XOXO The Mag/March 2015

Page 1

050 FASHIONMUSICARTDESIGN

MART 2015 ÜCRETSİZDİR

MELİSA SÖZEN MURAT GÜNAK JULIANNE MOORE AYKUT KÖKSAL & HAN TÜMERTEKİN JOSÉ PARLÁ YASMEEN LARI BALLET BEAUTIFUL 10 THUMBS UP

#xoxo5


050 FASHIONMUSICARTDESIGN

MART 2015 ÜCRETSİZDİR

YELLE MURAT GÜNAK JULIANNE MOORE AYKUT KÖKSAL & HAN TÜMERTEKİN JOSÉ PARLÁ YASMEEN LARI BALLET BEAUTIFUL 10 THUMBS UP

#xoxo5


050 FASHIONMUSICARTDESIGN

MART 2015 ÜCRETSİZDİR

DONALD ROBERTSON MURAT GÜNAK JULIANNE MOORE AYKUT KÖKSAL & HAN TÜMERTEKİN JOSÉ PARLÁ YASMEEN LARI BALLET BEAUTIFUL 10 THUMBS UP

#xoxo5



1


XOXO The Mag


3


XOXO The Mag


5


cover guest melisa sözen photographer serkan şedele

cover guest yelle photographer aleksandra kingo

İmtiyaz Sahibi C Genel Yayın Yönetmeni Sorumlu Müdür R İ Editörler S D C E İdari İşler Grafik Tasarım Katkıda Bulunanlar Z D C T D D T T S T

cover artwork donald robertson commissioned by xoxo the mag

C cihan@xoxothemag.net olga@xoxothemag.net S

İ

E

D R

S E

E

S

E

S

S

S

Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı S T S XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

C

XOXO The Mag

0

İ

T

S

12055

C

E

D T


7


CONTENTS

INTERVIEW 28... Julianne Moore Abartıdan Uzak röportaj nando salvá

34... Chris Walsh Korkaklığın Anatomisi

COVER 1 122... Melisa Sözen COVER 2 140... Yelle COVER 3 152... Donald Robertson

ART & DESIGN

röportaj ali tünay

16... Murat Günak

48... Simon Tofield

Yeni Lüksün Peşinde

Erkekler de Kedileri Severler

röportaj serap gecü

röportaj utku palamutçu

40... Banu Çarmıklı

FASHION

64... Fergus Henderson Tepeden Tırnağa

Bir Koleksiyonerden Fazlası röportaj seza bali

100... Christine Innamorato

röportaj didem şenol tiryakioğlu

44... Aykut Köksal & Han Tümertekin

Rahatsa At Sepete

68... Joshua Oppenheimer

röportaj ceren palaz karaca

Barbarlıkla Mücadele

Belleğin Mekana Teması hazırlayan dilek öztürk

162... 1,2,3-1,2,3 Lick

röportaj nando salvá

photographer emre doğru

56... Peter Lik

MUSIC 201... 10 Thumbs Up hazırlayan gazali görüryılmaz

styling bahar kongel fransez

78... Pedro Costa Unutulmak İçin

İyi Olmak Yetmez röportaj freyja dolunay

180... Fast Talk with Kristina Bazan

röportaj barış fert

60... José Parlá

photographer ellin anderegg

86... Ryan Willms

Symphony of Diversity

styling elif gedik

Hassas Dengeler

röportaj barış fert

röportaj aslin kumdagezer

röportaj serap gecü

90... Hüsamettin Koçan

212... Übernatürlich

112... Yasmeen Lari

İleriye Dönüş

photographer begüm yetiş

Çamurla Dünyaları Değiştiren Kadın

röportaj zeynep aksoy

styling tuğçe özakdağ

röportaj nevşin mengü

Napolyon Hip Hop Yapsaydı

186... Mary Helen Bowers

röportaj seza bali

Fly Like a Butterfly, Sting Like a Bee

176... Kehinde Wiley

röportaj utku palamutçu

194... Nigel Van Wieck Damardan Americana röportaj seza bali

198... Orkun Bulut Duman İkinci Big Bang: Y Kuşağı röportaj dilan ceylan emektar


1958 THEY SAILED BENEATH THE NORTH POLE. THEIR WATCH HAS SAILED ACROSS TIME.

Geophysic® 1958. Jaeger-LeCoultre Calibre 898/1. Limited series of 800.

On August 3rd 1958, the submarine Nautilus achieved the extraordinary feat of crossing the North Pole by sailing beneath the ice floe – a challenge taken up within the context of the International Geophysical Year (IGY). As a reward for this achievement, Captain Anderson received a watch worthy of such an impressive accomplishment: the Geophysic® Chronometer by Jaeger-LeCoultre, a paragon of reliability and precision that has now become a legend. Through the new Geophysic® 1958 watch, Jaeger-LeCoultre pays tribute to the inventive spirit that defined the year of 1958, and that has consistently defined the Manufacture Jaeger-LeCoultre for over 180 years.

YOU DESERVE A LEGENDARY WATCH.

JAEGER-LECOULTRE Butik, Nişantaşı, +90 212 232 3017 İstanbul: GREENWICH Zorlu AVM, +90 212 353 6347 - Ankara: GREENWICH Armada AVM, +90 312 219 1289 - Antalya: ARGOS, +90 242 310 3210 9 www.jaeger-lecoultre.com


HOW COULD XOXO BE FREE?

#XOXO5

OLGA ŞERBETCİOĞLU

Ahmet Öğüt, Perfect Lovers, 2008, Two Euro and One YTL coins


SONSUZA DEK GEZGİN

11


XOXO The Mag


SONSUZA DEK GEZGİN

13


SONSUZA DEK GEZGİN

Nişantaşı İstinye Park Hermes.com XOXO The Mag


15


INTERVIEW/DES

MURAT GÜNAK

Yeni Lüksün Peşinde Otomobillerden bahsederken virgülleri art arda sıralayan, “yaptığı işi sevme” mefhumunun tasarım dünyasındaki başarılı tezahürlerinden biri var karşımızda. Murat Günak, bugüne dek imzasını attığı ve istisnasız her biri sektörün yıldızları olmuş otomobil modellerinin ardından, çevreye duyarlı tasarımlarıyla da lüksün yeni anlamlarına kendini adamış bir tasarımcı. Onunla, ve etrafını saran tatmin duygusuyla, buluştuk ve kariyerinin en parlak noktalarından yeni hamlelerine doğru yol aldık. röportaj serap gecü fotoğraf seidldesign

XOXO The Mag


Mia, Fotoğraf: Seidldesign

Otomobillere yüklediğiniz anlamla başlayalım. Sizin gözünüzde, bir otomobili duyulara en fazla hitap eden tasarım nesnesi yapan ne? İnsanların hislerini bir otomobil kadar etkileyebilen başka bir ürün düşünemiyorum. Erkek, kadın ya da çocuk; cinsiyeti veya yaşı fark etmeksizin herkes otomobillerin cazibesine kapılır. Sosyal statüsü veya dini inanışı ne olursa olsun, bir otomobil herkesi kendisiyle ilgili konuşturur, onlara birtakım hayaller kurdurtur; duygusal hafızamızda evrensel bir karşılığı vardır. Yeni bir araç yollara düştüğünde onu kimseden saklamak mümkün değildir. Herkes, otomobiliyle birlikte başka insanlar tarafından görülür ve onların yargılarına maruz kalır. Bu yüzden, bir otomobil asla basit bir ulaşım aracı değildir. Aksine, onu kullanan kişinin zevkinin ve karakterinin bir yansımasıdır. Buradan bakınca onu modanın bir uzantısı olarak da görmek mümkün; o, ister hareket ederken ister dururken, görülmek, dokunulmak, koklanmak için yaratılmıştır. Yaklaşık sekiz metrekarelik bir alanda, yüzlerce materyal, keyif ve fonksiyonu buluşturur.

yaratıcılık misyonum tamamlanmış oldu. Bu anlamda, gelecekte yaşanacaklardan bağımsız olarak, kendimi tatmin olmuş hissediyorum. Biraz daha geriye gidip Mindset günlerine dönersek, Peugeot, Mercedes, Volkswagen gibi markalarla çalıştıktan sonra kendi şirketinizi kurma kararını nasıl aldınız? Mindset projesi 2007’de başladı. O dönemde e-mobilite herkese oldukça uzak ve nadir zikredilen bir kavramdı. Gezegenimizin geleceğine saygımdan, daha iyi bir hayat için üzerime düşeni yapmaya karar vermemle beraber ilk adımı attım. İsviçre’de benim gibi bu konuya kendini adamak isteyen bir grup insanla tanışmak harikaydı. O dönemde, vizyoner bir yatırımcı ve kusursuz bir çalışma ortamı yakalamış olmak da büyük bir şanstı tabii. Luzern’de göl kenarında bir teknede çalışıyorduk. Günümüzün en özgün ve yetenekli tasarımcılardan biri olan David Wilkie de projeye katıldı ve model Avusturya’da yapılırken, tasarım sürecinde bana destek oldu. İşletim prototipi Fransa’da, Mindset’in ve Mia’nın temellerinin atıldığı yerde, yapıldı. Mindset ile insanlara bir şeylerin mümkün olduğunu gösterdik, kesinlikle çığır açtığımız bir proje oldu. Şu anda yollarda gördüğünüz veya ileride göreceğiniz bazı otomobillerin üretimi için tasarımcılara ilham verdiğimizi de rahatlıkla söyleyebilirim.

Elektrikli bir otomobille duygusal bir bağ kurmak mümkün mü? Neden olmasın? Mia adı nereden geliyor? Mia, kızımın adı. Otomobile bir kız adı vererek, şirketimizin ve ürünün insani değerlerini ortaya koymak istedik.

Mindset’in ilk günlerinde, çoğu insanın elektrikli otomobil kavramına yabancı olduğunu söylediniz. Eh haliyle, bu konu o dönemde yatırımcıların ilgisini de pek çekmiyordu. Oysa bugün otomobil üreticilerinin çoğu yüksek kalitede elektrikli modeller üretiyor. Büyük bir fırsatı kaçırmış gibi hissettiğiniz oluyor mu? Mindset sayesinde o gördüğünüz kaliteli otomobillerin bir kısmının yaratımına öyle ya da böyle zaten dahil olmuş durumdayız. Ve bu beni fazlasıyla memnun ediyor.

Fransa’da pazar lideri olduktan ve belli bir tanınırlık elde ettikten sonra Mia’yla ilgili yanlış giden ne oldu? Üretim neden durdu? Mia’nın başarısı sayesinde şirket ciddi anlamda büyüdü. Bu gerçekten inanılmaz bir hikaye; dile kolay, bir şirket dünyada ilk kez ulaşılabilir fiyatlara, seri üretimle elektrikli bir otomobil yapıyor... Boş, beyaz bir kağıtla başlayıp, yepyeni bir fabrikaya ve satış-hizmet ağına uzanan bir kurguydu. Mia binlerce kişiye ulaştı ve Avrupa’nın dört bir yanında kendine hayranlar edindi. Ama ne yazık ki şirketimiz şu anda hayatının kalanıyla ilgili kritik kararlar almak durumunda.

İşin Türkiye ayağında Ercan Malkoç’la işbirliğiniz nasıl gelişti? Ercan Bey çok istekli ve başarılı bir iş adamı. Genç tasarımcılar ve mühendislerden oluşan müthiş bir ekibi var. Onunla birlikte Türkiye’ye e-mobiliteyi getirmeye hedefliyoruz.

Bu durumda sizce Mia’yı nasıl bir gelecek bekliyor? Açıkçası, otomobil üretildikten ve satışları başladıktan sonra benim

Peki onunla ortak projeniz ETOX’un en ilgi çekici tarafı ne? Gururla hazırlanmış ve hayata geçirilmiş olması. 17


Mindset, Fotoğraflar: Bernd Kammerer

Avrupa ülkelerine kıyasla, Türkiye’nin, elindeki potansiyeli bir türlü kullanamadığı çok sık konuşuluyor, malum. Bu potansiyeli anlamlı bir şekilde değerlendirmek için ne yapmak gerekiyor? Bence bu sorunun cevabı zaten içinde saklı. Bazı insanlar sadece konuşuyorlar.

başarısızlığın ta kendisidir.

Endüstrinin gidişatını değiştirmek için hükümetle hala görüşmeler yapıyor musunuz? Hayır.

Lüks neden eskisi kadar havalı değil? Çünkü lüksün anlamı değişti. Sadece pahaya bağlı lüks anlayışı artık havasını yitirmiş durumda ve bana göre tamamen değersiz. İster bireysel ister kültürel açıdan olsun, bu değişimi hissetmek mümkün. Fazlalıklardan, aşırılıklardan beslenen, üretim fazlasına yol açan eski lüks anlayışına karşı giderek artan bir farkındalık var. Burada, malzeme, form, kaynaklar ve zaman açısından israfa karşı durmaktan bahsediyorum. Klasik lüksü anlatan yazılar da artık hiç inandırıcı gelmiyor hatta itici oldukları bile söylenebilir. Bir şeyin ederi onun lüks olup olmadığını tanımlamak için tek parametre değil artık. Sessizlik, hafiflik, sadelik ve zamandan tasarruf; yeni lüksü bunlar tanımlıyor.

Dünya genelinde otomobil tasarımının yönünü belirleyen aktörlerden birisiniz. Parlak kariyerinizin ilk yıllarına dönersek, hangi tasarımınızla tanınmaya başlamıştınız? Tasarımlarımın çoğu, markalar için birer kilometre taşı niteliğindeydi, ve ürün yerleştirme kategorisinde hep başroldeydi. Kariyerim boyunca tasarım ifadesi geliştirme ve marka yapılandırması konularında yenilikçi bir isim olarak anıldım. Mesela, ilk Mercedes SLK, bir başka deyişle Mercedes’in üstü açık otomobile dönüşünü sağlayan otomobil, geriye doğru çekilebilen metal çatısıyla bir ilkti. Onun dışında, çift zeminli Class A, ilk dört kapılı Coupé Mercedes CLC, veya markaya yepyeni bir görünüm kazandıran tüm Peugeot 206, 308, 604 serileri, ve elbette yeni VW Scirocco, Tiguan ve Passat CC... Tüm bu tasarımlar kariyerimin önemli basamaklarıydı. Bugün yolda karşıma çıkan pek çok arabanın tasarımının arkasında ben varım. Onları çocuklarım gibi görüyorum ve hepsinin benim için ayrı anlamları var. Sizin için her şey nasıl başladı? Keşfedilme hikayeniz var mı? Kabaca şans diye tabir edebileceğiniz bir dizi koşul bir araya geldi diyebilirim. Hayattaki en büyük hatanız? Bir projenin başarısız olacağını veya tutmayacağını düşünerek, o yönde aldığım kararlar bugüne kadarki en büyük hatalarım oldu. Öğrendim ki bir şeyin daha en başında başarısız olacağından korkmak

Gelecekte, tekrar bir otomobil firması için çalışmayı düşünür müsünüz? Endüstrideki varlığımı Murat Günak Design’la sürdürüyorum.

Nerede ve nasıl yaşıyorsunuz? Avrupa’da. Hayatın tadını çıkararak. Bu aralar yola neyle çıkıyorsunuz? Kullandığım farklı otomobiller ve motosikletler var. Nasıl bir sürücüsünüz? Otomobil kullanmayı çok seviyorum, özellikle de geceleri çıkılan uzun yolculuklar vazgeçilmezim. Ayrıca, her fırsatta motosiklet kullanmaktan da çok hoşlanıyorum. Geleceğin tasarımlarını düşündüğünüzde, aklınızda canlanan en uçuk görüntü ne oluyor? Güneş enerjisiyle şarj edilen, insan gücüyle elektrik üreten bir otomobil. Fosil yakıtı yok, elektrik kablosu yok. Saf özgürlük. Üzerinde çalışıyoruz!

XOXO The Mag


SAILING CALLS FOR PERFECT TEAMWORK. FROM 332 INDIVIDUAL PARTS.

Portugieser Yacht Club

Club Chronograph Edition “Ocean Racer”.

Chronograph “Ocean Racer ” Ref. 39 02: All fair-weather sailors: just look away for a

With f l y b a c k f u n c ti o n a n d s m a l l h a c k i n g seconds. Connoisseurs don’t make waves.They

second. Because now we’re talking about one of the world’s toughest yachting adventures.

master them.

The Volvo Ocean Race. Over 39,000 nautical miles, waves over 30 metres high and wind speeds of up to 110 km/h. And we have precisely the right watch for it: the Portugieser Yacht

I WC . E N G I N E E R E D FO R M E N .

Limited Edition to 1,000 pieces, Mechanical IWC-manu factured movement, Flyback function, Automatic IWC double-pawl winding system, Date display, Antireflective

sapphire glass, Sapphire-glass back cover, Water-resistant 6 bar, Stainless steel

IWC Schaffhausen Boutique !stanbul: Mim Kemal !ke Cad. Alt"n Sokak 4/A Ni#anta#" Tel: (212) 224 4604 !stanbul: Arte Gioia, $stinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Next Level Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 I !zmir: %ems $lkan & G&nkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111

IWC.COM










INTERVIEW/C

E

JULIANNE MOORE

Abartıdan Uzak

54 yaşındaki Julianne Moore kariyerinin en güzel zamanlarından birini yaşıyor. Geçtiğimiz yıl, Maps to the Stars’daki rolüyle Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle taçlandırılan oyuncu, bu kez, Alzheimer teşhisi konulan, hastalığın kendisi ve ailesi üzerindeki etkilerini araştıran bir profesörün hikayesini anlatan Still Alice’teki performansıyla Oscar kazandı. Daha önce de dört kez bu ödüle aday gösterilmiş olan Moore, geçtiğimiz Toronto Film Festivali’nde XOXO’ya, dejeneratif hastalıklar, ödüllerin anlamı ve yüzümüzdeki kırışıklıkların güzelliği hakkında konuştu. röportaj nando salvá fotoğraf jenny anderson/getty images entertainment/getty images turkey

XOXO The Mag


Still Alice, 2014

Ödülleri ne kadar önemsiyorsunuz? Kim önemsemediğini söylüyorsa yalan söylüyordur. Önemsememeye çalışırsın çünkü yaptığın işin değeri aslında perdede görünendir, göğsüne taktıkları madalyaların üzerinde değildir. Ama “Oscar’ı almak güzel olurdu” diye düşünmemek çok zordur. Hepimiz takdir görmek isteriz, bu doğamızda var. Bir çocuğa doğru bir şey yaptığını söylediğinizde onun ne kadar sevindiğini düşünün. Yetişkinlikte de aslında aynı sevinci yaşamaya devam ederiz.

kaybettiği, kimliklerinin bunamayla tamamen ortadan yok olduğu şeklindeki düşünce de tamamen yanlış. Birçok hastayla konuştum; hastalığın en ileri safhasındakilerin bile kişilikleri yerli yerindeydi. Bunu keşfetmek beni çok etkiledi. Filmin yönetmenlerinden Richard Glatzer’ın da dejeneratif bir hastalığı olması bu farkındalığı geliştirmenizde önemli rol oynamış olmalı. Tabii, Richard’da Lou Gehrig hastalığı var; Alzheimer’ın aksine beyni değil bedeni tahrip eden bir hastalık bu. Ama her ikisinin de zorluğu aynı; yaşam savaşı verirken umutlarınla ve yaşamak istediğin hayatla bağını koparmadan devam edebilmek. Bu, büyük direnç gerektiren bir mücadele.

Still Alice’teki performansınızla bu kadar takdir göreceğinizi tahmin etmiş miydiniz? Hayal bile etmemiştim. Birkaç günde, parasız çekilmiş, küçücük bir film bu. Öte yandan, insanların Alice’e yakınlık duymasının sebebini anlıyorum. Alice yaşamının sonuna gelmiş olması gerçeğiyle ve bu gerçeğin sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda olan bir kadın. Ailesinin, mesleğinin, ilişkilerinin, başardıklarının, genel olarak yaşamının ne anlam ifade ettiğini ve sonuçta bütün bunlardan geriye ne kaldığını kendine sormak zorunda kalıyor.

Still Alice’i izlerken, insan yaşamının ne kadar hassas olduğunu görüp de biraz korkuya kapılmamak imkansız. Çekimler sırasında böyle bir korkuya kapıldınız mı? Pek sayılmaz. Tam aksine, rahatlama hissettim. Bu deneyim bana mutluluk, sevgi ve umut verdi. Yaşadığımız her günü kutlamanın ne kadar önemli olduğunu anladım, çünkü her gün son derece değerli. Ayrıca kocam ve çocuklarım olduğu için ne kadar şanslı olduğumu fark ettim.

Sizce Alzheimer’la ilgili filmler yapmak neden önemli? Çünkü bu hastalıkla ilgili pek çok önyargı var, ki şüphesiz bunlar da bilgi yoksunluğundan kaynaklanıyor. Bunama çoğunlukla yaşlanmanın bir sonucu gibi görülüyor. Gençlerin genellikle bu hastalıktan etkilenmediğini düşünüyoruz, o yüzden de hastalığa yakalanan çoğu kişi yaşlı damgası yemekten korktuğu için belirtileri gizlemeye çalışıyor. Oysa Alzheimer herkesin yakalanabileceği bir hastalık ve yaşla hiçbir ilgisi yok.

Bir oyuncu için bu filmdeki gibi bir rolü canlandırmanın aydınlatıcı bir deneyim olduğunu söyleyebilir misiniz? O kadar abartmayalım. İşim sayesinde hayat hakkında çok şey öğrendiğimi sanmıyorum. Öğrendiklerimi hayattan öğrendim ve onları işimde kullandım. Sinema özel olarak orijinal bir şey yapmaz, hiçbir şey yaratmaz. Yalnızca toplumun geneline bir ayna tutar. Biz oyuncular bazen kendimize fazla önem atfediyoruz. Yaptığımız iş dünyanın en basit işlerinden biri.

