiz? KD: Tabii ki. Türklerin Anadolu’yu ele geçirişi ve Türk-Müslüman kültürünü kuruşu ya da Anadolu’dakilerin zaman içinde Türkleşmesi ve Müslümanlaşması, kısacası 11. yüzyıldan 1453’e kadarki değişim bizi Bizans’ı anlamaya mecbur kılıyor. ‘Türk olmak ne demek?’ sorusuyla ilgili 074
bir durumdan bahsediyoruz. Türklüğün bir kısmı Orta Asyalı olmaksa, bir kısmı Müslümanlıksa, bir kısmı da Anadolulu olmak ve Balkan coğrafyası. Bütün bu topraklarda, kültürü ve ideolojisiyle 1200 yıla yakın bir süre Roma-Bizans kültürü hakim olmuş. Osmanlı’yı Bizans’ın devamı olarak görmek ne kadar basite indirgemeci ve hatalı bir yaklaşımsa, Bizans mirasının külliyen reddi de o kadar sorunlu. AT: Türkiye’de Bizans’ın popüler kültüre yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz? KD: Belki biraz abartıyorum ama Bizans ya bir haber olarak, ya da popüler kültür ürünlerinde bir sembol olarak her gün karşımıza çıkıyor. Örneğin, siyasetçilerin konuşmalarında kullanıyor. Siyasi yelpazenin tamamında bir parti diğerini suçlarken Bizans oyunlarından bahsediyor. Özellikle muhafazakar kesimde Bizans-Haçlı ittifakı gibi söylemlerle karşılıyoruz. Sanki modern Bizanslılar hala aramızdaymış gibi bir hava hakim oluyor. Tabii günümüzde Bizanslı denilen kesim, öteki, içimizdeki düşmanlarla ittifak yapan ve bize ait olmayan bir şey. ‘Kahpe’, ‘ikiyüzlü’ bir dünyaya ait. Hatta bu durum öyle bir noktaya geldi ki, İstanbul Belediyesi bir müze açmayı planlıyor, adı da Bizans işkence müzesi olacak. Elimizde o kadar az bilgi var ki Bizans dönemi işkence pratikleri ile ilgili, merak ediyorum nasıl olacak. Tabii, insan sormadan edemiyor, acaba sadece Bizans mı işkence yaptı. Bir de popüler kültüre baktığımız zaman Bizans kadındır. Bunu bütün Yeşilçam filmlerinde ve 60’lı ve 70’li yılların popüler romanlarında görebilirsiniz. Bu kadın da, Bizans toplumu gibi ‘kahpe’ ve ‘alçak’tır. Mert Türk erkeğini baştan çıkartarak onu bozabilir. Tabii ki ortaçağ Bizans toplumu ve kadını ile uzaktan yakından ilgilisi olmayan bir imaj bu. En fazla, bizim ötekini nasıl gördüğümüz üzerine bir söylem olarak okunabilir. AT: Uzmanlık alanı günümüzden bin sene önce gerçekleşen olaylar olan bir tarihçi gündelik hayatı nasıl yaşar? KD: İnsan 24 saat tarihçi olamıyor. Olmasın zaten. Ancak tarihin şöyle bir katkısı var: Geçmişte bireylerin, kurumların ve toplumların, farklılaşan sosyokültürel ve ekonomik koşullar gereği nasıl değişime uğradığını görünce, günümüzde değişmez gibi görünen yargıların, doğal gelen kurum ve pratiklerin aslında belli bir zaman ve mekan içinde oluştuğunu ve değişime açık olduğunu görüyoruz. Bu da bize çok büyük bir perspektif sağlıyor. Bizim için doğal diye bir durum yok. İnsan, devlet, aile, kadın-erkek ilişkileri hep zaman içinde kurulmuştur ve belli koşularda değişecektir. Bizim aslında tarihin bir noktasında olduğumuzu ve bundan sonra da değişeceğimizi düşünürüz. Bunu bilmek insana kuşkusuz bir huzur veriyor.
R O TA N I Z I S A R D U N YA K A R A K Ö Y ’ E ÇEVİRİN!
DENİZ ÜRÜNLERİNİN EN KEYİFLİ ADRESİ!
D E TAY L I B İ L G İ İ Ç İ N 0212 249 10 92 S A R D U N YA K A R A K Ö Y R E S TO R A N w w w. s a r d u n y a k a r a k o y y a l i . c o m - -: 22 , sardunyakarakoy sardunyakarakoy
STRETCHED OUT. Modern zamanların getirileri Fotoğraflar:
Begüm Yetiş Moda Editörü:
Yağmur Kural Saç:
Engin Çakmak Makyaj:
Ece Karagülle/ K.U.M Agency Moda Editörü Asistanı:
Batuhan Çetin Model:
Anna/Option İstanbul
076
geleceğe ayna tutarken bilinç daha esnek olmaya meylediyor. Bu bazen gerçeklikten uzaklaşmak anlamına gelse de biz fazla uzağa gitmiyoruz.
Bluz:
Self Portrait/ Harvey Nichols Pantolon:
Emporio Armani/Armani İstanbul Şapka:
Editöre ait
077
Bluz:
Fendi/Beymen Tulum:
Sportmax Takunya:
Bashaques Küpe:
Editöre ait
078
Terlik:
adidas
079
080
Büstiyer:
Dkny/ Brandroom Gömlek:
Miu Miu Pantolon:
Victoria Beckham/ Beymen Çanta:
Bago/ Beymen Fular:
Giorgio Armani/ Armani İstanbul
081
082
Elbise:
Bora Aksu Gözlük:
Editöre ait Çanta:
Fendi
083
YaÄ&#x;murluk:
Dkny/ Brandroom AyakkabÄą:
Miu Miu
084
085
IT’SMükemmeliyetçi, A MATCH! fethedici Prodüksiyon:
an original idea by CO for Lancôme Fotoğraflar:
Mustafa Nurdoğdu Moda Editörü:
BU BİR İLANDIR
Yağmur Kural
086
ve sadık... Bu kelimelerin bir maskarayı tanımlamak için kullanıldığı aklınızdan geçer miydi? Tabii söz konusu Lancôme olunca başka söze gerek kalmıyor. Monsieur Big, kirpiklere sürülen tek bir katla bile vadettiği özellikleri tek tek yerine getiriyor.
087
Who needs Mister Right if you can have Monsieur Big? 088
089
090
Meet Monsieur Big. Forget all the others. 091
SOME WOMEN OF T-SHIRTS
AYSU AKAGÜNDÜZ
Hazırlayan:
Ayşecan İpek Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Trupical koleksiyonun taze çıkmışken bizim için tropik bir hayal kurar mısın lütfen? Tayland’dayız... Şehrin tantanasından, gürültüsünden, pisliğinden en uzakta, sadece deniz yoluyla ulaşılan az turistli bir ada: Koh Phangan. Motorla geçerken keşfettiğimiz, oyuntu bir kara parçasında konuçlanmış, palmiyeler arasında saklı, bakir bir kumsal. Frangipani çiçeklerininin kokusu, arkadaki ormandan gelen kuş ve maymun sesleri ‘ömrünü burada geçirebilirsin’ mesajı veriyor gizliden. Renkler süper canlı. Huzur kaplamış havayı. Kocam yanımda. Yaz’ın gülücükler saçarak palmiye ağacının gövdesine takılmış salıncakta sallanmasını izliyoruz. Hayat o andan ibaret.
1
092
Türkiye’nin ilk basic markalarından birini kurarken bu yolculuğun nasıl olacağını düşünmüştün? Tru.’yu 2009’da kurduğumda basic üzerine başka bir marka yoktu, hatta o dönemde sektörde butik bir marka kurmak da görmek de olağan bir şey değildi. Temelde böyle bir girişime ve marka olmaya çalışan bir projeye karşı oluşan önyargıyı, oturmuş alışkanlıkları yenmek en zoru oluyor hep. Marka yaratmanın, o algıyı oturtmanın, düşük sermayeyle, küçük adetlerle, hazır kumaş kullanmadan üretim yaptırmanın, bu ürünleri satmanın, kaliteyi sürekli kılmanın, seri üretim yapan markaların yarattığı algıdan ayrışmanın; attığım, atacağım ve hatta atmamam gereken her adımın kararının ve uygulamasının zor olacağını biliyordum.
2
“İş kadını” titrini zevkle kabullenebiliyor musun? Kendimi iş kadınlığıyla pek bağdaştıramıyorum. Hatta bu sorunun cevabını verirken önce yaşlı hissettim. Sonra düşününce katettiğim yolu ve beraberinde getirdiklerini, sevdim de. Bir “oh” dedim ama sadece bir dakika sürdü. Ne yalan söyleyeyim “anne” titri kadar zevk vermedi. Zorluğu beraberinde getirdiği sorumlulukları sanırım. Markaya karşı, çalışanlarıma karşı, müşterilere karşı...
3
Tişört deyince illa ki beyaz mı? Benim için evet. Bazen siyah ve gri melanj. Ama onun dışında hep beyaz. Ruhen çok Fransızsam, breton.
4
SOME WOMEN OF T-SHIRTS
LEYLA K. & AYLİN R.
Leyla Kalelioğlu
Bir ofis günü, saat 15:30. Herkes ne yapıyor? Leyla, ofiste en çok vakit geçiren ortak ve o saatlerde online siparişleri kargoya hazırlıyor genelde. Zeynep, aktif olarak başka yerde de çalışmakta ama saat kaç olursa olsun bilgisayar başında; muhasebe, ödeme, stok kaydı gibi işler ondan soruluyor. Aylin, yerinde duramaz, kumaş peşinde veya atölyededir.
& Aylin Rividi
2
Farklı akademik ve kariyer geçmişlerinden gelen üç ortak olarak Basic&Co.’da buluştunuz. ‘Az olan çoktur’ felsefesinin bir buluşma noktası olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette. Sonuçta üçümüzün ortak bir ihtiyaca çözüm bulma çabasıyla doğdu Basic&Co. İlk hayat bulan modelimiz Eileen Tee’nin ortaya çıkması, markanın kurulmasından seneler önce filizlenmiş bir fikirdi hatta. Biz ortak olmaktan öte yıllardır birbirini tanıyan ve çok benzeşen üç dostuz aynı zamanda.
1
Gardıroplarınızın tişört dışındaki diğer temel ihtiyaçları neler? Denim denim denim! Üçümüzün gardırobunda da vazgeçmeyeceğimiz yardımcı oyuncu, jean’lerimiz. Birimiz aksesuar tutkunuyuz, yüzüksüz küpesiz yaşayamayanlardan... Diğerimiz deri biker ceketinden ayrılamaz. Birimiz de her şeyden önce rahat olacak der, oyunu gömlek, babet, lastik pabuçtan yana kullanır.
3
Güç ve feminenlik kavramlarını basic’le nasıl bağdaştırıyorsunuz? “Ne giyiyorsak onu satıyoruz” felsefesiyle yola çıkan bir ekip olarak, günümüz modasında feminenlik ve gücün en iyi vücut bulduğu tarzın basic olduğuna inanıyoruz. Kişisel tercihlerimizin, markamızın kimliğine yansıdığı bu felsefe, aynı zamanda hayat tarzlarımızda da belirleyici bir role sahip. Bunun sonucu olarak, evlerimizin dekorundan, tasarım ve sanat alanlarındaki beğeni ve tercihlerimize kadar, yaşantılarımızda sıklıkla minimalizm, sadelik ve rafinelik öne çıkıyor.
