XOXO The Mag/February 2017

Page 1

X O X O T H E M A G . N E T

BROOKE

CANDY D A

Z İ K

T A S A R I M

M Ü

Ü C R E T S İ Z D İ R

0 6 9 Ş U B A T 2 0 1 7

S A N A T

M O

X O X O THE MAG






Kapak:

Brooke Candy Fotoğraf:

Renata Raksha

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@coistanbul.com

Reklam cihan@coistanbul.com merve@coistanbul.com busra@coistanbul.com melis@coistanbul.com

Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net

Editörler Tuğçe Bahçıvangil, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Yağmur Kural, Gökhan Polat, Oktay Tutuş, Ali Tünay, Başak Ulubilgen, Gökhan Yorgancı

Yayınlar Direktörü Serap Gecü

Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen

Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli.

Yönetici Editör Utku Palamutçu

Katkıda Bulunanlar Ali Akay, B. Åkerlund, Refik Akyüz, Cihan Alpgiray, Fezi Altun, Koray Birand, Mustafa Cebeci, Naz Cuguoğlu, Işıl Eğrikavuk, Caner Eler, Murat Emir Eren, Nevşin Mengü, Alina Negoita, Osman Özel, Fatih Özgüven, Güzin Öztok, Yağız Pekkaya, Paloma Pineda, Renata Raksha, Nando Salvà, Sinan Sinanoğlu, Bahar Türkay, Selin Ünüvar, Suat Ürün, Gündüz Vassaf, Yağmur Yıldırım, İsa Yıldız, Faruk Yılmaz

Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055

İdari İşler Vadi Gengüç Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu

İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669

XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

Tasarım Konsepti ve Yayın Kimliği Bülent Erkmen Tasarım Uygulama ve Kimlik Standartları Barış Akkurt, BEK



Cinq à Sept Röportaj Utku Palamutçu 114

Öykü Karayel Röportaj Murat Emir Eren 46

Alev Ebuzziya Röportaj Bahar Türkay 24

Ex Nihilo Röportaj Ayşecan İpek 74

Dikkat Kitap Var! Yazı Gündüz Vassaf 18

Oki Sato Röportaj Güzin Öztok 52

S(I)N Hazırlayan Tuğçe Bahçıvangil 102

Gizli Saklı Yazı Ali Akay 32

Demet İkiler Röportaj Nevşin Mengü 28

Unintended 122

Aşık Oluyorum Öykü Işıl Eğrikavuk 36

Anılar 56

Fatma Bucak Röportaj Naz Cuguoğlu 42

Jim Jarmusch Röportaj Nando Salvà 14

Lexie Smith Röportaj Serap Gecü 40

Halil Kayıkcı Röportaj Caner Eler 10

Giyilebilir, Evet? Yazı Aslin Kumdagezer 38

Snøhetta Röportaj Yağmur Yıldırım 98

Jake Chapman Röportaj Refik Akyüz 78

Mary Katrantzou Röportaj Utku Palamutçu 20

Brooke Candy Röportaj Olga Şerbetcioğlu 82

Sarkis: Ayna Yazı Fatih Özgüven 34

Yeni Sezon Fragmanı 92

Yerli Yersiz 104



E

D

İ

T

Ö

R

D

E

N

OLGA ŞERBETCİOĞLU

Wish Tree, Dior SS 2017 Haute Couture Show, Musée Rodin, Paris



Carl Sagan’ın dediği gibi, savaş, barış, aşk, nefret, her ne yaşarsak yaşayalım, o soluk mavi noktanın içinde. Uzaya gidip, bilinmeze ulaşmak ve sonsuzluğa bakabilmek birçok insanın hayalidir. IWC Originals’ın bu ayki konuğu Halil Kayıkcı, Türkiye’den uzaya gidecek ilk astronot adayı olarak bu hayali

IWC

OR IGINA LS

gerçekleştirecek şanslı azınlıktan...

Röportaj:

Caner Eler Fotoğraflar:

Gökhan Polat

Halil Kayıkcı IWC Pilot’s Watch Mark XVIII Top Gun Miramar

BU BİR İLANDIR

takıyor.

012

HALİL KAYIKCI


Uzay imgesini zihninize kazıyan ilk anı hatırlıyor musunuz? Çocukken izlediğim belgesellerde uzayın sürekli genişlediğini öğrenmek beni derinden etkiledi. Hayatım ve hayal gücüm bu sayede çok değişti.

1

O günlerden başlayan merakınızı, uzaya olan ilginizi canlı tutan neydi? Uzay 1950’lerden beri sürekli gündemde olan bir konu. Ülkeler o yıllardan beri bir yarış içerisindeler. Malum, hayatımızı etkileyen teknolojilerin çoğu uzay çalışmalarının sonucunda bulundu. Bu nedenle hala çok canlı bir konu ve benim de ilgim her geçen gün artıyor.

2

Orijinallik deyince aklınıza ne geliyor? Dünya mesela. Bildiğimiz tüm gezegenler içinde yaşam olduğunu bildiğimiz tek gezegen.

3

Türkiye’deki eğitim sisteminin eksiklikleri malum. Bu sistem içerisinde Uzay Mühendisliği bölümüne hangi yoldan geldiniz? Bu bölümle üniversitenin tanıtım haftasında tanıştım ve ‘Mesleğimi buldum işte!’ dedim. Gittim, konuştum, fakülteyi gezdim, yapılanları dinledim ve o gün kararımı verdim.

4

Bir hocanızın ders sırasında, “Siz uzay mühendisi olacaksınız, uzaya gitmeyeceksiniz” dediğini söylemiştiniz. Bu sizin için sonrasında nasıl bir motivasyon oldu? Kendimi bildim bileli uzaya gitmek istiyorum. Hocamın öyle demesi beni çok etkilemedi, açıkçası. Zaten gitmeyi aklıma koymuştum.

5

Türkiye’yi temsil edecek bir astronot adayı olarak uzaya gidebilme hikayesi nasıl gelişti? ABD’deki bir uzay ve havacılık firmasının düzenlediği uluslararası bir yarışmadan haberdar oldum ve arkadaşlarımın desteğiyle hemen başvurdum. Yarışmanın birinci aşaması olan yerel eleme kısmında zorlu fiziksel testlere ve mülakatlara tabi tutulduk. Yerel elemeyi başarıyla geçen üç Türk olarak, Florida’daki Kennedy Uzay Üssü’ne finale gönderildik. Beş gün boyunca iki milyon başvuru içerisinden seçilen ve altmış farklı ülkeden gelen 107 finalist ile birlikte astronotluk eğitimlerini tamamladık. Gösterdiğim başarı ve kararlılık sayesinde uzay bileti kazanan 23 kişiden biri olmayı başardım.

6

Hangi eğitim ve testlere tabi tutuldunuz? Orada tam altı gün geçirdik. Çadırlarda kaldık, sabah 5’te bazen 4’te uyanıp eğitimlere başladık. NASA’nın bahçesinde unutulmaz bir altı gün geçirdim. Yer çekimsiz ortam denemeleri, roket yapımı, uçak kullanımı, uçakta aksi manevralar, kondisyon testleri, G testi ve yazılı sınavlara tabi tutulduk.

7

Zamanla ilişkiniz nasıl? Daha küçücükken kurduğum, belki de kimsenin gerçekleşeceğine inanmadığı hayalimi gerçekleştirmek sadece 20 yılımı aldı. Bir aksilik olmazsa yaşayacağım onlarca yılı düşündüğümde 20 sene çok kısa bir süre. O nedenle zaman bana inanmayı ve sabretmeyi öğretti diyebilirim. Genç arkadaşlarıma da en büyük tavsiyem bu olacaktır. Çok çalışıp, emek harcarlarsa zaman onların lehine akacaktır. Gerçekten de ‘zamanla oluyor’.

8

Yer çekimsiz ortamda zaman algınız farklılaştı mı? Algımda bir değişiklik olmadı. Bu durum Einstein’ın İzafiyet Teorisi ve İkizler Paradoksu’nda detaylıca anlatılıyor zaten. Eğer ışık hızına yakın hızlarda seyahat ederseniz ya da yer çekiminin daha az olduğu bir gezegende yaşarsanız zaman sizin için daha yavaş geçecektir...

9

Olası bir aksilik ihtimali... Daha önce yaşanan Challenger ve Columbia uzay mekiklerinin yaşadığı talihsiz durumlar sizi korkutuyor mu? Bu uzay araçları için binlerce mühendis çalışıyor. Ben de bir mühendisim. Korkuyorum dersem uzay aracının yapımında görev alan mühendislere çok büyük haksızlık etmiş olurum. Ama sayısal olarak bakılırsa arabalar ve özellikle eşekler daha tehlikeli.

10

013


Yolculuğunuzun detaylarını da merak ediyoruz. Karayipler’de bulunan Curaçao Adası’ndaki uzay limanından uçak gibi yatay bir şekilde kalkacağız. Roketler bizi ses hızının üç-dört katına ulaştıracak. Yaklaşık olarak saatte dört bin kilometrelik bir hızla 103 kilometrelik bir yüksekliğe çıkacağız. Bu yaklaşık iki-üç dakika sürecek. 15 dakika kadar 103 kilometrede kalacağız. Daha sonra kalkış yaptığımız uzay limanına iniş yapmak için 30 dakikalık bir yolculukla süzülerek iniş yapacağız.

11

Carl Sagan’ın Soluk Mavi Nokta’sını düşünürsek uzaya çıktığınızda dünyaya bakış açınız değişecek mi sizce? Yine Carl Sagan’ın dediği gibi, savaş, barış, aşk, nefret, her ne yaşarsak yaşayalım, o küçük mavi noktanın içinde. Keşke herkes bunun farkında olsa, uzayda aslında ne kadar ufak bir noktadan ibaret olduğumuzu anlasa. Hayatın kıymeti o zaman çok daha iyi anlaşılır. Benim için de hayatın değerini anlayacağım bir yolculuk olacak diyebilirim.

12

014

Günün birinde uzayda kolonileşme ihtimali çok sık konuşulur... Şu andaki uzay teknolojisi buna yeter mi? Teknolojik açıdan gidebiliriz. Koloni de kurabiliriz ama ne kadar rahat yaşarız, bunu bilmiyorum.

13

Elon Musk ve ekibinin Mars Projesi’ni gerçekçi buluyor musunuz? Bu proje, Dünya’nın başına çok kötü bir şeyler gelmesi halinde acil bir kaçış planı olarak görülüyor. Atmosfer olmaması çok önemli bir dezavantaj ama konuyla ilgili kutuplardaki buzu eritip atmosfer yapmak gibi çılgınca planlar var. Teknolojik olarak Mars’a gitmek için bir sorun yok, daha önce pek çok insansız araç oraya başarıyla ulaştı. Ama insan psikolojisi sekiz aylık bu yolculuğa hazır mı? Bunun için de çalışmalar var. Ben yolculuğun gerçekleşeceğine inanıyorum. Fakat koloni kurup orada yaşamak biraz zaman alabilir.

14

Böyle bir ihtimal olursa yaşamak için Mars’a gider misiniz? Gitmeyi çok isterim. Ama radyasyonun zararlı etkilerinden bizi koruyacak bir atmosfer olmadıkça orada uzun süre yaşamayı tercih etmem.

15

Kolunuzdaki IWC size kendinizi nasıl hissettiriyor? Zamanın akışını ben kontrol ediyor gibiyim.

16


SCHAFFHAUSEN AIR SHOW.

IWC Pilot’s Watch Mark XVIII Top Gun Miramar – IW324702

Orijinal olmanın ne demek olduğu konusunda, uzay boşluğunda süzülen düşünceler arasından, kendinize yakın hissettiğiniz anlamları seçip, basit bir kurgu hazırlayın. İsmin önüne gelen sıfat tamlamalarını geride bırakıp, size ve dolayısıyla bize bir şeyler ifade eden ve artı değer katan isimleri, benzerlerinden

JOIN THE CONVERSATION: #B_ORIGINAL

ayıran özelliklere odaklandığınızda, orijinal kavramının içini doldurmaya başlayacaksınız. IWC Schaffhausen ve XOXO The Mag’in işbirliği, bu sebepten ötürü Originals başlığı altında şekilleniyor ve orijinal konukları vasıtasıyla boşlukları doldurmanızı sağlıyor. www.iwc.com

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Panora Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111


Jim Jarmusch, Strangers in Paradise ile 1984’te uluslararası şöhreti yakaladığından beri, sinemanın asla kendinden ödün vermeyen isimlerinin başında geliyor. Yıllara yenilmeyen, saf bir yaratıcılığa sahip yönetmenin son iki filmi Gimme Danger ve Paterson tam olarak aynı anda seyirciyle buluştu. Kendisiyle, geçtiğimiz Toronto Film Festivali’nde buluştuk; punk rock, Rimbaud ve kuşbilimden dem vurduk.

Röportaj:

Nando Salvà

Paterson, 2016

016

JIM JARMUSCH


İnanması güç de olsa, 65 oldunuz. Bu durum sizi nasıl etkiliyor? Galiba yaşla birlikte biraz daha bilgeleştim. 30 yaşındayken tam bir aptaldım. Her gün yeni şeyler öğreniyorum ve bilmediğim konular hakkında kafa yoruyorum. Ve 60’tan sonra fark ettim ki, kalan zamanımda daha çok şey yapmak istiyorum; yalnızca film çekmekten bahsetmiyorum, aynı zamanda resim ve müzik yapmak, yazmak ve işimin daha endüstriyel kısmına bu kadar kafa yormamak ve kontrolüm dışında gelişen şeyler için endişelenmemek istiyorum. 20 senedir ormanın içinde küçük bir evde yaşıyorum, etrafım vahşi hayvanlarla çevrili. Burada kendime bir nevi laboratuar inşa ettim, kayıt stüdyosu, sinema odası, yazı yazmak için bir odam ve bir de mantarbilim ve kuşbilim üzerine çalıştığım bir alanım var. Yani yaşla birlikte şöyle bir aydınlanma yaşadım: Yapmak istediğinizi yapın ve geri kalanın sizi yutmasına izin vermeyin, zira zamanınız azalıyor!

1

Gimme Danger ve Paterson tabii ki birbirinden oldukça farklı iki film, fakat hemen hemen aynı zamanda çekildiklerinden dolayı bir şekilde birbirlerinden beslenmiş olabilirler mi? Öncelikle sizi uyarmalıyım, ben kesinlikle analitik bir yönetmen değilim; genellikle sezgilerimle hareket ediyorum. Ne zaman ki birisi benden bir işimi analiz etmemi istese kendimi ister istemez korumaya alıyorum. Dolayısıyla bu iki film hakkında yalnızca şunu söyleyebilirim: Her ikisi de kendi kaderine sahip çıkan ve önceliklerinin neler olduğuna karar veren insanlarla ilgili. Daha fazla sormayın, aksi takdirde köşeme çekilirim.

2

Jim Jarmusch ve Eszter Balint. Stranger than Paradise’ın (1984) setinden.

Peki, The Stooges gibi bir grup neden Gimme Danger gibi bir filmi hak ediyor? The Stooges rock tarihinin en iyi grubu, zira rock’n’roll’un tüm değerlerini mükemmel bir biçimde bünyesinde barındırıyor; ilkel, saf ve kendini tamamen rock’n’roll’a adamış. Iggy Pop her performansta seyirci için kendini kurban eder gibiydi; seyirciyle adeta bir bütün olmak istiyordu. Hatta sahneden kalabalığın içine atlayıp ‘stage diving’i ilk icat eden de kendisidir. Öyle ki konserlerin sonunda hep bir yerleri kanardı. Şimdilerdeyse, konserlerde seyirciler genellikle izole olmuş vaziyette ve kendilerini yalnız hissediyor gibiler. Oysa ki The Stooges konserlerinde bu durumun tam tersi olurdu. Onlar seyirciyi o kadar heyecanlandırırdı ki... Fakat tabii ki havada çakmak tutma tarzında klişeleşmiş bir heyecandan bahsetmiyorum, benim bahsettiğim gerçek duygular.

3

O halde bu, gerçek bir hayranın elinden çıkma bir film... Kesinlikle. Filmin kalıpların dışına çıktığını ya da bir sanat eseri olduğu söyleyemem, fakat tam olarak yapmak istediğimi yaptığımı söyleyebilirim; amacım The Stooges’ı anmak, onları göklere çıkarmaktı. Umudum, insanların bu filmi izledikten hemen sonra Tanrı’ya böyle bir grup var olduğu için şükretmeleri ve The Stooges’a, kariyeri boyunca maruz kaldığı tacizlere ve agresif bir biçimde reddedilmesine rağmen, varlığından dolayı teşekkür etmeleri...

4

017


Günümüzde punk’tan geriye ne kaldı? Bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum. Punk, o sırada gerçekleşmekte olan bir şeye konulan bir etiketti yalnızca. Öte yandan benim, içinde sanatsal anlamda geliştiğim ortam, bizim gibi, profesyonellere dönüşmek istemeyen, kendilerini amatör olarak görenlerin buluşma noktasıydı. Kelimenin tam anlamıyla; amatör, bir şeyi seven insan, profesyonel ise bir şeyi para için yapan insan demek. The Stooges, MC5, Sex Pistols ve Avrupa’da The Clash gibi gruplar radyoda çalmadılar ve bu işi para için yapmadılar. Sevdikleri rock idi. Bu açıdan baktığınızda benim de ruhum halen saf punk ve hala bir amatörüm. Gerçi punk’ın doğumu bundan çok daha öncesine dayanıyor; punk’ın esas yaratıcıları Rimbaud ve Baudelaire.

5

Paterson, 2016

Bunu biraz açabilir misiniz? Rimbaud şiirde devrim yarattı ve sonra da 19 yaşında yazmayı bıraktı. Bundan daha punk ne olabilir? Ayrıca para için şiir yazan bir şair bulabilir misiniz? Açıkçası ben bulamam. Tüm önemli Amerikalı şairlerin başka işleri de vardı. Mesela Paterson’a ilham kaynağı olan William Carlos Williams bir çocuk hekimiydi ve dünyaya 2000 kadar bebeğin gelmesine yardımcı oldu. Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Wall Stevens ise bir sigorta şirketinde yöneticilik yapıyordu. Bu insanlar benim gerçek kahramanlarım.

6

Peki günümüzde kültür-sanat daha ticari bir hal aldı mı? Aslında eskiden de öyleydi. Vakti zamanında büyük yönetmen Sam Fuller’ın Balzac ile ilgili bir film yapmak istediğini hatırlıyorum, hatta bana filmin açılış sahnesinden bahsetmişti: Balzac asistanıyla birlikte Operaya gider ve biraz ötede Victor Hugo’yu görür, bunun üzerine asistanına, “Şu gördüğün Victor Hugo; eğer onun gibi yazsaydım zengin olurdum” der. Hugo da Balzac’ı görür ve o da asistanına, “Şu adam Balzac; eğer onun gibi yazsaydım gerçek bir yazar olurdum” der. Gerçekten müthiş. Anlayacağınız anaakım ve alternatif kültür diye bir ayrım hep vardı ve hala da var. Şu da var ki, günümüzde anaakım, kendi dışında kalanlara da hakim olmaya çalışıyor, fakat neyse ki halen yaptığı işi sevdiği için yapan ve bu işe hakikaten tüm ruhunu veren müthiş yönetmenler, müzisyenler ve sanatçılar var. Bize empoze edilen ticari saçmalıklar kadar kolay ulaşılır değiller belki, ama bu onları daha da değerli kılıyor.

7

Fakat ticari olan her şeye de kötü demek doğru olmaz. Kesinlikle. Mesela Terminator’ı çok severim; bence harika bir film. Ve tabii ki Nirvana; gelmiş geçmiş en ünlü rock gruplarından biri. Bu onların kötü olduğu anlamına mı geliyor? Tabii ki hayır. Yalnızca vampirler paranın kokusunu aldı, onlara yanaştı ve onları cezbetti.

8

018


Gimme Danger, 2016

Vampirler size de yanaşıyor mu? Onlar benden vazgeçeli epey oldu. Beni de cezbetmeye çalıştılar ama bir yandan da Hollywood neden benimle ilgilensin ki? Benden neden bir gençlik komedisi çekmemi istesinler ki? Bir kere buna kalkıştılar ve ben de kibarca onlara bunun çok aptalca bir fikir olduğunu anlattım. Benim onların projeleriyle hiç ilgilenmediğimi ve onlardan biri olmadığımı zamanla anladılar. Hatta yapımcı Harvey Weinstein bunu yüzüme de söyledi: “Yolun kenarındaki bir böceksin sadece” dedi bana. Ve onu anlıyorum aslında; dokunduğu her şeyi paraya dönüştürmek istiyor. Benimse parada hiç gözüm yok. Paraya ihtiyacım var tabii, ama hayatımı şekillendiren para değil.

Paterson’ın yapımcılığını Amazon Studios üstlendi; bu şirket film dağıtımcılığı konusunda oldukça yenilikçi. Endüstrinin geçirmekte olduğu değişim süreciyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Nostaljiyi sevmem ve dijital teknolojinin kötü olduğunu da düşünmüyorum, fakat bir yandan da yaşlı bir adamım ve selüloide özellikle çok düşkünüm; büyülü, şiirsel ve çok güzel olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, 10 yıl önce insanlar genellikle sinemada film seyrederken, şimdilerde evlerinde seyrediyorlar. Ve benim bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Bu durumda ben de enerjimi istediğim filmi istediğim gibi ve sevdiğim bir ekiple çekmeye harcıyorum. Ben de evimde Panasonic plazma televizyonumda izliyorum filmleri, zira sinemalarda Dino Risi’nin Il Sorpasso’su gösterilmiyor, ve tam da şu anda onu izlemek istiyor canım.

11

9

Paterson’ın aylar evvel Cannes’daki galasının ardından eleştirmenler filmi sizin gelmiş geçmiş en kişisel filminiz olarak değerlendirmişti. Sizce de öyle mi? Bunu evvelden Broken Flowers için de söylemişlerdi. Sonra Only Lovers Left Alive’ı yaptım ve yine herkes, ‘Bu senin en kişisel filmin, otobiyografik olmalı’ dedi. Hakikaten bu ne anlama geliyor, ben de bilmiyorum. Sonuçta filmlerim benim çocuklarım gibi ve hepsi de genlerimi taşıyor. Ancak bu konuda daha fazla konuşmayacağım, daha önce de dediğim gibi, analiz yapmaktan hiç hoşlanmıyorum. Yalnızca şunu söyleyebilirim, kendimi en yakın hissettiğim filmim Only Lovers Left Alive. Neticede bu bir vampir hikayesi ve ben de azıcık vampir sayılırım; ne de olsa daha çok geceleri yaşıyorum.

10

019


Yazı:

Gündüz Vassaf

DİKKAT KİTAP VAR!