Filmi çekerken bu hastalık hakkında neler keşfettiniz? Kişiden kişiye çok değişen bir hastalık olduğunu… Yani, herkes hastalığa farklı reaksiyon gösteriyor. Ayrıca, hastaların kimliklerini 29


Ama bazı rolleri oynamak kesinlikle büyük cesaret istiyor. Tevazu mu gösteriyorsunuz acaba? Gerçekten böyle hissediyorum. Bazen insanlar bana “Ne cesur bir oyuncusun!” dediklerinde “Neden?” diye düşünüyorum. Korkuyla yüzleştiğiniz zaman cesaret gösterirsiniz, oysa hikaye anlatmak beni zerre kadar korkutmuyor. Tam aksine, bunu yapmaktan büyük zevk alıyorum -işin içine büyük duygular girdiğinde bile... Duyguları hissetmek insanı öldürmez. Bir kayaya tırmanırken ya da kayak yaparken kaza geçirirseniz ölürsünüz. Beni böyle şeyler korkutur. Oyunculuk yeteneğiniz nereden kaynaklanıyor dersiniz? Ailenizde sanatçı yok galiba, öyle değil mi? Doğru, annem psikolog, babamsa bir albaydı. Babamın ordudaki görevi nedeniyle çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca 20 kere taşındık. Bir süre Almanya’da bile yaşadım. Sonuç olarak, başka insanlarla beraber yaşamayı öğrenmem, arkadaş edinmem ve kalıcı ilişkiler kurmam uzun sürdü. Ama sanırım bu deneyim oyuncu olmamda olumlu rol oynadı. Kendinizi hiçbir yere ait hissetmeyince farklı ortamlarda kendinize bir yer bulmaya ve bu ortamlara uyum sağlamaya çalışmanız gerekiyor. Oyuncu da karakterlerini canlandırırken aynı şeyi yapıyor sanırım. Hep okuldaki yeni kız olmak kolay değildi herhalde. Kitaplara sığınıyordum. Bütün gün kitap okurdum ve son sayfaya geldiğimde çok üzülürdüm. Aslında benim için oyunculuk, okumanın bir devamı gibi, sanki sesli okuyorum. Her ikisi de kendini hikayeye kaptırmakla ilgili. Mesleğimin en cazip tarafı da bana gerçeklerden kaçma imkanı vermesi. Peki ama, örneğin bir yazar değil de oyuncu olmaya ne zaman karar verdiniz? Lisedeydim. Bir gün Time dergisinin kapağında Meryl Streep’i gördüm. Bir şekilde beni çok etkiledi. Eve geldim ve babama şöyle dedim: “Sanırım ben de onun yaptığını yapmak istiyorum.” Bu kadar basit mi? Evet, ikinci kere düşünmedim. Tiyatro okuluna gideceğim dedim kendi kendime, sonra New York’a taşınacaktım, bir menajer bulacaktım ve bir seçmeden diğerine gidecektim. Bir şeyler olacağını biliyordum ama ne tür bir yaşam istediğimi tam bilmiyordum. O zaman biri bana 54 yaşında size kariyerim hakkında konuşacağımı ve 30 yıldır yaptığım işi anlatacağımı söylese inanmazdım. Oyunculuğa televizyonda pembe dizilerle başladınız. Oralarda neler öğrendiniz? Profesyonel olmayı... Günde 30 sayfalık diyalog ezberlemem gerekiyordu, o yüzden her gün sabah 7’de sete gidip 12 saat boyunca çalışıp ezber yapmak için eve dönerdim. Çılgın bir iş temposuydu. O hızla çalışan biri iyi oyuncu olabilir mi? Kendimi ekranda gördüğümde çoğu zaman “Of, gerçekten berbatım!” diye düşünürdüm. Ama işte o yüzden kendini geliştirmekten başka bir şey düşünemiyorsun. Son dönemde rol aldığınız filmlerden biri de Hollywood’u acımasızca hicveden Maps to the Stars. Hollywood o kadar kötü bir yer mi? Hollywood hakkında bir sürü mit var tabii. Birçok bakımdan eşsiz bir yer ve bir bakıma da içinde yaşayanların satmaya çalıştıkları imaj üzerine kurulu bir yer. Bu imaj popüler kültüre giderek daha çok nüfuz ediyor:

Gördüğümüz resimleri gerçek olarak algılıyoruz. Oysa gerçek değiller. Bunun gibi, birçok oyuncu da kendi imajlarını orada görme ihtiyacı hissediyor, çünkü aksi takdirde var olduklarını hissetmiyorlar. İçlerinde kendilerini boş hissediyorlar, imajlarının gerisinde hiçbir şey yok. Ne olursa olsun, bütün oyuncular az ya da çok görünüşlerini önemserler. Sizin de yüzünüzdeki çillerden hiçbir zaman hoşnut olmadığınız bilinir. Hatta bu konuda çocuklar için yazdığınız birkaç hikayeniz bile var. Özellikle çocukken bu benim için bir sorundu. Çünkü çocuklar diğerlerinden farklı hissetmelerine sebep olan şeylerden nefret ederler. O zamanlar etrafımdaki herkesin sarışın, bronz tenli olduğu bir yerde yaşıyordum. Bense kendimi güneşten korumak zorundaydım. “Neden onlar gibi olamıyorum?” diye üzülürdüm. Bu herkesin başına gelir. Peki, yaş almak sizde görünüşünüzle ilgili farklı endişelere neden oldu mu? Bütün kadın oyunculara estetik ameliyatla ilgili fikirleri sorulur, ayrıca çocuklarımızla ilgili sorular da sorulur bize. Bunlar önemli değildir demiyorum ama bu soruları bir erkeğe sormazsınız. Kesinlikle haklısınız. Kayıtlara geçsin diye cevap verebilirim. Benim için yaşlanmak bir ayrıcalık ve bunu en doğal haliyle yaşayacağıma inanmak istiyorum. Yaşlanmak adeta güzel bir gelişmeyi deneyimlemek. 100 yaşına gelebilmek istiyorum, en azından deneyeceğim. Ve kadınların neden Botox yaptırdığını gerçekten anlamıyorum. Botox daha genç görünmelerini sağlamıyor, yüzlerine bir şey yaptırmış gibi görünmelerini sağlıyor sadece. Kimseyi yargılamam çünkü biliyorum Botox ya da ameliyat bazı insanlara kendilerini daha iyi hissettiriyor. Ama ben kendim gibi görünmekten çıkmak istemem. Nasıl olsa hiçbirimiz sonsuza dek yaşamayacağız. Hatta yarın ölebiliriz ve biliyor musunuz, işte o zaman yaş meselesini dert etmemize gerek kalmaz. L’Oreal Paris’in bir temsilcisi olarak bunu söylemenizi çelişkili bulanlar olabilir. Neden, anlamıyorum. L’Oreal dünyanın dört bir yanında, her yaştan ve her kültürden kadınlara hitap ediyor ve onlara her birinin güzel olabileceğini, bunun için kendilerine biraz zaman ayırmaları gerektiğini söylüyor. Bu birleştirici mesaj benim takdir ettiğim bir şey. Kendinizi bir stil ikonu olarak görüyor musunuz peki? Bu çok iddialı bir laf. Stil benim için bir tür eğlence ve her şeyden önce de yaşamımın her anında kendimi ifade etmenin bir yolu. Ama stil yaratmak konusunda kimseye model olmaya çalışmıyorum. Örneğin, birçok kişi siyah giymenin riskten kaçınmak olduğunu söyler, bense sık sık siyah giyerim. Ama zaten bir kızıl kafayım. Yani benim rengim fabrikadan. Sizi Hollywood’da bir istisna kılan yalnızca görünüşünüzle ilgili tavrınız değil. Birçok oyuncu Hollywood’da kadınlar için iyi roller bulmanın ne kadar zor olduğundan şikayet eder. Oysa son zamanlarda sizin oynadığınız rollere bakılınca pek öyle görünmüyor. Bakın, ilginç roller bulmak her yaştan her oyuncu için zordur çünkü bu iş oyuncuların egolarını tatmin etmek için yapılmıyor. Büyük stüdyoların öncelikli amacı bütün dünyada satılabilecek filmler üretmektir. Oturup şikayet etmek kolay olurdu ama gerçek şu ki etrafta bazı iyi filmler ve karakterler var ve onlara ulaşmak tamamen benim sorumluluğum. Çünkü bu benim kariyerim.

XOXO The Mag





INTERVIEW/

TE ER

CHRIS WALSH

Korkaklığın Anatomisi Geleceğe Dönüş serisini izleyenler bilirler, Marty McFly kendisine “tavuk” denmesini asla içine sindiremez, zira “tavuk” İngilizcede kısa yoldan birine “korkak” demektir. Amerikan toplumundaki büyük küfür “korkak” belki Türkçede aynı etkiye sahip değil. Ancak yine de hepimiz hayatımız boyunca yeteri kadar cesur olduğumuzu kanıtlamaya çalışıyoruz. Peki buna gerçekten gerek var mı? Korkaklıktan iyilik çıkar mı? Cesur olunacaksa nasıl olunmalı? Boston Üniversitesi’nden Chris Walsh, kitabı Cowardice: A Brief History ile yukarıdaki sorulara ABD merkezli cevaplar aramış. Ancak çıkan sonuçlar hayli evrensel. röportaj ali tünay fotoğraf jackie ricciardi

XOXO The Mag


Chris, kitabının giriş kısmında 11 Eylül olayları ve Boston Maratonu bombalı saldırısı önemli yer kaplıyor. Bu iki olay senin için neden önemli? Boston saldırısından hemen sonra, şüpheliler hala silahlı ve tehlikelilerken, ailemle olayların çok yakınındaydık. Polis sirenlerini ve helikopterleri duyabiliyorduk. Şüpheliler bizden sadece 1 mil uzaktalardı ve o akşam MIT’deki polis memurunu öldürmüşlerdi. Korkunç bir dönemdi ve hayatımda ilk defa, resmi kaynaklardan “olduğunuz yerde saklanın” diye bir komut duymuştum. O sıralarda saldırganları “korkaklar” diye adlandırmak bize iyi geliyordu, zira onların da bizim gibi zayıf olabileceklerini düşünüyorduk. Ve benzer bir durumu aslında 11 Eylül sırasında da yaşadık. Saul Bellow’un çok sevdiğim bir lafı vardır; “Amerikalı derken kastettiğim; insanlığın ızdıraplı tarihi ile düzeltilmemiş olandır.” der. Biz iki dev okyanus tarafından korunan ve izole bir toplumuz. 11 Eylül’deki gibi inanılmaz bir saldırı meydana gelince şoke olduk. Böylece korkaklık terimi ABD’de hatalı kullanılmaya başladı ve bu hatalı kullanım bizim söz konusu olayları daha detaylı şekilde düşünmemizi engellemiş oldu. Usame Bin Ladin’e korkak diyerek, bu kelimeyi şeytanilik ile eşitledik. Kitapta korkaklığın tekrar doğru anlamıyla kullanılmasına yardımcı olmaya çalışıyorum. Korkaklık, kısaca, bir görevin aşırı bir korku nedeniyle yerine getirilememesi durumudur. Oysa Usame Bin Ladin’e ve Boston bombacılarına korkak denirken akılda olan bu değildi.

etkiliyor. Ve tabii bu durum korkaklığın cezalandırılmasını da etkiliyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar ve Ruslar korkaklıkla suçlanan binlerce askerini vurmuş. Diğer taraftan Britanya Ordusu savaştan kaçan askerlere idam cezasını 1930 yılında kaldırıyor. Son 150 yılda ABD silahlı kuvvetleri sadece bir kişiyi korkak olduğu için idam etti. Bu arada merak ediyorum; Türk ordusunun bu konudaki yaklaşımı nasıl? Açıkçası, hiç araştırmadım ama şunu biliyorum, Birinci Dünya Savaşı sırasında neredeyse yarım milyon asker, Osmanlı Ordusu’nun lojistik yetersizliği nedeniyle cepheden kaçıyor ve o kaçan askerler sonra Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasını sağlıyorlar. İrlandalıların “Bugün kaçan bir korkak, yarın savaşmak için yaşar.” diye bir lafı vardır. Bazen bu şekilde hareket etmek gerçekten akıllıcadır. Daha genel bakalım. Şiddet sarmalından çıkmanın yolu, korkak gözükme kaygısını bir tarafa bırakmaktan mı geçiyor? Şu açık; eğer dünya üzerinde herkes korkak olsaydı, bugün barış içinde yaşardık. Tim O’Brien’ın Vietnam Savaşı üzerine bir kitabı vardır. Savaşa gitmek konusunda kararsız kalıyor ve en sonunda gidiyor. Bu otobiyografik hikayenin sonu da şöyle biter, “Ben bir korkaktım. Ben savaşa gittim.” Kısaca, toplumsal baskıya boyun eğerek savaşa gittiği için kendini korkak sayar. Küresel olarak korkaklık kaygısını bir tarafa koymamız bir çözüm yolu. İnsanlar, özellikle de erkekler, geleneksel kaygılarını bir tarafa bırakırlarsa, dünya daha iyi ve huzurlu bir yer olabilir.

Charlie Hebdo olaylarını takip etmişsindir. Orada da, senin bahsettiğin gibi, bu katliamı yapanlara korkak deniliyordu. Evet, hatta silahlı saldırıya, “korkakça bir hareket” etiketi yapıştırıldı. Saldırganlara korkak demek, onları yok saymanın ve bu tarz olayları gerçekleştirmelerine yol açan sosyolojik etkileri anlamaktan kaçmanın bir yolu oluyor. Bana kalırsa böyle saldırılardan sonra, olayların asıl nedenini anlamaya çalışmak daha mantıklı. Bu insanları anlamak onları affetmek demek değildir, ancak bu, gelecekte böyle olayları tetikleyen nedenleri bulmak için gereklidir.

Chris, her ne kadar kitabın küresel bir içeriğe sahip olsa da, aynı zamanda ABD merkeze alınarak da yazılmış. Ancak ABD’de korkaklık-şiddet dinamiğinin daha baskın olduğunu da belirtiyorsun. Bunun nedenlerini biraz açıklayabilir misin? Bunun bizim bireysel silahlanma yasalarımız ve Vahşi Batı efsanesi ile oldukça ilintili olduğunu düşünüyorum. Örneğin Britanya’da eğer bir şiddet olayı ile karşı karşıyaysanız, daha da fazla tehlike altına girmediğiniz durumlarda geri çekilmeniz gerekir ve bunu yasalar söyler. Diğer taraftan ABD’de gelenek, şiddete şiddet ile karşılık vermektir; aksi ise korkaklıktır. Kuşkusuz düello geleneği Avrupa’da mevcuttur ancak 20. yüzyılın kanlı tarihi bu gelenekleri de bir şekilde değiştirdi. Bugün Avrupa ve Asya’da bireysel silahlanma ciddi şekilde kontrol altında. ABD’de ise bireysel silahlanma kontrol altına alınamadı. Bunun nedeni olarak kişinin kendini koruma hakkı ve görevi gösterilir. Bir okula silahlı saldırı olduğu zaman, toplumun bir kısmı bireysel silahlanmayı sonlandırmak istiyor, National Rifle Association ise müdürlerin kendi silahları olursa böyle olayları engelleyebileceklerini iddia ediyor.

Kitabında korkaklık temasını askerlik üzerinden de ele alıyorsun; ve bu esnada özellikle Amerikan İç Savaşı önemli yer kaplıyor. Askerlik ve korkaklık arasındaki ilişkiye bakışın nasıl? Evet, geçmişe baktığımızda, özellikle topyekun savaşlarda, toplumun tamamının dahil olduğu çatışmalarda, savaştan her türlü uzak durma ve kaçma hali net bir şekilde korkaklık olarak görülmüştür. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sırasında “Baba Büyük Savaş sırasında ne yaptın?” yazılı posterler görüyoruz. Liderler şunu da fark ediyorlar, çoğu asker kahraman olmak istemiyor ancak, korkak gözükmek de istemiyor. Generaller de bu durumu kendi çıkarları için kullanıyorlar. Kitapta bahsettiğim gibi, aslında siyasi liderler de benzer kaygılara sahipler. Örneğin Lyndon Johson, Vietnam’dan çekilirse yeteri kadar “erkek” gözükmeyeceğinden korkmuş. Zaten sonrasında ABD’nin Vietnam’daki angajmanı devam ediyor ve hikayenin devamını biliyoruz. Tarih bu tarz kararlarla dolu. Liderler hem kendi halklarının gözünde, hem de dışarıda nasıl göründüklerinden endişe duydukları için böyle kararlar alabiliyorlar.

Ahlaki cesaret ile fiziksel cesareti ayırıyorsun. Bu ikisini nasıl tanımlarsın? Korkaklık üzerinden konuşalım. Fiziksel korkaklık, biraz savaş alanında gördüğümüz korkaklık gibi. Ortada bir görev var ve sen bu görevi algıladığın risk nedeniyle, hissettiğin aşırı korkudan dolayı yerine getirmiyorsun. Tabii burada soru, görev ve korkunun da tanımlanmasını gerektiriyor. Ancak her şeye rağmen bu durum tipik bir korkaklık örneğidir. Ahlaki korkaklık ise, daha ziyade net olmayan bir görevde, üstünüzdeki bir komutandan dolayı değil de, bilinciniz, dini inançlarınız gibi nedenlerin size hissettirdiği üstün bir görevi yerine getirmediğiniz zaman ortaya çıkıyor. Örneğin, işyerinde birisinin hakkını savunmanız gerekiyor ama yapmıyorsunuz. Hayatın böyle kaçışlarla dolu olduğunu söyleyebiliriz.

Kuşkusuz, savaşmak ve korkaklık birbiriyle çok iç içe. Örneğin tarihçi akademisyen Isabel Hull, Alman ordusunun kurumsal özelliklerinden dolayı Birinci Dünya Savaşı’nda diğer ordulara nazaran daha fazla şiddet kullandığından ve daha acımasız olduğundan bahseder. Benzer bir ilişkiyi, farklı kültürlerde korkaklığın nasıl algılandığına dair görüyor musunuz? Farklı kültürler korkaklığı farklı şekilde tanımlıyor mu? Japonya’da en ufak bir endişe bile İkinci Dünya Savaşı sırasınca korkakça bir duygu olarak görülüyordu. Sizin de bildiğiniz üzere, Japonlar’da teslim olmak söz konusu bile değildi. Ancak ABD ordusunda zaman zaman teslim olma talimatlarına rastlıyoruz. Sonuç olarak yerel ve kültürel durumlar kesinlikle korkaklık algısını

Bu durumda aslında ahlaki cesaret ile fiziksel cesaret arasında bir bağ olduğunu söyleyebilir miyiz? Yine korkaklık üzerinden gitmek gerekirse, aslında ahlaki ve fiziksel korkaklığın arasındaki fark biraz yapay. Günlük hayatta bir haksızlığa 35


ses çıkartırken, bir askerin mevkisini korurken hissettiği fiziksel semptomlara benzer şeyler yaşıyoruz. Savaşmaktan korkmayan bir askerin sahip olduğu disiplin ve onur duygusunu alarak bunu şiddet içermeyen girişimlerde kullanmalıyız. William James, askeri tavırları düşmanı yok etmek için değil, örneğin yoksulluğu ortadan kaldırmak için veya karşılıklı toleransı, çevre sorunlarını çözmek için kullanmaktan bahseder. Bu çok ütopik bir vizyon olabilir ama işe yarayacağını düşünüyorum. Eğer kitabımın bir mesajı varsa, o da budur. Peki, senin bireysel olarak korkaklık anlayışın zaman içinde değişti mi? Korkaklık üzerine düşünürken sürekli olarak görev tanımı hakkında düşünüyorum. Belki 21. yüzyılda insanların üzerine çok düşündükleri bir şey değil bu. Benim görevim ne? Ben ne yapmalıyım? Görevim olduğunu düşündüğüm şeyi yapmıyorsam, neden yapmıyorum? Belli bir korku yüzünden mi yapmıyorum? Bütün bu düşünceler beni geleneksel anlamda korkak gözükme kaygısından uzaklaştırıyor. Ağlamaktan falan da korkmuyorum. Hayatımın bu döneminde ahlaken korkak gözükmekten daha çok kaygılanıyorum. Görevlerim ve korkularım üzerinden gerçekçi ve eleştirel bir şekilde düşünmeye çalışıyorum. Bu arada çocukların var mı? Varsa onlara nasıl tavsiyeler veriyorsun? Evet, dört tane var. Açıkçası onlara korkak olmamak konusunda büyük konuşmalar yaptığımı hatırlamıyorum. Ancak her anne-baba

gibi, kaybetme korkusuyla bazı şeyleri denemekten kaçınmamalarını söylüyorum. Her birimizin, etrafımızdaki insanlara ve kendimize, sahip olduğumuz potansiyele ulaşmayı ve kendimizi geliştirmeyi borçlu olduğumuzu söylüyorum. Korkularımız nedeniyle potansiyelimize ulaşamamanın korkakça olduğunu vurguluyorum. Kısaca, “sakın pes etme, sonuna kadar savaş” gibi şeyler söylemiyorum. Dünya farklı bir hale geldi. Başınıza ne geleceğini bilemiyorsunuz. Yine kitapla bitirelim. Korkaklığı anlatırken, birincil kaynak kullanıyorsun ama kuşkusuz kitabın ana malzemesini edebi metinler teşkil ediyor. Neden böyle bir yol seçtin? Akademik geçmiş olarak edebiyata daha meraklıyım. Aynı zamanda edebiyatın, korkaklık hakkında bir mübaşirin yazacağından daha anlamlı şeyler anlatacağına inanıyorum. Sürekli dönüp dolaşıp kullandığım kitap ise Dante’nin İlahi Komedyası’nın Cehennem cildi oldu. Dante ahlaki korkaklığı bu kitapta dahiyane bir şekilde anlatıyor. Bilirsiniz, Dante kendilerini tokatlayan yüzlerce ruh görür ve rehberi Virgil’e kim bunlar diye sorduğunda, “Bunlar hayatları boyunca hiçbir şeye kendini adamamış insanlardır,” cevabını alır. Bu insanlar hiçbir yolu seçmemiştir. Ölümden sonraki hayatlarında ise üzerinde “hiçbir şey” yazan bir flamayı deliler gibi kovalayacaklardır. Virgil bu insanlardan bahsetmek istemez, zira dünya da onları umursamaz artık. Benim için İlahi Komedya’nın ilk cildi adeta hayatta kayda değer bir şey yapmamış insanların bir kaydı gibidir. Bu nedenle edebiyatın arşivlere düşmeyecek korkaklıkları arşivleyen ve anlatan bir rolü olduğunu düşünüyorum.

XOXO The Mag



Š2015 Vans Inc. Photo: Stefan Simikich



INTERVIEW/ RT

BANU ÇARMIKLI

Bir Koleksiyonerden Fazlası Karşımızda sıradışı bir koleksiyoner var; Banu Çarmıklı sanat eğitimi almış, galericilik yapmış, kendi ismini taşıyan blogunda ve farklı yayınlarda sanat üzerine yazılar yazan, bu yazılarıyla sanatı geniş kitlelere ulaştıran, kısacası sanatı hayatının merkezi yapmış bir isim. Genç sanatçılara destek konusunda oldukça hassas olan Çarmıklı, koleksiyonuna aldığı işlerin içerdiği mesaja ve güncel konularla ilişkisine önem veriyor. röportaj seza bali fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Saniye Dönmez, Yanan Sakal, 2010, Tuval Üzerine Kağıt, 170cm x 120cm

Erol Eskici, Kürk ailesi - Family of fur, Kağıt Üzerine Akrilik, 220 x 180 cm Guido Casaretto, Soyut Kompozisyon, 2005, Ahşap Üzerine Karışık Teknik, 146 x 112 cm

Aldığınız ilk sanat eserinden ve koleksiyonerliğe bakış açınızdan bahsederek başlayalım. Koleksiyonumuzu eşimle birlikte oluşturuyoruz ve sanat eseri almak bizim için bir tutku. İlk aldığımız eser Adnan Çoker’in eşsiz bir işiydi ve bu eserle birlikte klasik ve oryantalist Türk sanat eserleri toplayarak koleksiyonumuza başladık. Zamanla daha modern ve çağdaş sanat eserlerine de yöneldik ve koleksiyonumuzu bu şekilde geliştirdik. Ayrıca, koleksiyoner olmanın yanı sıra, sanata ve sanatçılara destek olmayı kendimize görev ediniyoruz.

hissediyorsunuz? Her şeyden önce, bir eser bana orada aktarılmak istenilen duyguyu hissettirmeli. Eserin sanat tarihine verdiği referans, felsefe, tarih, psikoloji, sosyoloji, politika gibi farklı alanlarla diyaloğu, sanatçının özgün bir anlatım dili ve tekniğinin olması ve yeni malzemelere karşı cesurca davranabilmesi benim dikkat ettiğim konular. Düzenli takip ettiğim bazı sanatçılar var, onların yeni üretimlerini görmek de beni her zaman heyecanlandırıyor. Sanatçı atölyelerini ziyaret etmek sizin için ne kadar önemli? Oldukça, sonuçta hem sanatçıyı daha yakından tanımak hem de bir eserin en samimi oluşum sürecine şahit olmak çok özel bir şey. Atölye ziyaretleri, sanatçılarla daha derin bir diyalog kurmak adına çok önemli.

Koleksiyonunuzda resim, heykel veya enstalasyon gibi yöneldiğiniz tek bir alan var mı? Video ve enstalasyon gibi yeni medya teknikleri içeren eserler beni genelde daha kolay yakalıyor. Fakat bu hassasiyetime rağmen sanatsal üretimlerde herhangi bir disiplini ayırt etmemeye çalışıyorum. Günümüzde etken olan politika, din, siyaset, ekonomi gibi faktörler sanatın damarlarını oluşturur ve sanat sosyokültürel bir yapının ürünü olmasından dolayı içinde bulunduğu toplumların dinamikleri ile beslenir. Bu bağlamda bir toplumda olan tüm gelişmeler sanatın ilgi alanını oluşturur. Ben de, disipline yönelmektense, günümüzün dinamiklerini yakalayabilen ve işleriyle bizleri aydınlatabilecek sanatçılara ve onların işlerine odaklanmaya özen gösteriyorum.

Kızlarınızın da sanata özel bir ilgisi olmalı. Evet tabii ki. Çocukluklarından beri sanatla iç içe yaşıyorlar, evde de her zaman sanat konuşulduğu için onların da bu dünyaya dahil olmamaları mümkün değil. Peki koleksiyonunuzu oluştururken destek aldığınız bir danışman var mı? Yok. Biz hem koleksiyoner hem geçmişte Mac Art Gallery’nin kurucuları olarak çok uzun süredir bu piyasanın içindeyiz. Bunun yanı sıra kendi sanat blogum, düzenli olarak yazdığım gazete ve dergi yazılarım var. Yani danışmana ihtiyaç duymadan sanat piyasasını her anlamda sürekli takip ediyoruz. Zaten bana sorarsanız bir koleksiyonerin danışmanı olmamalı, çünkü herkesin kendine özel bir zevki var.

Eşiniz Hakan Bey ile eser alırken, estetik algılarınızın çakıştığı oluyor mu? Biraz önce söylediklerime ek olarak, koleksiyonerlik sadece estetik anlayışımızı tatmin eden bir olgu değil, bu yüzden de birbirimizle uyuşmadığımız pek olmuyor. İyi bir eser, zaten kendisini her zaman kolayca gösterir.

Sanatla ilgili yazmanın hayatınızdaki yeri nedir? Yazmayı seviyorum, çünkü hem kendimi geliştirdiğimi düşünüyorum

Bir eseri gördüğünüzde onu koleksiyonunuza ekleyeceğinizi nasıl 41


hem de edindiğim bilgileri insanlarla paylaşmaktan büyük bir zevk alıyorum. Bartın’dan, Eskişehir’den, Ankara’dan bir sürü okurum, yazılarımdan çok şey öğrendiklerini yazıyorlar. Doğal olarak da bu geri dönüş beni hem motive ediyor hem de çok sevindiriyor.

Son yıllarda en çok etkilendiğiniz sergi neydi? Yıllar evvel New York’ta gördüğüm Chris Ofili’nin kişisel sergisini hiç unutamadım. Geçen sene Royal Albert Museum’daki Anselm Kiefer sergisinden de çok etkilendim.