4
093
SOME WOMEN OF T-SHIRTS
ECE ALTUNMARAL
Oversize, tasarımda ve hayatta geçerliliğini koruyan bir tavır mı? Oversize bir tavırdan çok rahata ve rahat olana sadık kalmak bence. Kullanışlılık ve rahatlık da her zaman tasarımda geçerliliğini koruyan kavramlar olmalı. Hayatta birçok şeyi rahat yaşamalı insan, ben de öyle yapmaya çalışıyorum.
1
Hangi tişört ikonlarıyla hayali bir sofraya oturmak isterdin? İlk aklıma gelen Maison Kitsuné yaratıcıları Loaëc ve Kuroki. Tokyo’da açtıkları Cafe Kitsuné’de oturup muhabbet ediyor olsak, müzik ve moda alanlarının bileşiminden doğan markalarını nasıl yarattıklarını kendilerinden dinlemek isterdim.
2
094
Reflect, Unreasonable Labs Türkiye programına katılmaya hak kazanan projelerden biriydi. O günden itibaren tasarım hayatında neler değişti? Unreasonable Labs’e katıldığımızda yolun oldukça başındaydık. Reflect’e dair iş fikirlerimiz ve hipotezlerimiz vardı fakat bunları nasıl ifade edeceğimiz ve hangi şekilde konumlandıracağımız konusunda kafamız karışıktı. Unreasonable Labs eğitimi bize fikrimizi ve projemizi hangi mecralardan ve hangi dili kullanarak anlaşılır bir şekilde ifade edeceğimiz konusunda yardımcı oldu. Ürün tasarımımı çok etkilemedi ama sistem tasarımı ve hikaye anlatımı konularındaki etkimi artırdı, hedef kitleme hitap etme konusundaki fikrimi değiştirdi. Ekip olarak bize yol katettirdi.
3
Her satın alma bir onay vermeyse, sen neleri onaylıyorsun? Bir ürün veya servis satın aldığımız her yer bizim sayemizde bir gün daha yaşıyor. Ben de ortak değerleri paylaştığım kurum veya organizasyonları onaylıyorum, bu yerlerden alışveriş yapıyorum. Çalışanlarının sosyal haklarına önem veren bir kurumun markasından alışveriş yapmaya özen gösterdiğim takdirde, insan haklarının yaşaması için bir adım atabilmiş oluyorum. Bu da üretici tarafında şeffaflığı, tüketici tarafında merak edip sorgulamayı gerektiriyor.
4
Tişörtle nereye gidemezsin? Mezuniyet, düğün, cenaze, hamam, duş, deniz; ilk aklıma gelenler arasında.
5
SOME WOMEN OF T-SHIRTS
TUĞÇE ÖZOCAK
Royal Academy of Antwerp Moda Bölümü mezunusun, Belçika’da uzun yıllar geçirdin. Bu moda şehrinde katılmayı en çok sevdiğin aktivite nedir? Tasarımcıların stok kumaş ve eski sezon koleksiyonlarını sattıkları ‘Stock Sale’ günlerinde, atölye atölye dolanıp kumaş ve kıyafet alışverişi yapmak. Nisan ve Ekim’de yapılan bu stok satış etkinliğinde hem tasarımcıların atölyelerine girme şansın olur, hem de çok güzel şeyleri uygun fiyata alabilir, muhteşem kumaşlarla flört edip sahipleri olabilirsin. Diğer favorim de Roscam’da oturup hardallı peynir, soğan turşusu ve cava sipariş edip, arkadaşlarımı beklerken dergi karıştırmak.
1
Markan Third Design’ın tişört macerası nasıl başladı, nasıl gidiyor? Third 2013’te kurulduğunda, odak noktamız desen tasarımı ve aksesuardı. Süreç ilerlerken Mehtap Elaidi’nin de markaya ortaklığıyla yurtdışı hikayemiz başladı, yeni ürün/kapsül koleksiyonlar oluşturma fikriyle koton, dokuma detaylı tişörtlere yöneldik. Güzel de gidiyor açıkçası, yurtiçi kadar yurtdışı ayağını kuvvetlendirmek, ihracata başlamak ayrı bir şevk verdi.
4
Flemenkçede en sevdiğin kelimeyi de duymak isteriz. Dag schat (selam tatlım) ve alstublieft (buyrun-lütfen).
2
Desen, renk ve eklektik kültüre olan düşkünlüğün sebebiyle beyaz tişörtü zaman zaman küçümsediğin oluyor mu? Küçümsemiyorum, hatta onu ortaya çıkarmayı daha zor bile buluyorum. Desen, renk ve dokuya o kadar alışmışım, o kadar o mecrada kendimi rahat ifade eder olmuşum ki, beyaz tişört tasarlarken zorlanabiliyorum. Sonuçta klasik kalıplara hiç yanaşmıyorum, belki o kadar kolaya kaçmayı küçümsüyorum kendimde. Hepsi kup ve kalıp olarak farklılar.
3
Kedin Asmalı, nev-i şahsına münhasır bir karakter. Kalp kalp kalp. Beraber büyüdük ve büyüyoruz. Yol arkadaşım ve kıymetlim. Kendisi Haiku şiirlerinin hayat bulmuş hali gibi. Yani; Kutu güzel/ Mama donuk/Kafamı sev/Hadi git/ Hışırtı duydum/Uyku yoldaş/Ve patisi havada uzağa bakar...
5
095
SOME WOMEN OF T-SHIRTS
MEGAN MUMMERY
Bir tişörtü zamansızlaştıran nedir? Kumaş ve kesim. Bisiklet yaka, kolları kıvrılmış, beyaz, yayılıp bollaşmayan, tok kumaşa sahip, koton jarse. Benim zamansız tişört tanımım bu. İronik turist tişörtlerine de asla hayır demem.
2
1
Modern dünyanın ürünlerden ve objelerden keyif almayı zorlaştırdığını düşünüyor
musun? Aslında hayır, aksine kolaylaştırdığını düşünüyorum, ancak net olmak ve kargaşada kaynayıp gitmemek gerek. Marka yönetiminde sosyal medya çok önemli ama çevrimdışı hayat her zaman daha çok desteklenmeli. Şu an içinde bulunduğumuz çılgınlığın yakın zamanda sakinleşmesini umuyorum.
096
Basic kavramı sürprizlere açık mı? Temel olanı tasarımla yükseltmek, hem yapmayı hem de giymeyi sevdiğim bir şey. Uzaktan bakıldığında oldukça basit görünen, detayları yaklaşınca ortaya çıkan, beklenmeyen unsurlarla farklılaşan parçalar, her zaman iyi bir yatırım. Enteresan bitişleri olan, minimal desenler taşıyan tişörtler hep arananlar listemde.
3
Markan Oh Seven Days’in temelinde ne yatıyor? Koleksiyonlarımız her gün giyilebilecek parçalar üzerine kurulu. Tasarım yaparken, halihazırda var olan, karakteri belirgin bir gardıroba dahil olabilecek parçalar üzerine yükleniyorum, kalıcılıklarının birkaç sezondan fazla sürmesini istiyorum. İşin etik boyutunda ise üretimimizin ve kaynaklarımızın şeffaflığı var tabii ki.
4
Gardırobundaki en eski tişört hangisi? Annemin 70’lerde giydiği, yüzme takımına ait tişörtü. Oldukça çirkin ve solgun bir sarının üzerinde, son derece sıradan, mavi bir amblem var ama hem hikayesi hem de tarihçesi sayesinde değer biçilemeyecek bir çekiciliğe sahip.
5
ÇİFTDÜŞÜN, ÇİFTGÖRÜ
FATİH ÖZGÜVEN
Küratörlüğünü Alistair Hicks’in yaptığı, Pera Müzesi’nin yeni ve ilginç sergisi ‘Çiftdüşün Çiftgörü/ Doublethink Doublevision’ çıkış noktasını George Orwell’in 1984’ündeki ‘çiftdüşün’ fikrinden alıyor. Özetle: Totaliter devletler bireyin düşüncelerine girmeyi hedefliyorlarsa hem devletin düşünmemizi istediğini düşünürmüş gibi yapıp hem de ona koşut ve onun altında başka bir düşünceyi (ya da düşünmeyi) nasıl sürdürebiliriz? Serginin kavramsal çerçevesine göre 1970’li ve 80’li yılların Sovyet kavramsal sanatçıları bu durumu bir mecburiyet olmaktan çıkarıp yaratıcı bir taktik haline getirmişler. Pavel Pepperstein’ın deyişiyle: “Siz muhtemelen Çiftdüşün’ü olumsuz bir kavram olarak görüyorsunuz? Rusya’da bize göre yalnızca bir başlangıçtır.” Tebdil gezen, sotaya yatmış düşünce; bir nevi Kırmızı Başlıklı Kız’ın ninesinin takkesini başına geçirmiş Hain Kurt olarak resmi düşüncenin içinden yol alan öteki düşünce. Çizgisel olmayan, birbirinin altından üstünden geçen, bazen yazı ile imge arasında çılgın bir dans tutturan düşünce. Sergi, özellikle görüntü ve metnin birlikteliğinden yola çıkararak, seyirciyi kah birinin kah ötekinin açıklayıcılığı veya gizleyiciliği kanalından geçiriyor. Bu taktiğin kavramsal sanatın özünde yatan yazı ve imge işbirliğine yardımcı olduğunu, hatta ‘çiftdüşün’ün kavramsal sanatın neredeyse ruhuyla akraba olduğunu da ileri sürüyor. René Magritte, ünlü tablosunda resmettiği piponun altına ‘bu bir pipo değildir’ yazmıştı. Haklıydı, çünkü o bir pipo değil piponun resmiydi. Bunu söylemek için resme doğrudan metni katmakta bir sakınca görmüyordu. Joseph Kosuth ilk kavramsal işlerden biri olan ‘Bir ve Üç İskemle’de iskemleyi, iskemlenin fotoğrafını ve sözlük tarifini yan yana getirirken benzer biçimde hem imge hem metinden destek alıyordu. İmge ve metin birlikteliğinin açıklamaya değil tam tersine gizlemeye, suyu bulandırmaya, ya da karşıtlığı ortaya koymaya, aynı anda zıt yönlere giden düşünceye işaret etmeye yarayan işbirliğini ele alan sergi, Anselm Kiefer’den Raymond Pettibon’a, Çin kaligrafisini sarhoşken resmetmeyi deneyen Çinli ressamlardan Tracey Emin’in ‘bu yer o yer değil’ demekten ibaret olan neon işine kadar metinle imge, anlamla slogan arasındaki dengeleri kurcalıyor. Sergide dört tane de Türkiyeli sanatçı var. ‘Çiftdüşün’ kavramının zaman zaman artan bir yoğunlukla temel bir gereksinim haline gelebildiği Türkiye bağlamında metin ve imge işbirliği acaba nasıl işliyor? Yaratıcı mı, şizofren mi, sancılı mı, eğlenceli
Gavin Turk, Retorik Somun, 2003, üzeri boyanmış çimento, 13x10x17,5 cm, sanatçının ve Live Stock Market’ın izniyle