Peter Baren’ın Blind Dates with the History of Mankind (Rage and Time) adlı performansından. Neuss, Almanya, 2015

Kitaplarla yaşamım inişli çıkışlı. Bir ara Cambridge’de oturdum. Üniversite kütüphanesi bayram yerimdi. Ama sonra gitmez oldum. Hangi kitaba baksam beş on dakika göz gezdiriyor, beğenmiyor, iyi kitap yazılmaz oldu diye ahkam kesiyordum. Cehaletimi yeniden keşfetmem için okuma gözlüğü kullanmam gerekiyormuş. Geçenlerde yine kitaplara veryansın ettim. İstanbul’da Robinson Crusoe’daydım. “Kitapçılar, haftada bir gün açık olmalı!”, diye seslendim şaşkınlıkla bakanlara. Hızımı almamışım, “O bir günde de, bir saatliğine açık kalmalı!” ‘Al beni,’ diye göz kırpan onca kitap. Kimi, günün moda kitabını yakalamak telaşımdan, gençliğimde okumadığım klasikler. Kimi yüzyılımızın yeni sesleri. Odysseus’un sirenleri gibi çağırıyorlar. Birkaç yıldır zorlanmıyorum seçimimde. Yazmakta olduğum kitap neyi okuyup okumayacağımı kolaylaştırıyor. Bugünlerde Caravaggio’ya odaklandım. Yüzyılına girdikçe, okumak istediğim kitaplar kendiliğinden çıkıverdi. Ancak kütüphanemi gözden geçirdiğimde, beni ben yapan okuduğum kitaplardır diye düşünürken durakladım. Kitaplarımla dünyamı genişlettiğim kadar daraltmışım da. Üniversite yıllarımda arkadaş ziyaretlerinde ev sahibinin kitaplığına yönelmek adetti. Farklı bir şey bulacağımızdan değil, kitaplarımız üstümüzde aynı marka kot ceketlerimiz gibiydi. Zamanla düşüncelerimiz ayrıştı. Ancak, tercihlerimizin belirginleşmesiyle ve farklı kitaplara yönelmemizle özgürleşmedik. Yeni okuma kimliklerimiz ideolojik kalıplarımızın sansüründe oluştu. Kitaplıklarımızda sergilediklerimiz poliste parmak izimiz kadar belirgindi. Döneklikle itham edilme korkumuzun yoğunluğundan, karşı tarafın düşüncelerini okuma cesaretinden de yoksunduk. 020


Tarihten gelen alışkanlıklarla oluşmuş edilgen okur halimizi genelde hayat boyu sürdürüyoruz. Arkamızda, hepimizin kaç bin yıl mümin kullar olduğu okuma mazimiz. Kitapları ‘kutsal’ mührüyle dokunulmaz kılmışız bir kere. Sorgulamak kimin haddine? Dinler tarihimiz, kitabın önünde boynumuzun kıldan ince olduğunun ifadesi. Çağdaş eğitim? Edilgenliğin devamı. Çocukluk yıllarımızın okuma yazmayı öğrenme heyecanı, kitabı olduğu gibi kabullenip baş tacı etmemizin zeminini hazırlıyor. İşte, hocalarımızın elimize tutuşturduğu, devlet denetimli doğrulardan oluşan ders kitaplarımız! İşte, her ülkede her çocuğa ezberlesin diye dayatılan milli marş metinleri. Sorgulama özgürlüğümüz, o da farkına varabilenler için, ancak okul duvarlarının dışında. Yetişkinliğe giden adımları atabilmemizin olanaklarıyla karşılaşabildiğimizde. John Lennon’ın Imagine şarkısının sözleriyle tanışabildiğimizde. Hepimiz okumaya içgüdüsel olarak boyun eğdiğimiz bu koşullandırmadan geliyoruz. Okumaya ayırdığımız zamanın zirveye ulaştığı üniversite yıllarımız bu boyunduruğun devamı. Sınavlarda çoktan seçmeli sorulara verdiğimiz cevaplarla okumamızın ölçüldüğü bu kurumlarda kaygımız, bildiklerimizi tepetaklak etmek anlamına gelen bilimin sonsuzluğunu araştırmaktan çok bilinenleri hatmetmek. Özellikle kapitalizmin üniversite panayırında bilim adına pazarlanan işçi yönetimi kitaplarının bile altının çizilerek okunduğu bir kültürde yaşıyoruz. Okutulan ders kitaplarının piyasasıysa yayınevlerinin tekelinde. Nasıl kitap yazılır diye kitaplarımız var. Yazarlarımız var, nasıl kitap yazabileceğimizi kurslarından bize seslenen. Günümüzde, medya okur yazarlığı adında bir alan var, kritik gözle haberleri izleyebilmemizin yolunu bize gösteren. Peki kitap nasıl okunur? Nasıl okuduğumun farkına varamamam, uzun yıllar süren başka bir aymazlığımın ifadesi. Kitabı, satırlarıyla kavga ederek, altını çizip tartışarak, soru sorarak okuyabilmemiz, bize pek kimsenin yol göstermediği yalnız bir süreçmiş. ‘Sen yazar! Bu yazdıklarını nerden biliyorsun?’ duyarlılığında okuyabilmemi bugün de es geçtiğim çok oluyor. Kitap birçoğumuz için o denli kutsal ve dokunulmaz ki, nice tanıdığım var, başladığı kitabı sonuna kadar okumazsa, saygısız davrandığına, hakkını vermediğine inanan. Oysa madem kitap bize tüketim nesnesi olarak reklamlarla pazarlanıyor, ayakkabı, çaydanlık, elektrikli süpürge gibi, kitabı da beğenmedim diye iade edebilmeliyim. Neden denemiyoruz? Neden çekiniyoruz? Kitap seçimimizde gün be gün ufkumuzu daraltan adetlerimizin kurbanıyız. Kitap seçmiyor, kendimizi tekrarlıyoruz. Günümüzün Büyük Biraderi, Orwell’in 1984’ünden çıkma Amazon şirketi. Bir kitap mı aldım? Sistemin algoritmaları beni davranış kalıplarıma hapsedip milyonlarla eşleştirme teyakkuzunda, ‘Bu kitabı alan şu kitapları da aldı,’ mesajıyla, beni kendi benleri yapma peşinde. Okumayacağımız kitaplardan kendimizi koruyabilmemiz bir ölçüde aşağılık komplekslerimizden kurtulmamıza bağlı. Birkaç yıl önce Thomas Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital adlı, onlarca istatistik, grafik, eğrilerle dolu kitabı dünya satış rekorları kırdı. Okuması zor, alan pek kimse okumadı, okuyan anlamadı. Stephen Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi kitabı ise başka bir örnek. İkisinin de reklamı kitabı almayanın kendini o an eksik hissetmesi üzerine kuruldu. Keza Nobel yazarları... Bunca okumadığımız klasik varken, her yıl, bir önceki yıl ödül alan yazarın adının bile unutulduğu edebiyat piyasası koşuşturmasının gönüllü kurbanlarıyız. Son yıllarda, alışkanlıklarımı tekrarlamamamın bir yolunu buldum. Kütüphanede, kitapçıda, ilgisiz bir raftan gözlerimi kaparcasına kitap seçip, gizli bir ilişki kurmuşçasına, normal hayatımın sıradanlığında karşılaşamayacağım o kitapla bir süre beraber oluyorum, bazen onu eve bile götürüyorum. Lakin kitap okumanın ceza olarak verildiği bir ülkede yaşadığımızı unutmamalıyım. Yozgat’ta her gün jandarma gözetiminde günde 1,5 saat kitap okumaya mahkum edilen biri şöyle dert yanmış Hürriyet gazetesine: “Bu cezayı verirseniz herkes benimle alay eder. Ha evde bulaşıkları yıkamışsın, ha evde kitap okumuşsun diyordum kendi kendime. Ama hakim bey kararını değiştirmedi.” 021


Mary Katrantzou, herhangi bir girizgaha ihtiyaç duymuyor, en azından biz böyle düşünüyoruz. Kendisi, sekiz yıldır sektörün saykodelik ihtiyaçlarını karşılarken, geçmiş ve gelecek arasındaki bağı teknoloji yardımıyla kuruyor ve moda sektörünü ticari ve insani değerler bütünü haline getirmek için çalışıyor, Londra’daki ofisinden sorularımızı cevapladığında bize anlattığı gibi.

Röportaj:

Utku Palamutçu Kolaj:

Faruk Yılmaz

022

MARY KATRANTZOU


İşinin ehli olarak görülmek, üzerinde, her zaman daha iyisini yapman gerektiğine dair bir baskı yaratıyor mu? Her ne iş yapıyorsanız yapın, işinize teknolojiyi ve beraberinde getirdiği avantajları dahil edebiliyorsanız, her zaman daha iyisini elde etmek için sınırları zorlayabilirsiniz. Özellikle dijital desenlerin yaratım sürecinde, teknolojik gelişmeler sayesinde, bundan 10 yıl önce yapılması imkansız denen şeyleri elde ediyoruz ve elde ettiğimiz desenlerin oldukça yaratıcı oldukları konusunda hiçbir şüphemiz yok, zira kendimizi tamamen teknolojiye teslim etmeden, onunla işbirliği yapıyoruz. Son birkaç koleksiyonumda, dijital desenlerin sınırlarını zorlamak bir kenara, yarattığımız moda algısını değiştirmek için, desenleri farklı doku, aksesuar ve materyallerle destekleyerek lüks algısını güçlendirmek için çalışıyoruz. Tabii her ne kadar farklı alternatiflerin peşinden gidip sınırlarımızı zorlasak da, bu üzerimizdeki baskıyı ve heyecanı etkilemiyor.

4

Peki yarattığın desenler St. Martins’de aldığın eğitimin mi yoksa mimarlık geçmişinin birer yansıması mı? Tasarım eğitimi aldığım süreç, benim, kendimi bir tasarımcı olarak kabullenmemi sağladı. Kendi tarzımı ve sektöre olan bakış açımı şekillendirdiğim süreçte şüphesiz mimari geçmişimin katkısı büyük. Hele ki benim gibi deneyimlerinden ilham almayı seven birisi için, mimari geçmişi büyük bir hazine. Kendimi ispat edip, hızlı adımlarla ilerleme kaydetmeye başladığım noktada, yarattığım desenlerin hepsi, koleksiyonun ilham kaynağından ve hikayesinden besleniyor. Yani zaman ilerledikçe yeni ilham kaynakları edindim.

3

Mary, Yunanistan’da yaşadığın günleri özlüyor musun? Ah, hem de çok. Bütün çocukluk anılarım, tüm ailem, eski dostlarım, neredeyse beni ben yapan her şey orada. Bu yüzden her ne kadar Londra’da yaşıyor olsam da, Yunanistan ile aramdaki bağ hiçbir zaman kopmayacak. Özellikle Spetses Adası benim için çok özel, uzunca bir süre orada yaşadım ve bugün hala fırsat buldukça tatil yapmak için oraya gidiyorum.

1

Fotoğraflar:

Morgan O’Donovan

Kumaş ve desenlerle arandaki bu yakın münasebet, bir nevi aile geleneği olarak değerlendirilebilir mi? Kesinlikle. Annemin iç mimar ve babamın tekstil mühendisi oluşu, beni desenlere, kumaşlara ve tasarıma ilgi duymaya itti. Rhode Island’da mimarlık okurken, kreatif alanlarda çalışan etrafımdaki insanların da etkisiyle, kendimi bir anda tekstil ve kumaş tasarımı programına başvururken buluverdim. Central St. Martins’e kabul edildikten sonra aslında yapmam gereken şeyin bu olduğunu anladım ve geleneği devam ettirdim.

2

Mary Katrantzou, SS 2017 Backstage

023


Yarattığın desenleri olasılıksızlıktan olanak, sürrealizmden gerçeklik yaratan ya da bunun tam tersini mümkün kılan araçlar olarak tanımlıyorsun. Bu doğrultuda, moda sektöründe hayata geçirmesi imkansız ve gerçek dışı olan şey nedir? Moda sektörüne hizmet etmenin en büyük hazzı tam da bu; ihtimaller yaratmak ve bunu hayata geçirmek için ter dökmek. Bu süreci atlatmadan bir şeyler yaratmak, hayallerinizi hayata geçirmek tek kelimeyle gerçek dışı. Tasarım yetinizi özgürleştirdiğiniz noktada gerçekliğe ve özgünlüğe ulaşabilirsiniz.

5

Bu desenleri yaratırken ilham kaynakların da dijital ağırlıklı mı oluyor? Duruma göre değişiyor. 2017 İlkbahar-Yaz koleksiyonu için harekete geçtiğimizde, Yunan kültüründen ilham aldık ve elde ettiğimiz figürleri 60’lı yıllara atıfta bulunarak saykodelik bir forma soktuk. Yani geçmişi ve geleceği dijital platformda harmanladık.

6

024

Sekiz yılı aşkın süredir kendi markanı yönetiyorsun. Hayalini kurduğun hedefe ulaştığına inanıyor musun yoksa daha fazlasına mı ihtiyaç duyuyorsun? İnsanoğlunun doğasından ötürü olsa gerek, tabii ki her zaman daha fazlasını istiyorum, hedefliyorum. 2008’de kendi markamı kurduğumda, moda sektörü minimalizmle kafayı yemiş haldeydi. Buna rağmen cesaretimi toplayıp, farklı bir bakış açısı getirmek ve başladığım işi hakkıyla bitirmek için harekete geçtim. 2008’de sahip olduğum hissiyat, hiçbir zaman peşimi bırakmadı ve her yeni koleksiyondan önce kendime güvenip, cesaretimi topladım ve kendimi biraz daha geliştirdim. Bu sadece sektörü ve işleyişini anlamaktan da öte, kendinizi tanımanıza fırsat veren bir davranış biçimi. Bu yüzden, bu sekiz yıl içinde içgüdülerin, özgüvenle flört etmesi gerektiğini öğrendim, zira bu yakın ilişki sizi her zaman daha fazlasının peşinden gitmek için harekete geçiriyor.

7

Peki neden bunca zaman sonra markanın başına bir CEO getirmeye karar verdin? Markanın kurumsal kimliğini ve yönetimini güçlendirme kararı aldık. Bu yönetimin tek bir elden yönetilmesi benim için çok önemliydi, çünkü bir yandan tasarım yaparken bir yandan işin matematiğiyle uğraşmak beni binlerce parçaya bölüyordu. CEO pozisyonunu şekillendirirken, aklımızda farklı platformlarda etkin bir şekilde çalışacak bir insanın hayalini kuruyorduk ve Trino Verkade hayallerimizi gerçekleştirdi.

8


YENİ HİKAYELERİN OLSUN. YENİ MINI COUNTRYMAN. mini.com.tr/YeniMINICountryman Görseldeki otomobil MINI Cooper S Countryman olup; kullanılan dış tasarım renkleri, jantlar ve diğer opsiyonlar sadece bu model için geçerlidir. Seçeneklerin çeşitliliği ve kombinasyonları diğer MINI modellerinden farklılık gösterebilir. Yeni MINI Countryman model otomobillerin perakende satış tarihine ilişkin detaylı bilgi için Borusan Otomotiv MINI Yetkili Satıcıları ile iletişime geçiniz.


Cinsiyet onun için ayrıştırıcı bir özellik olmasa da, Alev Ebuzziya’yı (Siesbye), duru, iddialı, tutkulu, güçlü bir sanatçı ve bir kadın olarak anlatmak insana iyi geliyor. Sanatı da aynen böyle... Seramik ise onun en iyi bildiği dil. Dünyanın gördüğü belki de en özgür dönem olan 1960’lardan bu yana sanat üretimini sürdüren Ebuzziya’nın ruhunda o dönemin izleri hala var ve ne kadar güzel ki üretmeye devam ediyor.

Röportaj:

Bahar Türkay Fotoğraflar:

Paloma Pineda

Paloma, XOXO için, Paris’te bu kez Alev Ebuzziya’nın evindeydi.

026

ALEV EBUZZİYA


Alev Hanım, neşe mi size daha yakın bir ruh hali, hüzün mü? Elbette ki hüzün...

1

Yaşam hikayenizde bir dönüm noktası var mı? Hem de bir sürü... Babamın verem olup Türkiye’den gitmesi, denize hayran kaldığım gün, İngiltere’deki okul, Danimarka yılları derken çok hareketli bir yaşantım oldu diyebilirim.

2

Kadın olmak bu hikayede nerede duruyor? Kadın-erkek ayrımı olmayan bir ortamda büyüdüm. Kadın olmam kesinlikle hiçbir şeye engel olmadı.

3

Yeniden başlasanız ne farklı olurdu? Ne mutlu bana ki yaşadığım hayattan dolayı hiç pişmanlık duymadım. Tek pişmanlığım piyano çalmayı bırakmış olmam.

4

Yaşamınızda Londra, Kopenhag, Paris, İstanbul ve belki daha pek çok kentin etkisi var. Bu kentlerden size neler işledi? Her kent insana bir şey katıyor. Londra’daki lise yılları en mutsuz dönemimdi. Hasretten, eve 56 sayfalık mektup yazmıştım. Okulum Londra’nın güneyindeki Kent bölgesindeydi. Bazı tatillerde de Londra’ya giderdik ama o şehri bir türlü sevemedim.

5

60’larda Danimarka Kraliyet Porselen Fabrikaları’nda seramik tasarımcısı olarak çalıştınız. Nasıl bir dönemdi? Tasarım lafından fena bıktım. Seramik tasarımcısı değilim, sadece seramikçiyim. Danimarka Kraliyet Fabrikası’nın Stoneware atölyelerinde özgür sanatçı olarak, sadece tek parça üretiyordum. Porselen bölümü için tasarladığım bir yemek takımı ve diğer kullanışlı işler ise üretime alınmıştı. Danimarka, görmenin ve kalitenin ne olduğunu öğrendiğim ülke, bu nedenle de meslek hayatımın mihenk taşı. Orada çok önemli ustalardan çok değerli şeyler öğrendim.

7

Abidin Dino sizinle ilgili şunları söylemiş: “Alev, çanakları aracılığıyla kimsenin bilmediği, duymadığı, var olan ya da icat edilmesi gereken bir töreyi haber veriyor bize.” Nedir bu töre? Gelecek kuşakları düşünmediğimiz, yaşamı zor bir hale getirdiğimiz dünyamızda, gerçekle ilgisi olmayan bir sürü çirkin görüntü ve gereksiz bilgi bombardımanına tutuluyoruz. İnsanlar gittikçe yalnızlaşıyor. İcat edilmesi gereken bir töreye hepimizin ihtiyacı var. Küçük bir çanağa sığacak kadar bile olsa...

6

027


028


60’lar ve 70’ler sanatın altın çağı olarak anlatılır. 2000’lerde üretime devam eden bir sanatçı olarak günümüzü nasıl görüyorsunuz? Günümüzün sanatında olumluolumsuz büyük bir karmaşa olduğunu düşünüyorum. Hızla değişen teknoloji davranışlarımızı da değiştirdi. Artık makine hızıyla yaşamamız bekleniyor ve makine gibi de üretir olduk. Gittikçe daha fazla ve neye yarayacağı belli olmayan ürünler üretiliyor. Dünyamızı bekleyen tehlikeler karşısında neyi, ne için ürettiğimiz düşünülmüyor. ‘Ben yaptım oldu’ anlayışıyla yetiniyoruz. Eleştiri ve kuşku yok oldu. Tasarım bir salgın hastalık gibi kapladı ortalığı. Tasarım olmayan, kendi halinde bir maşa görmek ne büyük mutluluk...

8

Sanatınızda kültürel bir kodun izleri var mı; yoksa her bir parça bambaşka bir hikaye mi anlatıyor? Bizi etkileyen her şey bir koda dönüşebilir. Her işin başka bir hikaye anlatması gerekmiyor. Önemli olan, aynı hikayenin katmanlarla çoğalıp bir bütün teşkil etmesi. Beni en çok etkileyen ise, eski medeniyetler; Mezopotamya ve Mısır. O toprakları her gördüğümde anlatması zor duygular yaşıyorum.

9

10

Vazgeçemediğiniz bir renk var mı? Gri, siyah ve lapis mavisi.

Son yıllarda dünyanın farklı yerlerinde retrospektif sergileriniz gerçekleşiyor. Retrospektifler size ne hissettiriyor? Yaşarken retrospektif sergi açmak benim için çok yorucu ve düşündürücü oldu. Elin ayağın hala tutarken insanın bütün iş hayatının sergilenmesi ürkütücüydü. Ardından kocaman bir boşluğa düşmemek mümkün değil.

11

Geçtiğimiz yıl ECNP Galeri’de Alev’in Kilimleri by dhoku projesi kapsamında kilimleriniz sergilendi. Bu proje nasıl şekillendi? Kilimleri çizmek için işi gücü bıraktım, masamı renkli kalemlerle doldurdum ve çocuklar gibi eğlenerek çalıştım. Altını çizerek söylüyorum; tasarımcı değil, anti-tasarımcı olduğum için kilimlerin kolay kullanılır, her keseye uygun olmasıydı amacım. Kapalıçarşı’daki dhoku mağazasına bir kilim bulmak için gitmiştim, istediğimi bulamayınca özel olarak dokunma imkanı olup olmadığını sordum. Cevap olumluydu. Böylece bir seri yapma fikri doğdu.

12

029


O, başarının ve gücün ölçüldüğü listelerde yer almayı önemsemiyor. ‘Türkiye’nin En Güçlü İş Kadınları’ listelerinin kategorik olarak ne anlama geldiğinin de farkında. WPP Türkiye Ülke Başkanı Demet İkiler ile, hayatındaki değerlerin bir parçası olan iş anlayışını konuştuk.

Röportaj:

Nevşin Mengü Fotoğraf:

Gökhan Polat

030

DEMET İKİLER


WPP’nin ülke başkanı olmayı bekliyor muydunuz? Kariyerimin gidişatına göre Türkiye’deki bir sonraki adım buydu. Ama benim bu görevi aldığım dönemde ülke başkanlıkları çok sıklıkla verilen pozisyonlar değildi. Ben galiba Avrupa’da bu pozisyona seçilen dördüncü kişiydim. Onun dışında, ülke başkanlığı verilen kişilerin sayısı dünyada iki elin parmaklarını bile bulmuyordu. Bu anlamda bu görevi hem bekliyordum, hem de aslında beklemiyordum. Yani bu bir bakıma, Türkiye’nin Sir Martin Sorrell gözünden ne derece önceliklendirileceğiyle de alakalıydı. Eğer bu rol olmasaydı yurtdışı bağlantılı bir görev de belki beni heyecanlandırabilirdi. Ama üstlendiğim günden itibaren görevimi çok sevdim ve bütün çalışma arkadaşlarımla birlikte iyi bir iş çıkardığımızı düşünüyorum. Sir Martin , Harvard’ın WPP ile ilgili yapmış olduğu bir case study’de bizi örnek operasyonlardan biri olarak gösterdi. Türkiye’ye ait herhangi bir örnek gösterilme durumu beni fazlasıyla mutlu ediyor. Özellikle de son yıllarda...

3

İşkolik misiniz? İşkolik veya işi önceliklendiren bir insan değilim. Çünkü bence böyle olmak işin kolay tarafı. Esas önemli olan, işle birlikte var olarak, onu hayatındaki diğer değerli kavramların bir parçası yapmak.

1

2

Türkiye’nin en güçlü iş kadınları arasında anılmanın sizde önemli bir karşılığı

var mı? Açıkçası, hayır. Ama iş hayatımı düşündüğümde bunun tabii ki bende bir karşılığı var. Pek çok duyguyu bir arada barındırıyor, bu duygular bazen birbiriyle çelişiyor, ama sonuçta büyük bir tatmin ve hakikaten bir minnet söz konusu. İşle birlikte hayatıma girmiş olan kıymetli pek çok insan var. Onların işlerini, gelirlerini sürdürülebilir kılmak, parçası olmaktan mutlu oldukları bir ortam sunmak, itibarlı ve değerli anılmak ve Türkiye’yi global ortamda en iyi şekilde temsil etmek... Bütün bunlarla ilgili çok yoğun sorumluluk hissediyorum. Diğer taraftan, ‘Türkiye’nin en güçlü iş kadınlarından bir tanesiyim’ gibi bir kabulleniş içinde de değilim. Çünkü bunun kategorik olarak da ne demek olduğunu bilmiyorum. Yönettiğimiz şirketler ve içinde bulunduğumuz kurumların belli ölçekleri bizlere bu sıfatları da beraberinde getiriyor. Ancak ben gerçekten şanslı bir iş kadını olduğumu biliyorum. Bunun benim hayatımda kapladığı yer oldukça büyük.

Sir Martin Harvard Business Review’a yazdığı bir makalede dijital gelirlerinin şu anda yüzde 40 olduğunu ancak bir gün yüzde 100’ü bulacağını söylemişti. Siz bütün bütçenin dijitale harcandığı günleri göreceğinizi düşünüyor musunuz? Aslında buradaki kilit faktör dijitalin tanımı. Çünkü zaten dijital harcama sadece internet üzerinde yapılan reklamlara ait değil. Tüm mecralar teknolojik gelişmeler sayesinde dijitalleşiyor. Örneğin TV veya açık hava... Bu mecraları sadece analog diye kategorize edebilir miyiz? Mecralar da dönüşüyor, dijitalleşiyor... Online/mobil yayın kanalı izleme alışkanlıkları süratle artıyor. Dijital kanallarla artık kişi bazlı hedefleme yapılabilir hale geliyor. Aynı zamanda, mobildeki son sürat büyüme, oyunun kuralını tamamen değiştirdi ve oyunu domine etmeye de devam edecek. Giyilebilir teknolojiler, akıllı evler, e-ticaret; tüm bu ortamlar aslında dijital mecra. Dolayısıyla teknolojiyle birlikte geleneksel bildiğimiz mecralar dijitalleşmeye devam edecek ve yeni mecraların zaten dijital/mobil olduğunu göz önüne alırsak, evet, bence çok kısa zaman sonra zaten dijital/analog diye bir kategorizasyona gerek bile kalmayacak.