Geriye dönersek, sanata ilginiz ne zaman başladı ve nasıl gelişti? Üniversite eğitimimi İngiltere’de Richmond Üniversitesi’nde pazarlama ve iş idaresi üzerine tamamladım. Daha sonra Londra’da Sotheby’s Müzayede Evi’nin sanat tarihi kurslarına devam ettim. Türkiye’ye döndükten sonra Yalçın Sadak’ın düzenlediği sanat tarihi kursları ve Raffi Portakal’ın Antika ve Klasik Sanat Eserleri kursuna katıldım. Kişisel olarak yurtiçi ve yurtdışında sanatçılarla interaktif bir iletişim kurarak ve sergi açılışlarına katılarak, sanat yayınlarını takip ederek de sanat yelpazemi genişlettim. Sanata olan tutkumun 27 sene evvel başladığını ve hala aynı tutkuya sahip olduğumu söyleyemem lazım.

Global sanat piyasasına gelirsek, günümüzde müthiş fiyatlara satılan eserler görüyoruz. Bir alıcı olarak bu fiyatlandırmalar hakkındaki düşünceleriniz nedir? Para çok büyük bir kuvvet olduğu için sanatla birleşince durum kontrolden çıkabiliyor. Galerici, koleksiyoner ve sanatçı arasında işbirliğiyle belli bir fiyat politikası oluşturuluyor, şu günlerde bunun en güzel örneğini Asya çağdaş sanat piyasasında görmek mümkün. Hintli ve Çinli sanatçılar kendi koleksiyonerleri tarafından büyük müzayede evlerindeki satışlarda inanılmaz bir destek görüyorlar. Sonuç olarak yüksek fiyatlara giden bu eserler Avrupalı ve Amerikalı koleksiyonerlerin de radarına giriyor. Bunun yanı sıra Jeff Koons ve Damien Hirst gibi isimlerin sanatsal ve ticari zekaları ile oluşturdukları büyük güç de piyasadaki spekülasyonlara katkıda bulunuyor.

İçinde bulunduğumuz sanat dünyasından da biraz bahsedelim. Türkiye’de sanatçılara devletten yok denecek kadar az destek veriliyor, hatta özel sektörden gelen destek, devlet desteğinin önüne geçiyor. Yurtdışına baktığımızda ise bunun tam tersini görüyoruz. Bu durumu nasıl okumalıyız? Genç sanatçıların desteklenmesi oldukça önemli, ama biliyoruz ki iş sadece finansman ile bitmez. Bir sanatçıyı yakından takip etmek, kariyerinin gelişim sürecine destek olmak ve vizyonuna katkı sağlamak da çok önemli. Devletin sağladığı burslar ve özel atölye programları gençler için teşvik edici faktörler olsa da, ülkemizde finansal desteğin büyük kısmı özel sektör tarafından sağlanıyor. Son dönemlerde bu anlamda ortaya çıkan, altyapısı koleksiyonerler tarafından oluşturulmuş çok önemli özel kurumlar var. Örneğin Füsun Eczacıbaşı liderliğindeki SAHA, hem sanatçılara proje bazlı destek veriyor hem de misafir sanatçı programlarına katılmalarına destekte bulunuyor. SPOT diğer önemli bir kurum. Biraz da işin olumlu yanını görmek gerekiyor, özel sektörden yapılan bu desteğin her şeye rağmen sevindirici olduğunu söylemeliyim. Türkiye’deki koleksiyonerlerin çağdaş sanat almaktan çekindiğini söyleyebilir miyiz? Çağdaş sanat alınmıyor diye genel bir kanıya varamayız ama şu bir gerçek ki insanlar anlayıp benimseyebildikleri eserleri almayı tercih ediyorlar. Bu noktada, örneğin resim, tüketmesi daha kolay bir sanat alanı olduğu için daha çok tercih edilebiliyor. Ben koleksiyonerliği bir süreç olarak görüyorum. Çağdaş sanatı anlamak ve sindirmek için bu havuzda biraz vakit geçirmek lazım. Sanat yazılarını takip etmek, sergileri düzenli olarak gezmek, kısacası göz estetiğini geliştirmek ve eseri anlamaya çalışmak gerek. Tabii uluslararası müzayede, fuar ve bienaller de koleksiyonerleri bu anlamda hem teşvik eden hem de bilgi dağarcığını genişleten alanlar. Fuar demişken, en beğendikleriniz hangileri? Art Basel çok keyifli bir durak. Düzenli olarak takip ettiğim fuarlar arasında Frieze London ve Frieze New York da yer alıyor. Hollanda’da yer alan TEFAF Maastricht, empresyonizmden çağdaş sanata kadar geniş bir yelpaze sunmanın yanı sıra antika, mücevher ve mobilya alanında sergilenen eserlerle de farklı bir fuar. Genel olarak, sanat fuarları neredeyse birer süpermarket gibi; yok yok. Fuarlar her disiplinden birçok işi bir arada görebileceğimiz bilgilendirici ve öğretici etkinlikler... Yeni sanatçıları keşfetmek ve onlarla bire bir sohbet etmek için de oldukça idealler.

Tipik bir gününüz neye benziyor? Güne sporla başlıyorum. Evimle ilgilenmenin yanı sıra yazılarım için gidilecek sergiler varsa onları takip etmeye çalışıyorum. Yerli ve yabancı basında çıkan sanat yazılarını ve kritiklerini okuyorum, yeni çıkan sanat kitaplarını takip ediyorum, bazen günlük atölye ziyaretlerim oluyor. Bunun dışında herkes gibi arkadaşlarımla vakit geçirmekten hoşlanıyorum. Sanat dışında yaptığınız bir koleksiyon var mı? Beykoz işi parfüm şişeleri ve cam objeler topluyorum. İstanbul’da yaşamasaydınız nereyi seçerdiniz? İstanbul’dan vazgeçemem. Koleksiyonlarını beğendiğiniz kimler var? Charles Saatchi ile Karen ve Christian Boros çifti. İstanbul’un global sanat dünyasında yükseldiği söyleniyor ama galerilerin durumu da göz ardı edilemez. Birkaç sene evvel yakalanan patlamayı tekrar görebilecek miyiz? Bence toplumların kültürel yapıları, sanat ve edebiyat konularındaki derinlikleri ile kendilerini gösterir. Türkiye’nin tanıtım ve reklamı yurtdışında birçok alanda yapılıyor; bu başarılar devletin, özel sektörün ve bireylerin desteği ile gerçekleşiyor. Ancak şöyle bir gerçek de var ki, sanat bu reklam ve tanıtım çalışmalarında en sonlarda yer alıyor. Son yıllarda yurtdışındaki sanat fuarlarında Türk çağdaş sanatı yurtdışındaki galeriler tarafından da görülmeye başladı. Buna ek olarak İstanbul Bienali’ne gelen yabancı küratörler, koleksiyonerler, sanatçılar ve profesörler de Türkiye’nin yurtdışında tanıtımına yardımcı oluyorlar. Türk sanatı global arenada henüz yeterince tanınmasa da İstanbul Bienali ve Contemporary Istanbul gibi uluslararası sanat dünyasında dikkat çeken etkinlikler ve özellikle de Sotheby’s Başkan Yardımcısı Alican Ertuğ’un Sotheby’s Müzayede Evi’ni 2006 yılında Türkiye’ye getirmesi ile Türk çağdaş sanat piyasası oldukça hareketlendi. Bütün bunları göz önünde bulundurursak, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin sanat alanında sesini daha da güçlü ve kalıcı bir şekilde duyurması kaçınılmaz olacak.

XOXO The Mag


Ahşabın çekici ve sıcak yüzeyini, seramiğin doğal özellikleri ile birleştiren Çanakkale Seramik, parke görünümlü seramikleriyle Kale Mağazaları’nda.

kale.com.tr 43


DIALOGUE/ RC

TECT RE

AYKUT KÖKSAL & HAN TÜMERTEKİN

Belleğin Mekana Teması

Kentin hafızası dediğimizde, bu bize ne ifade ediyor? Özellikle konumuz mimari üretim ve bu üretimin bugüne ilişkin meseleleri ise… Mekanın bellekte bıraktığı izler üzerinden bir kentin tarihini çıkarmaya çalışsak, elimizde ne var, ne kaldı diye sormanın kaçınılmaz olacağını düşünüyoruz. Aykut Köksal ve Han Tümertekin ile kent belleğinde mimarın, kullanıcının rollerini tartıştığımız, hafızada kalan, görünen yapılı çevre ve aynı zamanda görünmeyen öğelerin yerini konuştuğumuz keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. hazırlayan dilek öztürk fotoğraf koray polat

XOXO The Mag


HAFIZANIN GÖRÜNEN VE GÖRÜNMEYEN YÜZLERİ

HT: Bunu şunun için söylüyorum; fiziksel olarak değişmemiş ama yaşantı olarak değişmiş pek çok bölge var kentlerde. Oralarda mimar bir şey yapacağı zaman bayağı çaresiz kalıyor. O çevreyi var eden ilişkiler yok olmuş ya da değişmiş ise fiziksel alanın belirleyiciliğini ne kadar kabullenebiliriz? Kaçınılmaz olarak var olan dokudan destek alıyoruz ama tümüyle var olanın sürdürülmesini sağlamakla yetinemeyiz. İşte o zaman hem kalan davranışları hem de yeni davranışları tasarıma katmak gerekiyor. Başka türlü işin içinden çıkmak olanaksız.

Dilek Öztürk: Öncelikle kent hafızası kavramından başlayalım. Aykut Köksal: Kentin tarihinden söz ettiğimizde aklımıza önce anıtlar ve belirli yapılar gelir ama daha yol gösterici ve daha önemli olanın hafızanın görünmeyen boyutu olduğunu söylemek yanlış değildir. Bir tarihi kentte, görünürde hiçbir tarihi yapı bulunmayabilir -hepsi ortadan kalkmış olabilir, İstanbul gibi, yangının defalarca silip süpürdüğü bir kent olabilir- bu durumda tarihten, hafızadan söz etmeyecek miyiz? Ya da konumuza girmek için soruyu şöyle sorabiliriz: Böyle bir durumda mimarın tarihsel bağlamla girdiği ilişkide verileri ne oluşturacak? Ben bunun oldukça önemli bir problematik tanımladığını düşünüyorum. Soruyu yineleyelim: Diyelim ki tarihi bir alanla karşı karşıyayız ve yine o bölgede, tarihi diye niteleyebileceğimiz, mevcut kuramlar çerçevesinde koruma değeri taşıdığını ileri sürebileceğimiz tek bir yapı yok. Mimarın bu bağlamla girdiği ilişkide tarih ona ne üzerinden konuşacaktır, mimar ne üzerinden tarihle ilişki kuracaktır?

KENTİN MORFOLOJİSİ DÖ: Mekanın kimliğini, geçmişini araştırırken sesten ne kadar haberdar olunabilir? HT: Değişenler ne, değişmeyenler ne? Hangisine göre gideceğiz? AK: Han’ın özellikle altını çizdiği mesele, görünmeyen hafızanın hiç kuşkusuz çok önemli bir boyutu. Ben tasarımcıya yol gösterecek bir başka görünmeyen boyutu, kentin morfolojisini, gündeme getirmek istiyorum. Bu morfoloji birbirini bütünleyen iki çözümleme düzeyinde ele alınır: Eşzamanlı ve artzamanlı çözümleme. Kentin hafızasını ortaya çıkaracak olan artzamanlı çözümlemedir. Yapılacak eşzamanlı çözümleme, yapılarıyla, meydanlarıyla, yollarıyla, dokusuyla, kentin morfolojisinin görünür boyutunu ortaya serer. Ne var ki bir de hafızanın görünmez katmanlarında gizli kalmış bir boyut vardır, bunu artzamanlı çözümleme ortaya çıkartır. Peki, kente müdahale ederken artık görünmez hale gelen o morfolojiyi yok mu saymalıyız? Yoksa bunu kentin tarihiyle ilişkisini ayakta tutacak, koruma programlarıyla yeni yapılaşmayı uzlaştıracak bir veri olarak mı ele almalıyız? Yanıtı da içinde olan bu soru üzerine düşünmek gerek. Bir de hafızanın görünen katmanlarının ayakta olduğu durumlar var, bu durumda da, tarihle/hafızayla ilişkinin, günümüze sırtını dönmeyen, sürdürülebilir bir programla ele alınabilmesi için kentin strüktürü önemli bir veri oluşturuyor. Bugün kentsel yenilemeye konu olan yerlerden biri Süleymaniye ve çevresi. Süleymaniye’deki hafıza, o yenilemede ifadesini nasıl bulmalı? Süleymaniye, hafızası bütünüyle görünmez hale gelmiş bir yer değil, orada bugüne ulaşmış önemli bir tarihsel çevre var, sivil mimarlık örnekleri, anıtlar var, bir veri olarak topografya var. Ama bir yandan da orada -o yüzden bir kentsel yenilemeden söz etmek durumunda kalıyoruz- bozulmuş, karakterini bütünüyle yitirmiş bir yapılaşma var. Peki bu bağlamla ilişkiye nasıl girilmeli? Çevrenin “görünür” öğelerini, korunmuş sivil mimarlık örneklerini veri olarak ele alıp, burada sahte tarihi yapılar mı üretilecek? Sahte eski evler mi üretilecek? Hazin ama günümüzde yapılmak istenen bu. Aslında doğru yaklaşım, o bölgedeki koruma programını ayakta tutacak olan, günümüzün dilini konuşan, tarihle ilişkisini imgeler üzerinden değil strüktür üzerinden söyleyen, böylece korunmuş olanı da ayakta tutacak bir süreklilik sağlayan bir yaklaşım olmalıdır. Burada yeniden hafızanın, strüktürü oluşturan görünmez boyutu önem kazanıyor.

Han Tümertekin: İlk hareket noktası benim için sadece yapı değil. Gündelik hayata dair pek çok bileşenin de ciddi değerler taşıdığını düşünüyorum. Hafıza sadece yapılardan oluşmuyor. Mesela İstanbul’daki vapurlar son derece önemli bir hafıza öğesi. Sadece fiziksel olarak değil, ulaşımın karakteri ve o ulaşım sürecindeki insani ilişkiler açısından da durum böyle. Elde hiçbirşey olmasa da, toplayacağım veriler arasında değer taşıyan şeylerden biri de gündelik davranışlara ilişkin malzemeler. Örneğin dar sokaktaki bir sokak satıcısının sesinin yansıması o kentin morfolojisi açısından son derece somut bir veri. Sesler, insanların yürüme hızları, güneşin vurduğu yüzeyler vb, var olan fiziksel çevre kadar tasarıma veri oluşturuyor. Italo Calvino’nun nefis bir kent tanımı vardır. Der ki: “Bir kenti kent yapan, o kentin sokakları, anıtları değildir. Bir pencereden saçağın üstüne atlayan kedinin ayak sesidir. Limana ziyarete gelen donanmanın 21 pare top atışıdır.” Dolayısıyla yapılara ilişkin bellek varken, öte yandan da bu tür yaşantıya ilişkin bir bellek var. AK: Bu gerçekten çok önemli, yeri belirleyen bileşenler içinde senin söylediğin önemli bir yer tutuyor. HT: Bunu neden araya koydum, biliyor musun? Bu bileşenler değişiyor. Fiziksel olarak hafızayı görür, dokunur, kullanır durumda olsak dahi, bu faktörlerin değişmesi, artık o sokak satıcısının sokaktan geçmiyor olması, o mekandaki tasarımcının davranışını temellendireceği zeminleri değiştiriyor. AK: Çok doğru. Ben senin bu söylediğine şunu da eklemek isterim: Hepimizin hafızasında -kulak hafızamızda- yer alan, çocukluk yıllarından gelen, sokak satıcısının, bir seyyar satıcının bağırışını, o yerden, o mekandan soyutlamamıza imkan yok. Kokuları da hep mekanla birlikte anımsarız. Koku, mekan hafızasının en kuvvetli öğelerinden biridir. HT: Şehir Hatları vapurundaki makine dairesinin yağ kokusu gibi... DÖ: Bununla ilgili mekanları hatırlatan bir koku kütüphanesi yapabilirsiniz.

HT: Morfolojinin önemine geleceğim. Tabii hafıza dediğimiz şey 30 saniye öncesi mi, 300 yıl öncesi mi? Hangi hafızaya sadık kalarak orada davranacağız? Benim için içinden çıkılması feci zor bir şey. Bu nedenle morfoloji kolaylaştırıcı bir unsur.

AK: Evet. Çok doğru.

AK: Çünkü morfolojik çözümleme, az önce de söylediğim gibi, hem 45


eşzamanlı hem de artzamanlı çözümlemeyi içeriyor. Burada dilbilim kökenli yapısalcı düşünce önemli bir kuramsal arka plan oluşturuyor. Süleymaniye’den söz etmişken, tarihi yarımadayı bekleyen bir tehlikeyle ilgili de konuşmak istiyorum. Ne yazık ki çok tartışılmayan bir hadiseyi Han’la birlikte yaşadık. Bir süre önce, benim de içinde olduğum bir ekip çalışmasıyla, “Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark Alanı”nı konu alan uluslararası mimari avan proje yarışmasına katıldık. Orada bizim çıkış noktalarımızdan biri, Marmaray’ın tarihi yarımadayı bir cazibe noktasına dönüştürme tehlikesine karşı mimarlığın araçlarıyla karşı koyma girişimiydi. Transfer noktası ve çevresini tasarlarken “Marmaray’ın yarımadada yaratabileceği tahribatı en aza indirebilir miyiz?” sorusunu gündeme getirmek istedik. Marmaray hala tam anlamıyla bitmiş bir proje değil. Bitmediği için, tarihi yarımada üzerinde yaratacağı etki de henüz ortaya çıkmaya başlamadı. Doğu ve batı yönündeki bütün bağlantılarıyla birlikte bittiği anda, tarihi yarımada üzerinde, bizim de o çalışmada problematize ettiğimiz tahribat gündeme gelecektir. Bu yüzden, tarihi yarımadanın korunması meselesini tüm boyutlarıyla tartışmaya başlamamız gerek. Ne yazık ki tarihi yarımadanın koruma imar planı anlamsız bir fragmantasyon içeriyor. Bu planla yarımadanın korunabileceğini düşünmek mümkün değil. Theodosius Surları içinde kalan tüm yarımada önemli bir tarihi bütündür, parçalanamaz, bu alan içinde farklı ağırlıkta koruma bölgeleri belirlenemez. İşte bu fragmantasyon az önce sözünü ettiğim “görünmeyen” hafızanın dikkate alınmamasından kaynaklanıyor... İSTANBUL’A DAİR KAYNAKLAR VE KAYIPLAR DÖ: İstanbul’da böyle bir çalışmayla karşılaştığınız zaman, yol gösterecek yeterli tarihi topografya çalışmalarının var olduğunu düşünüyor musunuz? Bütün bunlarla karşılaşabiliyor musunuz? HT: Hayır, ancak meşakkatli kişisel çabalar sonucu bulabiliyoruz ama o bilgi de bütünleştirilmiş bir bilgi değil. AK: Yok! Şimdi bu çok önemli. Görünüşte sayısız kitap var, İstanbul üzerine, İstanbul’un tarihi üzerine. O kötü moda deyişle, artık İstanbul cazip bir “marka”. Ne var ki İstanbul’un tarihsel topografyası, strüktürü üzerine hiçbir çalışma yapılmıyor. İstanbul’un Bizans dönemi tarihi topografyasıyla ilgili çalışmalar Fransız papazlarının 20. yüzyıl başlarındaki çalışmalarından bir adım öteye gitmiş değil. Sen şimdi “Fransız papazlarının konuyla ne ilgisi var” diye soracaksın. Var, çünkü İstanbul’un tarihi topografya çalışmalarını Kadıköy’de, Moda’da konumlanmış olan Assomptionniste papazları başlatmış. BAĞLAM İÇİNDE MEKAN VE YAPI DÖ: Şimdi Karaköy Meydanı yenileme projesi dahilinde D’Aronco’nun camisinin yeniden yapılması gündemde. AK: O da çok ilginç. D’Aronco’nun camisinin yıkılma nedeniyle yapılma nedenini karşı karşıya koyduğunuz zaman, ilginç bir karşıtlık çıkıyor. O Art Nouveau caminin mimarlığından -geleneksel cami mimarlığıyla pek ilişkisi olmadığı için- hoşlanılmamış olduğu biliniyor. Menderes döneminin imar çalışmaları sırasında, açılan yolun üzerinde olmadığı halde yok edilmiş. O dönemde kaldırılan pek çok anıt gibi daha sonra başka bir yerde kurmak üzere sökülmüş ama sökülen yapı parçaları sırra kadem basmış... Aynı zihniyet şimdi “ihya programı” içinde bu camiyi diriltmek istiyor. Gerçi ihya edilen öteki yapılardan farklı olarak bu caminin projeleri İtalya’daki D’Aronco arşivinde var, ama 20. yüzyıl başının Art Nouveau yapısının yeniden inşasına imkan verecek bilginin Türkiye’de mevcut olduğunu sanmıyorum. Yeri gelmişken belirtmekte yarar var: 1957-58 imar hareketinde sebillerin, çeşmelerin, muvakkıthanelerin yerlerini değiştirdiler. Kabataş’ta set

üstündeki çeşmeyi aşağıya indirip meydana koydular. DÖ: Bu taşıma mevzusu, bir mimar olarak size nasıl geliyor? AK: Bağlam içindeki yeri değişen bir öğenin bütün anlamı değişime uğramıştır. Kabataş’taki çeşme bugün bulunduğu yerde, o uydurma saçağıyla birlikte bir meydan çeşmesi görünümünde. Genç bir mimarlık öğrencisi o çeşmeye baktığında, kuşkusuz şunu soracaktır kendine: “Meydan çeşmesinin dört yüzü de eşdeğerdir. Peki bunun niye iki yüzünde işlemeler var da, diğer iki yüzü sağır ve süslemesiz?” O çeşme eskiden setin üstünde bir sokaktaydı. Çeşmeye alt yoldan bir merdivenle ulaşılıyordu, doğal olarak bu merdivene bakan yüzü işlemeliydi ve çeşme işlevi de bu cephede bulunuyordu. Bir de arkada yola bakan yüzü vardı, çeşme işlevi taşıyordu, işlemeliydi. Sen şimdi bu çeşmeyi bir meydan çeşmesine dönüştürürsen, yapıya da yalan söyletirsin, kente de yalan söyletirsin. Özellikle Menderes dönemi yıkımından sonra yapılan bu tip hataların haddi, hesabı yok. Bugün İstanbul’un tarihi pek çok yapısı bu yüzden yalan söylüyor. HT: Ben spesifik bir yere tasarım yapmaktansa hiper-spesifik, sonuna kadar oraya ait bir tasarım yapmakla, yapı, mekan tasarlamakla uğraşan saplantılı bir adamım. Yapıyı oraya çıpalamak, ait kılmakla o kadar ilgiliyim ki, bu benim işimi biraz kolaylaştıran bir durum. Çünkü kaçınılmaz olarak oranın bütün verilerine ulaşarak, bugünkü verilerini de işin içine katarak, o kadar ileri götürüyorum ki işi, tasarladığım herhangi bir yapının bir köşesi ile öbür köşesinde çok benzer bir tavır sergilemiş olsam dahi, yakından baktığımızda o farklılıklar da gözüküyor. Var olan bir yapıya girdiğimde, milim milim -SALT Galata’da, yaptığım gibi mesela- her noktasında karşılaştığım durumu, o noktada yeniden düzenlemek yerine, yapının dışına çıkıp tekrar yapının bütünü ve içinde yer aldığı ortamla birlikte bir kez daha düşünerek davranıyorum. Onun içindir ki, özellikle SALT projesine ilişkin sunuşlarımda koyduğum bir matris var. SALT Beyoğlu ve SALT Galata’ da, birinde 13, birinde 17 kez yapının bütününü içeren proje takımları çizmiş durumdayız. Çünkü bir noktadaki değişiklik, bir noktada öngörülmemiş bir durumla karşılaşma hali, beni, o merdiven korkuluğunun duvarla birleştiği noktayı, sadece o noktayı elden geçirmek ve çözmektense, çıkarıp yapının bütününe bakmaya itiyor. KAMUSAL ALANDA MİMAR VE KULLANICININ ROLÜ AK: Kentin hafızasıyla olan ilişki ile ilgili bir noktayı daha gündeme getirmek lazım. Söz konusu olan kamusal alanın düzenlenmesi ise, bu, mimara çok ciddi bir etik sorumluluk taşıyor. Mimar karşısına gelen bir işe “belirli bir yol alınmış, iş belirli bir noktaya gelmiş, programın ne olacağı yatırımcılar tarafından tanımlanmış, benden mimar olarak proje isteniyor, artık ben mimar olarak burada karşıma çıkan soruya en doğru yanıtı verme durumundayım, sorumluluğum bundan ibarettir” diyemez. Ben burada mimarın çok ciddi bir etik sorumlulukla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. Mimar, “bunu ben yapmasam biri mutlaka yapacak, ben yapayım daha doğrusu olur” diyemez. Bugün etik meselesini bir yana bırakarak mimarlığı konuşamayız. Bu, kentin hafızasıyla, geçmişiyle kurduğu ilişki bağlamında da farklı değil. HT: Özellikle tarihi binalara yaptığım müdahaleler sonrası, bana çok sık aktarılan bir yorum var. “Burada ne çok zorlanmışsınızdır. Böyle sınırlamalar içeren bir tarihi yapıya mimari müdahale yaparken ne kadar eliniz kolunuz bağlıdır ve zor bir ortamda davranmışsınızdır.” dendiğinde benim cevabım şudur: Benim İstanbul’un dışında, henüz hiç yapılaşmamış bir çayırda tasarım yaparken kendi kendime koyduğum sınırlamalardan, buradaki sınırlamaların tek bir farkı yoktur. Tümüyle öyle davrandığımı biliyorum çünkü. Rüzgarın yönü, güneşin nereden doğup battığı, ulaşımı… Böyle düşündüğümüzde öyle bir noktaya

XOXO The Mag


1903 yılında İtalyan mimar D’Aronco tarafından tasarlanan Karaköy Camii

geliyoruz ki hafızası olamayan yerde de bir tasarımcı farklı davranmaz.

bazı kalıntıların, yapı izlerinin kalmış olduğu kimi yerler artık arkeolojik sit niteliğindedir, bu yerlere müdahale son derece yanlış olur. Yedikule’deki Ioannes Studios Manastırı’nın geride kalmış son parçası, bilindiği gibi İmrahor Camisi’nin yangından geriye kalmış kalıntılarıdır. Erken dönem Bizans mimarlığınının bugüne ulaşmış ender örneklerinden biri olan İmrahor Camisi artık arkeolojik bir nesnedir, herhangi bir rekonstrüksiyona, herhangi bir ihyaya nesne olacak bir yapı değildir. O, Efes’teki herhangi bir kalıntı gibi arkeolojik bir kalıntıdır. Onun anlamını, işlevini, programını oluşturan kendi tarihselliğidir. Bu İstanbul’un pek çok kalıntısı için böyledir. Tekfur Sarayı’nı, Bizans’ın başkentinden ayakta kalmış olan tek saray parçasını, Ümraniye’deki bir binayı tamir eder gibi tamir ettik, şimdi içinde ne yapacağımızı düşünüyoruz. Bu artık sözün bittiği yerdir. Bu noktada “kentin tarihiyle, hafızasıyla olan ilişkiyi nasıl tesis edebiliriz?” sorusu tümüyle anlamsızlaşıyor.