mi? Şiddetle kişisel mi? Duygusal ya da ekseriyetle şifreli mi? Kanada’da yaşayan Türk sanatçı Erdem Taşdelen’in bütün çatışan, çelişen özellikleriyle kendini ortaya koymaya niyetlendiği, her biri değişik renkte 48 kartvizitten oluşan ‘Erdem Taşdelen’ adlı işi mizahi bir biçimde çiftdüşünmekten de öte çokludüşünmek durumunda olan bir bireyin komik haykırışı gibi. Aslı Çavuşoğlu’nun ‘Devrimden Bir Kaç Saat Sonra’ adlı işi ise devrimden birkaç saat sonra ‘devrim’ kelimesinin ta kendisinin harflerinin tanınmaz hale getirilerek nasıl çarpıtılabileceğini, aynı zamanda da resimleşebileceğini, bir ‘görsel’ haline gelebileceğini gösteriyor. Hera Büyüktaşçıyan’ın tahtaya çakılmış, ağır ağır aşağı yukarı kıpırdanan Ermeni alfabesi harfleri ise Byron’ın ‘Kayıp Cennetten Mektuplar’ dediği bir dili yazıya dökmeye niyetleniyor gibiler. Ama belli ki sonuçsuz bir girişim bu; harflerin üzerine çakılı olduğu bloklar sadece ağır ve törensi bir ritmle hareket ettikleriyle kalıyor, yazıyı oluşturmaktan ziyade bunun düşüyle yetiniyorlar. Ali Kazma’nın Alberto Manguel’in efsanevi kütüphanesini belgelediği filmi A House of Letters ise, Türkiye’de en acil anlamlarıyla var olan/ okunan/kovuşturulan Kitap’ın yazmak olduğu kadar okumak, okuyanları anmak, okunanı okşamak vb. gibi çağrışımlar ve edimlerle yüklü olduğunu gösteriyor. O kadar çok ki burada düşünmenin yolları, Kazma bunu ifade etmek için perdeyi -en azından- ikiye bölmekte buluyor çareyi. Türkiye’de ‘çokdüşün’mek belli ki yaratıcılığa kapı açacak kadar her yerde hazır ve nazır, ama aynı zamanda bizi buna mecbur tutan mekanizmalarla fazlasıyla, acıtacak kadar yan yana. 097
Akla gelenin vuku bulduğu noktada, pişmanlık ve tereddütün esamesi okunmuyorsa, kendi çizdiğin yolda emin adımlarla ilerliyorsun demektir. Bu yolda özgürce ilerleyen altı farklı isim, Mercedes-Benz yeni GLA ve XOXO işbirliğiyle huzurunuzda. Onları tek bir çatı KENDİ YOLUNU altında toplayan SEÇENLER ortak noktada, ne istediklerini biliyorlar ve kendi doğrularının peşinden gidiyorlar. İlerleyen sayfaların içinizde uyandıracağı heyecanı bir üst seviyeye çıkartmak ve yola birlikte devam etmek için beklemede kalın. Prodüksiyon:
an original idea by CO for Mercedes-Benz Hazırlayan:
Utku Palamutçu Fotoğraflar:
Gökhan Yorgancı Saç:
Levent Arslan/ Makas Makyaj:
099
BU BİR İLANDIR
Fulya Mürtekin/ K.U.M Agency
KENDİ YOLUNU SEÇENLER
NEVŞİN MENGÜ
Gömlek:
White Posture/V2K Designers Pantolon:
Beymen Collection Bar taburesi:
Todd Bracher tasarımı Alodia, Cappellini/ Mozaik
Mesleği güncel kalmak olan birisi hiç ara verir mi? Tabii verir, daha doğrusu vermek zorundadır. Aksi halde ara vermeden yola devam edince motoru yakıyorsun. Samimi olmak bir tercih meselesi midir? Neysen osun, samimi olmak, bir şeyleri zorlayarak elde edilmiyor. Samimiyet başlı başına bir enerji. Doğallığıyla ön planda olan birisi stratejik hamleler yapmalı mıdır? İster istemez yapıyoruz, Aristotales’in söylediği gibi, insan politik bir hayvandır. Haliyle insan kendi kafasında bir şeyleri organize etmeden duramıyor. Menüye bakar bakmaz ne yemek istediğine karar verir misin? Kesinlikle. Zaten vegan seçenekler genelde oldukça az olduğu için, ne yiyeceğime karar vermek çok vaktimi almıyor. Ama karşımdaki saatlerce menüye bakıp hiçbir şeye karar veremediğinde çok sinirleniyorum. Doğru yolda olduğunu, inandığın yolda giderken anlayabilir misin? Hayır, çünkü bazı yollar çok çetrefilli ve zor oluyor, bu yüzden sorgulamak yerine yolun sonunu beklemek daha doğru oluyor. 100
KENDİ YOLUNU SEÇENLER
EDHEM DİRVANA
Gömlek:
Vakko Ceket:
Vakko Pantolon:
Edhem’e ait Ayakkabı:
Cos
Mesleğinin bazı insanlar için hobi olması seni nasıl etkiliyor? Bu aslında oldukça güzel bir şey çünkü bu hobi insanlar arasında yaygınlaştıkça, yeni insanlarla, çok sevdiğim bir konuda daha çok şey paylaşabilme fırsatı buluyorum. Kendi yolunu seçmenin en zorlayıcı yanı ne? Bu konuda çok şanslıyım, çünkü ailem beni yaptığım seçimler konusunda her zaman destekledi. Tabii yola ilk çıktığımda kendimi çok yalnız hissettiğim zamanlar da oldu, ama günün sonunda ailemin arkamda olduğunu biliyordum. Bozburun’dan denize açılsan, nereye doğru yol almak istersin? Bir kere yanımda eşim ve doğacak çocuğum varsa, Bozburun denizinden başka bir yerde olmak istemem. Asla yapmam dediğin bir spor var mı? Curling bana biraz garip bir spormuş gibi geliyor, sanırım onun dışında hangi spor olursa olsun denerim. Peki asla yapmam dediğin herhangi bir şey var mı? Bir sürü şey var, hangi birini söyleyeyim ki? Kendini en çok nerede özgür hissedersin? Denizde. 101
KENDİ YOLUNU SEÇENLER
GÜNTAÇ ÖZDEMİR
Tişört:
Givenchy/ Beymen Pantolon:
Lanvin/ Brandroom Ayakkabı:
Christian Louboutin Sandalye:
Claudio Bellini tasarımı Gio, Walter Knoll/ Mozaik
Yol ayrımlarıyla ilgili bir beste yapacak olsan, şarkı hüzünlü mü heyecanlı mı olur? Heyecanlı olur, çünkü yol ayrımları yeni başlangıçlar demektir. Aldığın kararların sonuçlarının istediğin gibi olması için mücadele eder misin? Kararın ya da sonucun bir önemi yok, önemli olan sonuçlardan ders çıkarmak. Kadere inanır mısın? Asla. En son aldığın ve senin için hayati önem taşıyan karar? Şarkılarımı kendi plak şirketimi kurup kendi şirketimden çıkartmak. Pişman mısın? Aksine, hiç olmadığım kadar mutluyum. Her sevenin bir yarası var mıdır? Olmaz mı, sevmek acıyı da beraberinde getirir. Peki her gidişin bir dönüşü var mıdır? Nereye gittiğine bağlı. Büyüyünce ne olmak istiyordun? Müzisyen. Müzisyen olduğun gün mü gerçekten büyüdüğüne inandın? Tam tersi, müzisyen olduğum için hala büyümediğimi, daha önümde çok yol olduğunu düşünüyorum. Kendi yolunu seçmek sana ne ifade ediyor? İstediğim şeyi, istediğim şekilde, ne pahasına olursa olsun yapabiliyor olmak. 102
KENDİ YOLUNU SEÇENLER
MÜGE BOZ
Ceket:
Maje/ Brandroom Jean:
Maje/ Brandroom Ayakkabı:
Editöre ait
İnsan yedisinde neyse yetmişinde de o mudur? İnsan kendisini değiştirebilir, geliştirebilir ama bir takım temel özellikleri bakidir, huylu huyundan vazgeçmez. Senin asla değiştiremeyeceğin bir özelliğin var mı? İnatçılığım ve hayal gücüm... Stereotipler tanımları kolaylaştırır mı? Evet ama insanların belli kalıpların içerisine girmesine sebep olur. Bu da insanların baskı altında kalmasına ve yerine getirmesi gereken zorunluluklar varmış gibi hissetmesine zemin hazırlar. Aile saadeti sana ne ifade ediyor? Ailemle ne zaman vakit geçirsem bir yerlerden başka bir yerlere eşya taşır hale geldik, hatta bu durum bir ritüele dönüştü. İşin ilginç tarafı bunu yaparken çok eğleniyoruz. Sıklıkla kendinle ilgili yargılara vardığın oluyor mu? Sıklıkla değil, neredeyse her zaman kendime ilgili yargılara varıyorum. Neyi neden yaptığımı çok fazla sorguluyorum ve bu sayede kendimi geliştirmeyi hedefliyorum. Kendi yolundan gidebilmeyi başarmak nasıl bir duygu? Oldukça zor ama bir o kadar da paha biçilemez güzellikte bir duygu. 103
KENDİ YOLUNU SEÇENLER
CHRIS CHAVEZ
Trençkot:
Acne Studios/ Beymen Pantolon:
Emporio Armani/ Armani İstanbul Şapka:
Stetson/ Beymen Kemer:
Editöre ait Sandalye:
Patricia Urquiola tasarımı Husk, B&B Italia/ Mozaik
Chris, üç Türkçe sözcük kullanarak kendini tanıtır mısın? Merhaba, benim adım Chris. En sevdiğin Türkçe sözcük ne? Boşver. Bir sabah Gregor Samsa olarak uyandığını hayal et, ağzından çıkan ilk cümle ne olur? ‘Yok artık?!’. Hayatta herkesin kendi yolu olduğuna inanıyor musun? Herkesin bir yolu var, doğru, ama aslında aynı yolu herkes kendine, isteklerine ve deneyimlerine göre yürüyor. Peki senin yolun nasıl oldu da California’dan İstanbul’a doğru uzandı? Buraya müzik için geldim, bir kadın için burada kaldım, sonra yine bir kadın için burayı terk ettim, yine başka bir kadın için yeniden buraya döndüm ve yoga için buraya yerleştim. Kendinle nasıl iletişim kuruyorsun? Kendi kendime konuşuyorum. Günlük yazıyorum. Yeni başlangıçlar hakkında ne düşünüyorsun? Düşündüğüm an ödüm patlıyor. Doğru yolda olduğundan nasıl emin olursun? Etrafımdaki insanlar kendimi iyi hissetmemi sağlıyorsa ve karşıma güzel fırsatlar çıkıyorsa, doğru yoldayım demektir. 104
KENDİ YOLUNU SEÇENLER
BİLGE ÖZTÜRK
Elbise:
Sportmax Daybed:
Corbusier tasarımı LC4, Cassina/ Mozaik
Hayaller evrilir mi? Tabii ki. Yola çıktığın zaman, varacağın noktayı düşünürken karşına çıkan şeyler, yolculuğu baştan sona kadar değiştirebilir. Su ve insanoğlu arasındaki ilişkiyi en basit haliyle nasıl anlatırsın? Su benim için saflığı, arınmayı ve iyileşmeyi sembolize ediyor. Suyun olduğu her yerde hayat var ve bu insanın başına gelebilecek en güzel şey. Hiçbir sebep olmaksızın çok sevdiğin birisi ya da bir şey var mı? Bu soruyu ilk duyduğumda aklıma makarna gelmesi normal mi? Ya da patates kızartması? Bunlar bir kenara, sebepsiz yere sevmek, gerçekten sevmek demek ve ben pek çok şeyi sebepsiz yere sevebiliyorum. Hayatın bölümlerden oluşsa, sezon finalini yapan şey ne olurdu? Ne olduğunun hiçbir önemi yok, mutlu son olsun, o bana yeter. Başlangıçların en güzel tarafı nedir? Gideceğin yolda ilk adımı atmış olmanın verdiği mutluluk, en güzel tarafıdır. Hayatını değiştiren bir şehir var mı? Akyaka. Burası bana yepyeni bir pencere açtı, hayallerimi gerçekleştirmemi sağladı, beni suyla buluşturdu. 105
Günümüz dünyasının absürtlüğünü kara mizahla göğüsleyen Aaron Johnson, kullanılmış çorapları büyük fırça darbeleri olarak kullanıyor, resimlerini tersten üretip ince detaylardan arka plana doğru ilerliyor. Sakin bir akşamüstü gezintisinin veya pazar sabahı balık tutma seansının, korkunç kabuslara dönüştüğü tuvallerine dişli ve arsız çizburgerler eşlik ediyor.
