XOXO The Mag/December 2016-January 2017

Page 1

X O X O T H E M A G . N E T

D A

Z İ K

T A S A R I M

M Ü

0 6 8 A R A L I K 2 0 1 6 O C A K 2 0 1 7

S A N A T

M O

X O X O THE MAG




© 2016 Estée Lauder Inc.

KENDALL JENNER


#EsteeLauder

www.esteelauder.com.tr


Kapak:

Dilara Fındıkoğlu Fotoğraf:

Emre Ünal

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@coistanbul.com Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Yayınlar Direktörü Serap Gecü Yönetici Editör Utku Palamutçu İdari İşler Vadi Gengüç Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu

Editörler Tuğçe Bahçıvangil, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Gökhan Polat, Arzu Sak, Ali Tünay, Başak Ulubilgen, Gökhan Yorgancı Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen Katkıda Bulunanlar Ali Akay, Sezer Arıcı, Koray Birand, Clélia Cazals, Naz Cuguoğlu, Cemre Dinçer, Işıl Eğrikavuk, Caner Eler, Murat Emir Eren, Matthew Frost, Ger Ger, Haldun Kırkbir, Arzu Koçman, Yağmur Kural, Nevşin Mengü, Alina Negoita, Levent Özata, Fatih Özgüven, Kate Pardey, Katie Qian, Mike Rosenthal, Nando Salvà, Onur Sesigür, Murat Süyür, Bahar Türkay, Selin Ünüvar, Gündüz Vassaf, Mathieu Vilasco, Begüm Yetiş

Reklam cihan@coistanbul.com merve@coistanbul.com busra@coistanbul.com melis@coistanbul.com İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

Tasarım Konsepti ve Yayın Kimliği Bülent Erkmen Tasarım Uygulama ve Kimlik Standartları Barış Akkurt, BEK


Tom Odell Röportaj Onur Sesigür 54

Dilara Fındıkoğlu Röportaj Olga Şerbetcioğlu 114

Because The Light Vanishes 172

Johanna Senyk Röportaj Utku Palamutçu 14

Jock Zonfrillo Röportaj ve Yazı Arzu Sak 42

Koray Özgen Röportaj Bahar Türkay 36

Volker März Röportaj Naz Cuguoğlu 80

Madison Beer Röportaj Linda Kocabıyık 92

Yasuko Furuta Röportaj Utku Palamutçu 70

Anna Z. Gray Röportaj Serap Gecü 50

Meyda Yeğenoğlu Röportaj Ali Tünay 32

Brodka Röportaj Başak Ulubilgen 28

Funda Eryiğit Röportaj Murat Emir Eren 142

İtalya Sohbetleri Yazı Gündüz Vassaf 18

Toygun Özdemir Yazı Fatih Özgüven 34

Barbara Sturm Röportaj Ayşecan İpek 60

Oliver Stone Röportaj Nando Salvà 24

François Ozon Röportaj ve Yazı Murat Emir Eren 52

Tacita Dean Röportaj Bahar Türkay 46

Some Women of Documentary Hazırlayan Ayşecan İpek 154

Chim-Pom Röportaj Başak Ulubilgen 56

Aestheticism Sells 164


E

D

İ

T

Ö

R

D

E

N

OLGA ŞERBETCİOĞLU

Octopus Spam Plinth, Sarah Lucas, Venice Biennale, British Pavilion, 2015 Orijinal fotoğraf:

Cristiano Corte © British Council


HERMÈS TA B I AT I


Profesyonel sporcuların zaman mefhumunu kaybedecek kadar yoğun yaşamları olabiliyor. 15 yaşında kendinden büyüklerle oynayarak profesyonel voleybol kariyerine başlayan Naz Aydemir Akyol da onlardan biri. IWC Originals’ın bu ayki konuğu, aradan geçen 11 yılda hayallerinin bazılarına ulaşmış olsa da yenilerine kavuşabilmek için kendini geliştirmeye

I WC

O R IGINA LS

devam ediyor.

Röportaj:

Caner Eler Fotoğraflar:

Gökhan Polat

Naz Aydemir Akyol IWC Pilot’s Watch Mark XVIII Top Gun Miramar IW324702

BU BİR İLANDIR

takıyor.

010

NAZ AYDEMİR AKYOL


Sizden önce, oynadığınız pasör pozisyonuyla ilgili algı farklıydı. Bu konuda çığır açtığınızı ve orijinal olduğunuzu düşünüyor musunuz? Öyle bir düşüncem yok. Voleybol yıllar içinde değişti ve gelişti. Eskiden kısa oyuncular pasör mevkiine yönlendirilirken şimdi pasörlerin boy ortalaması 1.80 civarlarında... Tabii ki her uzun pasör iyi blok yapıyor diyemem ama eğer takımın pasörü iyi bir blokçuysa bu çok büyük bir avantaj sağlıyor ve karşı takımın hücum edebileceği bir koridor bırakmıyor. Komple bir oyuncu olmak her mevkii için çok büyük bir avantaj artık yeni voleybolda... Servis attıktan sonra arkada sadece bir pozisyon sahada kalan orta oyuncuların defansı bile büyük önem taşıyor.

1

Çok küçük yaşlarda büyük takımda oynamaya başladınız. Buna istinaden yaşıtlarınıza göre zamanın ruhu algınızda farklılıklar var mı? Ben küçükken de hep kendimden büyüklerle arkadaşlık etmekten keyif alan bir çocuktum. Annem ve babam da küçüklüğümden itibaren bir seçim yapmam gerekecekse iyisini, kötüsünü anlatıp, kararı bana bıraktılar. Spor okuluna başladıktan üç ay sonra altyapıya geçtim ve takım arkadaşlarımın en küçüğü benden üç yaş büyüktü. O yaş grubu için çok büyük bir fark aslında... Sonrasında da 13 yaşındayken, 18 yaşındakilerle Türkiye Finali oynadım. A takımda ise 15 yaşındayken, kendi yaşımın iki katı büyük ablalarımla oynama keyfini yaşadım. Erken olgunlaşmama gibi bir şansım da pek yoktu... Elbette çocukluklarım, hatalarım oldu ama beni hep tolere eden büyüklerle aynı sahayı paylaşma avantajını yakaladım. Bu da benim için büyük şanstı.

2

Kadınların Türkiye’de erkek meslektaşlarına nazaran birçok spor dalında çok daha kısa zaman diliminde daha az yatırıma rağmen, başarıya ve istikrara ulaştığını görüyoruz. Buna katılır mısınız? Çevreme baktığımda gördüğüm şey belki de bu sorunun cevabı... Sporcu erkekler yaptıkları işe daha profesyonel, kadınlarsa daha amatör bir ruhla yaklaşıyorlar... Kadınlar erkeklere göre daha detaycı ve mükemmeliyetçiler tabii, bunun da etkisi büyük.

4

Sizin yaş grubunuz, 2007 Meksika’da Yıldızlar Dünya Şampiyonası’nda ikinci olup dikkat çekmişti. Jenerasyonunuzun başarı sırrı neydi? Bizim jenerasyonun Milli Takım kadrosuna baktığımızda, şu an tam hatırlamıyorum ama, 10 kişi EczacıbaşıVakıfbank oyuncusuysa, iki kişi Ankara ya da başka şehirden gelen bir oyuncu oluyordu. Birlikte oynayan oyunculardık ve birbirimize alışkındık. Başımızda Mehmet Bedestenlioğlu vardı (ki bence Türkiye’nin en iyi altyapı antrenörüdür). Hem çok iyi antrenman yapıyorduk, hem de Mehmet Abi bizi nasıl motive edeceğini iyi biliyordu. Ve belki de en önemli faktör olan arkadaşlık mevzusu var. Biz 90 jenerasyonu, birbirimizle kardeş gibiydik ve sahada da yanında kardeşinin olduğunu bilmek insana çok büyük bir motivasyon ve güven veriyor.

3

Naz’dan Spora Pas başlıklı bir çocuk kitabı serisini başlattınız. Kendi hikayenizi çocuklara aktardığınız bu girişimin arkasında ne yatıyor? Uzun zamandır Japon anime karakterlerine benzetilmenin verdiği ilhamla kendimden bir çizgi film karakteri yaratma fikriyle başladı her şey... Sonrasında ise çocuklar hem okusun, hem sporla tanışsınlar diye kitap fikri ortaya çıktı. Ülke olarak spor kültürümüz yok diyoruz, bu işe çocuklardan başlamak gerek diye düşündüm.

5

011


Bu kadar çok seyahat ederken zaman mefhumunda sıkıntılar yaşanıyor mu? Kamplardayken yavaş seyreden ve büyük şehirde yaşarken ışık hızında ilerleyen iki hayat... Tabii ki. Mesela, deplasmanlarda maç öncesi günler bir antrenman yaptıktan sonra maça kadar olan zaman geçmek bilmiyor. Bu yüzden, maç öncesi kampa girmeyi çok sevmiyorum. Bence sporcu, maç öncesi normal rutininde hayata devam ettiğinde daha az stres yaşıyor. Vakıfbank’ta antrenörümüz de kamp yapmayı sevmiyor, bu yüzden çok şanslıyım.

9

Voleybol oynamak sizde biraz aile mesleği. Ancak kariyerinizin başında voleybolcu olmak istemiyormuşsunuz. Kariyer yolunuzdan hiç pişmanlık duydunuz mu? Hiçbir zaman duymadım. Keşke demeyi hiç sevmeyen biri olarak, geriye dönüp baktığımda hep ‘iyi ki’lerim var. Umarım geleceğim de onlarla dolu olur.

6

Çocuğunuz olursa basketbola mı voleybola mı yönlendirmek istersiniz? Ben her çocuğun ileride profesyonel olacak kadar iyi olmasa bile, muhakkak takım sporu, aktivitesi yapması gerektiğini savunuyorum. Sporla beraber, buna sanatı da dahil etmek gerek. Çocuğun cinsiyetine göre onu yönlendireceğimiz branş değişecektir. Ben kız olursa voleybola, erkek olursa basketbola yönlendiririz diye düşünüyorum (ki sanırım çok kısa boylu bir çocuk olmaz). Cenk’e kalırsa golf oynasın diyor, o ayrı. Eğitim ve spor ilişkisinde büyük problemlerimiz var ama spor yapan çocuklar da bir şekilde ikisini bir arada yürütmeyi başarıyor.

7

Bırakın her sene aynı tempoda oynamayı, her maça aynı konsantrasyonla çıkabilmek için gereken motivasyonu nasıl buluyorsunuz? Her maça aynı konsantrasyonla biz de çıkamıyoruz. Rakibin sizden zayıf olduğunu bildiğiniz zaman disiplini tabii ki elden bırakmıyorsunuz ama bir final maçıymışçasına da oynamıyorsunuz. Ama final maçları ya da iyi rakiplerle oynadığımız maçlarda bambaşka bir motivasyon oluşuyor. Kalp atışları hızlanıyor, kafada maçı bin kere oynuyorsunuz. Bu hisler doğal bir şekilde geliyor.

8

012

Kamplarda veya uzun antrenman aralarında nasıl vakit harcamayı tercih ediyorsunuz? Benim en büyük hobim kitaplar. Gerçi sosyal medya zaman zaman kitapların yerini alıyor ve bazen keşke hiç olmasaydı diyorum ama bir kitap beni sarmışsa kampta telefonu elime almak aklıma gelmiyor. Antrenman aralarında ise genelde uyumakla meşgul oluyorum; yorgunluk başka bir şeye izin vermiyor.

10

Eczacıbaşı, Fenerbahçe ve VakıfBank gibi marka takımların formalarını giydiniz. Türkiye’de voleybol çok üst seviyede olmasına rağmen hiç yurtdışında oynamayı düşündünüz mü? Küçüklüğümden beri öyle bir hayalim var. Bunun için bir zaman koymadım kendime, akışına bıraktım diyelim.

11

Kolunuzdaki IWC size ne hissettirdi? Zamanın önemli ve değerli olduğunu...

12


SCHAFFHAUSEN AIR SHOW.

IWC Pilot’s Watch Mark XVIII Top Gun Miramar – IW324702

Orijinal olmanın ne demek olduğu konusunda, uzay boşluğunda süzülen düşünceler arasından, kendinize yakın hissettiğiniz anlamları seçip, basit bir kurgu hazırlayın. İsmin önüne gelen sıfat tamlamalarını geride bırakıp, size ve dolayısıyla bize bir şeyler ifade eden ve artı değer katan isimleri, benzerlerinden

JOIN THE CONVERSATION: #B_ORIGINAL

ayıran özelliklere odaklandığınızda, orijinal kavramının içini doldurmaya başlayacaksınız. IWC Schaffhausen ve XOXO The Mag’in işbirliği, bu sebepten ötürü Originals başlığı altında şekilleniyor ve orijinal konukları vasıtasıyla boşlukları doldurmanızı sağlıyor. www.iwc.com

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Panora Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111



SAÇLARINIZA SON DOKUNUŞ: Toni&Guy Işıltı Veren Saç Parfümü Günlük hayatın koşturmacası içinde, saçları her daim duştan yeni çıkmış gibi güzel kokulu ve parlak tutmak oldukça zor. Ama imkansız değil! Toni&Guy Işıltı Veren Saç Parfümü ile saçlarınızda mucizeler yaratmaya ne dersiniz?

Yoğun bir günün ardından sevgiliniz sizi sürpriz bir akşam yemeğine götürmek istediğini söyledi. Hazırlanmak için çok az zamanınız var. Saçlarınıza tek bir dokunuşla ışıltı ve güzel koku verebilseydiniz hoş olmaz mıydı? Veya ne zaman kalabalık bir ortamda yemeğe gitseniz, özene bezene yaptığınız saçlarınıza, beş dakika bile geçmeden kötü kokular siniyor değil mi? Bir de üzerine kışın artan hava kirliliği veya havasız ofis ortamları eklenince saçlarınız tanınmaz hale geliyor... Siz de bu gibi sorunlardan şikâyetçiyseniz, Toni&Guy Işıltı Veren Saç Parfümü’nü gün boyu çantanızdan eksik etmeyiniz!

İKONİK VE BÜYÜLEYİCİ BİR KOKU Vanilya çiçeği, misk, sandal ağacı notaları içeren büyüleyici kokusu, saçlarınızın mükemmel kokmasını ve ışıltılı bir görünüme kavuşmasını sağlıyor.

NASIL KULLANILIR? Toni&Guy Işıltı Veren Saç Parfümü’nü saç diplerinize gelmeyecek şekilde tüm saçınıza hafif bir şekilde püskürterek uygulayabilirsiniz...


Johanna Senyk, hayata bakış açısı ve duruşuyla tipik bir Parizyen, en azından biz öyle olduğuna inanıyoruz, zira verdiği cevaplar sağlama yapar cinsten. İşe, kendi markası Wanda Nylon tarafından baktığımızdaysa, bu stereotipik kadına entegre edilmiş klişeleri ortadan kaldırmaya çalışan bir tasarımcıyla karşı karşıyayız. Kararı size bırakıyoruz.

Röportaj:

Utku Palamutçu Fotoğraf:

Julia Champeau

016

JOHANNA SENYK


Hazır giyime ve kadınların gardırobuna hizmet eden bir koleksiyon hazırlamaya, Wanda Nylon’ın sadece yağmurluk tasarlayan bir marka olarak anılmasından mütevellit mi karar verdin? Özellikle ANDAM ödülü, LVMH adaylığı ve marka işbirlikleri sayesinde, başlangıçtaki yağmurluk konseptinden çıkıp başlı başına bir koleksiyon yaratmaya doğru ilerledim. Markanın tüketici üzerinde yarattığı algıyı değiştirmek için artık sadece hazır giyim üzerine çalışıyorum, hatta koleksiyonda aksesuar da dahil olmak üzere çok farklı tasarımlara yer veriyorum. Kullandığım materyallerin skalasını daha geniş tutarak, formları ve kalıpları kendime has bir yorumla şekillendirerek, markanın yeni dönemindeki temelini oluşturdum. Bu yüzden, izleyicinin ve tüketicinin kafasındaki marka algısını değiştirmek için yılda iki defa defile yapıyorum.

4

1

Johanna, kaç yaşındasın? 34.

Peki kaç yaşında hissediyorsun? Özellikle kendimi ait hissettiğim bir yaş aralığı yok. Doğum günümü asla kutlamam. Kaç yıldır bu dünyada var olduğum bir kenara, şu an içinde bulunduğum yaşı gerçekten bilmek istemiyorum.

2

‘La Cool Parisian Attitude’ Wanda Nylon’ın mottosu. Bizim için bu mottonun içini doldurur musun? Parizyen bir kadın olarak, bu aslında benim için hayatın günlük akışını ifade ediyor, haliyle marka için de olağanüstü bir durumdan bahsetmiyoruz. Bu yüzden, aslında bu kavramın içini benim yerime sizin doldurmanız gerekiyor çünkü Parizyen bir kadının ya da erkeğin ayırt edebileceği değil, dışarıdan üçüncü bir gözün farkına varabileceği bir yaşam tarzını yaşatmaya çalışıyoruz.

3

LVMH ödülünü kazanamadığın için üzüldün mü? Ödüle aday olarak gösterilmek bile, LVMH dünyasına kendimi tanıtmak için büyük bir fırsattı. LVMH bünyesindeki büyük isimlerle ve diğer adaylarla fikir alıverişi yapmama olanak sağladı. Yapmaktan keyif aldığım bir işin, başkaları tarafından dikkate alınması ve bu duruma global bir kitlenin seyirci olması, benim için büyük bir gurur kaynağıydı. Bu yüzden, ödülü kazanamamış olmak, kaybetmiş olduğum anlamına gelmiyor.

5

Wanda Nylon SS 2017

Bir moda tasarımcısının, moda sektöründe tanınır hale gelmesi için, sektördeki otoriteler tarafından bir ödüle layık görülmeye ihtiyacı olduğunu gerçekten düşünüyor musun? Tabii ki hayır. Ben bunu bir basamak olarak kullanmaktan yanayım. Düşünsenize; sektörde hayran olduğunuz, rol model olarak kabul ettiğiniz insanların, markanız aracılığıyla sizi ve haliyle işlerinizi beğendiğine tanıklık ediyorsunuz. Bu deneyim size, en ulaşılamaz dediğiniz hayallerinize bile ulaşmanızı sağlayacak enerjiyi veriyor ve karar alma süreçlerinde daha gözü kara olabilmenizi sağlıyor. En azından benim için böyle oldu.

6

017


Müşterinin zihninde yeniden şekillendirmek istediğin o kadından bahseder misin? Bahsettiğimiz kadın, bağımsız, güçlü ve bu sıfatları kendine yakıştırmayı biliyor. Bu kadın kendi için giyiniyor, başkalarının memnuniyeti onun için ikinci planda. Ve bu bakış açısı gardırobuna da yansıyor. İşin özü şu; karakterli kadınları çok beğeniyorum. Hatta güzelliğin sağlam karakterle alakalı bir olgu olduğuna inanıyorum. Bu yüzden yaratmak istediğim ideal kadın bu denli keskin hatlara sahip.

7

Koleksiyonda kullanmayı tercih ettiğin lateks, naylon ve yün gibi materyalleri olması gerektiği gibi kullanmıyorsun. Neden? Benim için yaratım süreci kumaş seçimi ile başlıyor. Herhangi bir tasarıma başlamadan önce, seçtiğim kumaşlara ve materyallere dokunup, onların yaratacağı hissiyatı algılamak, işimin en sevdiğim kısmı diyebilirim. Bu sayede, onları nasıl farklı bir yoruma tabi tutabileceğim üzerine kafa yoruyorum ve onların fonksiyonlarıyla oynuyorum.

8

018

Aslına bakarsan, deri üzerine baskı yapmaya çalışmak, fonksiyonla oynamaktan ziyade sınırları zorlamak demek. Bugüne kadar yaptığın en sıradışı ve deneysel tasarım ne? Spesifik parçalar yaratmak için otomobil endüstrisinden faydalandığım bir seri vardı. Arabaların koltuk kaplama kumaşlarını temin edip, bu materyalin temel alındığı bir koleksiyon hazırlamıştım. Yine başka bir koleksiyonda renkli vinil parçalar kestirip bunlardan örgü yapmıştım. Her ne kadar bu iki koleksiyon sıradışı olarak addedilse de, sonuç benim için yeterli değil. İlerisi için Fransız el işçiliğiyle teknolojik materyalleri karıştırmayı planlıyorum. İlkbahar-Yaz 2017 koleksiyonum için Maison Desrues ile yaptığımız işbirliği gibi, günlük bir stile bambaşka bir etki katabilecek farklı materyaller eklemek istiyorum. Ve samimiyetimle söylüyorum, en sıradışı tasarımımı görmediniz.

9

Sonbahar-Kış 2016 koleksiyonu, markanın bugüne kadar yapmış olduğun ikinci defilesiydi ve ilk koleksiyonlarına kıyasla siluetler daha feminen görünüyordu. Bu da değişim sürecinin bir parçası mı? Kesinlikle. İç güdüleriyle çalışan bir tasarımcı olarak, malzeme ve tasarım üzerine enine boyuna düşünmüyorum. Aksine, bu süreçte daha duygusal davranıyorum, haliyle spontane gelişen şeyler benim için ön planda oluyor. Özellikle bu değişim sürecinde, yaratmak istediğim kadın ve onun günlük hayattaki duruşu üzerine odaklandığım için, feminenlik kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkıyor.

10

Parayla aran nasıl? İyi, çünkü iyi olmak zorunda. Moda sektörü 80’lerden beri çok gelişti, giderek büyümeye devam ediyor ve bu büyüme duracak gibi görünmüyor. Bu rekabet dolu sektörde var olabilmek için çok fonksiyonlu olmak gerekiyor ve ne yazık ki bu basamakların başında para yönetimi geliyor.

11

V2K designers ile Türkiye pazarına giriş yaptın. Nasıl bir müşteri profili hayal ediyorsun? Müşteri profilinden ziyade markamın beğenilmesi ve tüketiciyi mutlu etmesi benim için daha önemli. Beni en çok mutlu edecek şey, günün birinde İstanbul’a geldiğimde, tasarımlarımdan birini giyen bir kadın ile karşılaşmak.

12



Yazı:

Gündüz Vassaf

İTALYA SOHBETLERİ

D’où Venons Nous/Que Sommes Nous/Où Allons Nous, Paul Gauguin, 1897 (detay)

Evin kedisi 24 yaşında. Altı aylığına yokum, ama şansımız varmış. İstanbul’un an be an her tür fırtınaya gebe sokaklarından uzaklaşıp, inzivada resim yapabilmek için huzur peşinde bir tanıdık; özlemini, “Her günüm, öncekinin aynısı olsun,” diye dile getirdi. Adaya, kedinin yanına taşındı. Yola çıktım. Napoli. Beşiktaş-Napoli maçında saha arkası tribünde Napoli taraftarlarıylayım. Hemen hepsi erkek. Nakaratlarını otomatiğe bağlamışlar. İstanbul’dan gelen Beşiktaşlıların oturdukları yana kollarını bir aşağı bir yukarı sallayarak, “Fuck you İstanbul,” diye bağırıyorlar. 020


“Bu bir şey değil,” diyor yanımda oturan Milanolu arkadaşım. “Asıl bize karşı tezahüratlarını dinleyeceksin.” Bana mı, sana mı daha çok kızıyorlar, ondan bile pay çıkartıyoruz. Adam ıssız adaya düşer. İki tapınak yapar. Biri çıkagelir. Sorar. “Neden iki tapınak?” “Buna gider, öbürünün önünden geçmem,” der. Aitliklerimizin potansiyel vahşetini, hoşgörü kandırmacalarımızla diri tutuyoruz. Maçlara gittikçe, bayraklarımızla birbirimizden kurtuluş bayramlarımızı kutladıkça, geçmişi birkaç yüz yıldan fazla olmayan milli sözcüğünü tarihin çöplüğüne gömmedikçe, komplekslerimize çanak tutuyoruz. Küresel sermaye karşısında küresel vatandaşlığa erişemiyoruz. Maç için Türkiye’den gelenlerle tanıştım. Sevmemişler Napoli’yi. Binalarını eski, sokaklarını düzensiz bulmuşlar. AVM bulunmamasından şikayetçiler. Kendilerini çağdaş görmenin gururundalar. Oysa Napoli’de kiminle konuştuysam, söze, İstanbul’a hayranlıklarıyla başladılar. Onlar, yüzyıllardır kendi halinde kalmış şehirlerinde, çağdaşlık patolojisinden korunabilmiş olmalarının keyfinde. Paolo. “Dünyanın en kısa kitabı İtalyan savaş kahramanlarını anlatır.” Trieste e Trento meydanında gazete kulübesi var. Sabah kahvemizi birlikte içiyoruz. Titrek adımlarla yürüyen yaşlı beyefendi. İl Profesore kahvesine girdi. Takım elbisesi 20. yüzyıl başlarından kalma. “Sospeso,” istedi. Paolo anlatıyor, Caffè Sospeso. Napoli’de başlayan bir adete verilen isim. Son yıllarda birçok ülkeye yayılmış. İki kahvenin parasını ödüyor, bir kahve içiyorsunuz. Parası olmayanın, sipariş verdiğinde ücretsiz kahvesi hazır. Adet, lokantalara, kitapçılara yayılmakta. Sömürünün çaresizliğine karşı bir tür dayanışma. Düzenin bize özendirdikleriyse farklı. Margherita. İki yaşında kızı Vittoria ile birlikte 18. yüzyıl başlarında, Bourbonlu Şarl’ın, XIV. Louis’nin Versailles’ına duyduğu aşağılık kompleksine karşılık yaptırdığı Caserta Sarayı’ndayım. Devlet kasasından kölelerin emeğiyle yapılan sarayı, yarı öfke yarı utançla dolaştırıyor beni Margherita. Aklımda Romanya diktatörü Cavşeşko’nun, kendisi otursun diye yaptırtıp, adını Halk Sarayı koyduğu, bugün meclis ve güzel sanatlar müzesi olmasına rağmen odalarının çoğu boş olan, Bükreş’teki ibret verici binası. Aklımda, Ankara’da adı bile ülkede tartışma konusu olan, Atatürk Orman Çiftliği arazisine kondurulan 1000 küsur odalı bina. Aklımda İngiliz şairi Shelley’nin Ozymandias şiiri.* Eskil bir ülkeden bir yolcuya rastladım. Dedi ki; koca bir anıtın iki ayağı duruyor, Çölün tam ortasında, kumların tam üzerinde, Yarı batmış, kaşları çatık yüzüyle bir baş... Anıtın kaidesinde şunlar okunuyor: “Ben Krallar Kralı Ozymandias. Ey güçlü olan, şu yaptığım işlere bak ve titre.” O tarihi anıtın, uçsuz bucaksız çevresinde, Arasan sadece koca bir gövde ve kalıntılar. Başkaca uzanıp giden yalnızlık ve kumlar. 021


Sicilya’da Siracusa’nın adası Ortigia’dayım. Lorella, Barones. 31 yaşında. “Ortigia’da doğdum. Ortigia’da yaşıyorum. Ortigia’da öleceğim.” Kaç imparatorluk, kültür, uygarlık gelip geçmiş buradan. Grek, Roma, Arap, Norman, İspanyol, İngiliz, İtalyan, Amerikan. Gelen giden hepsi Sicilyalıların tepesine binmiş. Sicilyalılar ise hepsinden bir şey almış olmaktan onurlanmışlar. Burada tolerans ötekine tahammül değil, hepsiyle bütünleşmiş olmanın huzuru. Irkçılıklarla dalga geçercesine, “Onurumuz piçliğimiz,” diyor Lorella. New York’ta, trafiğe kapatılmış Madison Avenue’dan başlayan geleneksel Türk Günü. Yabancı bir ülkede Türkler aitliklerini kutluyor. Amerika’ya “Biz buyuz” diyorlar. Az ötemde, Madison Avenue ile 57. Sokak’ın kesiştiği köşede bir delikanlı. Beyaz gömleğinin üstünde kocaman kırmızı yazı, “% 100 Türk.” Yngve. Norveçli. 19 yaşında. Ortigia’da kahvede tanıştık. Norveç’te devlet ne kadar uğraşsa nafile. Cazip kılmak için ellerinden geleni yapmalarına rağmen orduya asker bulamıyorlarmış. “NATO Türkiye’den vazgeçemez,” diyor. Florence. Paris’ten gelip bu küçük adaya yerleşenlerden. Sahneye koyduğu Beckett’ın oyunlarından konuşuyoruz. “Faşizan derece kuralcıymış.” “Kurallar olmazsa oyuncu özgür olamaz,” diyor. Bernard-Marie Koltès. Kayınbiraderi, ‘Ormanların Hemen Önünde Gece’ eserini Türkiye’de de oynamış. Bir kişilik oyun. Altmış sayfa. Tek cümle. Florence “oyunun tarifi mümkün değil” dedi. Karakter, bir 21. yüzyıl dünyalısı. Dünyanın git gellerinin anlamsızlığında kalbine yer arıyor. Denize girdik. Kayalarda oturduğumuz yere döndüğümüzde birisi. Berduş görünümlü. Yakışıklı. Dişlerinin bir kısmı dökülmüş. 50 yaşlarında. Bizle, harmanladığı üç, dört, belki beş dilden konuştu. Otello’dan Mevlana’ya, Chopin’den Peron’a, Enver Hoca’dan Einstein’a geçti. Schubert’ten aryalar okudu, ikimiz için Fransızca Türkçe karışımı şarkı besteledi. Üstümüzde mayolarımız üşüyorduk. Transından güç ayrıldık. Önce sessizliğimizde, sonra konuşarak teyit ettik. Sanki oyunun karakteri karşımızda belirmiş, Gauguin’in tablosundaki o ünlü cümlesini oynuyordu, “Nerden geliyoruz, kimiz, nereye gidiyoruz?”

*Çeviri, Erdal Ceyhan.

022


#IQ? #EQ? #Untaggable

Yeni Audi Q2 Her şeyi bir kalıba sokmak zorunda mıyız? Bir otomobil hem spor hem SUV olamaz mı? Hem hızlı hem konforlu? Hem güçlü hem gösterişli? Yeni Audi Q2. Herhangi biri değil. Hepsi.

Hemen benitagle.com’a gelin, Audi Q2 kazanma şansı yakalayın. Audi Q2’nin ortalama CO2 emisyonu 109-117 g/km, ortalama yakıt tüketimi 4,1-5,1 l/100km değerleri arasındadır.

Audi info 444 28 34 | audi.com.tr | facebook.com/Auditurkiye


Yazı:

Aslin Kumdagezer

THE NEW RETAIL

Takvimler 2 Kasım 2016’yı gösteriyor ve Chanel, Hawaii’de yeni mağazasının kapılarını açıyor. Modaevi için sıradan bir Pazartesi (değil). Sanal dünya ile olan çok katmanlı bağına rağmen henüz bir e-shop’u olmayan Chanel, online alışverişe Waikiki sahilleri yakınından yeni bir cevap hazırlıyor. Modaevinin Hawaii’de açtığı mağazası sadece ayakkabı tasarımlarına ev sahipliği yapıyor. İlk bakışta rastlantısal görünen mağaza konsepti aslında derin anlamlar taşıyor. Ya da biz zaman zaman yaptığımız gibi metin altını lupla okuyoruz. Zararı yok. Klişeler klişesi tabiriyle bir tıkla önünüze açılan sanal lüks dünyasına karşı henüz e-shop’u olmayan mağazalar tek bir cephede savaş veriyor. Muharebenin adı tecrübe. En kısa haliyle, evde, pijamalarınızla koltuğunuzdan aldığınız Gucci ile mağazadan aldığınız Gucci arasındaki yedi fark... Siz altıncı farkı sayarken lüks modaevleri tecrübe safında bir atak daha yapıyor. ‘Standalone’ mağaza sistemiyle sadece tek bir ürün gamına odaklanıyor ve aidiyet sıfatını konsantre paketinde satıyor. Chanel’in Hawaii atılımına dönersek, marka, doz aşımına uğramanız için standalone mağazasında şimdiye kadarki tüm ayakkabı koleksiyonlarına erişim sunuyor. Bu noktada hızlı modanın geçmişe dönme sendromunun resmen yeni bir trend haline geldiğini kabul edebilir, vintagesever olmak durumunda kalabileceğiniz gerçeği ile yüzleşebilirsiniz. Lüks modaevlerinin yeni stratejisi, aslında 2015’in en çok kar marjı olan kozmetik dünyasının son birkaç senedir benimsediği bir fenomen. Euromonitor raporuna göre sene içerisinde 56.590 milyon dolarlık satış rakamıyla güzellik sektörünün nevi şahsına münhasır mağaza atılımı, haliyle, daimi sallantıda olan tekstil sektörünün duman detektörüne hemen yakalandı. Chanel’den bir ay önce Saks Fifth Avenue de tek ürün gamına yönelik mağazasını Connecticut’ta açtı. Başrol yeniden ayakkabıların. Konsept itibarıyla birçok alışveriş ritüelini aynı kapta karıştırıp taze bir tarife dönüştüren yeni stratejinin hamurunda pop-up mağazalar baharatlarında ise e-shop navigasyonlarının fiziksel hali var. Zira bu kez ürün gamı seçimini modaevinin yönetim kurulu yapıyor ve sizin için klik tuşuna basıyor. Bu karmaşık tarifin varlık sebebini anlamaya çalıştığınızda Glossy ile olan röportajında Euromonitor’dan Nicole Tyrimou, standalone mağazaların, fiziksel mağazada dijital bir tecrübe vadettiklerini söyleyerek taşları yerine oturtuyor. VR gözlüklerin her marka tarafından gereğinden 024

Chanel’in kısa bir süre önce Hawaii’de açılan standalone butiğinden.

çok benimsendiğini göz önüne aldığınızda mağaza tasarımlarını ve sunduklarını hayal edebilirsiniz. Tecrübenin yanında markaların ana caddelerdeki devasa mağazalardan teknolojik donanımlı küçük mağazalara geçişi işin emlak hanesine de bonus olarak işleniyor. Online mağazalardan darbe alan emlak sektörü için de yeni strateji umut vadediyor. (Cushman & Wakefield’ın raporu New York 5th Avenue ve Londra Regents Square’in emlak piyasasının uzun süreden sonra ilk defa düşüşe geçtiğini söylüyor.) Devasa ‘flagship’ mağazalarının prestij göstergesi olduğu, moda dünyası dönüşümüne devam ediyor ve yeni prestij sembolleri üretmeye devam ediyor. Tüketici artık mağazanın metrekaresinden ziyade içeride sunulanlarla ilgileniyor. Bir nevi yetişkinler için eğlence parkı görevi gören bu mağazalara geçiş günün sonunda her marka için mantıklı bir atılım gibi görünse de Saks’ın Yönetim Kurulu Başkanı, eğer sağlam bir marka alt yapınız ve yeterince geniş ürün gamınız yoksa kendinizi topuğunuzdan vurabileceğiniz riskini masaya yatırıyor.