DÖ: Ben bir yere daha takılıyorum. Katılımcı planlama Türkiye’de çok işleyen bir model değil. Biz şimdiye kadar daha çok Doğu despotizmini aldık. Sizce bu model Türkiye’de nasıl başarılı olabilir? AK: Türkiye’nin temel meselelerinden biri adem-i merkeziyetçiliğe geçiş sorunudur. Türkiye şu anda son derece katı bir merkezi yapı gösteriyor. Merkez dışına neredeyse bütünüyle kapılarını kapatmış olan bu yapı, en sonunda senin söylediğin gibi tepeden inme, yerel aktörlerin karar süreçlerine katılımını tümüyle ortadan kaldıran bir noktada. Kente ilişkin kararlarda bu daha da önem kazanıyor. Şeffaf tartışma süreçlerinin harekete geçmesini savunmamız lazım. DÖ: Bunu nasıl yapabiliriz?

HT: Hala yapıcı ve iyimser bir yoldan söz etmek gerekirse, semt örgütlenmeleri, bugünden tezi yok, o romantik tartışmalar ya da büyük aktivist tavırlar yerine çok daha değerli olan, o semte ilişkin hafıza kayıtları üzerine çalışmalara başlayabilirler. Bu çaba anlık kitlesel tepkiler kadar medyatik olmayacaktır ama uzun vadede son derece değerli bir kaynak oluşturup, kentin kayıplarını azaltacağını düşünüyorum.

AK: Bunu belki alçak gönüllü boyutlardan başlayarak gündeme getirmek lazım. Örneğin son zamanlarda ortaya çıkan kent forumları katılım süreçlerinin önünü açan bir süreci başlatabilir belki... DÖ: Peki kentin hafızasında müdahale edilmemesi gereken yerler? AK: Kentin hafızasında önemli bir yer işgal eden, bugüne sadece 47


INTERVIEW/

TE ER

SIMON TOFIELD

Erkekler de Kedileri Severler Adı ve soyadıyla okunduğunda çok tanıdık gelmeyen bu üst başlık, aslında Simon’s Cat’in arkasındaki isim. Aşağıda tüylü ve şişman bir kedi olarak bahsi geçen, beyaz kağıt var olduğu ölçüde hayat bulan siyah çerçeveli kedi ise Simon’ın dört kedisinden hareketle ürettiği hayali bir arkadaş. Sayfalar dolusu kara kalem çizimin iki dakikalık bir animasyona dönüşmesi ile başlayan süreç, bugün YouTube’da milyonlarca tıklanma, karakterin adına özel bir dükkan, kitaplar ve uzun metraj bir film ile devam ediyor. Simon kendi başarısını film hazırlıklarına devam ederek kutlarken, tüylü ve şişman kedi ve onun bir küçük boyu da XOXO’nun beşinci yılı için yapılan çizimle aramızda. röportaj utku palamutçu fotoğraf simon tofield’ın izniyle

XOXO The Mag


Simon, şu an neredesin? Ben ve ekibim kısa bir süre önce, London Bridge yakınlarında, harika bir manzarası olan yeni ofisimize taşındık. Stüdyomda oturmuş bir yandan soruları cevaplarken bir yandan da hayran hayran Thames’e bakıyorum. Kedilerin suyu sevmediğinden hareketle, bu manzara sadece bizim işimize yarıyor.

2009 yılına kadar her şey birer görevmiş gibi geliyordu. Aynı yıl CatMan-Do adındaki kısa filmim internette viral olarak dönmeye başladı ve hayatım bir anda değişiverdi. Yani ideal işimin ortaya çıkışını ve görev kelimesinin hafızamdan silinişini 2009’a dayandırabilirim. İlk yaptığın animasyonun bugüne kadar toplamda 52 milyon kere tıklanması, 6 yıl önce hayal edebildiğin bir şey miydi? Şişman kedimin bu kadar popüler olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Herhangi birisi bana bunu vadetseydi de ona inanmazdım. Ne olduysa bir anda oldu ve YouTube’daki tıklanma sayısı her saniye katlanarak artmaya başladı. Ben sadece aile büyüklerime ve arkadaşlarıma gerçekte ne iş yaptığımı gösterebileceğim bir fırsat olarak videoyu YouTube’a yüklemişken, milyonlarca insan şişman bir kedinin zavallı bir adamı uyandırmaya çalışması fikrine hayran oldu.

Etrafında laptop’ının üzerine tırmanmaya çalışan ve ona ilgi göstermen için çırpınan bir kedi var mı? Ofisteki asıl amacım bir kedi yaratmak olduğu için, canlı kedilerden arındırılmış bir ortamda çalışıyorum. Ama şu an evde olsaydım, geceleri uyurken bile başıma geldiği gibi, dördünün birden saldırısına uğruyor ve patilerle dürtülüyor olabilirdim. E bir de hayali bir kediyle mücadele ediyorsun… Kedilerle ilgilenmek gerçekten çok zor ve büyük bir yük olabiliyor ama çok şükür bu aralar kedilerim oldukça sevgi dolular ve onlarla vakit geçirmek çok keyifli. Tabii bunun geçici bir sevecenlik olduğunu söylemeliyim çünkü havalar son zamanlarda çok soğuk ve dışarı çıkmak yerine evde benimle kalıp kendilerini sevdirmeyi tercih ediyorlar. Sıcak havalarda ilişkimiz tam tersine dönebilir.

Bir videoyu tamamlamak ne kadar zamanını alıyor? Filmlerin hepsinin hazırlık süreci hikayedeki karaktere, konuya ve mekana göre değişiklik gösteriyor. Ama genele bakacak olursak, bir videonun tamamlanması yaklaşık 9-12 hafta arasında değişiyor. Günümüzde videolar her ne kadar eskiye kıyasla çok daha kolay yöntemlerle ve birkaç bilgisayar programı ile halledilebilir hale gelse de, işin bu kadar kolaya kaçılarak yapılmasını hiç sevmiyorum. Sonuçta, animasyon ve çizim yapmak başlı başına yetenek gerektiren işler ve elbette bu, bilgisayarın yeteneği değil. Bu yüzden ben ve ekibim her zaman daha klasik ve daha keyifli olandan yanayız. Animasyon sürecini hep birlikte göğüsleyip en kısa sürede işi tatlıya bağlamak için uğraşıyoruz.

İlgi alanımıza giren şeyler bir süre sonra işimiz haline geldiğinde onlardan sıkılabiliyoruz. Bu genelleme senin için de geçerli mi? Her zaman, ideal işini kendi kendine bulan nadir insanlardan olduğumu düşünmüşümdür. Kedileri küçüklüğümden beri çok seviyorum. Kedi çizimleri yapmak, üstüne bir de bu çizimlerle insanları güldürmek benim için asla sıkıcı bir hal almayacak.

Yani bir videoyu tamamlarken dijital süreci işin içine hiç dahil etmiyor musun? Bir videoya başlarken öncelikle elime bir kalem ve defter alıp çizim yapıyorum, ki bu işin en sevdiğim kısmı. Daha sonra hikayeyle ilgili bir kurgu ve storyboard oluşturup, çizimleri animasyonu tamamlayacak

Bu bahsettiğin keşif ne zaman gerçekleşti peki? Bir süre, televizyon kanalları için freelance animatör olarak çalıştım. Yayınlanacak programlara göre kanal yetkilileri çizmemi istedikleri animasyonları söylüyorlardı ve ben de görevimi yerine getiriyordum. 49


birine devrediyorum ve o da çizimler arasındaki senkronizasyonu sağlıyor. İşin bu kısmında tabii ki dijital yazılımlardan yardım almak zorunda kalıyoruz. Ama ekranda gördüğünüz tüm şapşal surat ifadeleri bizzat benim kalemimden defterime, oradan da animasyona geçiyor. Peki hikayeyi kabataslak oluştururken her seferinde aynı şişman kediyi çizmek zor olmuyor mu? Her hikayeyi oluştururken temel aldığım bazı model çizimlerim var, onlar üzerinden hareket ederek aynı şişman, tüylü kediyi yaratabiliyorum. Bu kullandığım model çizimlerde malum kedinin yandan, önden, arkadan her türlü pozu ve surat ifadesi yer alıyor. Bunlar hem benim için işi biraz da olsa kolaylaştırıyor, hem de kediyi benim kadar tanıma fırsatı bulamayan animatörler için etine dolgun karakterin yeniden var oluşunu mümkün kılıyor. Sahi, neden bu kedinin bir adı yok? Her seferinde tüylü şişman kedi demek biraz saçma değil mi? Animasyonu izleyen ve kedisi olan herkes ekranda aslında kendisini görüyor. Ve insanların ekranda gördükleri kedi bir anda bilgisayar ekranlarının dibinde duran ve patisini yalayan kediye dönüşüveriyor. Videoyu izleyen erkekler onun bir erkek kedi olduğunu, kadınlar ise dişi kedi olduğunu varsayıyorlar. Bu değişkenleri sıralamaya devam edebilirim ama sadede geleyim; bu farklı karakterleri seviyorum ve ekrandaki tüylü şişman kedinin belli bir karakterinin olmayışı, onun pek çok farklı anlam yüklenebilir olmasını sağlıyor. Zaten kedi sahibi olup da animasyonu izledikten sonra “Aynı benim kedim!” demeyen çok az insan olduğu gerçeğini de düşünürsek, böylesinin daha iyi olduğunu anlayacaksınız. İşinin bir parçası da miyavlamak, garip bir iş tanımı. İlk filmi yaptığım zaman internetteki database’lerde kedi sesleri araştırmaya başladım ama nedense hiçbirini yaptığım çizimlere yakıştıramadım. İşin içinden çıkamayacağımı anladığım zaman, yıllarca kedilerin içinde yaşamış birisi olarak onların sesini en iyi şekilde taklit edebilecek insanın kendim olduğuna karar verdim. Zaten animasyonun daha gerçekçi olabilmesi için sıradan bir kedi sesine değil, üzerine çalışılmış bir ses oyunculuğuna ihtiyaç vardı. Sonra işin komik kısmına geldim ve stüdyoya girip sahnelere göre kedi sesleri kaydetmeye başladım. İşin güzel kısmı ise insanların

animasyonla ilgili en çok sevdiği şeylerden birisinin, duydukları sesin bir insana ait olduğunun farkında olmaları ama bir şekilde bunu o kediye yakıştırıyor olmaları. Animasyonlarına kıyasla daha uzun metrajlı ilk filmin Off to the Vet sence YouTube videoların kadar ilgi görecek mi? Daha önce videoları izlememiş insanların ilgisini çekecek mi o konuda çok emin değilim ama kendimi, YouTube videolarının hayranlarına kıyak geçiyormuşum gibi hissediyorum. İki dakikalık bir videodan bile ne kadar tatlı olduğuyla ilgili yorum yaptıkları kedi hem daha uzun süreli hem de bu kez renkli olarak karşılarına çıkacak. Animasyonlarının bir de kitap hali var. Sence kitabı çocuklar mı yoksa yetişkinler mi okuyor? Kitapta kendi espri anlayışıma göre çizdiğim hikayeler var. Bu yüzden bazılarının, yetişkinlerin kesinlikle bakması gereken hikayeler olduğunu söyleyebilirim. Geri kalanları da çocukların büyük bir hayranlıkla incelediğini biliyorum. Bu arada öyle çocuklar var ki, çizimlerde ve hikayenin geçtiği arka planlarda en ufak hataları bulmak için sayfalara tekrar tekrar bakıyorlar. Peki Simon’s Cat’i Garfield gibi diğer çizgi kedi karakterleriyle karşılaştırdığında, onu farklı kılan ne? En büyük farkı her zaman bir kedi gibi davranması. Bazı durumlarda patileriyle beyzbol topu ya da diş fırçası aldığı oluyor ama işi çığırından çıkarıp ona lazanya pişirmeyi falan öğretmiyoruz. İnsanların sevdiği şey de bu; sıradan bir kedi ve onun sıradan sahibi, ve tabii ki kedi her zamanki aç haliyle onu çileden çıkartıyor. İşte bu kadar basit. Günün birinde evde onlarca kediyle birlikte oturan ve hiç arkadaşı olmayan bir insana dönüşebileceğin ihtimali aklının ucundan geçiyor mu? Sanırım dört kedi şu an için bana yeterli. Ama insanların neden bir sürü kedi sahiplenip evde onlarla takılmayı tercih ettiğini çok rahat anlayabiliyorum. Her kedinin farklı bir karakteri var ve gerçekten hepsi birer insan gibi davranıyor. Her animasyon için çizdiğim kedi sayısıyla doğru orantılı olarak, kedileriyle evde oturan bir insana dönüşme potansiyelimin giderek arttığını da sanırım ağzımdan kaçırmış oldum.

XOXO The Mag



Yaz 2015



BRAND Bu bir ilandır.

LEVI’S® 501® CT

Icon Revisited yazı aslin kumdagezer

Ronald Reagan, 1984’te New Jersey’deki kampanya konuşmasında Bruce Springsteen’den ve iki sene boyunca ülkeyi kasıp kavuran ‘Born In The U.S.A.’ şarkısından dem vuruyor. Tüm Cumhuriyetçi ve vatansever ruhunu konuşmaya entegre eden Reagan, Bruce’u yanlış anlayanlar kervanına katılıp, tarihi gaflar listesine ekleniyor. Zira birçoklarının bilmediği üzere şarkı Amerikan vatanseverliğini övmekten ziyade, Vietnam savaşından dönenlerin savaşı kazanamadıkları için topluma kabul edilmeyişlerini yeriyor. Tabii Bruce’un, şarkı adı seçimi üzerine, albüm kapağına ABD bayrağı ve Levi’s® 501®’leriyle çıkması alt metini okuması için dinleyiciye pek yardımcı olmuyor. Bruce, en sonunda bir dönemin kafa karışıklığını 2005 yılında verdiği bir röportajında açıklığa kavuşturuyor ve Cumhuriyetçilerle bir bağı olmadığını, sadece Amerikalı olduğunu ve her daim Amerikan müziği yapacağını söylüyor. Ve bu söylemiyle Bruce’un yolu, Born In The U.S.A albüm kapağından (ve takip eden albüm turnesinde üzerinden çıkarmadığı sahne kıyafetinden) sonra bir kez daha Levi’s® 501®’le kesişiyor. Zira, Amerikalı olmakla her daim övünen marka, özellikle 501® koleksiyonuyla mirasına yüzyıllar boyunca saygı duruşunda bulunuyor. Takvimler bugünü gösterdiğindeyse 21. yüzyıl boyunca skinny jean’lerin boyunduruğu altında yaşayan moda dünyası 2014 sonu itibarıyla mom jean’lere koca bir kucak açıyor. Eh, haliyle Amerikan rüyası akım, yine Amerikan sembolleriyle ve ikonlarıyla desteklenerek stil arşivlerimize düşüyor, 80’lerin ana akımı 2000’lerin ilk on yılında Levi’s® 501®’in başını çektiği bir furyaya dönüşüyor. Barack Obama, Steve Jobs, George

Clooney, Haim, Matthew McConaughey, Terry Richardson, Lizzy Caplan ve Alessandra Ambrosio gibi isimlerle uzayıp giden listenin geri kalanı için kendi stil araştırmalarınızı yapabilirsiniz. Yeterince ilhamı arşivinizde derledikten sonra markanın yeni akımına kendinizi yavaşça bırakabilirsiniz. Jean’in mucidi, İlkbahar-Yaz sezonu için klasik kesimlerini inovatif tekniklerle buluşturuyor, tabii alıcısının isteklerini de dikkate alınacaklar listesinin tam ortasına koyuyor ve yeni Levi’s® 501®’ler için kolları sıvıyor. Ekip, Hollywood yıldızlarından, politika ve teknolojinin önde gelen isimlerine, it girl’lere ve dünyanın dört bir yanındaki denim-severlere uzanan topluluk adına düşünmeye başlıyor ve kolektif bir kişiye özel koleksiyon yaratıyor. İsmin ardına eklediği CT (customized & tapered) harfleriyle ve harflerin temsil ettikleriyle yeni 501®’ler kullanıcısının kişiselleştirme çağrısına cevap veriyor. Paçaların daraltılıp, belin yükseltildiği model üç farklı şekilde giyilebiliyor ve ilhamını Batı Yakası’ndan alan dört farklı yıkama seçeneği sunuyor. Haliyle sokak modası da ekibin yol göstericisi oluyor. Mom jean’lerini kalçasının üzerinde bol giyinmek isteyenlerden, skinny jean’e gönderme yapacak darlığı tercih edenlere uzanan stil tercihlerinde marka her türlü isteğe CT modeliyle cevap verebiliyor. Tasarımın insanları gözlemlemek ve onlara ilham vermek üzerine kurulu oluğuna inanan Levi’s® başkanı Jonathan Cheung ve ekibi yeni Levi’s® 501® CT ile denklemin gözlem kısmını başarıyla tamamladı. Vereceği ilham içinse beklemeye hacet yok, etrafınıza dikkatlice bakın yeter.

XOXO The Mag



INTERVIEW/

T

R

PETER LIK

İyi Olmak Yetmez Fotoğrafçılık kariyerine, ailesinin doğum gününde hediye ettiği Kodak Brownie’yle başlayan Peter Lik, geçtiğimiz Aralık ayında 6.5 milyon dolara satılan işi ‘Phantom’la sanat tarihinin bir parçası oldu. Biz de hiçbir başarının tesadüf olmadığının altını çizmek adına, geçtiğimiz ay başladığımız fotoğraf sanatçıları serimize, son dönemlerde kendinden sıkça bahsettiren Peter Lik’le devam ediyoruz. röportaj freyja dolunay fotoğraf peter lik’in izniyle

XOXO The Mag


Ghost

Bazı sanat eleştirmenleri işleriniz hakkında olumsuz yorumlar yapıyorlar. Hatta bu eleştirmenlerden Jonathan Jones, fotoğrafın bir sanat dalı olmadığını, teknolojiden ibaret olduğunu savunuyor. Buna tabii ki katılmıyorum. Sanatı, ruhun bir uzantısı veya dışavurumu olarak tanımlıyorum. Kullanılan teknolojinin veya formatın hiçbir önemi yok.

sonra toz bulutundan meydana gelen ve hayaleti andıran görselin farkına vardım. Bir milyon yıl geçse bile bu fotoğrafın bir benzerinin yapılabileceğini düşünmüyorum. Ben bile bu fotoğrafın karşısında şok içinde kalmıştım. Fotoğrafçılığa başlamakla ilgili ilginç bir hikayeniz var mı? Henüz sekiz yaşındaydım ve ailem bana ilk makinem olan bir Kodak Brownie verdi. Çok özel bir hediye olduğunun farkındaydım, fakat çok küçük olduğumdan dolayı farkındalık duygum pek gelişmemişti. Bir sabah uyandığımda, bahçemizdeki parlayan örümcek ağı gözüme çarptı ve onun fotoğrafını çektim. Açıkçası beni o sahneye neyin taşıdığını bilmiyorum, fakat çocukların özel anları yakalama konusunda yetişkinlerden çok daha başarılı olduğunu söyleyebilirim. Çektiğim bu örümcek ağı fotoğrafının, tam olarak beni bu dünyayla tanıştırdığını söyleyemem, ama bu fotoğraf sayesinde doğanın güzelliğiyle tanıştım. Keşke bu anı daha iyi bir şekilde hatırlayabilseydim... Ama araba anahtarlarımı koyduğum yeri bulmaya çalışırken bile yeteri kadar zorlandığımı düşünürsek, bu normal.

‘Phantom’la dünyanın en yüksek fiyata satılan fotoğrafı rekorunu kırmak nasıl hissettirdi? Gerçekten muhteşem bir histi ve kelimelerle ifade etmek neredeyse imkansız. Her gün bu hayatta en iyi yaptığım şeyi yapıyorum ve bunda başarılı olmaya çalışıyorum. Sanat tarihinin bir parçası olmak, mütevazılığı ve mutluluğu beraberinde getiriyor. Ayrıca, birçok yetenekli fotoğrafçının yer aldığı bir listenin en başında olmak büyük bir onur. Peki fotoğrafı satın alan ve ismi açıklanmayan koleksiyonerle konuşma fırsatınız oldu mu hiç? Genellikle işlerimi satın alan koleksiyonerlerin kişisel yorumlarını açıklamayı sevmiyorum. Fakat eşi benzeri olmayan bu fotoğrafı satın alan koleksiyonerin, dünya rekorunu egale edecek bir meblağı gözden çıkaracak kadar bu işi sevdiğini söyleyebilirim. Bu durum benim için dünyadaki en büyük iltifatla eşdeğer. Bana göre, bu fotoğraf paha biçilmez değerde, ama 6,5 milyon dolar da hiç fena değil tabii ki.

Panoramik formatı keşfetmeniz kariyerinizi nasıl etkiledi? Kariyerim için bir dönüm noktası oldu. Yıllar önce ABD’de bir gezideyken, tesadüf eseri bu formatı kullanan bir fotoğrafçıyla arkadaş oldum. İşleri gerçekten baş döndürücüydü. Panoramik formatın fotoğrafa ne kadar çok şey kattığını o zaman anladım. Ayrıca, bu arkadaşımın yüzüme bakarak söylediği “Ya büyük oyna, ya da hiç oynama!” sözüyle de bu düşüncem daha da sağlamlaştı. Çok kısa bir sürede panoramik formata alıştım ve asla geriye dönmedim. Bu format manzara çekimleri için fazlasıyla ideal, çünkü çok geniş bir alan açısı sunuyor. Hatta bazen devasa bir panoramik fotoğraf çekmek için iki veya üç panoramik makineyi aynı anda kullanıyorum.