Röportaj:
Serhat Cacekli Fotoğraf:
Maxim Ryazansky
106
AARON JOHNSON
Gone Truckin’ adlı resminde ön koltukta tutkuyla öpüşürken camdan fırlayan bir çifti, aracın çarptığı geyiği ve arka taraftaki kasada gitar ile keman çalarak olanları görmezden gelen bir çift müzisyen görüyoruz. Bu karakterlerden hangisi günümüz insanını daha iyi tanımlıyor? Gone Truckin’ bir country şarkısı gibi, romantik ve aynı zamanda trajediyle dolu. Üzgün şarkıları seviyorum. Bu resimde dolunaylı bir gecede çıkılan aşk turuna daha yakından bakmak ve romantik bir ilişkinin duygusal derinliklerine doğru yol almak istedim. Resme bakanlar ön koltukta cama çarpan çiftle kendilerini kolaylıkla özdeşleştirebilirler. Bu duygu yoğunluğunun zirvesinde ölümün gerçekliğiyle yüzleşmek ise hayatın bir yansıması gibi.
1
Aralarında bu eserin de bulunduğu ve halihazırda devam eden Gone Fishin’ sergisinde yer alan işlerini daha önce senin resimlerinle karşılaşmamış birine nasıl tarif edersin? Sevgilinizle beraber küçük bir kayıkta sakin bir gün geçirmek için balığa çıkmışsınız. Etrafınızdaki göl cam gibi parlıyor, gölün dibindeki katmanlara kadar çevrenizdeki her detayı en ince ayrıntısına kadar yansıtıyor. Hava sisli ve puslu; her şeyi biraz yağlı gösteriyor. Keyifli bir gün için çokça şarap ve çizburger depolamışsınız ama burgerlerin gözünden yansıyan paranoya, avcı kuşların üzerinize çullanıp burnunuzdan bir ısırık kapabileceğini söylüyor. Sergideki işlerin malzemeleri, yüzeyleri, formları ve hikayeleri bu hisse benziyor.
2
Gone Truckin’, 2017, acrylic on polyester knit mesh, 56”x60”, Images courtesy of Joshua Liner Gallery, NYC
Her bir tuval karşıtların evrenini temsil edercesine rüyalarla kabusları bir araya getiriyor. Sergi üzerinde çalışırken ABD’nin güncel sosyo-politik durumundan oldukça etkilendiğini tahmin ediyoruz. Sergide yer alan bütün işleri 2016 yılının Eylül ayı ile 2017 yılının Nisan ayı arasında ürettim. Bildiğiniz gibi bu dönemde özgür dünyanın yeni lideri seçildi ve kendisi bir canavar kadar ürkütücü. Bir paradigma değişimine neden olan seçim döneminin yükselen gerilimini ve toplumsal korkuyu işlerime aksettirebildim ve bu kara mizah tabloları ortaya çıktı.
3
Gone Fishin’ kendimizi sakinlikle ödüllendirdiğimiz boş zamanları hatırlatıyor ama sergi buna tam zıt bir ortamı betimliyor. Karakterler gerçeğin korkutuculuğundan kaçamıyorlar. Sen de zaman zaman böyle hissediyor musun? Sanat çoğu insan için bir kaçış yöntemi. Kimi sanatçı arkadaşlarım atölyelerine kapanıyor ve boyalar içinde kaybolarak dışarıdaki olayların korkunçluğundan kendilerini koruyor. Bu yöntem benim için geçerli değil, o korkutucu düşünceler pratiğimin ve üretimimin içine işliyor. Balığa çıkmak, köpükle dolu bir küvet keyfi veya orman yürüyüşü gibi kaygısız ve basit günlük kaçışları beklenmeyen senaryolarla ele almanın ilginç olacağını düşündüm. Toplumda biriken endişe ve akıl karışıklığının bu sakin zamanları nasıl batırabileceğini hayal ettim. Günlük hayatta tecrübe ettiğimiz gibi.
4
107
Çoraplar kadar ilginç başka bir tekniğin ise tersten boyamak. Küçük detaylarla başlayıp, arka plana doğru ilerleyen katmanlarla çalışıyorsun. Ters resimlerimi plastik katmanların üzerinde çalışarak yapıyorum. Ön plandaki detayları bitirdikten sonra arka planı yapmaya başlıyorum. Akrilik ve şeffaf polimerler sayesinde ve boyaları sıçratarak daha fiziksel ve doğal bir görünüm oluşuyor. İşim bittiğinde ise ilk katmanda kalan plastiği bir deri gibi sıyırıyorum ve boya katmanını tuval üzerindeki polyester bir ağa yapıştırıyorum. Bu sayede mikro detaylar pürüzsüz zeminin arasındaki katmanlarda daha fazla göze çarpıyor.
8
Gone Fishin’, 2017 acrylic and socks on canvas on panel, 72”x108”, Images courtesy
Çorapları pratiğinin bir parçası yapmaya nasıl karar verdin? Açıkçası bunun komik olacağını düşündüm. Tuvalin üzerine ilk kez çorap yapıştırdığımda epey bir gülmüştüm. Sonrasında çorap kullanmaya devam etmenin anlamı ve nedenleri çoğaldı. Bir anlamda resimsel bir espri, çünkü buluntu obje olarak kullandığım bir fırça darbesi gibi. Çorapların absürtlüğüyle resimlerimde işlediğim konular uyumlu bir ikili oluşturuyor.
of Joshua Liner Gallery, NYC
5
Bu kadar çorabın sadece sana ait olmadığını düşünüyorum. Resimlerimde kullandığım bütün kullanılmış çorapları sosyal medyada yaptığım çağrılar sonucu biriktirdim. Bir yığın çorap gönderenlere karşılık olarak ufak bir çizimimi gönderiyorum. Üretimimin devamını bu değiş-tokuş sağlıyor. Bir yandan resimlerime başka insanların daha önce kullandığı eşyaları dahil etme fırsatı buluyorum. Bu sayede sanatsal pratiğime işbirliği ve toplu bir bilinçsellik de dahil oluyor.
6
108
Masanın üzerindeki hamburgerler, silahlar, şarap kadehleri, patates kızartması ve bir paket sigara, serginin renksel ve dokunsal olarak en canlı parçalarından. Bu küçük heykellerinin resimlerle olan ilişkisini nasıl görüyorsun? Bu heykelcikler çorap resimlerimin doğal bir uzantısı gibi. Resimlerime heykelsi bir his katan figürler, kendilerini tuvalden kurtarıp masanın üzerine atmış gibi. Bu nedenle resimlere sandığımızdan daha bağlılar. Form olarak daha kaba saba duruyorlar ama hayat bulmaları için onları lezzetli bir boya sosuyla kaplamam yeterli.
7
Her geçen gün hissettiğimiz paranoya daha da artıyor ve gündelik, normal eylemler bile tehlikeli olarak addedilebiliyor. Absürtlük günümüz dünyasının yeni normali mi? Absürt olayların birbiri içinde piştiği düdüklü bir tencerede yaşıyor gibi hissediyorum. İnsanlık aydınlanmak, empati kurmak ve gezegenimize iyi davranmak için sonsuz bir potansiyele sahip. Ama yine de toplum olarak baskıcı ve yok edici davranışlar sergiliyoruz. Bu ruh halini kara mizah ve esprili bir dil kullanarak işliyorum. Günlük hayatımda ise atölyemden uzakta olduğum zamanlar daha iyimserim. İnsanlığın evrimini henüz tamamlamadığına ve bizi daha iyi bir geleceğin beklediğine inanıyorum.
9
Kafanı nasıl boşaltıyorsun? İlk sırada atölyemde çalışmak geliyor. İkincisi, koşmak; üç, bira içmek; dört, seyahat etmek ve sonrasında aile ve arkadaşlarımla vakit geçirmek...
10
LESS IS MORE 25 yıldır tasarımda “az”ın gücüne inanıyor, ev & ofis için mobilya ve aydınlatmanın modern klasiklerini showroomlarımızda sizler ile buluşturuyoruz.
Ortaköy Dereboyu Cad. No: 78 34347 İstanbul T. +90 212 327 05 95 - F. +90 212 327 05 97 Apa-Giz Plaza Büyükdere Cad. No: 191 K.-1 Levent 34330 İstanbul T. +90 212 264 75 75 - F. +90 212 264 75 74 Cinnah Cad. No: 66/1 Çankaya/Ankara T. + 90 312 440 06 10 - F. +90 312 440 05 94 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com
MERT FIRAT Mert’in, bugüne kadar hep, Röportaj:
Olga Şerbetcioğlu Fotoğraflar:
Mustafa Nurdoğdu Moda Editörü:
Yağmur Kural Saç&Makyaj:
Yiğittan Demiralp/ Osis ürünleriyle Fotoğraf Asistanı:
Orkun Eray Moda Editörü Asistanı:
Batuhan Çetin
110
söyleyecek sözü olan işlerde yer alması tesadüf değil. Zira onun için anlam biçimden önce geliyor. Ve biz de onunla tam bu noktada buluşuyoruz.