ANKARA · Ankamall (0 312 541 25 27) · Armada (0 312 219 00 59) · Karum (0 312 427 50 34) · Gordion (0 312 236 70 10) · Next Level (0 312 284 02 87) · Kentpark AVM (0 312 219 98 36) · Panora (0 530 947 25 03) · ANTALYA · Terracity (0 242 318 10 20) · BURSA · Korupark (0 224 241 29 00) · GAZ˙IANTEP · Sanko Park (0 342 338 68 78) · ˙ISTANBUL · Akasya (0 216 510 64 38) · Akmerkez (0 212 282 03 60) · Aqua Florya (0 212 662 62 95) · Akbatı (0 212 397 73 75) · Bağdat Caddesi (0 216 302 07 33) · Buyaka (0 216 504 52 91) · Capacity (0 212 560 33 32) · Capitol (0 216 474 07 27) · Cevahir (0 212 380 05 72) · Forum İstanbul (0 212 640 96 71) · Kanyon (0 212 353 09 59) · Maltepe Park (0 216 515 15 65) · Marmara Forum (0 212 466 62 10) · Marmara Park ( 0 212 853 03 09) · Palladium (0 216 663 13 89) · Nişantaşı (0 212 240 29 32) · Zorlu Center AVM (0 212 353 61 59) · İstinye Park (0 212 345 50 19) · ˙IZM˙IR · Agora (0 232 278 55 00) · Alsancak (0 232 464 00 62) · Mavi Bahçe (0 232 502 17 74) · Point Bornova (0 232 502 23 53) · KAYSER˙I · Forum Kayseri (0 352 222 81 42) · LEFKO¸SE · Mehmet Akif Cad. (0 392 227 06 39) · TRABZON · Forum Trabzon (0 462 330 00 17)

Seçili Boyner, YKM’lerde ve Saat&Saat’lerde

KARLIE KLOSS

#GiveBrilliant YILBAŞI KOLEKSİYONU DAHA FAZLASINI SWAROVSKI.COM’DA KEŞFEDİN


Onun aslında tek bir amacı var: Ülkesinin son yarım yüzyıldaki politik zavallılıklarını göstermek. Keza son filminde de yine bunu yapıyor. Namıdiğer Snowden, Amerikan haber alma teşkilatlarının kurduğu devasa casusluk sistemini gözler önüne seren bir adamın biyografisi. Oliver Stone ile, filmlerini ve ona bu filmleri yaptıran ülkesini konuştuk. Trump henüz seçilmemişti.

Röportaj:

Nando Salvà Fotoğraf:

Ye Rin Mok

026

OLIVER STONE


Bazı insanlar filminizi Edward Snowden’i azizleştirdiğinizi iddia ederek eleştirdi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Benim niyetim Snowden’i bir kahramana dönüştürmek ya da azizleştirmek yerine izleyicinin onun kim olduğuna dair kendi kendine karar vermesini sağlamaktı. Film üzerine çalışırken onunla görüşmek için dokuz kere Moskova’ya gittim. Bu ziyaretlerimde, karşımda, samimi ve nazik bir insan gördüm. Onu sahip olmadığı kusurlarla resmetmenin adil olduğunu düşünmüyorum.

1

Neden onunla ilgili bir film yapma ihtiyacı duydunuz? Snowden, inandıkları ışığında gücün karşısında duruşuyla, şimdiden gerçek bir tarihi figüre dönüştü. Filmimi bir gereklilik ekseninde değerlendirmiyorum. Filmin varlığı bizi izleyen güç sahiplerini rahatsız etmiyor. Snowden yakında ortadan kaybolacak. Birkaç ay içerisinde onu kimse hatırlamayacak. Ancak CIA veya NSA hiçbir yere gitmiyor. Onlar hep burada kalacaklar, her hareketimizi kontrol edecekler ve büyük yalan tarafından korunacaklar.

2

Büyük yalan? 1945’ten sonra Amerikalılar iyi insanların kendileri olduğuna ve kimsenin onları yenemeyeceğine karar verdiler. Hep birlikte, özverili, iyi niyetli ve cömert olduğumuza karar verdik. Ve bütün diğer ülkelerin bizi yenilmiş görmeyi arzuladığını düşündük. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, bu yanlış inanışı, askeri sistemlerimizi ve silahlarımızı geliştirmek için bahane olarak kullandık. Gorbaçov yıllarına ve barışçıl çabalara rağmen buna acımasızca devam ettik. Berlin Duvarı’nın yıkılışından bir ay sonra Panama’yı işgal ettik çünkü Manuel Antonio Noriega bir anda en büyük haine dönüştü. İnsanları koruma bahanesiyle her türlü tacizi yapar hale geldik.

3

Sizin politik bilinciniz nasıl gelişti? Hayatımın büyük kısmında muhafazakardım çünkü babam Cumhuriyetçiydi ve ben de bu şekilde yetiştirildim. ABD’ye inanıyordum, vatanseverdim, komünistlerden korkuyordum, Vietnam’da savaştım. 40 yaşına gelene kadar uyurgezer gibi hiçbir şeyi fark etmeden böyle geçti. Ronald Reagan iktidardayken, Salvador (1986) filminin çekimi sırasında radikal bir şekilde değiştim.

7

Ama kendinizi güvende hissettiğiniz de söylenemez. Bizi koruma iddiasındakilere karşı çok dikkatli olmalıyız. Nihayetinde, iktidara gelen her faşistin söz verdiği gibi korunma 1930’larda Nazilerin Alman halkına sunduğu en önemli şeydi. Gerçekten böyle bir koruma istiyor muyuz? Ben istemiyorum. Ayrıca, bizi korumak için fiilen ne yapıyorlar? 11 Eylül saldırılarını engelleyebildiler mi?

4

Yaratılan güvenlik illüzyonundan ötürü, birçok insan, özgürlüklerinden ve mahremiyetlerinden vazgeçiyor. Bu çok üzücü. Resmen beynimiz yıkandı. Dış mihrak korkusu, kim tarafından olursa olsun, devamlı kaşınıyor. Medya hükümet tarafından kontrol edilen bir makineye dönüştü ve kızgınlık ve nefret pompalıyor. George Orwell’in 1984’ünde Big Brother’ın düşmanın yok edilmesine dair vaaz verdiği Nefret Haftası’nı hatırlıyor musunuz? Biz Amerikalılar sürekli bu haftayı yaşıyoruz.

5

Sözünü ettiğiniz beyin yıkama nasıl gerçekleşti? Birçok farklı nedenle birlikte, bu durum, ülkedeki eğitim sistemiyle alakalı. Çocuklarımızın öğrendiği tarih ancak kısmen doğru. Okullarda tarih dersinin Disney versiyonu okutuluyor. Bir zafer anlatısı var, ABD’nin her zaman kazandığı ve haklı olduğu bir anlatı... Bunun yanında televizyonun realite şovlar ve futbol tarafından ele geçirilen eğitsel rolü ne olacak?

6

Tam olarak ne oldu? Ülkemin dünyada neler yaptığının farkına vardım. Güneydoğu Asya’da zulüm yaptık ve henüz Vietnam’dan özür dilemedik. Güney Amerika’da vahşete sebep olduk. İslami terörün yaratılmasına yardımcı olduk ve o zamandan beri komünizm korkusuyla islam dünyasında seküler politik hareketlerin oluşma çabalarını yok ettik. Bunları gördükten sonra kariyerimi bu günahların telafisi için harcamaya karar verdim.

8

30 yılınızı insanların ülkeniz hakkında duymak istemedikleri doğruları söyleyerek geçirdiniz. Bunu yaparken bedel ödediğinizi düşünüyor musunuz? Evet. Eleştirildim, damgalandım, alay konusu oldum. Garip bir insan ve paranoyak olarak etiketlendim. Fakat paranoyak olmak peşinizde olmadıkları anlamına gelmez, değil mi? Özellikle bugün Snowden’in ortaya çıkardığı gözetleme sisteminin içine batmış haldeyiz. Haklı olmak istemiyorum çünkü eğer korkularım gerçekse hepimiz kaybolduk demektir. Amerikan film endüstrisi izleyicinin çok fazla düşünmesini ve anti-Amerikan duygular yaratmak istemiyor. İstedikleri, işe yaramaz ve insanların en faşist haldeki vatanseverliğine dokunan, Keskin Nişancı (2014) gibi filmler.

9

027


Hiç başka türde filmler yapma isteği duydunuz mu? Hayır. Güçlü olmanız gerekiyor ve kanaatiniz kaya gibi sağlam olmalı. Hiçbir değişiklik olmayacağını bile bile doğru olanı yapmalısınız. Vietnam fiyaskosuyla ilgili üç film yaptım ancak bu ülkemin Irak ve Afganistan’a girmesini engellemedi. Ama bu filmleri biri yapmak zorundaydı.

10

Obama ABD’sini Stasi yıllarındaki Demokratik Almanya ile karşılaştırdınız. Neden onun hakkında bu kadar hayal kırıklığına uğradınız? 2008’de Obama yasadışı dinleme sistemini kaldıracağını söyledi ve insanlar ona güvendiler. Fakat o zamandan beri ABD, tarihteki en gelişmiş gözetleme ve casusluk devletine dönüştü. Belki Stasi yıllarındaki Doğu Almanya’dan bile fazla şekilde. Obama’nın iyi bir insan olduğunu düşünmekle birlikte, onu çok zayıf buluyorum. Yüzleşmeyi sevmiyor çünkü kabinesindeki yeni muhafazakarlar tarafından sıkıştırılıyor. Öte yandan, Beyaz Saray’da başka biri olsaydı şu anda kesin büyük bir savaşa girmiş durumdaydık. Ya da IŞİD Şam’daydı, bilmiyorum. Her şekilde, daha kötü olurdu.

11

028

Snowden, 2016

Yeni başkanınızdan herhangi bir şey bekliyor musunuz? Kim kazanırsa kazansın ABD halkı engellenemez şekilde kendi yıkımına doğru gidiyor. Belki bu olumludur. Belki küllerimizden iyi bir şey doğar.

12

Her koşulda, kimin ABD Başkanı seçildiğinin önemli olduğunu düşünüyor musunuz? Önemli olmadığını size garanti edebilecek kadar yaşım var. Bana göre, sadece Kennedy ve Roosevelt ülkemin gördüğü iyi başkanlar. Kennedy bir değişiklik yapmak istediği için öldürüldü. CIA, dünyanın her yerinde, yenilikçi başkanları sabote etmek için yorulmadan çalışıyor. Benim ülkem haydutlar ülkesi. Karayı, denizi, havayı, uzayı ve siber dünyayı domine etmek için ahlaki otoriteye sahip olduğumuzu hissediyoruz. Tümden egemenlik için uğraşıyoruz ama bu süreçte ruhumuzu kaybettik.

13

Edward Snowden gibi figürlerin ABD’nin siyaset yapış biçimini değiştirmede etkili olacağını düşünüyor musunuz? Bilmiyorum, fakat en azından Snowden bir eylem gerçekleştirdi, aynı Brenda Manning gibi. Devletin düşmanları olarak tarih tarafından aşağıya itilseler ve hapse girseler bile onlara müteşekkir olmamız gerekiyor. Snowden’in Rusya’ya sığınması ironik. 1945’te aynı durumda olsaydı Rusya’yı terk edip siyasi iltica talebiyle benim ülkeme gelecekti. Dünya gerçekten tersine döndü.

14


RESTORANLARDA WINGS İLE %10, WINGS BLACK İLE %15 İNDİRİM GURME YAZIP 4566'YA SMS GÖNDERİN

OTELLERDE WINGS İLE %10, WINGS BLACK İLE %15 İNDİRİM SEYAHAT YAZIP 4566'YA SMS GÖNDERİN

ALIŞVERİŞLERDE %25 DAHA FAZLA MİL PUAN KAZANIMI

YURTDIŞINDA RAHATIM, BENİ KİMSE TANIMAZ. AMA KARTIM HER YERDE TANINIR.

WINGS İLE TÜM YURTDIŞI SEYAHATLERİNİZDE AYRICALIKLAR SİZİ BEKLİYOR.

HAYAT. ŞİMDİ. BENZERSİZ.

Kampanyadan yararlanabilmek için ilk harcamanızdan önce kayıt olmanız gerekmektedir. Wings’inizi yurtdışında da kullanarak, 500 TL ve üzeri otel, 150 TL ve üzeri restoran harcamalarına, Wings ile %10, Wings Black ile %15 indirimden faydalanabilirsiniz. Kampanya 1 Temmuz-31 Aralık 2016 tarihleri arasında geçerlidir. Akbank’taki iletişim numarasından kısa mesaj gönderilerek kayıt olunmalıdır. Otel kampanyasından yararlanmak için hemen ilk harcamadan önce SEYAHAT, restoran kampanyasından yararlanmak için GURME yazıp 4566’ya SMS gönderilmesi gerekmektedir. Gönderilen kısa mesajın Akbank’a ulaşması akabinde kart sahibine kayıt olduğu bilgisinin Akbank tarafından kısa mesaj ile geri bildirilmesi sonucunda kampanyadan faydalanılabilir. Kayıt olduktan sonraki harcamalar kampanyaya dahildir. Bir müşteri, otel indirim kampanyasından tüm kartlarıyla en fazla 150 TL, restoran indirim kampanyasından tüm kartlarıyla en fazla 100 TL indirim kazanabilir. %25 fazla Mil Puan kazanımı, yurtiçindeki kazanım oranlarının %25 fazlasıdır. Aynı gün aynı işyerinde ilk harcama dahildir. KKTC’de yapılan işlemler, nakit çekimler, Mil Puan, chip-para, mail order işlemleri dahil değildir. Wings bireysel asıl/ek kartlar yararlanabilir. SMS’ler; KDV ve ÖİV dahil; Turkcell, Türk Telekom, Vodafone 0,65 TL’dir. Akbank T.A.Ş. kampanyayı durdurma ve değiştirme hakkını saklı tutar. Detaylar için: www.wingscard.com.tr Wings’e hemen başvurmak için WINGS yazın, 5990’a kısa mesaj gönderin.


Kiminiz onun adını ilk kez duyuyor olabilirsiniz, ama aslında onun için müzik dünyasının kıdemlisi bile diyebiliriz. Monika Brodka, bu sıfatın hakkını verdiğini son albümü Clashes ile bize tekrar hatırlatıyor. Röportajımızın alt başlıklarını sıralayacak olursak: Polonya’da kazandığı ses yarışması, kendine has stili, bitmeyen turneleri, babasından öğrendikleri ve samuraylar...

Röportaj:

Başak Ulubilgen Fotoğraflar:

Monika Hresy

030

BRODKA


Kariyerine şimdi başlamış olsan yine bu yoldan devam eder miydin? Eskiden seçenekler çok kısıtlıydı. Şimdiyse işe başlamak, insanlara müziğini dinletmek için çok fazla yol var. Artık YouTube, SoundCloud gibi siteler ve daha fazla müzik festivali var. Kendine en uygun yolu seçmek çok daha rahat. Ama ben yolumu değiştirmezdim, çünkü beni buraya kadar getiren o oldu.

4

Monika, gezgin bir müzisyenin kızı olduğundan soruyoruz: Babandan turneye çıkmakla ilgili kaptığın tüyolar var mı? Babama baktığımda hayatını büyük bir tutkuyla yaşayan, sevdiği işi yapan ve bundan yüzde yüz yararlanan birini görüyorum. Bu hayat için benim de mottom diyebilirim.

1

Müzik sizde aile geleneği olmasaydı yine de bu işte olur muydun? Aslında bunu hiç düşünmemiştim. Müzisyen bir ailenin çocuğu olarak büyüdüğüm için şarkı söylemek ve enstrüman çalmak bana çok doğal geliyordu. Bu nedenle, işime hiç gerçek bir iş olarak bakmadım. Belki de babam müzisyen olmasaydı, şu anda mutfakta şef olarak çalışıyor olurdum.

2

2004’te Pop Idol’ı kazandığında on beş yaşındaydın. Bu başarıyı takip eden yıllar içinde kendini sanatçı olarak nasıl geliştirdin? Bu sürede çok fazla tecrübe sahibi oldum. Ayrıca içgüdülerimle hareket etmeyi ve sanatsal kararlarımda korkusuz olmam gerektiğini öğrendim. Her şey kendi müziğimi yapmamla değişti ve bu beni çok mutlu etti. Görsel sanatlara büyük bir ilgim vardı ve son albümüm sayesinde bu alanları da keşfetme şansım oldu. Videolar, fotoğraflar ve görsel olan her şey benim için müziğim kadar önemli.

3

Albümlerine adeta bilimsel proje gözüyle baktığını söylüyorsun. İlk İngilizce albümün olan Clashes nasıl bir projeydi? Bir önceki albümüm Granda için köklerime inip folk müzikle ve büyüdüğüm yöreye ait spesifik enstrümanlarla tekrar buluştum. Aklıma bu ekipmanların farklı bir müzik türünde nasıl işleyeceği takıldı. Acaba ortaya aynı şey çıkacak mıydı? Bu yüzden, evime geri dönüp babamla birlikte bu enstrümanlarla kayıt yapmaya başladım. Granda’nın temeli de böylece oluşmuş oldu. Clashes albümümdeyse çocukluğumda daha da derinlere indim. Ve burada, kiliselerde çalınan organ sesleriyle karşılaştım. Bu tür sesler beni hep etkilemiştir, o nedenle Clashes’in kalp noktasını bu tür bir müziğin oluşturmasına karar verdim. Bu melodi ve organların getirdiği kederli hal de, albümü biraz daha karanlık yerlere götürdü.

5

Konu makyaj olunca yenilikçi ve hatta geleceğe ait bir yoldan gittiğini söyleyebiliriz. Videoların ve konserlerin için makyajına nasıl karar veriyorsun? Baştan ne yapacağımı ve her şeyin nasıl görüneceğini bilemiyorum. Bazen neyi istemediğimi biliyorum ve bu da çoğu şeyi ortadan kaldırıp nasıl bir yönde ilerleyeceğimi görmemi sağlıyor.

6

Oldukça uzun diyebileceğimiz İngiltere turnen yeni bitti ve şimdi de Polonya’da bir turne için hazırlanıyorsun. Turnelerin hakkında ne düşünüyorsun? Seyahat etmeyi çok seviyorum. Her daim hareket halinde olmak hoşuma gidiyor. Turnede olmak bana ve sanatıma çok şey katıyor. Tabii turnedeyken pek de bir şey göremiyorsun ve saçma yemekler yiyorsun ama yine de ben çok eğleniyorum. İngiltere’de turneye çıkmaksa değişik bir deneyimdi. Yemyeşil doğasına ve inanılmaz mimarisine bakarak bol bol Nick Cave dinledim.

7

031


Up In the Hill adlı videonda yüzünde ve hemen hemen her yerde karşılaştığımız gözlerin anlamı nedir? Videodaki gözü konserlerimin sahne dekorlarında da kullanıyoruz ve tasarımı da çok iyi bir mimar olan Aleksandra Wasilkowska’ya ait. Kendisi bu projeyi benim müziğimi dinledikten sonra tasarladı. Böylece bu parça ve albüme çok uyan bir tasarım ortaya çıktı. Bu videoya ilham veren bir diğer unsur da Jodorowski’nin Holy Mountain adlı filmi oldu. Burada da gözlerle çok karşılaşıyoruz. Videodaki son sahne de filmden bir alıntı zaten.

8

Bu kendine has stilinin şekillenmesinde sana en çok kim ilham verdi? Arkadaşım Vasina. Birbirimizi on üç yıldır tanıyoruz. İlk tanıştığımızda Vasina ilk fotoğraf çekimim için styling yapıyordu. Modaya dair değişik bakış açısıyla hep bana ilham verdi. Avangart modaya olan sevgimi ona borçluyum diyebilirim. Modanın risk almaya değer olduğunu da bana o öğretti. Yıllar geçtikçe stilimi birlikte geliştirdik.

9

Ölümden sonra bir yaşam olduğuna inanıyor musun? Enerji ve hissiyata inanıyorum. Ve belki de bir gün, bu enerjiler gökyüzünde inanılmaz renk kurgularına dönüşür, ama bundan pek emin değilim tabii...

10

Samuray olsaydın... Sonuncu samuray olurdum. Ceviz kabuklarını akıl gücümle kırabilirdim ve stilim de çok havalı olurdu. Aslında Clashes’in kapağında gördüğünüz geleneksel bir samuray kıyafeti. Bir gün Berlin’de Mitte’de gezerken almıştım. O zaman daha albümüm hazır değildi ama bu kıyafeti kapağa koyacağımdan kesinlikle emindim. Yani anlayacağınız, ben hep samuray olmak istedim.

11

Son LP’ni çıkaralı altı yıl oluyor. Yeni bir albüm çıkarmak için neden bu kadar bekledin? Aslında tam altı yıl sürmedi. Arada bir de LAX EP’mi yayınladım ve o sıralar hep turnedeydim. Son LP’min promosyon süreci o kadar uzun sürdü ki yeni bir albüm çıkarmayı düşünecek vaktim bile olmadı. Menajerime, ara verdiğimi ve New York’a gideceğimi söyledim. Orada dört ay içinde yeni şarkılar yazmaya başladım. Önce işe gitarla başladım, sonra da bilgisayar örnekleri kullanarak devam ettim. Varşova’ya geri dönüp söz yazmayı bitirdiğimdeyse elimde on üç şarkı vardı. Daha sonra Los Angeles’a gittim ve orada sevgili arkadaşım Devendra Banhart beni prodüktör arkadaşı Noah Georgeson’la tanıştırdı. Sonrasındaysa iş Clashes’i tamamını kaydetmeye kadar gitti.

12

Clashes’i bir önceki albümünle nasıl karşılaştırıyorsun? Bütün işlerim benim için çok önemli. Albümde de beni çocukluk anılarıma kadar götüren ortak bir konsept vardı ve bu yolculuklar benim için çok önemli ve güzeldi.

13

032

Müziğe dört yıllık ara verdiğinde senin için ne değişti? Çok gezdim ve inanılmaz yerler görme fırsatım oldu. Yazdığım şarkı sözleri açısından bütün gittiğim yerler bana ilham verdi. Seyahatler kreatif sürecime yardımcı oluyor. Bunların dışında artık otuzlu yaşlarıma yaklaştım ve yüzümde birkaç çizgi belirmeye başladı bile.

14

Yeni yıl kararların var mı? Böyle kararlar vermeyi sevmiyorum, çünkü insanı depresyona kadar götürebiliyorlar.

15



Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Meyda Yeğenoğlu’yla Finlandiya’da geçirdiği akademik yılın tam ortasında, İstanbul’a gelmişken, evinde buluştuk. Avrupa’da aşırı sağın güç kazandığı, Brexit’in yaşandığı ve Trump’ın başkan seçilmesine çok az kaldığı bir zaman diliminde, çokkültürcü yaklaşımın çöküşünü konuştuk. Böylece konu biraz Türkiye’ye ve tabii Yeni Avrupa’ya geldi.

Röportaj:

Ali Tünay Fotoğraf:

Gökhan Polat

034

MEYDA YEĞENOĞLU


Yer değiştirmek, seyahat özgürlüğü, kültürlerin birbirine yakınlaşması ilericilik gibi okunurken, yerellik gericilik olarak görülüyor. Hala böyle bir damarın olduğunu biliyoruz. Bu neden böyle? Çokkültürcülük tartışmasının öbür yüzü de yerellik ve milliyetçilik. Ne kadar şahane, kozmopolitlik çok önemli; ‘herkes, her yere gitmeli’ diye düşünülüyor. Milliyetçiliğin ilkel değerlere atıfta bulunmasını eleştiriyorlar. Ve bunların gözünde ulus-devlet dünyanın en ilkel aparatı. Dolayısıyla biz ulus-devleti bırakarak dünyaya eklemlenirsek o zaman şahane olacağız diyorlar. Yerelde hapsolmamak tabii ki önemli. Ancak günlük ekmek parasını zar zor çıkaran insanların kozmopolitlik mücadelesinden bahsedemeyiz. Onların mücadelesi ulus-devletle. Ulus-devlet içinde meşru vatandaşlık konumuna sahip olmaya çalışıyorlar. Her şeye böyle bir pencereden bakarsanız bu çok yetersiz kalır. Spivak’ın tabiriyle bunun adı ‘meşru cahillik’. Bir de tabii biz hem yereliz, hem de küreseliz yaklaşımı var. Bunu da sakıncalı buluyorum.

3

Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May, “Dünya vatandaşı olanlar hiçbir yerin vatandaşı değildir,” diyor. Bu söylem Avrupa siyasetinin geldiği noktayla ilgili ne anlatıyor? Avrupa’da çok ciddi bir yerelleşme var. Bu da kendi içine kapanmayı getiriyor. Köktenci, ırkçı, ötekini dışlayan bir söyleme dönüşüyor. Tonlamalar ve referanslar geçmiş dönemlere göre farklı da olsa, olay bu yöne doğru gidiyor.

1

2

Bunu hem Kıta Avrupası’nda hem de Britanya’da görüyoruz ve tabii son olarak

ABD’de... Almanya’da Almanlığa dönüşün önemi, İngiltere’de İngilizliğin erdemlerini vurgulama, Kuzey ülkelerinde ise kendini yüceltme ile birlikte giden başka türlü bir ırkçılık. Hepsinde ortak payda “Avrupa değerleri”nin üstünlüğü vurgusu. Hepsinde “özümüze ve kendi değerlerimize” dönmeliyiz, kendi içimize kapanmalıyız... 90’larda zirve noktasına gelen çokkültürcülük artık bitti. Avrupa, ‘bu kadar toleranslı davrandık ve her şey bundan başımıza geldi’ diyor. 2000’lerde çokkültürcülüğe bir tepki gelişti. 90’larda liberal çokkültürcülüğe karşı ben de eleştirel yaklaşıyordum ama Avrupamerkezciliğin bugün geliştirdiği eleştirilerden bambaşka nedenlerle. Çokkültürcülük sermayenin söylemine eklemlenerek basit bir tolerans meselesine dönüştürülmekteydi. O dönemde liberal yaklaşımın tehlikesine dikkat çekiyordum. Zira kapitalin söylemine de çokkültürcülük eklemlenmişti. Ancak 2000’lerde öyle bir noktaya geldik ki liberal söylem geri tepmeye ve ırkçılığın ilk tonları ortaya çıkmaya başladı. Daha sonra 11 Eylül, onu takip eden terör söylemi ve güvenlikçi politikalar bunu iyice çığrından çıkardı. Çokkültürcülük hepten terkedilmeye başladı. Ve bugün artık gittikçe dozu artan bir yerelleşme söylemiyle karşı karşıyayız.

Konuştuklarımız çerçevesinde Suriye’deki göçmen krizini nasıl okuyorsunuz? Yaşananlar bir gerçeği, Avrupa’nın ikiyüzlülüğünü dünyanın yüzüne çarpmıştır. Avrupalı çokkültürcülük, ötekiyi , öteki kültürleri sevme söylemi Suriye’nin korkunç koşullarında savaştan kaçan insanlara hiçbir şey sunamamıştır, sunmayacaktır. Birlikte yaşamak farklı olanın varlığı yardımıyla, ötekiyle yaşayarak dönüşmektir. Dönüşmemekte ısrarcı bir Avrupa’yla karşı karşıyayız. Çünkü Avrupa için değişmek demek hükümranlığından vazgeçmek demek. Ancak bugün geldiğimiz nokta çok daha geride. Irkçılığın bu kadar meşru olduğu bir dönemi kendi hayatımda hatırlamıyorum.

4

Türkiye’de milliyetçilik ve yerellik üzerinden bir kamusal alan yaratma merakı görüyor musunuz? Türkiye’de, 80’lerden itibaren, yerelleşme ve Batı eleştirisi var. Eleştiri adı altında aslında Batı karşısında eziklik ve Batı’yı kötüleme var. Benim de yıllardır yaptığım sömürgecilik eleştirisi doğal olarak Batı’nın tarihini eleştirir. Ancak aynı zamanda belli bir evrensellikte ısrar etmeliyiz. Zira aydınlanmanın, özgürlüğün, eşitliğin hakkını da vermek durumundayız. Öte yandan, evrenselliğin diğer yüzü olan sömürgeci şiddeti de konuşmak zorundayız. Bu eleştiriyi yaparken de başka bir Avrupa için de mücadele etmeliyiz.

5

Vatandaşlık bağlarını önemsiyor musunuz? Asla. Kişisel olarak böyle bir bağı hiçbir zaman önemsemedim. Bir millete ait olmak benim için pek bir şey ifade etmiyor. Ben akademisyenim. Solcuyum. Haklardan ve özgürlüklerden yanayım. Bana uygun her coğrafyada yaşayabilirim. Ama orta sınıfa ait olduğumu, elimde sembolik, kültürel kapitalim olduğunun farkındayım. Dolayısıyla vatandaşlık aidiyetlerini eleştirsin, bunlardan kopsun gibi bir tavsiyeyi bütün sınıfsal gruplara veremem. Çünkü bu çok üstten bir söylem. İnsanların yerel mücadelelerinin kendine has anlamları, değerleri, kazanımları ve kayıpları vardır. Kısacası, böyle düşünmek lüksüne sahip orta sınıf bir aydınım ben. Herkes bu şekilde düşünemez, bunları söyleyemez. Söylememeleri mücadelelerinin başka yerlerde, başka platformlarda olmasından kaynaklanır.

6

035


Yazı:

Fatih Özgüven

TOYGUN ÖZDEMİR

Toygun Özdemir, Öktem&Aykut Galeri’de açılan bundan önceki sergisi Bütün Resimleri’nde bir Asur heykeli ve bir keçi ile bizi epeyce oyalamıştı. Bir miktar eğlence de amaçlıyordu belki bu tavır; genelde sanatçıların, özelde ressamların işlerini yaparken nelerle eğlendiklerini tam da bilemiyor olabiliriz. (Şart da değil.) Ama temelde, bu resimler, kendisine bir sözcük verilince bununla birkaç dize söyleme becerisine sahip eskinin şairlerinin marifet gösterisi gibiydiler. Bir ya da iki temel form üzerine çeşitlemeler, bir nevi tour de force, gövde gösterisi... Özdemir, o sergide bir-iki resminde ciddi biçimde ‘patlayan’ renk sevgisini gene aynı galeride açtığı Yabancı sergisine saklamış demek doğru olabilir. Görünürde taşra manzaraları, bazıları eski bir fotoğraf kadar tanıdık, bazıları alakasız denecek ayrıntı; ama hepsinde renkler kimi zaman şaşırtıcı derecede yeni bir monokrom, kimi zaman saykodelik resimler kadar parlak ve can alıcı, bazen de batik baskı desenleri gibi naif ve şaşırtıcı... Halk resmi, naif resim, batik, ya da 1970’lerin ‘Bad Painting’ çıkışını andıran bir cesaret var burada; çerçevelenen, sabitlenen konuyu ele alıştaki bağlantsızılık, bağlamı ya da ‘genre’ fikrini umursamayış, Özdemir’in bu resimlerdeki renk kullanımıyla birlikte ortak bir anlam kazanıyor. Etrafımıza bakarken, ağırlıkla rengi ve rengin sürprizli dışavurumlarını görüyor, seçiyor, bir kenara ayırıyormuşuz duygusu veriyorlar. Onlardaki renk anlayışının bizi neden cezbettiğini, ilgilendirdiğini,

036

Üst: Yol, 2016, tuval üzerine yağlı boya, 60x80 cm Alt: Kertenkele, 2016, tuval üzerine yağlı boya, 30x40 cm

kimi zaman gözümüzü esir aldığını ancak bu yaklaşımla açıklamanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Genre (ya da tür) deyince; bu resimlerin peyzaj gibi klasik, eski fotoğraflar gibi nostaljik ya da nesnelerin ayrıntılarının çekimi gibi sinema ya da doğa fotoğrafçılığına geri götürülebilecek değişik, beklenmedik çıkış noktaları da var. Ne var ki hepsi bir orta noktada buluşuyorlar. Eski ve sepya bir anı fotoğrafının nostalji hissini güçlendirecek ama aynı zamanda onu beklenmedik derecede parlatacak bir pembeye boyanışı da, durağan bir taş duvar dokusuna yakından bakışın farklı bir pembeden gücünü alışı da, ısrarla, bu resimleri güden prensibin renk ve onun şaşirtmacaları olduğuna işaret ediyorlar. Post-empresyonist renkçilik, dışavurumculuk vb. gibi akımların renk kullanımındaki fütursuzluğu kuşkusuz aklımızdan gelip geçiyor. Ama bu resimlerde adı her zaman hayırla anılmayan bir yerlilik üzerine çeşitlemeler de var. Özellikle de bitki formlarında. Bir ‘yusufçuk-adam’la çimen yapraklarını yeşil ve pembe ile ilişki içine sokarken belki var olmayan bir Türk sembolist resmine nüktedan bir gönderme yapıyor Özdemir. (Yoksa var mı: Avni Lifij?) Ya da düşünüyoruz; bize uzaktan bakan şu mandanın önüne kalın kara kontürlü bitkilerden bir perde yapmak Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan bu yana hangi Anadolu peyzajcısının aklına gelmiştir acaba? Kaldı mı öyle bir resim zaten? Ya da aniden yolu aydınlatan araba farlarını, bir yolun dibinde parlayan güneşin ışığını bu kadar fütursuzca konu edinmeyi Cihat Burak’tan bu yana akıl eden oldu mu? Bunlar Toygun Özdemir’de varlar, ve bizde gelenekle birlikte bir özgünlük duygusuna yol açıyorlar.



Paris’te yaşıyor olmak Koray Özgen için büyük bir fark yaratmıyor. Yaratıcı düşünce, tasarım ve üretim söz konusu olduğunda ülke ve kültür sınırları onun için çok anlamlı değil... Yaptığı işi, hayal ettiklerini hayata geçirerek bir şeyler anlatmaya çalışmak şeklinde tarif eden Özgen açıkça ve cesurca diyor ki; “Anlatacak şeyiniz yoksa, yapacak bir şeyiniz de yoktur.”

Röportaj:

Bahar Türkay Fotoğraf:

Gökhan Polat

038

KORAY ÖZGEN


Paris’ten bakılınca yaratıcı endüstrilerin durumu bağlamında burası nasıl görünüyor? Bir ülkedeki yaratıcı endüstrilerin başarısı; üretilenlerin özgünlüğü, evrensel geçerlilikleri ve o ülkeye sağladıkları kültürel ve ekonomik katkılar üzerinden değerlendirilebilir. Bütün bu nitelik ve nicelikler küresel rekabet açısından da önemli bir rol oynayabiliyor. Türkiye de, özellikle sahne sanatları, yayıncılık, basılı medya ifade özgürlüğü ve yönetim bağımsızlığı açısından çok zor bir dönemden geçiyor. Tanık olduğumuz bu durum ortadan kalkmadıkça, sektör üzerine yapacağım yorumların da bir geçerliliğinin olmayacağına inanıyorum.