4

031


Hep eşinizin size çok destek olduğunu söylüyorsunuz, şanslısınız. Bir yandan da bence artık güçlü kadınlar eşlerin işine geliyor, ne dersiniz? Bu durum aslında biraz şizofrenik olmaya başladı. Kadınları, çoğunlukla erkeklerin egemen oldukları dünyalarda eşit mücadele edebilsinler diye eğitiyoruz, destekliyoruz sonrasında ‘ne oldu bu tatlı kadına, çok değişti artık eskisi gibi uysal değil, üstelik de çok çalışıyor’ diye şikayet edebiliyoruz. Bir taraftan kadınlar cam tavanları delmek için kuşanırken, bu paketin içinde yönetmek, karar vermek, karşı çıkmak, ödemek, harekete geçmek gibi eylemler de çoğunluktaysa, kadın toplumsal normlara, geleneklere ve hatta kendi bilinçaltına rağmen dönüşmek durumunda kalıyor. Bu noktada, aynı paket erkek için de geçerli. Ancak, bunlar onların doğal ortamlarında zaten kabul gören davranışlar. Diğer taraftan ‘biz zaten böyle bir yoldan geçiyoruz ve hayatın paylaşılmasında da eşit sorumluluk üstleniyoruz, ama güçlü kadın erkeğin işine geliyor’ kısmı çelişkili. Çünkü hem geliyor hem de aslında daha edilgen, daha eve dönük, ilgisi ve zamanı daha bol kadın beklentisi de sürüyor. Burada çelişki yaşanmayan tek alan annelik. İş, pozisyon, kariyer... Hepsinden bağımsız, annelik dürtüsü hep aynı ve her şeyin çok üstünde. Dünyanın en önemli toplantısı bile olsa oğlumun bana ihtiyacı varsa koşar giderim, bir an tereddüt etmem. Annelik kimliği içgüdüsel olarak hep koruduğumuz bir şey. İş hayatı nereye evrilirse evrilsin, anne olarak hep aynı kalıyorsunuz. Eşime gelince, bana en baştan beri her zaman destek oldu. Benimle gurur duyduğunu biliyorum ve bunu hep hissediyorum. Fakat önceliklerin, beklentilerin uyuşmadığı zamanlarda eşimden en sık duyduğum sitem “keşke ben de senin müşterin olsaydım” oluyor.

5

032

8

Bir çalışanınız sosyal medyada sizin için “Olduğu yere tırnaklarıyla geldi.” yazmış. En alttan başlayanlardan mısınız? Benim 24 yıllık kariyer hikayem gerçekten en alttan başladı ve şu ana kadar inanılmaz heyecanlı bir yolculuk oldu. Annem beni çok çalışırsam her şeyi başaracağıma inandırarak büyüttü. Hala buna inanıyorum... İş hayatıma Medya Planlama Asistanı olarak başladım. Türkiye’de yeni yeni gelişen böyle bir uzmanlık alanında kariyerime başlamak benim ilk şansım olmuştu. Çalıştığım süre boyunca hem öğrenme hem de öğrenirken etrafımdan ayrışma olanağı buldum. Şimdi dijital pazarlamanın farklı kollarında çalışan genç arkadaşlarım için de bu söz konusu. Herkesin çok bilmediği şeyleri önceden ve iyi bilirseniz bu size öne çıkma imkanı sağlar, rekabete karşı sizi güçlü kılar. Grubumuzu da stratejik olarak bu şekilde konumlandırıyoruz.

6

Sektör değiştirmeniz gerekse, nerede çalışmayı tercih edersiniz? Yeteneğime güvenerek söylemiyorum, çünkü var mı ondan bile emin değilim ama, oyuncu olmak isterdim. Ya da genel anlamıyla sahne sanatlarıyla ilgilenebilirdim. Şarkı söyleyebilmeyi de çok isterdim. Şimdi oğlum bu hayallerin peşinde. Benim kalbim de onunla birlikte bu serüveni deneyimleyecek.

7

Üçüncü çeyreği daralmayla kapattık. Alarm zilleri mi bunlar; 2017’den beklenti

nedir? 2016’nın ilk yarısında önceki yılın aynı dönemine göre medya yatırımları TL bazında yüzde 13 artış kaydetti. Temmuz ayında darbe girişimi nedeniyle iletişim kanalları haber içeriğine ağrılık verdi. Ağustos ise önceki yılki gibiydi. Eylül-Ekim’i de güzel geçirdik. Kasım’da yavaşlama oldu. Bu, ÖTV’deki değişimler, kur artışı gibi nedenlerden kaynaklandı. Kimi şirketler reklama konu olacak mesajlarını yeniden düşünmeye koyuldu, dolara bağlı iş yapan şirketler giderlerine odaklandı. Kasım’da ortamın huzursuzluğunun satın alma tercihlerine yaptığı olumsuz etkiyi de gördük. Aralık ayı aslında hareketliydi. Ötelenen kampanyalar hayata geçti. Biz 2016’yı %9-10 büyümeyle kapattık. 2017’ye gelince, küresel piyasalardaki dalgalanmalar dışında ülkedeki belirsizlikler, terör, referandum ihtimali gibi gelişmeler dahilinde Türkiye ekonomisi bu yıl geçen yıla göre daha az bir büyüme gösterebilir. ‘2017 zor geçecek, inanılmaz tedbirli olalım’ gibi bir düşüncemiz yok, ama WPP Türkiye olarak yıla çoklu senaryoyla girdik.



Yazı:

Ali Akay

GİZLİ SAKLI

Bir şey saklı olduğunda nerede aranmalıdır? Öncelikle, arananın ne olduğunun bilinmesi gerekir. Arayan bir gizi ortaya çıkarmak ister. Tarih böyle gizlilikleri ve komplo gibi kullanılan nesneleri anlatan hikayelerle dolu. Bunların bazıları yaşanmış hikayeler bazıları ise romanlardaki kurgu hikayeler. Edgar A. Poe’nun veya Alexandre Dumas’nınkiler gibi birçok anlatı gizli ve saklı ilişkisinin açık bir şekilde yapılmakta olduğunu bize gösterir. 14. Louis’nin karısı, Madame de Maintenon’un çalınan mektubu (veya Dumas’nın Üç Silahşörler hikayesinde Kral’ın hediyesi olan mücevherleri) bize psikanalitik ve siyasi bir gerçeği anlatır. Bu gerçek, hayalgücünü çalıştırır: Gerçek ilkesi ve haz ilkesi arasında yer alan “hayalgücü”. Lacan’ın 1966 yılında yayınlanan Yazılar adlı kitabı, Poe’nun Çalınmış Mektup adlı bu hikayesinden bahsederek başlar. Bu inceleme, aslında, Lacan’ın 1955 yılında yapmış olduğu bir seminerde sunulmuştur. Poe’nun hikayesinde, “ünlü kişi” diye adlandırılan, Fransız kraliçesidir. İlk olay yatak odasında geçer. Burası Lacan’a göre, ilk sahnedir. Burada Kraliçe’nin onuru ve haysiyeti söz konusu edilmektedir. Bu sahnede Kraliçe, Kral’ın mevcudiyetinde ve dikkatsiz bir anında, elindeki mektupla yakalanmamak için, birçok kağıdın yan yana durduğu masaya mektubu ters çevirerek bırakır. Ancak aynı odada bulunan Kral’ın Bakanı’nın gözünden bu hareket kaçmamıştır. Eline aldığı başka bir mektubu okurmuş gibi yaparak masaya yaklaşan Bakan, bu sefer Kraliçe’nin bir dikkatsizlik anını kollayarak, elindeki mektupla onun mektubunu değiştirip, Kraliçe’ninkini kendi cebine koyar. Hikayede ikinci mekan Bakan’ın odasıdır. Burada, Dedektif Dupin, mektubu bulmak üzere işe koyulur. Ve bir süre sonra, Bakan’ın odasında, herkesin görebileceği bir yerde, masadaki mektubu görür. Ve elinde tuttuğu dosyasını masanın üzerine koyar, sonra da dosyasını unutmuş gibi yapar ve dönerek “çalınmış mektubu” kraliçe için geri alır. Hırsız Bakan, odasındaki masanın üzerine kağıtların arasında bırakmıştır mektubu, ki hiç dikkat çekmesin. İki ayrı yerde, iki aynı olay, iki ayrı kişi tarafından gizi açık bir şekilde gösterir. Lacan, bu ilişkilerdeki duruma “intersubjektif karmaşa” adını vermektedir. Bir bakıma devekuşunun saklanmasına benzer bir durum yaşanır: Devekuşu politikası. Saklı olan aslında gözükmektedir. Lacan soruyu şöyle sorar: “Kraliçe üzerine ele alınan bir gösteren (mektup) onu ele geçirene boyun eğer mi?” Yani; kraliçe, mektubunu geri almak için mektubu ele geçiren kimseye boyun eğmek zorunda mıdır? Bir 034

Seza Paker Exit Music (Like a Film), video still, 2003

tehditle hakimiyet veya töhmet altına alınmak mektubu geri çalmakla aynı değerde olabilir mi? İktidar altına alınan gelin sonunda kurtulacaktır: Kadınlığıyla. Gücü, kadınlığından gelmektedir. Ama gücü kadınlığı ise, kocasının elinden nasıl kaçabilecektir? Yardımlarla. En gizli saklı olan yer kimsenin aklına gelmeyen, görünürde olan yerdir. Kraliçe’nin kadınlık “onuru” ise bu sayede kurtulmuştur. Bugün kaç kişi açık olup da gizlenmek isteneni anlayabiliyor? İnsan düşünen ve görebilen bir canlıysa, bugün nasıl oldu da, dünyanın birçok yerinde insanlar, düşünmek ve dikkat etmek yerine söylenenlere inanıyorlar? Saklılık hali okunamamaktan değil, okumasını bilemeyenden ve hatta nereye bakacağını bilmeyip, göremeyenlerden ileri geliyor. Anlatılanları duymak veya duymamak, yaşananları görmek veya görmemek sadece güncel dikkatle ilgili bir şey. Kraliçe’ye gelen mektup da aslında, 14. Louis’nin karşısında karısının ispat olarak göstereceği bir kanıt değil, saklanması ve duyulmaması gereken bir kanıttır. Ve bu kanıt, görülen ve gösterilende değil, saklanandadır. Öyleyse, sorun gözüken ve basit olanda yatar. Yeter ki görmesini bilelim.


LESS IS MORE 25 yıldır tasarımda “az”ın gücüne inanıyor, ev & ofis için mobilya ve aydınlatmanın modern klasiklerini showroomlarımızda sizler ile buluşturuyoruz.

Ortaköy Dereboyu Cad. No: 78 34347 İstanbul T. +90 212 327 05 95 - F. +90 212 327 05 97 Apa-Giz Plaza Büyükdere Cad. No: 191 K.-1 Levent 34330 İstanbul T. +90 212 264 75 75 - F. +90 212 264 75 74 Cinnah Cad. No: 66/1 Çankaya/Ankara T. + 90 312 440 06 10 - F. +90 312 440 05 94 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com


Yazı:

Fatih Özgüven

SARKİS: AYNA

Sarkis’in son işlerine bakarken, insanın aklına var olmayan felsefe kitaplarına ait, Kant ya da Schopenhauervari başlıklar geliyor; Prunk und Idee, Pomp and Circumstance ya da Türkçe bir başlık uydurmak gerekirse, Debdebe ve Düşünce. Çünkü; sergi salonuna girdiğimizde bizi karşılayan Neo-Barok atmosfer, floresan, fotoğraf ya da ayna ve ruj gibi çağdaş malzemeyle oluşturulmuş da olsa, çok geçmeden zihne çok daha eskiye dair soruların gölgesinin düşmesi kaçınılmaz bu sergide. Burada daha çok gezineceksek, dekorun ardında gizlenen düşünceyi ciddiye almalıyız. Buna razı mıyız? Evet. Zira, görünenin gerisindeki, Sarkis’in esin perisi bellek tanrıçası Mnemosyne’ye bağlı düşünce ilginç. Dirimart’ta açılan Ayna sergisinin önemli yancısı, Sarkis’in Uwe Fleckner ile hazırladığı bellek ve onun biriktirilme biçimlerine ilişkin antoloji (1) önsözünde şuna dikkat çekiyor; müze parçalarının bir tür savaş ganimeti olarak saklanıp üzerlerindeki izlerin silinmesi mi muteber yoksa bu ganimetin insanlığın ortak acısının nişanlarını taşıyan, canlı ve yaralı bir kalıt olarak saklanması mı? Sarkis ikinciden yana. İşte o zaman debdebeyi küçümsememek gerektiğini, tam adını koyamadığımız bir müze, bir anı deposu, kütüphane, ibadet yeri, kapatılma mekanı vb. duygusu uyandıran sergi mekanının bu soruyu sormak için böyle olduğunu, dekorun şifrelediği kötülüğe işaret etmek için bu kılığa büründüğünü fark ediyoruz. Rahat olalım ama çok da değil. Bir Peter Greenaway filmi eklektizmi içindeyiz, ama o kadar da tuzu kuru olmayarak. Bir cabinet du curiosité’de, acaibeler kabinesindeyiz, hatta bir korku filmine çok yakınız ama tam da sınırda. Bunu fark edince, büyütülmüş Blade Runner filmi

Üst: Okuma Odası, 2017 Fotoğraf:

Işık Kaya, ©Dirimart Alt: 2015 Villejuif Atölyem, 2017 Mat Folyo Baskı, ©Sarkis.

karesindeki distopik vurgu, ışıklı kutulardaki vitray tekniğinin kendine özgü parçalılığını daha da görünür kılacak. Bu kez tekinsiz bir parçalanmışlık olarak. Mekan fotoğrafları önündeki küçük üç boyutlu anı sunakları ‘nostaljik olmayan’ı hatırlatacak, hatta abartalım, uğursuz bir geleceği Alzheimer’lı geçirmemek için dua etmemiz gerektiğini fısıldayacaklar. (Ya da tersi, öyle geçirmek için.) Neon şimşekler ve yıldırımlar bariz ve galip olanın görkemi ve hışmıyla ışıldayacak, ama başını elleri arasına almış bacakları çıplak yaşlı adam ikonası fotoğraflandığı loş mekandan ‘Aydınlanmacı düşüncenin’ başlangıcı gibi bir yere ışınlanacak. Bir farkla: ‘Düşünüyorum, ama var mıyım?’ Kötülüğün sinsi ve/ama daha da görünür olduğu film parçaları, silinmiş, silinme süreci müzikleştirilip yeniden plaklaştırılmış uğursuz plak kayıtları, ganimet ve yıkımla ilgili ipuçları... Seyirci, bütün bunlar kavramsal bir gösteri halinde üzerinden akmayacaksa bir yerde durmak, bağlantı noktası bulmak gerektiğini düşünebilir. Özellikle ‘hala-resim-sever’ seyirci için bu nokta Sarkis’in tuvalin ortasına yerleştirilmiş lekelerden oluşan resimlerinden biri olabilir. Bir Edvard Munch resminin soyutlanmış, leke ve şekle indirgenmiş hali bu. Tam bu resmin orada sadece bir Munch resmi soyutlaması önünde değil, Shining ya da 2001’in amansızca modern birer sınır karakolu gibi olan, hermetik ve karanlık son sahnelerinden birinin de önündeymiş gibiyiz.

(1) Mnemosyne’nin Hazine Sandıkları, Platon’dan Derrida’ya Bellek Kuramı Üzerine Metinler, Fleckner/ Sarkis, Umur Yayınları. 036



Öykü:

Işıl Eğrikavuk

AŞIK OLUYORUM

Bundan tam iki ay önce, çok ama çok fena aşık oldum. Böğürmek istiyordum hayvanlar gibi kapısının altında. Rakı kadehleri taşsın, her aşk şarkısı bizim için söylensin, kemancıların başlarından paralar saçayım istiyordum. Cebimdeki bütün parayı onun sevdiği restoranlara, yemeklere, konserlere harcayayım, her istediğini alayım, herkes bize baksın, ‘İşte bu benim sevgilim!’ deyip ona sarılarak gerineyim istiyordum. Tek bir sorun vardı, ki onun sorunuydu bu -ben bunu hiç dert etmemiştim. O da benim kadın, onun da erkek oluşumuzdu. Bu sorunu, yani onun sorun olarak atfettiği bu durumu, benim fark etmem ilk buluşmamızda oldu. Gelen hesabı ödemek için ikimiz de aynı anda davrandığında, “Aa olur mu ha sen ha ben, ne fark eder!” deyip eline vurarak cüzdanıma atladım. Bu da yetmiyormuş gibi garsona yüklü bir bahşiş bırakıp göz kırpmayı ihmal etmedim. ‘Yengenizin yanında beni mahçup etmeyin’ diyen orta yaşlı, kel ve göbekli bir adam çıkmıştı içimden bir anda. Aniden ayağa kalkıp sandalyemi çektim. Yetmedi, bir hamlede onunkini de çektim. ‘Hadi çıkalım buradan bir an önce’ dedi bi anda içimdeki keltoş. Elinden tuttum ve koşarak eve attım onu. O günden beri de beraberiz. İlk başlarda bu durumu çok umursamıyor gibi görünüyordu. Ta ki ayrı kaldığımız gecelerden birinde penceresinin altında belirdiğim ana kadar... Evet bir gece dayanamayıp penceresinin altına gittim, filmlerdeki gibi. Aslında fark edilmemek için tepeden tırnağa siyah giymiştim. Tam balkonunun altına çökmüş bekliyordum ki, birden, sigara içmek için üstümde belirdi. Gözlerindeki şaşkınlığı görmeliydiniz. Yaptığımın normal olmadığını anlatmaya çalışsa da, onun için yazdığım şiiri bağırarak okumaya başlayınca dayanamadı. Aşağıya koşup bana sarıldı. Sonraki günlerde aşkım giderek büyüdükçe, alter ego karakterim de büyümeye başladı. Önce yürürken elimi omzuna atıp ağırlığımı hafiften ona vermeye başladım. Aynı boyda olduğumuz için bu sorun olmuyordu, hatta topuklularımla ondan uzun olduğum için daha bile rahat yaslanıyordum. Metroya bindiğimizde onu en köşeye sıkıştırıyor, önüne dikilip gardımı alarak onu iyice çevreliyordum ki, kimseye bakamasın bile. Yürürken hafifçe belinden tutup onun o narin salınışlarına yön vermek hoşuma gidiyordu. Kendimi tam bir kadın gibi hissediyordum ki, işte o anlardan birinde bana hiç normal olmadığımı, tıpkı bir erkek gibi davrandığımı söyledi. Gururum fena halde incinmişti. Gene de ses etmedim, kafamı sağa sola salladım, hafifçe tıslayarak. 038

Together, Louise Bourgeois, 2005, ©The Easton Foundation Fotoğraf:

Christopher Burke

Ona hediyeler almak, sevdiği şeyleri yapmak hoşuma gidiyordu. Cep telefonu bozulduğunda ofisine kırmızı güller içinde bir telefon yolladım. Telefonun Ericsson’un tuşlu bir modeli olması dışında benim için gayet romantik bir davranıştı. Oysa ki o ofis arkadaşlarının kendisiyle alay ettiğini söyleyerek gözlerini devirmekle yetindi. Yılmadım, ‘Kadınlar neden ve nasıl sever?’ konulu bir kamu spotu yaptım onun için. Karlardan adını yazıp, yanında poz vererek cep telefonumla kendim çekmiştim. Beğenmedi. Bir şirketle anlaşarak gökyüzüne lazerle adımızı yazdırdım ve saat tam 12’de balkona çıkması için mesaj attım. Çıkmadı bile. Anlamalıydım, ama aşk gözümü öylesine kör etmişti ki beni sevmemesine ihtimal bile vermedim. Son çırpınışlarımı yapmaya hazırlandığım gün, aslında onun son hamlesini yapacağının farkında bile değildim. Birlikte sinemaya gitmiştik. Tabii film başlamadan perdeyi kiraladığımı ve ekranda beliren resmimizin altında kırmızı dev harflerle ‘Benimle sonsuza dek bu yolculuğa var mısın aşkım?’ yazısının çıkacağını o bilmiyordu. Popcorn ağzındayken yazıyla karşılaşınca o sevimliliğini görmeliydiniz. Heyecandan bayılacak gibi bir halde tuvalete koştu. Bu onu son görüşümdü. Ara sıra romantizmin neresinin kötü olduğunu düşünmüyor değilim. Onu tüm kalbimle sevdiğimi göstermenin neresi tuhaf olabilir? Bence o da bunun farkında, sadece biraz naz yapıyor, o kadar. Şimdilik bu oyununu biraz sabrederek bekleyeceğim. Yeni arabamla evinin etrafında her gün turluyorum sadece, eminim o da bunun farkında.


XOXO The Mag’in katkılarıyla yayınlanmaktadır. !f Tomorrow Sponsoru

Medya Sponsoru

Dergi Sponsoru

Radyo Sponsoru

!f Tomorrow Sponsor

Media Sponsor

Magazine Sponsor

Radio Sponsor

Kurumsal Destekçiler Institutional Supporters

Perde Reklam Sponsoru

!f 2 Sponsorları

Festival Destekçileri

!f Ankara Destekçileri

Theater Commercial Sponsor

!f 2 Sponsors

Festival Supporters

!f Ankara Supporters

Online Medya Sponsoru Online Media Sponsor

Otomotiv Sponsoru

Konaklama Sponsoru

Automotive Sponsor

Accommodation Sponsor

Gazete Sponsoru Newspaper Sponsor

İnternet Sponsoru Internet Publicity Sponsor

Teknoloji Sponsoru Technology Sponsor

!f İzmir Destekçileri !f Izmir Supporters


Yazı:

Aslin Kumdagezer

GİYİLEBİLİR, EVET?

Dijitalleşmenin eşiğinde, ebeveynleriniz ilk akıllı icadını 1972 yılında bileğine takıyor; Hamilton Watch Company’nin Pulsar’ı 2017’deki sayborglaşmanın startını o günlerden veriyor. Siz kuvvetle muhtemel akıllı cihazları 90’ların ilk yarısında yakalıyorsunuz, (hala çekmecelerimizden birinde sakladığımız Seiko ve Casio’larımızdan bahsediyoruz). Üç pikselli, tüplü televizyon ekranından üzerimize doğru büyüyen, klavyesi, hesap makinesi, alarmı, takvimi tek bir tasarımda birleştiren ve erken dönem versiyonunuzun günlük ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayan teknoloji harikası alınması elzemler listesine ekleniyor. Hayal gücümüz henüz kısıtlı, Apple Watch’ın büyük büyük dedesinden daha fazlasını isteyeceğimizden haberimiz yok... 90’lardaki soft teknolojimiz, James Bond’un alet edevatına imrendiğimiz halimiz, milenyumda terminolojisine giyilebilir teknolojileri ekliyor. ‘Geek’ler arasında yayılan heyecan furyası ana akım tüketiciyi vuramıyor. Günün fashionista’ları sayborg gibi gezmeye henüz hazır değil, hala en sevdiğimiz aksesuarımız Paris Hilton onaylı fuşya Motorola Razr V3. iPhone’un oyunu bozmasına çeyrek var, Blackberry’lerinizin tadını çıkarın. Uzunca süren bir adaptasyon sürecinden sonra, teknoloji artık çanta ve ayakkabılarınız kadar önemli. iPhone kabınızı manikürünüzle ya da yeni Louis Vuitton’unuzla eşleştirmeye başlayabilirsiniz. Gün itibarıyla milenyumun vadettiklerine, giyilebilir teknolojileri nihayet giymeye ve üzerinde trend analizleri yapmaya hazırız. En azından fikren... Zira adı giyilebilir olan teknoloji hala günlük hayatta kullanılamayacak kadar çirkin, stilden yoksun, trendlerden bihaber. Bu sırada moda dünyası kış uykusunda, inovatif birkaç tasarımcı haricinde kimse teknolojinin yanından geçmeye niyetli değil. Teknolojinin uçsuz bucaksız vaatleri tüketicinin giyinmek istedikleriyle on yıllarca aynı odada buluşamıyor. Nedenler sonuçlar birbirini kovalıyor. Ve ileride bir gün Karl Lagerfeld’in Chanel’i bilgisayar kablolarına dolayabilme ihtimali, Thomas Moore’un ütopik fikirlerinden bile uzakta gibi görünüyor. 2014 yılında Intel, uzun zamandır beklenen adımı atıyor ve Opening Ceremony’nin kapısını çalıyor. Giyinmek için heyecanlandığımız ilk teknolojik tasarım sene sonunu bulmadan raflara vuruyor. Bu vesileyle o günlerde sorularımızı yönelttiğimiz Intel’in Başkan Yardımcısı Ayşegül İldeniz, geleceğe dair kehanetlerinde terminolojimize ‘internet of things’i eklememizi salık veriyor ve artık kelimenin tam anlamıyla sayborglaştığımızı kabul etmemiz gerektiğini 040

Apple Watch Hermès, Courtesy of David Sims, Apple

söylüyor. Kabul. Apple ve Hermès işbirliği kabul ettiğimiz gerçekliğin bonusu olarak geliyor. CES’in raporlarına göre, ruh halinizi, aktivitelerinizi ve hatta kedi ve köpeğinizi takip eden giyilebilir teknolojileriniz artık normal alışverişinizin bir parçası. 2015’te ABD’de 28 milyondan fazla giyilebilir satışı yapılıyor, 2018 için öngörü rakamın 45 milyona ulaşması yönünde. An itibarıyla Kuzey Amerika’nın %5’i zamanı akıllı saatlerine bakarak öğreniyor. 2015’te 8 milyondan fazla akıllı saat satışı gerçekleşiyor. Rakamlar giyilebilir teknolojinin artık giyilebilir olduğunu söylüyor. Ancak söz konusu tüketim olduğunda Japon balığınınkini aratmayan dikkat aralığımız yeniden dağılıyor. Normalleşen giyilebilirler, artık ilgi çekici kategorisine dahil olmuyor. Öyle ki Ocak ayının ilk haftasında gerçekleşen CES 2017’de Misfit’in dokunmatik akıllı saati Vapor haricinde giyilebilir teknolojiden eser yok. Henüz rüşdünü yeni ispatlayan giyilebilirlerin CES’teki geri adımı, terminolojilerimizde reforma gitmemize ön ayak oluyor. Artık bileklikleri, telefonları, saatleri akıllı diye ayırmanın gerekmediği bir geleceğin eşiğinde olduğumuz mesajını direkt olarak almış olmalısınız. Günün sonunda kullandığımız tüm alet edevatın görece varlığımızdan akıllı olması olasılığına ise alışmaya başlayabilirsiniz. Tabii, hala septik olma avantajını elinizde tutuyorken, giyilebilirler artık giyilebilir olduğuna göre sırada ne var diye sorabilirsiniz.