Triko:
Balmain/ Brandroom Xx:
Xx
Pantolon:
Ermenegildo Zegna
111
Gömlek:
Giorgio Armani/ Armani İstanbul Pantolon:
Giorgio Armani/ Armani İstanbul Terlik:
Hermès
112
OLGA ŞERBETCİOĞLU:
Mert, kendini tamamlanmış hissediyor
musun? MERT FIRAT: Hayır, hiç böyle bir hissiyatım yok. ne zaman bu hissiyata erişeceğine inanıyorsun? MF: Bu bir süreç. Şunu yaparsam mesleki anlamda elde etmek istediğim her şeye sahip olurum gibi bir düşüncem yok, ki zaten eğer böyle bir şeyi kendime hedef olarak belirlersem, mesleğimle vedalaşmam ve emekliye ayrılmam gerekir. Bu yüzden kendime böyle bir hedef koymam çok zor. OŞ: Oyunculukta istediğin noktaya ulaşamaman durumunda yoluna devam etmek için kafanda kurguladığın bir b planın var mı? MF: Var tabii, hatta bir değil birden çok şey var diyebilirim. Oyunculuk yapmazsam hiçbir şey yapamam diyen insanların iyi niyetini anlıyorum ve onlara saygı duyuyorum ama bu çok gerçekçi bir şey değil. Çünkü hepimiz başka işleri öyle ya da böyle yapıyoruz, yapabiliriz. Eğer ne yapardım diye düşünecek olursam, muhtemelen aşçılık yapardım diyebilirim. Yemek yapmayı, mutfakta kolektif bir şekilde hareket etmeyi ve sonunda güzel bir ürün ortaya koymayı çok seviyorum. Kolektif bir şekilde yapılan işleri oldum olası daha çok sevmişimdir. Sanırım bu yüzden tek kişilik oyunum olsa da sahneye çıkıp döktürsem diyebileceğim bir hayalim yok. OŞ: DasDas bu kolektif fikrin vücut bulmuş hali mi? MF: Evet. Moda Sahnesi’ni de kolektif bir şekilde yaklaşık 12 kişiden oluşan bir ekip olarak hayata geçirdik, daha sonra 10 ortaklı bir yapı olarak Sanatmahal’i kurduk. DasDas’ı da Muzaffer Yıldırım, Harun Tekin, Koray Candemir, Didem Balçın ve ben bir araya gelip ortaya çıkardık. Tabii bu beş kişiye ek olarak, içeride de sürekli bizimle çalışan büyük bir ekip var. Yıllar içerisinde tanıştığımız, birlikte farklı yollarda kesiştiğimiz insanların emeği, desteği çok büyük. Yılların getirdiği bu ortak payda, yeni, güzel ve kolektif fikirlere yol açıyor. DasDas da tam anlamıyla böyle bir mekan. Her ne kadar ortaklık, evlilikten bile daha zor bir müessese olsa da, ortak bir hayalin peşinden, güvendiğin insanlarla yola çıkmak çok güzel bir şey. OŞ: Oyunculuk, senaristlik ve prodüktörlük, birbirinin alternatifi olabilecek dallar mı yoksa sen hepsini tek bir çatı altında birleştirmekten mi yanasın? MF: Senaryosunu yazdığımız filmlerin prodüksiyonunu da üstlenmek aslında çok tercih ettiğimiz bir şey değil, ama ne yazık ki bu kaçınılmaz bir son. Sektörde üretilen diğer filmlere baktığımızda, bizim üretimlerimiz biraz daha ara bir tür oluyor, haliyle başka bir çözüm yolu kalmıyor. Gişe filmleri ve ne demek olduğunu hala anlayamadığım sanat sineması arasındaki OŞ: Peki
bu potansiyeli gördüğümüz ve değerlendirmek istediğimiz için üretim yapıyoruz diye bir şey söz konusu değil. Bizim derdimiz iyi film yapmak, hepsi bu. Sadece seyirci izlesin diye değil, ekranın karşısına geçtiğimizde ürettiğimiz filmi biz de izleyebilelim diye çalışıyoruz. Bu yüzden prodüksiyonu bizim üstlenmemiz gerekiyor. Sadri Alışık’ın aynı zamanda iyi bir ressam olması gibi bir şey bu. Sanatçı dediğin kişi farklı dallardan beslenmeli, beni de bu farklı uğraşlar besliyor. Yazarken de aynı şey geçerli. Yaratılan karakteri daha iyi anlayıp, alt metni kendi içimde sindirebilmek için yazmaya başladım. OŞ: Bizim Evin Halleri ve Başka Dilde Aşk arasında geçen dönem ve sonrasını birbiriyle kıyasladığında, seni bugünkü bilinirliğine ulaştıran deneyim nedir? MF: Kesinlikle Başka Dilde Aşk sayesinde, hem sektörde hem de izleyicinin bilinçaltında bilinirliğim arttı diyebilirim. Tabii beni Başka Dilde Aşk’a hazırlayan proje Binbir Gece oldu. Şu an hala birlikte çalıştığım ortağım İlksen Başarır, beni Binbir Gece’de gördükten sonra benimle çalışmak istedi, daha sonra Murat Şenöy ve Bünhan Bengi ile bir araya geldik. Daha sonra ortaya Başka Dilde Aşk çıktı ve bu filmden sonra ekipteki herkesin kaderi değişti. OŞ: Başka Dilde Aşk’ın başarısı bir yana, film toplumsal bir mesaj vermeyi de kendine hedef olarak koyuyordu. Oyunculuğunun ve içinde yer aldığın projelerin mutlaka bir alt metne dayalı olması gerektiğine inanıyor musun? MF: Her senaryonun, her oyunun, her projenin bir derdi olmalı, en azından ben böyle düşünüyorum. Bir şeyler anlatmak isteyen ve bir mesajı işaret eden işlerin içerisinde yer almak beni daha çok mutlu ediyor. Bir kere her şeyden önce, oyuncu olarak, oynadığın oyunun derdi senin derdin oluyor ve bu durum seni motive ediyor. Başka Dilde Aşk’ta olay sadece engelli bir vatandaşın ya da santralde dur durak bilmeden çalışan bir kadının derdi değildi. Biz işe ötekileştirilmiş insanların tarafından bakıp, bir mesaj vermek istedik. Ola ki bir filmin bir amacı, bir alt metni yoksa, sadece bir durumdan bahsediyorsa, meselesi belli bir politik mesaja, toplumsal bir yaraya dayanmıyorsa, böylesi işlerin altından kalkmak çok daha zor. Oyuncu meseleyi neresinden tutacağını bilemeyebilir, sıradan bir insanın hikayesinden ya da bir komedi filminden yola çıkalım; motivasyon kaynağın ne? Seni bu oyuna bağlayacak olan şey gözle görülür bir şey değil, yani işin tahmin ettiğinden çok daha zor. Bu yüzden illa her oyunun politik, sosyal bir derdi olmak zorunda değil, öte yandan bugün tiyatro sahnesinde bir oyun sergiliyor olmak bile politik bir duruş. Sinemanın, tiyatronun her türlüsüne ihtiyacımız var, söyleyebileceğim en net şey bu. 113
114
Gรถmlek:
Lanvin/ Brandroom
115
Triko:
John Varvatos/ Brandroom Jean:
Ermenegildo Zegna
116
Gömlek:
Giorgio Armani/ Armani İstanbul Tişört:
Giorgio Armani/ Armani İstanbul Pantolon:
Burberry Sandalet:
Hermès Bileklik:
Hermès
117
OŞ: En son ne zaman bir film ya da bir dizi izlediğinde, alt metinde anlatılmak istenen mesaj seni derinden etkiledi? MF: Kaptan Fantastik’i izlediğimde çok etkilenmiştim. Sistem dışılığı yaşam tarzı olarak benimsemiş ve modern dünyayla uzlaşmamış bir baba ve çocuklarının hikayesi, bence oldukça iyi bir alt metin oluşturuyor. Aynı şekilde Swiss Army Man’i izlediğimde de çok etkilenmiştim. Hiç politik değilmiş gibi dursalar da oldukça politik ve söylemi sert olan iki film. OŞ: Gerçek ve kurgu arasındaki değişkenlerin farkında olmaktan mı yoksa izlediğin şeye kendini kaptırıp onun etkisi altına girmekten mi hoşlanırsın? MF: Gerçek bir hikayeden esinlenilmiştir diye yaratılan hikayeler beni hiç cezbetmiyor açıkçası. Kurgu olan şeyin daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Kulağa çok saçma gelse de bu böyle. Kurgu olan şey daha sert, hayattan daha gerçek. Hayatın zamanı çok uzundur, sanat ise aksine daha kısa ve spesifiktir. Senin üç yılda yaşayacağını, birkaç saat içerisinde sana özet olarak sunabilir. Bu anlamda kurgu her zaman daha çarpıcıdır. Bu yüzden gerçek hayattan alınan hikayeleri izlediğimde “Ee yani?” diyorum. Fantastik olduğuna inanılan pek çok şey bugün gerçek. Ay’a Yolculuk yazıldığında, böyle bir şeyin gerçek olacağına kimseyi ikna edemezdin. Denizler Altında 20 Bin Fersah yazıldıktan sonra bir denizaltının üretilebileceği kimin aklına gelirdi? 1984’e bakın; okuyucusu için belki de en absürt eserlerden biriydi, bugün 1984’ün içerisinde yaşıyoruz. İnsanların tıklamalarla ve beğenilerle hayat bulduğu bir düzen kurguyken, bugün hayatın ta kendisi. OŞ: İzleyiciyi etkisi altına alacak ve onu gerçekten uzaklaştıracak bir kurgu yaratmak istesen nasıl bir şey üretirdin? MF: Eğer dünya o kadar uzun ömürlü ve şanslıysa, bundan 300 yıl sonra cinsiyet ayrımının yapılamayacağı, erkek ve kadının birer sözcük olarak ortadan kalktığı bir yer benim için geleceği ifade ediyor. Cinsiyetin, insanların birbirine baktığında dahi anlaşılamayacağı, belki de öyle bir kavramın olmayacağı bir ütopya tahayyül ediyorum. Tabii sadece cinsiyet değil, bir diğer can alıcı nokta olarak savaşın da icra edilemez bir hal alacağını düşünüyorum. İnsanların birbirlerini öldüremeyeceği bir düzen söz konusu olabilir. OŞ: Televizyonla aran nasıl? MF: Bir maharet olarak değil, aksine vaktim olmadığı için ne yazık ki televizyon izleyemiyorum. “Ay ben izlemiyorum” gibi bahaneler üretmiyorum çünkü gerçekten izlemek istiyorum ama vaktim yok. Gece yarısından önce eve giremiyorum, oyundan çıkıp eve geldiğimde mail’lerime bakıyorum bir şeyler okuyorum derken ancak o sırada televizyonu
118
açabiliyorum. O saatten sonra da yayınlanan programlar malum; ya dizilerin tekrarlarına ya da abuk subuk programlara bakıyorum. Eğer boş günüm ya da birkaç saatim varsa Türk dizilerine göz atmaya çalışıyorum. OŞ: Seni televizyon dizilerinde oynamaya iten şey, oyunculuğu geçim kaynağı olarak görmen mi yoksa daha fazla izleyici kitlesine ulaşmak mı? MF: Televizyon her zaman işimin bir parçası. Kişi iş ahlakı konusunda gerçekten hassassa, ki özellikle oyuncuların bu konuda hassas olması gerekiyor, tabldotta yemek pişirmekle lüks bir restoranın mutfağında yemek pişirmek arasında hiçbir fark görmemeli. 5.000 kişiye çıkardığın yemeğe özenmiyorsan, her ne kadar nicelik artınca nitelikte düşüş söz konusu olsa da, neden bu mesleği yaptığını sorgulaman gerekir. Bu diziyi ertesi gün kimse hatırlamayacak mantığıyla hareket edersen, oyunculuğa ket vuruyorsun demektir. Tabii işin maddi kısmı da var, zira oyuncular en çok parayı dizilerden ve reklam filmlerinden kazanıyorlar. Oyuncular ne yaptıkları sinema filmlerinden ne de tiyatro oyunlarından para kazanıyorlar. Geçim kaynağı olan bir kalemi aşağılamak çok büyük yanlış. Sonuçta bugün bu kadar kalabalık ekiplerle, bu kadar düşük bütçelere filmler çekilebiliyorsa, bu zemini hazırlayan şey dizi sektörüdür, onun yetiştirdiği teknik ekip ve oyuncu kadrosudur. Ekranda yüzünü gördüğü oyuncuları canlı canlı görmek için tiyatroya gelen insanlar var. Sonuçta tiyatroya gidiyor mu, gidiyor. Bu bile bir şey. OŞ: Oynadığın bir dizinin başarısızlığı ya da düşük reyting alması halinde suç senin olmasa bile kendini suçlar mısın? MF: Ortaya koyulan proje bir ekip işi, bu yüzden “Hay Allah ya benim de reyting’im yokmuş, izlenmiyorum” diyeceğim bir durum söz konusu olamaz. Dizinin gördüğü ilginin, dizinin yayın saatiyle, projenin içeriğiyle, senaryoyla ve daha birçok şeyle alakası var ve haliyle işin bir sürü matematiği var. Bu ayaklardan bir tanesi aksarsa, işte o zaman işler ters gitmeye başlıyor. Bazen öyle garip şeyler oluyor ki, dizinin yayından kalkmaması elde değil. Projeye başlarken senaryosunu okuduğun ve dizinin elinden çıkacağına inandığın ekibin, dört hafta sonra tamamen değiştiğini ve yeni isimlerin kalemi eline aldığını görüyorsun. Doğal olarak bu koşullar altında en az suçlu olanlar oyuncular oluyor. OŞ: En çok ne ile gurur duyarsın? MF: Ailemle... OŞ: İstanbul’u ve oyunculuğu bir arada düşündüğünde ne söylersin? MF: Her gün bir sürprizle uyanmak. Bu oldukça nört bir cümle. Bir gün dizin bitmiş olabilir, ya da izlenme rekorları kırıyorsundur.