4

Son dönemlerin en çarpıcı gelişmesi ne? Daha önce ‘atom’lardan yapılmış olan çalar saat, takvim, ajanda gibi nesnelerin, mekanların, hizmetlerin artık baytlar haline dönüşüp akıllı telefonların içine girmesi.

1

Anlatacak mı, yoksa yapacak mı çok şeyiniz var? Düşündüklerimizi, hayal ettiklerimizi hayata geçirerek bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz. Ürettikçe de kişisel bir arşivimiz oluşuyor. Tabii ki niteliğin niceliğin önüne geçmemesi koşulu da önemli. İşte bütün bu yaptıklarımız şimdiki zamanda insanlara bir şeyler anlatıyor ve gelecek zamanda da bir şeyler anlatmaya devam edecek. Anlatacak bir şeylerimiz yoksa yapacak bir şeyimiz de yok.

2

Oradayken kendinizi buradaki tasarımcılardan farklı bir yerde görüyor musunuz? Tasarım özellikle 90’lı yılların sonu, 2000’lerin başından itibaren, teknoloji ve iletişimin gelişmesiyle birlikte, coğrafi sınırlarla kısıtlanmış bir düşünce disiplini ve meslek pratiği olmaktan çıktı. Bugün elimizdeki iletişim ve üretim araçları ile Türkiye, Fransa veya Hindistan’da yaşamanız fark etmiyor. Bunu insan doğası bağlamında alırsak, yaratıcılığın coğrafi sınırlara, milliyete veya kökene bağlı olduğunu düşünmüyorum. Ancak buna paralel olarak, eğitim kalitesinin ve düşünce özgürlüğünün, yaratıcılığa yatkın bireyler yetiştirilmesinde önemli bir rol oynadığını söyleyebilirim.

5

Tasarımı fazla mı önemsiyoruz, hafife mi alıyoruz? Önemli olan, ikisi arasında daimi bir sarkaç hareketinin olabilmesi...

3

Fotoğraf: Ali Bekman Escale Brasserie

039


Tasarımlarınız New York MoMA, Marta Herford, Pergamon Museum ve Museum Der Dinge gibi müzelerde ve çeşitli etkinliklerde sergilendi. Tasarımın sergilemeyle nasıl bir ilişkisi var? Tasarımın hem kültür hem de ticaret bağlamında var olan bir disiplin olduğunu varsayarsak, tasarım sergilerini, bazen tasarım düşünceleri üzerinden soyut kavramların tartışılmasına yarayan ortamlar, kimi zaman da bir sürecin sonucunda üretilmiş ticari nesneleri barındıran ortamlar olarak iki farklı karakterde düşünebiliriz. Her birinin izleyici profili ve etki alanı farklılaşabilir. Bu sergilerin benim için önemli özelliği, tasarım kavramını geniş bağlamında irdeleyip, sadece nesneye/ürüne indirgemeden yaşamın her alanına taşıyabilmeleri. Böylece toplumsal etki alanlarını genişletebilirler ve de geniş kitleleri bu yolla tasarım ve tasarımcı ile buluşturabilirler.

7

2014 İstanbul Tasarım Bienali paralel katılımcısı Dhoku firması için kilim çalışması ‘Ortaya Yeşillik’

İstanbul Tasarım Bienali kapsamında gerçekleşen Omnia Talk’a katılmak üzere İstanbul’dasınız ve Paşabahçe’nin Omnia serisinde tasarımlarınız yer alıyor. Değeri yeniden keşfedilen camla aranız nasıl? Paşabahçe’yi bünyesinde bulunduran Şişecam’ın farklı markaları için 2008’den beri tasarımlar yapıyorum. Ayrıca, bir İngiliz markası için de camdan üflenmiş aydınlatma tasarımlarım sayesinde camın sıradışı fiziksel ve sembolik kaliteleri ile tanışma fırsatım oldu. Tasarımlarınızı kor halindeki bir hammaddeden üfleyerek saydam bir nesneye dönüştüren cam ustalarını seyretmek bir tasarımcı için büyüleyici bir an. Bunu aynı zamanda duygusal ve entelektüel bir şok olarak da tanımlayabilirim.

6

040

Tasarımcı olmak beraberinde stil sahibi olmayı gerektiriyor mu? Tasarımcının bir düşünce tarzı, arkasında durduğu yaklaşımları olabilir. Tasarladığınız nesnelere veya mekanlara sadece öznel bir tavırla yaklaşarak kendi stilinizi dayatmaksa, tasarım sürecinin çoğulcu doğasına karşı gelmektir.

8

Çalışırken eğlenmek deyince ne anlıyorsunuz? Eğlence sözcüğünden farklı anlamlar çıkarmamız mümkün. Özellikle tasarım sürecinin neşeli ve hoşça vakit geçirten bir süreç olması önemli burada. Tasarımcı ile birlikte, yan disiplinlerin, kullanıcıların ve karar vericilerin de tasarım sürecine katılması projeyi hem kavramsal olarak hem de elde edilen sonuç açısından daha tutarlı ve zengin bir hale getirebiliyor. Bunu tasarım jargonunda son zamanların yükselen kavramı olan ‘tasarım odaklı düşünme’ olarak adlandıranlar çıkacaktır. Buna örnek olarak, İstanbul’da geçen yıl gerçekleştirdiğim Escale Brasserie projesini verebilirim.

9

Keşke şu anda burada olmak yerine... Burası benim yanıma gelebilseydi.

10


0 216 999 24 99


Yazı:

Ayşecan İpek

SUCCESSORS

Fon-dö-ten. Bu üç heceyle bir an önce vedalaşsanız iyi ederseniz çünkü yakın gelecekte ten makyajından bahsederken fondöten kelimesini kullanmayacağız. Bazılarınız BB/CC kremlerin alfabetik oyunlarıyla oyalanırken, ince dokularla ve su bazlı teknolojilerle haşır neşir olurken bir dönemin ‘kek’ pudra ve fondötenlerinin eskide kalmaya mahkum olduğunu fark etmiş olmalı. Bazılarınızsa ısrarla o mat ve ağır yapıya tutunmaya çalışıyor olabilir. İki ihtimali de bir kenara bırakıp, güzellik sözlüğünüze ‘cushion’ kelimesini ekleyin ve gündemi yakalayın. Hava yastığı teknolojisini arabalardan makyaja taşıyan bu alternatif, son aylarda kırmızı perdelerin arasından çıkma cesareti göstererek kendine Lancôme ve Dior gibi büyük markaların ürün gamlarında, iddialı bir yer edindi. Örneğin İspanyol soylularını aratmayan ünvanlar zincirine sahip Dior Capture Totale Dreamskin Perfect Skin Cushion, şeffaf şekilde dengelenen bir ten ve ciltte mükemmel şekilde eriyen doğal bir görünümle, yüksek koruma için ultra-sıvı ve son derece nemlendirici bir kıvam vadediyor. Yani, bu akıllı cilt bakım ürünüyle makyaj yapabiliyor ve teninizin gelebileceği en iyi görünüme kavuşuyorsunuz. Doğru rengi seçmek mi dediniz? Orada da sizi hemen durduralım ve yeni güzellik koduyla buluşturalım: CCC. Yani, Computer Customised Colour. Estée Lauder ve Bobbi Brown’un göz kırpmaya başladığı bu teknoloji bizim coğrafyamız açısından da önemli bir gelişme. Teknolojinin cilt tonunuzu hesaplayabildiği, pigment dengenizi analiz edebildiği, tüm bu sürecin ardından da ‘sizin için özel olarak yaratılmış’ renkte ten makyajı seçenekleri sunduğu bir çağda yaşıyoruz, evet. Dilerseniz MatchCo ismindeki uygulamayı indirip, cep telefonlarınızı bir kere daha konuşmak yerine selfie çekmek için kullanabilir ve cildinizin aslında ne renk olduğunu, pembesarı ayrımını, pigmentasyon dengesini yakından inceleyebilirsiniz. Ruj: Muhtemelen en yakın dostunuzu kucaklar gibi, sıkı sıkı tutunduğunuz, asla bırakmak istemediğiniz bir başka kelime. Bir kadının yaşayıp yaşayacağı en kolay, ucuz ve zahmetsiz dönüşümü sağlayan ruj da kendini yeni baştan tanımlıyor. Son iki sezondur hayatımıza giren mat ruj, modern bir bitiş sağlıyor. Siz yine de high pigment pencil, lip crayon ve multistick kelimelerini makyaj çantanızın içine atmayı ihmal etmeyin. Bobbi Brown, NARS ve Clinique’in stick formdaki rujlarıyla, namıdiğer crayon’larıyla çoktandır tanışıyoruz. Bite Beauty ise gücünü tüm yüze uygulanabilen akıllı stick’lerinden ve gazlı kalemi anımsatan 042

crayon’larından alıyor. Makyajdan cilt bakımına geçtiğimizde ise yeniliğin kimya laboratuarlarında ve mutfak dolaplarında gizlendiğini görüyoruz. Anahtar kelime: Yenilebilir. Eğer cilt bakım kreminizin ya da toniğinizin içeriği midenize inemeyecek bir şeyse onu cildinize sürmek konusunda da tereddüt etmelisiniz. Belki de bu sebeple önümüzdeki dönemde iştah açıcı tanımlar ve isimler, restoran mönülerinden cilt bakımı ambalajlarına taşınacak. Organik güzelliğin iddialı markalarından Weleda, Skin Food ismini verdiği yoğun nemlendiricisini yenilebilir içeriklerle zenginleştiriyor, böylece sizi, en hassas cildi bile tahriş etmeyen, derinlemesine nemlendiren, tuhaf kokusuyla kendini daha da cazip kılan kült bir balsamla tanıştırıyor. Gastro-beauty’nin sayısız örneğini şimdilerde marketlerde, eczanelerde ve lüks güzellik butiklerinde görebilirsiniz, zira bu trend, kadınların ürünler üzerindeki kontrolünü ve bilincini de artırıyor. Proteinler ve yağ asitleri yönünden zengin hindistan cevizi, susam ve tatlı badem yağının bir sonraki rakibi Afrika’dan gelen Marula olacak. Whole Foods’da Hot Food Bar yerine güzellik raflarını karıştırmak, artık uçlarda gezinen bir güzellik merakı olarak kabul edilmiyor, işin doğalı ve ekonomiği zaten bu. Küçük resimleri bir kenara bırakıp olayın tümüne bakacak olursak hedonizm, tembellik ve minimalizmi birleştireceğiniz, az ve öze doğru isteseniz de istemeseniz de savrulacağınız, yine akıllılık edip tek taşla binlerce kuşu vurmaya niyetleneceğiniz keyifli bir dönem sizleri bekliyor.


LÜKS, STANDART. Rafine ve zarif duruşuyla Yeni Volvo S90, lüks algınızı değiştirmek için tasarlandı. YENİ VOLVO S90

Volvo OtoGaranti

Volvo Car Finance

volvocars.com.tr | facebook.com/VolvoCarTurkey | twitter.com/VolvoCarTurkey | Volvo OtoLine 444 48 58


Jock Zonfrillo Avustralya’ya dışarıdan baktığını iddia ediyor; fakat Avustralyalı birçok şefin aksine kıtanın kurak çöllerinin yemek sırlarına hakim. Aborjinlerin 60 bin senelik geleneksel yemek kültürlerini araştıran Orana Restaurant ve Vakfı’nın kurucusu İskoçyalı şef, ülkede yaşanan gastronomik geleceğe dönüşün öncülüğünü yapıyor.

Röportaj ve Yazı:

Arzu Sak Fotoğraflar:

Kate Pardey

Kate, Jock’u kendi mutfağında XOXO için fotoğrafladı. Avustralya’nın güneyinde, Orana Restaurant’ta.

044

JOCK ZONFRILLO


KADİM BİLGİ: Aldığınızdan daha fazlasını geri verin. Aborjin topluluklarından öğrendiğim en önemli şey bu. Her koşulda uygulanabilir ve bir o kadar da basit bir bilgi. Kurduğum bütün ilişkilerin temelinde de bu edinimi uygulamaya çalışıyorum. AVUSTRALYA: Ocak

2000’den beri burada yaşıyorum. Geriye dönüp baktığımda Avustralya’nın yemek kültürüne neden merak duyduğumu daha iyi anlıyorum. Çin’e giderseniz Çin yemeği yer, kültürün ve insanların özünü yakalamaya çalışırsınız. Aynı durum Japonya, İspanya ve İtalya’da da geçerli. Bu ülkelerde kültürle, toprakla, insanlarla doğrudan bir bağ geliştirirsiniz. Fakat Avustralya’ya ilk gelişimde bunu hissedemedim. Nasıl oluyor da dünyada yaşayan en eski kültürün izleri günlük hayata ve yemek kültürüne yansımamıştı? Ve Londra’ya geri döndüğümde bu düşünce aklımı kurcalayıp durdu. Belki de bu yüzden Londra’da sahip olduğum yaşamı bırakıp Avustralya’ya yerleşme kararı aldım. Londra’da devam etmek ve üç Michelin yıldızlı bir restorana sahip olmak istiyor muydum? Hayatımın olduğum noktada nereye doğru gittiğini görebiliyor muydum? Her iki soru için de cevabım kocaman bir ‘hayır’. kadim bilgileriyle beni Circular Quay’de ayaküstü muhabbet ettiğim Jimmy adında bir sokak çalgıcısı tanıştırdı. Onunla konuşurken, Aborjin kültüründe dört değil altı mevsim olduğunu ve bunun pratikte nasıl bir hayata yol açtığını öğrendim. Örneğin bir ağaç çiçeklendiği zaman, Aborjinler somon balıklarının sahil boyunca yüzdüğünü anlıyorlar. Onlar için yaz mevsimi Haziran’dan aylar sonra da başlayabiliyor; çünkü Aborjinler yazın başlangıcını doğanın onlara gösterdiği işaretlerden tespit ediyorlar. Jimmy ile konuşurken fark ettim ki o sırada içinde bulunduğum bu son derece felsefi diyaloğu Alain Ducasse’la da yaşıyor olabilirdim. Ve Aborjin kültürüye alakalı hiçbir şey bilmediğimi de kendime itiraf ettim. Bu noktada yapabileceğim en doğru hareket ise araştırmaya başlamaktı. Nitekim o zamandan şimdiye kadar 250 farklı Aborjin topluluğunu ziyaret ettim.

Avustralya’ya özgü Geraldton balmumu ve çiçekleri yatağında kerevit, Jock’un mutfağına işaret ediyor.

ABORJİN YEMEK KÜLTÜRÜNE GİRİŞ: Aborjinlerin

Ziyaretlerime başladığım sırada insanlar Avustralya’ya özgü malzemelerle hazırlanmış yemekleri yemek istemiyorlardı ve hatta o malzemelerden irkiliyorlardı. Çünkü 90’ların başında birtakım Avustralyalı şefler bu malzemelerin geleneksel kullanımlarını referans almadan onları Avrupa’ya ait menülerin üzerine serpiştirmişler. Malzemeleri böyle kullanırsanız insanlar ne o malzemeyi, ne de o malzemenin ait olduğu kadim yemek kültürünü anlayabilirler ya da takdir edebilirler. Hatta bu durum

ARAŞTIRMA:

öyle bir hal almış ki, insanlar yerli malzemeden bahsedildiğinde tiksinir hale gelmişler. 2000’lerin başında ben de kendi başıma bir restoran açacak durumda değildim. Fakat zamanımı yerli toplulukları ziyaret edip, onların kültürünü öğrenmeye harcadım. Bu sırada topladığım ve şu an 10-12 yaşında olup da kavanozlarda beslediğim mayalar var. O kadar garip şeyler öğretildim ki bunları nasıl bir restoranda uygularım diye uzun süre düşündüğüm zamanlar oldu. Günün sonunda hepimiz doğaya geri verme, sürdürülebilirlik, dünyayı besleme üzerine tartışıyoruz. Aborjinler bu konular üzerine devasa bir bilgi dağarcığına sahipler. Örneğin Avustralya’da 20 binden fazla yenilebilir ürün var. Belki henüz hepsini bilmiyoruz ancak en azından yarısının nasıl yenebileceğini, onları nasıl kullanacağımızı Aborjinler biliyor. Avustralya’da yetişen bir çeşit incir filizi doğru kullanıldığında damakta muhteşem bir hindistancevizi tadı bırakıyor. Ama bu filizi yenilebilir hale getirmek ciddi uğraş gerektiriyor. Ben bunu Aborjinlerden öğrendim. Bunun gibi yüzlerce örnek verebilirim. ORANA: Vakfı Aborjin kültüründen aldığım bilgilerle yenebilir malzemeler keşfetmek ve bunu günlük hayatımıza sokmaya çalışmak için kurdum. Restoran

045


ise sadece bu derneği maddi olarak beslemek ve o malzemelerin neye dönüşebileceğini ve ne kadar lezzetli olduklarını göstermek amacıyla kuruldu. Birbirinden farklı uygulamalarla sokak yemeği olarak sunduğum ürünler de var, Orana’da hazırladığım fine dining tabaklar da. Blackwood adı altında bir bistro servisi de verdik. Bir de yemek arabası olan ve yerli ürünlerle İtalyan yemek servisi veren Nonna Mallozzi var. “Eğer toprağa emek harcarsanız, toprak da size bakar.” Ne zaman yerli toplulukları ziyaret etsem bu yaşlılardan duyduğum bir cümledir. Son derece doğru. Çevreyi, doğayı umursarsanız, her zaman bunun karşılığını alırsınız. Ekosistem de, insan doğası da böyle çalışıyor. Jimmy’le ilk konuşmamdan bu yana bu öğrendiklerim hayatımın yönünü değiştirdi.

İYİLEŞ VE TOPRAK TARAFINDAN İYİLEŞTİRİL:

Restoranda yaptığımız işleri büyütmeye, bu sayede yerel topluluklara daha fazla iş olanağı yaratmaya, yeni projeler üretmeye ve gelişmeye çalışıyoruz. Dernek sayesinde de devletin sağladığı imkanlardan faydalanabiliyoruz. Büyük şirketlerle ortaklıklar geliştirebiliyoruz. Örneğin projelerden biri bu bölgede yetişen karides türü üzerine. Karides endüstrisinin Avustralya’da büyüklüğü sekiz milyar dolara ulaşabiliyor. Bu rakamın Avustralya’daki 50 yerli topluluk üzerindeki etkilerini tahmin edebiliyor musunuz? Nihayetinde yerli topluluklar fakirleşmiş ve dezavantajlı konuma düşmüşler. Dernek aracılığıyla bunu değiştirmeyi amaçlıyoruz.

YEREL GİRİŞİMLER:

Toprağı aşırı tarım ve sulamayla sömürmeden, sadece doğaya karşı değil onunla birlikte çalıştığınızda, karşılığında aldıklarınızın bir yorumlaması... Bu bir yandan Avustralya’daki yolculuğumun ve bu yolculuktan öğrendiklerimin üzerine kurguladığım bir mutfak. Aldığım klasik Fransız mutfağı eğitiminin de bu yorumda etkisi var, Avustralya’da yaşlılardan öğrendiğim tekniklerin de.

ORANA’NIN MUTFAĞI:

Orana’nın menüsünden saksağan kazı; yabani sarımsak, dut, füme patates ve pırasa ile.

Toprağı zayıflatan bir sürü işlemden geçirip 40 derecede marul yetiştirmenin hiçbir anlamı yok. Onun yerine dört mevsim yetişen ve hiçbir sulama gerektirmeyen ürünler mevcut. Sürdürülebilirlik yeni moda olmuş bir görüş olabilir ancak Aborjinler bu yöntemleri binlerce yıldır kullanıyorlar. Bu topluluk 60 bin senedir bu bilgiye sahip. DEĞİŞİM: Aborjin gençleri geçmişe dair daha fazla ilgi duyuyorlar; fakat yaşlıları kaybediyoruz. 12 sene önce Aborjin yaşlılarıyla nasıl vatos yakalayıp onları okaliptüs yaprakları üzerinde açık ateşte nasıl pişirdiklerini konuşuyorduk; yakın zamanda yaptığım bir konuşmada bana balığın alüminyum folyoyla kaplanıp nasıl pişirildiği anlatıldı... Kadim bilginin aktarılmasında bu kopukluk yaşandığında bunun geri dönüşü yok. Bazen ‘acaba çok mu geç kaldık?’ diye düşünüyorum. Derneğin yapmak istediği bu bilgilere kaybolmadan ulaşıp topluluklara geri kazandırmak. Bu devasa bir proje, devasa bir bilgi yığını, bitirmek yıllar alacak; ama oldukça da önemli.

046



Tacita Dean, sanatını ortaya koyarken en çok filmden faydalanıyor. Günümüzde olan bitenlere oldukça yakın mesafede duruyor ama asıl meselesi bunlar değil. 16 mm kullanma takıntısı da bunun bir işareti sanki… O, hem çok gerçekçi, hem de bulutlardan anlam çıkaran bir hayalperest. Yakın zamanda bizi dehşet verici bir projeyle karşılamaya hazırlanan, Tacita ile konuştuk.

Röportaj:

Bahar Türkay Fotoğraf:

Kjetil Berge

048

TACITA DEAN


Yakın gelecekte gerçekleştirmeyi planladığınız projeleriniz aracılığıyla değinmek istediğiniz en kritik mesele ne? Meselelere odaklanmamayı artık özellikle tercih ettiğimden dolayı, bu benim için zor bir soru aslında. Son dönemde, video ya da benzer başka formatlarda değil, yalnızca negatif film kullanarak yapılması mümkün olan çalışmalarım oldu. Bu aslında gereklilik nedeniyle odaklandığım bir şey değil. Ama son zamanlarda, sanatçılar, film çeken insanlar ve fotoğrafçılar için fotokimyasal mecraların halen erişilebilir olması konusunda ısrarcı olmak önemli bir konu. Bir yandan da dünyadaki jeopolitikalar ile ilgili olarak hayli endişeliyim. Bunlarla nasıl başa çıkacağımız konusunda dünya sahnesindeki makul seviyeden geri çekilmeye de pek niyet varmış gibi görünmüyor. Umarım Avrupa Brexit’i ve ABD Trump’ı atlatabilir.

1

Halen 16 mm film kullanmanızla tanınıyorsunuz. Bu malzemeyi sizin için bu kadar önemli kılan nedir? 16 mm analog, negatif bir film. Sanat okurken, hareketli görüntü ile ilk çalışmaya başladığımda elimdeki imkan buydu, dolayısıyla bu mecrayı kullanarak bir yol çizmeye karar verdim, sonrasında süreç bu şekilde devam etti. Film zaten mecra olarak çok keyifli. Film dediğiniz şey, ışık, lens ve kimya demek ve tüm bunlar benim için büyülü bir dünya yaratıyor. Hayatı tartışmasız bir biçimde emülsiyona uğratmak benim için halen gizemini koruyan ve kesinlikle göz ardı edilemeyecek bir insan müdahalesi.

2

Fotoğraf: Steve White Event for a Stage, 2015 Installation view, Frith Street

Adınızın mitolojik çağrışımının arkasında bir hikaye var mı? Tacita Latince “sessiz olan” anlamına geliyor. Babam tam bir klasikçiydi ve Tacita gizli kalmış bir Tanrıça’nın ismi aslında. Dae Tacita, uyku tanrıçası... Ablamın ismi Antigone; ağabeyimin ise Ptolemy, Yunan-Mısırlı bir matematikçi ve astronomun adı. İsimlerimizin, üzerimizde çok belirgin bir etkisi oldu ve ben özellikle ablamın ismi Antigone ile her zaman çok ilgiliydim. Sonuçta, ilk öğrendiğim sözcüklerden biriydi.

Gallery, London, 2016

3

Deniz, 90’larda Turner Prize’a aday olduğunuz dönemde çalışmalarınızın ana temalarından birisiydi. Bu temayla ilişkiniz nasıl gelişti? Cornwall’da yer alan Falmouth School of Art’ta eğitim gördüm ve denizle olan ilişkimi o dönemde geliştirdim. Kürek takımının başındaydım ve bu, her türlü hava şartında kürek çekmek anlamına geliyordu. Hem zor, hem de çok romantikti. İlk yıllardaki karalamalarımın da hep okyanusun daimi hareketleriyle bir bağlantısı vardı. Çiziyordum, siliyordum, sonra yeniden çiziyordum. Daha sonra Berlin’e taşındım ve konu ağaçlar oldu. Şimdi Los Angeles’tayım ve konu bu kez de bulutlar.

4

049


Projeniz Human Treasure, Japon insan hazinesini belgeleyen, 16 mm’lik bir kısa film ve bu yılki İstanbul Tasarım Bienali’nde yer aldı. Kitakyshu’daki çağdaş sanat merkezindeyken birisi bana, Japonya’da geleneksel sanatlar konusunda mükemmelik seviyesine gelmiş bir kişinin, devlet tarafından “hazine insan” olarak tayin edilebileceğini söylemişti. Ben de böyle birisini aramaya başladım. Bulduğum kişi Sensaku oldu. Sensaku, geleneksel performatif Japon sahne sanatı olan Kyogen konusunda mükemmelliğe erişmişti. Sonuçta hem zorlayıcı hem etkileyici olan şuydu; ben kendisine karşı cins olarak yaklaşmak konusunda hep kendimi engelledim. O ise zaten başka bir düzlemdeymiş...

7

Fotoğraf: Steve White Portraits, 2016 Installation view, Frith Street

Yer değiştirmenizle aidiyet arayışınız arasında nasıl bir bağlantı var? Yuva, insanın şans eseri bulduğu bir yer. 2000 yılında bir bursla Berlin’e geldim ve bir daha hiç Londra’ya dönmedim. Daha sonra, 2014’te, Los Angeles’ta Getty’de konuk sanatçı programına davet edildim ve o tarihten bu beri buradayım. Bulunduğum yer yaptığım her şeyi etkiliyor. Mesela Berlin’de yaşadığım dönemde kentle çok uğraştım, Palast der Republik ve Fernsehturm televizyon kulesinin filmini yaptım. Şimdi ise Los Angeles’ta resmen bir bulut gözlemcisi oldum. Bu, aynı zamanda birlikte çalışmak için kimlerle karşılaştığınızla da çok alakalı. Berlin’deyken Gerhard Steidl ve Niels Borch Jensen ile tanışmıştım. Los Angeles’ta ise Gemini Gel ile baskı resim üzerine çalışıyorum.

Gallery, London, 2016

5

050

Bazı film işleriniz “ne resimle, ne fotoğrafla, yalnızca filme alarak yapılabilecek şeyler” diye tarif ediliyor. Bunun sizdeki karşılığı nedir? Portrenin ya da tasvirin özü, film mecrası için esas olan şey. Bu da, hem özne, hem mecranın gerçek anlamda bir sonu olduğunu gösterir. Her ikisi de zamanla kuşatılmış durumda ve zamana bağlı. David Hockney’nin resim ve fotoğraf arasındaki fark ile ilgili olarak dile getirdiği gibi; fotoğrafın bir köşesinden diğerine aynı zaman dilimine sahip olmasının aksine, bir resim boyunca farklı zaman dilimleri söz konusu olabilir, çünkü resim zaman yoluyla ve zaman içinde yapılmıştır. Film yapma meselesinde, kişinin kendisi var olmasa dahi filminin var olmasından dolayı hep mutluyum. Bu, birilerini ve bir şeyleri zamanın içinde izlemek ve yakalamak gibi bir şey.

6

Bir sonraki büyük fikriniz ne? Yeni bir film üzerine çalışıyorum. İddialı ve dehşet verici. O nedenle fikri şimdilik kendime saklıyorum.

8


Bi-Xenon Farlar Anahtarsız Giriş ve Çalıştırma Sürüş Modu Seçici 4x4 Çekiş Sistemi

w w w. f i a t . c o m . t r


HELLO/ GOODBYE

ANNA Z. GRAY

Röportaj:

Serap Gecü Fotoğraflar:

Matthew Frost

Things I would Buy’ın kurucusu, yazar ve model Anna, Matthew ile Lizbon’daydı. İkili, bu kez XOXO için birlikteydi.

Cumanın diğer günlerden farkı ne? Freelance çalıştığım için, Instagram’da ‘pazartesilerden nefret ediyorum’ post’larını görene kadar hangi günü yaşadığımla ilgili pek fikrim olmuyor. Cuma akşamlarının ise farklı bir enerjisi olduğu kesin, zira full time çalışan arkadaşlarımla rahat rahat takılabiliyorum. Hayatında tek bir şeyden kurtulabilseydin? Bir daha hiç kira ödemezdim. Sıkıcı diye kime denir? Eğlenmeyi bilmeyen ve aşina olmadığı şeylere ilgi duymayan birine rahatça diyebilirim. Tanıdığın en havalı kadın? Björk. Ya erkek? Ralph Fiennes. ABD’deki seçim sonuçlarının bünyendeki etkisi? Şok, dehşet, motivasyon. Çekimi Matthew ile yaptınız. Onu neden seviyorsun? O çok komik biri, aynı zamanda yetenekli, zeki ve saygılı. Ve tabii çok iyi giyiniyor. Hep New York’ta mı yaşayacaksın? Gelecekte yapacağım çocuklar için Avrupa sağlık sistemini tercih edip etmeyeceğime göre durum değişecek. Milyonların da olsa neyi almazdın? Asla ama asla PT Cruise almazdım. 052


053


Röportaj ve Yazı:

Murat Emir Eren

FRANÇOIS OZON

Stockholm’ün Avrupa’daki bir diğer ismi: Kuzeydeki Venedik. Şehir bu lakabının hakkını verircesine karlar altında donarken, bir yandan da şehrin en büyük, İsveç’in de ikinci büyük sinema organizasyonu Stockholm Film Festivali devam ediyor. Bu yıl Francis Ford Coppola, Ken Loach gibi ustaları ağırlayan festivalin bir başka misafiriyse, olgunluk çağının keyfini süren François Ozon. Yönetmen, festival kapsamında aralarında bizim de olduğumuz sınırlı sayıda gazeteciyle bir araya geliyor ve hayli samimi bir toplu sohbet gerçekleştiriyoruz. Gündem, haliyle, yeni filmi Frantz. İkinci Dünya Savaşı’nda kaybettiği nişanlısının yasını tutan genç bir Alman kızla, bu kızın, nişanlısını önceden tanıdığını düşündüğü Fransız bir adamla yaşadıklarını anlatan filmin neden savaş sonrasını konu aldığına dair sorulan soruya, Ozon, aslında yola çıkarken bir İkinci Dünya Savaşı sonrası sendromu filmi yapmak gibi bir derdi olmadığını, esasen insanın belirli durumlar altında gerçekler ve yalanlar arasında yaptığı tercihleri anlatmak niyetinde olduğunu söyleyerek yanıt veriyor. Nereden baktığını anlatırken çok rahat; karakterlere ve onların eylemlerine odaklandığını söylüyor. “Savaş sonrası dönemin de elbette filmimdeki kişilerin üzerinde büyük etkisi var ama asıl dikkatimi çeken bu değil.” Ozon’un birçok filminde rastladığımız ölüm ve yas temaları bu filmde de yerli yerinde durduğu için, bu meselelere olan merakının sebebinden dem vuruyoruz. “Ölüm ve ölümle başa çıkma ve birini kaybettikten sonra geride kalanın hayatta kalma çabası bana hep ilginç gelmiştir. Filmde de Anna’nın nişanlısının ölümünü kabullenmesi zor oluyor ama yeni bir aşk bulduğunda işler onun için daha da karmaşık hale geliyor. Çünkü bu herhangi bir aşk gibi olmuyor. Hem kocasının kaybıyla hem de yeni aşk hissiyle baş etmeye çalışıyor.”. Filmi neden siyah beyaz çekmeye karar verdiğiyle ilgili ise, aslında filmi renkli bir film olarak tasarladıklarını ama mekan araştırmaları yaptıkları sırada Almanya’nın Doğu bölgesinde son derece ilginç mekanlar keşfettiklerini söyleyerek ekliyor: “Fakat bu mekanlar fazlasıyla renkliydi, her yer bir Disney filmi mekanı gibi görünüyordu. Bu da bizim filmimizle tezat oluşturan bir durumdu. Siyah beyazın bu nedenle filme daha uygun olacağını ve hikayeye odaklanmaya daha iyi müsaade edeceğini düşündük. Ayrıca döneme dair elimizdeki bütün arşiv malzemesi siyah beyazdı. Haliyle, izleyiciye daha ikna edici bir görüntü sunabilmek siyah beyazla daha mümkündü.”. Ardından, filmde ilginç bir milliyetçilik tartışması olduğuna dair bir yorum üzerine bu konuya değiniyor 054

Frantz’ın kamera arkasından

ve filmde milliyetçiliğin belli oranda tartışıldığını söylüyor. Ozon’a göre, filmde, Avrupa’da şu anda olup bitenlerle paralel bir durum söz konusu. “Faşizan milliyetçilik giderek yükseliyor ve bunu hissediyoruz. Filmdeki periyotta da, savaşın felaketinden ve onca ölümden sonra elbette milliyetçilik çok güçlüydü. Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra yaşadığı aşağılanmanın Naziler tarafından nasıl istismar edildiğini çok iyi biliyoruz. Ama bu demek değildir ki benzeri bir durum Fransızlar için de söz konusu değildi. ‘Almanlar çok kötüydü, Fransızlar çok iyiydi’ diyemeyiz. Ne yazık ki bu uluslarüstü bir durum. Zira filmdeki iki karakter de farklı ülkelere gittiklerinde iyi karşılanmıyorlar.” Konuşmanın sonlarına doğru, bundan sonraki projeleriyle ilgili birkaç ipucu yakalıyoruz. Halihazırda yeni bir filmin çekimlerine devam ettiğini söylüyor ve ekliyor: “Bir film yaparken hayalimdeki bir başka filmi düşünmem. Önce önümdeki projeyi bitirmeyi düşünürüm.” Kendisine yakıştırılan ‘Fransa’nın Almodovar’ı’ lakabıyla ilgili ne düşündüğü de çok net: Ozon, Almodovar’ın filmlerini çok seviyor, bazı filmleriyle kendi filmleri arasında tematik bağlantılar kurulmasını da anlıyor ama aslında ondan çok farklı filmler yaptığına inanıyor. En sevdiği İsveç filminin Persona olduğunu söylemesine şaşırmıyoruz, ama bir sonraki hamlesi beklediğimiz gibi değil. Donald Trump’ın ABD’deki başkanlık seçimlerini kazanmasıyla ilgili görüş belirtmeyip, “Yorum yok.” demekle yetiniyor.


diesel.com/watches

be more green


Tom Odell, müziğinin ve kariyerinin üzerindeki hakimiyetini artırdıkça ortaya heyecanlanmaya değer bir şeyler çıkıyor. İkinci stüdyo albümü Wrong Crowd iyi bir müzisyenin ve söz yazarının yolculuğunda sonraki adımı gözlemlemek için bir fırsat. O, denemekten çekinmiyor ve yerini sağlamlaştırıyor.