EN İYİ BEN İÇİN YENİ BİR GÜN DAHA! Serisi Saç Düzleştiriciler


HELLO/ GOODBYE

LEXIE SMITH

Röportaj:

Serap Gecü Fotoğraflar:

Eric Oglander

Eric, Lexie’yi Brooklyn’de, birlikte yaşadıkları evlerinde XOXO için fotoğrafladı.

Lexie, duymaktan fena halde sıkıldığın bir şey söyle. “Gluteni bıraktım.” Neden ekmeğin dünya üzerindeki en şiirsel şey olduğunu düşünüyorsun? Ekmek canlıdır, nefes alır. Malzemeler aynı olsa bile asla biri diğerinin aynısı olmaz. Hassas ve dışavurumcu, dürüst ve gereklidir. Modern toplumun barometresidir. Hayatını ekmek yaparak geçirmeye ne zaman karar verdin? Çok planlı bir karar değildi aslında, yazar ve sanatçı olarak yaptıklarımı beğeniyordum, aynı şekilde pişirdiklerimi de... Gezegendeki varoluşumla baş etmek adına kendimi bildim bileli yemek yapıyorum. Kendine hep sorduğun o soru? “Nasıl?” Yenilemeyecek bir şeyi yeme hakkın olsa? Sevdiklerimin yanaklarından başlardım. Seni mutlu eden en kısa tarif? Zeytinyağı, yumurta sarısı ve ançuezi karıştır, üstüne istediğini ekle. Ve günışığı. Neyden vazgeçemezsin? Yılanım Samuel’den. O bir top pitonu. Ofisimde, hindistan cevizi kabuklarıyla dolu bir kutuda yaşıyor. 042


043


Türkiye’den bir kadın olmak, kadın bir sanatçı olmak ne demek? Mart sonuna kadar Paris’te Cité des Arts’ın konuğu olacak Fatma Bucak’la bir araya gelerek, çalışmalarında konu edindiği kimlik, toplumsal bellek ve göç konuları üzerinden bu soruya bir cevap aradık.

Röportaj:

Naz Cuguoğlu Fotoğraf:

Gökhan Yorgancı

044

FATMA BUCAK


Türkiye’den kadın bir sanatçı olmak senin için ne ifade ediyor? Toplumumuzda kadın olmak, kadın sanatçı olmaktan önce. Bugün hala, temel kadın hakları mücadelesinde bahsediyor, geldiğimiz yerin aslında gelmiş olmamız gerekenden ne kadar geride olduğunun hesabını yapıyoruz. Annemin dönemiyle karşılaştıracak olursam, son dönemlerde aktif bir kadın mücadelesinin var olduğunu söylemem gerekir. Kadın sanatçıların sayıca çokluğu, bugüne kadar üstünü açmadığımız meselelere de yer vermek anlamına geliyor. Ben kendi çalışmalarımda da bazı noktalardaki hassasiyetlerimi görebiliyorum; göçmen olmak, göçmen kadın olmak, sınırı yürüyerek geçmek, sınırı bir kadın olarak yürüyerek geçmek, Adem’i okumak, Havva’dan okumak. Bizimki gibi bazı coğrafyalarda, kadın ya da kadın sanatçı olmanın getirdiği farklı ağırlıklar da var. Daha güçlü durmayı, destek vermeyi ve almayı gerektiren bir ağırlık ki, şu dönemde ülkemizde bu konuda hareketler olduğunu görüyorum.

1

Çalışmalarında seçtiğin peyzajlar, bir toprak parçası olmaktan çok daha fazlasını ifade ediyor, tarihsel bir belleğin parçası olarak öne çıkıyor. Bellek, üzerinde durduğum, sıkça düşündüğüm konulardan biri. Tek elden tarih yazılan şu dönemde, yalanlardan arınarak toplumsal belleği oluşturmak ve unutturmamak için belgelemek ve belgelenileni arşivlemek gerçekten çok zor. Bu anlamda peyzajın da bir dili, hikayesi var. Üzerinde yaşanmışlığı ve yaşayanların anlattıkları... Aslında bazı toprak parçalarında çalışmak benim için üzerindeki bilgi kırıntılarını takip ederek bir yere ulaşmak gibi. Tarihsel bellek bugünün yarını, dünün de bugünü için önemli.

2

Remains of what has not been said, 2016, eighty-four

Kimi zaman çok tanıdık, kimi zamansa yabancı olan bu peyzajlar kişisel bir hikayeye mi dayanıyor? Bazen tanıdıklarımıza başka bir açıdan baktığımızda tanınmaz hale gelir, değişirler; küçük bir açı değişimi bütün bu tanınmışlığı yok eder. Arada kalırız, o mu değil mi bilemeyiz. Bu “anlaşılmamazlık” hissi benim işlerimde zaman ve mekanla oynarken bir anlatım biçimi haline geliyor. Tabii ki bu bireysel hikayelerimize de dokunuyor. Büyürken yaşadığım peyzajlarda gördüklerimle bugün onlara bakarken hiç tanımamış olduğumu fark etmem arasındaki ilişki, hem biraz önce bahsettiğimiz belleğe, hem de o esrarengizleşen tanıdık olma/ olmama hissine dokunuyor.

digital archival pigment

3

4

Tarihin yeniden yazımı konusuna tekrar dönersek, bu kaygı işlerine nasıl

yansıyor? Biraz önce yalanlarla baş ederek tarihsel belleği oluşturmaktan bahsettik. Bundan farklı olarak işlerimde hikayelerin yerlerini ve karakterlerini değiştirerek, yapıp bozmayı öğrenerek, yeniden şekillendirmeyi ve açıları değiştirerek görmeyi deniyorum. Bu hem beni hem de izleyiciyi yer değiştirmeye zorluyor. Hikayeye, anlatılana bir de “böyle” bakmak...

prints. This work was made possible through the generous support of the Fondazione Sardi Per l‘Arte, Torino.

Bir sanatçı olarak sansür, devlet şiddeti ve göç gibi konulara eğilmenin sorumluluğunu hissettiğin söylenebilir mi? Sanatçı, yaşadığı dönemin ve politik ortamın sorunlarının kırıntılarını her dönem işlerinde taşır. Bu görünür ya da “görünmez”. Ben son dönemlerde üzerinde yoğunlaştığım konular gereği şekillenen bir çalışma süreci içerisindeyim. Siyasal şiddet, göç, kadın, sınır, sınır deneyimleri... İnsan olarak bu konulardan kendimi istesem de alamıyorum, sanatçı olarak ise bu bir seçim. Yeni yerlerde yaşarken üretim sürecim olayları takip edebilmeme ve incelememe bağlı. Bu anlamda konuya eğilme sorumluğundan çok bana değen şey üzerine çalışırken konuyu en doğru biçimde “öğrenme” sorumluluğu hissediyorum.

5

045


7 Politik olarak epey yüklü, bir anlaşmazlığı da beraberinde taşıyan coğrafyalarda gerçekleştirdiğin çalışmaların var. Batı Sahra’daki deneyimlerinden bahsedebilir misin? 1976 yılında bağımsızlığını ilan eden ancak Fas’ın hala tanımadığı ve işgal ettiği Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti’nin halkı Sahravilerin büyük bölümü, iki bölge arasında kırk bir yıldan beri süren çatışmalardan dolayı mülteci kamplarında yaşıyor. Ülke kendi içinde ikiye ayrılıyor: İşgal edilmiş ve serbest bölge. Binlerce askerle çevrelenmiş ve milyonlarca metrekare mayın tarlasıyla serbest bölgelikten çıkmış 2700 km’lik bir kum duvar: Fas Duvarı. Sınır kimliğini hiç bu kadar güçlü yaşamamıştım. Mayın tarlası ortasında ölümle dans ettiklerini bilerek yürüyen, protesto eden Sahraviler mücadelelerine devam ediyorlar. İnsanın sınırlarla fiziksel, ideolojik, kavramsal ve etik olarak nasıl müzakere ettiğini bu “sessiz” mücadelenin tam ortasında hissediyorsunuz.

6

Amerika-Meksika arasında yaşanmakta olan göç konusu üzerine üretmeye nasıl karar

verdin? Teksas’a davet edildiğimde sınır bölgesini askerileştirmeye harcanan paranın büyüklüğü, ülkeye giren göçmen koşullarının berbatlığı, DNA testi yapılamadığı için isimsiz kalan mezarların çokluğu, kadın göçmenlerin yaşadığı taciz ve tecavüz vakaları beni etkilemişti. Göçmen hakları ve pratik anlamda göçmene yardım üzerine çalışan kiliseye bağlı ve bağlı olmayan bazı gruplarla iletişime geçtim. Bunlardan ikisiyle iki haftalık bir sınır yürüyüşü yaptım. Amacım okuduklarımı görmek ve gözlemlemekti. Bu da beni konuyu ne şekilde ele alabileceğime götürdü. Böylelikle kendimi sınırı geçmeye çalışanların kıyafetlerini toplarken buldum.

Damascus rose, 2016 Damask rose cuttings from Damascus, kuşburnu plants, electrical tape, cotton fabric, potting soil, water, ultraviolet light. This work was made possible through the generous support of SAHA Association, Istanbul

Son dönemde Şam gülleri üzerine gerçekleştirdiğin bir projen de oldu. Savaş ve göç üzerine araştırmalarıma devam ederken bir yazı ile karşılaştım: Şam’da savaştan etkilenen toprağın üretme gücünün ve dolayısıyla Şam güllerinin üretiminin büyük ölçüde azaldığını öğrendim. Onların Şam’dan çıkarabildiğim kadarını farklı ülkelerde aşılayarak yetiştirmeye karar verdim. Güller Şam’dan iki kişi aracılığıyla çıkarılıyor, Beyrut’a geliyor, oradan da Avrupa’ya doğru yaklaşık iki hafta süren bir yolculuk başlıyor. Bir kısmı yaşıyor; bir kısmı ise uzun ve yorucu yolculuğa başlayamadan, Beyrut sınırında ya da Avrupa girişlerinde geri gönderiliyor ya da yok ediliyor. Şimdilik altı denemeden ikisinde başarılı olduk ve ilk grup İsviçre’de bir bahçeye ekildi, diğeri ise Providence’da iç mekan yetiştirme alanında sergileniyor. Güller eğer topraklarını sever, yeni kökle birleşmeyi kabul ederlerse DNA’larını koruyarak büyümeye devam edecekler. Sergi sonrasında ise farklı bahçelere yerleştirilecekler ve bakımları devam edecek.

8

Ocak-Mart 2017 döneminde Cité des Arts’ın konuğusun. Toprakla ilgilenen bir sanatçı olarak Paris’in kent olarak sana farklı kapılar açabileceğine inanıyor musun? Yeni bir araştırma süreci için okumalarımı yapabileceğim bir alan olacak. Özellikle de Paris’i böyle askerileştirilmiş görmek şaşırtıcı. Bu anlamda burada olmanın askerleştirilmekle güvenlik tanımlarını karıştırdığımız, aynı olduğuna inandırıldığımız şu süreçte benim için ayrı bir önemi var.

9

046



Öykü Karayel, seyircide tekrar izleme isteği uyandıran tiyatro performansından sonra, yer aldığı yapımlarla izleyicinin ve bizim hafızamıza kazınıyor. Tıpkı Zeki Demirkubuz’un filmi Bulantı’da canlandırdığı karakter gibi... Öykü’yle, son filmi Toz vesilesiyle buluştuk ve beklentileri artıran oyunculuk kariyerini konuştuk.

Röportaj:

Murat Emir Eren Fotoğraflar:

Gökhan Polat Jr. Moda Editörü:

Tuğçe Bahçıvangil Saç:

İsa Yıldız/ Makas Makyaj:

Mustafa Cebeci/ M.A.C ürünleriyle

Sweatshirt:

Stella McCartney/ Beymen Pantolon:

Stella McCartney/ Beymen Ayakkabı:

Dora Teymur/ V2K Designers

048

ÖYKÜ KARAYEL


Bugün, Güzel Şeyler Bizim Tarafta’yı düşündüğünde neler hissediyorsun; oyunda canlandırdığın Ayşe’yi özlüyor musun mesela? Bilhassa karakterden ziyade o kadar doyurucu bir oyunda oynamayı özledim galiba. Hala da örneğini az gördüğüm çok iyi bir oyundu. Ama şöyle söyleyeyim; o oyunun kötü olması için özellikle uğraşsak bile beceremezdik. Bazen az rastlanır rastlanır bir durum oluyor, bütün koşullar bir işin iyi olması için şekillenmiş oluyor; zaman, mekan, insanlar, bütün taşlar yerine oturuyor ve ortaya izledikten sonra çok az insanın unuttuğu acayip bir iş çıkıyor. Bu yüzden, oyunu hatırladıkça kendimi hep çok şanslı hissediyorum. Benim için Krek dönemi değişik bir dönemdi. Birçok şeyi beraberinde getirdi, hızlıca öğretti, beni haftanın dört günü çokça ağlattı, çok güldüm, değişik insanlar tanıdım, böyle şeyler hatırlıyorum. Güzel şeyler...

1

Önce tiyatroda, ardından televizyonda tanınır hale geldikten sonra, en hafif tabiriyle yolda yürüyemez oldun desek yeri. Bu durumla baş etmekte zorlandın mı? Yaşantıma yeni bir şey eklenmiş gibi oldu. Bu durumu hayatımın tamamı olarak algılamadığım için beni zorlamadı. Sadece belli noktalarda o değişime ayak uydurmam gerekti, onun dışında nasıl yaşıyorsam öyle yaşamaya devam ettim. Duruma kapılıp başka bir hayat yaşamaya başlasaydım belki bocalardım, bilmiyorum ki...

2

Triko:

Cheap Monday/ Bilstore Pantolon:

Acne Studios/ V2K Designers

3

Bulantı’da rol almadan önce Zeki Demirkubuz sinemasıyla ilgili hislerin

nasıldı? Zeki Demirkubuz’un bütün filmlerini düşününce Masumiyet’in yeri bende hala ayrı. Filmlerinde, işlediği meseleye çok kişisel bir yerden yaklaştığına dair bir hissiyatım vardı, bu sinema algısı bana çok yakın geliyor. Özellikle mesele insanın özüyle, zaaflarıyla, karanlık tarafıyla uğraşmaksa, olabilecek en zor yerden, kendinden yola çıkman gerekir ki bir manası olsun, yaptığın şey sakil durmasın. Bu yüzden, onun sinemasını cesur ve samimi buluyorum. Böyle filmler, içinde samimiyet olmadı mı amacına ulaşmıyor. Hem yapan hem izleyen için bir arınma yaşanması lazım. Yoksa insanlar ‘neydi bu şimdi?’ diye sorarlar, sonuçta iki saat hayatta önemli bir zaman dilimi.

Demirkubuz’un çoğu filminde denk geldiğimiz üzere, Bulantı’da da bir nevi anti kahramanlar ve onların kurbanları galerisi vardı. Canlandırdığın karakteri bu anlamda hangi sınıfa koyarsın? Bulantı çok gerçekçi bir filmdi.Bana göre, aynı hayattaki gibi filmde de bütün karakterler anti kahraman. Zaten bir kahramandan bahsedemiyorsak kurbandan da bahsedemeyiz, insanız işte, zaaflarımız, hatalarımız var. Yanlış gözüken tutumlarımızın kendimize göre birtakım haklı sebepleri olabiliyor. Bu anlamda benim oynadığım Aslı karakterinin bana göre Ahmet’ten hiçbir farkı yok.

4

049


050


Yakın zaman önce Gözde Kural’ın Toz adlı filminde rol aldın. Filmin çekimleri Afganistan’da, hayli zor şartlar altında gerçekleşti. Ekipçe bu durumla nasıl baş ettiniz? Afganistan koşullarını hepimiz biliyoruz, televizyonun ve gazetelerin bize söylediği kadarıyla... 50 senedir savaşı yaşayan bir coğrafyadan bahsediyoruz. Tabii ki zorlanacağımızı, güle oynaya çekim yapamayacağımızı bilerek gittik. Ama bütün koşullara rağmen çok güzel kotarmışız, filmi izledikçe fark ediyorum ve hala şaşırıyorum. Bazı dış görüntüleri gördükçe, orada bir turist olarak bulunmak bile bizi tedirgin ederken, koca kamerayla bir de o kadar şey çekmeyi nasıl becerdiğimize inanamıyorum. Güçlükler tabii ki oldu ama mevzu Afganistan’ı anlatmak olunca bütün cümlelerim ‘biz’le başlayıp ‘biz’le bitiyor. Bu sayede, her şeyle baş etmemiz kolay oluyordu, dostların arasındaydık.

8

Hem televizyonda, hem de sinemadaki ilk deneyimlerinde altından kalkması güç duygusal travmalara sahip kadınları canlandırdığını söylemek yanlış olmaz. Üstelik bu karakterleri kabına sığmayan bir sivrilikle değil, takdire şayan bir sükunetle canlandırdın. Bu roller seni nasıl etkiledi? Kendi oynadığım şeylerin tramvatik olarak beni etkilemesi gibi bir şey söz konusu değil. Hepsi oyun neticede. Oyunculuğu o tip bir konsantrasyonla yapmıyorum. Ama tabii film çekerken, oyunda oynarken elde edilen deneyimler etki bırakıyor. O da hayatın doğal akışı işte. Dediğin gibi bir etkiyi daha çok okuduklarım yapıyor. Senaryoyu ve yönetmeni tanımakla başlıyor, sonra her şey yönetmenin beklentileri ve diğer oyuncularla şekilleniyor.

5

Mutlaka yapmam lazım diye düşündüğün ya da bilhassa kaçındığın türde projeler var mı? Fikrini, amacını samimi bulduğum işlerin içinde olmak istiyorum, onlar beni çekiyor. Özellikle kaçındıklarım da bunun tam tersi, kötü niyetli olanları. Sadece iyi film yapmaktan daha başka, ödül, para, kazanılacak mevki gibi dertleri olduğunu gördüğüm bir işin içinde olmak istemem, umarım olmam da. Oyunculuğu beni mutlu etsin diye yapıyorum. Bunlar beni mutlu etmez ki.

6

Seni nasıl bir rolde izleyeceğiz? Canlandırdığım karakter Azra, duygularını ifade etmekte zorlanan, soğuk bir kadın. Nedense, okuyunca, rol bana çok yakın geldi. Daha ilk sayfalarından itibaren senaryo beni çok çekti. Bu kadar cesur bir iş olması ve böyle bir işe ilk filmini yapacak genç bir yönetmenin kalkışması, öyle bir coğrafyayı tecrübe etme fikri, hepsi beni çok cezbetti.

9

Giderken önyargıların var mıydı? Hiçbir öngörüm ya da önyargım olmadan, sadece koşulları bilerek, yapmak istediğim iş için ne gerekiyorsa onu yaptım. Gerçekten başından beri neden Afganistan’a gittiğimizi bile sorgulamadım diyebilirim.

10

Elbise:

Stella McCartney/ Beymen

Oyunculuk için beslenme yahut arınma alanlarına ihtiyaç duyuyor musun? Oyuncu için beslenme alanı da, arınma alanı da tiyatro sahnesidir herhalde. Çünkü orası daha deneysel ve başka bir disiplini var. Egzersiz gibi geliyor bana. Oyuncuyu diri tutuyor.

7

051


HELLO/ GOODBYE

ZHENYA & TANYA POSTERNAK

Röportaj:

Başak Ulubilgen Fotoğraflar:

Zhenya &Tanya Posternak

Onlar için işin en zor tarafı otoportre çekmek olsa da, Posternaklar, XOXO için New York’taki bu çekimin hem öznesi hem süjesi oldular. İlk karedeki Zhenya, veya Tanya.

Neyi tuhaf bulursunuz? ZHENYA: Soru sormamıza sebep olan her şeyi ve herkesi. TANYA: Tuhaflık normaldir. İnsanın kaşını kaldırmasına sebep olur. Bazen bir sıfattır, ama bazen isme de dönüşebilir. Ukraynalı olup New York’ta yaşamak işinizi nasıl etkiliyor? T: Sovyet prizması bizim için kesinlikle önemli bir araç. Z: Ukrayna’dan kalan mirasımız bize az şeye bakıp, çok şey görebilmeyi öğretti. New York’ta yaşamaksa insana birçok seçenek sunuyor ve bu da bizi daha seçici yapıyor. İkizsiniz; kim önce doğdu? T: Zhenya. O tam anlamıyla bir abla. Bir fotoğrafı sade ve aynı zamanda güçlü yapan nedir? T: Bir fotoğraf ya istediğin gibi olur ya da olmaz, bu kadar basit. Z: Şimdiye kadar çektiğiniz en zor fotoğraf neydi? Z: Otoportremiz. Mansur Gavriel’le çalışmak size ne öğretti? T: Sadakat, önsezi ve tutarlılık. Z: Kendine güvenmek, renklerin değerini bilmek ve modellere çantalarla hokkabazlık yaptırmak. ‘Posternak Crop’ dedikleri şey tam olarak ne? T: Bu hem aramızda bir espri hem de değil. Karelere zoom’lamayı seviyoruz. Doku, renk ve çizgiler, yakından daha enteresan görünüyor. Hayalinizdeki fotoğraf çekimi nerede ve kiminle olurdu? Z: Birkaç çıplak kızıl saçlı modelle, saçları rengarenk boyanmış, buruşuk yanaklı yaşlı kadınları Como Gölü civarlarında çekmek isterdik. Ne için mi? Eğlencesine. Veya bir gösteri için... 052


053


Her gün aynı şeyleri yaparak yaşamanın onun için rutinden öte bir anlamı var. Hatta yaratıcılığını buna borçlu olduğunu söylemek abartılı olmaz. Nendo’nun kurucusu Oki Sato ile, sıradan kabul edilen detayların, tekrarın, cana yakınlığın, günlük rutinlerin ve süzgece takılanların yaratıcı yönü üzerine konuştuk.

Röportaj:

Güzin Öztok Fotoğraf:

Takumi Ota

054

OKI SATO


Birçok tasarımcıdan oluşan bir ekip olarak, Nendo’da kişisel fikrin temsili açısından herhangi bir bireysellik mevcut mu? Nendo’da, her bir projeye atanmış tek bir tasarımcı mevcut. Ben de bu tasarımcılarla birlikte çalışıyorum, iki kişilik ekipler oluşturup, projeler ilerledikçe onları denetleyerek konuyu tartışabiliyorum. Her projenin özündeki fikri öneren ben olduğum için, öngöremediğimiz durumlar gelişebiliyor ya da proje farklı bir yöne doğru ilerleyebiliyor, ve bazen çok daha kapsamlı bir hale gelebiliyor. Başlangıçtaki ana fikirlerin süreç içinde nasıl gelişeceği ve dönüşeceği çoğunlukla öngörülemez ve sonuç ürün, tasarımcının yeteneklerine ve bu gibi konuları nasıl ele aldığına göre çeşitlilik gösterir. Bu belirsizlik, tasarımın en heyecan verici kısmı.

4

Bir düşünce deneyi olarak, tasarım süreçlerinizden ya da fikirlerinizden hiçbirini kullanamayacağınız bir senaryo içinde, kusur, eksiklik veya çirkinliğe nasıl yaklaşırdınız? Ben her zaman insanların duygularını bir şekilde etkileyecek olan o ince fikirleri bulmaya çalışıyorum. Hayatı zenginleştiren ve rahat hale getiren de bunlar. Sonuçta, yaptığımız her şey, insanlara bir gülümseme hediye etmek için.