Fotoğrafı çektiğiniz günden ve hatta andan biraz bahsedebilir misiniz? Arizona’daki Antilop Kanyonu’na birkaç kere gitmiştim ve nerede çekim yapmak istediğimi ana hatlarıyla biliyordum. İnanılmaz mağaraların ve patikaların yer aldığı bu bölgede doğanın neler yaratabileceğini ve bütün ihtişamını görebiliyorsunuz. ABD’nin güneybatısına olan hayranlığımı tam anlamıyla temsil eden bir yer. Fotoğrafı çektiğim gün tripodumu istediğim yere yerleştirdim ve güneşin tepemden geçmesini sabırla bekledim. Beklediğim ışık sonunda mağaranın tepesindeki açıklıktan kendini gösterdi ve bana etrafımı kaplayan toz bulutunu işaret etmiş oldu. O saniyede tam olarak ne çektiğim hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Haftalar

Peki manzara fotoğrafçısı olmaya hangi noktada karar verdiniz? Bu kesinlikle organik bir şekilde gelişti. “Manzara fotoğrafçısı olacağım.” gibi bir cümle hiç sarf etmedim. Avustralya’da büyüdüğüm için etrafım çöller, nehirler, dağlar, şelaleler ve Büyük Set Resifi gibi doğal güzelliklerle çevriliydi. Ailem ve arkadaşlarımla da sürekli kamp yapıyorduk. Doğa, en estetik haliyle karşımdaydı ve ondan 57


Death Valley

kaçmam mümkün olamazdı. Bir süre sonra tek ve nihai amacım, dünyanın en güzel yerlerinin fotoğraflarını çekmek ve bunları insanlarla paylaşmak oldu. Sanırım bu hayat beni seçti, ben onu değil. Las Vegas’a taşınmanızın bu konuyla bir bağlantısı olmalı. Büyük Kanyon, Ölüm Vadisi, Tahoe Gölü ve Antilop Kanyonu gibi doğa harikaları Las Vegas’a oldukça yakın mesafedeler. Ayrıca, havanın ve güneşin biçimlerine göre farklı renklere bürünen Red Rock Kanyonu da bir nevi evimin arka bahçesi. Pek şikayet edeceğim bir manzara değil. Sizce Amerika kıtasının en nefes kesen bölgesi hangisi? Kesinlikle Güneybatı Amerika. O kadar zengin bir bölge ki bir tarafınızda çöl var, birkaç kilometre ötede ise karlı tepeler. Ufacık bir alan içinde eşi benzeri olmayan kanyonlar, nehirler, göller var. Bu bölgede ışık da çok farklı, aynı yeri tekrar tekrar çekebilir, sadece ışığın oyunları ile bambaşka sonuçlar alabilirim. Buranın zenginliğinden hiçbir zaman sıkılmayacağım sanırım. ‘Spirit of America’ nasıl bir çalışmanın sonucunda ortaya çıktı? ABD’ye ilk defa ayak bastığım an, buranın benim için en doğru yer olduğunu anladım. Zamanla da bu hissim doğruluğunu ispatladı, kendi stilimi bulmam ABD’nin her eyaletini gezip oralarda manzara fotoğraf çekmemle oluştu. Bu kolay değildi, bir puzzle’ı birleştirdiğinizi düşünün. Yaratım süreci özellikle paramın azaldığı ve yemek bulmakta sıkıntı yaşadığım zamanlarda oldukça yavaş ve sancılı ilerledi. Fakat en nihayetinde de doğanın en yalın halini tecrübe etme şansına eriştim ve ortaya çıkan fotoğraflar gerçekten çekildikleri noktanın ruhunu yansıtıyorlardı. ‘Spirit of America’ sayesinde ABD’nin el değmemiş güzelliklerini görme fırsatım oldu. Peki Peter Lik’s 25th Anniversary Big Book nasıl ortaya çıktı? Çektiğim binlerce fotoğraf var ve bunların çoğunu benim dışımda kimse göremiyor. Hepsinin de birer hikayesi var; bazılarını çekmek için gece hiç uyumayıp güneşin doğmasını beklemiştim, hatta bir

volkanı çekerken püsküren lavlar az kalsın beni öldürüyordu. İşlerimin hepsinin içinde ruhumdan bir parça olduğunu söyleyebilirim. Bu tutkumu insanlarla da paylaşmak istiyordum ve sonuç olarak da bu fotoğrafların yer alacağı Big Book fikri ortaya çıktı. Kitabı inceleme şansına sahip olanlar için işlerim artık ölümsüz olacaktı. Big Book oldukça titiz bir çalışmanın ürünü. ‘One’ ve ‘Ghost’u çekerken ne gibi faktörleri dikkate aldınız? Hava, mevsim ve güneş, ay dönümleri gibi faktörleri her zaman göz önünde bulunduruyorum. Bu iki fotoğrafı çekerken de bunlar dışında özellikle dikkat ettiğim bir şey olmadı. Yeterince çalışırsanız ve o işe tutkuyla yaklaşırsanız, istediğiniz sonucu almama gibi bir durum söz konusu olmuyor. İşin içinde şansın da önemli bir yeri olduğunu her fotoğrafçı bilir, ışığın en mükemmel anında doğru yerde olmak bunlardan birisi. Doğanın kendisini, insanlardan ve sokaklardan daha mı ilginç buluyorsunuz? Gittiğim yerleri ve orada bulunan insanları incelemeyi çok seviyorum; hatta hoşuma giden sokakları ve caddeleri fotoğraflıyorum. Fakat doğa, benim gerçek mabedim ve onu her şeyden daha ilgi çekici buluyorum. Hiç portre çekmeyi düşündünüz mü? Hayır, düşünmedim. Zaten, halihazırda, dünyada gayet başarılı birçok portre fotoğrafçısı var. Herhangi bir gezegende manzara fotoğrafı çekme şansınız olsaydı, bu hangisi olurdu? Hala dünyanın dört bir tarafını fotoğraflamaya çalışıyorum. Dünya benim için gerçekten büyülü bir yer ve kimi zaman fotoğraf çekerken, kendimi başka bir evrendeymişim gibi hissediyorum. Türkiye’ye hiç geldiniz mi? Maalesef henüz ülkenizi ziyaret etme şansım olmadı, ama Türkiye’de çok özel manzaraların olduğunu biliyorum.

XOXO The Mag



INTERVIEW/ RT

JOSÉ PARLÁ

Symphony of Diversity José Parlá için her şey, birer zaman ve mekan kapsülü olan şehir duvarlarının çığlıklarını işittiğinde başlamış. Bulunduğu şehirleri deneyimleyerek yarattığı yağlıboya işleri, sadece var olanı görselleştirmiyor; farklılıkların ortaya çıkardığı zenginliği de estetik bir dille vurguluyor. Parlá, bu kakafoniyle kendi benliğini sentezlerken, yorulduğu anlarda da sanatla kucaklaşıyor. Onunla Brooklyn’deki stüdyosunda buluşuyoruz ve konuya köklerden girip, ‘Gemini’dan ‘Wrinkles of the City’ye, ‘ONE: Union of the Senses’den Segmented Realities’e uzanan işlerini konuşuyoruz, Jason da yine bizim için olan biteni fotoğraflıyor. röportaj barış fert fotoğraflar jason rodgers

XOXO The Mag


Segmented Realities

José, gelecek hakkında pesimist misin, optimist mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, arafta kalıyorum. Hava durumu ve gündemi oluşturan haberler gibi basit faktörler bile günlük ruh halimi doğrudan etkiliyor. Fakat, genel olarak, biraz daha optimist bir yapıya sahip olduğumu söyleyebilirim. Doğam gereği mutlu bir insanım ve çevremdekilere de bu hissiyatımı yansıtmayı seviyorum. Pek tabii ki yaşamda birçok zorlukla mücadele ediyoruz. Küba’da sık sık kullanılan ve hayatın kolay bir yer olmadığını belirten “No es facil” (hiçbir şey kolay değildir) deyimi de bu durumu yeterince iyi özetliyor.

Şehirlerin duvarları insanlığın sesini nasıl yansıtıyor? İnsanlar her daim duvarlara iz bıraktılar ve bırakmaya da devam ediyorlar. Bu, İspanya’daki Altamira Mağarası’ndaki veya Fransa’daki Lascaux Mağarası’ndaki kadim zamanlarda yapılmış resimlerden başlayıp, günümüze kadar devam ediyor. Yani aslında duvarları bir çeşit iletişim aracı olarak kullanıyoruz. Şu anda devam eden Segmented Realities sergisinde de duvarların diline odaklanıyorsun... Atlanta’daki High Museum of Art’ta eşzamanlı iki güncel sergim mevcut. Bunlardan ilki, 10 adet resimden oluşan Segmented Realities. Bu sergideki işler, seyahat ettiğim ülkelerden seçtiğim duvar parçalarına atıfta bulunuyor ve ilham noktasını doğrudan bunlardan alıyor. Geçen yaz İstanbul’da çektiğim bir duvar fotoğrafından esinlenerek yaptığım ‘Asmalı Mescit Mh. Pera Istanbul’ da bu işlerden biri. Diğer sergiyse Segmented Realities’in devamı niteliğinde. Imagining New Worlds adındaki bu sergi üç bölümden oluşuyor; ilk bölümde Kübalı ressam Wifredo Lam’in retrospektifi var, diğer iki bölüm ise Fahamu Pecou ile benim, Lam’in işlerine karşılık verdiğimiz eserlerden oluşuyor.

İşlerinde, melankoliyle mutluluğu harmanlama fikri nasıl ortaya çıktı? Küba kökenli olmanın bu duruma bir etkisi olsa gerek... Kökleri olmadan bir ağaç büyüyemez. Eğer insanlar işlerimde melankoliyi ve enerjiyi bir arada bulabiliyorlarsa, bu durum onların da kendi köklerinden ve kültürlerinden fazlasıyla etkilendiğinin bir sonucudur. En nihayetinde, insanların kökleri ve aldıkları kültür, geçmişe duyulan özlemi ya da nostaljiyi beraberinde getiriyor ve bence bu harika bir şey. Genel olarak; geçmiş ve gelecek arasındaki devinimin yarattığı enerjiyi yağlı boyalarımın içine yerleştirmeyi tercih ediyorum. İşlerimle, önümdeki geleceğe dans ederek ilerliyorum ve bir yandan da zamanın akışını seyrediyorum.

‘Gemini’la tam olarak ne anlatmak istiyordun? ‘Gemini’ da az önce bahsettiğim “cityscape” fikri üzerine yarattığım bir iş. Orada, 11 Eylül sonrası Manhattan’daki kavisli ve yoğun duman kümesini göstermek istedim. Bu duman kümesi, yaşananlardan aylar sonra bile, gökyüzüne bakıldığında görülebiliyordu. Tabloda da sağ alt köşeden sol tarafa doğru kavis alan bir duman yükseliyor. Bu şekli yaratmak için birçok malzeme kullandım ve o zamanlarda ne hissettiğimle ilgili bir yazıyı da çalışmama yerleştirdim. Ayrıca, duman katmanları altında saklanmış bir dünya haritası da kullandım. ‘Gemini’ı yaratırken, küllerin ve duman kümelerinin atmosfere yayıldığını, dünyayı çevrelediğini hissediyordum. Herhangi bir şey anlatma veya gösterme amacım yoktu, sadece 11 Eylül’e karşı gösterdiğim bir reaksiyondu.

Keşfedildiğini ne zaman hissettin? Hiçbir zaman böyle bir şey hissetmedim. Açıkçası, keşfetmek ve yeni şeyler öğrenmek beni daha net açıklayan kavramlar... Dünyanın nasıl bir yer olduğu ve işlerin nasıl işlediğiyle ilgili konular her zaman ilgimi çekti. Ayrıca, sanatımla uğraşırken, kendimle ilgili hiç tahmin etmediğim şeylerin de farkına vardım. Sanırım keşfedilmekten ziyade çalışmak ve üretmekle ilgileniyorum. Şu meşhur “cityscape” kavramından biraz bahsetmeni istesek? Bu kavram, yaşadığım şehirlerdeki tecrübelerimi çözümlediğim ve belgelediğim boyalarımdan doğuyor. Genellikle belirli bir mesafeden çektiğim şehir fotoğraflarını ya da sokaklarda yürürken makro çektiğim detaylı duvar fotoğraflarını baz alarak yağlıboya yapıyorum. “Cityscape” fikri üzerinden yarattığım işlerimin bazıları, şehirleri sadece görsel bileşenleriyle ifade etmiyor; aynı zamanda o şehirdeki insan uğultularını, müziği, ayak seslerini, araba kornalarını ve ambulans sirenlerini de içinde barındırıyor. Kısaca, şehirlerin kakafonik yapısını işlerimle aktarmayı seviyorum.

Bu arada, Osmanlı kaligrafi sanatı da işlerinde etkisini gösteriyor. Anlatır mısın? 1999’da İstanbul’u ilk defa ziyaret etmiştim ve kaligrafiden çok etkilendim. Sultanahmet Camii’nde ve Ayasofya’daki kaligrafiler çok güzeldi. Arap harflerini okuyamıyor olsam da; yazıları estetik buldum. 61


Çizgilerin tarzı ve devinimleri, o günden beri, işlerim için birer ilham kaynağı. Sanat, kelimelerin ötesinde sana nasıl bir ifade imkanı tanıyor? Tabii ki kelimeler birçok noktada yeterli oluyor, fakat sanat sayesinde yazılı-sözlü birçok eyleme ara verebiliyoruz, kendi dilimizi oluşturma şansımız oluyor ve bu da sessiz olsak dahi birbirimizle iletişim kurabilmemizi sağlıyor. Özgür ve limitsiz bir şekilde kendimizi ifade edebiliyoruz. Soyut yağlıboya işlerim insanlarla bireysel olarak iletişim kurmamı sağlıyor ve iletişim kurduklarım da işlerimi kendi bakış açılarına göre yorumluyorlar. E bu durumda, işlerinde kullandığın katmanlar neyi sembolize ediyor? Altta kalan hafızayı şimdiki zamana taşıma görevini üstleniyor ve her türlü kişisel ve kolektif tecrübeyi kaydeden birer ayna görevi görüyor. 80’lerde eleştirmenler, subway art’ı ve şehrin sokaklarında doğan sanatı graffiti başlığı altında değerlendiriyorlardı. Peki, sen bu dönemde yarattıklarını nasıl tanımlıyorsun? O dönem yaptıklarımıza graffiti demek, bir kuyrukluyıldıza göktaşı demekle aynı şey. JR’la ortak projeniz ‘Wrinkles of the City, Havana-Cuba’nın hazırlık sürecinde objektif bir tavır takınmaya nasıl karar verdiniz? Devrimden önce Küba’nın nasıl bir yer olduğunu sadece okuduklarım vasıtasıyla tahmin edebiliyordum. Devrim sonrası dönemi ise bizzat yaşamış olsam da, iki dönem arasında yapacağım karşılaştırma subjektif bir tahminden öteye geçemeyebilirdi. Bu sebepten dolayı, JR’la proje üzerine çalışırken Küba ile ilgili kişisel yorumlarımızı ve hislerimizi projeden mümkün olduğu kadar uzak tutmaya gayret ettik. Havana’da yaşayan insanların kendi hikayelerini aktarmalarına fırsat tanıdık. Projede belirli bir ajandayı takip etmedik, fakat duvarlara portrelerini yaptığımız insanlara saygımızı göstermek adına, birer sanatçı olarak yapabileceğimizin en iyisini ortaya çıkarmayı hedefledik. Sormadan geçmeyelim. ONE: Union of the Senses projesi nasıl

ortaya çıktı? 2014’ün başında, Dünya Ticaret Merkezi-1’in girişinde sergilenmek üzere 28 metreye 5 metre ölçülerinde bir yağlıboya işi üzerine çalışmaya başladım. Bu projenin ilham noktası New York’tu. Kullandığım her çizgi tek bir insanı, her renk de şehrin içinde harmanladığı büyüleyici kültürel çeşitliliği ifade ediyor. Yer verdiğim katmanlarsa, New York’luların dayanıklılığını ve ortak geçmişlerini konu alıyor. ‘ONE: Union of the Senses’i yaratırken tablonun görkemi içinde kaybolduğumu söyleyebilirim. Şehir ve ben orada tamamen bütünleşiyorduk, bunu iliklerime kadar hissediyordum. Tablonun enstalasyonunu da çok kısa bir zaman önce tamamladım ve yakında onu ziyaret etme şansı bulacaksınız. İlham noktasını doğanın kendisinden alan bir şeyler yaratmayı hiç düşündün mü? Bugüne kadar doğadan ilham alarak birçok şey yarattım. Hatta doğada gördüklerimi estetik algımla bire bir aktardığım yağlıboya işlerim var. ‘Miming the Mediterranean’ı bu noktada örnek verebilirim. Orada, denizin derinliklerinden gökyüzüne uzanan mesafeyi kendi bakış açımla yorumladım ve dalgaların hareketlerini görselleştirmek istedim. Porto Rico’da San Juan’ın duvarlarına çarpan okyanus dalgalarını resimlediğim ‘Contemplating the Storm’da da doğanın ta kendisini konu aldım. Senin için sırada ne var? Kısa bir süre önce Snøhetta’nın benim için tasarladığı yeni stüdyoma taşındım ve bu durum fazlasıyla heyecan verici. Bu yeni mekan; yağlıboya, heykel ve enstalasyonlar üzerine yeni deneyimler yaşamama imkan tanıyacak. Ayrıca, çok kısa bir süre önce Damiani tarafından Parlá: In Medias Res adlı yeni kitabım basıldı ve onun tanıtımıyla ilgileniyorum. Bir sonraki kitabım da Atlanta’daki Segmented Realities ile ilgili olacak. Ve tabii 2015’te birçok yeni projeye başlayacağımı da söyleyeyim. Geçmişe gitme şansın olsaydı, hangi döneme giderdin? Büyükbabamın ve büyükannemin Küba’da yaşadıkları zamana gitmek isterdim; 20’lerle 50’ler arasında herhangi bir dönem olabilirdi. Onların nasıl yaşadıklarını ve neler yaptıklarını görmeyi çok isterdim.

XOXO The Mag


ET KİN L İK TA RİH İ EVENT DATE

26 — 29 MART MARCH 2015 M EKA N VENUE

Küçükçiftlik Park

MEKAN SPONSORU VENUE SPONSOR

WWW.MAMUTARTPROJECT.COM


INTERVIEW/

D

FERGUS HENDERSON

Tepeden Tırnağa

İnsanın hayatında ilham aldığı, hayata bakışı, yaklaşımıyla kendine yakın hissettiği, meslektaşı olduğu kaç kişi vardır? Sanırım benim için bu sayı iki elin parmaklarını geçmez. Bu nedenle, Fergus Henderson ile bu ufak sohbeti yapabilmiş olmanın anlamı büyük. Cevaplarında, iyi yemekten, insanları mutlu etmekten, küçük şeylerden keyif almaktan, hayata karşı nazik olmaktan bahsediyor. Günümüzde böyle insanların varlığı bile bana iyi geliyor. röportaj didem şenol tiryakioğlu fotoğraf patricia niven

XOXO The Mag


Fotoğraflar: Stefan Johnson

Ben de dahil olmak üzere birçok şef için bir ilham kaynağısın. ‘Nose to tail’ yani tepeden tırnağa yemek stilinden bahseder misin? Hayvanın tamamını kullanmak bir nezaket göstergesi. Mottom şu: “Bir hayvana saygı duy ve onu sevgiyle pişir.” Bence bir hayvanı öldürüyorsan her tarafını kullanman, hiçbir şeyini çöpe atmaman gerekir. “Tepeden tırnağa o hayvanı şereflendirmek, varlığını kutlamaktır. Her parçanın ne kadar lezzetli olduğundan bahsetmeme gerek bile yok herhalde.

en yakın mesafedeki en iyi şarap üreten ülke olması. Özellikle de Bourgogne bölgesinin şaraplarına bayılıyorum. Biz restoranda kendi şaraplarımızı üretiyoruz ve bunun için tıpkı bir avcı gibi, biz de şarap avına çıkıyoruz. Şarap o bölgenin ruhu ve toprağı. 20 sene önce açılan St John restoranının kurucularından biri olmak bir yana, üç restoranın daha sahibi olmak gerçekten muhteşem bir şey. İnsanları bu kadar mutlu eden ve onları tekrar tekrar geri getiren bir restoranın sırrı nedir? Ben kendim yemek yemek isteyeceğim bir restoran yarattım ve her gün burada öğle yemeğimi yemekten büyük keyif alıyorum. Bu keyif benden ekibime, ekibimden de müşterilere yayılıyor. İşin sırlarından biri hiç sıkılmamak, her zaman seni heyecanlandıran bir şeyler olmalı. Örneğin restoranda sunduğumuz istiridyeler, martı yumurtaları, İngiltere’de bir gelenek olan 12 Ağustos’ta avladığımız keklikler... Baksana ne kadar eğleniyoruz.

Hayvanın en çok hangi tarafını yemeyi seviyorsun? Filetonun tam altındaki dokular ve tatlar muhteşem! Biz şefleri en fazla tatmin eden şeylerden biri insanları beslemek ve onları mutlu etmek. Peki bir şef ve restoran sahibi olmanın sosyal sorumlulukları hakkında ne düşünüyorsun? Sorun biraz tuhaf aslında, zaten bir şef veya restoran sahibiysen tek amacın insanları mutlu etmek değil mi? Şeflerin en büyük motivasyonu keyif ve mutluluk yaratmaktır.

Bu mertebeye erişmek için bir şeylerden ödün vermek gerekiyor mu? Hayır!

Şarap menüsü sence ne kadar önemli? Restoranında neden sadece Fransız şarapları var? Şarabın çok can alıcı bir görevi vardır, yemeği bir araya getiren unsurdur. İngiltere’nin şarap konusunda biraz daha yol alması gerekiyor. Fransız şaraplarını seçmemin sebebi Fransa’nın İngiltere’ye

Eşinle aynı mesleğe sahip olmak nasıl bir şey? Hareketli, ama güzel. Beraber yemek yiyoruz, yemek yapıyoruz, bu mesleğin zorluklarını anladığımız için de zor zamanları kolaylıkla atlatabiliyoruz, sarılıyoruz, öpüşüyoruz ve barışıyoruz. 65


Fotoğraf: Stefan Johnson

20 yıldır bu sektörde olduğuna göre pek çok aşçı, garson ve şefle birlikte çalışmışsındır. Birini işe alırken en çok neye önem veriyorsun? Ondan ne bekliyorsun? Bir şefi işe alırken dikkat etiğim noktaların başında şu geliyor; eğer biri kendisine menü gösterildiğinde “Bu çok kolay!” diyorsa, onu anında eliyorum. Restoranın ilk seneleri biraz garipti tabii, işe başlayan şefler bir bakıyordum ortadan yok oluyorlardı… Fakat çok vakit kaybetmeden işleri rayına oturttuk ve uzun süre beraber çalıştığımız sağlam bir ekip oluşturduk. Gerçi şimdi hepsi kendi yollarına gittiler. Kendimi, civcivlerini salmış gururlu bir anne tavuk gibi hissediyorum. Parkinson gibi bir hastalığı cesaret gerektiren bir ameliyatla yendin. Kendini daha güçlü hissediyor musun? Daha iyi hissediyorum, cesaret gerektirenden çok aslında sağlığım için gerekli bir operasyondu. Ameliyatımı yapan doktorlar ve ekip gerçekten mükemmeldi, tabii ki ameliyatta kafama takılan Darth Vader kaskı da rahatlatıcıydı. Bende en derin etkiyi bırakan şey ise, ameliyat sırasında elimi sıkan hemşirenin üzerimde bıraktığı huzur ve rahatlık hissiydi. Şu anda hepsi geride kaldığı için kendimi çok iyi hissediyorum. Çok seyahat ediyorsun, en çok gitmek istediğin yer neresi? Evet, seyahati seviyorum. ABD’yi Amerikalılık hissiyatı için seviyorum, Avustralya’yı da Avustralya olduğu için. İtalya’ya daha çok gidebilmek isterdim. Seyahat, insanın ruhunu besleyen, ona bambaşka maceralar yaşatan muhteşem bir şey. Antarktika olsun,

New York olsun, neresi olursa olsun. Rutinlerine sadık olduğunu biliyorum. Sence restoranda müşterilerin de rutinleri var mı? Siparişlerinde tutucu olanlar mesela? Benim rutinlerim tutuculukla ilgili değil, daha ziyade günün içinde o ana uygun ritüeller aslında. Müşterilerin bize olan güveni ve inancı yüksek, daha önce yemedikleri bir organı bizim onlara hazırlamamızdan çekinmiyorlar. Eskiden ellerine menüyü aldıklarında yüzlerinde korkulu bir ifade oluşuyordu, neyse ki artık öyle değil. Öğle yemeği senin için ne ifade ediyor? Neden öğle yemeği? Günün o saatinde insan bedeni yemekle daha rahat başa çıkabilecek bir durumda. İlk aperatifinizi tattığınızda, o vücudunuzda dolanmaya başladığında, bedeniniz bir reaksiyon veriyor. Yani bu öğün büyük bir potansiyele sahip, akşam yemeği ise günü sonlandıran bir nokta gibi. Öğle yemeği -woo hoo! Hayatta seni en çok ne heyecanlandırıyor? Ben inanılmaz kolay heyecanlanan bir insanım, günlük her şey beni heyecanlandırıyor; iyi arkadaşlar, iyi bir sohbet, öğle yemeği. Başka insanların yaptığı muhteşem şeyler… Sanırım bunu söylememem gerek. Yeni planların neler? Hiçbir zaman hiçbir şeye hayır demiyorum. Önümde her zaman yeni bir fikrin tohumlarını ekebileceğim bereketli bir toprak var.