Röportaj:

Onur Sesigür Fotoğraf:

Sony Music Entertainment

056

TOM ODELL


Long Way Down’un prodüktörlüğünü Dan GrechMarguerat yapmıştı ancak Wrong Crowd’da Jim Abbiss ve Inflo ile beraber bu görevi sen üstlendin. Kendi albümünün prodüktörlüğünü yapmak nasıldı? Bundan gerçekten keyif aldım ve bunu gelecekte daha fazla yapmak de isterim. Jim ve Inflo ile çalışmak, özellikle de genç bir sanatçıysanız, size oldukça büyük bir destek sağlıyor. Bu albüm özelinde Jim sound’u geliştirmek konusunda esaslı bir rol oynadı ve ne zaman bir çıkmaza girsem hep yanımdaydı, hep bir fikri vardı.

4

Real Love’dan sonra bu denli büyük bir başarı bekliyor muydun? Hayır, üstelik cover’ladığım, grubun pek de bilinen bir şarkısı değildi. Çoğunlukla orijinaline bu denli yakın cover’larla karşılaşmıyorsunuz, bu yüzden insanların şarkıya gerçekten ilgi duymaları hoşuma gidiyor.

1

Dürüst olduğunda ve kendi başına gelenler hakkında yazdığında daha iyi yazdığını söylüyorsun. Bir noktada otobiyografik olmayan şarkılar üzerinde daha fazla zaman harcamaya başlayacak mısın? Aslına bakarsanız, bu albüm bir öncekine göre daha az otobiyografik. Şarkı yazma biçimim değişti ve sanırım değişmeye de devam edecek. Kişisel deneyimlerden yola çıkarak yazmak, yazdığım tüm şarkılara bir noktada yardımcı olabilir ama salt kendi deneyimlerimle ilgili yazmak, her zaman ilgi çekici şarkılar üretemeyebilir, hayal gücü çok daha iyi bir hikaye yaratabiliyor.

2

Kolektifliğin müziğindeki karşılığı ne? Şarkılarımın çoğunun müzik ve sözlerini ben yazıyorum ama yıllardır benimle çalışan harika bir grubum var. Albümde de, konserlerde de insanların duyduğu müzikte oldukça önemli bir rol oynuyorlar ve gelecekte de işin içinde olacaklar, yani en azından ben öyle umuyorum.

3

Senin şarkılarının müzikal bir kaynaktan ziyade sözlerden doğduğu yönünde bir izlenimimiz var. Şarkı yazım sürecin bir melodiyle mi yoksa birkaç dizeyle mi başlıyor? Sözlerin ve müziğin beraber hareket ettiğini düşünüyorum. Bazen hoşuma giden bir dizenin etrafında dolanırım ama çoğunlukla her şeye bir melodiyle başlıyorum.

5

Wrong Crowd’ın yapım sürecinde 30 şarkı arasından seçim yapmak zorunda kaldığını söylüyorsun. Bu seçimleri neye göre yaptın? Aslında albüm hazırlıkları sırasında 100’e yakın şarkı yazdım ama bunların arasından seçim yapma noktasına geldiğimizde, o an ne doğru hissettirdiyse ve kayıt sürecinde hangi şarkıların en iyileri olduklarını hissettiysek onları seçtik. Bir formülümüz yoktu.

6

Başka müzisyenlerin senin şarkılarından yeni bir şeyler çıkarması hakkında ne hissediyorsun? Her şarkıyı, olabileceğini düşündüğüm en iyi haline getirmek için fazlaca zaman harcıyorum. Bu yüzden, remix’leri ilk dinlediğimde bu bana biraz garip geliyor. Şarkının değişik bir yaklaşımla ele alındığını duymak bir parça şoke edici ama aynı zamanda aradaki farkı keşfetmeyi de seviyorum. Concere’in Honne remix’ini ilk duyduğumda oldukça özel olduğunu düşünmüştüm, harika bir iş çıkardılar.

7

‘Here I Am’in videosunda da izlediğimiz Kevin Spacey, Washington’daki Howard Theater’da sahneye konuk oldu ve seninle beraber Mr. Bojangles’ı söyledi. Onunla sahneye çıkmak nasıldı? O, yaptığı her işin ustası ve şarkıya çok fazla şey kattı. Bizimle beraber sahneye çıkıp şarkı söylemesi de inanılmazdı, çok eğlenceliydi ve asla unutmayacağım bir anı oldu. Bu arada çok iyi şarkı söylüyor, işimi elimden alabilir. Video için beraber çalışırken ise üstesinden gelmemiz gereken birçok engel oldu ama başından beri onu dahil etmek isteyip kararlı davrandığım için çok mutluyum.

8

Geçen yaz İstanbul’daydın. Aklında ne kaldı? İstanbul’daki ilk ve tek konserimizdi. Çatı katından tüm şehri izleyebileceğiniz bir otelde kaldık. Muhteşem bir şehriniz var; tarihle dolu ve unutulmaz.

9

057


Daha önce Hiroşima’ya kadar gidip gökyüzüne ‘Pika’ yazan, sokaktan topladıkları farelerin içini doldurup, Pikachu’ya benzeterek sokağa geri bırakan sanatçı topluluğu Chim-Pom, 2005’ten beri sanat dünyasının içinde ortalığı karıştırıyor. Asya kıtasından sonra nasıl Avrupa’ya da el attıklarını Yasutaka, Motomu, Ellie, Masataka ve Ryuta’dan dinlemek üzere Tokyo’ya bağlanıyoruz.

Röportaj:

Başak Ulubilgen

Black of Death, above 109, Shibuya, Tokyo, 2007 Courtesy of the artist and Mujin-To Production, Tokyo

058

CHIM-POM


Japon sanat dünyasının yaramaz çocukları olarak anılmaktan hoşlanıyor musunuz? YASUTAKA HAYASHI: Bizim için bu bir onur. Ama bizi iyi tanıyanlar Chim-Pom için bu tabiri kullanmıyor.

1

Chim-Pom’u kurduğunuzda yıl 2005’ti. Ne değişti? YH: On yıl önce ne akıllı telefonlar vardı, ne de Donald Trump başkan olmuştu ve nükleer santraller de henüz patlamamıştı...

2

Fotoğraf: Kenji Morita Live Camera of Super Rat -Diorama Shinjuku, 2016, Courtesy of the artist

Yaptığınız cesur gösterilerden en işe yarayanı hangisiydi? ELLIE: Mayın tarlasına girip, oradan çıkardığımız mayınlardan bir sanat eseri oluşturmuştuk. Hiçbir zaman kolay yolu seçmedik. Bize, durmadan, büyük şirketlerden teklif geliyor ama eğer karşımızdaki saygı duyduğumuz bir şirket değilse hiçbir teklifi kabul etmiyoruz. Paraya karşı olan tavrımızı korumaya çalışıyoruz.

3

and Mujin-To Production, Tokyo

Küratörlüğünü yaptığınız son sergide Hiroşima’nın üzerine tam da ihtiyacı olan ilgiyi çekiyorsunuz. Ama bu sefer 15 yaşında bir çocuğun bakış açısından... RYUTA USHIRO: Bu bakış açısının, Hiroşima’nın tarih bilincini değiştirecek güce sahip olduğunu düşünmek bana fazla romantik geliyor. Yani bence anlatımda bir şey değişmiyor. Bir de oradaki karakter otistik ve olaya tamamen dışarıdan bakan bir sanatçı. Hikayede geçen Atom Bombası Kubbesi’ni yapması tamamen kişisel bir şey. Kubbeyi çok sevdiği için yapıyor. Çoğu insan olaya onun baktığı açıdan bakmıyor ve çocuk da, Hiroşima’nın tarihini çok iyi bilmesine rağmen, kimsenin ona bu konuda ders vermesini istemiyor. Biz de bu hikayede en çok çocukla kubbe arasındaki ilişkiyi seviyoruz.

5

Yapboz şeklinde tasarladığınız enstalasyonda Hiroşima ve Bangladeş’teki Dhaka’dan parçalar olduğu kadar, Tokyo ve Londra’nın lüks moda mağazalarından getirilen parçalar da bulunuyor. Bu sıralamanın nasıl bir mantığı var? MASATAKA OKADA: Bu proje için geleneksel anlamda bir yapboz yapmadık; yani tüm parçaları yerleştiğinde tamamlanan, sonu olan bir şey değildi. Burada birbiriyle alakasız görünen parçaları yan yana koyarak dünyanın halini simgelemek istedik.

4

059


Türkiye’nin bugünlerdeki durumunu bir sanat projesiyle anlatabilseniz, nasıl bir şeye benzerdi? RU: Türkiye gitmek istediğim ülkeler arasında ilk sıralarda. Chim-Pom olarak her kültüre saygı duyuyoruz. Türkiye ve Japonya’nın arasında, çok uzun zamandır dünyanın farklı noktalarında bulunmalarına rağmen, enteresan bir bağ var. Buna İpek Yolu bile dahil. Yıllar süren bağımızdan dolayı ülkenizdeki mültecilerin durumuna çok üzülüyoruz. Türkiye’de başından beri bir kültür değiş tokuşu var. Ama ne yazık ki yıllar sonra bile insanların başkalarıyla aralarına görünmez duvarlar ördüğünü görüyoruz.

9

Red Card, 2011 Courtesy of the artist and Mujin-To Production, Tokyo

Farelerin içini doldurup Pikachu’ya benzettiğiniz ‘Super Rat’ projenizden yola çıkarsak, geçtiğimiz yaz parlayıp sönen Pokemon Go çılgınlığı hakkında ne düşünüyorsunuz? RU: Aslında farelere ‘super rat’ lakabını sokakta ilaçlama yapanlar taktı. Çünkü Tokyo’daki fareler, zamanla onları öldürmek için kullanılan zehir ve tuzaklarla baş edebilmeye başlamışlardı. Biz de bundan yola çıkarak, fareleri balık ağıyla yakaladığımız ve içini doldurup Pikachu’ya benzettiğimiz videomuzu çektik. Bunu ilk 2006’da yapmıştık, fakat 2011’de tekrar yapmaya kalkıştığımızda onları aynı şekilde yakalayamadık. Çünkü artık bizden nasıl kaçacaklarını öğrenmişlerdi. Yani bizi zorluyorlardı ve bu da olaya heyecan katıyordu. Pokemon Go’daysa insanları asıl motive eden şey canavarları yakalama isteğiydi. Ama bir süre sonra onları kolayca yakalamaktan sıkılmaya başladılar ve bence bu yüzden Pokemon Go kısa süren bir heves olarak kaldı.

6

060

Geçen sene Londra’daki White Rainbow ve Saatchi Gallery’de işlerinizi sergiledikten sonra hayatınızda bir şey değişti mi? MOTOMU INAOKA: Aslında pek bir şey değişmedi. Çoğu insan, sanatçıların eserlerini Saatchi’de sergiledikten sonra çok para kazandıklarını düşünür, ama bu doğru değil. Saatchi Gallery turistlerin gittiği meşhur bir yer. Ama tabii böyle bir yerde, diğer sanatçıların da yaptığı gibi, kendimizi daha iyi anlatabildiğimiz bir ortam oluşturmak çok önemliydi.

7

Modern Japon sanatının dünyanın geri kalanı tarafından yeterince anlaşıldığını düşünüyor musunuz? MI: Her ülkenin kendine ait tarihçesi var. Dolayısıyla insanlarda yaşadıkları ülkeyle paralel giden bir sanat anlayışı oluşuyor. Ben Doğu’nun içeriklerinden beslenerek ilerleyen modern Japon sanatının, diğer ülkeler tarafından gerektiği kadar net anlaşılmadığını düşünüyorum. Japonya da kendi sanatını dünyanın geri kalanına yaymak için büyük bir uğraş vermiyor. Fakat son zamanlarda ülkemizde düzenlenen bienal ve sanat etkinliklerinin bu durumu değiştireceğini umuyorum.

8

Chim-Pom’un bir sonraki büyük adımı ne olacak? E: Aynı anda birkaç proje üzerinde çalışıyoruz. Şu anda ‘Scrap and Build’ temalı bir sergimiz bulunuyor. ‘Scrap’ kısmını yıkılmakta olan bir binada gerçekleştirdik. Şimdi de ‘Build’ kısmı için hazırlık yapmaya başladık. Bir de ABD’nin Meksika sınırındaki Tijuana’da bir projemiz var. ABD’ye girmem yasaklanmıştı, ve birçok Meksikalı da sınırdan legal olarak geçemiyor, bu yüzden bu projemiz sınırlar üzerine kurulu. Tijuana’nın yoksul kesiminde kalabalık bir aile ABD’nin sınır duvarını evlerinin bir parçası olarak kullanıyor. Biz de onlarla bu projemiz üzerinde çalışıyoruz.

10


Happy New Year

WISHLIST SPECIAL *Yeni yıl hediyelerle, hediyeler BMS ile daha özel 31 Aralık'a kadar alışverişlerinizde hediye çekiniz sizi bekliyor!

*Kampanya stok ürünlerle sınırlıdır.

A Y A Z MA Y OL U S O K AK N O :5 ETILER ISTAN BU L, TR | +9 0 ( 2 12 ) 2 6 3 6 4 0 6

bms.com.tr


Geçmişinde ünlü sporcular ve ortopedi, bugününde moleküler kozmetik ve MCX yöntemi, yarınında ise mitokondri ve enerji var. Dr. Barbara Sturm, aslen gereksiz bulduğu makyaja da yaşlanma karşıtı bir primer’le göz kırpıyor. Vampirlerle semizotunu birbiriyle bağdaştırmakta zorlanıyorsanız satır aralarından öğrenecek şeyleriniz var.

Röportaj:

Ayşecan İpek Fotoğraf:

Alina Negoita

Barbara Sturm’a ve makyajsız cildine bakıyorsunuz. Alina’nın XOXO için Londra’da yaptığı çekimden...

062

BARBARA STURM


Moleküler kozmetik, özellikle güçlü olduğunuz bir alan. Cilt bakımı konusunda tecrübesiz birine onu nasıl anlatırdınız? Moleküler söylemini ürünlerin hücresel seviyede faaliyet gösterdiğini belirtmek için kullanıyoruz. Telomeraz enzimlerinin aktive olmasıyla hücreler daha sağlıklı bir hale geliyor, besleniyor, E ve C vitaminleri yönünden zenginleşirken enfeksiyon ve bakterilere karşı koyabilen maddelerle güçleniyor. Telomeraz enzimleriyle, aslında bir gençlik pınarından bahsediyorum. Ürünlerimde mineral yağlar, paraben ya da koku verici maddeler bulunmuyor ama çığır açan içerikler dendiğinde, evet, işte benim savunduğum ve keyif aldığım konulara geliyoruz. Örneğin semizotu; onu cilt bakımı ürünlerinde bir tek ben kullanıyorum, oysa telomeraz aktiviteyle arasındaki bağı açıklayan araştırma 2009’da Nobel Ödülü’ne layık görülmüştü.

4

Kendinizi güzel buluyor musunuz? Aynaya baktığımda gördüğüm şeyden kesinlikle mutsuz olmuyorum ama tüm vaktimi bu düşünceye ayıracak kadar da kibirli değilim.

1

Kişinin kendi kanının cilt bakımında devrim yaratabileceğini ne zaman keşfettiniz? Tıp ve spor alanlarındaki eğitimimi bitirdikten sonra ortopedist olarak çalışmaya başladım. O dönemde ismini Kobe Bryant’dan alan bir tedavi yöntemini, Kobe Prosedürü’nü yarattım. Bu tedavide MCX yönteminden faydalandım. Harvard ve Pittsburg’de bilim adamlarıyla birlikte geliştirdiğimiz iğneler aracılığıyla hastanın kanından iyileştirici faktörler elde ettik. Kan alındıktan sonra hücrelerin yaşayabilmesi için iğne vücut sıcaklığında tutuluyor, böylece ihtiyacımız olan faktörler üretilmeye devam ediyor. Konsantrasyon seviyesini de yükseltiyoruz; kendi kanımızda doğal olarak bulunan oranı 147 ile çarpabilirsiniz.

2

Şu ana kadar karşımıza çıkmış en saçma güzellik trendi neydi? Silikon. Asla tam olarak çözülemeyen bu madde, dudaklara ve yüzdeki diğer bölgelere uygulandığında doğal görünmesi imkansız bir manzara yaratıyor. Birçok müşterim yıllar önce yaptırdıkları işlemlerden şikayet ediyor çünkü silikonu ameliyatla aldırsalar bile bu kez de yeni yapılan işlemin iz bırakabileceğini biliyorlar.

3

Semizotundan rol çalmak istemiyoruz ancak ilk sorumuz belki de bu olmalıydı. Vampir bakımı? Açıklayın lütfen. Vampir cilt bakımı, aslında vücuttaki proteinlerin yüzeysel enjeksiyonlarla cilde yedirilmesi demek. Böylece yaşlanmayla birlikte değişen matriks güçleniyor. Tedavi, cilde esnekliğini geri kazandırmak üzerine kurulu. Vampir cilt bakımıyla cilt hücrelerini paralel kalıplarla yeniden düzenliyorum. Hyalüronik asit, güçlü bir içerik, evet. Ancak vücuttaki proteinlerle birleştiğinde cilde daha müthiş bir etkisi oluyor. Derinlemesine nemlenmiş, tazelenmiş ve gençleşmiş bir cilt. Bu bakımdan çıktığınızda bir vampirin ışıldayan, parlak, ölümsüz cildine sahip oluyorsunuz.

5

Peki ya biz dünyevi varlıkların cilt bakımındaki ilk adımı ne olmalı? Agresif içeriklere sahip hiçbir cilt bakım ürününü teninize değdirmeyin. Bu, en önemli adım. Mineral yağlardan, paraben ve kokulu maddelerden uzak durun. UV ışınları ve serbest radikaller, birer Star Wars terimi değil, hayatımızın gerçekleri. Onları yok saymak sizi ancak geriye götürür. Düzenli olarak su içtiğiniz, yeşil sebzelere ağırlık verdiğiniz, şekerden uzak durduğunuz bir beslenme sisteminin cilt üzerindeki etkisi hemen fark edilir. Aklıma ilk gelen öneriler bunlar.

6

Bir süre önce Hollywood’da Alicia Keys önderliğinde bir makyajsızlık hareketi başladı. Ardında feminist motivasyonlar da bulunduran bu seçim, kalıcı olabilecek mi? Doğal görünüm ve makyajsızlık benim sadece bir kadın olarak değil, bir cilt bakım uzmanı olarak da savunduğum şeyler. Müşterilerimi de olabilecek en az seviyede makyaj yapmaları hatta mümkünse hiç yapmamaları için ikna etmeye çalışırım. Bir kere makyaj, cildiniz için iyi değil. Ayrıca makyajsızlık insanı kesinlikle daha genç gösteriyor, günümüzde kadınların en büyük amacının da bu olduğunu düşünüyorum.

7

063


Sarp Levendoğlu için başarının ölçüsü kazandığı para değil; ne kadar süre sörf yaptığı. Günlük tarzını evinde ufak bir koleksiyon oluşturacak sayıya ulaşan vintage Persol’leriyle tamamlıyor. Hayata Persol’ün İtalyan el yapımı gözlüklerinin ardından bakıyor.

Röportaj:

Levent Özata Fotoğraflar:

BU BİR İLANDIR

Gökhan Yorgancı

064

SARP LEVENDOĞLU


Oyunculuğunuz konusunda çevrenizden en sık ne duyuyorsunuz? Değişiyor. Filme ya da diziye göre değişik tepkiler alıyorum. Kimse doğrudan iyisin ya da kötüsün demiyor. Rolün yakışmadığını söyleyen arkadaşlarım oldu. Öte yandan rolle bütünleştiğimi, üzerime çok yakıştığını söyleyen insanlar da oldu. En son Bodrum Nereden Nereye? isimli komedi filminde oynadım. Filmi izleyenler “seni hiç böyle göreceğimiz aklımıza gelmezdi” dediler. Sinema filmlerinde daha rahat hareket edebiliyorum. Daha özgür oynuyorum. Uçlarda karakterler yok. Televizyonda absürt komedilerde beni tercih etmiyorlar. Dizilerde insanlar karakterden çok Sarp Levendoğlu’nu Sarp Levendoğlu kimliğinde görmek istiyorlar.

1

Canlandırdığınız karakterlerin birbirine benzemesi ve sizi belli bir kalıba sokmasıyla ilgili endişe duyduğunuz oluyor mu? Olmuyor çünkü oynadığım rolleri yan yana koyduğum zaman hepsi birbirinden farklı. Diyebilirsin ki Emret Komutanım ve Sakarya Fırat dizilerinde iki tane asker rolü oynadın. İkisi de subaydı belki ama çok farklı karakterlerdi. Şimdi hazırladığımız dizide Makyavelist bir iş adamını, tabiri caizse kötü adamı oynayacağım. Bunu yaparken role elimden geldiğince farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışıyorum. Öncesinde polis, subay, baba, kaptan, aşık gibi birbirlerine uzak rollerde oynadım. Kalıba girmek gibi bir endişem yok çünkü ben oynadığım rolleri elimden geldiğince farklılaştırıyorum.

Persol Calligrapher Edition, 3166 Sarp Levendoğlu için evden çıkmadan alınması gerekenler: Anahtar, cüzdan ve Persol gözlükleri...

2

Kendinize koyduğunuz büyük bir hedef var mı? Evet, var ve umarım bu hedefe ulaşmak için çok uzun süre beklemem. Yazları Datça’da, kışları da Hawai’de geçirerek sörf yapmak, her iki tarafta da sörf okulu açmak istiyorum. Bütün kazaklarımı ve montlarımı arkadaşlarıma hediye edip Datça ve Hawai’ye yerleşmek, hayatımın geri kalanını şortla geçirmek istiyorum. Oyunculuğu çok seviyorum, yine filmlerde oynamak isterim ama İstanbul’da yaşayıp, bir ev daha almak, daha lüks bir arabaya binmek için para kazanmak istemiyorum. Başarı ölçücü kapitalse, sörf yaparken kendimi en zengin adamdan daha başarılı görüyorum.

3

Yönetmenlik bir nevi B planı mı sizin için? Hayır, hiç değil. Sinematelevizyon okudum. 1996 yılında Arka Pencere filmiyle yönetmen asistanlığı yapmaya başladım. Oğuzhan Tercan, Mustafa Altıoklar ve Hazım Başaran’ın asistanı olarak çalıştım. En başta yönetmenliği öğrendim. Sonrasında oyunculuk dersleri alıp oyunculuğa geçiş yaptım. İkisi de çocuğum gibi. İkisini de yapmaktan keyif alıyorum. Bazen karşıma bir senaryo geliyor, onu çekmek istiyorum. Bazen oynamak istiyorum. Bazen aynı projede hem çekip, hem oyunculuk yapıyorum. Bir aksilik olmazsa yazın hem yönetmenliğini yapıp, hem oynadığım bir projeye hazırlanıyorum.

4

065


Kamera arkasını deneyimlemek kamera önünde daha rahat davranmayı da beraberinde getiriyor mu? Evet, çünkü yönetmenlik yaptığınız zaman ne yapmamanız gerektiğini öğreniyorsunuz. Kamera arkasındayken nasıl davranmanız gerektiğini, neyi abartıp, neyi daha sakin oynamanız gerektiğini çok iyi gözlemleyebiliyorsunuz.

6

Cesaret nedir? İstanbul’da yaşayıp, bu işleri yapmaktır. Cesaret edip bir işe başlıyorsunuz ancak sonunu görmüyorsunuz.

7

8 Sarp Levendoğlu, Persol’ün

İşler yolunda gitmediğinde ne yaparsınız? Sörf yaparım.

sanattan aldığı ilham ve İtalyan el yapımı ustalığı nedeniyle markaya kendini yakın hissediyor. Persol’ün Calligrapher 3166 modeli hat sanatından ilham alıyor. Gözlük saplarında hat kalemine atıfta bulunurken, hattatların ustalaşmak için sonsuz sayıda çizdikleri çizgilere saygı duruşunda bulunuyor.

İlk plan yönetmenlikkken oyunculuk nasıl gelişti? Asistanlık yaparken oyunculuktan çok etkileniyordum. Daha geriye gidersek... Ankara’da çocukken Ulus’ta bir tiyatroda rahmetli Müşfik Kenter’i izledim. Ufacık çocuktum, ama Müşfik Kenter öyle bir oynadı ki uyuklarken cin gibi oldum. O zamandan oyunculuğa karşı bir hayranlığım vardı. Sonra Lise Defteri’nde Mustafa Altıoklar “bir rol var oynar mısın?” diye sordu. Denedim. Teorik olarak da derslerle kendimi geliştirerek bugünlere geldim.

5

066

Dünya sosyal, kültürel ve politik olarak kaotik bir dönemden geçiyor. Bu kaostan çıkma yolları görüyor musunuz? Petrole alternatif bir enerji bulunursa, daha ekolojik bir bakışa geçebilirsek bu krizler biter diye düşünüyorum. Bütün savaşlar, mücadeleler güç için yapılıyor. Önceden demir içindi, sonra altına dönüştü, şimdi petrol için oldu. Bu savaşlar için din çok güzel kullanıldı.

9

Kiminle tanışmayı isterdiniz? Ben hayranlık durumunu hiç anlayamadım. Türkiye’ye ilk geldiklerinde Kemancı’da James Hetfield’la aynı anda tuvalete girdik. Muhabbet ettik, o kadar. Beraber bir fotoğrafım bile olsun istemedim. Messi’yi izlemek çok güzel ama Messi ile tanışmak istemem. Onun yerine yabancı yönetmenlerle tanışıp, çalışmak isterim.

10

Yanınızdan ayırmadığınız objeler var mı? Persol gözlüğüm ve saat. Ancak saati yazın pek takmıyorum.

11

Kullandığınız gözlük tercihinizin Persol olmasının özel bir nedeni var mı? En rahat ettiğim gözlük. Her modelin ardında bir hikayenin olması ve el yapımı olması beni cezbediyor. 20 vintage Persol’üm var.

12

Persol modellerinden birkaçı sinemalarda görülmesiyle ünlü... 1961 yılında İtalyan aktör Marcello Mastroianni tarafından İtalyan Usülü Boşanma filminde kullanılarak efsane olmuş bir model bile var. Siz de hem oyunculuk hem yönetmenlik yapan biri olarak hangi modelin, nasıl bir sahnede sayenizde efsaneleşmesini isterdiniz? Ben bir karakterin kullandığı güneş gözlüğü, içtiği sigara ve içtiği içkinin o karakterin özelliklerini yansıtan öğeler olduğunu düşünüyorum. Televizyonda sigara ve içki gösteremiyoruz. Ama gözlük modeli ve bu modelin aldığı ilham, çerçevesi ve saplarındaki detaylar, bir karakteri oldukça iyi anlatan bir aksesuar olmasını sağlıyor.

13

Taktığınız gözlük oynadığınız karakterler arasında en çok kime yakışırdı? Üzerine çalışmaya başladığımız yeni proje Müebbet’te oynadığım Ender’e çok yakışır. Kusursuz görünümde bir iş adamı. Şık giyiniyor. Bu gözlük metal çerçeveli ve ince hatları var. Takım elbiseyle güzel olacağını düşünüyorum.

14


EVENT MANAGEMENT

PUBLISHING

CONCEPT DESIGN

BRAND PLATFORMS

AND ANYTHING COOL

FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669


Saç, değişme ve dönüşme cesaretine sahip olanların elinde gösterişi yeniden tanımlayan bir odak noktası olarak şekillenebilir. Yeni yıl hedefleriniz arasında farklı olanı yadırgamamak, bakış açınızı zenginleştirmek ve içinizdeki tüm karakterleri kucaklamak varsa doğru yerdesiniz. Tavsiyemiz bu tavrı tek bir geceye sığdırmaktansa tüm seneye özenle yaymanız.

NEW WAYS OF GLAMOUR Prodüksiyon:

an original idea by CO for Toni&Guy Yazı:

Ayşecan İpek Fotoğraflar:

Begüm Yetiş Moda Editörü:

Yağmur Kural Saç:

Suat Aktaş Makyaj:

Ufuk Celep Model:

Robin/True Models

I LOVE LONDON İngiltere’den esen sofistike rüzgarlara bir doz mizah ve cesaretle cevap veren bu görünüm, biraz abartılı olmak konusunda tereddüt etmiyor. Tavır, tüm sevimli öğelere rağmen sertliğini ve netliğini de korumayı başarıyor. Hiç kuşkusuz saç tellerinden de beklentimiz aynı. Avucunuzda ısıtarak incelteceğiniz Toni&Guy Classic Shine Gloss Serum Brilliant Finish, ıslaklık ve parlaklık arasında ince bir denge yaratacak. Bir sonraki adım gözlerinizi kapamak, tek bir saç telinin bile yerinden kıpırdamaması için Glamour serisinden Toni&Guy Firm Hold Hairspray Night to Day Control’a saç üzerinde iki tur attırmak. 068


Sol Gömlek:

Anonyme/ Vakkorama Süveter:

Missoni/Vakko Pantolon:

Balenciaga/ Beymen Kemer:

Max&Co. Toka:

Vakkorama Kolye:

Micheal Kors Sağ Elbise:

Dkny Tulum:

Dkny Taç:

Burcu Anitaş

Luckyculture Eldiven:

Outkastpeople/ Bilstore

THE CROWN Sükunet ve vakar, Kraliçe Elizabeth’in her soruya verdiği ilk cevap olarak tarihteki yerini koruyor ancak bu gizemli ve bir sonraki adımını asla hissettirmeyen duruş, modern bir güzellik kodu olarak da kabul edilebilir. Günden kalma saçın, hacimli ve dolgun bir topuza dönüşmesindeki adımları ifşa etmekte ise bir sakınca yok. Toni&Guy Casual Sculpting Powder Mattifying Volume&Texture ile saç diplerine uygulanan etkili bir masaj sonrasında Glamour serisinden Toni&Guy Volume Plumping Whip Full Body With Movement köpükle en ince telleri bile dolgunlaştırmak ve istenen şekle sokmak mümkün.

BU BİR İLANDIR

Kolye:

069


Mayo:

Motel/Bilstore Pantolon:

Max&Co. Ceket:

Academia/ Beymen Kemer:

Ferda Ekberi Saç bandı:

Missoni/ Beymen Küpe:

Ferda Ekberi Yüzük:

Atelier Petites Pierres

ROMAN CULTURE Bohem vurguları kış mevsimiyle bağdaştırmakta zorlanıyorsanız İtalyanların aksesuar alışkanlıklarını yakından incelemeye almanızı tavsiye ediyoruz. Ultrageniş dalgalarla kendi haline bırakılan saçlar, tüm özgürlüklerine rağmen alabildiğine parlak ve sağlıklı. Toni&Guy Casual serisinden Sea Salt Texturising Spray, bu dalgaları belirgin ve doğal bir hale getirecek. Size düşen görev nemli ya da kuru saçınıza ürünü uygulamak ve elinizle şekil vermek. Saçlarınızın formunu gün boyu koruyabilmek için ihtiyacınız olan ürünse Toni&Guy Casual serisinden Flexible Hold Hairspray. 070

Ayakkabı:

Editöre ait


Hırka:

Marni/Beymen Ceket:

Selim Baklacı

VISIT COPENHAGEN Güzellik rutininizi Nordik coğrafyalara göre yeniden düzenleyecekseniz, başkalarının ne düşündüğünü zerre kadar umursamamanız ve bakım konusunu her daim gündemde tutmanız gerekiyor. Bu yüzden yakalamak istediğiniz havalı duruş parlak bir saç makyajıyla geliyor. Işıltının saçlarınıza nüfuz etmesine izin vermeden hemen önce Toni&Guy Creative serisinden Texturising Glue’yu ürünü avuç içinizde yumuşattıktan sonra, saç tellerini birbirinden ayırmak ve hatları belirginleştirmek için uygulayın. Saç makyajından sonra bu parlak görüntüyü baki kılmak için Toni&Guy Glamour serisinden Firm Hold Hairspray’i kullanın. 071


Yasuko Furuta, her ne kadar Toga Archives’ın hakettiği ilgiyi görmediğine inansa da, moda sektörünün önde gelen isimleri ona katılmıyor. Yasuko’nun elinden çıkan tasarımlar, Doğu ile Batı arasındaki sentezi, bu kavramın klişe yorumundan uzaklaşarak yaparken, zamanda yolculuk, kafa karışıklığı ve insanoğlunun basitliği, markayla birlikte geliyor.

Röportaj:

Utku Palamutçu Fotoğraf:

Toga Archives

072

YASUKO FURUTA


Kostüm tasarımcısı olarak çalışırken, seni podyumda hazır giyim koleksiyonu sergilemeye iten şey ne oldu? O zamanlar benzeri olmayan ürünler tasarlamaya çalışıyordum. Amacım, hazırladığım kostümü gören insanların, ilk bakışta ondan büyülenmeleriydi. Bu hedef doğrultusunda çalışırken, benzer bir etkiyi, daha geniş bir pazar üzerinde yaratabileceğimi ve aslında bunu yapmak istediğimi fark ettim. Kostüm tasarımına kıyasla daha kompleks ve modern formları benimseyerek, daha geniş bir kesime satış yaparak, uluslararası alanda adımı duyurmak yeni hedefim oldu. Haliyle, temelini bizzat benim attığım bir marka, bu noktada en iyi çözümdü.

3

Yasuko, başucu kitabının Zen Budizmi’ni anlatan bir kitap olduğunu söylemişsin. İçeriğin spiritüel tarafına mı odaklanıyorsun yoksa bu sadece bir ilham kaynağından mı ibaret? Durum ikisiyle de alakalı değil. Son zamanlarda budizme karşı oldukça meraklıyım, hepsi bu.

1

Yohji Yamamoto ve Rei Kawakubo’dan sonra Japon moda endüstrisine en iyi şekilde hizmet eden moda tasarımcısı olarak anılıyorsun. Bu tespite katılıyor musun? Bu iki isme, Japonya’dan harekete geçip Paris’te yarattıkları sansasyonel koleksiyonlardan ve gösterilerden dolayı büyük bir saygı duyuyorum. Şüphesiz, ikisi de kendi zamanlarının en büyük tasarımcılarından oldular. Öte yandan, moda geçmiş zamanlara kıyasla çok daha büyük bir endüstri haline geldi, haliyle biz bağımsız kalmanın yollarını ararken, global perakendenin devamlılığını sağlamak için çok daha fazla çalışıyoruz. Şahsen böyle bir endüstride kendimi hiçbir zaman belli bir jenerasyonun ya da bir milletin lideri olarak görmedim. Bu yüzden, bu yorumlara katıldığımı ya da karşı çıktığımı söylemek ne kadar doğru olur, emin değilim.