1

Gerçekten, her gün aynı şeyleri mi yapıyorsunuz? Günlerimi sürekli tasarım düşünerek geçiyorum. Bu, günlük yaşamımın bir parçası, nefes almak veya uyumak gibi... Uyandığımda, 30 beyaz gömleğimden en yakındakini giyiyorum. Çoraplarım ve iç çamaşırlarımın hepsi aynı, siyah, Uniqlo, ve onları da düşünmeden giyiyorum. Aynısı 20 çift siyah pantolonum için de geçerli. Köpeğimle saat 10 civarında ofiste olacak şekilde yol boyunca yürüyoruz. Günlük programım, müşterilerle görüşmek, medyayla röportaj yapmak ve tasarımcılarla 20-30 proje üzerinde süreç kontrolü yapmaktan oluşuyor. Öğlen, aynı soba lokantasında aynı soba eriştesini yiyorum. Personel beni tanıyor ve sipariş bile vermeden aynı yemeği servis ediyorlar. Sonrasında ofis binasının ikinci katındaki kafede aynı kahveden üç-dört kez içiyorum. Kafede de aynı yere oturuyorum. Eve dönüş zamanım düzensiz ama neredeyse gece 3’e kadar tasarım yapıyorum. Benzer bir rutini Milano’da da sürdürüyorum.

2

Günlük rutin veya tekrarlama ile keşfetme anı arasındaki ilişkiyi nasıl tariflersiniz? Rutin işlerin gerçekten bana yardımcı olduğunu fark ettim; evimde vakit geçirip, her gün aynı kafelere gitmek benim için çok daha iyi. Bu sanki yanından sürekli bir süzgeç taşımaya benziyor. Bir yürüyüş esnasında, bir sürü küçük nesne bu süzgece takılıyor. Evdeyken süzgeci temizleyip yakaladığım en ilginç şeyleri düşünüyorum. Eğer her gün aynı şeyleri yapmayı sürdürürsem küçük farklılıkları fark ediyorum, ve bunların bir şekilde benim tasarım kaynağıma dönüştüğünü hissediyorum.

3

Fotoğraf:

Takumi Ota 50 Manga Chairs in Salone del Mobile Milan, 2016

055


Sıkıcı olmayan minimalist bir yaklaşım zorlu bir iş olarak tanımlanabilir. Bu durumla nasıl başa çıkıyorsunuz? Minimalist olduğumdan gerçekten emin değilim. Tasarımlarımın kendi adlarına konuşmalarını isterim, bu nedenle basit olmaları daha iyi -yani ilettikleri mesajın basit ve anlaşılır olmasını istiyorum. Ama bazen fazlasıyla minimal olduklarında biraz da soğuk olduklarını düşünüyorum. Bu nedenle, onların mümkün olduğunca dost canlısı olmasına özen gösteriyorum. “Arada kalmışlık” hakkında düşünmeye çalışıyorum. Bu tıpkı yıldızlara bakmak gibi, herkes yıldızlara bakıp, onların çok güzel olduğunu düşünür. Ama ben karanlığı, başka bir deyişle, yıldızların güzel gözükmesini sağlayan gökyüzünü görmeye çalışıyorum. Yani gökyüzünün kendisini, karanlığı tasarlamaya çalışıyorum. Ardından, arada kalan şeylere bakarak incelikli bir şekilde farklı olanı bulabiliyorum.

5

Fotoğraf:

Takumi Ota 50 Manga Chairs in Salone del Mobile Milan, 2016

Tasarım öğesi olarak mizahın anlamlı bir araç olduğunu düşüyor musunuz? Evet. Az önce bahsettiğim gibi, basit tasarımları seviyorum, ama soğukluğa ve mesafeye engel olmak için bir miktar mizah iyi geliyor.

6

Ağacın tepesinde dev bir kuş yuvası, bir sandalye ya da bir ev tasarlarken ölçekler arasında ortak bir düşünme süreci var mı? Tasarımın rolü bir şeyleri çözmek ve yeni çözümler üretmektir. Ayrıca ister ürün tasarımı olsun, ister mimari bir iş ya da grafik bir iş olsun, tasarım nesnesinin ardında ne tür bir hikaye bulacağınız önemlidir. Yoksa bana göre hepsi aynı.

7

Fotoğraf:

Masayuki Hayashi Cabbage Chair for 21_21 Design Sight, 2008

056

Bir temsil aracı olarak kullanmanın ötesinde, gerçek kullanıma dair, 3D baskıda üretilmiş bir nesne ya da ev hakkında ne düşünürsünüz? Stüdyomuzda beş tane 3D yazıcı var ve 24 saat boyunca çalışıyorlar. Bir fikir bulduğumda korkunç eskizler çiziyorum ve ertesi gün test edebileceğimiz fiziksel bir modeline sahip oluyoruz. Yazıcılarım olmasaydı bir yılda bu kadar çok projeyi yapamazdım. Bu cihazlar, tasarımcıların çalışma yöntemlerini gerçekten değiştiriyor. Skype ve 3D yazıcı aracılığıyla modeller gönderebiliyorum. Mesela Milano’ya veri gönderebiliyorum ve onlar da modeli orada yazdırabiliyorlar. Her gün farklı bir otelde kalıyorum ve modelleri otelime göndertmeden önce onlara iletmiş oluyorum. Kontrollerin ardından yok ediyorum ve diğer otele geçiyorum, orada beni bekleyen bir kutu oluyor, içindeki modeli test ediyorum ve ekibime Skype ile bağlanıp modeli tekrar yok ediyorum. Bu biraz aptal bir James Bond filmi gibi. Şimdi Avrupa’da da yazdırabildiğim için işim çok daha kolaylaştı. Modelleri birçok defa test edebildiğim için kalite de yükseliyor. Yine de, 3D yazıcı teknolojisi sadece bir araç. Teknolojiyi yanlış anladığınızda ya da ona olduğundan fazla değer biçtiğinizde, bazen onun kışkırtıcı tuzağına yem olup esas değerli olanı kaybedebiliyorsunuz.

8


Issey Miyake ile işbirliği yaptığınız Cabbage chair işinizde görülebileceği gibi, ekolojik tasarıma ve geri dönüştürülebilir materyal kullanımına açıksınız. Geri dönüşüm yöntemlerine mimari ölçekte nasıl yaklaşırdınız? O proje çok heyecan vericiydi. Bay Miyake beni bir gün aradı ve pileli kumaş üretirken kullandığı çok miktardaki kağıdın boşa gittiğini söyledi (pileli kumaşlar üretilirken, pilelerin arasına yumuşak kağıtlar sıkıştırılır). Bunun üzerine bu artan malzemeyle bir sandalye yapıp yapamayacağımı sordu. Haftada bir buluşup konuştuk ve hazırladığım prototipleri ona gösterdim. Mimarlık eğitimim nedeniyle fikirleri yavaş geliştirmeye alışkındım, ama Miyake bana bir tasarımın görünürde ham bir aşamada da tamamlanmış olabileceğini gösterdi.

10

Evinizde bir Nendo nesnesi var mı? Esasen, evimde hiçbir şey yok. Adeta bir hapishaneye benziyor. Tek odalı bir dairede, ofisten bir dakikalık yürüme mesafesinde oturuyorum. Kitaplar, dergiler, bir yatak ve beyaz gömleklerim ve siyah pantolonlarım için askılar var. Yemek yapmıyorum, bu yüzden bir mutfağa ihtiyacım yok. Bir mikrodalga fırına da ihtiyacım yok. Sadece birkaç şişe su ve bira için küçük bir buzdolabım, ve köpeğim Kinako için mama var. Uçakta film seyrettiğimden beri bir DVD oynatıcım da yok. Müzik için ihtiyaç duyduğum tek şey bir iPhone. Ayrıca mobilyam falan da yok. İş gezilerinde kullandığım Proteca bir bavulum var; o da sırf bu markanın Kreatif Direktörü olduğum için.

9

Üzerinizdeki iş yüküyle nasıl başa çıkıyorsunuz? Şu anda 400 tane farklı proje üstüne çalışıyorum ve her biri bambaşka. Bu, gerçekten heyecan verici. Ne kadar çok üretirsem o kadar çok kazanımım olacağını hissettiğim için üstüme bu kadar fazla iş alıyorum. Sunduğum fikirler ne kadar çok olursa yeni fikirler bulmamı sağlayan bir akış da o kadar kolay oluşabiliyor.

11

Fotoğraf:

Takumi Ota Light&Shadow for Marsotto Edizioni, 2016

057


ANILAR Fotoğraflar:

Koray Birand Moda Editörü:

Deniz İrem Çek Saç:

Serkan Yıldırım Makyaj:

Serkan Parmaksızoğlu Yapım:

Arzu Koçman Fotoğraf Asistanı:

Soner Tunca Moda Editörü Asistanı:

Bilgecan Koçana Yapım Asistanı:

Ali Kalyoncu Modeller:

Xian, Sophie W/ Option Mgmt Arno/Edit Models Kolaj:

Deniz İrem Çek Çekim Yeri:

Plan Be Tophane

058

Parça-bütün ilişkisini irdelemeyi bir kenara bırakın lütfen. Gördükleriniz birer anıdan ibaret.


Sol Tulum:

Hbwardrobe Şapka:

adidas Kemer:

Academia/ Beymen Küpe:

Balenciaga/ Beymen Sağ Gözlük:

Louis Vuitton

059


060


Sol Çanta:

Balenciaga/ Beymen Çizme:

Derya Açıkgöz Sağ Üst:

Balenciaga/ Beymen Etek:

Balenciaga/ Beymen Çizme:

Derya Açıkgöz

061


062


Ceket:

Hbwardrobe Eşofman altı:

Vetements/ Beymen İç Çamaşırı:

Calvin Klein Kemer:

Michael Kors/Harvey Nichols Şapka:

adidas

063


Sol Pardesü:

Balenciaga/ Beymen Şapka:

adidas Sağ Kazak:

Hbwardrobe Elbise:

Miu Miu Bone:

Miu Miu

064


065


066


Elbise:

Sportmax Kemerler:

Sportmax Åžapka:

adidas

067


Sol Çizme:

Derya Açıkgöz Sağ Sweatshirt:

Busayr İlhan

068


069


070


Sol Sweatshirt:

Moncher/ Shopi go Eşofman altı:

Balenciaga/ Brandroom Sağ Üst:

adidas

071


072


Sol Üst:

adidas Sağ Ceket:

Alpha Industries/ Beymen Sweatshirt:

Moncher/ Shopi go Eşofman altı:

Chloé/ Beymen

073


Soldan sağa Üst:

Yeezy/ Shopi go Eşofman altı:

Yeezy/ Shopi go Şapka:

adidas Pelerin:

Chloé/ Harvey Nichols Kravat:

Brooks Brothers Çizme:

Derya Açıkgöz Eşofman:

Philipp Plein/ Brandroom

074


075


Parizyen parfüm evi Ex Nihilo, klişeleşmiş lüks ürünler dünyasında farklı bir olfaktif mimarinin peşine düşerek bizleri Fransız stilinin rafine ve avangart yüzüyle tanıştırıyor. Olivier Royère, Sylvie Loday ve Benoît Verdier’den oluşan trio’nun gündeminde, tonka çekirdeği, lavanta, Dubai’de yeni bir satış noktası ve etkileyici, maskülen bir esans var.

Röportaj:

Ayşecan İpek Fotoğraflar:

Paloma Pineda

Ex Nihilo’nun maskotu haline gelen Hip Hop, ekibin geri kalanıyla birlikte XOXO için Paris’te Paloma’yla buluştu.

076

EX NIHILO


2016’yı Moskova, İstanbul, New York gibi durakları ziyaret ettiğiniz, haraketli bir ajandayla kapadınız. Bu üç şehirden hangisi en çılgın hatıraya ev sahipliği yaptı? OLIVIER ROYÈRE: Moskova’yı Rus genlerini özenle koruduğu, ruhundan bir şey kaybetmediği için, İstanbul’u gizemli, büyüleyici ve mistik tarihinden dolayı, New York’u ise bizi her şeyin mümkün olduğuna ikna eden, asla tükenmeyen enerjisi yüzünden çok seviyoruz. Bu şehirlerin hepsinde kendimize göre çılgınlıklar yapmayı başardık ama en gizli kalması gerekenleri Moskova’da yaşadık. Benoît ile Sanduny Banya’da, bir yeraltı poligonunda, makineli tüfekle ateş etme şansımız oldu diyeyim ve susayım.

3

Çekim sırasında Paris’in tarihi binaları arasında gezinirken bu şehirle ve Parizyen olmakla ilgili neler düşündünüz? BENOÎT VERDIER: Paris, içinde yaşarken kritize etmekten zevk aldığınız, terk ettiğiniz anda da özlediğiniz bir şehir. Üçümüz de 20 yılı aşkın süredir burada yaşıyoruz ama Paris’te sokakların arasında dolanırken daha önce hiç görmediğimiz bir detayı keşfetmek, olağanüstü bir sahneyle ya da bize evde olduğumuzu hatırlatacak bir kokuyla karşılaşmamız mümkün.

1

Peki ya olfaktif açıdan Parizyen olmak sizin için ne ifade ediyor? SYLVIE LODAY: Aynı İstanbul gibi Paris’in de onu yaratıcı bir merkez haline getiren, çok kültürlü bir kimliği var. O kadar ilham verici bir şehir ki sizi her daim tetikte olmaya mecbur bırakıyor. Barbès ve Belleville’deki baharatlardan, Rue St-Honoré üstünde koklayabileceğiniz nadide esanslara kadar her bölge kendi olfaktif hazinesine sahip. Paris’te yağmurun bile kendine has bir kokusu var. Sabahları metroya yürürken burnunuza gelen o yapay kruvasan kokusu, sizi aynı anda hem rahatlatıyor hem de iğrendiriyor. Oldukça tuhaf bir çekicilik...

2

İkili ortaklıklara alışığız, peki bir trio’da dengeler nasıl kuruluyor? BV: Ustalık isteyen bir düzen olduğunu söyleyebiliriz ama kolektif oyunları seviyoruz, kuşkuları olduğu kadar kesinlikleri de paylaşma şansımız oluyor. Bazen kendi aramızda savaşlar başlatıyoruz ama ortak bir zevki ve lüksün sınırlarını zorlama arzusunu paylaştığımızı unutmuyoruz. Bizimki çok organik ve tümleyici bir ilişki, hepimizin kendi alanında mükemmeliyetçi olması da işleri bir nebze kolaylaştırıyor.

4

Ex Nihilo’nun kelime anlamının ‘hiçlikten yaratılmış’ olduğunu hesaba katınca gelenek ve yenilik arasındaki tercihinizi tahmin etmek pek de zor değil... OR: Evet, Ex Nihilo yıkıcı bir etosa sahip. Biz de yeni bir parfüm evi olarak geleneğin sırtını yasladığı muhteşem birikime saygı duyuyoruz ama müşterilerimize taze fikirler ve deneyimler sunmayı her zaman tercih ediyoruz.

5

Markayı 2013’te kurdunuz ama tanışıklığınız daha öncesine dayanıyor... BV: Evet, Olivier ile 15 sene önce Sciences Po’nun banklarında otururken tanıştık, birkaç sene önce de gruba Sylvie eklendi. Mevcut işlerimizde kalmak yerine birlikte koku dünyasına dalmak bizi çok heyecanlandırdı, hepimiz parfüm konusunda iştahlı ve bilgiliydik. Hayallerimizdeki markayı yarattığımızda yeni bir enerjinin ortaya çıkacağını biliyorduk. Niş parfümerinin ayrıcalıklı, gerektiğinde saygısızlık etmekten çekinmeyen, Fransız tavrını hatırlatmak istedik. Rue SaintHonoré’de müthiş bir mekan bulduk. Et voilà! Kendi markamıza ve dükkanımıza sahip olmak zaten bir hayaldi, üç sene sonra Harrods ve Bergdorf Goodman koleksiyonlarında yer bulmaksa kendimize bile yaptığımız bir sürpriz oldu.

6

077


Parfümlerinizi koleksiyonlar halinde piyasaya sunuyorsunuz. Neden? BV: En başta böyle planlamamıştık ama şu an bu durum işimizi oldukça kolaylaştırıyor. Çok dağınık bir odayı toplamak gibi... Parfümeride cinsiyet ayrımını son derece demode buluyoruz, hisler cinslerden üstündür. Dolayısıyla neyi kullanmak istiyorsan, hangi parfümü tenine ve ruhuna yakıştırıyorsan ona yönlenmelisin. Esansın isminin ne olduğu ya da insanlar tarafından kime uygun görüldüğü hiç önemli değil.

7

Peki sizce bugün parfümeride koleksiyon ne anlama geliyor? OR: Koleksiyonlar hep vardı, parfümeri para kazandıran bir sektör olmaya devam ettikçe bu durum değişmeyecek. Şu an niş, bir trend ve bu da satış demek. Büyük markalar ‘private’ ya da ‘exclusive’ başlığı altında koleksiyonlar sunuyor çünkü daha önceden sahip oldukları ulaşılmazlığa geri dönmeye çalışıyorlar. Niş lükse dönüşüyor, lüks ise niş olmak istiyor, ne paradoks ama... Bu amacın kimseyi kandıramayacağını düşünüyorum, yine de müşteriler için elverişli bir dönem, parfümörler bugün daha tatminsiz, hep daha özelin ve daha iyinin peşindeler.

8

Parfüm kullanıyor musunuz yoksa teniniz Ex Nihilo’nun esanslarını test etmek için bir deneme tahtası mı? OR: Deli gibi parfüm sürüyoruz, kendi koleksiyonlarımız, rakiplerimizin yaratımları, her daim sevdiğimiz klasikler, prototipler ve yeni lansmanlar... Paris ofisimizle hiç bitmeyen bir parfüm yorumu trafiğimiz var. Sadece Sylvie’nin masasında, dünyanın farklı yerlerinden gelmiş, 200’den fazla parfüm duruyor.

9

078

Tasarımlarınızda Christophe Pillet’le çalışıyorsunuz, logonuz tasarlanırken ona nasıl bir brief verdiniz? SL: Onunla Fransız kimliğini, Barok ve 17. yüzyıl gibi sıkıcı kodlara girmeden nasıl ifade edebileceğimizi uzun uzun tartıştık. Aklımızda 70’lere göz kırpmak vardı; tasarım açısından her şeyin yenilikçi ve mutlu olduğu bir dönem. Başkan Pompidou’nun ofisine giderken Porsche’sini kullandığı, Concorde ve Citroën’in logolarının tasarlandığı zamanları hatırlayın. Logomuz yalın, etkili, zamansız ve acayip bir şey olmalıydı, zor bir hedef. Mücevher damgalarından ilham almaya karar verdik, şişeyi de parfüme odaklanabilmek için süper saydam tuttuk ve Fransa’da üretilen son derece değerli bir cam çeşidi kullandık.

12

Sylvie, ne zaman parfüm sürmemeyi tercih ediyorsun peki? SL: Bazen durmak zorunda kalıyorum. Burnumu keskinleştirmek ya da aklımı tazelemek istediğimde parfüm sürmem. Quentin Bisch ve Olivier Pescheux gibi isimlerin tüm gün boyunca kendi yarattıkları binlerce opsiyonu koklayarak, onların arasından tek ve muhteşem bir sonuca varabildiğini görmek bende her zaman hayranlık uyandırıyor.

10

Tüm Ex Nihilo parfümlerinde yumuşak, nazik ama yine de fark edilen mesafeli bir duruş algılanıyor. Bu, olmasını özellikle istediğiniz bir şey miydi? SL: Fark ettiğinize sevindiğimiz bir şey olduğu kesin. Evet, parfümlerimizin akılda kalmasını ve hatta bağımlılık yaratmasını istiyoruz ama esans, süren kişiyi düşündüren, beklenmedik ya da merak uyandırıcı tarafıyla yavaş yavaş yaklaşan bir şey olmalı. Tam da bu sebeple tüm Ex Nihilo parfümleri mutlaka tende denenmeli.

11

Ex Nihilo ailesinin dört ayaklı üyesi Hip Hop, nasıl bir karakter? OR: Hip Hop, Benoît’nın inatçı köpeği. Her gün metroyla ya da motorla ofise geliyor. Kendisi hem ofisimizin hem de mağazamızın maskotu. Müthiş bir halkla ilişkiler uzmanı, Instagram sansasyonu, sokak ünlüsü ve koku danışmanı. Tek problem koku yetisinin en pis, hayvansı ve odunsu esanslarda kendini gösteriyor olması. Bunun dışında, ondan çok memnunuz.

13


Derya Atıcı

Frame Clock


Chapman Biraderler’in, namıdiğer Jake ve Dinos Chapman’ın insanlığa dair karamsar fikirlerine uzun zamandır aşinayız. Birkaç sene önce yollarını ayırıp daha sonra tekrar birlikte üretmeye karar veren ikiliden Jake ile, ARTER’de bu ay açılacak sergileri öncesi konuştuk. Ona göre, evrenin büyüklüğü yanında her şey ihmal edilebilir, insan hayatı da buna dahil.

Röportaj:

Refik Akyüz Portreler:

Alina Negoita Çekim Yeri:

Londra

080

JAKE CHAPMAN


Jake, mutluluk nedir? Sadece merhametli olmayı öğrenmek ve karşımızdakini anlamak, bizi, hepimizin aramaktaymış gibi davrandığı sükunete ve mutluluğa ulaştırabilir.

1

Sen ve kardeşin Dinos bütün sanat eserlerinin doğaları gereği yıkıcı olduklarına inanıyorsunuz. Sanat tam olarak neyi yok etmeye çalışıyor? Kızgınlık ve nefret balıkçının kancası gibidir. Bizim için bir kapana kısılmadığımızdan veya zehirli bir yem yemediğimizden emin olmak çok önemli. Agnostiklere, Tanrı’ya veya karmaya inananlara bakılmaksızın, ahlak normları herkesin çözmeye çalıştığı bir yasadır, sanat için de aynı şey geçerli.

2

Estetik algının sınırlarını zorlamayı seviyorsunuz. Bu durum güzel ya da çirkin olana bakış açınızı nasıl etkiliyor? Bizim için güzel ve çirkin arasındaki ilişki, aşk ve şefkat arasındaki ince çizgi gibi. İnsanoğlu, hayatında lüks bir nesneye sahip olmadığında, önce kişisel zevklerini sonra da estetiği kaybeder. Sonrası malum, her şey biter, her şey ağlar ve her şey ölür.

Unhappy Feet, 2010 ©Jake and Dinos Chapman and White Cube

3

Peki çalışırken birbirinize acı çektirdiğiniz doğru mu? Stüdyodaki çilenin esas nedeni cehaletin ta kendisi. Süreç genelde Dinos’un bana acı çektirmesiyle başlar, benim Dinos’a kendi mutluluğumun bencil arayışı içinde veya heykel boyamanın temel tatmini için daha fazla acı çektirmemle devam eder. Ama sonuçta stüdyo faaliyeti dini bir ritüel falan değil, sadece bir üçkağıtçılık. Akıl sağlığımızı korumak, hayatta kalmak için mutluluk şart, aksi halde sanat başarısız olur.

5

Birkaç sene önce Dinos’la yollarınızı ayırıp, bir yıl boyunca farklı stüdyolarda çalıştınız, hatta Jake veya Dinos Chapman sergisini bu sayede hazırladınız. Dolaylı cevap vereyim. Bütün büyük dini geleneklerin amacı dışarıda büyük tapınaklar inşa etmek değil, içeride iyilik ve merhamet tapınakları yaratmaktır.

4

081


Goya’nın ‘Los Caprichos’ları veya Hitler’in çizimleri ve resimlerini kullanarak yaptığınız işleriniz, kendine mal etmenin aykırı örnekleri olarak kabul edilebilir. Müdahale edeceğiniz işlere nasıl karar veriyorsunuz? Nihai hak kişinin kendi nedenlerine ve analizine dayanır. Bu yüzden şanslıyız ki Goya hayatta değil. Belki de mezarında çürürken dönüp bize sinirleniyordur. Kim bilir, daha doğrusu kim takar?

8

İnsanoğlunun barbarlık kapasitesi, savaş ve şiddet işlerinizde sık karşılaştığımız konular. Sanatınız güncel siyaset ve şiddetle nasıl bir bağ kuruyor? Evrenin ne kadar büyük olduğunu düşündüğünüzde, bir insan hayatı çok kolay bir şekilde ihmal edilebilecek önemsiz bir bip sesinden ibaret hale geliyor. Her birimiz bu yaşanamaz gezegene gelmiş birer ziyaretçiyiz. Gezegen bizi ısırıp, yiyip, geri tükürmeden önce orada belli bir süre bulunmak zorunda olan uzaylılar gibiyiz. Hatta bazılarımız çiğnenmeden yutuluyor. Bu zamanı yalnız, mutsuz bir yoldaşla çatışma içinde geçirmekten daha aptalca ne olabilir? Kimileri bilgi birikimini paylaşmanın ölümsüzlüğe erişmek olduğunu söylese de, biz bu sancılı sürece sebep olan her şeyi şimdi bitirmekten yanayız.