Gömlek:
Saint Laurent/ Beymen Kemer:
Levi’s Fular:
Levi’s
119
Gรถmlek:
Lanvin/ Brandroom
120
Triko:
Balmain/ Brandroom Pantolon:
Ermenegildo Zegna Ayakkabı:
Mert Fırat’a ait
121
MUDO FRIENDS
NİLAY ÖRNEK
Prodüksiyon:
an original idea by CO for Mudo Hazırlayan:
Tuğçe Bahçıvangil Fotoğraflar:
BU BİR İLANDIR
Gökhan Polat
122
Bu sabah güne nasıl başladın? Sanırım milyonuncu kez balkonumdan gündoğumu-Boğaz-deniz fotoğrafı çektim, martı yavrularını besledim, plak (Jazz Semai) koyup kahvaltı hazırladım, bir bölüm belgesel izleyip (Cosmos: Bir Uzay Serüveni), yazmaya başladım. Kendi kendine kaldığında ne okumaktan keyif alırsın? Ya ‘bilmem kimin/neyin’ tarihi türü kitaplar ya da edebiyat okuyorum. Mümkünse Galeano, Pessoa, Alejandro Zambra, Stefan Zweig gibi isimler olsun. Yeni nesil Türk yazarlarım da var ama hepsini saymaya kalkarsam liste epey uzar. Başka bir dönemde yazar olabilseydin? Yeme-içmeden tarıma, gece hayatından sanata her yazılanın politik bir tarafa çekilmediği, bu kadar ağır olmadığımız herhangi bir dönem ne güzel olurdu... Sosyal medyayla aran nasıl? Benim hanemde Instagram yoğun akıcı, Facebook hayat kurtarıcı, Twitter ise hem gerekli, hem depresyon nedeni... Behance, dunyahalleri, eksisozluk (gündem bölümü), t24 ve Huffington Post ise sık takip ettiklerim. Mudo kadınını farklı kılan özelliği nasıl ifade edersin? Çok rahat, stil sahibi, modası geçmez.
MUDO FRIENDS
CEYLAN ATINÇ
En sevdiğin özelliğin ne? Kararlı ve uyumlu olmak. Bu aralar düşündükçe heyecanlandığın planların var mı? Bu yaz için Karadağ’dan başlayıp Hydra adasına doğru uzanan programlar yaptım... Seyahat benim en büyük motivasyonum; döndüğüm zaman da kampanya çekimleri başlayacak. Bir de Nisan’da ilkini yaptığım styling workshop’larım var, daha kalabalık bir ekiple Eylül için yine bu eğitimleri hazırlayacağız. İşinle alakalı “şu da olmasaydı” dediğin bir şey var mı? Ünlü moda çekimleri için gümrüğe takılan her marka, her bir parça ürün bizi çok strese sokuyor. Ünlü menajerleri de bazen aynı şekilde... Moda editörü olmak isteyen birine vereceğin tavsiye ne olurdu? Dışarıdan çok ışıltılı, eğlenceli görünse de her iş gibi belli disiplinleri ve dinamiği olan, çok uzun saatler çalışmayı gerektiren bir iş bu. Tek kriteri “iyi kombin yapmak” değil; pek çok kritere hizmet etmek durumunda kaldığın bir meslek ve tüm bunların arasında yaratıcı olmayı unutmaman, kendini sürekli güncel tutman gerekli. Mudo kadınını hangi şarkı en iyi anlatıyor? L’Appuntamento, Ornella Vanoni. 123
MUDO FRIENDS
MURAT T. & BERTAN B.
Neden ‘Lunapark’? MURAT TAMGÜÇ: Türkiye’nin ilk multidisipliner tasarım ofislerinden biriyiz. Atlıkarınca, dönme dolap, çarpışan arabalar, komik aynalar gibi birbirinden farklı ama aynı ruhu taşıyan birçok öğeye sahip Lunapark da bizim çok yönlü, çok sesli ve çok eğlenceli dünyamızı en iyi tanımlayan kavram. Hayatınızda yaptığınız en alakasız iş neydi? BERTAN BERK: Aslında tasarım dışında bir şey yapmıyoruz. Mağaza, vitrin, ambalaj tasarımı derken yeri geldiğinde müşteri deneyimini anlamak için ızgara başına geçip köfte bile kızarttık. Aranızda iyi polis, kötü polis durumu var mı? MT: Tabii ki ben meleğim, Bertan da şeytan. Ben genelde çözümcü olmaya çalışırım, Bertan da mükemmeliyetçiliği yüzünden detaylarla ilgilenir. BB: Bu büyük bir yalan. Kötü polis Murat, iyi polis benim. Ekibimiz ve müşteriler sakin karakterim sayesinde taleplerini ve isteklerini bana daha rahat anlatırlar. Murat’ın neye ne tepki vereceği belli olmadığı için ona bir şey söylemeye çekinilir. Mudo’yu herhangi bir ikiliye benzetmenizi istesek bu ne olurdu? MT: Alaaddin ve sihirli lambası, her dilediğini bulursun. BB: Kahve ve kruvasan, çünkü vazgeçilmez. 124
MUDO FRIENDS
SENA TURAN
Seyahatlerinde gezip gördüğün yerleri dokümante ediyor musun? Milyonlarca fotoğraf çekiyorum. Projemiz denemenlazim.net de bu konuda çok faydalı oluyor. İçerik ürettiğim için hep bir araştırma halindeyim, not alıyorum, fotoğraf makinemle bol bol haşır neşir oluyorum. Mekanların öne çıkan, insanlara denemeleri gerektiğini söyleyebileceğim taraflarını araştırıyorum. Ünlü biriyle bir haftalık seyahat etme şansın olsaydı bu kim olurdu? Kesinlikle Wes Anderson. Renkleri bu kadar iyi kullanan bir yönetmenin gözüyle seyahat etmenin oldukça kafa açıcı olacağını düşünüyorum. Bir gün içerisinde kaç fotoğraf çekiyorsun? En az 20-30 tane kesin çekiyorumdur. Gittiğim her yerde, yolda, sokakta mutlaka fotoğraflayacak bir şeyler buluyorum. Bir nevi fotoğraf makinemle yaşıyorum diyebilirim.Etrafındaki insanlardan seni tanımlamaları için üç sözcük istesek? Kendimi ne kadar iyi etiketlerim bilmiyorum ama kreatif, heyecanlı ve meraklı bir kişiliğim olduğunu söyleyebilirim. Çekim sırasında giydiğin Mudo parçalar içerisinde kendini nasıl hissettin? Süperdi, bu yaz üzerimden çıkarmayacağım bir takım oldu. 125
Miya’nın Instagram hesabında yeterince vakit geçirdiğinizde, özgür ruhlu, saçını durmadan değiştiren, ve şarkılarından birinin de adı olan ‘God Is a Woman’ yazan kazağını sık sık giyen bir gençle karşılaşacaksınız. Kendisiyle ilgili geriye kalan boşlukları doldurmak için sizi takip eden sayfaya alalım.
Röportaj:
Başak Ulubilgen Fotoğraf:
Anika Norrgard
126
MIYA FOLICK
Sahi grubunla gerçekten Tinder’da mı tanıştın? Sanıldığı kadar ilginç bir hikaye değil bu aslında. Tinder’a ‘Müzik grubu kuruyorum’ diye bir hesap açtım ve oradan da Instagram hesabıma referans verdim. Şu anda grubumda bas çalan Bryant da hesabımı görmüş ve müziğimi dinledikten sonra çok beğenmiş. Sonra da Los Angeles’ta yaptığım solo konserlerimden birine gelip benimle tanıştı. Ben de o sırada tuzlu ve sirkeli cips yiyordum. Bana konserlerimden önce ritüel olarak mı cips yediğimi sordu. Ben de dedim ki; “Yok, ben hep cips yerim.” Böylece grubumu oluşturmaya başlamış oldum. Bu arada o gün Bryant’ın üzerinde Members Only marka bir ceket vardı ve Footsie’s’in barında biz dans ederken çalındı. Eğer ceket bu röportajı okuyan birindeyse belirtmek isterim; ceketini çok özlüyor.
7
Daha henüz, millenial pembesi ‘millenial’ sıfatını almadan yıllar önce saçını pembeye boyamıştın. Bazen obsesif şekilde bir renkle kafayı bozuyorum ve saçımı o renge boyayabilecek bir kuaför arıyorum. Mesela saçımın David Bowie sarısı veya bulaşık deterjanı yeşili olduğu zamanlar öyle yapmıştım. Aslında ben saçımı Raggedy Ann bebeğinin kırmızı saçı gibi yapmak istiyordum ama boyası çok çabuk gitti. Sonra arkadaşım Anika’yla bir gün dışarı çıkmadan önce, banyosunda saçımı daha da açık bir pembeye boyadık. Anlayacağınız, saçımı aklıma estiğinde değiştiriyorum.
1
Yaşını bir kenara bırakırsak, kendini hangi jenerasyonla özdeşleştiriyorsun? Bu pek umurumda değil. Ben yaşımızdan büyüklere daha saygılı davranmamız gerektiğini düşünüyorum, ama onların bazı modası geçmiş görüşlerini göz ardı etmek de normal bir şey tabii. Her jenerasyon, bir öncekinden daha iyiye gidiyor. Zaten böyle olması gerekmiyor mu? İnsanlar hayatlarını rafine ederek ilerlemiyor mu? Açıkçası gerçekten de öyle mi oluyor, emin değilim.
2
Budist bir ailede büyümek nasıldı? Ailemden mi yoksa Budizm’den mi bilmiyorum ama, biz ödüllendirmeye dayalı bir değer sistemiyle büyütülmedik. İyi bir iş yapınca doğru olduğu için merhametli davranıyorduk, bir ödül ya da ceza alacağımız için değil.
3
Geçtiğimiz haftalarda yeni albümünden Trouble Adjusting için bir video yayınladın. Peki parçanın adından mütevellit, genelde ortama uyum sağlamakta zorlanır mısın? Bazen bulunduğum ortama çok kolay uyum sağlayabiliyorum. Bence yaşadığımız dünya bizden çok fazla şey bekliyor; en azından Los Angeles’ta yaşıyorsan. Burada bazı yerler çok gürültülü. Ve bizden bu acayip ortamlarda kibar kibar oturmamız bekleniyor. Bu da sinir sistemimizi etkiliyor ve bizler ya hastalanıyoruz ya da stres oluyoruz. Nedenini de bilmiyoruz...