2

Tasarladığın en saçma kostümü ve bunu kimin giydiğini hatırlıyor musun? O kadar komik ve saçma şeyler tasarladım ki, içlerinden hangisi en saçma olarak adlandırılma mertebesine erişti hatırlamıyorum bile.

4

Önceki kariyerinden mütevellit, Toga Archives için tasarladığın bir hazır giyim parçasının, kostüm gibi göründüğünü hissettiğin oluyor mu? Hayır. Bir kere her şeyden önce kostüm ve hazır giyim arasında dağlar kadar fark var. Her ne kadar moda sektörü özellikle son zamanlarda bu ikisini birbirine karıştırmış olsa da, ben önceki deneyimlerinden faydalanarak, Toga Archives’da tasarladığımız parçaların her gün giyilebilecek parçalar olarak görünmesine özen gösteriyorum.

5

Toga Archives, SS 2017

073


Markayı kurduğun günden bugüne 19 yıl geçti. Bu süreçte, markanın gerçekten hakettiği değeri gördüğüne ne zaman inandın? Bir kere 19 yıl boyunca sevdiğim işi yapmış olmak gerçekten mucize gibi bir şey, şu anda bunu tekrar fark ediyorum. Buna rağmen henüz hakettiğimiz ilgiyi gördüğümüze inanmıyorum. Hala markayı, üretimi ve kaliteyi daha ileriye taşımak için çalışıyorum. Tabii geçen 19 yıl içerisinde ekiple, kumaş üreticileriyle, üretimi gerçekleştiren fabrikalarla, uzun lafın kısası modanın dişlileriyle yakın ilişkiler kurduğumun bilincindeyim. Uzun süreli ve sağlam ilişkiler sayesinde, moda sektörü için olmazsa olmaz isimlerin arkamda olduğunu biliyorum ve bu sayede markanın 20. yıldönümünde daha çok çalışıp, tüm gözleri üzerimize çevireceğimizden eminim.

6

Aslına bakılırsa, moda sektörü yüzünü Doğu’ya çevirdiğinde Toga Archives, gözden kaçması neredeyse imkansız bir marka... Şahsen kimsenin yüzünü Doğu’ya çevirdiğine falan inanmıyorum. Oryantalizm ve Japon kültürüne olan ilgi bence basit bir emperyal plandan ibaret. Bu yüzden, eğer Toga Archives hakettiği ilgiyi bu sayede alacaksa, almasın daha iyi. Öte yandan, şunu da eklemeliyim, modanın her zaman çokkültürlü bir duruşu olmasından yanayım, ama bu şekilde değil.

7

074

Bu yüzden mi Japon kalıplarında kesilmiş Western desenlerinden oluşan koleksiyonların var? Aslında bu iki kültürü bir araya getirme sebebim çok başka. Bu kombinasyonu yaparken önce 60’lardan ilham alıyorum çünkü bu dönemde kullanılan kumaşlar ve materyaller, seri üretime geçilmeden hemen önce, farklı dokuları bir araya getiriyordu. Buna ek olarak, 50’lerden etkileniyorum çünkü o dönemde, seri üretim hız kazanmış olsa da, el işçiliğine önem veriliyordu. Bu yüzden Batı ve Doğu arasındaki bağlantıyı işlemeler, zımbalar, püsküller ve tabii ki kendi kültürümle kuruyorum.

8


Koleksiyonlarında fazlasıyla minimal, neredeyse hiçbir detayı olmayan pembe bir kabana da rastlayabiliyoruz, örgü detayları olan, formu oldukça geniş, transparan, A kesim bir eteğe de... Sadece bizim mi kafamız karıştı yoksa senin için de aynı şey geçerli mi? Ah, tam da yaratmak istediğim şeyden bahsediyorsun; kafa karışıklığı. Farklı detayları yörüngeme sokup bunları tek bir potada eritmeyi çok seviyorum. Bu, yaptığım işi çok daha gizemli kılıyor. Haliyle, daha çok merak edilen ve ilgi çeken bir marka yaratıyorum. Bir yandan her şeyi açık açık anlatırken, öte yandan madalyonun öteki tarafını gizliyorum; transparan bir eteği kalın örgülerden oluşan bir kazakla eşleştirmek gibi...

11

Özetle, vintage ürünlerden ilham alıyorsun ama tasarladığın her şey, bu eski ürünlerin yeni, farklı ve modern birer replikası niteliğinde oluyor. Geçmişe neden bu kadar çok özlem duyuyorsun? Vintage ürünlere sadece nostaljik bir algı yarattıkları için değil, aslında yeni birer önerme olarak nitelendirilebilecekleri için ilgi duyuyorum. Bahsettiğimiz vintage ürünlerin pek çoğu, seri üretim bantlarından çıkan ürünlerin çıkış noktasını oluşturan fikirleri barındırıyor ve bu bantlara hükmeden robotlar yerine, işin ehli sanatçılar tarafından üretiliyor. Günün birinde Toga Archives’ın eski koleksiyonlarının vintage olarak değerlendirileceğini ve bu ürünü bulan insanın yüzünü güldüreceğini umuyorum.

9

Neden? Çünkü Japon bir tasarımcı olarak, Batı Avrupa’nın yarattığı seksilik ve güzellik algısını, mimarisini ve estetik kaygısını kendi süzgecimden geçirme fırsatını Paris’te buldum.

14

Günün birinde emekli olmaya karar verip, markayı başka birine emanet etme gibi bir düşüncen var mı? Neden olmasın? Zaten çok yorulmuş olacağım ve işi başkasına teslim edip, olan biteni uzaktan seyredeceğim. Bu ihtimal kulağa hiç fena gelmiyor.

15

Neden erkek giyim koleksiyonunu sergilemek için defile yapmayı tercih etmiyorsun? Gerçekten hiç bilmiyorum. Bunun üzerine daha az yorgun olduğum bir günde düşünmem lazım.

12

Japonya’dan ayrılıp Paris’e gitmediğini ve eğitimini orada tamamlamadığını hayal et. Toga Archives nasıl bir marka olurdu? Sıradan.

13

Neden insanları ilham kaynağın olarak görmekten imtina ediyorsun? Çünkü insan, üzerine fantezi kurmak, merak etmek ve etkileşime geçmek için fazla açık ve basit bir yaratık.

10

075


NOT WITHOUT MY MODERN MUSE NUIT Prodüksiyon:

an original idea by CO for Estée Lauder Kreatif Direktör:

Olga Şerbetcioğlu Yönetmen:

Koray Birand Prodüktör:

Arzu Koçman Hikaye Çizimi:

Cemre Dinçer Asistanlar:

Fırat Koçak, Soner Tunca Dijital Teknisyen:

BU BİR İLANDIR

Berkay Sağoğlu

076

Sizi strese sokmak istemeyiz . Ama bir an için düşünün . Her şey hazır, seçim kısmını başarıyla atlatıp, kıyafetlerinizi giymişsiniz , makyajınız, saçlarınız, ve hatta topluma karışmak için akıl durumunuz hazır . Sonra bir anda parfümünüzü sıkmadığınızı hatırlıyorsunuz . Modern Muse Nuit’nizi kendinizden emin bir şekilde üzerinize sıkmaya başlıyorsunuz . Ve bir kez sıkıyorsunuz... Tabii ki bir kez işinizi görmez, bir daha sıkıyorsunuz, fıss, bir daha, fıss fıss... Ve sonra parfümünüzün bittiğini anlıyorsunuz... Devamı xoxothemag.net’te, hikayenin özü ise takip eden sayfalarda...


077


078


079


080


081


Volker März, en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerde ironiyi tekrar gündeme getiriyor. Çalışmalarında, Beuys, Bausch ve Kafka gibi tanınmış figürlerin arasında kurguladığı diyaloglar üzerinden kendi tarihini yazıyor. Berlin’de yaşayan ve onun özgürleştirici gücüne inanan sanatçının İstanbul’daki solo heykel sergisini fırsat bilip, yakaladığı ironik duruşa dahil oluyoruz.

Röportaj:

Naz Cuguoğlu Fotoğraf:

Gökhan Polat

082

VOLKER MÄRZ


Çalışmalarında kara mizah da dahil olmak üzere birçok farklı medya kullanıyorsun. İçerisinde yaşadığımız dönemde kara mizah bir çeşit hayatta kalma mekanizması mı? Benim için en iyi mizah, ironi. Çünkü ekonomi ya da siyaset gibi, modern zamanlarda anlamadığınız şeyler hakkında sizi gülümsetiyor ya da güldürüyor. Ruhunuza iyi geliyor ve kendi pencerenizden daha iyi bakabilmek için iyi bir mesafe elde etmiş oluyorsunuz. Kara mizahı da seviyorum tabii, ancak onu hayatta kalma mekanizması olarak değerlendiremem. Bu arada, bahsetmekte fayda var, bu yıl Johannesburg’daki Wits Art Museum’da kara mizah sansürlendi. Hatta bu durum Almanya ve İsrail’de de yaşandı.

1

Son yıllarda, Miami, Madrid, Berlin, Moskova, Paris, Tel Aviv de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde sergiler yapıyorsun. Ve şimdi tekrar, Galeri İlayda’daki sergin için İstanbul’dasın. Evet, İstanbul’a bu ilk gelişim değil. Contemporary İstanbul’a birkaç kez katıldım ve her yıl daha da çok keyif aldım. Ancak bu yılki İstanbul ziyaretim diğerlerine kıyasla biraz daha özel. Türkiye’de birçok şey çok hızlı değişiyor, bu yüzden rahatsız edici ve yıkıcı sanatım konusunda daha dikkatli olmak zorundayım.

2

Nietzsche, Benjamin ve Bataille gibi çeşitli Avrupa yazarlarına ve filozoflarına atıfta bulunuyorsun. Bu isimleri neden seçiyorsun? Aslında onlara adanmış değiller, onlar benim kırmızı çizgim, yıllardır öğretmenlerim, benim gerçek ebeveynlerim, pencerelerim. O kadar önemliler ki, onlar sayesinde tarih, şimdiki zaman ve gelecek hakkında daha iyi fikir sahibi olabiliyorum.

3

Benjamin’in Unpacking My Library makalesinden hareketle, eğer Benjamin’le konuşsaydınız, neler olurdu? Walter Benjamin: Aklındaki nedir, Bay März? Volker März: Ah Benjamin, şu cümle beni deli ediyor çünkü anlamıyorum: “Mutluluğun içinde, dünyevi olanlar, onun çöküşünü arıyor, ve sadece şanslı olanlar onun çöküşünde onu bulabilecek.” Walter Benjamin: Bu hiç mantıklı değil, sadece üzerine çok düşünmeden bir şeyler karaladım. Volker März: Teşekkürler.

4

Ayrıca Beuys, Bausch ve Kafka gibi figürlerin kendi aralarında diyalog kurdukları hayali senaryolar hazırlıyorsun. Çılgın bir fikir, biliyorum ama onları ipteki kuklalar gibi ele almak ve müziklerimle dans etmelerini izlemek eğlenceli oluyor.

5

En sevdiğin diyalog kimler arasında geçiyor? Beuys, Hitler ve Duchamp arasında geçen Every Soldier an Artist favorim. Bu gerçekten beni hala gülümseten yasak bir diyalog. Ama Pina Bausch ile Kafka arasındaki yasak aşk da beğendiklerim arasında.

6

Bir yandan, tarihin gidişatını değiştirmeyi seviyorsun. Örneğin Kafka’yı tüberkülozdan ölmek yerine maymunuyla Filistin’e gönderdin. Kendi tarihini yazmak nasıl bir his? ‘Kafka in Israel’ en sevdiğim işlerimden biri. Bir Alman olarak İsrail’i eleştirmek için Kafka’yı bir kurgu olarak ele almak çok zorlayıcıydı. Öte yandan, tabii ki mükemmel bir histi, çünkü Alman tarihine ve insanların neden bu kadar kibirli, ırkçı ve yüksek kültürlü olduklarına dair çok şey öğrendim.

7

Geçtiğimiz ay Berlin’deki Bausch sergisi, işbirliğine dayalı çalışma biçimini etkileyici bir şekilde anlatıyor. Senin işbirliklerine karşı duruşun nasıl? Pina Bausch, gençliğimde benim için en önemli sanatçılardan biriydi. Hatta kendisi, sanatçı olmaya karar vermemin sebebi olabilir. Tabii ki ben de sanatçılarla işbirliği yapıyorum, özellikle müzisyenlerle... Şarkı metinlerimi canlı performans haline getiriyorlar, böylece onları videolarım için kullanabiliyorum. Performanslarımda da pek çok dansçı benim Unos United grubumun bir parçası haline geliyor.

8

Tarihten referanslarla, modern zamanlardaki insanlığı eleştiriyorsun. En çok eleştirdiğin şey ne? Demokrasinin geldiği son nokta ve dünyanın her yerindeki aptallar. İnsanlar doğayı terk ettikleri zaman uygarlaştıklarını düşünüyorlar. Ancak bilmiyorlar ki uygarlaşmak, maymunu ve içindeki içgüdülerini öldürdüğün anlamına geliyor. Milletler, oturma odalarına benziyor: Her şey mükemmel, ama hepsinin mahzeninde cesetler var ve kimse bunu konuşmuyor.

9

083


Öykü:

Işıl Eğrikavuk

ADINI SEN KOY

“En son izlediğin filmin adını yaz ve vajinanın adını belirle,” diyordu son okuduğum tweet. ‘En son ne izledim?’ diye düşündüm bir an. Kosmos belgeselini izlemiştim gece uyumadan önce. Belgesel, dünyanın evrendeki yerinin tıpkı dev bir bal peteğinin tek bir gözeneğinin bile görünmeyen bir parçası olduğunu anlatıyordu. Hiçbir şeydik evrenin skalasında, küçücüktük, değersizdik, yıldız tozuyduk. Yaşıyor olmamız bile bir tesadüf sonucuydu. Oysa ki Kosmos akla hayale gelmeyecek kadar kocamandı, trilyonlarca başka gezegenle, galaksilerle, hiç bilmediğimiz, varlığından haberdar bile olmadığımız yaşam türleriyle doluydu. ‘Kosmos’ yazdım, twitledim hemen, benimkinin adı Kosmos olacaktı. İki retweet, bir like aldım. ‘Baby cobra’ yazan arkadaşım 52 like’taydı. Biraz bozuldum. Ertesi sabah uyandığımda yatakta bir ıslaklık hissettim. Çocukken geceleri yatağına işeyen kuzenimi düşünürken birden yorganın altından çıkan turuncu bir balon gördüm, yerimden hoplayıverdim. Yorganı kaldırdım attım hiç düşünmeden. Orada, ortada duran karpuz kadar bir küreyle karşı karşıya geldim. Balona benziyordu ama uçmuyordu, duruyordu öylece. Elime aldım, yüz kere büyütülmüş bir bayram şekerine benziyordu. Turuncu, şeffaf ve katıydı. En nihayetinde bir küreydi işte. Salonda önce koltuğa oturttum, sonra da bir köşeye koydum. Disko topu bile olabilirdi bir partide. Birkaç gün sonra, bu sefer, mavi bir küre belirdi yatakta. Sonra beyaz, sonra kahverengi-kırmızı ve yer yer yeşile çalanlar art arda gelmeye başladı. ‘Sanırım benim Kosmos başka Kosmoslar doğurmaya başladı, ya da ben deliriyorum’ diye düşündüm. Kimseye bir şey söylemedim. Yan yana dizdim hepsini, Güneş Sistemi yaptım. Güneş daha gelmemişti. Yine de hepsi çok güzel görünüyordu. Hatta bazılarının uyduları bile vardı. Kosmos’um çoğalmaya devam etti. Samanyolu Galaksisi tamamlanınca Andromeda’yı, sonra başka galaksileri de yaptım. Evin içi bir uzay şöleniydi adeta, avizelerin kristallerini söküp her birini bir galaksiye çevirdim. Sonra aspiratöre birbirine bağladım gezegenleri. Ampulleri söktüm yerine taktım, perdelerden bile sarkıttım. Rengarenk, pavyonla Boğaz köprüsü arasında bir yerdeydik. Küreler arasında ışıltılı bir hayatım olmuştu birdenbire. Henüz Big Ben yaşanmamıştı. Gaz ve toz bulutundan mükemmel bir alem yaratmıştık, mutluyduk. Üstelik bunların hepsi benim Kosmos’umdan geliyordu. Tanrısal bir noktadaydım. 084

Mirror Room (Pumpkin), Yayoi Kusama, 1992, In Infinity, Louisiana MoMA

Kosmos’umu çok iyi korumam, ona çok iyi bakmam gerekiyordu. Madem ki biz evrenin birer yansımasıydık, o zaman evren de bizim yansımamız olabilir miydi? Tüm maddeler, varlıklar ve uzay diye algıladığımız sistemler aslında her insanın kendi Kosmos’u muydu? Tıpkı bir meyvenin çekirdeklerinden yeniden üremesi gibi, insan da kendi Kosmos’unu kuruyordu belki de. Benim şansıma Kosmos’um vajinam ve renkli kürelerim olmuştu. O son tweet’ten sonra bir süre hesabıma bakmamıştım. Tekrar girip baktığımda vajinasının adını Fast and Furious, Stargate, Fight Club, Çingeneler Zamanı ve Transformers koyanları gördüm. Onlar ne yapıyorlardı acaba, hangi alemdeydiler? Düşünüp güldüm. Tişörtümü çıkarttım sonra. Evin içi aşırı sıcaktı. Güneşi nereye asacağımı düşündüm. En iyisi balkona çıkarmaktı.



YOU KNOW HER BUT YOU DON’T. Yaz sonunda Chanel yeni parfümü Yazı:

Aslin Kumdagezer Fotoğraflar:

David Mushegain/ Chanel’in izniyle

No.5 L’eau’nun Los Angeles’taki çekiminde, Lily Rose Depp Chanel’i yeniden keşfediyor.

086

için Lily-Rose Depp’le anlaştığını duyurmuştu. Karim Sadli’nin kamera arkasında oturduğu kampanya görselleri yayınlanana kadar marka bizi videolarıyla yeni No.5’in dünyasında dahil etti. İlerleyen sayfalar dahilinde biz de sizi Lily-Rose ve Chanel No.5 L’eau’nun ortak paydasına (evet, yine bize özel bir çekimle) davet ediyoruz. Az sonra okuyacaklarınız, azami miktarda aile ilişkileri ve aldehit içermektedir.


087


088


Eğer XOXO sayfalarını düzenli takip edenlerdenseniz, namıdiğer aldehit banyosu No.5’i, anneannelerimizin tuvalet masasından aşırma hikayelerimizi, yazıların kenar köşelerinden hatırlarsınız. Değilseniz, No.5’in aldehitleri ilk kullanan parfüm karışımı olduğu, parfüm adının aslında Ernest Beaux’nun Mademoiselle Coco’ya sunduğu 5. opsiyondan geldiği gibi küçük detaylar ve referanslar için kısa bir Google aramasına ihtiyacınız var. Zira biz kendini tekrardan imtina ediyoruz. 5 Mayıs 1921’den bugüne geri döndüğünüzde, dönemin en yenilikçi karışımı, parfüm tutkunlarının tuvalet masasındaki klasiklerden olmaya devam ederken aynı zamanda tarih kokuyor. Hayır, bu kez iyi anlamda değil. Haliyle, emojiler, K-pop ve Seattle’ın teknoloji gurularının yeni klasiği haline gelen Chanel için parfümün yeni sürümünü geliştirmek kaçınılmaz oluyor. Update 2013’te başlıyor. Yeni sürüm için laboratuarında üç yıl boyunca koklayan Olivier Polge, sonunda Kaiser’i tatmin eden daha taze ve daha genç bir sürümün formülünü elinde tutuyor. Şimdi sıra bu formülün yüzünü bulmakta. Tam bu noktada Chanel’in kreatif ekibi, bir pazarlama formülü için masaya oturuyor. Denklem karmaşık görünse de aslında kısa bir aile ağacına dayanıyor. Dikkatli takip edin: Olivier Polge’un babası Jacques, 1984’te yine Chanel için laboratuarına kapanıyor, çıktığında elindeki şişede Coco var. Baba Polge’un ilk parfümü Coco, Barok ilhamlarıyla dönemin provokatör kadını gibi kokuyor. Parfümün yüzü sıfatını 1991’de Vanessa Paradis kapıyor ve Jean-Paul Goude’un yönettiği filmde kafesindeki kuşu canlandırıyor. (Goude’un, hikayenin devamıyla bir alakası yok.) 25 yıl ileriye geri döndüğünüzde, No.5 L’eau’nun formülünü halihazırda elinde tutan oğul Polge’a Paradis ailesinin yeni nesil üyesi eşlik ediyor. Davul sesine mahal yok zira kimden bahsettiğimizi biliyorsunuz ama yine de; bayanlar baylar, karşınızda Lily-Rose Depp... Henüz 17 yaşındaki oyuncunun ilk büyük çıkışını fırsat bilerek masanın diğer tarafına geçiyoruz. Kayıt... Anne ve babasından gelen ün faktörünü yabana atmayacağız, zira halihazırda birkaç film denemesi bulunan Lily-Rose ilk büyük çıkışını Chanel sayesinde yapıyor; bu vesileyle de aslında marka için de bir ilk teşkil ediyor. Yorumumuza Lily daha romantik yaklaşıyor ve geriye yaslanıp “Ben sadece oyuncu olmak istiyorum ve bunun için de elimden geleni yapıyorum. Başkaları için durum nasıl bilemiyorum ama benim şansım şimdilik yaver gidiyor ve taşlar yerine oturuyor.” diyor. Satırların devamında karşınızdakinin 17 yaşında olduğunu unutma gafına bizimle birlikte nail olacaksınız çünkü Lily-Rose yeni başlayan kariyerine ve zorlu sektör şartlarına rağmen oldukça korkusuz görünüyor. Tam bu noktada Lily-Rose, yüzü olduğu parfümün mottosunu hatırlatıyor. “Beni tanıyorsunuz

ama beni tanımıyorsunuz. No.5 L’eau ile en büyük ortak noktalarımızdan biri bu cümle olsa gerek. Ben çok küçük bir yaşta hayatımı göz önünde yaşamayı öğrendim. Tabii sosyal medya bağımlılığım daha da kolay takip edilir olmamı sağladı. Şikayetçi değilim, ama Instagram’da gördüğünüz Lily-Rose da değilim. Bu yüzden, artık daha ziyade işle ilgili görselleri paylaşıyorum çünkü gün geçtikçe özel hayatımın özel kalmasını istiyorum. Evden pek çıkmıyorum zaten. Yine de günün sonunda tüm bu bileşenler aslında insanların evlerindeki koltuklarında otururken beni tanıdıkları sanrısını yaratıyor. Sanırım aynı şey No.5 L’eau için de geçerli . No.5 o kadar uzun zamandır klasikler listesinde ki herkes aslında şişenin içerisinde ne olduğunu bildiğini sanıyor. Tüm bu tanınırlık da belki beni normalden biraz daha korkusuz yapıyor. Çünkü günün sonunda hakkımda konuşmak isteyen insanları 089


durdurmak için yapabileceğim hiçbir şey yok. Ama benim de herkes gibi kendimle ilgili ciddi endişelerim ve kariyerimle ilgili korkularım var. Aslında şans gibi görünen annem ve babamın başarılı kariyeri benimkisi için aynı zamanda ciddi bir baskı oluşturuyor.” Tam da bu sebeple oyuncu adımlarını çok daha temkinli atıyor. Ama temkinli olmak onun durumunda yavaş olmak demek değil. Yıl içerisinde iki filmle birden beyaz perdeye yansıyacak Depp, Stéphanie Di Giusto’nun La Danseuse’ü ve Rebecca Zlotowski’nin Planetarium’u ile seçimini alternatif taraftan yapıyor. Sebep? Oyuncu olmaya karar vermesinin üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen, yeni bir oyuncu değil anne babasının kariyerinin toplamını sektörde geçirmiş bir isim muamelesi görmesi. Bu denli stresli bir kariyeri isteyerek seçmesi de Lily-Rose’un inatçı tarafını onu 090

tanımadan anlamanıza olanak sağlıyor. Zira hatırlayın; onu tanıyorsunuz ama aslında tanımıyorsunuz. Tanışacağımız birkaç farklı kişilik daha var... Halihazırdaki kariyer seçimiyle Lily-Rose günün sonunda babasının ayak izlerini takip ediyor gibi görünüyor. Ya da biz öyle zannediyoruz ve oyuncu sanılarımızı düzeltiyor. “Birkaç sene öncesine kadar aslında şarkıcı olmak istiyordum. Daha öncesinde ise prenses, balerin ve bir casus. No.5 L’eau tam da bu yüzden benimle birebir örtüşüyor çünkü o da aynı anda birçok kişiyi şişesinin içerisinde tutuyor. Artık şarkıcı olmak istemediğimi biliyorum, ama oyuncu olmak zaman zaman tüm bunların hepsini canlandırabilme şansını bana tanıyor. No.5 L’eau’nun videolarında da kıvırcık saçlarımla elimde mikrofonla bir şarkıcıyı canlandırmak en keyifli anlarımdan biri oldu.” Son cümle üzerine tek kaşımız kalkıyor, belki de hala kesin kararını vermedin Lily-Rose? Bu arada elinde mikrofon varken annene daha da çok benziyorsun. Lily kalkan kaşımızı indirmemizi söylüyor ve sadece beş saniye elinde mikrofonla şarkıcıymış gibi davranmasının üzerine albüm fikirlerine kapılmamamızı salık veriyor. Karşınızdakinin 17 yaşında olduğunu unutmanız için harika bir fırsat... Diğer bir fırsat da oyuncunun ailesine olan finansal bağından halihazırda tümüyle feragat etmesi. Bağımsızlığını son damlasına kadar kullanan Depp, her ne kadar yetişkinlerin bahçesinde yetişkinlerle oynasa da kendini henüz sorgulamıyor. Ve başkalarının da onun hareketlerini ve kararlarını sorgulamasına izin vermiyor. Sadece tanışma fırsatı bulduğu dahilerden kapabileceği neler olduğuna odaklanıyor. Dahi sıfatının masaya düşmesiyle tabii ki Karl’ın adı konuşmayı takip ediyor. Lily-Rose karşılıklı hayranlıklarını anlatmakla bitiremiyor. Eh, aile ilişkileri Lily’nin doğumundan çok daha öncesine dayanıyor. Tam bu sırada röportajı bitirmemizi söyleyen o malum el işareti cam kapının ardından gözümüze çarpıyor. Kalktığımızda Lily’nin parfümünü ilk kez duyuyoruz. Tahmin edin; No.5 L’eau. Neden diye sorduğumuzda aslında cevabı biliyoruz, sonuçta hepimiz Chanel monogramlı bir binada kamelyalar arasında oturuyoruz. Ama Lily-Rose bizi ters köşeye yatırıyor; “Açıkçası kendimi ne Chanel’le ne de No.5 ile örtüştürmezdim. Benim için Chanel “crème de la crème” bir marka ve No.5 oturaklı klasik bir parfümdü. Ben bu sıfatların hiçbirini kendimde görmüyordum. Dolayısıyla da parfümle kendim arasında bir bağ kuramıyordum. Ve dürüst olmam gerekirse tüm bu yaşananlar bana hala çok sürreel geliyor. Tüm önyargılarımdan arınıp No.5 L’eau’yu denediğimde ne kadar rahatlatıcı olduğunu fark ettim. Ve evet, başından beri bahsettiğimiz yanılgıya ben de düştüm. Onu her şeyiyle bildiğimi zannettim ve aslında bilmediğimi keşfettim.”


091


MEDENİYET VE KÜLTÜR Yazı:

Ali Akay

Kepa Garraza, Aggression 2, Whitney Museum, oil on canvas, 116x116 cm, 2015

Malumunuz, son dönemlerde sanat alanında bazı saldırganlık hareketleri görülüyor ve bu durum haberler vasıtasıyla gittikçe daha görünür oluyor. Bu yazıda psikanalitik olarak, bu tip saldırganlığın içe kapanma ile doğru orantıda gitmekte olduğu üzerine düşünmek doğru olur. Bu kapanma aynı zamanda Türkiye’nin kendi içine kapanmasıyla birlikte düşünülebilir. Ve söz konusu durum kültür kavramı etrafında ele alınabilir. Freud’un, 092


öncelikle Fransızcaya ve de Türkçeye ‘uygarlık’ anlamında çevrilen, aslında orijinalinde kültür sözcüğünün olduğu kitabı üzerinden konuya girecek olursak, Kültürde Huzursuzluk adlı bu kitap, aklın ve anlık’ın hakim olduğu bir çalışma üzerinde durur. Kültürün ilk plana geldiği ve dinin ikinci planda kaldığı, Aydınlanma’ya ait bir metin olarak, Bir Yanılsamanın Geleceği (1927) adlı kitabından sonra yazdığı ikinci bir denemedir. Burada, din üzerine kaleme aldığı yazısının yerine, ‘uygarlık veya kültür’ kavramının çözümlenmesine girişir. Bu iki sözcüğün anlamı üzerinden okuyabileceğimiz söz konusu bu metin, aslında, kavramın kendisinin çevirisinden dolayı bir sorun olarak gözükür. Bir bakıma, kültür nedir sorusunun arkasından gelen uygarlık kavramının ne olduğu sorusu tam da burada düğümlenip kalır. Bu eklemlenme aslında bir yırtılmanın kendisi olarak karşımıza çıkar. Kültür ve uygarlık aynı şeyler olarak ele alındığında, Türkiye’deki Cumhuriyet dönemi sosyolojisi ve dolayısıyla da ideolojisinin bir kriz ile karşı karşıya kaldığını fark ederiz; çünkü bilindiği gibi, Ziya Gökalp’in kültür ve medeniyet ayrımı Türk sosyolojisinin temel taşlarından bir tanesidir. Kültür, yani hars yerelliğe vurgu yaparken, medeniyet evrensel bir Batı göndermesi üzerinden okunabilir. Her ne kadar bu iki sözcüğün kavramsal çerçevesi tam olarak aynı gibi durmasa da, Fransızcaya çevrilirken ve de Türkçeye de dönüştürüldüğünde bir transfer söz konusu gibi duruyor, tam da psikanalitik anlamda, bir transfer olgusu kültürü bir çeşit medeniyete doğru taşıyor; aralarında bir geçişlilik ilişkisi meydana gelmeye başlıyor. Madem ki, bir kavram yerele diğeri de evrensele doğru işleyerek bize dönüyor; evrenselin ve yerelin birbirlerine transfer edilmesi, aralarındaki aşk ve kin ilişkisi, bireysel psike bakımından nasıl bir transferi veya bir yer değiştirmeyi beraberinde taşıyacak? Kültürün ve medeniyetin, kültürel olarak farklı olarak ele alınmasının nedenleri arasında, en başta, Fransız ve Alman geleneğinin bu iki kavramı ayırmasında görmek mümkün: Almanlar kültürü bir halk kültürü (volk) bir yerellik olarak düşünürken, Fransızlar ise bu sözcüğü “okumuş, entelektüel, bilgili adam” anlamında kullanırlar. Buradaki, ayrım bilgili kimsenin evrensel bir bilgiye sahip olmasında, Almanlarda ise yerel yaşam pratiklerine, adetlerine bağlı olmasıyla ortaya çıkıyor. Kültür bir yerellik öğesiyken, medeniyet bir evrensellik öğesi olarak kalıyor. Bizde, Ziya Gökalp, Alman ve Fransız heterojenliğinden başka bir heterojenlik meydana getiriyor. Kültür ve medeniyet ayrımını oluşturuyor. Biri yerelliğe, diğeri ise evrensel bir teknolojiye gönderme yapıyor. Freud’un, kültürde veya medeniyette ‘rahatsızlık’ olarak okuyabileceğimiz metninin de üzerinde durduğu gibi, sanat ve özellikle de aşk kavramlarının etrafında kültürel rahatsızlığı aşmanın mümkün oluşu ilginçtir. Freud için, kültür, saldırganlığa karşı olan bir üst-benliğin, egoyu denetimi altına alarak, içeriye veya dışarıya karşı işlenecek saldırganlığı engellemeye çalıştığı bir faktör olarak gözükür. Sadist ve mazoşist saldırganlık, arzunun bir nesneye karşı duyduğu saldırganlıkla alakalı olarak durur: Saldırganlık, dışarı karşı şiddette sadizme dönüşür. Bu anlamda da, bunalımda olan bir egoyla ilgili olarak düşünülür. Eros’un libidinal gücünün ilkellikteki hali her zaman kültür dışındaki bir agresyon ile alakalıdır. Freud’a göre bunun üstesinden ancak denetleme rolünü üstlenen bir üst-ben gelebilir. Bu sayede, ölüm güdüsünün önüne geçebilecek gibi gözükür. Ölüm ve yaşam: Eros karşıtlığında. İşte burada saldırganlık meydana gelir. Bu özgür, ama ilkel durum kültürün oluşmasını engeller. Medeniyet veya kültür olarak adlandıran “insanın başka insanın kurdu” olduğu, Hobbesçu vaziyetten kurtulmasıyla alakalı: Freud için de, aynı 17. yüzyıl düşüncesinde olduğu gibi, ancak bir üst merci bu kültürel durumu garantileyebilmektedir. Hobbes için, devletin veya onun deyişiyle Leviathan’ın sayesinde olan bir durumdur; Freud’da ise, üst-benle denetlenme mekanizmasını kurar. Bu, en başta, ilkel narsisizimle mücadele olarak başlayan bir süreçtir: Asıl olan, narsisizmin saldırganlığından ve sınırsızlığından kurtulmaya doğru giden süreçten çıkmanın zaruretidir. Freud ‘yok etmek’ ve ‘sınırsız bir narsisizm hakimiyetine son vermekten’ söz eder; çünkü ilkel narsisizmin kendisi şiddetin varlığından sorumlu olarak toplumsal rahatsızlığı meydana getirir. Burada, egonun kendisi, insanın bir rahatsızlık kaynağı olarak zevk almayan bir kişilik haline gelmesi, otistik bir şekilde kapanması ve kendisine ait bir dünyada kolektifsizleşmesiyle alakalı olarak, toplumsaldan tamamen ayrılmış bir bireyciliğin hakimiyetiyle baş başa kalmasıyla bağlantılı bir şekilde okunuyor: Bir başka adı depresyon. Kapanma ve içe dönmenin saldırganlığı diye adlandırılabilecek bu okuma günümüz sanat pratiklerine ve oyun pratiklerine doğru çözümlenebilecek bir durumu aydınlığa çıkarıyor. Saldırganlığın ve kendine yönelik bir narsisizmin, kendine güvenin, kapalı bir şekilde, ortaya bir şey koymaksızın kendisini göstermesi rahatsızlığın nedenleri arasında gözüküyor. Freud’un “zevk almamanın kaynağı” diye adlandırdığı, tam da, bu içe kapanma olgusunda kendisini gösterirmiş gibi duruyor. 093


Madison’ın elde ettiği başarıda, yetenek ile şans doğru orantılı hareket ediyor. Bu yüzdendir ki, genç yaşta elde edilen başarı klişesi, onu özgüveninin altını çizmeye itiyor ve Madison kendinden emin adımlarla kariyer planını anlatıyor. Ve Los Angeles’ta yaptığımız çekim için Mike’ın karşısına geçiyor.