XOXO The Mag



INTERVIEW/C

E

JOSHUA OPPENHEIMER

Barbarlıkla Mücadele

Joshua Oppenheimer’ın yeni filminde bir toplu katliamcı, insan kanının “hem tuzlu hem tatlı” olduğunu söylüyor. “Boğazlarını kestik ve kanı bir bardağa doldurduk. İnsan kanı içmezsek çıldırırdık.” Üç yıl önce, yönetmen, son zamanların en sarsıcı ve en orijinal belgesellerinden olan The Act of Killing ile dünyanın nefesini kesmişti, malumunuz. Film, 1965’te Endonezya’da bir milyon komünistin ve entelektüelin ölümüne yol açan katliamı bugün hala iktidarda olan katliamcıların gözünden anlatıyordu. Madalyonun öbür yüzünü gösteren The Look of Silence ise onun kadar sert olmasa da bir o kadar sarsıcı bir film. Oppenheimer’la, yeni bir dilin peşinden gittiği sinema deneyimini ve iyimserlik-kötümserlik tanımlarının dışında kalan yönetmenlik tavrını konuştuk. röportaj nando salvá fotoğraf kristy sparow/getty images entertainment/getty images turkey

XOXO The Mag


The Act of Killing, 2012

Film boyunca Adi karakteri bir dizi katille yüz yüze geliyor. Katillerin hiçbirinde en ufak bir pişmanlık ifadesi görmüyoruz. Bu nasıl mümkün olabilir? Çünkü Endonezya’nın bugünkü rejimi, toplu katliamı kahramanlık olarak mitleştiren ve eğer öldürülmüş olmasalardı komünistlerin gerçekleştirecekleri zulümlere odaklanan hikayeler üzerine kurulu. Bu, Batı’nın ve özellikle de ABD’nin yalnızca görmezden gelmekle kalmayıp teşvik ettiği bir şey. Üstelik katiller katliamı gerçekleştirdikleri için parayla ve güçle ödüllendirilmişler, hatta yaptıklarıyla övünmeleri, insanların onlardan ve rejimden korkmaya devam etmelerini sağlamak için yaptıklarını bir kahramanlık hikayesi gibi açık seçik anlatmaları teşvik edilmiş. Tarih kazananlar tarafından yazılıyor.

ve öldürülüyor. Bir süre sonra kabuslarla baş edememeye başladım, o yüzden neredeyse hiç uyumuyordum. Bu böyle altı ay sürdü. Bu filmleri yaparken çoğu zaman kendimi soykırımdan 40 yıl sonra Almanya’da sıkışıp kalmış gibi hissediyordum, Nazilerin hala iktidarda olduğu başka bir Almanya’da... Ama pişman değilim. Bu hikayeyi anlatmak benim görevimdi, çünkü daha önce kimse anlatmadı, ben de ağlayarak kaçıp gidersem kimse anlatmayacak diye düşündüm. Yeni filminizin öncekine göre daha ağır bir ritmi var. Anlatımda neden böyle bir değişikliğe gittiniz? Sessizliği takip edebileceğim lirik bir tempo istedim. Seyirciyi, hala iktidarda olan katillerin, kurbanlarla ailelerini içinde yaşamaya zorladıkları sessizliğe ortak etmek istedim. Korkuyla ve ölümle yok edilen bütün hayatlar anısına bir an durup, zulmün ardından gelen sessizliği, özellikle de adalet yerini bulmadığında etrafı saran sessizliği izlemek istedim. Sonuçta filmin bir şiir etkisi yaratmasını amaçladım; terörün yarattığı sessizlik ve bu sessizliği kırma ihtiyacı üzerine bir şiir. İnsan hakları belgeseli gibi yeni bir alt tür keşfederken yeni bir sinema dili bulma ihtiyacı hissettim.

Adi, onlarla her karşılaşmasında iktidardakiler tarafından defalarca tehdit ediliyor. Bu sahneleri çekerken kendinizi tehlikede hissettiniz mi? Kesinlikle. Ekibin çoğunluğunu yabancılardan oluşturmak ve dışarıda sürekli kaçmak için hazır durumda bekleyen iki araç bulundurmak gibi birçok önlem aldık. Filmde çalışan yerlilerin kimlikleri gizli tutuldu. Kimlikleri açığa çıkarsa hayatları tehlikeye girerdi. Adi ve ailesi ülkenin başka bir ucuna taşındılar. İnfazcılardan uzakta yeni imkanlarla yeni bir hayata başlamalarını sağladık. The Look of Silence’ın çekimlerini bitirmeden The Act of Killing’i gösterime çıkarmadık çünkü film görüldüğü anda Endonezya’ya dönmenin benim için güvenli olmayacağını biliyorduk. Sürekli ölüm tehditleri alıyordum. Ben cesur bir adam değilimdir, o yüzden çok korktum. Bütün bunlar son 50 yıldır Endonezya’da pek bir şey değişmediğini gösteriyor. Ülkede katillerle kurbanlar yan yana yaşamaya devam ediyorlar; hepsi birbirinin kim olduğunu biliyor ama hiçbiri geçmişin yaralarını açmak istemiyor, özellikle de kurtulanlar.

Neden? Soykırımlarla, kurbanlarla ilgili belgesellerin hepsi klişelerle dolu. O filmleri izlerken seyirci olarak suç işleyen tarafta olmadığımız için rahatlıyoruz. Kurtulanlardan olduğumuzu hissetmek istiyoruz. Ama eğer bu trajedilerden bir şeyler öğrenmeyi umuyorsak ve bir daha gerçekleşmesin istiyorsak bir yanda iyi adamlar, öte yanda kötü adamlar olduğunu varsayan ahlak fantezilerini bir kenara itmemiz gerek. Hepimiz insanız. Ve hepimiz suçluyuz. Bangladeş’te yapılmış bir tişört giyiyorum bugün. Bu tişörtü yapan adam ölmüş müdür? Belki evet. Satın aldığımız her şey, daha iyi koşullara sahip olmak için mücadele etmeye cesaret edemesinler diye insanları korkutmak amacıyla büyük çaplı politik şiddet uygulanan yerlerde imal ediliyor. Filmde gördüğünüz gibi, beni 10.000 kişinin öldürülmesine yardım ettikleri nehir kıyısında bir yere götüren iki adamı çektim. Çekimin sonunda bir tanesi benden arkalarında nehirle poz verirken

Bu filmleri çekmenin ne kadar acı verici olabileceğini tahmin edebiliyoruz. Evet, haftalarca kabuslar gördüm. Genellikle aynı rüyayı görüyordum; bir aile toplantısındayız, aniden sevdiklerimden biri işkence görüyor 69


The Look of Silence, 2014

fotoğraflarını çekmemi istedi. Parmaklarıyla zafer işareti yapıyorlardı. Ebu Garip Hapishanesi’nde işkence yapan Amerikalı askerlerin yaptığı işaretin aynısı... Dünyamızda neler oluyor? Filmlerinizin Endonezya’da yaratacağı etkiye dair herhangi bir umudunuz var mı? Bir değişim yaratılabilir mi? Bir şeyler değişti zaten. The Act of Killing bütün Endonezya’da binlerce kez gösterildi. Filmi, Endonezyalıların internetten ücretsiz izleyebilmelerini sağladık ve film milyonlarca kez indirildi. Orada tarihin algılanma biçimini değiştirdi. 47 yıl sonra bugün medya ilk defa soykırıma dair ayrıntılı soruşturma raporları yayınlıyor. Suçlular artık yaptıklarıyla caka satmıyorlar. Ayrıca, genç Endonezyalıların kendi tarihlerine bakışını da değiştirdi. Onlar da soru sormaya, okulda öğretilen yalanlara inanmamaya başladılar. Umarım The Look of Silence bu süreci daha da derinleştirir. Hükümetin de bu süreçte sorumluluk üstlenmesi gerekmez mi? Tabii ki, ama zor. The Act of Killing, Oscar’a aday gösterildikten sonra bir açıklama yayınlayarak “1965’te yaşananların yanlış olduğunu biliyoruz, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtu ama gerçeklerden ve uzlaşmadan zamanı gelince konuşacağız, şimdi değil,’’ dediler. Yani gerçekle yüzleşmeyi reddettiler ama en azından bir adım atmış oldular; ne de olsa onlarca yıldır olanlarla gurur duymuşlardı. Sonuçta, Güney Afrika’da gerçeklerin ortaya çıkması ve barış süreci aparteid rejiminin düşmesiyle başladı. Nürnberg mahkemeleri yapıldığında Hitler ölmüş, Naziler kaybetmişti. Endonezya’da da gerçek bir sosyal değişim gerçekleşmeden hiçbir şey olmayacak. Hiçbir şey değişmedi aslında; çocuklar propagandayla büyümeye devam ediyorlar. Suçlular cezalandırılmadığında olan budur ve bütün toplumlar bir zulüm üzerine kurulmuştur. Filmlerim sadece insanları değil, aynı zamanda toplumları, umutları, idealleri ve bir bütün olarak insanlığı öldürme eylemini belgelemeye çalışıyor. Bu filmi politik bir silah olarak kullanmak istemenizin temelinde ne var? Soykırımda çok insan kaybetmiş bir aileden geliyorum.

Politikanın da sanatın da bütün amacının barbarlığın bir daha asla gerçekleşmemesini sağlamak olduğu inancıyla yetiştirildim... Ama olmuyor. İnsanoğlunun bunu nasıl ve neden yaptığına, bu tür kötülüklerin kendimiz, birbirimiz, toplum ve ortak insanlığımız üzerindeki etkilerine bakmamız lazım. Bir sinemacı olarak ve özellikle bir belgesel sinemacısı olarak, çalışırken nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Önce temaları ararım, soruları ararım, o temaları ve soruları açıkça barındıran ve onları anlayabilmem için bana olabildiğince içtenlikle yardım edebilecek olan insanları ararım. Aslına bakarsanız kendimi bir belgesel yönetmeni gibi hissetmiyorum, hikaye anlatıcısı gibi bile hissetmiyorum. Ben kendimi bir gezgin, bir kaşif gibi görmeyi tercih ederim. Yolculuğun sonunda başlangıçtakinden farklı bir insan olmak isterim. Objektif gerçeklere ulaşmak konusunda belgesel sinema hangi açıdan araştırmacı gazeteciliğin ötesine geçebilir? Bir kere objektif olmak diye bir şey yoktur. Söz konusu gerçek, bir sinemacı ya da gazeteci tarafından ele alındığı anda subjektif olur. Ama sorunuza şöyle cevap verebilirim; sinema görüntü sunar ve insanların duygularını, yüzlerindeki ifadeyi ya da gerisindeki anlamı yakalamanın görüntüden iyi bir yolu yoktur. İki filmimde de insanlardan bazıları kendi söylediklerine inanmıyorlar ve şüphelerinin nasıl gittikçe büyüdüğünü onların yüzlerinde görüyoruz. Endonezya’nın yakın zamanda yanlışlarını düzeltip yaralarını saracağını düşünüyor musunuz? Yanlışlar düzeltilemez. Zulmü konu alan belgeseller sıklıkla olanları düzeltebileceğimizi söyler bize. Ama hiçbir şey düzeltilmeyecek. Yıkılan onca şey, kaybedilen bütün umutlar ve hayatlar; bunları düzeltemezsiniz. Umarım, The Look of Silence hasarın giderilemez olduğunu, hiçbir şeyin ölüleri geri getiremeyeceğini açıkça gösterecektir. Umudum var mı? Hem evet hem hayır. Benim yaptığım filmleri yapan insan iyimser olamaz. Ama bu filmleri yapan insan kötümser de olamaz.

XOXO The Mag



Bu bir ilandır.

CO özkan önal utku palamutçu, hande çelikkaya


DİLAN BOZYEL Kıyafetlerinle rahat olmak bir gereklilik ve bence giyinmek için öyle uzun uzun düşünmeye gerek yok. O yüzden ben stilimi canımın istediği, paşa gönlümün rahat ettiği parçalarla kurguluyorum. Dikkat ettiğim yegane şey ise kırmızı rujumun dişlerime bulaşmamış olması. Bence samimi olan ve gülümsemeyi bilen herkes güzel görünebilir. Özünde, bu zamanda stil sahibi olmak zorlama olmamaktan geçiyor. Şöyle söyleyeyim, giyinmeye başlarken bir şarkı açarım, şarkı son bulmadan ben hazır ve rujumu sürüyor olurum...


ALİ SEYİTOĞLU Kişiliğimi ve tarzımı en iyi anlatacak kelime outdoor. Sportif parçaların günlük hayata uyarlanması fikri hoşuma gidiyor ama fikir hoşuma gitse de aynaya baktığım zaman kendime dair çok bir şey düşünmüyorum. Bence tarz sahibi olmak, kişinin genel tavrıyla yakından alakalı. Bu nedenle benim gardırobum düz beyaz tişört, ekose oduncu gömleği ya da kot gömlek, koyu renklerde jean’ler, Sherpa Trucker ceket, deri botlar ve bazen de düz renk berelerden oluşuyor. Haliyle giyinip evden çıkmam 3-5 dakikadan fazla sürmüyor.


ELİF CIĞIZOĞLU Günlük hayatımı kolaylaştıran bir tarzım var. Kesinlikle vazgeçemediğim parçalar, stilimi oluşturuyor. Beyaz gömlekten asla vazgeçemeyişim buna iyi bir örnek mesela. Beyaz gömlek, güzel bir pantolon ve iyi bir spor ayakkabı benim üniformam. Zaten aynaya baktığımda da bunun rahatlığını üzerimde hissediyorum. Bu rahatlığın sebebi de kendimi ve tarzımı iyi tanıyor olmam, kendime yakışanı iyi biliyorum. Bu demirbaşa ekleyebileceğim başka bir renk varsa o da krem veya gridir. Belirli kalıplarımın olması kolaya kaçmak değil pratik olmaktan ibaret. Hayat çok hızlı ve ben de rahatlığın en pratik halini her gün farklı kombinlerle uyguluyorum.


HANDE KANDUR Birbirine benzer ürünlerden ve sade renklerden oluşan bir gardırobum var, o yüzden oldukça sade ve iddiasız giyiniyorum. Basit parçaları günlük hayatımda tercih ettiğim için aynaya baktığımda ikinci bir kez düşünmüyorum. Spontane bir şekilde seçtiğim parçalar, istemsiz bir şekilde kendi içlerinde bir uyum yakalıyorlar. Tarzını beğendiğim insanlar da genelde sadelikten yana olan isimler. Zaten bu son yıllarda tarz olmayı, insanın rahat ve iyi hissettiği şeyleri giymesi olarak tanımlayabilirim. Ben de bu yüzden dışarı çıkarken yarım saatten az zaman harcayıp, mom jeans, tişört ve sneaker’larımı giyip kendimi iyi hissediyorum.


KRISTINA LIPINSKAITE Benim için siyah giyinmek vazgeçilmez. Çünkü, siyah hem seninle ilgili çok şey söylüyor hem de gizemli olmanı, açık etmek istemediğin şeyleri saklamanı sağlıyor. Üstelik bunu sadece fiziksel olarak yapmıyor, kişiliğini de yansıtıyor. O yüzden sanırım gardırobumdaki her kıyafet siyah. Genel olarak da zaten klasik bir stilim var; minik siyah elbisenin gücünü hiçbir şeye değişmem ya da klasik bir deri pantolon kadar beni hiçbir şey etkileyemez. Kıyafetlerimi bu kadar sade tutuyor olmamın sebebiyse karakterin gücüne ve ne giyinirsen giyin karakterin sayesinde göze çarpabileceğine olan inancım. Tabii bir de evden kısa sürede çıkmamı hayli kolaylaştırıyor.


INTERVIEW/C

E

PEDRO COSTA

Unutulmak İçin

Onu gördüğünüz saniye bakışlarındaki varoluş yorgunluğunu fark edebiliyorsunuz ve kendinizi bir anda Fontainhas’ın tam ortasında, Ventura’yla birlikte Schopenhauer dinlerken buluyorsunuz. Tabii ki konuşmaya başladığınız an, mevzu felsefeden sinemaya doğru evriliyor ve Costa’nın geçtiğimiz ay !f İstanbul’da izlediğimiz son filmi Horse Money’ye doğru uzanıyor. Biz de ona; filme hakim olan karanlık atmosfere, Karanfil Devrimi’ne, dijitalleşen sinemaya ve Cape Verde’ye dair merak ettiklerimizi soruyoruz. röportaj barış fert fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Ne change rien, 2009

karanlık olduğunu söyleyebilirim. Getto diye tabir ettiğimiz bölgelerde alışılagelmiş çekim kuralları kesinlikle işlemiyor ve bu durumun etkileri, prodüksiyon ekibinin seçiminden kullanılan teknik ekipmana kadar yansıyor. Kısaca, o atmosferde üretilen herhangi bir şeyin karanlık olmaması imkansız. Horse Money’nin, diğer filmlerime nazaran daha karanlık olmasının bir diğer sebebi de, mümkün olduğu kadar insanların hayatlarına müdahale etmek istemememden kaynaklanıyor. Çekim esnasında, bölgede yaşayan insanların kullandığımız set ışıklarından fazlasıyla rahatsız olduğunu fark ettim. Ve en nihayetinde de oradaki hayatın doğal seyrini bozmamak adına ışık kullanımını minimuma indirmeye karar verdim. Bundan dolayı Horse Money daha karanlık bir atmosfere sahip oldu. Filmdeki tank sahnesini nasıl çektiniz? Çok pahalıya mal oldu mu? Aksine, bizim için kolay ve düşük maliyetli bir sahneydi. Orduya, filmde kullanmak üzere bir tanka ihtiyacımız olduğunu belirttik ve onlar da yakıt masraflarını karşılamamız koşuluyla talebimizi yerine getireceklerini söylediler. Sahneyi üç denemede çektik ve istediğimize ulaştık. Yakıt masrafları için de yaklaşık 500 euro ödedik. Jacob Riis fotoğraflarının filme katkısı nasıl gerçekleşti? Jacob Riis, bence sinema tarihinin en önemli fotoğrafçılarından biri. Çünkü o, yarattığı görsel materyalleri yazdığı metinlerle harmanlıyordu ve böylece ifade etmek istediklerini çok daha kuvvetli bir şekilde aktarabiliyordu. Bu durum da onu, fotoğraf dünyasından ziyade sinema dünyasının içine yerleştiriyordu. Açıkçası Riis’in, sinema dünyası için en az Charlie Chaplin kadar önemli bir figür olduğunu düşünüyorum. Ventura şarkı söylemeyi çok seviyor ve sürekli bir şeyler mırıldanıyor. Müziğin, onun hayatındaki rolünden bahsedebilir misiniz? Cape Verdeliler müzikle iç içe yaşıyorlar. Ayrıca, burada yaşayanlar melankoliye fazlasıyla yatkınlar ve kendilerini daha iyi ifade etmek için müziğe başvuruyorlar. Bu durum Ventura için de geçerli. Onun, her saniye için mırıldanabileceği bir melodisi var. Tabii ki

ben de, onun sahip olduğu yetenekleri birer ilham noktası olarak değerlendiriyorum ve bu yeteneklere filmlerimde mümkün olduğunca yer vermeye çalışıyorum. Sinemanın dijitalleşmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu konuda olumlu şeyler söyleyemeyeceğim. Günümüzün politik ve ekonomik dinamikleri, sinemanın meta odaklı bir düzlemde ilerlemesine sebep oluyor ve kapitalist ideolojiyi benimseyen yönetmenlerin bile, bu dünyayla başa çıkmakta zorlandığını biliyorum. Dijitalleşen sinema, yarattığı sanal dünyalarla gerçeklikten git gide uzaklaşıyor ve benim sahip olduğum sinema anlayışıyla kesinlikle örtüşmüyor. Tabii ki, dijitalleşmeyle birlikte çok daha kaliteli görüntüler elde edilebiliyor, fakat bu durum sinemanın ucuz bir hale bürünmesine sebep oluyor. Yaptığınız filmlerin unutulmasını neden istiyorsunuz? Çevreme şöyle bir göz attığım zaman birçoklarının gelecekte hatırlanmak adına bir şeyler yaptığını görüyorum. Böyle bir amaca sahip olan insanların da her şeyi çabucak unuttuğunu fark ediyorum. Bu duruma paralel olarak da, benim filmlerimde gösterdiğim hayatların çoktan unutulduğunu veya unutturulduğunu biliyorum. Hatırlanması gerekenleri asla anımsamadığımız bu dünyada neden gelecekte hatırlanması için filmler yapayım ki? Film çekmek isteyen gençlere ne önerirsiniz? Yeterli sabırları ve vakitleri varsa, tarihin en büyük yönetmeni Charlie Chaplin’in yönettiği bütün filmleri izlesinler. Peki siz film izliyor musunuz? Sinemaya ve film festivallerine hiç gitmiyorum. İnternetten film indirme gibi bir alışkanlığım da yok. Genellikle DVD oynatıcım vasıtasıyla film izliyorum. Bir sonraki filminizde Vitalina’yla çalışmak istediğinizi duyduk. Evet, bu doğru. Yeni projemde bir kadın figürüne yer vermek istiyorum. Ayrıca, Ventura çok yoruldu ve yaşı da ilerliyor. Onu biraz dinlendirmek istiyorum.

XOXO The Mag


Horse Money, 2014

Ventura’yı geniş açılı çekimlerle izlemenin büyük bir keyif olduğunu söyleyerek başlayalım. Bu çekimler sayesinde Ventura’yı daha heybetli gösterme şansım oluyor ve bu şekilde de onu kahramanlaştırabiliyorum. Ayrıca, son zamanlarda takıntılı olduğum şöyle bir durum söz konusu; insanların ana planda yer almadığı çekimler benim üzerimde fobi oluşturuyor ve geniş açı vasıtasıyla insan figürünü sekansın odak noktasına yerleştirip, bu rahatsızlığımdan uzaklaşabiliyorum. Tabii ki geniş açılı çekimler, görüntüyü bozabiliyor ama bunu engellemek için olabildiğince titiz çalışıyorum.

özgürlük, değişim, devrim ve adalet gibi kavramlar tekrar gözden geçirildi ve içleri tekrar doldurulmaya çalışıldı. Yaratım sürecinizde sosyal bilimlerden faydalanıyor musunuz? Kesinlikle. Özellikle tarih, filmlerim için hayati bir öneme sahip. Antropoloji ve sosyolojiyle ilgili okumalar da yapıyorum. Sonuçta sinema bu disiplinlerden fazlasıyla besleniyor. ‘In Vanda’s Room’u neden Fontainhas’ta çektiniz? O dönemlerde Fontainhas, Lisbon’un dışında yer alan bir gettoydu. Orada yaşayanların çoğunluğu Afrika kökenliydi ve genellikle Cape Verde’den göç etmişlerdi. Bu kültürel yapı benim oldukça ilgimi çekti ve bölgeyi daha iyi bir şekilde algılamak adına Fontainhas’taki neredeyse her evi gezmeye başladım, insanların anlatacak çok farklı şeyleri olduğunu fark ettim ve adeta onlardan biri haline geldim. İnsanlar bana çok sıcak davrandılar ve ben de onlarla daha da çok zaman geçirmeye başladım. Belirli bir süre sonra da “neden burada bir şey yapmayayım ki?” diye kendime sormaya başladım. Ve böylelikle In Vanda’s Room’u burada çekmeye karar verdim. Ayrıca, Vanda’yla da, Fontainhas’ta bir gün sokakta yürürken tanıştığımı da söyleyeyim.

Ventura’nın hikayesini filmlerinizle aktarma fikri nasıl oluştu? Onunla ilk tanıştığımda, yaşadıklarının insanlara verimli bir şekilde ulaştırılamadığının farkına vardım ve bu hikayelerin kesinlikle bilinmesi gerektiğini düşündüm. Kendisiyle epey zaman geçirdik, fikir alışverişinde bulunduk ve bu güçlü diyaloğun sonucunda Ventura’da kendi geçmişimden ve ülkemin tarihinden izler buldum. Karanfil Devrimi, ikimiz için de çeşitli sonuçlar doğurmuştu. Ben ve Ventura, Devrim esnasında Lisbon’un iki farklı noktasında bulunuyorduk, fakat o dönemde yaşadıklarımız ortak bir noktada kesişiyordu. Bu nedenle onun filmlerimde yer almasını istedim.

Ne change rien’de chiaroscuro tekniğini kullanmanızın sebebini merak ediyoruz. Bu teknik vasıtasıyla, izleyicinin dikkatini dağıtacak her şeyi filmden uzak tutabiliyorsunuz ve onların algılamasını istediğiniz noktaları gösterme şansına sahip oluyorsunuz. Ne change rien’de aktarmak istediklerim; Jeanne Balibar’ın yüz hatları, sesi ve genel olarak müziğin kendisiydi. Bu tekniği kullanarak amacıma çok basit bir şekilde ulaştım. Chiaroscuro tekniğine yer vermemin bir diğer sebebi de, bu filmi bir süpermarketten bile satın alabileceğiniz ucuz kameralarla çekmemdi. Bu teknik, bana, kullandığım kameraların görüntü üzerinde yarattığı tahribatları örtbas etme imkanını tanıyordu.