4
Yakında yayınlanacak Give It To Me adlı albümün bir önceki EP’nden ve geçtiğimiz sene yayınladığın parçalarından nasıl ayrılıyor? Strange Darling’den biraz daha ağır. Diğer parçalarımın hazırlığına kıyasla da daha kısa bir yapım aşamasından geçti.
5
Feminizm bugünlerde yanlış mı anlaşılıyor? Aslında bu kişiye göre değişiyor, dolayısıyla hem evet, hem hayır, hem de kim bilebilir ki? Feminizm farklı insanlar için farklı anlamlar taşıyor. Ama feministlerin erkeklere karşı olduğunu düşünenlerin kesinlikle haksız olduğunu söyleyebilirim. Grubumu kurarken anlaşabileceğim insanlar arıyordum ve bulduğum herkes tesadüfen erkek oldu. Kendime sadece erkeklerden oluşan bir grup kurmak isteyip istemeyeceğimi sordum. En nihayetinde, erkek ya da kadın, bir işveren olacaktım ve bu bence oldukça havalı bir şey. Kararları ben veriyorum ve bu beni güçlü biri yapıyor.
6
Geçen sene SXSW’yu kapatmak nasıldı? South By Southwest hem çok güzel, hem de çok acı verici geçti. Abim eşiyle birlikte Houston’dan beni ziyarete gelmişti. Ama ben maalesef onlarla çok zaman geçiremedim, çünkü NPR’la birlikte gece geç saatlerde minik bir performans vermem gerekiyordu. Hava çok soğuk ve rüzgarlıydı. Ekipmanlarımızı küçük bir derenin kenarına kadar taşımamız gerekti. Ben o kadar yorgundum ki ağladım. Ama sonra ortam o kadar iyiydi ki, büyülü bir gece geçirmiş olduk.
8
Yakın gelecekte oyunculuğa da el atacak mısın? Sonuçta, oyunculuk okudun ve Los Angeles’ta yaşıyorsun... Acaba kim beni işe almak isterdi diye düşünmeden edemiyorum... Aklıma Tilda Swinton, Milla Jovovich ve Faye Wong geliyor.
9
127
NEW MINI. NEW YOU. Yeni MINI Countryman Prodüksiyon:
an original idea by CO for MINI Fotoğraflar:
Volkan Aydın Hazırlayan:
BU BİR İLANDIR
Tuğçe Bahçıvangil
128
ile çıktığımız yolculuktan aldığımız hazzı sizinle paylaşmak zorundayız. Her ne kadar insanın otomobiliyle arasındaki ilişki, bazen üçüncü bir kişiyi bu ilişkiye dahil etmek istemese de, biz detaylarda kaybolup Yeni MINI Countryman’i bu kadar çekici kılan özelliklere odaklanırken sizi de yanımızda görmek istiyoruz.
İsteyeceğinizden çok daha fazlasını vadeden MINI Countryman, ailenin en büyük ve en yeni 4-çeker SUV üyesi. Zorlu yol koşullarına karşı, motor gücünü ön ve arka aks arasında dinamik olarak dağıtan 4-çeker sistemini, 8 ileri otomatik şanzıman destekliyor ve size düşen görev MINI Countryman’in go-kart hissiyle bütünleşmiş sürüş ve yol tutuş keyfini çıkartmak oluyor. Bu olağanüstü tasarım, yolculuğu kolaylaştırmak için güç ve hız arasındaki denkleme pratik çözümleri ekliyor; tek bir ayak hareketinizle bagajı açmanızı sağlayan konfor erişim sistemi ya da bagajın içerisine yerleştirilen opsiyonel piknik minderi gibi... Otomobile bindiğiniz an inme fikri asla aklınıza gelmeyecek... 129
Yeni MINI Countryman, bir önceki jenerasyona kıyasla 20 cm daha uzun. Siz ne kadar alan istiyorsanız, ne yapıp edip sizi rahat ettirmek için iş başında. Genişleyen ve büyüyen yeni MINI Countryman, etkileyici düzeyde ferah bir iç tasarım sunuyor ve bu sayede uzun boylu kişiler de dahil olmak üzere beş kişinin rahatça yolculuk edebileceği bir tasarım karşınıza çıkıyor. Countryman ile standart gelen 17 inç jantlar, eskiye kıyasla çok daha dikkat çekici. Üstelik jantlara göz atmak için, MINI Countryman’in logo projeksiyon özelliğini bahane etmek serbest. Elektrikli park freninin tek bir parmak hareketiyle etkinleştiğini, Countryman ile kontrolün tamamen sizde olduğunu da aklınızda tutun. 130
MINI Countryman’i yeni kılan tek şey bagaj hacmi ve güçlü duruşu değil. Yenilenen iç tasarımı, MINI ailesinin estetik algısını dikey klima ızgaraları ve üstün malzeme kalitesiyle bir üst seviyeye taşıyor. Sürüş keyfini maksimize etmek için tasarlanan yenilikçi entegre 6.5 inç ekran Countryman’in hızına ve yolculuğa dair her türlü bilgiyi sunuyor. Ekranı çevreleyen, değiştirilebilir renk seçeneği sunan LED aydınlatma desteğiyle, Countryman’in tüm ayarları, parmağınızın ucunda... 131
HER OWN NATURE Mutlak hakikat yok, biliyoruz. Fotoğraflar:
Ger Ger Moda Editörü:
Van Van Alonso Saç:
Chika Nomura Makyaj:
Lauren DeLeonardis Model:
Ismini Paps/ Next Models Çekim yeri:
Los Angeles
132
Ama bu arayışa engel değil. Doğa ve şehir arasındaki dilemma, şehrin kıvrımları ve doğanın çizgileri ile buluşarak Gustav Klimt’e atıfta bulunuyor.
Tümü:
Camelia Skikos
133
Sol Tümü:
Camelia Skikos Sağ: Üst:
Emily Daccarett Bluz:
Pima Doll Ayakkabı:
Dior Arka plan:
Projection by Vincent Lamouroux, Courtesy Please Do Not Enter
134
135
136
Bot:
Acne Studios
137
138
Elbise:
Maria Cornejo
139
140
141
SECOND SKIN. Chanel, yeni tekli göz farı koleksiyonu Ombre Première’i tasvir etmek için şu kelimeleri kullanıyor: İçgüdüsel, cesur, kalender, zarif ve incelikli. Bu kelimeler ayrıca kendini ifade etmekten çekinmeyen Chanel kadınları için de geçerli. Son yıllarda marka için ‘Chanel kadını’ profilini en iyi çizen isimlerden biri olan Karl Lagerfeld ve markanın global makyaj ve renk tasarımcısı Lucia Pica başta olmak üzere tüm Chanel ailesinin vazgeçemediği Kristen Stewart bu koleksiyonun yüzü oldu. Eyes Collection 2017 için Chanel’in ‘güzellik dersleri’ başlığı altında hazırladığı eğitici makyaj videolarına değinecek olursak, sırasıyla koleksiyondaki tekli mavi, kırmızı ve altın renkli göz farlarıyla nasıl harikalar yaratabileceğinizi öğretmeyi hedefleyen üç farklı videoyla karşılaşıyoruz. Koleksiyonda, 24 farklı renk, üçer farklı tonda göz kalemi, kaş maskarası ve iki tane de çift uçlu far fırçası bulunuyor. ICE CREAM AND COTTON CANDY CLUB. Guess ve A$AP Rocky ile bir kez daha geçmişe doğru yolculuk yapıyoruz. A$AP’le işbirliği yapıp, daha önce de başarılı bir koleksiyon hazırlayan Guess, kendini sağlama alarak aynı temayı yeni bir koleksiyonla uyguluyor. Fakat şimdiden uyaralım; bu seferki kampanya karnınızı acıktırabilir ve içinizde bir sokak partisi düzenleme isteği uyandırabilir. Çünkü reklam kampanyası için, tasarladığı Guess kıyafetleriyle bir dondurma kamyonunun direksiyonuna geçen A$AP Rocky, 90’lı yılların Batı Hollywood partilerini anımsatan bir sokak partisinde gençlere dondurma ve pamuk şeker dağıtıyor. Dolayısıyla da, koleksiyonun adına ‘Ice Cream and Cotton Candy Club’ koyuluyor. Bu kulübe dahil olmak isterseniz gideceğiniz adres Guess’in web sitesi. BABA BİR SAAT. Sizlere Babalar Günü’nün oldukça yakın olduğunu hatırlatmak isteriz. Haliyle bu haberimizi onlara adamamız yerinde olacaktır. IWC Schaffhausen’ın yeni saatini de, babamıza almak isteyeceğiniz hediyeler listesine koymadan duramıyoruz. Markanın Da Vinci Tourbillon Rétrograde Chronograph modeli adından mütevellit, tek bir kadran üzerinde klasik tourbillon, retrograd ve kronograf tarih göstergesinden oluşuyor. 18 142
karat kırmızı altından oluşan saatin en önemli özelliklerinden biri de, ‘flying tourbillon’ mekanizmasına sahip olması. Tourbillon aynı zamanda saat kurulduğunda saniyesine kadar dakikliği garantileyen teknik açıdan kompleks bir fonksiyonu barındırıyor. ‘Saat 12’ konumundaki kronograf fonksiyonu 11 saat ve 59 dakikaya dek durma sürelerinin kaydedilmesine olanak veriyor ve günün saati kadar kolay okunabiliyor. Ayrıca Da Vinci Tourbillon Rétrograde Chronograph 3 bara kadar su da geçirmiyor. Ve bütün bu donanıma sahipken şık tasarımından taviz vermiyor. BİR BREZİLYALI VE BİR İNGİLİZ. Kate Moss henüz neye el atmadı diye bir düşündüğünüzde, sizin de aklınızdan geçirdikleriniz arasında mücevher tasarlamak bulunuyorsa, artık o seçeneği de eleyebilirsiniz. Çünkü Moss şimdilerde, sayfalar uzunluğunda olduğunu düşündüğümüz ve arasında modellik, moda tasarımı ve güzellik sektörünün de bulunduğu özgeçmişine mücevher tasarımcılığını da ekliyor. Yıllar önce Sao Paulo’da tanıştığı Ara Vartanian’la birlikte kolları sıvayan Moss, içinde kendi burç taşı olan kırmızı lal taşlarının bol bol kullanıldığı ve sınırlı sayıda üretilen bir koleksiyon tasarladı. Moss ve Vartanian’ın bu koleksiyonu tasarlarken dikkat ettiği en önemli özellik de anlamlı, her gün takılabilecek şık takılar ve mücevherler tasarlamak olmuş. Tabii bu koleksiyonun kampanya görsellerinde başrolü Kate’in alması da haliyle kaçınılmaz... CHOUPETTE LAGERFELD. Choupette’i bilirsiniz, Karl Lagerfeld’in çoğu ünlüden daha popüler olan kedisi. Mesela bir de Marc Jacobs’ın dergilere kapak olan Neville isimli köpeği var, ya da Paris Hilton’ın ‘chihuahua’sı Tinkerbell’i kim unutabilir ki? Ama Lagerfeld’in kedisi bir başka. Çünkü artık onun pelüş oyuncak versiyonu var. Bakmakta olduğunuz fotoğrafta da Lagerfeld’in kucağındaki bir oyuncak. Zamanında Chanel aksesuarları için modellik yapan, hatta Instagram hesabında 99 bini aşkın