Röportaj:

Linda Kocabıyık Fotoğraflar:

Mike Rosenthal/ Tack Artist Group Moda Editörü:

Rebecca Jefferson Saç:

Justine Marjan/ Something Artists Makyaj:

Mary Phillips/ Something Artists Fotoğraf Asistanı:

Mat Dunstan Çekim Yeri:

Los Angeles

094

MADISON BEER


1

Röportajdan önce en son kiminle konuştun? Jack’le; sevgilim.

Ne hakkında konuştunuz? Bu akşam ne yapacağımıza karar vermeye çalıştık ama başarılı olamadık.

2

‘Genç yaşta ünlü olmak erken büyümek demek’ klişesiyle ilgili ne söylersin? Kendi hikayemi anlatırım. Yaşıtlarımın yaptığı birçok şeyi kaçırdım. Ama hayatta kaçırdıklarınıza odaklanamazsınız. Bu yüzden, ben de bu hayatın bana neler kattığına ve neler öğrendiğime odaklandım. Tabii bu süreçte annemin varlığı da olabildiğince normal bir çocukluk geçirmemde çok yardımcı oldu. Tüm bu yetişkin koşturmacasının arasında arkadaşlarımla pijama partisi yapmama, lunaparka gitmeme ve saatlerce aynı koltuktan kalkmadan arkadaşlarımla Skype yapmama olanak sağladı.

3

Eğitimine hala devam ediyor musun? Liseden yeni mezun oldum. Üniversite için, açıkçası, kesin karar vermedim. Kariyerime yeterince odaklanıp gerçekten ne üzerine eğitim alacağıma karar vermek istiyorum. Sonuçta, üniversite kaçmıyor.

6

Justin’in videona yaptığı yorumun ardından senin de azımsanamayacak bir takipçi kitlen var artık. Justin’in yaptığını bir gün sen de başka bir yetenek için yapmayı düşünüyor musun? Kesinlikle. Tabii şu an Justin kadar tesirli değilim. Ama ileride bir gün yeni yeteneklerin çıkışına yardımcı olmayı istiyorum.

4

7

Şimdiye kadar aldığın en iyi tavsiye neydi? “Asla vazgeçme.”

Kimin tavsiyesi bu? Ailem, arkadaşlarım, bana inanan müzik endüstrisindeki yatırımcıların... Açıkçası, etrafımdaki benden yaşça büyük herkesin.

8

Nasıl bir videoya yorum yaparsın? Gerçekten yetenekli olduğuna inandığım birinin videosuna.

5

095


Şu an nerede yaşıyorsun? Los Angeles’ta. Ama ailemi görmek için sık sık New York’a gidiyorum. Şimdilik Los Angeles’ta keyfim yerinde. Ama taşınacak olursam muhtemelen New York’a geri dönerim.

11

Sosyal medyadaki negatif yorumlara karşı nasıl bir savunma mekanizman var? Ah, şu noktada neredeyse hissizleştim. İnsanların hakkımda yaptıkları negatif yorumlar beni hemen hemen hiç etkilemiyor. Instagram’a koyduğum fotoğraflar hakkında kimin ne düşündüğüyle pek ilgilenmiyorum. Bu noktada beni gerçekten rahatsız eden, insanların sosyal medya üzerinden zorbalık yapma hakkını kendilerinde bulabilmeleri.

9

096

Çünkü herkes bir şeyin gurusu artık. Özellikle de söz konusu moda ise sosyal medya zorbalığı katlanıyor. Sen kıyafetlerini kendin mi seçiyorsun yoksa bir stylist’le mi çalışıyorsun? Gardırobumun %95’i bana ait. Tek başıma alışverişe gitmeyi ve o gün ne giyineceğimi düşünmeyi seviyorum. Ama katıldığım event’ler için bir stylist’le çalışıyorum. Alışveriş her ne kadar keyifli olsa da, soyunma odasında girdiğinizde bir sürü elbisenin sizin için hazır beklemesi harika bir duygu.

10

Gelecekten bahsedelim. 27 yaşındaki Madison Beer ne yapıyor? Umarım, Madison Square Garden’da konser veriyor. Evet, bu benim hayalim.

12

13

Bugün en çok dinlediğin şarkı kimindi? Muhtemelen Riri ya da

Sia’nın. Yeni yıl için aldığın kararlar var mı? Dünyanın geri kalanının da her Ocak ayında yaptığı üzere, her gün spor yapmaya çalışacağım.

14


097


Yılın son ayında, sonucu sebebinden önce gelen kutlamaların süregeldiği zaman dilimindeyiz ve bu abartılı süreci sadeleştirmek bizim görevimiz. Etrafındaki her şeyi soyutlayan tasarımlar bu noktada katalizör görevi görüyor ve damak zevkiniz Louis Vuitton sayesinde daha rafine bir hal alıyor.

THE LAST SUPPER Prodüksiyon:

an original idea by CO for Louis Vuitton Fotoğraflar:

Murat Süyür Kreatif Direktör:

Olga Şerbetcioğlu Asistan:

Yağız Pekkaya

098


Sol: Twist Bag Moyen Modèle ve Bandolulière Brezilya’nın doğasından rol çalarken, City Steamer

çanta aksesuarı ve anahtarlık ile Speedy Slap bileklik şehrin hızını yansıtıyor. Bu durumda, noktaları birleştirip, ilhamın nereden geleceğinin belli olmadığı tümevarımını yapmak ise size kalıyor. Sağ: Capucines Mini Chain’in alametifarikası zinciriyle, hakettiği sıfatı üretildiği andan itibaren taşıyan Epic Cuff ’ın asaleti, ideal olanı özetliyor. Sandalye: Carl Hansen ve Hans J. Wegner tasarımı Wishbone/Mozaik 099


Burada algınızı bozan şey, etraftaki kalabalıktan ziyade, The Petite Malle Epi ve Monogram Jewel Slim atkının eski ve yeniyi bir araya getirişi.

100


Lüksü ulaşmanız gereken bir hedef olmaktan çıkarıp, doğrudan yaşamaya başlamak için yanınıza almanız gereken destek kuvvetler arasına Crystal Flower topuklu ayakkabıları ve Monogram atkıyı dahil edebilirsiniz. 101


102


Chain&V Bandeau fular ve Bahia Brazil Flat ayakkabı; zihninizde siyah ile özdeşleştirdiğiniz tasarımlara artık bu ikiliyi de dahil edebilirsiniz. Sandalye: Le Corbusier tasarımı LC7, Cassina/Mozaik 103


104


Corcovado Flat Derby botları, City Steamer çantayı ve Speedy Stole fuları yakın bir gelecekte rastlayacağınız yeni klasikler olarak da düşünmeye başlayabilirsiniz. Sandalye: Jean Prouvé tasarımı Standard, Vitra/Mozaik 105


Sol: Bulunduğunuz mekanın ya da dahil olduğunuz saat diliminin pek bir önemi yok. Dikkatinizi nereye

yönelttiğiniz aşikar. Bu noktada bilmeniz gereken ise gördüklerinizi tasvir ederken kullanacağınız kelimeler; The Petite Malle Metallic çanta ve Circle Square fular. Sağ: Amacımız sözcük dağarcığınızı genişletmek değil, hangi sözcükleri bir arada kullanacağınız konusunda

size yol göstermek. Bu noktada, Monogram Rainbow Stripes Square fuları ve Essential V Single küpeleri de aynı cümle içinde kullanmaya başlayabilirsiniz.

106


Epi Leather Twist çantanın deri işlemelerle kazandığı sıradışı duruşu, Rubis rengi Petite Modèle Capucines çanta tamamlarken, klasik olanı Rock’n Roses fular ile günümüze taşıyor. Haliyle, geçmişi geleceğe taşıyabileceğiniz alternatif bir senaryo karşınıza çıkıyor.

107


108


Deep Sea bot, City Steamer çanta ve Monogram Confidential Square fular, aslında geçmiş, bugün ve gelecek demek. Sandalye: Philippe Starck tasarımı Hudson, Emeco/Mozaik 109


COUPLES

EZGİ & KAAN

Prodüksiyon:

an original idea by CO for Beymen Academia Röportaj:

Mina Mısırlı Fotoğraflar:

Gökhan Polat Jr. Moda Editörü:

Tuğçe Bahçıvangil

Ezgi Eyüboğlu ve Kaan Yıldırım için aynı mesleği yapan bir ikili olmak, sonsuz bir empatiyle eş değer.

110

Bir evde iki oyuncu nasıl oluyor? E: Çok avantajlı oluyor. Aynı meslekte olduğumuz için işle ilgili konularda birbirimizi çok iyi anlıyoruz. Fikir alışverişinde bulunuyoruz, birbirimize destek oluyoruz. K: Sonsuz bir empatiyle iletişim kurmanızı sağlıyor. Ortak giydiğiniz kıyafetleriniz var mı? K: Tişörtlerim sürekli araklanır... Kendinizi hangi ikiliye benzetiyorsunuz? E: How I met Your Mother’dan Lily-Marshall. K: Zeki Alasya-Metin Akpınar. Size göre canlandırması zor karakter kimdir? E: Kendime benzeyen karakterleri canlandırırken daha çok zorlanıyorum. Çünkü insan hayatta en zor kendini tanıyor. Kendimden uzak karakterlerle daha çabuk bağlantı kuruyorum. K: Çok sakin ve dingin bir karakter beni zorlardı. Çekim nasıl geçti? E: Son derece keyifliydi. Üzerimdeki kıyafetler bana kendimi güçlü hissettirdi. K: Soğuk hava dışında her şey çok iyiydi. Academia günlük hayatımda da severek tercih ettiğim bir marka. Kendime yakın buluyorum. 2017 nasıl geçecek? E: Geleceğe pozitif bakmaya çalışıyorum, 2017’nin neler getireceğini ise yaşayıp göreceğiz. K: Umarım güzel geçer.


COUPLES

SOPHIE & CAN

Sophie Bogdan’a bakıyorsunuz. Ve aslında Can

Sophie, Can nerede? Bir mimari proje için New York’ta. Elindeki fotoğrafın hikayesi ne? Bu, Can’la yaptığımız ilk çekimden bir kare. 2014 yazından. O gün, yaklaşık bir yıl sonra birbirimize aşık olacağımızdan haberimiz yoktu tabii. Onunla birlikte yarattığımız şeyleri seviyorum. Oyunculuk stilini nasıl etkiledi? Aslında etki tek taraflı değildi, ikisi de birbirini etkiledi. Kendimi kıyafetlerle anlatmayı seviyorum. Bazı günler bir rapçi gibi, bazı günler bir hanımefendi gibi hissediyorum. İstanbul bir insan olsaydı? Yumuşak sesli, iyi kalpli, bir sürü makyaj yapmış ve sneaker’ları ayağında, kendinden emin, büyük bir gülümsemesi olan güzel bir kadın olurdu. Academia kadınıyla ilgili ne söylersin? Kendine güvenir, ne istediğini bilir ve iyi görünür. 10 yıl sonra nerede olacaksın? Fransa’da, tiyatro oynuyor olacağım. Bir sürü sinema filmi yapacağım. Uluslararası yapımlar olacağı için sık sık seyahat edeceğim. 2017’yle ilgili aklına ilk ne geliyor? Yeni maceralar, bir sürü heyecanlı an ve aşılması gereken birtakım zorluklar. Ama lütfen bu yıldan daha az kaotik olsun. Çok fazla iş, sevgi ve doğa barındırsın.

Dağarslanı da fotoğraflarıyla orada. İkilinin anahtar kelimeleri ‘birlikte yaratmak’.

111


COUPLES

YAVUZ & DUYGU

Birlikte çalışırken zaman ve mekan mefhumunu kaybeden iş arkadaşları Duygu Merzifonluoğlu ve Yavuz Dayıoğlu için ikili olmanın en iyi tarafı şimdiyi paylaşabilmek.

112

Rutin nedir? Y: Espresso. D: Kendime gidebildiğim en kestirme yol. Birlikte çalışmanın en iyi yanı? Y: Zaman ve mekan mefhumunun yok olması. D: Birlikte çalışmanın en iyi yanı, şimdide kalabilip, şimdiyi paylaşabilmek. Başarısızlığı nasıl atlatırsınız? Y: Bir daha denerim. D: Başarısız olduğumu kabul ederek atlatırım. Kendinizi benzettiğiniz bir ikili var mı? Y: Gin & tonic. D: Bu tip bir ikiliyle hiç karşılaşmamış olabiliriz. Haftada kaç gün birbirinizi görmüyorsunuz? Y: Yoğunluğa rağmen bir araya gelmek için fırsat yaratmaya çalışırız. D: Haftada 2-3 gün. Academia erkeği/kadını için aklınıza ilk gelen sözcükler. Y: Özgür, yenilikçi ve motive D: Modaya son derece saygılı ancak bir yandan da modadan saparak kendi ruhunu gerçekleştirebilen. Çekim sırasında nasıl hissettiniz? Y: Dinamik, kışkırtıcı ve rahat. D: Oldukça keyifli ve şık. Yeni yıl deyince aklınıza ilk ne geliyor? Y: Viyana Filarmoni Orkestrası. D: Her yıl bu sorunun cevabı benim için değişiyor. Gardırobunuzda neyi göremeyiz? Y: Kolsuz parçaları, eşofmanları, rengarenk çorapları bulamazsınız. D: Bu konuda fazla özgür olduğum için her şeyi bulabilirsiniz.


COUPLES

TUĞRUL & GİZEM

Dot Tiyatro Topluluğu’nun

Güne nasıl başlarsınız? G: Yüzümü yıkamadan güne başlayamam ve sonrasında kahvaltı... T: Tam bir sabah insanıyım. Genelde çok yüksek, enerjik ve mutlu uyanırım. Tiyatroyu sizin için cazip kılan şey ne? G: O an içinde yapılan, canlı bir şey olması. T: Bana sağladığı o özgür alan, hata yapabilme serbestliği... Tiyatro yapmanın en kolay tarafı? G: Oyunu oynamaya başladığım an. T: Zevkle yaptığın için iş gibi gelmemesi. Giymeyeceğiniz bir şey var mı? G: Yok. T: Freebag. Kendinizi bir ikili ile özdeşleştirebilir misiniz? G: Will & Grace. T: Mavi Ay’daki Cybill Shepherd, Bruce Willis. Academia stiliyle ilgili aklınıza ilk gelenler? G: Rahat. T: Modern, şehirli, şık ve rahat. 2016’yı eleştirmek isteseniz… G: Daha çok anlayış, daha çok dinleme ve daha az konuşma lütfen. T: İnsanlığın kötülükte zirveye vurduğu yıl. Bir oyunun daha sonuna geldiğinizi düşünün. Perde kapandığı anda ne yapıyorsunuz? G: Rahatlama hissi ile ‘oh’ der, ya da oyunda değişik bir şey olduysa onunla ilgili konuşmaya başlayıp, makyajımı çıkarmaya koyulurum. T: Kulise geçip arayan soran var mı diye telefonuma bakıyorum.

oyuncularından, Tuğrul Tülek ve Gizem Erdem’in bir arada olmayı en çok sevdikleri yer tiyatro sahnesi.

113


COUPLES

MEHMET & SERDAR

Klein’ın işletmecileri Mehmet Dağcı ve Serdar Ormancı, başka bir deyişle, #partnersincrime.

Şu anda aklınızı ne meşgul ediyor? M: Klein’ın dinamiği bizi heyecanlı tutuyor. Diğer yandan Shopi go için yeni bir süreç başladı. Şu sıralar aklımızda hep yeni planlar ve projeler var. Gün içinde birbirinizi ne kadar görüyorsunuz? S: Maalesef uyku dışındaki her an birlikteyiz. Hanginiz iyi, hanginiz kötü polis? M: #partnersincrime Kıyafet seçimlerinizde trendler ne kadar yer tutuyor? M: Açıkçası, trend işimin bir parçası olmasa takip etmezdim. Kıyafetlerimi ruh halime göre seçiyorum, yaşadığım gibi... Eğlence ve moda sektörü arasında nasıl bir korelasyon olduğunu düşünüyorsunuz? S: İletişimin birbirleriyle kesişen iki farklı dilinden söz ediyoruz. Birbirini zaman zaman yeren, öven, kutsayan, kutlayan dev birer sözlük ikisi. Ne giymezsiniz? M: Asla ve asla tayt. Academia kadını/erkeği için aklınıza ilk gelen sözcükler... S: Tabii ki rahatlık ve şıklık. Çekim sırasında kendinizi nasıl hissettiniz? M: Aslına bakarsanız, başlarda gergindik, sonlara doğru ‘ben neden bu işi yapmıyorum?’ diye düşündüm. S: Giydiğim kıyafetler çekim sırasında daha rahat olmamı sağladı. 114


LESS IS MORE 25 yıldır tasarımda “az”ın gücüne inanıyor, ev & ofis için mobilya ve aydınlatmanın modern klasiklerini showroomlarımızda sizler ile buluşturuyoruz.

Ortaköy Dereboyu Cad. No: 78 34347 İstanbul T. +90 212 327 05 95 - F. +90 212 327 05 97 Apa-Giz Plaza Büyükdere Cad. No: 191 K.-1 Levent 34330 İstanbul T. +90 212 264 75 75 - F. +90 212 264 75 74 Cinnah Cad. No: 66/1 Çankaya/Ankara T. + 90 312 440 06 10 - F. +90 312 440 05 94 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com


DİLARA FINDIKOĞLU Dilara XOXO Ailesi’nden,

Röportaj:

Olga Şerbetcioğlu Fotoğraflar:

Emre Ünal Saç:

Jake Gallagher Makyaj:

Lauren Reynolds Çekim Yeri:

Londra Kıyafetler:

Dilara Fındıkoğlu

116

yıllar öncesinden... Emre, zaten tanıyorsunuz... Geçmişe dönüp bakınca, o günkü Dilara ve bugün konuğumuz olan Dilara arasında bir tek temel fark var. Ne yaptığını çok daha iyi biliyor ve artık olabildiğince çok insan onu anlıyor.


117


Senden dünya modasının yeni Türk süperstarı olarak bahsediyorlar. Haliyle birilerinin eskimiş olması gerekiyor, var mı böyle bir durum? Eskiden Türk moda tasarımcısı dendiğinde, benim aklıma, Hussein Chalayan ve Rıfat Özbek gelirdi. Hussein Chalayan’ın burkadan yola çıkarak hazırladığı defileyi hatırlıyorum; simsiyah burkadan çırılçıplak bir kadına doğru uzanan altı farklı modelin sıralandığı bir gösteriydi. (Şu an ben böyle bir defile yapmak istesem muhtemelen başıma gelmeyen kalmaz.) Demeye çalıştığım şey; bu insanlar çok iyi işler yaptılar. Herkesi özel yapan kendine has iş yapmasıdır. Ben de her zaman bunun peşindeyim.

1

2

Genelden özele doğru gidelim; oldum olası moda sektörünün içindeydin,

değil mi? Bazı insanların doğduğu andan itibaren, kendi içindeki duyguları ne kadar bastırırsa bastırsın ne yapacağı bellidir ya, bence benimki de öyle bir şey. Tasarımcı olmasam bile, moda sektörüne hizmet edeceğimi biliyordum. Etrafımda herhangi bir moda tasarımcısı ya da sanatçı olmadan büyüdüm, kendimi sektörün içinde buldum, daha doğrusu içine soktum.

118

Malum, Central St. Martins moda sektörü için bir mabet, orada olmasan bugün hayatındaki bu gelişmeler yaşanıyor olur muydu? Bugün elde ettiğim başarıların sadece okuldan kaynaklı olduğunu düşünmüyorum. Bir kere, her şeyden önce, başka bir şehre taşınmış oluşum, beni etkileyen en büyük faktör. Alıştığım, tanıdığım, güvenli alanım olarak kabul ettiğim şehirden çıktıktan sonra yabancısı olduğum bir yerde çok daha özgür hissediyordum. İstanbul’daki tıkanmışlık hissiyatı bir kenara, Londra basın ve prestij anlamında sonsuz kaynağa sahip. Akabinde okulun bana sağladıkları geliyor. Okuldaki eğitim, benim yaratmak istediğim farklılığı destekler cinstendi, çünkü St. Martins’in modaya bakış açısı, olmayan bir şeyi yaratmak üzerine kurulu. Bu yüzden moda eğitimini İstanbul’da almış olsaydım, bugün olduğum yerde 10 sene hatta belki 20 sene sonra olurdum. Özetle, Kayserili bir aile, İstanbul’da yaşadıklarım, içimde var olan başkaldırma isteği harmanlandı ve Londra bu karışım için ideal zemini hazırladı.

4

Moda editörlüğü yaptığın bir dönem de var, hatta XOXO’ya da çekim yaptın. Tasarlamak ve tasarıma anlam yüklemek arasında neden tercih yapmak zorunda kaldın? Moda editörlerine asistanlık yaptığım bir dönem vardı ama çalıştığım hiçbir editör beni sevmiyordu, çünkü sürekli işlerine karışıp kendi beğendiğim şeyleri yapmaya çalışıyordum, ve onların yaptığı işleri de beğenmiyordum. Bir gün, Begüm’le (Yetiş) otururken yapılan çekimlerin ne kadar kötü olduğundan bahsediyorduk, ve sonra ‘birbirimizi gaza getirip boşuna konuşuyor olmayalım, biz de bir şeyler yapalım’ dedik. Hiçbir şey yapmadan birbiri hakkında atıp tutan insanlardan olmayalım, bize de söz hakkı geçsin istedik, sonra çekimi yaptık ve hakikaten güzel oldu. Bu çekimler sırasında styling yapmayı o kadar çok sevmiştim ki, hayatta moda tasarımcısı olmam diye düşünüyordum ama okula girince sektöre bakış açım tamamen değişti. Tasarımcı olarak bir şeyleri yoktan var edebiliyorum, bundan daha güzel bir şey olamaz. Üstelik tasarımlarımın nasıl bir styling’e sahip olması gerektiği de benim kontrolüm altında. Var olan bir hikayeyi değil, benim hayalimdeki hikayeyi kurgulamak beni çok memnun ediyor.

3


119


120


Her ne kadar vizyonu bu kadar geniş bir yerden bahsetsek de, bu durum okulun büyük bir yetenek avcısı olduğu gerçeğini değiştirmiyor herhalde. Her şeyden önce okula kabul edilmek çok zor, çıkması ondan da zor. Bu yüzden tabii ki, burayı yetenek avcısı bir okul olarak addetmek yanlış olmaz. Dünyanın en iyi tasarımcıları buradan çıkıyor. Bu sadece St. Martins için geçerli bir durum değil, Antwerp’te de süreç farklı işlemiyor. Etrafımda onlarca Asyalı öğrenci vardı, hepsi gece gündüz demeden, önündeki tasarımı ince ince işliyor, benzetmek gibi olmasın ama resmen robot gibi çalışıyorlardı. Tabii ki okul bünyesinde yetenekli insan çok, ama iş sadece yetenekle bitmiyor, okul paket programa sahip insanların peşinde. Her ne kadar okul kavramından nefret etsem de, iyi ki bu insanların arasında kendime yer bulmuşum diyorum.

5

Defileden sonra okul tepkisiz mi kaldı peki? Yok. Aslında diyecek bir şey bulamadılar çünkü bu durum hoşlarına gitti. Bu kadar saçma bir ritüelin peşine takılmaktansa, senin bu yaptığın sayesinde burası gerçek anlamıyla bir sanat okuluna dönüştü diyenler oldu. Hakikaten de sanki moda tasarımı değil de muhasebe ya da hukuk okuyormuş gibi, karşı konulamaz bir kurallar bütünü söz konusu ve herkes kurbanlık koyun gibi bu bütüne itaat ediyor. Her ne kadar moda sektörünün satış odaklı olmasıyla birlikte okuldaki bakış açısı biraz olsun değişmiş olsa da, sistem aynı şekilde işliyor. Tabii ben kendi başıma buyruk davrandım, o ayrı.

7

İhtimaller üzerinden devam edelim, mezuniyetten sonra yapılan defileye seçildiğini ve herkesin ilgisini çeken ‘gerilla’ defileyi organize etmediğini hayal et, o zaman ne olurdu? Seçilseydim tabii ki bu alternatif defileyi yapmazdım. O defile benim dışlanmışlık ve umutsuzluk psikolojimle ortaya çıktı. Okuldan mezun olan herkes o defileye seçilmek için canla başla savaşıyor, koleksiyonunu satın almacılara ve basına göstermek için yırtınıyor, sonra okul “Sen yetenekli değilsin, senin işlerin berbat, sen buraya çıkmaya layık değilsin.” diyor. İstenmemek, insana, resmen balyoz gibi çarpıyor, ben de bu psikolojiye girince ne yapacağımı şaşırdım. O kadar çalışmışım, kendimden bir şeyler katmışım, o boncukları gerçekten severek işlemişim, seçilmeyince haliyle kişisel bir dışlanma olarak algıladım. Üstüne bir de defileye seçilen arkadaşlarım benimle kavga etti, ‘neden böyle bir şey yapıyorsun, bu kadar kaba olmanın ne lüzumu var, hatta neden bizim için mutlu olmakla yetinmiyorsun?’ gibi şeyler söylediler. Ama böyle bir şey imkansız, sonuçta kendimi öyle ya da böyle göstermek zorundaydım.

6

O halde hazırladığın mezuniyet koleksiyonunun ready-to-wear algısına uymadığının sen de farkındasın. Sektöre hizmet etmediğinin desek daha doğru olur, zira mezun olan öğrencilerin önceliği artık bu amaca ulaşmak. En basit örnekle anlatacak olursam, okulun hazırladığı defilede birinci seçilen tasarımcının, oldukça sıradan, fütüristik tarzda lazer kesim ürünleri vardı ve tabii ki sektöre hizmet edecek, alıcı bulacaktı. Mesela LVMH her sene bir öğrenci seçip, mezuniyet koleksiyonunu hazırlaması için ona sponsor oluyor, keza Swarovski de aynı şeyi yapıyor ve haliyle bu seçilen öğrencinin hem sektöre hem de bu markalara uygun tasarımlar hazırlaması bekleniyor.

8

121


122


123


Bir taraftan, o defilede, moda sektöründe değişen dengelerin altını çiziyordun. Üçüncü dünya ülkelerinin üretim süreci, bunun üstü kapalı bir şekilde unutturulması ve günün sonunda seri üretim dişlilerinin bağımsız tasarımcıları ezip geçmesi... Herkes bir şekilde bu seri üretim algısına yenik düşmek zorunda kalıyor, ne yazık ki. Kendimden örnek verecek olursam, ürünlerimin hepsinde el işçiliği var, hepsi için oldukça titiz çalışmak gerekiyor ve bunu yaparken kaliteden ödün vermemek en önemli nokta... Haliyle ortaya çıkan ürün pahalı oluyor ve bu satışı etkiliyor. Günün sonunda benim gibi çalışan tasarımcılar satış ve üretim arasındaki korelasyonu tutturamayıp seri üretime yenik düşüyorlar. Sonuçta para kazanmak zorundalar. Bir yandan alıcısı olacak ürünler tasarlamak zorunda kalıyorsun. Satmayacaksan sanatçı ol yani, bu kadar basit. Bu işi yapan herkes satmak ve para kazanmak için yapıyor. Emeğe karşılığı bir kenara bıraktım, geçimini sağlamak zorundasın. Yoksa ben deli miyim sabahtan akşama kadar neden burada boncuk işleyeyim? Eskiden en çok satan ürün payetli, boncuklu elbiselerken şu an tişörtün modanın demirbaşı olması, beni şaşırtmıyor.

9

Seni korkutan şey büyük bir tasarımcının ekibine dahil olan sıradan bir insan olmak mı oldu, yoksa bağımsızlığını ilan ettikten sonra seri üretime yenik düşmek mi oldu? Martin Margiela’nın tasarım ekibine katılsam mutsuz olmazdım. Şöyle söyleyeyim, hiçbir zaman kaderci olmadım ama herkesin takip etmesi gereken belli bir yolu olduğuna inanıyorum. Bu yüzden kendi yolumu seçmek için çok çalışıyorum, elbette başarısız olmaktan korkuyorum ama imkanları zorlamak benim işim.

10

124

Bu süreçten sonra kırılma noktası FKA Twigs’in giydiği kimono mu oldu? Evet. Epey büyük bir olaydı benim için; ilk defa ünlü biri kıyafetimi giyiyordu. Her ne kadar benim tasarımlarımla hiçbir alakası olmasa da onun için özel bir kimono tasarlamak kabul edilebilir bir şeydi, benim için kırılma noktası oldu. Sonra başka isimler ve Grimes geldi. O zamanlar tabii ki çok heyecanlandım ama bu yaşadıklarımın hayatımı ne kadar etkilediğini geri dönüp baktığımda daha iyi fark ediyorum.

11

Mezuniyet koleksiyonundan sonra hazırladığın parçalar, ilk koleksiyona kıyasla giyilebilir mantığına daha çok uyuyor. İlk koleksiyonum satış amacından tamamen uzaktı, yeni koleksiyonlarda en az üç-dört parça asla giyilemeyecek şeyler yapıp kendimi tatmin etmek istiyorum. Koleksiyonun geri kalanını tabii ki kendi tarzımdan ödün vermeden, yani bence giyilebilir kıyafetlerden oluşan parçalarla oluşturmak tek amacım. Bu sezon koleksiyonda baştan aşağı piton derisinden oluşan bir elbise var. Hem çok pahalı, hem de giyilebilir değil, ama bunu yapmak istiyorum. Çünkü var olan modelleri kendi filtremden geçirip yeni baştan yaratmayı seviyorum.

12

Dikiş nakış işleriyle haşır neşirsin, Erkin Koray dinliyorsun, Instagram’ın Türk Bayrağı’yla dolup taşıyor, resmen Türk kültürünü Kiss ile tek bir potada eritmişsin de Londra’ya taşımışsın gibi bir durum söz konusu. Bu memleket sevgisi nereden geliyor? Türklere has bir durum var bence, ne ülkeden tamamen gidebiliyoruz ne de gittiğimiz yere tamamen bağlı olabiliyoruz. Türkiye’ye gideceğim zamanlarda sürekli kendime ‘orada ne yapacağım, istediğim hiçbir şeyi giyemeyeceğim’ diye düşünüyorum. Sokakta giydiklerimden ve saçımdan dolayı sürekli laf yiyorum. Ve oradayken nasıl olacak da Londra’ya geri geleceğim diye düşünüyorum. Londra’ya taşındığımdan beri ne İngiliz’im ne de Türk’üm. Bu arada kalmışlık yaptığım işlere ve günlük hayatıma yansıyor. Türk oluşumu, damarlarımda akan kanı, DNA’mı değiştiremem ve bununla yaşamayı öğrenmeliyim, bu yüzden Türk kültürünü buraya entegre ettim. Öyle ki, stüdyoda akşam 7’den sonra herkes gittiğinde televizyonu açıp, karşısında boncuk işleyip Vatanım Sensin’i izliyorum, bir de hüngür hüngür ağlıyorum. Her şeyi geçtim, hem insanların Türkiye’ye ve Türklere olan bakış açısını değiştirmek hem de bizim de güzel bir şeyler yapabildiğimizi göstermek istiyorum.

13


125


126


127


128


Türkiye’deki kumaşçılar ve desenciler önlerine böylesi sıradışı çizimler geldiğinde neye uğradıklarını şaşırmıyorlar mı? Ah, şaşırmazlar mı. Yanlarına en normal kıyafetlerimi giyip gidiyorum, kendimi, tasarımlarımı anlatıyorum ama bana mısın demiyorlar, yine de garipsiyorlar beni. Saçlarım kırmızı, her yerim dövmeli, garip garip bakıyorlar. Laleli, Zeytinburnu, Merter gibi yerlere gidiyorum ve insanların gözünde ben küçük, kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışan modacı kız oluveriyorum. İş bilmediğimi düşünüyorlar ve Türkiye’deki kumaşçılar benim istediğimi yapmıyorlar. Mesela bir ceket götürüyorum, kollarının yırtık gibi görünmesi, ve dikişlerin pis olması lazım, yani manşetlerden iplikler sarkacak. Bunu asla anlamıyorlar ve kendi istedikleri gibi yapıp o dikişleri tamamlayıp ortaya saçma bir iş çıkarıyorlar.

15

Ülkenin gidişatına göre yerdiğin de pek çok şey var, kadına şiddet ve tecavüz bunlardan başlıcaları. Moda tasarımı bu durumu nasıl ele alabilir, mantıklı bir açıklaması var mı? İnsanların eleştirmek istediği konulara doğrudan gönderme yaptığı etkinliklerden nefret ediyorum. Türkiye’de Gezi olayları yaşandı, millet gaz maskelerini aksesuar olarak kullanıp defile düzenledi. Bu kadar basite kaçmak yerine araştırmak yapmak ve vermek istediğin mesajı daha soyut bir bakış açısına indirgemek lazım. Kurgunun arkasındaki düşünce her şeyin başında geliyor. Bu yüzden benim aklımda bu koleksiyonu hazırlarken sadece kadın vücudu, kadının tenine değen şeyler, iç çamaşırları, dövmeler, yaralar ve kadının nasıl sınırlandırıldığı vardı. Örneğin, en son koleksiyonda kırmızı bir takım elbise var. Araştırma yaparken, Shakespeare’in yaşadığı dönemde, halk ayıp olduğunu düşündüğü için kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğunu öğrendim. Bu yüzden erkekler kadın kıyafeti giyerek kadınların oynayacağı rolleri oynuyormuş. Ben de buradan hareketle bu kırmızı takımı bir erkeğe giydirdim. Kafamda bunun gibi pek çok kurgu vardı, çocuk gelinler, kadınların öldürülmesi ve daha bir sürü şey... Haliyle, koleksiyona hakim olan renk kırmızı oldu. Koleksiyonuma bakan birisi, gelip de burada Shakespeare’den bahsediliyor, burada çocuk gelinlerden dem vuruluyor diyemez, işin güzel tarafı da bu. Göze sokulan her şey, basit olmaya mahkum.

14

Günün sonunda işin içinde adın ve soyadın var, büyük harflerle yazmaktan çekinmiyorsun... Benim ismim çok garip. Dilara yine bir derece Avrupai sayılabilir ama Fındıkoğlu’nu kimse okuyamıyor ve bu çok hoşuma gidiyor. Hatta etrafımdaki birkaç Türk, neden sadece adımı kullanarak bir marka yaratmadığımı sordu. Ama birisi beni takip ediyorsa ve benim tasarımlarımı almak istiyorsa, adımı da soyadımı da seve seve öğrenecek, yapacak bir şey yok. İlginç olan her zaman daha çok ilgi çekiyor, benim adım Mary Williams olsaydı belki de çok sıradan bir markam olacaktı. Bu yüzden aklıma gelen her yere adımı yazmaya çalışıyorum, bu, kendimi çok iyi hissetmemi sağlıyor.