O zaman bu devrimi sizin için de bir ilham noktası olarak değerlendirebilir miyiz? Devrim gerçekleştiğinde henüz 15 yaşındaydım ve henüz hayatı, müziği ve kızları keşfetmeye çalışırken kendimi çok değişik bir atmosferin içinde buldum. Açıkçası, hayatımdaki en yoğun ve gergin dönemdi. İlk defa karşılaştığım ve insanlığı direkt olarak ilgilendiren düşünce akımları beni yoğun bir biçimde etkiledi ve kendi iç sesimi bir şekilde ifade ettiğim filmlerim için birer ilham noktası oluşturdu. Peki sizce ‘Estado Novo’dan sonra Portekiz’de neler değişti? Bu buhranlı dönemin sona ermesiyle birlikte, aynen geçmişte olduğu gibi bir şeyleri umut etmeye başladık. Kurduğumuz hayallerin bir kısmı gerçekleşti; fakat ne yazık ki gerçekleşmesini çok istediğimiz birçok şeye de ulaşamadık. En azından bu dönemin bitmesiyle birlikte

!f İstanbul’da da izleyiciyle buluşan Horse Money’nin geneline hakim olan karanlık atmosferi nasıl yarattınız? Öncelikle, bu filmi çektiğim Cape Verde’nin atmosferinin fazlasıyla 79



BRAND

SPRING IS COMING

As If It Were The First Time yazı ayşecan ipek illüstrasyonlar aslı yazan

Söz konusu Chanel olduğunda heyecan verici her yeni tanışma bir yandan da fazlasıyla tanıdık. Belleğe ve vücuda yerleşmiş bu bakım ritüelleri, güzellikten bir adım öteye giderek yaşam kalitesi hakkında da ipuçları veriyor. Gabrielle Chanel’in yaratıcılık, sanat, estetik ve cesaretle şekillenen monokrom dünyası, içinde barındırdığı gizli renklerle her seferinde yeniden karşımıza çıkıyor ve biz bu durumdan asla şikayetçi değiliz. C C DE SE E E DE R The Essence of Bold and Free Women Oryantal ve güçlü karakterinde tatlı bir tazelik barındıran Coco Mademoiselle, paradoksları harmanlamak konusunda ustalaşmış kült bir esans. Portakalın sahip olduğu parlak ve şeffaf yaşam enerjisi, tüm duyuları harekete geçiriyor, kişiyi bir çırpıda uyandırıyor. Kalbinde sakladığı nazenin çiçekler, bu genç Chanel kadınının feminen yönünün altını çiziyor. Seçilen bukette pek tabii ki gül ve yasemin başrolde. Cesaret ve şehvet gibi iddialı kavramları modern bir yapıyla tene hapseden Coco Mademoiselle’in paçuli ve vetiverle yarattığı etkileyici baz, saatler geçtikten sonra bile orada kalmaya devam ediyor. Bu kült parfümle tabii ki tanışıyorsunuz ancak bu sene marka, sınırlı sayıda üretilen bir sürprizle karşılıyor bizleri: Eau de Parfum Coffret. 50 ml’lik ikonik şişenin yanı sıra 7,5 ml’lik çanta boyu sprey ve 3 refill’le gün boyu, istediğiniz her an tazelenmek elinizde. DR E T CR SER Hydration Makes a Sensation Mademoiselle’in mirasında kuşkuya yer yok. Chanel laboratuarlarında yaratılan her ürün, kadınlara ve kadınların eşsiz güzelliğine odaklanıyor. Araştırma birimlerinin aklındaki soru hiç değişmiyor:

“Kadınlar ne ister?” Dünya çapında yürütülen detaycı çalışmalarla bu sorunun cevabını arayan marka, son dönemlerde hep aynı kelimelerle karşılaşmış; ‘hafiflik’, ‘parlaklık’, ‘konfor’ ve ‘iyi hissetmek’. Bugün kadınlar ciltleri için eşi benzeri bulunmaz bir nemlendirme deneyimini düşlüyor, bu düşü gerçekleştirmek ise Chanel’in bir numaralı hedefi. Son teknolojiyle yüklü laboratuar ortamı, her ne kadar doğadan uzak gibi görünse de, Chanel, bu yanılsamaya karşı duruyor çünkü doğadan ilham almaktan asla vazgeçmiyor ve cilt bakımında yepyeni bir dönem başlatıyor: Mikroakışkanlarla tanışın. Aydınlatma, nemlendirme ve koruma konusunda ultra güçlü bir performans sergileyen bu yeni jenerasyon cilt bakımı savaşçıları, bizleri ‘hydra-devrim’le buluşturuyor. Hydra Beauty Micro Sérum, ilk mikroakışkan serum olarak tarihe geçebilir. Kamelya mikrodamlaları, cildin tabakalarına işleyerek hem dolgunlaştırıyor hem de devamlı bir nemlilik hissi sağlıyor. İşte güzellik tam da burada başlıyor! Sahip oldukları sulu yapıyı cilde güçlü bir nem dokusu olarak yansıtan mikroakışkanlar, cilde değdikleri andan itibaren form değiştiriyor. İlk temasta ciltte oluşan ıslaklık, iyileştirici bir dalga gibi tazeliyor, yeniliyor ve onarıyor. Daha sonra Camellia Alba PFA mikro-damlaları cilde dağılıyor ve ipek hissi yaratıyor. Cilt rahatlıyor, yumuşuyor ve güzelleşiyor. Chanel araştırmalarında ortaya çıkan ilginç bir bilgi de şu; iş nemlenmeye geldiğinde dünya üzerindeki en talepkar kişiler Japon kadınları. Onlara göre yüksek kaliteye sahip bir nemlendirici tene değer değmez yumuşak bir etki yaratmalı, teni aydınlatmalı ve en önemlisi nemi cilde akıtmalı. Bu konu onlar için öylesine hassas ve önemli ki, yepyeni bir kelime dağarcığı yaratmaktan da geri kalmamışlar. ‘Shimikomu’, ürünün cilt tarafından tamamen emildiği anlamına geliyor. ‘Tsuya Ga Deru’, suyun ya da nemin sağladığı parlaklığa verilen ad. ‘Motchiri’, doyasıya

XOXO The Mag


edebiyata duyduğu tutkuyu, zenginlik ve gücü, aşk ve hayatı buluyor. Kimsenin ondan alamayacağı ilk isminde ise eşsiz bir ışık, dünyaya yeteneklerini göstermek için gelmiş insanlardaki karizma, yaratıcı bir enerjiye dönüşen benzeri bulunmaz beceriler gizli. Böyle bir girişten sonra Misia ve Coco’nun hayatı birlikte paylaşan, kardeşten de yakın iki dost olduğunu belki de tahmin etmişsinizdir. Misia, Coco Chanel’le tanışır tanışmaz onun kadınlar için yepyeni kapılar açabilecek bir vizyoner olduğunu anladı. Dönemi paylaştığı ünlü ressamların, şairlerin ve yazarların içindeki ışığı gördüğü gibi... Cocteau’nun kendisini minik siyah bir nokta olarak ölümsüzleştirmesine şaşırmamak gerek çünkü o, önemli bir gözdü. Gabrielle Chanel’in çevresini genişletmek, Misia’nın sağladığı desteği özetlemeye yetmiyor. Büyük aşkla bağlandığı İngiliz iş adamı Arthur Capel’in, namıdiğer Boy’un ölümünden sonra dünyadan çekilen Coco’yu o zamanki eşi José Maria Sert’le birlikte Venedik’e davet eden ve bu yas dönemini sonlandıran da Misia’nın kendisiydi. Müzeler, kiliseler, antikacılar arasında mekik dokuyan Mademoiselle, eskide bulduğu modernlikten, Bizans döneminden ya da Barok objelerden etkilenerek gördüğü her detayı koleksiyonlarına taşıdı. Yüksek sosyeteyle de bu şık İtalyan şehrinde tanışan Chanel, kendini Rus Balesi’ne kostümler hazırlarken buldu, modern sanat dünyasının tam ortasına, Pablo Picasso’nun, Jean Cocteau’nun ve Igor Stravinsky’nin olduğu bir yere düştü ve bu düşüş onun en büyük şansı oldu. Misia ise tüm bu zaman dilimi boyunca ilham perisi, gönüllü elçisi ve gerçek dostu olarak hayatında yer aldı. Misia’yı giydiren, ona yepyeni bir görünüm kazandıran Chanel, bu sayede hem arkadaşına teşekkür etmiş oluyor hem de gerçek bir moda ikonu yaratıyordu. Gabrielle Chanel’in Doğu’yla yaşadığı aşkın, Coromandel paravanlarına ve şık nesnelere olan düşkünlüğünü fişekleyen kişi de elleriyle bir şeyler yaratmaktan her daim zevk alan

nemlenmiş, elastik, doygun ve sıkı cildin duyumu demek. ‘Uruoi No Jizoku-Sei’ ise zamana meydan okuyan, kalıcı nem kalitesi anlamına geliyor. İlk olarak 1960’da ortaya çıkan, daha sonra 90’lı yıllarda Harvard Üniversitesi’nde yeniden gündeme gelen mikroakışkanlar, işte tam da bu kelimelerin karşılığını verebilen bir madde. Dünya çapındaki saygın üniversiteler, araştırma merkezleri ve prestijli endüstriyel firmalarla işbirliği içinde olan Chanel Research, bu kez mikroakışkanları doğru teknolojiyle hayata geçiren, alanında öncü bir firmayla buluşuyor ve kadınların modern ihtiyaçlarını karşılayan çok özel bir formüle imza atıyor. Damlacıkların içinde, yağda çözülebilen aktif bir malzeme yer alıyor: Camellia Alba Ofa. Hydra Beauty serisini üst seviyeye taşıyan, nemin devamlılığını sağlayan bir aktif malzeme de Blue Ginger Pfa. Aynı zamanda bir Chanel sembolü olan ve Fransa’nın güneybatısında yetişen kamelya, cilt bakımında müthiş önemli bir yere sahip. Madagaskar platolarında yetişen mavi zencefil ise etkili bir antioksidan. İşte bu iki değerli ham maddeyi ciltle daha önce hiç denenmemiş bir formda buluşturan Hydra Beauty Micro Sérum, temel ihtiyaçların tümünü karşılıyor. Cilde doğal tazeliğini, parlaklığını ipeksi bir dokuyla hatırlatan ve her geçen gün onu biraz daha iyileştiren bu serumu, gece ve gündüz temiz cilde uygulamanız tavsiye ediliyor. ES E C S S DE C E S A Name. A Legend. A Password. Hayatının belli dönemlerinde Godebska, Natanson, Edwards ve Sert soyadlarını taşıyan Misia, bugün ilk adıyla hatırlanmaya devam ediyor. Paul Morand ondan bahsederken şöyle diyor: “Misia, Misia’dır.” Kişiliğinde barındırdığı farklı kadınları farklı adamlar sayesinde keşfeden bu büyüleyici karakter, yaşadığı ilişkilerde sanat ve 83


Misia olmuştu. Zevkleri, seyahatleri, arkadaşları dışında paylaştıkları çok önemli bir şey daha vardı; hayat görüşleri. Bu iki kadına göre sıradanlık ve sıkıntılar her daim uzakta tutulmalıydı. Markanın gelmiş geçmiş en başarılı olfaktif yaratımında da Misia’nın payı inkar edilemezdi. İşte tüm bu ortak tarihçe bugün, Les Exclusifs serisine yeni eklenen ve isim olarak o beş harfi sahiplenen bir parfümle bir kez daha kutlanıyor. Olivier Polge, Misia’yı yaratırken bu minyon kadının kendinden değil Gabrielle Chanel’in hayatında yarattığı o dönüm noktasından ilham alıyor: “Bu esansla, Rus Balesi’nin büyüleyici atmosferini günümüze taşımak, perde arkasındaki makyaj kokusunu hayata geçirmek istedim.” Bu açıklamanın üzerine kendimizi Opéra Garnier’de, kadife perdelerin açılmasını beklerken buluyoruz. Şık elbiselerin üzerine dökülen inci taneleri birbirine değdikçe tuhaf bir melodi yaratıyor, dudakları renklendiren kırmızı rujların kokusu dört bir yanı sarmış… Müzisyenler, enstrümanlarını hazır ederken baştan aşağı makyaja bulanmış dansçılar sahne arkasında ısınıyor. Eğer tüm bu an tek bir esansa hapsedilmek istenseydi, o pek tabii ki menekşe olurdu. Bu kırılgan çiçek, pudralı karakterini hemen göstermek yerine gizemini korumayı tercih ediyor, bazı sentetik maddelerle kokusu taklit edilebilse de onun gerçek yüzünü keşfetmek oldukça zor. Aynı Misia gibi. Olivier Polge, menekşeyi Grasse ve Türk gülleriyle buluşturduktan hemen sonra, menekşenin uzaktan kuzeni olan zambağı devreye sokuyor. Kürkün ve kadifenin yarattığı yumuşacık his gibi, Misia, tende tonka çekirdeği ve Laos benzoin’iyle birlikte uzun süre gezinmeye, oyalanmaya devam ediyor. Parfümün ilk damlasından itibaren yansıyan daimi feminenlik ve özenle sahneye koyulan baştan çıkarıcılık sanatı arasında bir yerlerde, çok kısa süreliğine de olsa bile, Misia yeniden ortaya çıkıyor.

E DE C E E DE R Touched with Mystery and Intensity Limon bahçeleri, aromatik otlar ve vetiver köklerinin yarattığı soylu bir tazelikle açılışını yapan parfüm, bir zaman sonra yaşanacak eşsiz bir tensel deneyimin sinyallerini veriyor. Kalbinde taşıdığı odunsu titreşimler, sedir notasının amber aromasıyla buluşup vanilya ve Venezuela tonka çekirdeklerine karışmasıyla elde ediliyor. Gizemini ilk saatler boyunca korumaya devam eden Bleu de Chanel, beklentinin doruk noktasına çıktığı an en dipte yatan gizli silahını sahaya sürüyor: Sandal ağacının yeni yuvası Kaledonya’dan esen bir rüzgar, bu kez kökleri değil bu ağacın çiçeklerini beraberinde taşıyor. Esansa sütlü ve kadifemsi bir doku katan misk, derinliği biraz daha artırıyor. Tende güç ve zarafeti aynı anda hissettiren bu sessiz ateş, modern Chanel erkeğinin yansıması. Beş senenin ardından yönetmen koltuğuna oturan ve Gaspard Ulliel’in başrolünde yer aldığı Bleu de Chanel filmini çeken James Gray, bu güçlü kontrasttan ilham alıyor. Kişisel hayatını ve bakış açısını yaratıcılığına eklemekten vazgeçmeyen Gray, fotojenik gücüyle ekranı esir alan Ulliel gibi, Chanel erkeğinin özünü anlamakta hiç de zorlanmayan bir isim. Hikayenin, kendini hayatındaki tüm baskı ve zincirlerden kurtarmaya karar veren kahramanıyla 2010’da tanışmıştık, karakterimiz değişmiyor. Senaryoda etrafı sürekli hayranları tarafından sarılı, ünlü aktörün kafası bir hayli karışık: Ünlü olma nosyonu ve iç huzur arasında gidip geliyor. Üzerindeki ilgi vertigo etkisi yapmaya başladığında her şeyi ardında bırakıp gitmeye hazır bir erkek görüyoruz. İçindeki ses ona hep aynı cümleyi fısıldıyor: “Olduğun kişiye dönüşeceksin.” Los Angeles’da gece çekilen filmin müziği de bu özgürleşme hareketine eşlik ediyor. Bob Dylan’ın ünlü şarkısı ‘All Along the Watchtower’ı bu kez Jimi Hendrix’ten dinliyoruz.

XOXO The Mag


GÖRMEMİŞ DEĞİL GÖRÜLMEMİŞ. Göz alıcı tasarımı ve eşsiz asaletiyle Jaguar, Borusan Otomotiv Satış Noktaları’nda. JAGUAR-TURKIYE.COM

Resimdeki araç opsiyonel donanım içermektedir.

Borusan Otomotiv Satış Noktaları: Borusan Otomotiv Jaguar Tanıtım Merkezi Askerocağı Cad. No: 6 Süzer Plaza Şişli / İstanbul T: 0212 377 00 77 Borusan Oto Adana - Mersin Adana-Mersin Karayolu 21. Km Yenice Tarsus / Mersin T: 0324 615 06 15 Borusan Oto Avcılar Firuzköy Bulvarı No: 21 Avcılar / İstanbul T: 0212 412 04 12

Borusan Oto Balgat Mevlana Bulvarı (Konya Yolu) No: 181/A Balgat / Ankara T: 0312 253 34 34 Borusan Oto İstinye İstinye Mahallesi Sarıyer Caddesi No: 77 Sarıyer / İstanbul T: 0212 359 30 30 Kosifler Oto Bostancı Serin Sokak No: 9 İçerenköy Bostancı / İstanbul T: 0216 578 33 33

Jaguar Türkiye Distribütörü Borusan Otomotiv

85

Kosifler Oto Antalya Sinan Mahallesi Serik Caddesi No: 189 Altınova / Antalya T: 0242 340 21 28 Özgörkey Oto Üniversite Caddesi No: 66 Bornova / İzmir T: 0232 388 19 90 Teknik Oto Bursa İzmir Yolu Cad. No: 281 Nilüfer / Bursa T: 0224 441 68 66


INTERVIEW/

Z

E

RYAN WILLMS

Hassas Dengeler Azlığa övgünün bir modern zaman klişesine dönüşmesi an meselesiyken, hatta belki de çoktan dönüşmüşken, sadelikten ve yok denecek kadar olma halinden kaçıp uzaklaşmak da ciddi bir ihtimal olarak kapıda beliriyor. Bu ihtimali henüz kafasına pek takmayan, sakin hayatının uzantısı Inventory ile anlamlı dengeler yakalamaya çalışan Ryan Willms bu ayki dergi yöneticisi konuğumuz. Onunla, dergisinin ve kendisinin mütevazı hallerini konuştuk. Hayır, okuyacağınız, ‘küçük şehrin kısıtlı imkanlarına rağmen bir başarı’ hikayesine hiç benzemiyor. röportaj serap gecü fotoğraf owen parrott

XOXO The Mag


Ryan, bu sabah güne nasıl başladın? Her sabah olduğu gibi bugün de uyanır uyanmaz, daha yataktan çıkmadan, maillerime baktım. Sonra kalktım ve kahvaltı için portakal suyu sıktım.

h(y)r collective’den Inventory’ye geçiş nasıl oldu? h(y)r collective’i kurduğumda tek amacım eğlenmek ve biraz deneyim kazanmaktı. İlgimi çeken şeylerle uğraşıyordum ve bu da bana fotoğraf, grafik tasarım ve yazarlık gibi alanları keşfetmem için olanak tanıdı. Ve tabii pek çok ilham verici insan tanımamı da sağladı. Gerçek, matbu bir dergi çıkarmaya karar verdiğimde ise markalaşmayı daha uzun vadeye yaymanın daha iyi olacağını düşündüm.

Nerede yaşıyorsun? Mount Pleasant diye bir mahallede yaşıyorum. Fazlasıyla normal bir yer, aşırı sakin. Ve pek heyecan verici olduğu da söylenemez. Gençler, aileler ve öğrencilerden mütevellit bir nüfusu var.

Birbirini destekleyen matbu dergi ve mağaza kurgusu başından beri aklındaydı o zaman. İlk günlerden beri bu formülü düşünüyordum. Başka markalar ve yayınlar için kreatif işler yapmak da hep aklımdaydı.

Bu sükunet bir yerden sonra sıkmıyor mu? Evet, bazen Vancouver çok küçük bir şehir hissi veriyor insana, ve yaptığımız iş düşünülünce imkanlar çok sınırlı olabiliyor. Yine de burada olmak güzel, hava çok temiz bir kere, ve başka bir sürü iyi şey sayabilirim. Bu arada Londra ve New York’u da çok seviyorum, ve gelecekte kendimi ikisinden birinde yaşarken görebiliyorum. Bir de son zamanlarda canım biraz sıcak hava istediğinde Maui’ye veya Los Angeles’a kaçıyorum.

Zanaatla moda arasındaki ilişkiyi nasıl okuyorsun? Ve bu ilişki dergiye nasıl yansıyor? Bence bu kesinlikle çok derin bir ilişki, öyle ki kökeni yüzlerce yıl önceye dayanıyor. Bunun, Inventory için de bir odak noktası olduğunu ve bu yakınlığa değer verdiğimizi söylemeliyim. Endüstride yüksek kaliteyi önemseyen herkes için zanaat-moda ilişkisinin aynı şekilde önemli olduğunu düşünüyorum. İster Louis Vuitton, Margaret Howell ya da Red Wing olun, günün sonunda markanız ürününüz kadardır ve ruhu olan bir şey yaratmanın en iyi yolu üretiminizi bir ustaya teslim etmekten geçer.

Derginin minimal tavrı senin hayatınla da örtüşüyor o zaman. Dergi, genel hatlarıyla, benim kişisel zevklerimin ve değerlerimin doğal bir uzantısı oldu. Bu yüzden, insanlar benimle tanıştığında, gardırobuma baktığında veya evimi ziyaret ettiğinde, dergide yer verdiğimiz, Inventory markasının estetik tercihlerine paralel şeylerle karşılaşıyorlar.

“Köklere dönüş” estetiğini benimseyen benzer yayınlar arasında Inventory nerede duruyor? Bizim yolumuzdan giden çok yayın oldu ama biz röportajlarımızın derinliği, editoryal moda çekimleri ve tasarımımızla kendimizi geliştirmeye devam ediyoruz. Ve bu da kalite açısından bizi hala öne çıkarıyor. Kendi alanımızda lider olduğumuzu söyleyebilirim.

Neden sadelikten yanasın? Tasarımın mütevazı hali daha çok hoşuma gidiyor. Fazla parlaklık veya gereksiz dekorasyon bana göre değil. Inventory, adıyla ne anlatmak istiyor? Dergi ve mağaza için ortak bir isim düşünmek çok zor oldu. Bulacağımız adın ikisine de gönderme yapmasını istiyorduk. Ve o arada bir marka dili geliştirerek, iki oluşum için de iyi çalışacak Inventory başlığını bulduk. Anlamlı, ama çok da edebi olmayan veya herhangi bir şeye fazlasıyla bağlanmayan bir adımız oldu.

Endüstrinin gidişatını belirleyen insanların ve markaların ciddiye aldığı yayınlardan biri. Peki mesajınızın doğru anlaşıldığını düşünüyor musun? Sanırım tasarımcılar ve endüstri emektarları dergiyi ilk andan itibaren sevdiler, çünkü onun belli bir zevke sahip olmakla kalmayıp, bir 87


bütünlük içinde hazırlandığını ve ciddi bir çabanın ürünü olduğunu hemen fark ettiler. Derginin kağıdından grafik tasarımına, içeriklere ve kullanılan dile kadar, hep anlamlı bir şeyler ortaya koyma derdindeyiz. Dergiyi başta dijital bir yayın olarak kurgulayıp, fotoğraflar ve röportajlar fazla güzel olunca, onun matbu olmayı hak ettiğine karar vermişsiniz. Matbunun dijitalden daha üstün olduğunu mu düşünüyorsun? Böyle bir hiyerarşinin varlığına inanıyor musun? Bence her zaman bu ikisi arasında bir denge olacak. Zira bazı şeyler dijitalde iyi çalışırken, bazılarını matbuda keşfetmek daha iyidir. E tabii son birkaç yıldır büyük bir değişim yaşanıyor ama bence insanlar bir şekilde dengeyi bulmaya çabalıyorlar. Bu yaşanan, ister bağımsız ister büyük kurumlar için olsun, endüstrinin tamamı için bir öğrenme süreci. Peki dijital dünyada kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Dijital mecra beni gerçekten çok heyecanlandırıyor. Belki de hala kimsenin bu mecranın doğru dürüst hakkını verdiğini düşünmediğim için bu kadar heyecanlanıyorum. Elbette bizim de bunu tamamen yapabildiğimizi iddia edemem, ama mesela şu anda yeni bir web sitesi üzerinde çalışıyoruz. Önümüzdeki Bahar aylarında yayına başlayacağız, güzel bir değişim olacak bizim için, markanın sınırlarını daha da genişletmiş olacağız. Geçtiğimiz Sonbahar matbu derginin tasarımını da bu bakış açısıyla değiştirmiştik. Bu arada, Bahar sayısı için hazırlıklar nasıl gidiyor? Her şey çok güzel gidiyor, Nisan’da dergi çıkmış olacak. Bu sayıda, Barber bizim için Marfa’ya seyahat etti ve kapağımız için Erik Brunetti’yi fotoğrafladı. Brunetti çok yetenekli bir tasarımcı ama son birkaç yıldır sanata odaklanıyor. Onunla çok ilginç bir röportaj yaptık. Hangi yayınları takip ediyorsun? Apartamento, 032c, Acne Paper, Modern Matter, Noon ve Hobo’yu çok

sevdiklerim arasında sayabilirim. Dijitalde ise Nowness, Style.com ve Alldayeveryday iyi iş çıkartıyorlar. iPad’den kitap okur musun? Hayır, hem de hiç, hatta iPad’imi başkasına verdim. Sadece matbu kitaplar okuyorum, ve bazen laptop’ımdan kısa web yazıları okuyorum. İstediğin herhangi biriyle röportaj yapabilseydin kiminle konuşmak isterdin? Kanye West’in büyük hayranıyım, onunla konuşmak harika olurdu. Kanye’den sonra liste Dries Van Noten, Raf Simons, Jim Jarmusch, Jean-Luc Godard ve David Lynch’le devam edebilir. Dergiyle ilgili duyduğun en iyi şey neydi? İnsanların dergi için sık sık “erkekler için modanın kutsal kitabı” yakıştırması yaptığını duyuyoruz. Bu epey güzel bir iltifat. Dergi yerine kitap gibi görülüyor olması da ayrıca hoşuma gidiyor. Guy Debord’la kapatalım. “Modern üretim koşullarının hüküm sürdüğü toplumlarda yaşam, uçsuz bucaksız bir gösteriler yığını olarak sunulur. Doğrudan yaşanması gereken her şey artık bir temsile dönüşmüş durumdadır.” Bu, tabii ki aklıma hemen internet çağını getiriyor. Bir sürü insanın ‘asosyal’ sosyal medya platformlarıyla hayatlarını nasıl deneyimlediklerini düşünüyorum. Gerçek deneyimler yaşamak yerine temsili olanı tercih etmekle alakalı güçlü bir eğilim var. İşin tuhaf tarafı, gelecekte insanlar bizim bugün yaşadığımız temsili hayatlara bakıp onları gerçekten yaşadığımızı düşünecekler, yani bugün sahte olan yarın onlara gerçek görünecek. Ve bu perspektif farkı hep böyle yaşanmaya devam edecek. Hal böyleyken, yapabileceğimiz en iyi şey, sahip olduklarımızın değerini bilmek ve anlamlı bir hayat yaşayabilmek için malum modern koşullar içinde dengeyi bulabilmek.