6

082

Now Eat Your Mind, 2016

İşlerinizde otobiyografik öğelere yer yok. Üretme dürtünüzü ne tetikliyor? Hayatta bir hata yaptığınızı fark ettiğiniz anda, bu hatayı düzeltecek ani bir adım atmanız gerekir. Bu yüzden bizim, her günün değerli doğasını fark etmemiz ve üretirken deneme-yanılma yoluyla ilerlememiz gerekiyor. Mesela, çocuklara bakın; birbiriyle kavga ederler ama bu kavgaların arkasında ebeveynlerinin sahip olduğu türde hasta duygular yatmaz. Üstelik, yetişkinlerin çoğunun çocuklara kıyasla, yaşadıkları eğitim sürecinden kaynaklanan bir avantajı vardır, ama içten içte kötü bir duyguyu gizlerken birbirimizin yüzüne gülüyorsak bu eğitimin faydası ne? Çocuklar genelde böyle davranmazlar, eğer birisine kızgınlarsa bunu gösterirler ve konu orada kapanır. Ertesi gün aynı insanla oynamaya devam ederler. Bizi üretmeye iten, bu tür farkındalıklar.

7

©Jake and Dinos Chapman. Courtesy Magasin III Fotoğraf:

Christian Saltas


İşleriniz, birçokları tarafından görmezden gelinen şiddeti gösteriyor, tıpkı Goya’nın savaşın romantize edildiği resimlerdense varolan şiddeti gösteren ilk ressamlardan biri olması gibi. Günümüz insanının acılarıyla nasıl başa çıkıyorsunuz? Dünyada yaşayan yaratık, buna insanoğlu hatta iğrenç, kirli hayvan, insanoğlu diyelim, buraya katkıda bulunmak için veya kirli paslı dünyanın çirkin güzelliğini ve refahını kendine özgü bir yolla yemek için burada. Bize ise sadece bu gerçeği yansıtmak düşüyor.

10

Zygotic acceleration,

Bu aralar, İstanbul’da ARTER’de açacağınız serginize hazırlanıyorsunuz. Nasıl hissediyorsunuz? İyimsermiş gibi görünmeyi seçiyoruz, mutluymuş gibi görünmekten daha iyi hissettiriyor.

11

In Our Dreams We Have Seen Another World,

Biogenetic de-sublimated

2013, ©Jake and Dinos

libidinal model,

Chapman and White

(enlargedx1000), 1995

Cube

©Jake and Dinos Chapman Fotoğraf:

Ben Westoby

Başyapıtlarınızdan ‘Hell’, Nazilere göndermeler içeriyor. Bir cehennem tasarlamaya nasıl karar verdiniz? Bu işi yaratmamızın arkasında yatan en önemli sebep, hepimizin dünyada aynı cehennemi paylaşıyor olmamız. Birlikte ahenk ve barış içinde yaşamayı öğrenmek zorundayız, aksi halde birbirimizi öldürmeye karar vermemiz gerekir. Bu bir rüya değil, ama bir gereklilik.

9

083


BROOKE CANDY Zaten tanıdığınız biriyle

Röportaj:

Olga Şerbetcioğlu Fotoğraflar:

Renata Raksha Moda Editörü:

B. Åkerlund Saç:

Gregory Russell Makyaj:

Anthony Nguyen Moda Editörü Asistanı:

AKII Çekim Yeri:

Los Angeles

Brooke, XOXO için, ekibini bir araya getirdi. Onlar için olağan bir gündü. Her ne kadar öyle görünmese de.

084

yeniden tanıştığınızı düşünün. Brooke Candy de, her ne kadar insanların ne düşündüğünü umursamıyor olsa bile, kendini bize yeniden tanıtıyor. Bunun için en başa, müziğe ilk başladığı günlerde tutunduğu değerlere dönüyor. Bir isyan başlatması ise an meselesi.


085


086


1

XOXO The Mag, yazacağın sözlerin ilham kaynağı olsaydı, şarkı neyle alakalı

olurdu? Büyük ihtimalle sevişmekle ilgili bir şarkı olurdu. Brooke, lütfen dürüst ol, insanların senin stilin ve yaptığın müzikle ilgili ne düşündüğünü önemsiyor musun? Hayır, tabii ki kimin ne düşündüğü umurumda değil.

2

Neden? Bunun bir zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Dünya üzerinde şimdiki halimizle bir kereliğine bulunuyoruz ve ben bu deneyimin keyfini çıkarmak, mutlu olmak istiyorum. Bu mutluluğa erişmek için, canım ne yapmak istiyorsa, bana ne keyif veriyorsa onu yapıyorum. Haliyle bu hayattaki amacım herkesi mutlu etmek değil.

3

Müzik sektöründeki pek çok insan havalı bir sahne adı seçmek için uğraşırken, senin adın sahne için biçilmiş kaftan. Her zaman sahnede olmayı hayal ediyor muydun? Kendimi bildim bileli müzik ve sanatla iç içeydim. Bu dünyayla çok erken yaşta tanıştım. Ancak sahneye çıkmak ve kariyerimi bu yönde devam ettirmek üzerine herhangi bir plan yapmadım. Oldukça organik bir şekilde, kendimi bu dünyanın içinde, genç yaşımda birçok sanatçı ve drag queen’le çalışırken buluverdim. Edindiğim çevreden dolayı, hayatım kendiliğinden evrildi ve sahneye çıkmaya başladım. Aslında yaptığım şey oldukça basit ve ancak bu sanatın farklı bir yorumu ve farklı şeyler denemek beni her zaman çok heyecanlandırıyor.

4

Gençken içinde bulunduğun çevre ve koşullar sebebiyle çok iyi bir yaşam sürmediğini söylemekten çekinmiyorsun. Bugünkü hayatınla eskiyi kıyasladığın oluyor mu? Hangi zamanlardan bahsediyorsun? Evsiz olduğum günlerden mi? Dürüst olmak gerekirse, o günlerde kaybedecek hiçbir şeyim yoktu ve özgürlük duygusunu hayatımda hiç bu kadar yoğun bir şekilde hissetmemiştim. Çevremde olan bitenlere karşı farkındalık seviyem çok yüksekti, ama buna rağmen hiçbir şeyi umursamıyordum. Belki de o zamanlar hayatımdaki en mutlu olduğum anlardı. Bugün kuşkusuz daha fazla konfor içinde yaşıyorum. Her şeyden önce uyuyacak bir yatağım var. Ancak yapmam gereken işlerin ve sorumluluklarımın sayısı bir hayli fazla. Şimdiki hayatıma kıyasla geçmişim saf bir özgürlük haliydi. Yine de her ikisinin de iyi ve kötü yanları var.

5

087


Son şarkılarından biri olan ‘Happy Days’de kendini dünyaya yeniden tanıttığını söylüyorsun. Bu yeniden varoluşu özetleyebilir misin? Aslında yaptığım her albüm, her şarkı beni yeniden tanımlıyor. Hazırladığım şarkılarda genelde kendi yaşadıklarımdan, kendi tavrımdan ve duruşumdan ilham alıyorum. Ama Happy Days beni tanımlamaktan öte, insanlara yeniden tanıtıyor. Bunu nasıl yaptığını ben de bilmiyorum, sadece öyle hissediyorum, hepsi bu.

6

Müzik endüstrisi içinde yeni bir devrim başlatacak mısın? Tabii ki. Müzik yapmaya ilk başladığım, tamamen özgür olduğum ve kaybedecek bir şeyimin olmadığı zamanlarda erdemli olma ve değerlerimden ödün vermeme konusunda kendime olan güvenim tamdı. Müzik endüstrisini umursamıyordum. Parayı umursamıyordum. Sadece insanlara yardım etmek istiyordum. Sonrasında bu sektörün içine profesyonel anlamda girdiğimde, dürüstçe söylemek gerekirse, bir süreliğine insanları ve vermek istediğim mesajı ve hatta bu işi neden yaptığımı dahi unuttum. Şimdi, başladığım noktaya geri dönmüş durumdayım, eski yerimdeyim ve bir isyan başlatmak istiyorum.

Sia seni ‘feminista glam alien’ olarak tanımlıyor. Sen onu nasıl tanımlarsın? Ah, Sia’yı ve onun beni tanımlama şeklini gerçekten çok seviyorum. Kendisi büyük bir tanrıça ve aynı zamanda tam bir pazarlama sihirbazı.

10

7

088

Brooke, dualite nedir? Bu soruyla birkaç sene önce karşılaşmış olsam iyi ve kötü, aydınlık ve karanlığın bir arada bulunma halidir gibi basit bir cevap verirdim. Şimdiyse ikiliğin bunların hiçbiri olmadığını, sadece insani bir durum olduğunu ve insanoğlunun ikilik olmadan hayatta kalmasının mümkün olmadığını düşünüyorum.

11

Yani müziğin her zaman insanlara bir mesaj vermekle alakalı olduğunu mu düşünüyorsun? Müziğin birbirinden bağımsız pek çok farklı anlamı var, eğlence ve bir şeylerden şikayet etme durumu bunlardan sadece birkaçı. Tabii ki ben de pek çok şeyden şikayet ediyorum, desteklediğim değerleri savunuyorum, bazı parçalarımın feminist mesajlar içermesi gibi... Ama aynı zamanda sadece eğlenmek için yaratılmış, dinleyip dans edebildiğim, her zaman sözlerinde anlamlı alt metinler aramadığım müzikleri de seviyorum.

8

Cinsiyetçiliğe karşı net bir tavrın var. Biz sadece insanız. Enerjiyiz. Aynı kaynaktan geliyoruz. Bu yüzden neden erkek ve kadın arasında fark olsun ki? Cinsiyet benim için akışkan bir şey, gözle görülemeyen, yapay ve basit bir kavram. Onu görmezden gelmeyi tercih ediyorum.

9

Sana çekilmez gelen bir insanı tarif edebilir misin? Herhangi bir politikacı bu tanımın içini doldurmaya yeter.

12


089


090


091


092


Hayatta hangisini daha önemli görüyorsun; soru sormak mı yoksa cevap almak mı? Soru sormak. Bence durmadan soru sormaya devam etmeliyiz, çünkü bazı şeyleri öğrenmek için insanların sana anlatmasını beklemekten ziyade soru sormak şart.

16

Birden ona kadar bir sıralamada ne kadar politiksin? Sıfır. Son seçimlerde oy kullanmadım, çünkü Hillary Clinton’ın ve Donald Trump’ın aynı insanlar için çalıştığını düşünüyorum. Her kim kazanırsa kazansın sonuç benim için aynı olacaktı. Benim için her ikisi de birer suçlu ve tam bir kabus gibi ülkenin üzerine çöktüler. Öyle ki, her ikisi de bende kendimi öldürme isteği yaratıyor. İkisinin yarışacağını duyduğum günden beri, resmen ülkeden taşınmak istiyorum. Şahsen ABD için en iyi seçeneğin bir başkana sahip olmadan, Thomas Jefferson’ın söylediği gibi halkın demokrasiyi sürdürmek için egemenliği eline aldığı bir yönetim biçimi olduğunu düşünüyorum. Hele Trump gibi bir suçlunun Başkan olmasını asla kabullenemiyorum.

13

17

18

Şimdi bu telefon konuşmasını yapmak yerine nerede olmak ve nasıl vakit geçirmek

isterdin? Hawaii’de bir plajda çıplak olmak isterdim.

Seni en çok ne korkutur? Hiçbir şeyden korkmuyorum.

Bir saat boyunca onunla bir odada kilitli kalsan ne yapardın? Aman Tanrım!

14

Peki odada Trump yerine Miley Cyrus olsa? Miley gayet havalı ve karizmatik bir tip. Muhtemelen birlikte birkaç dakika geçirdikten sonra öpüşmeye başlardık.

15

093


YENİ SEZON FRAGMANI Yeni sezonda karşınıza çıkacak Yazı:

Ayşecan İpek Fotoğraflar:

Cihan Alpgiray Moda Editörleri:

Utku Palamutçu, Yağmur Kural Saç:

Suat Ürün/No.21 Makyaj:

Fezi Altun Fotoğraf Asistanı:

Mehmet Erol Moda Editörü Asistanı:

Batuhan Çetin Model:

Livia/Option Mgmt

094

güzellik manzaralarını kısaca özetlememiz gerekirse sizleri temel dengelerin değişmediği, küçük detayların büyük fark yarattığı, kaygısız ve umursamaz bir dönemin beklediğini söyleyebiliriz. Deneyin ve yanılın.


Triko:

Salvatore Ferragamo/ Harvey Nichols Pantolon:

Sandro/ Harvey Nichols

THE NEW CHIGNON MEETS 3D EYES. Mat dokularla vedalaşmanın, cömertçe nemlendirilmiş, sağlıkla parıldayan bir ciltle tanışmanın tam vaktidir. Glitter’ın yansımalarıyla yetinmeyip göz kapaklarınızı isminde ‘gloss’ kelimesi geçen herhangi bir makyaj malzemesiyle buluşturun ve bu üç boyut etkisi yaratan sonucun uzun saatler boyu sabit kalmasını beklemeyin. Hazır bu havalı sularda serbest yüzerken, geçtiğimiz sezon mükemmeliyetçi bir tavırla sıkı sıkı tutturduğunuz chignon topuza da dokunun, en az bir tutamın yüzünüzle temas etmesine izin verin. 095


Bluz:

Stella McCartney/ Beymen

THE NEW CASUAL MEETS METAL FLUSH. Saç-makyaj matematiğine aşinaysanız tezatların ve şaşırtmacaların ne kadar önemli olduğunu biliyorsunuz demektir. Sıradan bir at kuyruğu, kendine toka olarak paltonuzun kemerini seçerken, göz kapağınızı yağlı boya gücüyle kaplayan metalik far, oyunun kurallarını değiştiriyor. Belli belirsiz renklenen dudaklar ve elmacık kemiklerinin etrafında dolanan yumuşak bir kızıllık, gözleri ön plana çıkarıyor. At kuyruğunu bozmak ve yeni bir doğaçlamaya geçmek serbest. 096


Kazak:

Dkny/ Brandroom Jean:

Karl Lagerfeld/ Brandroom Küpe:

Louis Vuitton

THE DEEP SIDE PART MEETS 90’S EYES. 80’lerin geri dönüşünü yeni atlatmış, 90’ları da bir çırpıda unutmak istiyor olabilirsiniz ancak Mad Max burada, yakın gelecekte. Yapmanız gereken döneme ait belli uçlarda gezinirken modern tavrınıza sıkı sıkı sarılmak. Kırmızı, mavi, yeşil gibi temel renklerden birini seçin, teninize yakışan üç tonu kirpik diplerinden kaş çizgisine uzanan alana yoğun gölgelendirmelerle yerleştirin. Yeni sezonda, yepyeni bir saç coğrafyasıyla tanışıyor, sınırları baştan çiziyoruz. Saçınızı yandan ayırırken, çizginin mükemmel olmamasına özen gösterin. 097


Sweatshirt:

Balenciaga/ Beymen Ceket:

Balmain/ Beymen

THE CURTAIN MEETS RELAXED RED LIP. Ayna karşısında oynadığınız oyunlar, günlük hayata karışmaya hazırlanıyor. Oyun alanınız bu kez makyaj değil, saç. Kakül denemelerini bir adım ileri götürün ve ıslatarak incelttiğiniz uzun tutamları yüzünüzün etrafına özensizce serpiştirin. Bu görünüme eşlik edecek dramatik ama modern bir makyajın peşindeyseniz tercihinizi yarı mat bir kırmızı rujdan yana kullanmanızı, bunu yaparken de yüzün geri kalanını çıplak bırakmanızı tavsiye ediyoruz. 098


Gömlek:

Karen Millen/ Brandroom Bileklik:

Louis Vuitton Kemer:

Louis Vuitton

THE NEW BRAID MEETS THE NEW PINK. En kolay ve zahmetsiz kaçış metotlarından örgünün sahayı terk etmeyeceğinden zaten emindik, ancak kuralların değiştiğini ve hatta tamamen ortadan kalktığını hatırlatmamız gerek. Saç tellerinin düzene isyan ederek grubun geri kalanını terk ettiği kusurlu örgüler, farklı yorumlarla öne çıkıyor. Bu çocuksu görünüme feminen bir pastel yerine, gül kurusuyla flört eden, soğuk bir pembe eşlik ediyor. Dudaklar, gözlerle takım arkadaşı. Onlar da pembeye parlak ve hafif bir dokuyla bürünüyor. 099


Oslo Opera Evi, 9/11 Anıtı Pavyonu, İskenderiye Kütüphanesi, SFMoMA eki, Norveç’in yeni banknotları gibi, şimdiden ikonlaşmış pek çok projesiyle sevdiğimiz Snøhetta’nın Oslo’daki ofislerini ziyaret etme fırsatı bulduk. Kurucularından Kjetil Trædal Thorsen’e bugünün mimarlığını, Oslo’yu, dünya gündemini sorduk.

Röportaj:

Yağmur Yıldırım Fotoğraflar:

Snøhetta arşivinden

Norwegian National Opera and Ballet, Oslo, Snøhetta, 2008

100

SNØHETTA


Metropolis’te yayımlanan makalenize göre, “geleceğin müthiş kamusal alanları, iç mekanlar olacak”. İç-dış mekan ilişkileri ve kamusallıkla ilgili böylesi deneyler yapan birisi olarak size, bunu yazdıran ne oldu? Uzun süreden beri şehirlerimizde yaşadığımız özelleştirmeler. Demek istediğim, bugünün endişelerini ve geleceğin güvenlik unsurlarını temel alarak inşa edilen yapılar, bu yüzden giderek daha da özelleştirilmiş alanları tanımlar hale geliyor. Bugün şehirleri kamusallaştırmanın yolu olarak, dış mekanları erişime açmayı amaçlıyoruz; fakat geleceğin çok katmanlı şehirlerinde, binaların içindeki kamusal alanlara odaklanmamız gerekecek. Eğer çok daha eskiye, 1700’lere kadar giderseniz, şehirlerde neyin kamusal ya da neyin özel, neyin dış ya da neyin iç mekan olduğunun açıkça tanımlandığını görürsünüz. Bugünün planlama kararları ise, yeni mimari tipolojilerin gelişmesine yeni yollar yaratabilir.

1

Makalenizde, iç ve dışın yer değiştirmesini ofisinizde bir çalışma yöntemi olarak denediğinizden de söz ediyorsunuz. Bizim için günlük çevre, düşüncelerimizi bize tanımlatan şey ve deneylerimizin ardından bizi sonuca götüren de bu tanımlar oluyor. Yani bir bakıma deney, hipotetiktir ve sonucu süreçlerden talep edersiniz. Ofiste bunu kurgulamaya çalışıyoruz. Ki bunun bir başka ölçeği olarak şehirler ya da başka yapılar ele alınabilir. Tren istasyonlarını, örneğin, kamusal alanlar olarak değerlendirdiğinizde, çok farklı iç mekan ve dış mekan tanımları çıkar. Dışarıdan içeriye, daha büyük bir iç mekana trenler gelir. Ofiste bunu denedik; kapıları kaldırıp, zemin katı hem içeridekiler, hem de dışarıdakiler için erişilebilir kılmanın yeni yollarını yaratmaya çalıştık. Daha büyük toplanmalar, etkinlikler, hatta doğum günleri, düğünler... Böylece ofis mekanı da melezleşti ve yalnızca bir işleve ait olmaktan çıktı.

2

Lillehammer Art Museum and

Bugün Oslo, Innsbruck, San Francisco ve New York ofislerinizde çalışıyorsunuz ve marka kimliğinden peyzaja, küçük yapılardan daha büyük planlamalara çok farklı ölçeklerde üretiyorsunuz. Bu yapı nasıl işliyor? Yapmaya çalıştığımız, bir nevi farklı ölçekleri birbirinin üzerinden dönüştürmek diyebilirim. Ya da ölçekler arası intikal. Şu anda iki kültür yapısı projemiz var örneğin; birisi yüz on bin metrekare alana sahip iken, birisi yarım metrekareden ibaret ve ikisinde de aynı modele inanıyoruz, bu model üzerinden projeler birbirini dönüştürüyor. Farklı ölçekleri bir arada ele aldığınızda, aralarında bilgi geçişi sağlıyorsunuz. Onları, aralarındaki farkları gözetmeden aynı yapı içinde kurgulayabiliyorsunuz. Elbette kabul etmeliyim ki büyük projelerin araştırmalarına zaman ayırmak, küçük projelerden daha kolay, arz ve talep biçimleri daha farklı. Küçük projelerin iletişimi ve bilgi aktarımı, büyük projelerinkinden daha zorlayıcı, fakat iki proje türünün de kurguları aynı biçimde. Burada herkesten ve her şeyden etkileneceğimiz, olabildiğince yatay bir yapı kurmaya çalıştık; zira herkesin ve her şeyin söyleyecek çok şeyi var.

Lillehammer

3

Cinema Expansion, Snøhetta, 2016

İskenderiye Kütüphanesi, geniş kitlelerce bilinirliğinizi sağlayan ve sonrasında size Ağa Han Ödülü’nü kazandıran yarışmaydı. Şimdiden bir şehir simgesine dönüşen Oslo Opera Evi ve yakın zamandaki Budapeşte Müzesi de yarışma ile yapılan projeler. Bugünün mimarlık ortamında yarışmaların rolüne dair ne söyleyebilirsiniz? Büyük uluslararası açık yarışmalara belki de tüm zamanlardan daha fazla rağbet var. Biz halen, yarışmaları mevcut mimari tartışmaları kırabileceğimiz arenalar olarak görüyoruz. Bir şeylerin evrilmesi, ilerlemesi gerek ve bunun mücadelesi yarışmalarla verilebilir. Oslo Opera Evi’ni düşünün; eğer bir işverenin gelip sizden proje istediği alışıldık yöntemle yapılsaydı, ortaya bu özel bina çıkmazdı. Yarışmalar bir tür özgürlük tanıyor ve bir şeyleri yeniden düşünebilmek için bu özgürlüğe ihtiyacımız var.

4

101


Snøhetta ekibi tam kadro, kendi projelerinden biri olan The Norwegian Wild Reindeer Centre Pavilion’da.

Norveç’in gelecek sene kullanıma girecek olan yeni banknotlarını tasarladınız. Pikselli tasarımlarınızın hikayesi nedir? Pikseller, farklı bilgilerin bir arada kullanıldığı bir çeşit mozaik oluşturuyor. Banknotlarda, denize etkiyen rüzgar gücü çıkış noktamızdı ve pikseller, bunu görselleştirmemize olanak sağladı. Her banknottaki görselleri, Beaufort ölçeğinde rüzgar gücü değerleri ile deforme ettik ve farklı değerlerdeki sonuçları farklı banknotlara uyguladık. 50 Kron’da yumuşak bir esinti ve kısa, kübik biçimler varken; 1000 Kron’a doğru çıktıkça rüzgar sertleşiyor, daha keskin ve uzun biçimler yer alıyor. Renkler bankadan bize iletilmişti; dolayısıyla kırmızı, yeşil, mavi, morları özellikle tercih etmedik. Renklerle birlikte kullandığımız görselleri ise biz seçtik. Görsellerin tamamı temamızla, yani denizle ilişkili. Deniz kültürünü, tarih bağını, Norveç’i diğer ülkelere bağlayan şey oluşunu ve de geleceğe dair umut taşıyışını düşündük.

5

102

Oslo’nun son zamanlarda yaşadığı çağdaş mimari patlamasını nasıl yorumluyorsunuz? Bildiğiniz gibi, Norveç çok genç bir ülke, 1905’te kuruldu. Ülkenin kuruluşunda sosyal demokrasinin, ilerlemenin aracı olduğu düşünülüyordu ve geleceğin toplumunu yaratmak hedefleniyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında, Norveç’in dünya ile bağları kuvvetlendi ve refah seviyesi arttı. O zamanlar mimarlık, güçlü mirası olan ve popüler bir meslek değildi, moderniteyle birlikte Norveç dünyadan ve mimarlık ortamından etkilenmeye başladı. Sonraları, ülkenin geliri arttıkça mimarlık eğitimine yatırım yapılmaya ve deneysel çalışmalar gerçekleştirilmeye başladı. Bugün Oslo’da etrafta gördüğünüz pek çok şey, genç mimarlık ofislerince yapılan deneysel çalışmalar. Burada tarihten ziyade, doğaya bağlıyız. Bu da, günlük hayatta mimarlığı farklı biçimlerde düşünebilmemize olanak sağladı. Estetik algımızın değişmesini kolaylaştırdı.

6

Oslo Mimarlık Trienali’nin açılış konuşmasını yapanlardandınız. Dünya gündemine temas eden “After Belonging” temasına dair ne söyleyebilirsiniz? Bugün aidiyet, epeyce karmaşık bir problem. “After Belonging” göçlerle, krizlerle, bugün yaşadığımız aidiyet problemlerini geniş bir açıdan ele almayı amaçlıyordu, ve Oslo’da çok uzun zamandan beri yapılamamış olanı yaptı. Çok iyi bir tartışma ve düşünce ortamı yaratıldığına inanıyorum; trienal, bu konulara odaklanılması için çok önemli bir başlangıç noktası ortaya koydu. Bugünlerde yaşamakta olduğumuz şey, muazzam bir medeniyet uçurumu, ve bu uçurum belki de tarihte hiç olmadığı kadar derin. Her yeri kaplayan, kendi boşluklarını doğuran; göçler, savaşlar yaratan bir boşluk. Bunun nasıl giderilebileceğiyse, politik gündeme de, mimarlık gündemine de bakılırsa, zor görünüyor.