16

129


130


131


132


133


DANCE WITH LEE

BATUR BÜKLÜ

Prodüksiyon:

an original idea by CO for Lee Röportaj:

Linda Kocabıyık Fotoğraflar:

Mustafa Nurdoğdu Jr. Moda Editörü:

Tuğçe Bahçıvangil Saç:

Levent Arslan/ Makas, Erdem Gül Makyaj:

Akın Sert

BU BİR İLANDIR

Üzerindeki Lee ile kendini nasıl hissediyorsun? Özgür. Hem şık hem de esnek olduğu ve benim stilimi yansıttığı için çok rahatım. Hayatın hareket üzerine kurulu. En hareketsiz günün nasıl geçiyor? Spor yaparak. İşin ve tutkun vücudunla direkt bağlantılı. Sakatlıklarla nasıl başa çıkıyorsun? Benim mesleğimde sakatlıklar bir kuşun kanadının kırılmasına benzer. Herhangi bir sakatlık geçirdiğinde uzun süre hareketsiz kalmayı ne derece başarabiliyorsun? Hareketsiz kalmak kesinlikle çok büyük bir sabır gerektiriyor, bu nedenle, öyle durumlarda mümkün olduğunca sakin olmaya çalışıyorum. İyi şeyler düşünerek, gelecek için plan yapıyorum. Dansta hala ustalaşamadığını düşündüğün, seni zorlayan bir poz var mı? Dans bana her gün yepyeni şeyler sunuyor, zorlanıp başarmak ise bu işin tartışmasız en keyifli kısmı. Haftanın kaç saatini dans ederek geçiyorsun? Sakatlığım olmadığı sürece, stüdyoda haftada 32 saatten fazla zaman geçiriyorum. 134


DANCE WITH LEE

BUSE & MERT

Çift olarak dans etmenin en zor yanı ne? BUSE ERCAN: Arkadaşınıza davranamayacağınız şekilde eşinize davranabiliyorsunuz ve bu her zaman olumlu yönde olmuyor... Birbirinizi ne kadar eleştiriyorsunuz? MERT ÖZTEKİN: Birbirimizi bir yerlere taşımak adına eleştiriyoruz. Bizim için eleştiri daha iyiye ulaşmak için bir araç. Ama bunun dozunu ayarlayamadığımız zamanlar da oluyor tabii. Günde kaç saat beraber dans ediyorsunuz? M: Günde 4-6 saat arası aktif olarak çalışıyoruz. Bu süre 10-12 saate kadar çıkabiliyor. Kıskandığınız bir dansçı/ koreograf? M: Özkan Çuhalı ve şu an beraber dans ettiğim Emre Olcay. Çok farklı beden kaliteleri ve algıları var. Sahnede kıyafetlerinizin birbiriyle uyumlu olmasına özen gösteriyor musunuz? B: Kendi projelerimizi yaptığımızda, yaptığımız işin gerektirdiği şekilde bir kostüm tasarlamaya ya da uygun kıyafetleri edinmeye çalışıyoruz. Üzerinizdeki Lee ile kendinizi nasıl hissediyorsunuz? M: Rahat ve güçlü. 135


DANCE WITH LEE

OLIVER SPENCE

Dansta mükemmeliyet mümkün mü? Sanatın hiçbir dalında mükemmellik mümkün değil. Mükemmele ulaşmak için yapılan ağır çalışmalarla kaliteli işler çıkartmaya çalışıyoruz. Sahnede yapılan hata ne derece toparlanabilir? Bale, en hata kaldırmaz sahne sanatı. Belki solo danslarda hatayı toparlamak daha mümkün olabilir ama partnerinizle ya da grup olarak dans ettiğinizde yaptığınız hata ciddi kaza ve sakatlıklara yol açabilir. Haftada kaç saat dans ediyorsun? Yoğun sezon zamanında haftada altı gün ve günde 6-8 saat çalışmalarımız oluyor. Dans ederken sergilediğin tavır, günlük hayattaki karakterinden nasıl ayrışıyor? Sahnede normal hayattakine kıyasla daha özgüvenliyim. Bir role hazırlanırken, hayatım ve davranışlarım da ister istemez etkileniyor. Özellikle akşam temsilimin olduğu gün içerisinde dans edeceğim karaktere paralel davranışlar sergileyebiliyorum. Üzerindeki Lee sana kendini nasıl hissettiriyor? Birlikte epey bir hareket ettik. Hem çok rahattı, hem de üzerimde iyi durdu. 136


DANCE WITH LEE

ÖZGECAN T. MANOĞLU

Dans mı yoksa yoga mı hayatında daha baskın? İkisinin aynı nehrin iki kolu gibi olduğuna inanıyorum. Ayrılmıyorlar. Tam tersine bütünleşiyorlar. Favori dans hareketin hangisi? Bunu hiç düşünmemiştim ama galiba kendi eksenimde ve alanda daireler çizerek dönmek hoşuma gidiyor. En hareketsiz günün nasıl geçiyor? Bir sunum veya çeviri hazırlıyorsam bilgisayar başında oturarak geçiyor ama kendimi arada sırada sandalyeden kalkıp masanın başında belimi, omuzlarımı rahatlatacak şeyler yaparken buluyorum. 2017’yle ilgili seni en çok ne heyecanlandırıyor? Yoga Journal Türkiye ile geliştirdiğimiz proje. Bu projenin çalışmalarını seyahate çıkmadan önce hızlandırmak istiyorum. Sonra bir kez daha doğada kamp yapmak istiyorum. Güneşin doğuşunu izlemek, ateş yakıp, telefon çekmeyen bir yerde sevgilimle ve köpeğimizle yıldızların altında uyumak... Üzerindeki Lee ile en cesur hareketin ne olurdu? Sanırım çekimdeki gibi barın üzerine çıkıp dans etmek olurdu. 137


Bu sayfaya baktığınızda, günlük koşuşturmacanızın ve alışkanlık haline getirdiğiniz rutinlerin içinde kendinizi rahat hissettiğiniz bir noktada durmanız gerekiyor, en azından biz öyle hayal ediyoruz. Hayatın karmaşasını göz ardı etmelisiniz, zira önünüzdeki Caffè Nero’dan ustalıkla hazırlanmış mükemmel Flat White, geri kalan her şeyden rol çalıyor.

IL PERFETTO FLAT WHITE

Prodüksiyon:

an original idea by CO for Caffè Nero Fotoğraflar:

Haldun Kırkbir Hazırlayan:

BU BİR İLANDIR

Yağız Pekkaya

138


“Mükemmel bir fincan kahve içmeye ve kruvasan yemeye bayılıyorum. Sadece bir fincan.” Marcus Samuelsson

139


“Mükemmellik uyumsuzlukla birlikte var olabilir.” Goethe

140


“Kahve yapmak için mutfağa giderim, tonlarca kahve için. Zengin, güçlü, acı, sıcak, amansız ve baştan çıkarıcı. Yorgun bir insanın yaşam kanı.” Raymond Chandler, Uzun Veda 141


“Bir sürü şey yapmak istiyoruz; iyi durumda değiliz. Uykumuzu alamadık. Bir parça depresifiz. Neyse ki kahve bütün bu dertleri küçük bir fincanla çözer.” Jerry Seinfeld 142


“Bir kere güzel bir kahve içtiyseniz bir daha asla geri dönemezsiniz.” Hugh Laurie

143


Onu belki yer aldığı dizilerden, belki de tiyatro oyunlarından tanıyorsunuz. Göz aşinalığınızı değiştirmek için kendisiyle bir araya geliyoruz. Yaptığımız çekimi, başrollerinden birini üstlendiği ve henüz etki alanından çıkamadığı, Yeşim Ustaoğlu filmi Tereddüt üzerine sohbetimiz takip ediyor.

Röportaj:

Murat Emir Eren Fotoğraflar:

Gökhan Polat

144

FUNDA ERYİĞİT


Oyuncu olmak istediğine karar verdiğin günkü motivasyonuna baktığında, mevcut şartlar altında bu motivasyonu korumakta zorlandığın oluyor mu? O günlerle bugün arasında pek çok fark var. Eskiden sadece kuvvetli bir oyunculuk arzum vardı, sonraları bir şey üretmenin sadece buna bağlı olmadığını gördüm. Konservatuarda öğrenciyken Serbest Bölge adında bir tiyatro ekibi kurmuştuk; ilk kez o dönemde, oyun çıkarmaktan, sahne bulmaya, kira ödemeye, dekor taşımaya kadar maddi manevi bir sürü zorlukla karşı karşıya kalmıştık. Verdiğimiz emeğin karşılığının ne olduğu, neden oyun yaptığımız gibi pek çok şeyi sorguladığımızı hatırlıyorum. Akabinde televizyon için iş yapmanın zorlukları geldi, ki işin o tarafında acımasız para kuralları işliyor. Tüm bunlarla birlikte motivasyonumu ilk günkü gibi tutmak elbette zor. Zira her tıkandığımda bu işi neden yaptığımı kendime yeniden soruyorum. Cevap bana güç verdiği, beni yenilediği sürece motivasyonumun da kuvvetlendiğini söyleyebilirim.

Filmde farklı sınıflardan gelen iki kadının yaşadıklarını birbirine paralel olarak gözlemliyoruz. Canlandırdığın Şehnaz, nispeten daha aşina olabileceğin bir çevreden geliyor. Böyle durumlarda, karakteri oluştururken kişisel deneyiminle onun yaşamış olabilecekleri arasındaki sınırı nasıl belirliyorsun? Oynadığım karakterin derdi, onunla vakit geçirmeye başladıktan sonra benim de derdim oluyor. Zaman geçtikçe bu dert, bana kendi hayatıma dair de bir şeyler söylüyor. Oyunculuğun beni iyi eden taraflarından biri olarak istiyorum ki, bu dert başkalarına da bir şeyler söylesin. Ama bahsettiğin sınır kesinlikle gerekli. En nihayetinde oynarken kendi reaksiyonlarımı değil, karakterin reaksiyonlarını vermem gerek. Kendimi değil, bir insanı anlatmak istiyorum. Kendime değil, ona odaklanarak bu sınırı korumaya çalışıyorum, onun eylemlerine bakıyorum. Kişisel deneyimimi ortaya koyduğumda karakteri anlamaktan uzaklaştığım anlar oluyor; davranışlarının nedenini sorguluyorum. Oysa, karakterin eylemini baştan sorgulamak yerine, onu kabul edip ilerlediğimde hem karaktere hem hayata bakışımın genişlediğini fark ediyorum. Kendi deneyimlerimle birleştiği yerler o zaman ortaya çıkmaya başlıyor.

4

1

Bilhassa sinema projelerini titizlikle seçtiğini söylüyorsun. Tereddüt’te seni kendisine çeken ve en çok etkileyen ne oldu? Yeşim çalışmak istediğim bir yönetmendi. Senaryoyu okuduğumda da Şehnaz karakterinden çok etkilendim. Kimi yerlerde bana dokunan dertleri, kimi yerlerde de beni korkutan tarafları vardı ama merakım daha ağır bastı.

2

Bu kadar etkilendiğin bir karaktere hazırlık süreci nasıl geçti peki? Çekime başlamadan önce prova sürecinde çoğu şeyi kafamızda oturtmuştuk. Bütününde Şehnaz’ın davranışları, eşiyle kurduğu ilişki üzerine çok düşündüm tabii ama özel olarak benimsemem ve çalışmam gereken bir doktorluk hali de vardı. Çapa Tıp Fakültesi’nde Arşaluys Kayır’la vakit geçirdim. Onun yönetiminde sürdürülen, vajinismuslu kadınlar için bir terapi grubu vardı, ona katıldım. Hastalara yaklaşımını, nasıl yönlendirdiğini, güven ilişkisini gözlemledim. Banu Aslantaş ve Dilek Güntepe, Ecem Uzun’la yaptığımız provalarda yanımızdaydı, onlardan çok destek aldım.

3

145


Sokakta ve sanal dünyada, politik anlamda büyük bir kutuplaşma söz konusu. Kadınların problemleri de bu kutuplaşmanın en önemli noktasında duruyor. Filmin bu konuda umudu kadınlara yükleyen bir tarafı da var. Üretmeye devam ettikçe ve derdimizi ortaya koydukça her zaman umut var. Reha Erdem geçenlerde bir söyleşide, filminin umutlu mu yoksa karanlık bir tarafta mı durduğu sorusuna, bir film göstermenin başlı başına bir umut olduğuna dair bir cevap vermişti. Bir kalabalığın içinde, hep birlikte bir şeye bakıyoruz, izliyoruz, duygulanıyoruz, düşünüyoruz, beğeniyoruz, beğenmiyoruz... Ürettikçe ve paylaştıkça bir yol inşa ediliyor.

5

146

Ülkede Elmas’ın ve Şehnaz’ın hikayesini paylaşacak binlerce kadın yaşıyor. Senin gözlemlediğin ve müdahale edebildiğin benzer bir durum oldu mu? Oldu tabii. Arkadaşlarımla, gece geç bir saatte, kaldırıma oturmuş yarı çıplak bir kadının kendi kendine yarım yamalak bir şeyler sayıkladığını gördük. Akli dengesinin yerinde olmadığını düşündük. Ama şu an tam tarif edemediğim tuhaf bir hisle kadına yakın bir yerde kalmak istedim. Arkadaşlardan bir kısmı ayrıldı, bir kısmı benimle kaldı. Fazla göz dikmeden kadını ve hareketlerini izliyordum. Birden bir araba kadının önünde durdu, içinden üç adam çıktı ve kadını zorla arabaya bindirmeye çalıştılar, hemen müdahale ettik. Kadın direnmeye çalışıyordu. “İğne saplıyorlar.” diye bağırıyordu, kendine vuruyordu. Kendinde değildi. Hemen polis çağırdık. Adamlar kadın için akli dengesi yerinde değil, arkadaşımız, hastaneye götüreceğiz gibi şeyler geveledi. Kadın, polisle birlikte hastaneye gitti, adamlar da peşinden... Adamlardan kaçmış mıydı, zorla uyuşturucu mu veriyorlardı, artık nasıl bir hikayesi vardı, sonrasında ne oldu bilemiyorum. Etkisinden uzun süre çıkamadım. Rolüme direkt bir etkisi oldu diyemem ama genel olarak edindiğim tecrübelerin toplamının oynadığım rollere etkisi olduğunu düşünüyorum.

7

Şehnaz, kapkaranlık bir hayattan çıkıp gelen Elmas’ın bir hasta olarak yaşamına dahil olmasıyla mı bazı şeylerin farkına varıyor? Oynarken de cevabını veremedim bu sorunun, şimdi de veremiyorum. Cevabı bilmek istiyor muyum diye sorarsan, onu da bilmiyorum.

6


147


8

Filmde fiziksel olarak bir oyuncuyu zorlayabilecek sahneler var. Bu zorluğu nasıl

aştın? Sete çıkmadan, sahnelerin hissinin ne olacağına dair konuştuk ve provalar yaptık ama sahneler daha çok setin kendi koşullarında şekillendi. Bu sahneler için daha küçük bir ekip vardı, daha sakin ve daha sessiz bir set kuruldu. Tereddüt öncesinde favori Yeşim Ustaoğlu filmin hangisiydi? Güneşe Yolculuk.

9

10

Filmin yurtdışındaki gösterimlerinde aldığınız tepkiler tatmin edici

oldu mu? Seyircilerden de eleştirmenlerden de iyi tepkiler aldık. Seyircinin hikayeden çok etkilendiğini gördük. Bu hikayenin nasıl çıktığını, hazırlık sürecini, karakterleri sordular... Filmin Türkiye’de nasıl reaksiyon alacağını merak edenler de oldu.

148

Tiyatrodaki her an yeni bir şey yaratma hürriyetiyle sinemadaki teslimiyeti birbiriyle kıyasladığında senin için hangisine uyum sağlamak daha kolay? Tiyatronun tamamlanma süresi, sinemanınkinden daha uzun. Uzun bir süreçte tekrar tekrar oynuyorsunuz, oynadıkça yeni şeyler keşfediyorsunuz. Oyun ortaya çıktıktan sonra yeniden üzerinden geçip değişiklik yapılabiliyor. Ama sinema her şeyden önce yönetmenin işi. Set bittikten sonra ortada tamamen onun şekillendireceği bir malzeme oluyor. Tereddüt’ün son sahnesi bittiğinde, Yeşim’e, en baştan bir daha başlamak istediğimi söyledim. İkinciden sonra üçüncüyü, dördüncüyü de isteyecektim herhalde. Anlamak bitmediği sürece işi bitirmek de istemiyorsun, değişik bir his. Ama tiyatronun oynamaya devam etmek gibi bir büyüsü varsa, sinemanın da izlemek gibi bir büyüsü var. Ortaya çıkan şeyde, oynadığımın çok dışında, başka yeni anlamlar görüyorum, oynarken göremeyeceğim şeyleri keşfediyorum. Tereddüt’ü izlediğimde de bunları görmek bana çok iyi hissettirdi.

11

Kariyerinle ilgili dönüm noktası deyince aklına ne geliyor? Devlet Tiyatrosu’nda oynadığım Sessizlik oyunu.

12

Peki bu projeye başlarken bu kadar önemli olacağını hissetmiş miydin? O sırada hissettim diyemem. İçinde yer aldığım projelerde, sonrasını önceden göremiyorum, sanırım görmeyi reddediyorum. Bu yüzden, bu oyun benim için dönüm noktası olacak gibi bir motivasyonum hiç olmadı. Sonuçla değil, süreçle ilgilenmeyi seviyorum.

13


149


Soldan saÄ&#x;a: Scottie Pippen, Bobbito Garcia, Aaron Cooper 150


Tanıdığımız Dubai’nin 50 yaşındaki şehir kültürü, genç duruşu sayesinde farklı seslerin tek bir çatı altında toplanmasına fırsat sağlıyor. Hal böyle olunca, son altı senedir sneaker, moda, tasarım ve alternatif kültürleri aynı platforma taşıyan Sole DXB, sneaker’a BİR SNEAKER tutkuyla bağlı NE ANLATIR? olanların bir araya geldiği bir festivale dönüşmüş durumda. Nike’ın festival alanında lanse ettiği, basketbolun geçmişi, bugünü ve geleceğini tanımlayan 12 Soles*’u fırsat bilip, Dubai’de yükselen sneaker kültürünü yerinde gözlemliyoruz. Röportaj ve Yazı:

Ali Tünay

Fotoğraflar:

Aron Suveg & David Kominek

151


Dubai bir yönüyle uçsuz bucaksız bir şantiyeyi andırıyor. Gökyüzüne uzanan binanlar havaalanından şehir merkezine kadar yol boyunca size eşlik ediyor. Biten binaların bir kısmı kullanımda. Bazıları ise bomboş. Bir gün mutlaka dolacakları varsayılıyor. Merkeze yaklaştıkça şehir gözünüze daha derli toplu, temiz ve tabii lüks gelmeye başlıyor. Aslında tam da bu sırada Dubai’nin gerçek yüzüyle tanışmaya başlıyorsunuz. Alışveriş merkezleri, büyük oteller, rezidanslar ve her köşe başından çıkan lüks arabalar... Kuşkusuz, bunların ötesinde, daha derinde, alternatif bir kültür üretiliyor. Zira istediğiniz kadar planlayın, kaynağı ne olursa olsun ticaretle ticaretle zenginleşen liman şehirlerinin tarih boyunca kendine has dinamikleri olmuştur. 1966 yılında petrolün bulunmasıyla, az gelişmiş liman kenti Dubai, bugün petrolle beslenirken, üstüne turizm, finans ve tabii lüks tüketim sektörünü ekliyor.

Nike’ın en önemli tasarımcılarından Aaron Cooper, spor ayakkabı kültürünün büyük ismi Bobbito Garcia ve basketbol

Bu yazının amacı Dubai projesinin ne kadar sürdürülebilir olduğu sorusuna cevap vermek değil. Aksine, uzaktan yapay gözüken bir şehrin bile kendine has dinamikleri nasıl harekete geçirdiğini anlatmak ve tam da bu nedenle Ortadoğu’nun en büyük spor ayakkabı festivali olan Sole DXB 2016. Bu sene beşincisi yapılan festival, mevcudiyetini ‘sneaker culture’ yani spor ayakkabı kültürüne borçlu. Sole DXB bu kültürden beslenerek, her geçen sene büyüyen ve dev spor markalarının görünürlüklerini artırdığı ciddi bir organizasyon. Bunun en büyük kanıtı ise fuarı yerinde görmeye gelen spor ayakkabı camiasının önemli isimleri. Nike’ın en önemli tasarımcılarından Aaron Cooper, spor ayakkabı kültürünü ilk defa kayıtlara geçirmeye başlayan Bobbito Garcia ve tabii ki basketbol tarihinin gördüğü en önemli isimlerden biri olan ve Nike’ın marka elçisi Scottie Pippen da bizimle birlikte Dubai’de. Bobbito Garcia Sole DXB’e ilk defa geçen sene davet edildiğini ve dünyanın farklı yerlerinde katıldığı festivallere göre yükselen ve farklı bir kültürle karşılaştığını söylüyor. Sole DXB’nin kapsayıcı ve yenilikçi bir programa sahip olduğunu da sözlerine ekliyor. Haksız da sayılmaz, zira Sole DXB spor ayakkabı, basketbol, müzik ve gastronomiyi doğru şekilde harmanlayan bir festival. Bobbito Garcia’nın sokak basketbolu ve profesyonel basketbol geçmişi var. Aynı zamanda 90’ların en önemli hip-hop DJ’lerinden. Ancak daha da önemlisi spor ayakkabı kültürüyle ilgili ilk kitabı yazmış ve ilk belgeseli çekmiş olması. Bizlere, aşamalı olarak, 60’lardan bu yana spor ayakkabı dünyasında nelerin, nasıl değiştiğini vurguluyor. Özellikle basketbolun popülerleşmesi ve tabii ki küreselleşmesiyle spor ayakkabı kültürünün de alanını genişlettiğini anlatıyor. Böylece, basketbolun başkenti olan New York, spor ayakkabının 152

da başkenti oluyor. Zira sokakta takılan bir gencin hayranlıkla baktığı insan, çoğunlukla, hayranlık duyduğu bir basketbolcu oluyor. İşte bu nedenle sporcuların giydiği ayakkabılara sahip olmak isteyen gençlerin tohumlarını ektiği bir kültür yeşeriyor. Bobbito bütün bunları heyecanla anlatıyor ve bu kültürün ilk tarihçisi olduğunun altını sürekli çiziyor. Ancak kendisini kesinlikle bir koleksiyoncu olarak görmüyor. Ona göre “spor ayakkabı kültüründe koleksiyoncular, giymek amaçlı değil, tasarım ve sanat amaçlı ayakkabı koleksiyonu yapıyorlar.” Ve ekliyor: “Bu kafa yapısını anlıyorum, bence değerli bir şey ama ben ayakkabı biriktirmiyorum.”

tarihinin efsanelerinden Scottie Pippen geçen hafta Dubai’deydi.

Spor ayakkabı kültürünün kült kitabı “Where’d You Get Those?”un da yazarı olan Bobbito’ya kitabında değiştirmek istediğin şeyler var mı diye sorduğumuzda ise biraz mağrur bir tavırla yanıtlıyor: “Ben bu sektörün karanlık çağını anlattım. Ancak şu anda bu kültürün en iyi dönemindeyiz. Daha fazla marka, model ve yeni ayakkabılara erişim var. Adına ‘sneaker media’ diyebileceğimiz bir şey var artık. Son 10 senede bile muazzam değişiklikler oldu.” Tabii laf arasında bu değişikliklerde kitabının büyük katkısı olduğunu söylemeden edemiyor. Konu dönüp dolaşıp tasarımına katkıda bulunduğunu favori ayakkabısına geliyor. Cevabı Air Force 25th Year Edition. Bobbito Garcia meşhur bir basketbolcu veya büyük bir müzik yıldızı olmadığı için bu kültür içindeki rolünden gurur duyduğu kadar ona gösterilen ilgiden minnettar bir izlenim veriyor. Neden Air Force One 25th Year Edition favori tasarımı diye sorduğumuzda ise cevabı çok net: “Nike’ın benim kabiliyetimi ve katkımı fark etmiş olması çok önemliydi. Air Force One’ın tasarımında çalışmak benim için bir ödüldü.” Dubai’deki ikinci günümüzde Aaron Cooper’la bir araya geliyoruz. Kendisi spor ayakkabı tarihinin en önemli tasarımcılarından biri olarak, tasarım süreçlerini ve büyük sporcularla başarılı şekilde işleyen işbirliklerini anlatıyor. Serena Williams’ın 2014 yılında Wimbledon’a damga vuran beyaz ayakkabılarını tasarlarken oyuncuyla yakaladığı sağlam ilişkinin ayakkabının doğasına nasıl yansıdığı hepimiz için ilgi çekici. Cooper’a göre tasarım, sanat ve bilimin semiyotik ilişkisinden ibaret. Kendisiyle baş başa kalıp konuştuğumuzda ise onu hayatının içine sokan sporcularla her zaman başarılı işbirlikleri yaptığını anlatıyor. Bu anlamda Serena Williams’ın yanı sıra en önemli örneği ise Scottie Pippen’la kurduğu dostluk ve bu dostluğun sonucunda çıkan başarılı tasarımlar. Tasarım sürecinde sporculardan ne beklediğini sorduğumuzda yüksek sesle düşünmeleri gerektiğini söylüyor. Ve ekliyor “Kendilerini açıkça ifade edemedikleri zaman, bilmem gereken en önemli şeyler filtreye takılıyor.” Tasarımla-


rında saha dışında sporcuların günlük yaşamlarına dair unsurları da kullanan Cooper, Serena Williams’ın çizgi roman merakından nasıl esinlendiğini ya da Scottie Pippen’la çalışırken onun arabalarından bile ilham aldığını anlatıyor. Nike’ın senior tasarımcısı, tasarımlarındaki amacını ise şöyle dile getiriyor: “Bütün Nike ayakkabılarını bir yere toparlasak ve üzerindeki logoları çıkarsak, odaya giren insanların basketbol, koşu, tenis ve futbol ayakkabılarını ayırt etmelerini ve hatta hangilerinin Pippen’a, Lebron’a, Kobe’ye, Serena’ya ve Ronaldo’ya ait olduğunu tahmin edebilmelerini isterim. Çünkü yapmaya çalıştığımız şey karakterlerini tasarımların içine olabildiğince yansıtabilmek.”

Sahip olduğu zenginliği kendine

Yoğun bir günün sonunda, tam da Cooper’ın bahsettiği şekilde, sahadaki karakteri ve günlük zevkleri ayakkabı tasarımlarına yansımış büyük bir yıldızla konuşma fırsatımız oluyor. Scottie Pippen, giydiği ayakkabıların hayranları tarafından sevilmesini umursadığını ve bu yolla olabildiğince fazla insana ulaşmaya çalıştığını söylüyor. Basketbol oynarken ayakkabılarının performans ve estetik boyutunu her zaman eşit derece önemsemiş. 50 yaşına gelmesine rağmen basketbol sporu içerisinde

has bir kültüre dönüştürmeye başlayan Dubai ortak bir dil kurmanın heyecanını

sahip olduğu otoritenin ona ne ifade ettiğini sorduğumuzda ise kendisine olan güvenini koruduğunu ama hiçbir zaman geçmişte yaşamadığını söylüyor. Şöyle düşünebilirsiniz, Dubai’de spor ayakkabı kültürüne dair konuştuklarımız, doğru insanları bulduğumuz takdirde dünyanın her yerinde konuşulabilir. Tam da bu nedenle, son olarak aklımızda bu şehirde sporun, basketbolun ve spor ayakkabı kültürünün nasıl yaşandığı var. Arabalara atlayarak kendimizi şehrin biraz kıyısında Filipinli göçmen çocuklarının basketbol oynadığı bir sahada buluyoruz. Hava sıcak, sahadaki çocuklar karşılarında bir anda Scottie Pippen’ını buluyorlar. Yaşanan heyecan dalgasının sonunda Pippen gözetimindeki antrenman başlıyor. O sahada, aynı akşam festival alanında göreceğimiz Dubai’nin üst sınıfına ait gençler yok. Dubai’ye dışarıdan gelmiş göçmen çocuklar heyecanlı ve vakur bir şekilde NBA’nin en büyük yıldızlarından birine kendilerini beğendirmeye çalışıyorlar. Unutulmayacak bir gün. Hem onlar için, hem de bizler için...

yaşıyor.

*12 Soles, 3 Aralık’tan itibaren nike.com’da.

153


O, haklı olarak, klişelerden sıyrılmak istiyor ve “İranlı kadın mimar” şeklinde anılmak istemiyor. Ortağıyla beraber tasarladığı Tabiat Köprüsü’yle İran’ın en büyük parklarından birine eli değen ve 2016 Aga Khan Ödülü’nü kazanan Leila Araghian, farklı coğrafyalarda ve hatta farklı yüzyıllarda benzer tasarım prensiplerinin geçerli olabileceğini vurguluyor.

Röportaj:

Nevşin Mengü Fotoğraf:

Alina Negoita

154

LEILA ARAGHIAN


1

4

Bize parkların ve kamusal alanın İranlıların günlük hayatındaki yerini anlatır

mısınız? İran veya İranlılar başka bir gezegenden gelmiyorlar. Parklar ve kamusal alanlar nasıl dünyanın farklı yerlerinde güzel bir şeyse, İran’da da durum böyle. Bence genel olarak büyük şehirlerde yaşamak stresli bir şey ve günümüzün söylemi de bu yönde. Herhangi bir ülkeye ve şehre has değil. Bu aralar herkes kamusal alanların öneminden ve şehirlerimizin geçmiş yüzyılda arabalara göre tasarlandığından dem vuruyor ama artık yayalara uygun, bisiklet yollarının arttığından, kamusal alanların çoğaldığından ve böylece insanların, şehirlerin trafiğinden, hava kirliliğinden ve kaosundan kaçabileceğinden bahsediyor. Bu arada, ben parklar ve kamusal alanlar arasında fark olduğunu düşünüyorum. Çünkü bazen parkların toplumdan biraz daha kopuk olabildiğini görüyorum. Parklar insanların günlük yaşamından, kullandıkları günlük yollardan uzak kalabiliyor. Tahran’da çok fazla park var ama kamusal alan pek yok. Bence kamusal alanlar arasında yürüyebildiğiniz bir ağ olması gerekiyor ve bu ağın bütün şehri sarması gerekiyor. Tahran ve benzeri, arabalara göre planlanmış bütün şehirlerde yürünebilme sorununu çözmeliyiz ve yüksek kaliteli kamusal alan ihtiyacını karşılamalıyız.

İran mimarisinin tarihi yapıtlarından esinleniyor musun? Bu etkinin daha ziyade bilinçaltından meydana geldiğini söyleyebilirim. Tabiat Köprüsü’nü tasarlarken geleneksel formların hiçbirini taklit etmedik. Köprüyü insanların üzerinde zaman geçireceği bir yer olarak düşündük. Ancak sonra, çalışmalarımıza devam ederken Isfahan’daki Khajou Köprüsü’nün de tarihi olarak bir varış noktası olarak görüldüğünü hatırladık. Böylece Tabiat Köprüsü’nü yaparken aslında yeni bir şey söylemediğimizi fark ettik. 400 yıl önce söyleneni tekrar etmiştik. Bu durum bilinçaltında ortaya çıkıyor. Tamamen doğal bir şekilde.

İran’a karşı uygulanan yaptırımların tasarımlarınız üzerinde bir etkisi oldu mu? Örneğin Tabiat Köprüsü’nden bahsedersek tasarımı herhangi bir şekilde etkilemedi. Ancak tabii bazı şeyler yavaşladı. Bazı materyallerin satın alınması zor oldu ve fiyatları yukarı çekti ama tasarımın kendisini etkilemedi. Bu konuda söylemek istediğim asıl şey şu: Yaptırımlar sırasında çoğu ülke İran’ın adını duyduğu zaman korkuyordu ve bizimle iş yapmak istemiyordu. Ancak bizim gibi memran yapı sistemleri üzerinde çalışan bir şirket için bu iyi bir şeydi zira uluslararası rekabet korkusunu hiçbir zaman yaşamadık. Çoğu insan bana neden Dubai’deki projelerde çalışmadığımı soruyordu. Benim için bunu yapmanın bir anlamı yoktu. Dünyanın en büyük uluslararası şirketleri ile rekabet etmek mantıklı değil. Özellikle kendi ülkem ve pazarım varken. Ancak tabii ki İran olarak izole edildik. Dünyanın geri kalanından izole edilmemiz için bir çaba vardı. Açıktır ki bu çok mümkün değildi çünkü her zaman dünyayla olan bağımızı koruduk.

2

“İranlı kadın mimar” olarak anılmakla ilgili ne düşünüyorsun? Bu “İranlı kadın” söylemi komik çünkü hayatım boyunca zaten İranlı bir kadındım. Kuşkusuz her insanın cinsiyeti ve milliyeti var. Açıkçası, İranlı bir kadın olmanın bütün dünyada özel ve garip bir şey olmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Zaten İranlı bir kadın olmamak nasıl bir şeydir bilmiyorum. Bu dünyadaki herhangi bir insandan farkım olduğunu düşünmüyorum. Ne diyebilirim ki? Ben bir mimarım. Öğrencilerinin yüzde 80’i kadın olan bir üniversiteden mezun oldum. Sınıfımızda yedi-sekiz erkek vardı o kadar. İranlı olmanın başka bir ülkenin vatandaşı olmaktan farkı yok.

3

Bu köprünün mesajı nedir? Köprümüzün mesajı çok açık; yaşadığımız şehirlerde kaliteli alanlar her vatandaşın hakkı. Ücretsiz ve kapsayıcı, davet eden alanlardan bahsediyorum. Kaliteli şekilde inşa edilmiş yapılara sahip olmalıyız ve inşa edilmiş çevrelere olumlu bir katkıda bulunmalıyız. Kamusal alanlara önem vermeliyiz. Hem kendimiz, hem de yaşadığımız şehir için iyi duygular uyandıran, yayalara saygı duyan mekanlar üretmeliyiz. Bence bu vizyon sadece mimarlar ve şehir planlamacıları arasında değil yaşadıkları çevreye etki edebilen herkes için ortak olmalı. Her insan araba kullanmak yerine, bisiklet veya toplu taşımayı tercih ettiği zaman çevresindeki olumsuz koşulları azaltarak, kendisinin ve toplumun sağlına katkıda bulunduğun farkında olmalı. Genel olarak iyi bir şehir planlamasının insanların sağlığına olumlu etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Son olarak kadın veya erkek olmamım bir önemi olduğunu düşünmüyorum. Konuşmamız gereken önemli konular bunlar olmalı.