takipçisi olan Choupette’in aslı da, artık muhtemelen modellik yapacağına bir yerlerde kestiriyordur ve şöhretinin keyfini çıkarıyordur diye düşünmekteyiz. En nihayetinde, kedilerin hayat felsefeleri ye, iç ve (evin en olmadık köşelerine saklanıp) uyu değil mi? LA FILLE AMÉRICAINE. Christian Dior’un Jennifer Lawrence’la çektiği reklam kampanyalarından daha önce birçok kez bahsetmiştik. En son, markanın Sonbahar 2017 koleksiyonu için Brigitte Lacombe’un kamerasının karşısına geçen Jennifer, bu sefer de Maria Grazia Chiuri tasarımlarına büründüğü kısa bir Dior filminde karşımıza çıkıyor: La Fille Américaine. Bu kısa filme ek bir de Jennifer Lawrence’ın koleksiyon ve Dior hakkındaki yorumunu (daha ziyade övgülerini) içeren bir kamera arkası videosu da bulunuyor. Burada da, markanın son zamanlardaki en ikonik parçalarından olan ve üzerinde ‘We should all be feminists’ yazan tişörtüyle diyor ki “Ne zaman feminist birini düşünsem, aklıma kendinden emin bir kadın geliyor.” TEAM LOUBOUTIN. Christian Louboutin son projesi için alametifarikası kırmızı tabanlı stiletto’larını bir süreliğine kenara bırakıyor ve yeni bir spor projesi için kolları sıvıyor. Floransa’da 13-16 Haziran tarihleri arasında düzenlenecek Pitti Immagine Uomo’da gerçekleşecek bu spor etkinliği Louboutin için bir ilk niteliğinde. Markanın yeni erkek koleksiyonunun da tanıtılacağı etkinlikte, sekiz uluslararası takım, sporla modayı birleştiriyor. Aynı zamanda Pitti Immagine genel müdürü Raffaello Napoleone’nin bu etkinliğe sadece moda cemaatinin değil, tüm Floransalıların katılabileceğini eklediğini de söylemeden geçmeyelim. BOZCAADA’DA SİNEMA DERSLERİ. Türkiye’de ikinci kez düzenlenen, TED Konuşmaları’nda olduğu gibi konuşmacı ve katılımcıların samimi ve interaktif bir ortamda uzun soluklu bir paylaşımda bulunmalarını sağlayan Curious Community, film severleri bu yaz Bozcaada’ya davet ediyor. Zu PR ve Curious Community işbirliğiyle Haziran’da düzenlenecek Sinema Dersleri’nin konukları Meltem Cumbul ve Yeşim Ustaoğlu. 16-18 Haziran tarihleri arasında Pavli
Bozcaada’da yapılacak derslerde Meltem Cumbul, Eric Morris Sistemi Oyunculuk Atölyesi düzenlerken Yeşim Ustaoğlu da bir gün boyunca süren özel bir master dersi veriyor. Hem tatil yapmak, hem de sinema ve oyunculuk konusunda yeni teknikler öğrenmek isteyenleriyse rezervasyon için Curious Community Series’in Facebook sayfasına doğru alalım. FRUITY JUICY. Hayır, o meşhur Juicy Fruit sakızlarından bahsetmiyoruz. Ama bu haberimizde yine ikonik bir markayı ele alacağız: M.A.C Cosmetics. Makyajla alakası bile olmayanların bildiği M.A.C’in pazarlama tarihini inceleyecek olursak, doğru zamanda doğru ürünü çıkarmada oldukça başarılı ve dahi olduklarını kabul etmek gerekir. Yılbaşı gelip çatmadan önce Mariah Carey’le yaptıkları koleksiyon ne demek istediğimiz gayet iyi anlatıyor. Fruity Juicy Yaz 2017 koleksiyonunu görünce dikkatimizi çeken bizi tropik hayaller kurmaya itekleyen ambalajı oldu. Sonra Pearlmatte Face Powder’ın kapağını açtığımızda, kabartmalı tropik çiçek desenlerini görünce onu kullanmayıp duvarımıza bir sanat eseri olarak asmaya karar verdik. Koleksiyonda diğer gözümüze kestirdiğimiz ürünleri de şöyle sıralayalım: Lustre Drop adı altında iki adet likit aydınlatıcı, yeniden ambalajlanan kült ürün Prep+Prime Coconut Fix+, göz farı paletleri, bronzlaştırıcılar, çeşitli pembe ve nüde tonlardan oluşan rujlar. ESSENTIAL, TRANSFER, RAW. Okuduğunuz başlıktaki üç kelime, Mykita’nın Maison Margiela’yla yaptığı yeni koleksiyonunu temsil ediyor. Bu üç kelime Mykita için Margiela’nın tasarladığı güneş gözlüklerini üçe ayırıyor: Her daim gerekli aviator’lar, unisex kullanılabilenler ve kaplumbağa kabuğunu anımsatan desenleriyle ham tasarımlı gözlükler. Üç kapsül serinin de temsil ettiği kişilikler arasında oldukça fark var. Yani Maison Margiela ve Mykita’nın bu son işbirliği olaya biraz daha deneysel yaklaşıyor ve her tarzdan insana hitap eden mini kapsül koleksiyonlar ortaya çıkarıyor. 143
Sorbé’nin maskülen ve feminen çizgileri ortak paydada buluşturarak tasarlanan ceketleri, zamansız klişesinin içini hakkıyla dolduranlardan. Gündüz ve gece klasik tarzını korumak isteyen kadınların tercihi olmanın ötesinde kruvaze ve militer detaylarıyla da kendi stilini yaratan markanın kurucusu Başak’la buluştuk.
Hazırlayan:
Selin Ünüvar Fotoğraflar:
Gökhan Polat
144
BAŞAK BARLAS
soldan sağa: 1. Parça kumaş 2. Küpe 3. Bileklik 4. Zincir 5. Çanta 6. Kitap 7. Başak aksesuar 8. Broş 9. Mendil 10. Parfüm 11. Düğme kutusu 12. Parça kumaş 13. Kitap 14. Parça kumaş 15. Yüzükler 16. Kapsül kahve 17. Kalemtıraş 18. Kulaklık 19. Cüzdan 20. Gözlük 21. Ruj 22. Kol saati 23. Kalemler 24. Kitap 25. Kalem çantası 26. Düğmeler 27. Oje 28. Makas 29. Göz bandı 30. El kremi 31. Çengelli iğne 32. Mendil 33. Kağıt ağırlığı 34. Kumaş makası 35. Not kağıdı 36. Rozet 37. Çay 38. Boya kalemi 39. Etiket 40. Kitap 41. Ajanda 42. Fular 43. Düğme 44. Kahve bardağı 45. Kemer 46. Düğme 47. Mendil 48. Aksesuar çantası
145
180 COFFEE BAKERY 360 3DÖRTGEN 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR 9 ECE AKSOY
TAPS BEBEK TASARIM BOOKSHOP CAFE THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOI AKARETLER TRIBECA NİŞANTAŞI
ÖKTEM & AYKUT GALERİ W ISTANBUL WAGAMAMA WALTER’S COFFEE ROASTERY WALTON HOTELS WANDA WELLDONE WEPUBLIC WHITE MILL
YEDİ MASA YER CAFE
GALERIST GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GEYİK COFFEE ROASTERY & COCKTAIL BAR GEZİ İSTANBUL GRAM GRANDMA GRAVITÉ COFFEE BAR GREY FOOD & DRINK
NAAN BAKESHOP NAİF KARAKÖY NEOLOKAL NESPRESSO NO-FISH TODAY NOPA RESTAURANT NORM COFFEE
KANTİN KARABATAK KARAKÖY KARAKÖY LOKANTASI KARE ART GALLERY KARGA BAR KARLETTO KAVANOZ İSTANBUL KIRINTI RESTAURANT KISS THE FROG KİKİ KİLİMANJARO KOZMONOT KRONOTROP KRUTON KULP KÜFF L’ANGE PATISSERIE & CAFÉ LA BOOM LA PATISSERIE LUNE LA SCARPETTA LE PAIN QUOTIDIEN LES BENJAMINS LEVANTIN GALATA LOKANTA ARMUT LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LUSH HOTEL LUZIA
FERAH FEZA FİNN KARAKÖY FOTINI CAFÉ
ALEXANDRA COCKTAIL BAR ALL SPORTS ANY İSTANBUL ARKA ODA ARTNEXT İSTANBUL AŞŞK CAFE ATÖLYE MAÇKA AYI JAMIE’S ITALIAN JUNO İKSV İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL MODERN MÜZESİ İSTANBUL SETUP
ZEPLIN PUB & DELICATESSEN
ELEPHANT UNION HOTEL ESMOD
RAFİNERİ RAVONUA 1906 COFFEE & BAR ROBINSON CRUSOE KİTABEVİ ROOM + RUMOURS
OPS CAFE OPUS 3A
C-ZONE C.A.M GALERİ CAFE FİRUZ CAFE SMYRNA CAFE ZANZIBAR CAFFÉ NERO CASITA CENTRAL NİŞANTAŞI CEZAYİR İSTANBUL CHADO CHERRYBEAN COFFEES COFFEE CRAFT CORTILETTO PIZZERIA COUPE LOUNGE PUB CREMERIA MİLANO CREPAN ARNAVUTKÖY CUMA ÇUKURCUMA CUP OF JOY CUPPA CAFE HAMM DESIGN HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HUDSON HÜNKAR
BACKHAUS BACKYARD BALTAZAR BANTMAG MEKAN BASTA BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEER HALL BEJ CAFE BEN COFFEE ROASTERS BEYAZ FIRIN BEYMEN BRASSERIE BIG CHEFS BISTRO 33 BİR NEVİ DELİ BLOKART SPACE BREAD & BUTTER BRÖD BUTİK BUKA
VANESSERIE VAPIANO VENTURE COFFEE WORKS VOGUE RESTAURANT & BAR
ULUS 29 UNTER QUE TAL TAPAS
XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki linke gidin: www.xoxothemag.net/uyelik
MADEO KARAKÖY MAGNOLIA CULTURE MAGRITTE MAHALLE MAKAS MAMBOCINO MANGERIE BEBEK MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MARI RESTAURANT MASA MAVRA GALATA MEG MIA MENSA MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MİKLA MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MİNOA MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE BRASSERİE MORO MUAF MUHALİF MUHİT MUMS CAFE MUNCHIES CREPE & PANCAKE MUSE İSTANBUL MUTFAK SANATLARI AKADEMİSİ MÜNFERİT MÜZEDECHANGA SALOMANJE RESTAURANT SHOPI GO SIMURG KİTABEVİ SAHAF SNTRL DÜKKAN SON SOSA ST. REGIS HOTEL SUNDAY COFFEE BAR SUNSET GRILL & BAR SUSHI EXPRESS SUSHICO SWISS HOTEL BOSPHORUS DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DEM CAFE DEN CAFE DERİN DESIGN DIRIMART DIVINE BRASSERIE DRIP COFFEE DÜKKAN PANDORA KİTABEVİ PAPERMOON PAPPA CAFE PAROLE CAFE PASTEL İSTANBUL PATISSERIE DE PERA PATİKA KİTABEVİ PIOLA Pİ ARTWORKS PLUMON PLUS KITCHEN POINT HOTEL POPUP
PEKİ YA HAFTA SONUN NASILDI? YENİ MINI COUNTRYMAN ALL4. YENİ HİKAYELERİN OLSUN.
mini.com.tr/YeniMINICountryman Görseldeki otomobil MINI Cooper S Countryman olup kullanılan dış tasarım renkleri, jantlar ve diğer opsiyonlar sadece bu model için geçerlidir. Seçeneklerin çeşitliği ve kombinasyonları diğer MINI modellerinden farklılık gösterebilir.