7


XOXO’da her ay yazılarıyla konuk ettiğimiz Gündüz Vassaf, kurguyla gerçeğin iç içe geçtiği yol hikayelerini yeni kitabında bizimle paylaşıyor.

YOL ARKADAŞIM HAVAALANI YAZILARI


HELLO/ GOODBYE

S(I)N

Hazırlayan:

Tuğçe Bahçıvangil Fotoğraflar:

Gökhan Polat

Soldan sağa Yağmur Bluz:

Pop.see.cul/ Vakkorama Ceket:

Vakkorama Pantolon:

Pop.see.cul/ Vakkorama Gözde Eşofman Takımı:

Academia/ Beymen Ceket:

Academia/ Beymen

104

S(I)N’den önce ne yapıyordunuz? GÖZDE TUNCER: Uzun bir kurumsal dönemin ardından ara vermiştim. Küçük projeler yapıyordum. YAĞMUR TOPRAK: La Salle’da Fashion Marketing okuyordum. Aynı zamanda bir deri firmasında staj yapıyordum. Hayatınızda yaptığınız en alakasız iş neydi? G: Proje bazında birçok iş yaptım ama en alakasızı, bir sergi kapsamında kocaman bir salonun duvarlarını simsiyah desenler boyamaktı. Y: S(I)N aslında benim yaptığım ilk iş. Birlikte çalışmanın en iyi yanı ne? G: Bazen yattığın yerden işlerin yürüdüğünü bilmek. Şaka bir yana, riski, iş yükünü, sevinci ve stresi paylaşmak. Markanız bir kitap olsaydı adı ne olurdu? Y: S(I)N’in sözlük anlamını en doğru anlatan kitap, Seven Deadly Sins. Yasak mı, düzen mi? Y: İçten içe düzeni sevsem de, düzenin getirdiği bir rutin var, o da bana çok sıkıcı geliyor, bu yüzden yasak diyebilirim. G: Evet, galiba o rutinden kaçmak için ben de yasağı seçiyorum. İşinizle alakalı büyük bir başarıya ulaştınız. Fonda ne çalıyor? Y: ‘Ain’t No Mountain High Enough’. Hem motive edici, hem de güzel bir yola devam şarkısı. Kiminle yemeğe çıkmak isterdiniz? G: Micheal Jackson. Bütün gece müzikten, stilinden ve küçük sırlarından konuşurduk. Y: Martin Margiela. Ona soracağım çok şey var.


105


YERLİ YERSİZ “Any man may be in

Fotoğraflar:

Osman Özel Moda Editörleri:

Utku Palamutçu, Yağmur Kural Fotoğraf Asistanı:

İlnur İskender Moda Editörü Asistanı:

Batuhan Çetin Modeller:

Daniel, Khalid/ Option Mgmt

106

good spirits and good temper when he’s well-dressed. There ain’t much credit in that.” Charles Dickens The Life and Adventures of Martin Chuzzlewit


Ceket:

Brooks Brothers

107


Soldan sağa Takım:

Boss Takım:

Etro/Beymen Ceket:

Boss Ceket:

Ermenegildo Zegna Gömlek:

Jil Sander Kravat:

Brooks Brothers Takım:

Armani Collezioni/ Harvey Nichols Takım:

Ermenegildo Zegna

108


Gรถmlek:

Etro/Beymen

109


Sol Gömlek:

Jil Sander/ Brandroom Takım:

Vakko Sağ Gömlek:

Dolce&Gabbana/ Beymen Takım:

Boss

110


Soldan sağa Takım:

Ermenegildo Zegna Takım:

Etro/Beymen Kravat:

Brooks Brothers Ceket:

Ermenegildo Zegna 111


112


Gömlek:

Tom Ford/ Harvey Nichols Takım:

Gucci/ Harvey Nichols

113


Sol Gรถmlek:

Boss Ceket:

Armani Collezioni/ Harvey Nichols Saฤ Ceket:

Brooks Brothers

114


115


Jane Siskin’in, moda sektörünün en büyük klişelerinden birisi haline gelen, ofis kıyafetiyle geceye devam etme ritüeline olan bakış açısı, onu kendi markasını kurmaya itiyor. İşe Cinq à Sept’in baktığı yerden bakarsanız, adından mütevellit, doğru yerde doğru zamanda ne giymeniz gerektiğini daha iyi anlayacaksınız.

Röportaj:

Utku Palamutçu

Cinq à Sept, FW 2016

116

CINQ À SEPT


Jane, en son kimin Instagram hesabında gördüğün bir kıyafeti satın almak istedin? Hirshleifers’ın repost ettiği bir fotoğrafta, tanımadığım bir kadın harika bir Yves Salomon kaban giyiyordu. Hiç tereddüt etmeden mağazanın web sitesine girip ürünü satın aldım.

1

Sıradan bir günde saat 17:00 ve 19:00 arasında ne yaparsın? Muhtemelen ofisteki işlerimi toparlıyor ve masamdan koşarak uzaklaşıyor olurum. Derin bir nefes alıp kendimi yoga dersine atarım ve ailemle güzel bir akşam yemeği için fırsat yaratırım.

2

Kadınların en şık halinin bu saat aralığında vuku bulduğuna mı inanıyorsun? Bu durum benim için geçerli olmasa da, evet, buna inanıyorum.

3

Neden? Çünkü sadece kadınların değil, genel olarak insanların, günün bu saatine ilişkin bir beklentisi var ve bu durum onları cezbediyor. Haliyle bu durumda marka olarak biz devreye giriyoruz ve tüketicinin bu hissiyatını baki kılmak için kıyafetler tasarlıyoruz. Sahip oldukları özgüveni ve heyecanı uyandırarak bu algıyı sadece belirli bir zaman aralığına sıkıştırmamalarını öneriyoruz.

4

Üretiminizi nerede yapıyorsunuz? Hammaddeleri dünyanın farklı yerlerinden temin ediyoruz ama üretimi New York City’de yapıyoruz.

9

Malum, Cinq à Sept, Québec Fransızcasına özgü bir kalıp, öte yandan marka New York menşeli ve yaratmak istediğin algı evrensel. Tam olarak nasıl bir kadından bahsediyoruz? Hayalimde şekillenen kadın her şeyden önce Fransız kadınının romantik ve seksi duruşuna sahip. Cinq à Sept, bu Parizyen duruşu farklı detaylarla dengelemek için, ilham kaynağını tek bir noktayla sabit kılmıyor. Bir yandan cool bir duruş yakalamaya çalışıyor, öte yandan insan vücudunun estetik algısını ön plana çıkarmak istiyor. Kısacası, evrensel değerleri tek bir bünyede birleştirebilen bir kadından bahsediyoruz.

5

Sipariş üzerine mi çalışıyorsunuz yoksa stoklarınız var mı? Çok limitli sayıda bir stoğumuz var. Açıkçası söz konusu mücevher olunca tek bir parça bile giderler hanesine epeyce dolar ekliyor.

10

Fotoğraf:

7 for All Mankind ve Elizabeth&James’in yönetim kurulunda yer alırken bir anda ne oldu da kendi markanı kurma ihtiyacı hissettin? Aslında hatırı sayılır hiçbir şey olmadı. Önceden çalıştığım markalar aracılığıyla, hedef müşteri kitlesini belirleme konusunda deneyim elde ettim. Bu yüzden üretimi değil, tüketimi daha doğrusu tüketiciyi merkeze koyan bir marka yaratmak istiyordum ama halihazırda DNA’sı belli bir markayı değişime sokmak yerine her şeye sıfırdan başlamaya karar verdim.

6

Peki tüketici tam olarak ne istiyor? Çok basit; ofis masasında giydiği kıyafetle akşam dışarıya çıkabiliyor olmak istiyor, hepsi bu.

7

Hannah Sider Jane Siskin

Tasarımcılar için bu alışkanlığın, tüketiciler için de bu ihtiyacın şekillenmesinde sosyal medyanın ve online alışverişin çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorsun. Evet. Sosyal medya sadece alışveriş yapma rutinimizi değil, ihtiyaç listemizi de kökten değişikliğe uğrattı. Tüketiciler Instagram’da gördükleri insanların giydikleri kıyafetleri nasıl bu kadar pratik kullandıklarını merak ediyorlar, bu pratik kullanımın da pratik bir çözümünü arıyorlar ve onlara bu çözümleri sunan markalara hemen ulaşmak istiyorlar. Kulağa her ne kadar insanı tembelleştiren bir ritüel gibi gelse de, şu an moda dişlileri bu doğrultuda dönüyor.

8

117


SOME WOMEN OF TEA

LILIANA LOPEZ

Hazırlayan:

Ayşecan İpek Fotoğraflar:

Mehmet Tuna

Sunum, çay ritüelinin önemli bir parçası. Melez’de estetik kavramına nasıl yaklaşıyorsun? Çay birbirinden farklı birçok kültürün elinde yoğrulmuş, kıtalar değiştirmiş, bizlere çok farklı hikayeler sunan, yolculuklar yaptıran bir emtia. Melez ise bu ender dünyadaki farklı kültürleri buluşturarak sizleri bir yolculuğa davet ediyor. Sunumlarımız, kısaca ‘kusurlu güzellik’ manasına gelen Japon WabiSabi estetik felsefesinden yola çıkıyor.

1

118

Çayın tat vermek dışında başka önemli ve tedavi edici işlevleri var, onu bu yönüyle yakından tanıyor muyuz? Çay Sommelier’liği eğitimi aldıktan sonra harmanlama sanatımı da geliştirmek adına geleneksel Çin ve Ayurveda tedavi yöntemleri, bitki ve baharatların vücudumuza sağlayabileceği faydalar hakkında da eğitimler alma fırsatım oldu. Tüm dünya daha doğal olana yöneldiği için, çaya bu anlamda duyulan ilgi artıyor.

3

Çaylarınızın Spotify’da kendilerine ait playlist’leri mevcut. Melez’de çaya bir yaşam stili ürünü olarak baktığınızı söylemek doğru olur mu? Evet, kesinlikle. Melez Tea, çayı çaydan daha fazlası olarak nitelendiren, farklı kültürleri kendi içerisindeki ritüellere saygı duyarak, fonksiyonel bir şekilde müşterilerine sunan, yani çay elçisi gibi davranan bir marka. Kaliteli çaylar sunmakla kalmayıp yaşam tarzlarının bir parçası olmak istiyoruz, Melez Tea Lab’de bu hissi onlara geçirebildiğimizi düşünüyorum.

2


SOME WOMEN OF TEA

EYLÜL GÖRMÜŞ

Bir pazar günü, saat 16:30. Önünde hangi çay, hangi kitap ya da film, hangi atıştırmalık var? Ah, bu hayali kurmak güzel olurdu; ama Pazar günlerim genellikle dükkanda geçiyor. (Esnaflık!) Fakat evde olduğumu hayal edersek; kesinlikle güzel bir Silver Needle veya bir erken hasat Darjeeling içiyorum. Akşamüstleri bu tür hafif çayları tüketmeyi daha çok seviyorum. Kitap duruma göre değişir; ama tüm kitaplarını pek çok kez okumamış olsam bıkmadan her gün Gabriel Garcia Marquez okurdum, bileğimdeki “Cien Años de Soledad” (Yüzyıllık Yalnızlık) dövmesinin hakkını verirdim. Yiyecekse yüksek ihtimalle avokadolu bir şeyler olur.

Erzurum’da bir köy kahvesinde sürpriz bir çay tadımı düzenleseydin, Oolong mu yoksa Pu-erh mi denetirdin? Öncesinde onların demledikleri çayı tadardım. Herkesin çay yapma biçimine müthiş saygı ve merak duyuyorum. En tazesinden tavşan kanı çayımı içer, nasıl demlediklerini öğrenirdim. Sonrasında sağlam, sert bir Pu-erh hazırlardım. Topraksı tadı ve sert kokusuyla köy kahvesine yakışırdı, ama yine de onları alıştıkları çaydan vazgeçirebileceğimi sanmam.

3

1

Dem’i Moda’da açmaya hazırlanıyorsunuz. Karaköy’deki mekandan daha farklı bir yer mi olacak? Hem evet, hem hayır. Biz Dem’i mahalle kültürü olan yerlere yakıştırıyoruz, dolayısıyla Moda’nın da bizi seveceğini düşündük. Karaköy’de tarihi bir binadayız, Moda’da ise dükkanımız yeni bir binada; bundan kaynaklanan küçük bir tarz değişikliği olacak, daha modern bir iç mekan tasarımı hazırlıyoruz. Ama 60 çeşit çayımızı ve yiyecek menümüzü aynen taşıyoruz.

2

119


SOME WOMEN OF TEA

ÖZGE YILMAZ

Toplanışı ve kurutuluşu en ilginç olan çay hangisi? Aklıma gelen en güncel örnek, Paper and Tea’nin Astral Moments adlı Bai Mu Dan serisi. Yunnan’da yetişen çayın tüylü tomurcuklarını ve en kaliteli yapraklarını alacakaranlıkta toplayıp gün doğarken kurutuyorlar, fakat kurutma işlemi yaprakların sadece bir yüzüne uygulanıyor. Böylece yapraklarının bir yüzü gümüş yeşili, diğer yüzü siyaha yakın olan bu beyaz çay ortaya çıkıyor. Salt görsel olarak bile muazzam bir deneyim.

2

‘Çayın Sosyal Tarihi’ başlıklı araştırmanı derinleştirirken seni en çok hayrete düşüren bilgi ne oldu? Bin yıllardır, çaya çok fazla anlam yüklenmesi ve pek çok şeyin simgesi haline gelmesi. Zen Budizmi gibi birçok manevi öğretide büyük yeri olan çay, aynı zamanda çok dünyevi ve gündelik bir zevk. 17. yüzyılda İngiltere’de zenginliğin ve lüksün sembolüyken, zamanla çay ve çay molası, işçi sınıfının simgesi haline gelmiş. Bunun gibi birbirine zıt pek çok olguyu temsil etmiş ve ediyor oluşunu çok heyecan verici buluyorum.

1

120

Inteawetrust isimli Instagram hesabından yola çıkarak sormak istiyoruz, çaya neden güvenilir? Inteawetrust, benim çayla olan ilişkimin görsel bir özeti gibi. Orada her şey çok şeffaf ilerliyor. İlk dönemler ve bugün arasında hem bilgi hem de bakış farkı var. Çay asla bitmiyor, her zaman şaşırabiliyor ve zenginleşebiliyorsunuz. Toprakla olan ilişkisi sınırlı bir apartman çocuğu olarak, doğayla epey geç tanıştım. Çay, toprakla kurduğu ilişkisi açısından da büyüleyici ve güvenilir bir bitki. Yetiştiği topraktaki ufacık farklılıklar, rakım, iklim şartları gibi özellikler birebir likörünün rengine, kokusuna ve aromasına yansıyor.

3


SOME WOMEN OF TEA

ECE EREL

Paşabahçe’yle gerçekleştirdiğin gurme çay tadım etkinliğiyle başlayalım. Çok heyecanlıydı. Şarap için değişik bardaklar ne kadar önemliyse biz de çayda o farkı yaratmak için yola çıkmıştık. Çay dünyasında hiç benzeri olmayan bir şey için çalıştık; yaptığımız işle hala çok gurur duyuyorum. Yüzlerce harika bardak, onlarca değişik tip çaydanlık, en özel işlenmiş halleriyle el yapımı Karadeniz çayları ve o çayların mis kokularıyla dolu bir etkinlikti. Düşünüyorum da aslında bir çay sever için cennet gibi bir yermiş.

1

Çay ritüelinin en önemli anı nedir sence? İçmeden hemen önceki an. Beni yetiştiren Tea Master ilk dersimizde “Bardağı elinde tutup şükranlarını sunmak çay seremonisinin önemli bir parçasıdır.” demişti, gerçekten de öyle. Çay, zor yetişen bir bitki, toplaması bir o kadar dertli, işlemesi ise tam bir ustalık. Çay içmek, doğaya ve insanın doğaya katkısına şükretmek aslında. Bu, çayın felsefesinde var.

2

Çayın peşinden gittiğin yeni bir rota çizsen durakların nereler olurdu? Karadeniz’in bendeki yeri bir başka, oradan vazgeçmem ama Japonya’da çay bahçelerinde çalışıp fabrikalarında elimle çay işlemek, Sydney’in çay kültürünü gözlemleyip, Hawaii’de yeni kurulan çay tarlalarında çiftçilik yapmak isterdim.

3

Bize güzel bir kış çayı tarifi verir misin? Mandalina ya da portakalın tepesinde bozuk paradan biraz büyük bir bölgeyi yatay olarak kesin ve içindeki meyveyi kabuğa zarar vermeden çıkarıp sadece kabuğunu bırakın. Bu kabuğu fırında iyice kurutun, sonra içine siyah çay, tarçın, karanfil ve kakule koyun. Kapağını kapatın, tüm aromaların birbirine karışması için birkaç gün bekleyin. Demlerken de bu çayı demliğe, elinizle kırarak koyun, harika bir çay elde edeceksiniz.

4

121


SOME WOMEN OF TEA

MERVE GÜZELTUNA SEZEN

Doğru çayla buluşmak istediğinde tercihlerini ne yönde kullanıyorsun? Çayda, viskideki “single malt” tanımına benzer “single estate” tanımı var. Farklı tarlalardan alınıp yapılan harmanlardan farklı olarak aynı tarlada yetişen çaylar söz konusu. Buralardan genellikle az miktarda çay alınıyor ve fiyatlar oldukça yüksek oluyor. Londra gibi yeme içme kültürünün çok geliştiği şehirlerde bazı restoranlar bu özel tarlaların iki-üç yıllık hasadını önden satın alabiliyor. “Single estate” olarak Dikom çayı damağımda farklı bir tat bırakıyor. Yemek sonrasında Jasmine Pearls veya akşam saatlerinde bir beyaz çay çeşidi olan Silver Needle’dan çok keyif alıyorum. Ayrıca bir Japon yeşil çay çeşidi olan Sencha Fuji’nin de benim için çok özel bir yeri var.

2

1

Dünya haritasında parmağını bir teahouse’un üstüne koymanı istesek nereyi

seçerdin? Henüz gitme fırsatı bulamamış olsam da Bangkok’daki Peace Oriental Teahouse’u dekorasyon, sunum, çay çeşitleri açısından çok beğeniyorum ve takip ediyorum. Hiç tereddüt etmeden onun üstüne koyardım.

122

Yapılan çay tercihlerine bakarak analiz edecek olursan Türkiye’de nasıl bir damak tadı mevcut? Türk çayından yola çıkacak olursam birçok insanın çayda sert tatları sevdiğini söyleyebilirim. Bu noktada sert ve zengin tatları ayrıştırmak gerekiyor. Çay çok sert olduğunda diğer tüm tatları bastırıyor ve zengin bir deneyim ihtimalinin önüne geçiyor. Son dönemlerde damak tadı değişmeye ve keşiflere daha açık hale geldi diye düşünüyorum. Önceleri daha az tercih edilen yeşil çay kendine yer bulmaya başladı.

3


EVENT MANAGEMENT

PUBLISHING

CONCEPT DESIGN

BRAND PLATFORMS

AND ANYTHING COOL

FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669


UNINTENDED Bir güzellik malzemesinin

Yazı:

Ayşecan İpek Fotoğraflar:

Gökhan Polat Hazırlayanlar:

Tuğçe Bahçıvangil, Başak Ulubilgen

124

işlevselliği diğer pek çok tasarım gibi dönüşüme açık. Kendinize sormanız gereken soru ise şu: Kalıpların dışına çıkmaya hazır mısınız?


Taze bir çiçek buketini küçümsemeden önce onun kaosa ev sahipliği yaptığını kendinize hatırlatın. Christian Dior Miss Dior Absolutely Blooming, Hugo Boss The Scent For Her ve Gucci Bamboo’nun ortak noktası baştan çıkarmakta zorlanmayan floraller.

Ayakkabı:

Christian Louboutin

125


Sabahın erken saatleri sizin için de beyaz çiçekler, taze kahve ve asık suratla başlıyorsa doğru yerdesiniz. Prada Infusion d’Iris, Ex Nihilo Rose Hubris ve Maison Francis Kurkdjian Petit Matin, pudramsı floralleri modern ve şehirli bir kılıfla kahvaltı tepsinize yerleştiriyor.

Bardak Askısı:

Crate&Barrel Bardaklar:

Crate&Barrel Moka Makinesi:

Crate&Barrel Bardak Altlığı:

Hamm Design

126


Temel içgüdülerinize kulak verin ve cilt bakım rutininizi sadeleştirin. Bobbi Brown Remedies Skin Fortifier No.93 Strength&Recovery Tonic, tedavi ederek temizliyor. Kiehl’s Color-Protect Shine Infusing Hair Oil Treatment, saç rengini koruyarak bakım yapıyor. Cowshed Lippy Cow Natural Lip Balm, dudakları nemlendiriyor.

Çiçekler:

Hamm Design

127


Christian Louboutin Nail Polish Lady Deep’in derin kırmızısını ve Lady Twist’in petrol mavisini zıt kutuplarda kendi hallerine bırakmak yerine bir arada olmaya ikna edin. Bu sırada Rouge Louboutin Sheer Voile, yumuşak parmak hareketleriyle dudağa belli belirsiz değebilir.

128

House of Sillage Cheveux d’Or, açılışını yabani çilek, frambuaz ve manolyayla yapıyor. M.A.C Shadescents koleksiyonundan Velvet Teddy, Ruby Woo ve My Heroine, tatlıdan serte doğru sıralanarak bir kadının farklı ruh hallerini temsil ediyor.


Sol sayfa Şişeler:

Crate&Barrel Martini Bardağı:

Crate&Barrel Martini Çubuğu:

Luxuria Shot Bardağı:

Crate&Barrel Tepsi:

Crate&Barrel Punch Kasesi:

Crate&Barrel Punch Kaşığı:

Crate&Barrel Sağ sayfa Mumluklar:

Crate&Barrel

Kırmızı ruju tek başına bırakmak mı yoksa başka renkleri dahil ederek oyunu güçlendirmesine izin vermek mi? Dudaklarda Urban Decay Vice Lipstick Mrs. Mia Wallace ve F-Bomb’a, gözlerde ise Bobbi Brown Long-Wear Gel Eyeliner Gunmetal Ink, Bronze Shimmer Ink ve Union Jack’e yer açın.

129


Viyana Turizm Ofisi ile birlikte yolumuz Viyana’ya düşüyor ve şehri keşfetmeye başlıyoruz. Deneyimlediklerimizi görsel hafızamıza kazımak ve kendimize saklamak yerine sizi de işin içine dahil etmek istiyoruz, zira Viyana dendiğinde aklınıza sadece Mozart, şinitzel ve opera gelsin istemiyoruz.