5

155


SOME WOMEN OF DOCUMENTARY

SİBEL MARY ŞAMLI

Hazırlayan:

Ayşecan İpek Fotoğraflar:

Gökhan Polat

2 “Holy Camel! A True Love Story”ye bir aşk hikayesi olarak bakmaya nasıl ve ne zaman karar verdin? Belgesel için araştırma yaptığımız sene yaklaşık dört beş tane deve güreşine gittik. O sene önceliğimiz devecilerle tanışmak ve popüler develeri takip etmekti. Türk insanının, özellikle Egelilerin develere olan hayranlığını, deveyi öpme ve onunla beraber sevinme isteğini başka hiçbir insan-hayvan ilişkisinde görmedim. Defalarca “deve çok büyük, sevgisi de o kadar büyük” sözüyle karşılaştık. Devenin kutsal bir hayvan olarak görülmesinin de katkısı var tabii ki. Jölesini önce kendi saçına sonra devesinin saçına sürüp şekil veren bile gördük.

1

156

Kendi hayatını belgelenmeye değer görüyor musun; senin hayatından nasıl bir belgesel

çıkardı? Hareketli bir belgesel olurdu. Bir gün Toros Dağları’nda Yörük çadırında yaşayan bir aileyle göç ederken, bir başka gün Zonguldak’ta salyangoz üretip Fransa’ya yollayan bir ailenin evine misafir olabiliyorum. Belki o anlamda bir sürü belgeselde edinilen bilgiyi, deneyimi, benim belgeselimi izleyerek tek seferde edinirdiniz. Etrafımdaki insanların her biri bir karakter, onlarla tanışmak da seyirci için eğlenceli olurdu diye düşünüyorum. Yazı yazma, günlük tutma huyum yok. Tatillere kamera götürmeyi, filme çekmeyi seviyorum ama kurgusunu yapmayı sevmiyorum, belki ileride zamanım olur, biraz eğlenirim.

Dışarıda bırakmak mı yoksa içeri dahil etmek mi daha zor? Dışarıda bırakmak. İnsan çekimler sırasında görüntüye yansımayan birçok şey yaşıyor, kamera arkasında kalanlar gibi düşünün. Alanda olup çekim sırasında hissettiğin mutluluk, heyecan, duygusal bağ ve zorlukları hatırlatan tek şey elindeki görüntü, o görüntüye yüklediğin anlam bazen ona fazla bağlanmana neden oluyor.

3

Bir deve seninle konuşabilecek olsaydı ona ilk olarak ne sormak isterdin? Doğada insanların olmadığı bir yerde, vahşi bir hayat yaşamaya özenip özenmediğini sorardım. Bir de şampiyon deve Çılgın Özer’e hayran olup olmadıklarını sorardım.

4


Yardımcı yönetmenliğini üstlendiğin Toñita’s’da bir kültür kesişmesini sahiplenen sıcak ve küçük bir mekandaydın. Çekimi 2013 senesinde UnionDocs belgesel merkezinde misafir sanatçıyken gerçekleştirdim. Filmi bir başka misafir sanatçı, Sebastian Diaz’la beraber yönettik. Davet edildiğimizde, programın teması UnionDocs’un da bulunduğu Güney Williamsburg mahallesiydi. Sebastian’la keşif yaparken Toñita’nın kulübüyle karşılaştık ve burada vakit geçirmeye başladık. Mekanın müdavimleri ve kulübün sahibi Toñita’yla kurduğumuz ilişki sonucunda çekimlere başladık. Her hafta sonunu kulüpte geçiriyor, dans sahnelerini çekiyorduk. Geri kalan vaktimizde de röportajlar gerçekleştiriyorduk. Bu insanların bize olan yakın davranışları ve hayatlarını açmaları mümkün olmasaydı belgeseli bitiremezdik.

1

SOME WOMEN OF DOCUMENTARY

BEYZA BOYACIOĞLU

Mixed media seni heyecanlandıran bir alan mı? Evet kesinlikle, farklı medya platformlarını karıştırarak iş üretmek beni heyecanlandırıyor. Şu an üzerinde çalıştığım Zeki Müren Hattı projesi buna iyi bir örnek. Bu proje, bir telefon numarası ve bir web deneyimi aracılığıyla, Türkiye’nin sanat güneşi ve aykırı efsanesine dair hatıralar ve mesajlar biriktiriyor ve benzersiz bir toplumsal hafıza alanı sunuyor. Mesaj bırakmak isteyenler 0212988-0208 numarasını arayarak arşive katkıda bulunabilirler. Bu mesajlar www.zekimurenhatti.com adresinin arşiv kısmında dinlenebiliyor. Hattı geçtiğimiz Ocak’tan beri yüzlerce kişi aradı. Web deneyimi ise geçtiğimiz hafta International Documentary Festival Amsterdam’ın interaktif belgesel kısmı DocLab’de prömiyerini gerçekleştirdi.

3

İşlerin insan hikayelerine ve davranışlarına odaklanıyor. İnsanı bugüne kadar gerçekleştirdiğin projelerin filtresinden geçirince onunla ilgili aklında ne kalıyor? Cömertliği. Projelerimde hep cömert insanlarla çalıştım. Bu, bana, iletişimin ve insanları dinlemenin önemini hatırlattı. Samimiyet, açık fikirlilik ve dürüstlükle yaklaşınca, çoğu kişinin hikayelerini paylaşmaya gönüllü olduğunu gördüm. Bu belki çok ilginç değil ama insanlara dair unuttuğumuz bir özellik diye düşünüyorum.

2

157


SOME WOMEN OF DOCUMENTARY

MELİSA ÜNERİ

Bir belgeseli izlenmeye değer kılan nedir? Belgeseller kendimizle ve başkalarıyla yüzleşmeye, dünyayla ilgili düşüncelerimizi yeniden tanımlamaya aracı olabiliyorlar. Ben aslında izlediğim her yeni filmi yeni bir deneyim olarak değerlendiriyorum; bende uyandırabileceği duyguları merak ediyorum.

1

İlk belgeselin Daddy’s Girl bir baba ve kızı arasındaki trajikomik ayrılık hikayesi olarak tanımlanıyor. Bu otobiyografik bir tanım mı? Evet, Daddy’s Girl benim kişisel hikayem. Filmi, 2012-2015 yılları arasında Finlandiya’da ve Türkiye’de çektim. Türkiye’yle tanışmamı ve babamla aramdaki sıradışı ilişkiyi anlatıyor.

2

158

Exeter Üniversitesi’nde Dramaturji ve Uzun Metraj Film üzerine yaptığın yüksek lisansı birincilikle bitirdin. Bu eğitimden yanına ne aldın? Yüksek lisans çok keyifli ve yoğun geçti. Muhteşem bir öğretmenimiz vardı, onun mottoları çok faydalıydı. Küçük bir gruptuk ve yazdığımız senaryolar, sahneler ya da diyaloglar üzerine tartışmalar olurdu. Çok fazla açıklama yapmaya başladığımızda, profesör araya girip sakin sakin “savunmayın, geliştirin” derdi. Film yaparken aklımda hep bu nasihat var. Lisansımı da aynı üniversitede Drama bölümünde yaptım ama öğrendiğim birçok şey fazla yüzeysel ve gereksiz geldi.

4

Belgesellerinde insanların mı yoksa kavramların mı altını çizmekten hoşlanıyorsun? Yapmak istediğim filmlerin konularını insanlar ya da kavramlar olarak ayırmak istemem. Bir yaratıcı belgeselde ya da kurmaca bir filmde en önemli şey, güçlü bir hikaye. Daha geleneksel olarak gördüğümüz, belli bir kavramı ya da olguyu inceleyen başarılı belgesellerin de her zaman dramatik bir hikayesi var. Beni çeken şey, her zaman hikaye oluyor.

3


SOME WOMEN OF DOCUMENTARY

AYŞE TOPRAK

Bu iki eylemin işlerindeki varlığından yola çıkarak sormak istiyoruz; taşınmak ve iltica etmek özellikle ilgini çeken konular mı? İnsanların mekan değiştirmesi, kimliklerini de önemli ölçüde etkiliyor. Her ne kadar taşınmak gönüllü bir süreci, iltica etmek ise zorunluluğu ifade ediyorsa da, sonuçta ikisi de değişimin bir parçası. Bir belgesel konusu seçerken benim için de değişim çok önemli. Bu bağlamda, taşınmak ve iltica etmek konuları ilgimi çekiyor.

1

Mr. Gay Syria’yı hiç izlememiş birine birkaç cümleyle nasıl anlatırdın? İstanbul ve Berlin’de geçen Mr. Gay Syria, hayatlarını yeniden kurmaya çalışan iki Suriyeli mültecinin hikayesini ele alıyor. Hussein, 24 yaşında bir berber. İki farklı yaşam arasında sıkışıp kalmış: İstanbul’un varoşlarında bir aile babası, özünde ise erkek arkadaşıyla yaşayan bir gay. Suriye’nin ilk LGBTI dergisini çıkaran Mahmoud, savaştan kaçıp Almanya’ya yerleşmiş. Birbirlerinden çok farklı ve uzakta yaşayan bu iki karakteri bir araya getiren delice bir fikir: Malta’daki uluslarası Mr. Gay World yarışmasına katılmak. Bunu becerebilirlerse, tarihte bir ilki gerçekleştirmiş olacaklar.

2

Antalya Film Festivali’nde Work In Progress kategorisinde birinci oldun, bu basamak seni ve işini nasıl etkiledi? Bu benim ilk uzun metraj filmim, ve birçok kez doğru adımlar atıp atmadığımı sorguladım. Antalya Film Forum’un uluslararası jürisinin benim projemi seçmesi, projemin uluslararası camiada bir geleceği olabileceğini bana tekrar hatırlattı. Tabii belgesellerin ve bu tür marjinal sayılabilecek konuların fonlamasının zor olduğu bir ülkede, Work in Progress ödülünü almak, belgeselimin post prodüksyonuna da ayrıca yardımcı oldu.

3

159


SOME WOMEN OF DOCUMENTARY

BURCU M. & VUSLAT K.

Belgesellerinizi kitlelerle bağdaştırma ihtiyacı içinde misiniz? BURCU MELEKOĞLU: Yönetmen olarak anlaşılmaktan ziyade, filmin alt metinlerini fazla anlaşılır kılarak izleyiciyle arasında mesafe yaratmaktan çekiniyorum aslında. Sinema deneyimiyle anlaşılmak birbirini dışlayan öğeler olarak görülmemeli. Kitlelere ulaşmak da anlaşılmaktan ziyade duygusal bir deneyim yaşatabilmekten geçiyor. VUSLAT KARAN: Dünya bizi o kadar minik minik parçalara böldü ve ayırdı, ve birbirimize ne kadar çok benzediğimizi bir daha hiç hatırlamayalım diye bizi birbirimizden o kadar habersiz bıraktı ki; genel olarak samimiyetle ve sahicilikle ilgili epeydir yükşelişte olan bir açlık var. Yaratıcı belgesel türünün kitlelerle buluşabilmesi de giderek daha önemli hale geliyor.

1

160

Yaptığınız işte kendi sorduğunuz sorulara cevap mı arıyorsunuz yoksa sessizce izlemeyi ve gördüklerinizi yansıtmayı mı tercih ediyorsunuz? BM: Sadece gördüklerin yansıtmak gibi bir yaklaşımın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir izleyici olarak filmin yönetmenlerinin, kameramanının, kurgucusunun sorguladıklarının hissedildiği ama bunların didaktik bir şekilde dayatılmadığı filmleri seviyorum. Ben aslında cevaplarını bildiğimi sandığım soruların cevaplarının değişebilme potansiyeli için film yapmaya çalışıyorum.

2

Teknolojiyi ne kadar takip ediyorsunuz? BM: VR, interaktif medya, cross medya platformlarının belgesel hikaye anlatımını çok ileriye taşıyabileceğini düşündüğüm için bunları takip ediyorum. Periscope’la başlayan, şimdi de Facebook’un da el atmasıyla iyice yaygınlaşan Live Video’nun ve tüm bu diğer teknolojilerin ‘hikaye anlatıcısının’ tanımını, belgesel yönetmeninden vatandaş habercisine, gazeteciye ve yazılımcıya dahi taşıyabilecek köprüler kurabileceğini düşünüyorum. VK: Ben daha çok teknolojiyle nasıl takip edildiğimize ve nasıl kullanıldığımıza takanlardan olduğum için teknolojiyle aram pek iyi değil. O alanda olup bitenleri bana Burcu anlatır.

3


#madeforcities

Feneryolu Mah. Çamtepe Sk. No:5 Kadıköy İstanbul bisikletgezgini.com 0216 386 82 85


DÜNYANIN BÜTÜN İSVEÇLİLERİ, BİRLEŞİN. Eytys ile müzik kolektifi Sad Boys’un The Spider adındaki ayakkabı modelini üretmek için bir araya gelişi, bizi yukarıdaki başlığı atmaya itiyor. Sad Boys’un eklektik duruşuna, bir tutam David Lynch, biraz 2000’lerin Armani’si, biraz D.TT.K Jewellery, bir avuç Tommy Hilfiger ve Issey Miyake kreması, The Spider’ı açıklar cinsten bir tarif. Her ne kadar Eytys’ten Jonathan Hirschfeld ve Max Schiller, hayranı olduğu müzik kolektifiyle çalışma şansını nihayet yakalamış olmaktan dolayı mutlu olduklarını belirtseler de, bu mutluluğu paylaşabilecekleri insan sayısı ne yazık ki sınırlı sayıda olacak. Zira bu yeni ayakkabı modeli yalnızca 180 kişi tarafından satın alınabilecek. YAZARLAR UZAYA ÇIKIYOR. Eğer hala, yazarken elinize tam oturan, mürekkebiyle beyaz bir sayfa içinde kısa seyahatler yapan, kendisiyle işiniz bittiği zaman bir köşede usluca duran kalemler kullanıyorsanız, uzay çağına geçme vaktiniz gelmiş demektir. Caran d’Ache ve MS&F işbirliği sonucunda ortaya çıkan The Astrograph ile tanışın. Çocukluk hayallerinizi gerçeğe dönüştüren uzay mekiği şeklinde tasarlanmış bu kalem, yakın geçmişin hayalleri, yaratıcılık unsurları ve tekniğini tek bir çatı altında birleşerek yalnızca yeryüzüyle yetinmeyen yazarlar için yeni bir ilham kaynağı yaratmayı amaçlıyor. MONCLER’İN DOĞA YÜRÜYÜŞÜ. Moncler, bir önceki sezonda dağcılık kültürünü şehre getirdi ve tasarımlarıyla kayak kıyafetlerinin kaldırımlarda arzıendam etmesini sağladı. Bu sezon, şehrin sıkıcı rutininden sıkılan marka, yüzünü yeniden doğaya çeviriyor ve şehir hayatını dağcılık kültürüne entegre etmeye karar veriyor. İsviçre menşeli kayak malzemeleri üreticisi Zai ile ortak tasarladıkları ve sınırlı sayıda üretilen kayak takımları beyaz pistleri 162

etkisi altına alıyor. Ortaya çıkan tasarımlar, bembeyaz bir zemin üzerinde siyah şık tasarımıyla iz bırakırken, işin içine dahil olan yüksek teknoloji sayesinde, sıradan kayak kıyafetlerine kıyasla, kullanıcısına sağladığı denge ve esneklikle üstün performansı beraberinde getiriyor. THE RETURN OF THE ALCHEMIST. Alışkın olduğunuz hikayeden farklı olarak, simyacı rolünü bu sefer Isamaya Ffrench üstleniyor, ve kendisi maddeyi altına dönüştürmek için Kuzey Afrika çöllerinde macera peşinde koşmuyor. Hikayedeki anahtar kelime ise makyajın yeni boyutu olarak karşımıza çıkıyor. Ffrench yaratıcı ve çığır açan makyaj yeteneğiyle yüzünüzü altına dönüştürerek güzelliğin simyasının peşinden koşuyor. Bu senaryoyu yazmamıza sebep olan şey ise, Londra menşeli kadın giyim markası Finery ile Isamaya’nın yaptığı işbirliği sonucunda 90’ların hip hop kültürünü, Isamaya’nın kendi dans ve spor geçmişiyle birleştiren bir koleksiyon ortaya çıkması oluyor. ZAMANIN ZAMANSIZ TASARIMI. Jaeger-LeCoultre 2017 yılıyla randevusuna şimdiden hazır. Zira, yeni yıl için olduğu kadar, 2017’de satışa sunacakları yeni Rendez-Vous seri için çok heyecanlılar. Heyecana ortak olarak anlatmaya başlayalım: Sonatina Large, Moon Medium, Night & Day Large ve Night & Day Medium adlarını verdikleri dört farklı model, markanın 2017’de piyasaya sunacağı dört farklı model olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Sonatina Large’da yer alan sessiz hatırlatma özelliği, zamanın kontrolünü kullanıcıya veriyor. Sadece yeni teknik özelliklere odaklanmayan marka, alametifarikası tasarımdan ödün vermiyor ve zamanın akışına inat, zamansız parçalar yaratarak yeni yılı selamlıyor. TO THE NEXT 20 YEARS. Bu sayfalara Cupertino, California’dan bağlanan Apple, yirmi yıllık hikayesini anlattığı kitabıyla karşımızda. Markanın klasik çizgisini koruyan kitapta, Apple’ın geçmişten günümüze kadar kullandığı teknolojik ürünlerin yanı sıra tüketicinin hayatını kolaylaştıran, bunu yaparken de sadeliğini koruyan tasarımların 450 farklı fotoğrafı bulunuyor.


Kitap, hepimizin aşina olduğu, her Apple ürünün arkasından eksik olmayan tanıdık bir cümleyi kendine başlık ediniyor: Designed by Apple in California. Steve Jobs’a ithafen hazırlanan kitapta, markanın yirmi yıldır nasıl geliştiği, Andrew Zuckerman’ın fotoğrafları eşliğinde ilk iMac’ten Apple Pencil’a kadar her şeye değinilerek anlatılıyor. ZAMANE CEKETLERİ. Les Benjamins ve Alpha Industries tanışalı henüz birkaç yıl oldu. Tutkulu başlayan ilişkinin dostluğa dönüşmesi fazla uzun sürmedi. Bu birliktelikten doğan projelerin meyveleri yakın zaman içerisinde tüketiciler için ulaşılabilir hale geliyor. Bünyamin Aydın öncülüğünde tasarlanan MA-1 Bomber jacket zamanın ruhunu çıplak bir şekilde yansıtıyor ve bu iddialı fikir oldukça sade bir şekilde çiziliyor. Malum ceketi görmek ve gardırobuna eklemek isteyenleri 1-4 Aralık tarihleri arasında Beymen’de yapılacak etkinliğe doğru alalım. İRLANDA’DAN SEVGİLERLE. Şimdi kendinizi şehir hayatından uzaklaştırdığınızı ve İrlanda’nın yemyeşil doğasında atlarla birlikte gezintiye çıktığınızı hayal edin. Gözlerinizi açtığınız ve gerçek hayata döndüğünüz noktada Memo’nun deriyi ve yeşil notaları tek bir şişeye dolduran yeni parfümü Irish Leather’ın kokusu burnunuza çalınıverecek. Bu hayali biraz daha uzatmak ve gün boyu baki kılmak için, artık gözlerinizi kapatmanıza gerek yok. Irish Leather, raflarda yerini aldı ve sizi benzersiz bir yolculuğa çıkartmak için bekliyor. CDMDIARY. Malumunuz Chanel ve Caroline De Maigret ortaklığı 1998’den beri Maigret’nin Lagerfeld için podyumu devralmasından beri süregeliyor. Fransız

modaevi bu ortaklığı günümüzde biraz daha disiplinlerarası hale getirmeye karar vermiş olmalı ki şu an Maigret’nin önderliğinde yeni bir yaşam portalı sunuyor. CdMdiary by Caroline De Maigret adıyla açılan internet sitesi Maigret’nin müzik, sanat, mekan ve pek tabii ki moda üzerine paylaşımlarını ve kültürel tutkularını Chanel ile bağdaştırarak aktardığı bir portal olarak karşımıza çıkıyor. Altı bölümden oluşan internet sitesine www.cdmdiary.com üzerinden ulaşılabilirsiniz. ASLI FİLİNTA’NIN KALEMLERİ. Sadizmin alametifarikası ve edebiyatın aykırı isimlerinden Marques De Sade’ın Charenton Akıl Hastanesi’nde geçirdiği son döneminden esinlenerek sahneye uyarlanan Tüy Kalemler-Quills, İstanbul Tatbikat Sahnesi’nin en iddialı oyunlarından birisi olarak karşımızda. Doug Wright’ın yazdığı ve Erdal Beşikçioğlu’nun yönettiği oyunun kostüm tasarımları ise Aslı Filinta’dan çıkıyor. Volanların, dantel işlemeli gömleklerin, beyaz keten elbiselerin, dönem ayakkabıları ve gece mavisi ipek kadifelerin oyuncuların üstünde can bulduğu tasarımlar tam anlamıyla 18. yüzyıl Fransız modasını yansıtırken oyunun dramatikliğine de güç katıyor. LOOK CLOSER. Nars’ın son koleksiyonuna yakından bakmanızı rica ediyoruz. Çünkü bu fotoğrafların arkasındaki isim, geçtiğimiz ay Motu Tane adasındaki evinden sorularımızı yanıtlayan François Nars değil, ondan görevi devralan Sarah Moon. Adının yanına gönül rahatlığıyla efsanevi sıfatını iliştirebileceğimiz Moon’un kendine has narin estetiği, Nars’ın mükemmeliyetçiliğiyle buluşuyor ve ortaya Sarah 163


Moon for NARS Holiday Collection çıkıyor. Yeni mat rujlar, takma kirpikler, yüz, göz ve dudak paletleriyle karşılaştığımız koleksiyonun demirbaş rengiyse kırmızı oluyor. COMME DES GARÇONS’UN EMOJI’LERİ. Karl Lagerfeld, Jeremy Scott veya Versace... Emojilerden nasibini alan modaevlerinden oluşan uzun listeye artık Rei Kawakubo’nun Comme Des Garçons’unun da eklendiğini söyleyebiliriz. Filip Pagowski tarafından tasarlanan, modaevinin ikonik logosunu yeni bir sticker paketi uygulamasıyla cep telefonlarına taşıyan marka, 24 emojisi ile konuşmaları renklendirmeye hazırlanıyor. Kawakubo’nun dünyasını emojiler eşliğinde mesajlarınıza aktarabileceğiniz uygulamayı şimdilik sadece Apple Store’da bulmanız mümkün. COUTURE SPIRIT. Christian Dior’un gizli, ender ve değerli olarak tanımladığı tatil koleksiyonunun adının Splendor olması bir tesadüf değil. Çünkü Dior Makeup’ın kreatif direktörü Peter Phillips, bu koleksiyondan herhangi bir parçayı kullandığınızda yukarıdaki kelimeleri hayata geçirmenizi ve hissetmenizi istiyor. Ürünlerin detaylarına inildiğinde dahi gözden kaçmayan görkemli duruşu, koleksiyondaki kırmızı, altın ve fuşya tonları destekliyor. Diorific Matte Fluid rujlar dört tondan oluşuyor ve likit mat rujlarda sıkça rastlanan dudakları fazla kurutma problemini ortadan kaldırırken, rujların klasik ambalajlarının geri dönüş yaptığını görüyoruz. Splendor koleksiyonunda, Dior Makeup ailesine katılan yeni üyelere de rastlamak mümkün. Beş farklı renk seçeneğiyle satışa sunulan Diorific ojeler, göz farı paleti, allık ve altın tonlarında bir aydınlatıcıyı da beraberinde getiriyor. THE BLOOM ROOM. Doğanın izdüşümlerini hayata taşıyan, Simla Gürdal ve Pelin Kilimci’nin ortak girişimi The Bloom Room, çiçeklerden birer sanat eserine dönüştürdükleri buketleriyle karşımıza çıkıyorlar. 164

Her bir çiçeğin ayrı bir karaktere büründüğü The Bloom Room, farklı tonlarda, farklı kokularda ve farklı formlardaki çiçekleri bir araya getirerek sıradışı tasarımlar sunarken, kreasyonlarını da modern hayatın içine entegre ederek gerçeklik ve hayal gücü arasında ince bir çizgide ilerliyorlar. BROW NOW. Kozmetik sektöründe kaşlara olan ilginin artmasıyla paralel olarak gelişen kaş ürünleri, zirve noktasına ulaştı dersek, yerinde bir tespit yapmış oluruz. Öyle ki, son birkaç yılın en çok konuşulan kozmetik ürününe bir ödül verilseydi, bu ödül şüphesiz kaşları yakından ilgilendiren bir ürüne layık görülürdü. Bu noktada Estée Lauder’in Brow Now koleksiyonunu devreye sokuyoruz. Koleksiyon ilk bakışta, bir kalem ve bir paletten oluşan normal bir kaş serisini andırsa da, derine inildikçe alametifarikasını gözler önüne seriyor ve kullanışlılık ön plana çıkıyor. Bu fonksiyonel duruş, yana doğru açılabilen bir ayna, küçük boy bir cımbız, fırça ve iki farklı tonda pudranın minik bir palete sığdırıldığı Brow Kit’e ek olarak; bir ucu kalem bir ucu sünger olan üç farklı tonda Multitasker’la olduğundan da güçlü bir hale geliyor. AHŞABIN YENİ YÜZÜ. Bu kış evinize ve sofranıza tasarım ve stil yönü güçlü bir dokunuş katma düşüncesi içindeyseniz Crate&Barrel’a uğramanızda fayda olduğunu hatırlatalım. Yılın trendlerini sofraya taşımaya hazırlanan marka, ahşap ağırlıklı tasarımlarıyla şık ve modern ürünler sunuyor. Akasya ağacından yapılan iki katlı Akasya servis tabağı, ağacın zengin damar yapısını sergilerken, el yapımı Amuse servis tahtası rustik havasıyla zarif bir seçenek sunuyor ve Schott Zwiesel tarafından tasarlanan Crate&Barrel Tour Bardakları ile bir bütünlük sağlıyor.



AESTHETICISM SELLS Düzenin prensipleri, Fotoğraflar:

Ger Ger Moda Editörü:

Katie Qian Moda Editörü Asistanı:

Carly Kiyome Saç:

Veronica Valdivia Makyaj:

Sara Tagaloa Fotoğraf Asistanı:

Reid Anderson Makyaj Asistanı:

Michelle Burgo Model:

Gabriela Bloomgarden/ Freedom LA Çekim Yeri:

Los Angeles

166

alışılmış güzellik anlayışını yıkan absürt estetizmle savruluyor ve yeni bir form kazanıyor. Beden, tüm kusurlarıyla bütünleşip sadece var oluyor. Yani aslında sunulan bir şey yok. Görmek, bakmak ve bakmayı öğrenmek seçenekler arasında.


Elbise:

Betsey Johnson Ceket:

Shokra Etek:

Luciana Balderrama Kolye:

Maison de Morgana

167


Sol Üst:

Jean Paul Gaultier Ceket:

Ziztar Sağ Elbise:

Olena Dats Ceket:

Yves Saint Laurent Çorap:

adidas Originals Ayakkabı:

Yull

168


169


Ceket:

Shokra Etek:

Aeneas Erlking Çorap:

Uniqlo

170


171


Üst:

Pasta Yelek:

Michael Ngo Etek:

Michael Ngo Çorap:

Editöre ait

172


Üst:

The Archive Elbise:

Manish Arora Çorap:

adidas Originals Ayakkabı:

Topshop

173


BECAUSE THE LIGHT VANISHES Amerikan alt kültürünün Fotoğraflar:

Mathieu Vilasco Moda Editörü:

Clélia Cazals Saç & Makyaj:

Aurelie Deltour Moda Editörü Asistanı:

Victoire Seveno Model:

Joanna Vankerckhove Çekim Yeri:

Paris

174

‘cholo’ stiliyle özdeşleşen keskin dudak kontürleri ve yay gibi ince kaşlar günümüzün, gösterişi rahat boyutlarda yaşayan feminen stiliyle bir araya geliyor. İddialı dokuların ve renklerin mütevazı sunumu algıya derinlik katıyor ve bize beklenmeyeni veriyor.


Elbise:

Anne Sofie Madsen Kolye:

Justine Clenquet Küpe:

Justine Clenquet

175


176


Elbise:

Neith Nyer Çorap:

Editöre ait Ayakkabı:

David Beauciel

177


Elbise:

Neith Nyer Pantolon:

Chin Men’s Ayakkabı:

Céline

178


Kolye:

Chanel

179


Gรถmlek:

Laetitia Gimenez ร izme:

Masha Ma

180


Kaban:

Veronique Leroy Küpe:

Justine Clenquet

181


182


Elbise:

Véronique Leroy Fular:

Cyndie Merril Küpe:

Justine Clenquet Çizme:

Lutz Huelle

183


Sisters’ın kurucusu Senem Mursaloğlu, şimdilerde üçüncü koleksiyonunun hazırlığını yaparken, diğer yandan farklı markalara tasarım ve danışmanlık hizmeti veriyor. Bildiklerini ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar tedrisatına ve atölyede bolca vakit geçirmeye borçlu.

Hazırlayan:

Selin Ünüvar Fotoğraflar:

Gökhan Polat

184

SISTERS


soldan sağa: 1. Anahtar 2. Renkli bobinler 3. Kumaş makası 4. Kağıt makası 5. İp sökücü 6. Tekstil cımbızı 7. Fermuar 8. Defter 9. Kamera 10. Düdük 11. Boya kalemleri 12. Resepsiyon zili 13. Dikiş iğnesi seti 14. Kumaş sabunu 15. Karga burun 16. Püskül şerit 17. Rulet 18. İlik açıcı 19. Çengelli iğneler 20. Etiket 21. Defter 22. Kemer delici 23. Elcik 24. Masura 25. Renkli bobinler 26. İplik temizleme makası 27. Düğmeler 28. Toplu iğneler 29. Yapışkan tela 30. Kapama 31. Şerit 32. Kuş gözleri 33. Nakış 34. Yapışkan tela 35. Çiçek düğme 36. Nakış 37. Dizme boncuk 38. Bobin 39. Yapışma taş 40. Tebeşir 41. Pembe kuvars 42. Mezura 43. Cep defteri 44. Fırça

185


180 COFFEE BAKERY 360 3DÖRTGEN 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR 9 ECE AKSOY

TAPS BEBEK TASARIM BOOKSHOP CAFE THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOI AKARETLER TRIBECA NİŞANTAŞI

ÖKTEM & AYKUT GALERİ W ISTANBUL WAGAMAMA WALTER’S COFFEE ROASTERY WALTON HOTELS WANDA WELLDONE WEPUBLIC WHITE MILL

YEDİ MASA YER CAFE

GALERIST GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GEYİK COFFEE ROASTERY & COCKTAIL BAR GEZİ İSTANBUL GRAM GRANDMA GRAVITÉ COFFEE BAR GREY FOOD & DRINK

NAAN BAKESHOP NAİF KARAKÖY NEOLOKAL NESPRESSO NO-FISH TODAY NOPA RESTAURANT NORM COFFEE

KANTİN KARABATAK KARAKÖY KARAKÖY LOKANTASI KARE ART GALLERY KARGA BAR KARLETTO KAVANOZ İSTANBUL KIRINTI RESTAURANT KISS THE FROG KİKİ KİLİMANJARO KOZMONOT KRONOTROP KRUTON KULP KÜFF L’ANGE PATISSERIE & CAFÉ LA BOOM LA PATISSERIE LUNE LA SCARPETTA LE PAIN QUOTIDIEN LES BENJAMINS LEVANTIN GALATA LOKANTA ARMUT LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LUSH HOTEL LUZIA

FERAH FEZA FİNN KARAKÖY FOTINI CAFÉ

ALEXANDRA COCKTAIL BAR ALL SPORTS ANY İSTANBUL ARKA ODA ARTNEXT İSTANBUL AŞŞK CAFE ATÖLYE MAÇKA AYI JAMIE’S ITALIAN JUNO İKSV İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL MODERN MÜZESİ İSTANBUL SETUP

ZEPLIN PUB & DELICATESSEN

ELEPHANT UNION HOTEL ESMOD

RAFİNERİ RAVONUA 1906 COFFEE & BAR ROBINSON CRUSOE KİTABEVİ ROOM + RUMOURS

OPS CAFE OPUS 3A

C-ZONE C.A.M GALERİ CAFE FİRUZ CAFE SMYRNA CAFE ZANZIBAR CAFFÉ NERO CASITA CENTRAL NİŞANTAŞI CEZAYİR İSTANBUL CHADO CHERRYBEAN COFFEES COFFEE CRAFT CORTILETTO PIZZERIA COUPE LOUNGE PUB CREMERIA MİLANO CREPAN ARNAVUTKÖY CUMA ÇUKURCUMA CUP OF JOY CUPPA CAFE HAMM DESIGN HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HUDSON HÜNKAR

BACKHAUS BACKYARD BALTAZAR BANTMAG MEKAN BASTA BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEER HALL BEJ CAFE BEN COFFEE ROASTERS BEYAZ FIRIN BEYMEN BRASSERIE BIG CHEFS BISTRO 33 BİR NEVİ DELİ BLOKART SPACE BREAD & BUTTER BRÖD BUTİK BUKA

VANESSERIE VAPIANO VENTURE COFFEE WORKS VOGUE RESTAURANT & BAR

ULUS 29 UNTER QUE TAL TAPAS

XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki linke gidin: www.xoxothemag.net/uyelik

MADEO KARAKÖY MAGNOLIA CULTURE MAGRITTE MAHALLE MAKAS MAMBOCINO MANGERIE BEBEK MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MARI RESTAURANT MASA MAVRA GALATA MEG MIA MENSA MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MİKLA MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MİNOA MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE BRASSERİE MORO MUAF MUHALİF MUHİT MUMS CAFE MUNCHIES CREPE & PANCAKE MUSE İSTANBUL MUTFAK SANATLARI AKADEMİSİ MÜNFERİT MÜZEDECHANGA SALOMANJE RESTAURANT SHOPI GO SIMURG KİTABEVİ SAHAF SNTRL DÜKKAN SON SOSA ST. REGIS HOTEL SUNDAY COFFEE BAR SUNSET GRILL & BAR SUSHI EXPRESS SUSHICO SWISS HOTEL BOSPHORUS DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DEM CAFE DEN CAFE DERİN DESIGN DIRIMART DIVINE BRASSERIE DRIP COFFEE DÜKKAN PANDORA KİTABEVİ PAPERMOON PAPPA CAFE PAROLE CAFE PASTEL İSTANBUL PATISSERIE DE PERA PATİKA KİTABEVİ PIOLA Pİ ARTWORKS PLUMON PLUS KITCHEN POINT HOTEL POPUP




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.