Yazı:

Sinan Sinanoğlu Fotoğraflar:

Peter Rigaud

Schönbrunn Palace

130

VİYANA 101


Sizi birazdan çıkacağınız yolculuğa hazırlamak için, işe kısmen ansiklopedik ama Game of Thrones izleyenleriniz için bir o kadar da ilgi çekici bir girizgah yapalım. Habsburg Hanedanlığı’nın Orta Avrupa’daki hükümranlığı ve bu hanedanlığın bugünkü Avusturya ile özdeşleşmesi, 1200’lü yılların başına tekabül ediyor. Ancak mevzu bahis Habsburg Hanedanlığı olduğunda, konu sadece yönetim, taht oyunları, toprak savaşları gibi başlıklarla sınırlı kalmıyor. İhtişam, lüks, estetik ve mimari, gizli özneler olarak hanedanlığı tanımlayan değerleri oluşturuyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında yerle bir olan şehir, estetik değerlerinden ödün vermemek üzere, yeniden inşa ediliyor ve bu yüzden Viyana’ya ayak bastığımızda etrafımızı çevreleyen tarihi doku bizi şaşırtmıyor. Hanedanlığın bugüne miras olarak bıraktığı yapılar, şehrin modern dokusuna eşlik ediyor ve şehir Old Town ve Modern Capital olmak üzere sınıflandırılıyor. Halkalar halinde genişleyerek büyüyen şehir, 23 farklı bölgeden oluşuyor. Bu bölgelerin kalbinde ise, şehrin tarihi merkezi olan Innere Stadt var. Birazdan okuyacağınız satırlar, sizi oldukça sıradan bir günde Viyana’da neler yapabileceğinize dair aydınlatmak ister cinsten. Çünkü sanıldığının aksine, sahip olduğu kültürel değerleri yaşatmak, şehri sıradan bir Avrupa başkenti haline getirmiyor. Zira, Viyana artık eskiye göre çok daha genç ve çok daha fazlasını vadediyor. Şehri keşfetmeye başlamadan önce, kendinize bir sıfır noktası belirlemenizi öneriyoruz. Innere Stadt’ın tam ortasında yer alan Hofburg Sarayı sizin için bu görevi üstleniyor. 13. yüzyılda Habsburg Hanedanlığı’na ev sahipliği yapmak üzere inşa edilen saray, bugün hem müze hem devlet işlerinin yürütüldüğü yapı olarak hizmet veriyor. Tabii Emperyal sarayın manzarasını oluşturan Heldenplatz Parkı’nda boylu boyunca uzanmanın serbest olduğunu da belirtelim. Parkı geride bırakarak kendinizi, Viyana’nın önemli modern sanat duraklarından birisi olan MuseumsQuartier’de bulabilirsiniz. Birbirinden farklı konseptlere, sergilere ve sanatçılara ev sahipliği yapan dört farklı müzenin oluşturduğu kompleks, aynı zamanda dünyanın en geniş Egon Schiele seçkisini de bünyesinde barındırıyor. Hava şartları nasıl olursa olsun, MuseumsQuartier’nin avlusunu dolduran Enzi koltuklara oturup etrafınızdaki hareketliliğin tadını çıkarın. Modern sanat ve Viyana arasındaki yakın ilişkinin sağlamasını yapmak için bir sonraki durağınız Albertina olmalı. Vakti zamanında Viyana’nın şehir merkezini çevreleyen surların bugün ayakta kalan kısmı üzerine kurulu olan Albertina, Klimt, Dürer, Monet ve Picasso gibi isimlerin eserlerine duvar örüyor. Albertina’nın hemen karşısında yer alan Café Mozart’a uğrayıp, yolunuza devam ederseniz, şehrin sembolü olarak kabul gören, tarihi 12. yüzyıla dayanan ve bugün

St. Stephen’s Cathedral: The Fiakers

Avusturya’nın en önemli gotik yapıları arasında görülen St. Stephen Katedrali, Stephansplatz meydanında sizi yolculuğun ikinci kısmına hazırlayacak. Malum, şehir sadece modern sanat ve mimari üzerine kurulu değil. Özellikle yılın bu zamanı, Viyana’yı hem yerel halk hem de ziyaretçiler için büyük bir alışveriş merkezine çeviriyor. St. Stephen Katedrali arkasında yer alan Goldenes Quartier bölgesinde toplanan lüks algısı, yılbaşı ruhunu henüz atlatamamış ziyaretçiler için alışveriş çanlarını çalıyor. Bu sıradan günün sonunda, Viyana’nın yükselen değerlerinden gastronomi, Avusturya mutfağını keşfetmeniz için geniş bir skalayla karşınıza çıkıyor, zira Avusturya ve Viyana mutfağı sadece şinitzelden ibaret değil. Şehrin yeni gurme yemek okulu Le Grand Chef, Grand Hotel Wien çatısı altında, damak zevkinizi geliştirmek için kapılarını açıyor. Sofitel Vienna Stephansdom otelinde yer alan Das Loft da aynı görevi yerine getirmek için emin adımlarla ilerliyor. Günün sonunda, karnınız tok ve sırtınız pek. Şehrin tarihi dokusunun, sanat anlayışının ve mutfağının tadına baktınız. Şimdi bizim gibi bir hikaye anlatıcısına ihtiyaç duymadan, birinci tekile dönüp hikayenin kahramanı olmak için harekete geçebilirsiniz. 131


FRESH OXBLOOD. Burberry’nin tasarımlarında takip ettiği İngiliz duruşu, konu makyaj olduğunda da etkisini sürdürmeye devam ediyor, biliyoruz. Daha önce kendisiyle bir araya gelme fırsatı bulduğumuz Burberry Beauty’nin Artistik Danışmanı Wendy Rowe, Christopher Bailey ile kafa kafaya vererek, bu kez fırçasını 16 yaşındaki Iris Law’un mükemmele yakın diyebileceğimiz yüzüne dokunduruyor. Wendy Rowe’un kontrolü altındaki fırça, markanın yeni likit rujlarına ait. Burberry’nin klasik ve kadifemsi Lip Velvet’lerinin kardeş ürünü Liquid Lip Velvet ruj koleksiyonunda 14 farklı renk bulunuyor ve tabii ki markanın orijinal tonlarından Oxblood ve Military Red de seriye dahil olmayı ihmal etmiyor. Lip Velvet’in katı yapısının biraz daha sıvılaştırılmış ve mat hali gibi bir doku sunan Liquid Lip Velvet, alışveriş listenize en üst sıradan giriş yapmaya aday. ORIGINAL IS NEVER FINISHED. Başlığın da özetlediği üzere, adidas Originals’ın yeni reklam kampanyasından söz ediyoruz. Adından mütevellit, bu kampanya, Originals için hala çalışıldığının ve hiçbir zaman durmayacaklarının altını çiziyor. Kreatif Direktör Johannes Leonardo tarafından kavramsallaştırılan ‘Original is never finished’ sınırlar yeteri kadar ileriye götürüldüğünde üretimin yeniden orijinal hale geleceği fikrini savunuyor. Bu fikri destekleyenler arasında Snoop Dogg, Dev Hynes, Stormzy, Mabel, Kareem Abdul-Jabbar, Brandon Ingram, Petra Collins, Gonz ve Lucas Puig gibi isimler de bulunuyor ve bu yeteneklerin hepsi tek bir ağızdan Sinatra’nın My Way’ini söyleyerek, günümüzün jenerasyonuna orijinallik kavramını yeniden tanımlamaları için ilham veriyor. THE ART OF THE AFFAIR. ‘20. yüzyılın edebiyat dünyasında kim kiminle birlikte olmadı ki?’ gibi bir soruyu bilerek ve isteyerek sormayabilirsiniz. Zira Catherine Lacey de skandallar ve hiç ummayacağımız ilişkilerin yaşandığı bu dünyayı, bir gün Wikipedia’da gezinirken tesadüfen keşfediyor, bu konuyu araştırmak için daha da derine iniyor ve ortaya The Art of the Affair çıkıyor. Bu ilişkileri daha çekici yapan 132

illüstrasyonlarsa Forsyth Harmon’a ait. Kitabın kapağında da görüldüğü üzere Frida Kahlo’dan Coco Chanel’e, Andy Warhol’dan Josephine Baker’a, hayatlarıyla ilgili daha önce pek çok şey okuduğumuz ve izlediğimiz sanatçı, tasarımcı ve yazarların arasında geçen ilişkileri anlatan kitap, sadece edebiyat dünyasının değil, üzerinde yaşadığımız dünyanın aslında ne kadar küçük olduğunu bir kez daha kanıtlamak ister cinsten. THE DA VINCI WATCH. IWC Shaffhausen Cenevre’de düzenlenen SIHH fuarında tanıttığı Da Vinci 2017 koleksiyonuyla, 80’lerin klasik tasarımını yeniden yorumluyor. Da Vinci Automatic 36 ve Moon Phase 36 model saatler kadınları hedeflerken, Da Vinci Automatic uniseks bir tasarımın altını çiziyor. Böylece IWC, yeni koleksiyonundan önce 1985 yılında sunulan ve Da Vinci Perpetual Calendar’ın simgesi haline gelen yuvarlak kasaya, iki koleksiyonun da özelliklerine sadık kalarak resmi bir dönüş yapmış oluyor. STAR-STUDDED. Riccardo Tisci egemenliği altındaki Givenchy’nin yeni kampanya görsellerinde bu sefer model Jason Levy’nin omuzlarında Naomi Campbell’ı görüyoruz. Givenchy Jeans’in İlkbahar sezonu için yayınladığı ve Tisci’nin styling kısmını Carine Roitfeld’e emanet ettiği kampanyada Givenchy’nin alametifarikası halini almış skinny jeanleri, Tisci’nin vazgeçemediği aksesuarları olan yıldızları ve zımbaları farklı bir ruh halinde izliyoruz. Daha önce Gisele Bündchen ve Candice Swanepoel’le yaptığı çekimleri takip ederek, marka, çizgisini korumaya kaldığı yerden devam ediyor. COCO’NUN KODLARI. Chanel’in Kreatif Makyaj ve Renk Tasarımcısı ünvanını işe ilk başladığı günden beri harikalar yaratarak taşıyan Lucia Pica, yeni makyaj


koleksiyonu için işin temeline dönüyor. Coco Codes renk skalası için, Gabrielle Chanel’in işe ilk başladığı yıllarda kullanmaktan vazgeçemediği ve kendi makyaj kodları olarak belirlediği beş rengi baz alıyor. Haliyle kırmızı, siyah, altın, beyaz ve bej tonları Coco Codes’un her ürününde farklı tonlarıyla karşımıza çıkıyor. Lucia Pica’nın ünvanındaki ‘kreatif ’ sözcüğü burada devreye girerek, bir ilkbahar koleksiyonunda kolay kolay göremeyeceğiniz Rouge Noir gibi tonlarla bizleri şaşırtıyor. Kadınların kendilerine meydan okumalarını ve güzellik beklentilerini tersine döndürmeyi istediğini söyleyen Pica, bu beş rengin harmoniyi temsil ettikleri gibi, aralarında kontrast da yaratabileceğini söylüyor ve siz Coco Codes’u kullandığınızda, Gabrielle Chanel’in neden bu beş rengi kullanmaktan vazgeçemediğini gayet net bir şekilde anlıyorsunuz. SPANDEX FOR DAYS. Demna Gvasalia, Balenciaga’nın yeni kampanya çekiminde başrolü, koleksiyonun da vazgeçilmez dokularından olan spandekse veriyor. Balenciaga yorumuyla harmanlanan 80’lerin vazgeçilmez parçası, neredeyse her karede, farklı ve canlı renklerde, Harley Weir’ın estetik filtresinden süzülerek karşımıza çıkıyor. Alek Wek, Shujing Zhou ve Eliza Douglas gibi ‘Insta-girl’lerin yer aldığı kampanyanın arka planı içinse yine temaya yakışır sahne perdeleri tercih ediliyor. Gvasalia tarzı bir bakış açısının vermek istediği en basit mesaj ise, annelerimizin gardıroplarının derinine inip yıllardır bu anı bekleyen spandeksleri gün yüzüne çıkarma vaktinin geldiği oluyor. AN ODE TO COWS. Şimdi sizi dünyadaki tüm Soho House’ların en büyüğü olma ünvanını taşıyan İstanbul durağına götürüyoruz. Bu macerada kendinizi bulacağınız yer, Soho House İstanbul’un tarihi Palazzo bölümünde yer alan labirent-vari kulüpten ziyade, Glass Building’deki otel kısmında bulunan Cowshed Spa oluyor. Soho House’un kurucusu Nick Jones’un

Somerset’teki inek ahırında hayat bulan ödüllü bakım markasının spasında yalnızca Cowshed ürünleri kullanılıyor. Bakım menüsünde en çok dikkat çekenler arasında Cowshed Masajları ve Facial’ları başta geliyor. Spa’da, bakımına düşkün erkekler de ihmal edilmiyor. Neville Barbershop’ta erkeklere yönelik her türlü bakıma rastlıyoruz. Daha geleneksel bir bakım tercih edenler için ise Cowshed Hamam hazır ve nazır bekliyor. SO CELESTIAL. Maison Francis Kurkdjian, ikonik şişeleri ve bir araya getirdiği beklenmedik notalardan oluşan kokularıyla her zaman sadeliğini koruyan ve aynı zamanda çekiciliğinden taviz vermeyen bir parfüm evi olarak olfaktif bilinçaltımızda yerini her geçen gün biraz daha sağlamlaştırıyor. Markanın ödüllü kurucusu Kurkdjian’ı dünyada en çok satan kırkın üzerinde parfümün yaratıcısı yapan şey, izlediği bu yol oluyor. Metal kapaklı, şeffaf cam şişesinin içindeki yeni parfümü Aqua Celestia adından da anlaşılacağı gibi, kendine güçlü ve yalın bir yol seçerek gökyüzüne ve suyun gücüne gönderme yapıyor. Meksika misket limonu, Fransa’nın Provence bölgesinden mimoza, Burgonya frenk üzümü ve musk notalarından oluşan parfüm, Kurkdjian’ın mirasını kaldığı yerden devam ettiriyor. SUPREME COUTURE. Louis Vuitton’un geçtiğimiz günlerde Paris’te yapılan Sonbahar-Kış 2017 erkek koleksiyonunda dikkati çeken şey sadece Kim Jones’un tasarım estetiği değil, aynı zamanda markalar arası işbirliklerinin bir numaralı uzmanı, spor giyimi sokağa en iyi şekilde taşıyan markalardan Supreme’in Louis Vuitton erkeğini kontrol altına almasıydı. Moda sektörünün iki farklı ucunda, iki farklı ikonik logonun tek bir potada eritilmesi, ortaya tahmin edilemez bir kontrast çıkartıyor ve işin ilginç tarafı, bu kontrast kimseyi rahatsız etmiyor. Zira Supreme’in New York’a has stili, Louis Vuitton’un 133


kahverengi ve bej tonlarındaki monogram desenine nüfuz ediyor ve bu birliktelik ayakkabılara, çantalara (evet, bel çantası yeniden aramızda) ve hazır giyim koleksiyonuna tesir ediyor. ADVANCED NIGHTS. Birkaç yıl önce Güney Kore’nin kozmetik sektörüne yaptığı en büyük katkısı sayesinde cilt bakımı rutinlerinde vazgeçilmez ve pratik bir yer edinen yaprak maskeler Estée Lauder’in ‘advanced’ teknolojisiyle buluşuyor. Ve ortaya Estée Lauder’in göz çevresini hedef alan, dört kullanımlık paketler halinde gelen Advanced Night Repair Concentrated Recovery Eye Mask çıkıyor. Göz çevresini yatıştırmayı ve uzun süre nemlendirmeyi kendine amaç edinen bu yenilikçi maskeye ek yeni bir yağ da bulunuyor. Advanced Night Repair Recovery Mask-In-Oil, gece uyurken kaybedilen Filaggrin bileşeni, Omega 3 ve Omega 6 üretimini cilde geri kazandırmayı hedefliyor. OSCAR WILDE’A İTHAFEN. Alexander McQueen’in Sonbahar 2017 koleksiyonuna, Oscar Wilde ilham kaynağı oluyor. Salome, Picture of Dorian Gray ve Importance of Being Ernest gibi kültleşmiş eserleri okuduysanız, bu koleksiyona baktığınızda ne dediğimizi, daha doğrusu McQueen’in ne demek istediğini gayet iyi anlayacaksınız. Koleksiyon, Alexander McQueen’in kendine has çizgisine sadık kalarak, dar ve uzun ceketler, tavus kuşu desenli iddialı palto ve takım elbiseler, kırmızı, siyah, bej ve lacivertin yoğunlukta olduğu parçalardan oluşuyor. Modanın çirkin bir şey olduğu için altı ayda bir güncellendiğini söyleyen Oscar Wilde, bu koleksiyonu görseydi fikrini değiştirir miydi diye düşünmeden edemiyoruz. DEVIL IN THE DETAILS. Şeytan bu sefer karşımıza bir Ducati ve Diesel işbirliğiyle çıkıyor. Ducati’nin İtalyan motoru kalitesi, Diesel’in asi çizgileriyle birleştiğinde ortaya ‘kıyamet sonrasının kinetik dinamizminden’ ve modadan yola çıkarak tasarlanan Ducati Diavel 134

Diesel çıkıyor. Nisan ayında satışa sunulacak olan motosikletten yalnızca 666 adet olmakla birlikte, her bir Diavel’in plakasındaki detay sayesinde, kullandığınız motosiklet bir sanat eseri olarak addediliyor ve üretilen kaçıncı motor olduğu yazıyor. Teknik konuda Ducati’nin son teknolojisi devreye girerken, moda kısmını deri detaylarla Diesel üstleniyor. Gerisi de başlıktan anlaşılacağı gibi detaylarda gizli... DIOR’UN ERKEKLERİ. Dior Homme’un İlkbaharYaz 2017 kampanya görsellerinde sanat dünyasının farklı kulvarlarından erkeklerle karşılaşıyoruz. Her şeyden önce Kris Van Assche’ın ilham kaynağı olan Dan Witz, koleksiyonu ele geçiriyor. Akabinde Willy Vanderperre’nin çektiği fotoğraflar için marka, tercihini Rami Malek, ikinci kez Dior için kamera karşına geçen A$AP Rocky, Ernest Klimko ve Boy George’dan yana kullanıyor. Van Assche, attığı sıradışı adımı sözlü olarak dile getirmekten çekinmiyor ve Dior Homme’un bu sezon müzik, sanat, sinema ve modayı tek bir ağızdan yansıtacağını belirtiyor. Konu Boy George ve Dior arasındaki uyumun sağlamasını yapmaya geldiğinde ise, kendisinin, farklı olmanın normal bir şey olduğunu herkesten önce savunduğunu belirterek Dior Homme için yeni sayfalar açıldığının habercisi oluyor. İSTİKAMET YUNANİSTAN. Vivienne Westwood’un yeni kampanya görselleri için hep birlikte Juergen Teller’in Yunanistan’ın Hydra adasındaki evine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Andreas Kronthaler’in, Akdeniz hayat tarzı ve insanlarından ilham alarak, Westwood’un klasik çizgisini de dahil etmeyi unutmadığı İlkbahar-Yaz koleksiyonunda Pamela Anderson ve Sylvester Ulv’a ek olarak, Vivienne Westwood’un ta kendisi ve yakın arkadaşları da Hydra adasının keyfini çıkarıyor.


ÜYE OLUN, LÜTFEN. XOXO The Mag, Some Men ve Feed ÜCRETSİZ yayınlardır, sadece bölgelere göre belirlenmiş kargo ücreti karşılığında dergileriniz adresinize gönderilecektir. Üyelik için: xoxothemag.net/uyelik

xoxothemag.net


Tasarım stüdyosu Soto-Lab’in kurucuları Dicle Begüm Arslan ve Hatice Küstür, tasarımlarında gelenekseli deneye tabi tutup, malzemeleri ise yeniden yorumluyorlar. İç mimari, çevre ve ürün tasarımı ise bu hikayenin ara başlıkları.

Hazırlayan:

Selin Ünüvar Fotoğraflar:

Gökhan Polat

136

SOTO-LAB


soldan sağa: 1. Küp 2. Makas 3. Tepsi 4. Fotoğraf 5. Kapsül kahve 6. Metre 7. Tanıtım kağıdı 8. Kartela 9. Eskiz kalemi 10. Kalem 11. Cetvel 12. Kitap 13. Terrazzo 14. Pirinç top 15. Kartvizit 16. Renk kartı 17. Pleksi 18. Katpostal 19. Falçata 20. Dolma kalem 21. Kalem kutusu 22. Terrazzo 23. Silgi 24. Tel rulo 25. Mürekkep 26. Kumaş 27. Pirinç numune 28. Kuru boya 29. Dübel 30. Küp 31. Kumpas 32. Pirinç 33. Terrazzo 34. Kartpostal 35. Masif ceviz 36. Zımba 37. Bakır koni 38. Gergedan 39. Makas 40. Renk kartları 41. Eskiz rulosu 42. Kitap 43. Silgi 44. Ölçekli cetvel 45. Masif meşe 46. Kağıt ağırlığı 47. Lazer metre 48. Füme cam 49. Huş su kontrası 50. Renk kartları 51. Mdf kordon 52. Pamuk ip 53. Pirinç toplar 54. Ampul 55. Ahşap katmanlı panel 56. Fotoğraf 57. Maket bıçağı 58. El modeli 59. Renk kartları 60. 3D obje 61. Çiçek 62. Kuru boya 63. Fotoğraf makinesi 64. Lake kordon 65. Kartpostal 66. Eskiz kalemi

137


180 COFFEE BAKERY 360 3DÖRTGEN 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR 9 ECE AKSOY

TAPS BEBEK TASARIM BOOKSHOP CAFE THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOI AKARETLER TRIBECA NİŞANTAŞI

ÖKTEM & AYKUT GALERİ W ISTANBUL WAGAMAMA WALTER’S COFFEE ROASTERY WALTON HOTELS WANDA WELLDONE WEPUBLIC WHITE MILL

YEDİ MASA YER CAFE

GALERIST GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GEYİK COFFEE ROASTERY & COCKTAIL BAR GEZİ İSTANBUL GRAM GRANDMA GRAVITÉ COFFEE BAR GREY FOOD & DRINK

NAAN BAKESHOP NAİF KARAKÖY NEOLOKAL NESPRESSO NO-FISH TODAY NOPA RESTAURANT NORM COFFEE

KANTİN KARABATAK KARAKÖY KARAKÖY LOKANTASI KARE ART GALLERY KARGA BAR KARLETTO KAVANOZ İSTANBUL KIRINTI RESTAURANT KISS THE FROG KİKİ KİLİMANJARO KOZMONOT KRONOTROP KRUTON KULP KÜFF L’ANGE PATISSERIE & CAFÉ LA BOOM LA PATISSERIE LUNE LA SCARPETTA LE PAIN QUOTIDIEN LES BENJAMINS LEVANTIN GALATA LOKANTA ARMUT LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LUSH HOTEL LUZIA

FERAH FEZA FİNN KARAKÖY FOTINI CAFÉ

ALEXANDRA COCKTAIL BAR ALL SPORTS ANY İSTANBUL ARKA ODA ARTNEXT İSTANBUL AŞŞK CAFE ATÖLYE MAÇKA AYI JAMIE’S ITALIAN JUNO İKSV İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL MODERN MÜZESİ İSTANBUL SETUP

ZEPLIN PUB & DELICATESSEN

ELEPHANT UNION HOTEL ESMOD

RAFİNERİ RAVONUA 1906 COFFEE & BAR ROBINSON CRUSOE KİTABEVİ ROOM + RUMOURS

OPS CAFE OPUS 3A

C-ZONE C.A.M GALERİ CAFE FİRUZ CAFE SMYRNA CAFE ZANZIBAR CAFFÉ NERO CASITA CENTRAL NİŞANTAŞI CEZAYİR İSTANBUL CHADO CHERRYBEAN COFFEES COFFEE CRAFT CORTILETTO PIZZERIA COUPE LOUNGE PUB CREMERIA MİLANO CREPAN ARNAVUTKÖY CUMA ÇUKURCUMA CUP OF JOY CUPPA CAFE HAMM DESIGN HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HUDSON HÜNKAR

BACKHAUS BACKYARD BALTAZAR BANTMAG MEKAN BASTA BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEER HALL BEJ CAFE BEN COFFEE ROASTERS BEYAZ FIRIN BEYMEN BRASSERIE BIG CHEFS BISTRO 33 BİR NEVİ DELİ BLOKART SPACE BREAD & BUTTER BRÖD BUTİK BUKA

VANESSERIE VAPIANO VENTURE COFFEE WORKS VOGUE RESTAURANT & BAR

ULUS 29 UNTER QUE TAL TAPAS

XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki linke gidin: www.xoxothemag.net/uyelik

MADEO KARAKÖY MAGNOLIA CULTURE MAGRITTE MAHALLE MAKAS MAMBOCINO MANGERIE BEBEK MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MARI RESTAURANT MASA MAVRA GALATA MEG MIA MENSA MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MİKLA MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MİNOA MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE BRASSERİE MORO MUAF MUHALİF MUHİT MUMS CAFE MUNCHIES CREPE & PANCAKE MUSE İSTANBUL MUTFAK SANATLARI AKADEMİSİ MÜNFERİT MÜZEDECHANGA SALOMANJE RESTAURANT SHOPI GO SIMURG KİTABEVİ SAHAF SNTRL DÜKKAN SON SOSA ST. REGIS HOTEL SUNDAY COFFEE BAR SUNSET GRILL & BAR SUSHI EXPRESS SUSHICO SWISS HOTEL BOSPHORUS DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DEM CAFE DEN CAFE DERİN DESIGN DIRIMART DIVINE BRASSERIE DRIP COFFEE DÜKKAN PANDORA KİTABEVİ PAPERMOON PAPPA CAFE PAROLE CAFE PASTEL İSTANBUL PATISSERIE DE PERA PATİKA KİTABEVİ PIOLA Pİ ARTWORKS PLUMON PLUS KITCHEN POINT HOTEL POPUP


Happy New Year

WISHLIST SPECIAL *Yeni yıl hediyelerle, hediyeler BMS ile daha özel 31 Aralık'a kadar alışverişlerinizde hediye çekiniz sizi bekliyor!

*Kampanya stok ürünlerle sınırlıdır.

A Y A Z MA Y O L U S O K A K N O :5 ETILER ISTA N BU L, TR | +9 0 ( 2 12 ) 2 6 3 6 4 0 6

bms.com.tr



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.