XOXO The Mag



INTERVIEW/ RT

HÜSAMETTİN KO AN

İleriye Dönüş

Hüsamettin Koçan, doğup büyüdüğü köyde bir müze kurma hayalini, 15 yıl gibi uzun ve yoğun bir çalışma ve inşaat döneminin ardından Bayburt’un Baksı köyünde açılan Baksı Müzesi’yle gerçekleştireli yaklaşık beş yıl oldu. Müze, açıldığı günden bu yana özgünlüğü, müzecilik anlayışı ve sosyal projeleriyle Türkiye’den ve dünyadan çok sayıda sanatçının ve sanatseverin ilgisini çekmeyi başardı. Biz de bu başarıya kendisini adayan Koçan’la, Avrupa Konseyi Müzecilik Ödülü’nü de alan Baksı Müzesi’nin misyonunu, gelenekselle modern sanatın kesişim noktalarını ve sanatsal üretimini konuştuk. röportaj zeynep aksoy fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Hüsamettin Bey, Baksı’da bir müze fikri nasıl doğdu? Bunu sormak zorundayız. Fikir 1987’ye uzanıyor... O köyde doğdum. Bir gurbetçi çocuğu olarak, içinde özlemlerin, beklentilerin, beklemelerin olduğu bir çocukluk yaşadım. Beklenen babamdı. Onunla birlikteliğimiz uzun süreli olamadı çünkü babam hep gurbetteydi. 1987’de bir sohbet sırasında babamın hep doğduğu toprağı özleyerek yaşadığını öğrendim. Ben onun uzakta olmayı çok sevdiği için gurbette kaldığını zannediyordum, halbuki o bizim hayatımız için gurbetçilik yapıyormuş. Bizim okumamızı ve benim mühendis olmamı istiyordu; o istediği için mühendislik okuluna başladım. Üç yıl sonra görüş değiştirerek güzel sanatlar okumak istediğimde babam beni bu doğrultuda destekledi, böylece sanata ilişkin alanı önüme açmış oldu. Aradan zaman geçti, bizim geleneksel aile modelimize pek uymayan bir genç kızla evlenmek istedim, babam bu konuda da beni destekledi. Artık karşımda yaşam için tüm taleplerime destek veren bir baba vardı ve doğduğu toprağa hasret olduğunu söylüyordu. İki ay sonra da vefat etti. Ben de zor kış koşullarına karşın babamı doğduğu toprağa götürmeye karar verdim. Baksı Müzesi için ilk adım bu kararla birlikte atıldı. Köyümüzün artık eski köy olmadığını, konakların kapatıldığını, geleneklerin bir kenara itildiğini o zaman öğrendim ve kültürel süreklilik için bizim o destansı konukseverliğimizle hatırlanacak bir konak inşa etmek istedim. Bu konağın büyük de bir kütüphanesi olsun düşüncesi vardı aklımda. Müzenin başlangıç fikri böylece doğmuş oldu.

de başka bir boyutumuzu oluşturuyor. Bu da bütün öteki müzelerden farklı oluşumuzun bir göstergesi. Nasıl bir yöresel misyon üstleniyorsunuz? Baksı Müzesi’nin göçü önleme konusunda bir çabası var. O bölgeye dikkat çekerek bir kültür turizmi cazibesi yaratmak, bölgede ekonomik bir haraketlilik sağlamak, özellikle geleneksel değerlere sahip çıkmak, onları korumak, gelecek kuşaklara aktarmak gibi projelerin yanı sıra, gelenek odaklı üretim ile kadınları üretime katmak Baksı’nın temel misyonu. Anadolu’da ender rastlanan türde bir müze kurdunuz. Baksı’nın kuruluş aşamasından bu yana yerel halkın tepkisi ne yönde değişti? Yerel halkın Baksı’ya bakışı, doğrudan kabul edenler ve sevinenler ile bu projeye kuşkuyla bakanlar olarak iki eksende toplanabilir. Projenin şaşırtıcılığı ve rant dışı tutumunun yadırganması kolay anlaşılabilir. Ancak beni şaşırtan, bu projeyi ilk günden büyük tutkuyla destekleyenlerin olmasıydı. Bugün ise bütün hemşerilerim Baksı’ya büyük bir sevgi duyuyorlar ve destekliyorlar. Avrupa Konseyi Müze Ödülü’nü almanızı sağlayan müzecilik anlayışınızdan da bahsedelim. Avrupa Konseyi, Baksı Müzesi’nin merkez ile periferi arasında sanat ve tasarım aracılığıyla köprü oluşturma çabasından çok etkilendi. Müzenin etrafında oluşturduğumuz sanatçı desteği, bölgede yaşayan insanlara “yaşadığınız topraklardan göçmeyin, kültürel kökenlerinizden yola çıkarak kendinize yeni bir yaşam kurabilirsiniz” önerisi sunmamız, bununla birlikte geliştirdiğimiz projeler, kültürel demokrasiye katkı bakımından ilham verici bir örnek olarak görüldü.

Böylesine kişisel bir hikayeden doğan Baksı Müzesi dünya müzecilik geleneği içerisinde nasıl bir konuma oturuyor? Tüm yapılanması ile birlikte kendine ait, özgün bir müzeyiz. Bulunduğumuz yer göç veren bir bölge; koleksiyonlarımız sanat ve zanaat ayrımını ortadan kaldırıyor; orada yaşayan insanların iş sahibi olmalarını önemsiyoruz, kadınlara ve çocuklara yönelik özel projelerimiz var. Bütün bunları bir araya getirince, yaşama yoğun ilgi duyan, yaşamla var olmaya çalışan bir müze olduğumuz gerçeği ortaya çıkıyor. Ayrıca, dünyada, çağdaş sanat koleksiyonları sanatçı bağışlarından oluşan tek müze olmamız ve arkamızdaki sanatçı desteği

Müzenin koleksiyonu oldukça ilginç, seçkilerinizde çağdaş ve geleneksel sanat iç içe. Bu tercihin sebebi ne? Koleksiyonların oluşturulmasında ve sergilemede geleneksel ve çağdaşlık sınırını bir kenara atarak sergileme ortamına demokratik bir harita kazandırdık. Bizim için önemli olan, insanoğlunun yaratıcılığın, 91


farklı zeminlerde ve ortamlarda gerçekleştirilen örneklerle bir araya getirmek; bu noktadan bakınca, bir süreklilik duygusu yaratmak. Bu sergileme yöntemini seçiş nedenimiz de yine geleneksel müze kalıplarına uymak yerine insanı ve kültürü süreklilik içerisinde algılamaktı. Kişisel olarak sanatsal üretiminizin evreleri nasıl gelişti? Kabaca 1980’lere kadar işlerime geleneksel ve akademik bir resim anlayışı egemendi. O tarihlerden sonra halk resimleri ile sanatım arasında bir bağlantı planlamaya başladım. Bu süreç 90’larda Anadolu’nun Görsel Tarihi serisine ulaşmamı sağladı. Fasikül 1, Fasikül 2, Fasikül 3 derken, anlatım dili ve teknikler farklılaşarak yeni bir boyuta doğru yolculuk oluştu. 2000’li yıllarda Baksı ile birlikte yine Anadolu’ya ait olan şamanik figürler gündeme geldi. Bu süreçte düşsel, etkileyici, direnen bir figür diline ulaştım ve cam altı resmi geleneğinin yeni malzemeyle buluştuğu özel teknikle ilgilenmeye başladım. Silikon, gelin pulları, boncuklar ve köylü pazarlarında satılan renkli çiçekli kağıtlar resmimde yer alırken halk gelenekleri ile Anadolu geleneğini aynı yüzeyde buluşturdum. Resimlerinizde sıklıkla şaman figürleri görüyoruz. Şaman mistisizmi sizin için ne ifade ediyor? Şamanizmin açıldığı bir ruhlar dünyası var. Burada, şamanın iyileştirici olması, bilinmeyenlere ulaşabilme imkanı, adalet duygusu, toplumsal gereksinimleri karşılamasıyla insanı bu bilinmez dünyada yalnız bırakmayan, doğa kökenli bir inanç sisteminden söz ediyoruz. Şaman tabiptir, bilicidir, bir bakıma her şeydir. Ahlat ya da ardıç ağacı dibine yerleştirdiği postu ve elindeki tefi ile yaşama yanıt üretir. Boynuzu güç sayan, ateşi kutsayan bir dünya kurar ve oradan geleceğe devam eder. Resimlerimdeki figürlerin büyük ruhsal gibi gözüken boyutu ve etkisi, Şamanizmin bu dünya ötesinde keşfettiği gücün yansımasıdır. Bayburt ve civarında gözlemlediğiniz kadarıyla, eski Türklerin geleneklerinden hangileri yaşamaya devam ediyor? Şu günlerde somut olmayan kültürel mirasla ilgili bir araştırma üzerine çalışıyoruz, ancak eski Anadolu inanışlarının genel olarak sürmekte olduğunu söyleyebilirim. Geçen yaz Bayraktar Köyü’nde, bunların yaşayan bir göstergesi olan Huykesen Ağacı’nı (adak ağacını) korumaya aldık ve çevre düzenini sağladık. Aşık geleneği, köy odası geleneği düşük dozajda devam ediyor, geleneksel mutfakla ilgili çalışmalarımız var, dokumacılık da belli bir düzeyde sürdürülüyor. Bayburt merkezde Kadınlar Derneği bu konuda önemli açılımlar gerçekleştiriyor. Bu arada tekrar müzeye dönersek, sosyal destek projelerinizden tatmin edici dönüşler alıyor musunuz? Tüm projelerimizin geri dönüşü Baksı açısından son derece tatminkar oldu. Örneğin; çocuk etkinlikleri için gerçekleştirdiğimiz resim

yarışması ve atölye çalışmaları çok başarılı bir biçimde sürdürülüyor. Kadınların eğitimi ve istihdamı konularında önemli aşamalar kaydettik. Önümüzdeki günlerde Bayburt merkezde Kadın İstihdam Merkezi açarak bu konuda daha önemli adımlar gerçekleştireceğiz. Şu anda devam eden Miró’ya Açılan Heykelli Yol sergisinin çıkış noktası neydi? Müzenin 2014 Yılı Avrupa Konseyi Ödülü’nü almasıyla işe koyulduk. Bu ödülün bir belgesi olarak bir yıl boyunca sergilenmek üzere müzemize bir Miró heykeli verildi. Biz de heykeli yalnız bırakmamak için bu sergiyi oluşturduk. Başlangıç fikrini sanatçı dostum Seyhun Topuz verdi, serginin küratörlüğünü ise Emre Zeytinoğlu üstlendi. Müze oldukça gizemli bir mimariye sahip. Bu tasarım, onu izleyenlere nasıl bir mesaj veriyor? Müzenin tasarımı izleyenler açısından her zaman büyük beğeni topladı. Kendi içine katlanmış ve tutarlı ritmini koruyarak doğanın bir parçası haline gelmiş binalar bütününün, bulunduğu coğrafyayla gizemli ilişkisi izleyiciler üzerinde her zaman kalıcı bir etki yaratıyor. Bu etkinin, kendisi zaten son derece gizemli olan doğa ile uyumlu ve özgün bir biçimde ilişki kurmuş mimarlığın içtenliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Sinan Genim’le nasıl bir araya geldiniz? Sinan, benim çok eskiden tanıdığım bir dostum. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığım sırasında projenin konseptini birlikte gerçekleştirdiğim Metin Koçan ile ilişkilerimiz tıkanınca o dönem Sinan’dan ana bina ile ilgili uygulama projeleri ve statik konusunda destek rica ettim. Kendisi bu anlamda bize çok büyük destek vermekle kalmadı, aynı zamanda binaların ruhsatlandırılması için de çok yardımcı oldu. Bu açıdan Sinan’ın Baksı Müzesi’ne katkısı çok büyüktür. Aynı zamanda uzun süredir de eğitmensiniz. Öğrencilerinize sanat üretmek ve sanatçı olmakla ilgili neler öğütlüyorsunuz? Öğrencilerime öncelikli olarak kendi kişisel tarihlerine sahip çıkmalarını, okuyarak ve araştırarak bu dünyayı anlamaları ve yorumlamaları gerektiğini öğütlüyorum. Kendi hayatı olmayanların anlatacakları öyküleri de olmaz. Derin bir bilgiyle birikim oluşturmaları; hayatları, kentleri, ülkeleri ve dünyaları için onlara yeni imkanlar sunacaktır. Sizin ve Baksı Müzesi için yeni ne olacak? Önümüzdeki yıl gerçekleştireceğimiz Uluslararası Müzecilik Konferansı, 60’lı yıllar kökenli sinema yerleştirme sergisi ve bir yazlık açık hava sineması inşa etmek için yoğun çaba içerisindeyiz. Öte yandan, İstanbul’daki atölyemde, önümüzdeki yıl gerçekleştirmeyi planladığım İstanbul, Ankara ve İzmir sergilerine hazırlanıyorum. Birkaç yurtdışı sergisi için de ilişkiler devam ediyor.

XOXO The Mag


IF Design* “YILIN EN İYİ OTOMOBİL TASARIMI” ödüllü Yeni Hyundai i20 ile fark edilmeye hazır olun. hyundai.com.tr

/hyundaiturkiye

/hyundaiturkiye

/hyundaitr

* 1954 yılından bu yana düzenlenen ve her yıl 2000’den fazla tasarımın yarıştığı IF Design Awards, “Tasarım Oscar’ı” olarak bilinen dünyanın en prestijli ödüllerindendir. Yeni i20’nin ortalama yakıt tüketimi 3,9-6,7 lt/100 km ve CO2 emisyonu 102-155 g/km arasında değişmektedir.


BRAND Bu bir ilandır.

#Y

M

O

Vodafone x Spotify yazı eralp uğur

Markalar evreninde, cool olmak ve marka olarak önermelerini doğru elden, doğru işbirlikleriyle artırmak, şüphesiz ki her daim ulaşılabilen bir lüks değil. Bir başka lüks olmayan düşünce ise müzik ile yan yana durup hem iletişim alanlarını genişletmek, hem de verilmek istenen mesajları daha kolay iletebilmek... Bu bağlamda, zoru başarmak, müziği hiç durdurmamak, onu en iyi şekilde sunanlarla yan yana durabilmekten, müziği yönlendirebilmekten, veya halihazırda yöneldiği doğrultuya evrilmekten geçiyor.

Türkiye’nin CEO’su Gökhan Öğüt’ün, Spotify Avrupa Genel Müdürü Jonathan Forster’ın ve tabii ki müzik dünyasından pek çok ismin katılımıyla açıklandığını size bildirmemiz şaşırtıcı olmayacaktır. Şimdi biraz da işin teknik tarafını konuşalım, nedir bu işbirliğini bu kadar özel kılan, ve Yılın Müzik Olayı olmaya aday kılan? Elbette ki sadece Premium üyeliğe kolay, hızlı ve avantajlı sahip olmak değil, aynı zamanda mobilitenin de hakkını verebilmek ilk aklımıza gelenler arasında. Daha fazlası için alttaki QR kodunu okutun.

Spotify ve Vodafone’un da asıl itibarıyla yaptıkları bu: Müziğin gücünü doğru kullanabilmek. Duyguları doğru şekilde harekete geçirebilmek. Hareketliyken de her daim ulaşılabilir olmayı kendine direksiyon alabilmek... Eh, o zaman, yerel ölçekte uygulamaya geçirilecek olan, bu yeni birlikteliğin Şubat sonuna geldiğimiz bugünlerde, Vodafone XOXO The Mag


Y覺l覺n M羹zik Olay覺, Vodafone x Spotify, Teoman


EVENT MANAGEMENT

PUBLISHING

CONCEPT DESIGN

BRAND PLATFORMS

AND ANYTHING COOL

FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669





INTERVIEW/ DS

CHRISTINE INNAMORATO

Rahatsa At Sepete

Köklü ve büyülü Bonpoint, yıllardır, dünyanın ne istediğini iyi bilen, eleştirileri sert ama ruhları sevimli kullanıcılarına hitap ediyor. Markanın Kreatif Direktörü Christine Innamorato böyle zorlu bir tahtın sahibi olmaktan memnun, iki yanında çocuklara yer açmış, deneyimli bir tasarımcının özenini onların rahatlığına ve samimi felsefelerine adıyor. O, nesilleri küçük yaşta birbirine bağlayan, eskimeyecek bir tarz yaratırken önceliklerinin ne olduğunu çok iyi biliyor. Christine’i yoğun trafiği arasında yakaladık ve XOXO Kids röportaj serimizin açılış konuğu yaptık. röportaj ceren palaz karaca fotoğraf frank perrin

XOXO The Mag


Bonpoint SS15

Bonpoint’dan önce uzunca bir Cacharel döneminiz var. Çocuk giysileri tasarlamak nereden çıktı? Cacharel’de çalıştığım sekiz yıl boyunca büyük bir saygı ve hayranlık beslediğim Marie-France Cohen, Bonpoint’ın kurucusu olarak beni ziyaret etti ve markanın başına geçmemi istedi. Çocuklar söz konusu olduğunda Bonpoint akla ilk gelen modaevidir, hatta ben de küçüklüğünde kızım Litchis’ye tepeden tırnağa Bonpoint’dan alınmış kıyafetler giydirirdim. Teklif geldiğinde, bunu harika bir imkan ve zorlu bir macera olarak gördüm. Reddedemedim.

prensiplere bağlı kalarak çalışan bir çocuk stilisti için işler o kadar basit değildir. Çocukların üzerinde yetişkin işi gibi durmayan tasarımlarınızdan bahsettiniz. Bu biraz da etik bir seçim mi? Bir tasarımcı olarak, zamana ve moda trendlerine meydan okuyan, eskimeyecek tasarımlar yaratmayı seviyorum. Bir anne olarak ise, çocukların yaşlarına ve gündelik yaşamlarına uygun giyinmeleri gerektiğini düşünüyorum. Tasarımlarım, doğal olarak, annelik tecrübemden etkileniyor.

Çocuklarla çalışmak dünyaya bakışınızda bir şeyleri değiştirdi mi? Her gün çocuklarla iletişim içinde olmak meraklı kalmamı sağlıyor. Onların dünyaya yaklaşımları çok hoş; hem mucizeler bulup hayrete düşüyorlar hem de kendilerinden hiç ödün vermiyorlar. Bu benim de perspektifimi genişletiyor, benim için asıl neyin önemli olduğunu aklımda tutabiliyorum.

Hala hayattaki küçük güzelliklerin tadını çıkaran biri olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle. Mutlu olmak için bir yandan büyük ve önemli sebeplere sahip olmak, bir yandan da gündelik hayattaki ayrıntıları kaçırmamak gerçek bir ayrıcalık. Çocuklar zekalarıyla bizi sık sık şaşırtırlar ve hatta onları küçümsediğimiz için utandırırlar. Sizce Bonpoint’la özel bir bağ kuruyorlar mı? Çocukların çok güçlü içgüdülere sahip olduklarına inanırım. Onlar her zaman bizi hayrete düşürmeyi başarırlar. İhtiyaçları ve beklentileri dikkate alındığında da bunu sahiden fark ederler. Fikirleri nettir, ister beğen ister beğenme. “Çocuktan al haberi” diye boşuna dememişler.

Peki onlar için tasarlarken sadık kaldığınız önemli bir kuralınız var mı? Giyimin elbette göze hitap etmesi gerekir, ama konu çocuklar olunca rahatlık ilk sıraya geçiyor. Çocuklar için giysi tasarlayıp dikmek çok teknik bir iş. Onların çok yoğun bir hayatları var, gün boyunca koşturup oyun oynuyorlar; vücutları ve postürleri yıldan yıla değişiyor. Çocuklar için tasarlanan kıyafetler mutlaka harekete imkan tanımalı. Biz de koleksiyonlarımızı hazırlarken bu altın kuralı mutlaka dikkate alıyoruz.

Basit ve klasik bir tasarımın çocuk boyuyla karşılaşmanın karşı konulmaz bir hoşluğu vardır. Yetişkinlerin dünyasında ise sürekli değişen trendler sebebiyle daha klasik parçalara sık sık sıra gelmez. Acaba yetişkinlerin çocuk modasından ilham alma vakti geldi mi? Aslına bakarsanız giderek daha fazla insanın modada hızlı tüketimden uzaklaşıp klasik parçalara döndüğünü gözlemliyorum. Bu değişim hoşuma gidiyor: Güzel bir trençkot veya kusursuz kesimli bir beyaz gömlekten daha zarif bir şey düşünemiyorum. Bunlar boş bir tuval olarak kullanılabilen, insanın kendi yorumunu ekleyip imzası haline getirebildiği parçalar.

Giderek daha çok sayıda tanınmış modaevi kendi çocuk giyim markasını yaratmaya başladı. Bonpoint ise başından beri yalnızca çocuk giyimine odaklanıyor. Sizce bu durum markanıza daha farklı bir özgürlük sağlıyor mu? En büyük fark, bizim koleksiyonlarımızın yetişkinler için hazırlanmış tasarımları baz almaması. Bu bize gerçek bir ifade özgürlüğü sağlıyor: Kendi üslubumuzu belirleyip kendimize özgü tasarımlar yapıyoruz. Büyük modaevlerinden birinde kreatif direktörün belirlediği 101


Bonpoint SS15

En sevdiğiniz Bonpoint tasarımı hangisi? Şüphesiz, önlük elbise. Farklı desenler ve şaşırtıcı renkler kullanarak her sezon yeniden yorumlamayı sevdiğim bir tasarım. Püf noktası, onu değişik parçalarla; baskılı çoraplarla, postallarla veya Dr. Martens botlarla tamamlamak. Çocukken nasıl giyinirdiniz? Tasarım yaparken çocukluk kıyafetlerinizden esinleniyor musunuz? Çocukken jean gömlek ve fırfırlı etek giymeye bayılırdım. Gerçekten o zamanlardan esinleniyor olmalıyım çünkü her koleksiyonumuzda mutlaka jean gömlek olur. Çok sevdiğim fırfırlı eteklerin pamuklu hallerine ise süt beyazı Bonpoint elbiselerde ve ince dantel pencereli işlerimizde rastlanabilir. Çocukluktan hatıralar... Sizce çocuklardansa ebeveynleri mi etkilemek gerek? Ne de olsa alışverişte son karar onların… Tasarım yaparken ebeveyn/çocuk tartışmasını hiç düşünmüyorum. Bonpoint’ın Kreatif Direktörü olmadan önce de bu evden çıkan çok iyi kesimli güzel tasarımları seviyordum. Bence bunlar her anne babanın beklentisidir. Markaya katıldığım günden beri ben de bu özelliklere sadık kalmaya çalışıyorum. Bir çocuğun giyebileceği en korkunç giysi nedir? İçinde rahat etmediği bir şeydir, kesinlikle. Rahat hareket edemedikleri zaman mutlu da olamıyorlar. Giysisi yüzünden kısıtlanan bir çocuktan daha kötüsü olamaz. Bonpoint seven bir çocuğun büyük olasılıkla büyüyünce giymekten hoşlanacağı bir marka geliyor mu aklınıza? Bence Bonpoint giyen bir çocuk büyüdüğünde harika tasarımlara odaklanırken kaliteyi gözden kaçırmayan, her bir parçanın dikimine özen gösteren ve gerçekten çözüm odaklı oluşuyla tanınan markaları sevecektir. Bazen politik olmak gerek.

Diyelim ki bir evin duvarında çerçevelenip asılmış bir Bonpoint parçasına rastladınız. Nasıl hissedersiniz? Onu bir çocuğun üstünde görmek isterim. Bonpoint giysileri müzede sergilenecek parçalar değildir. Onların içinde yaşamak gerekir. Sinemanın sizin için önemli bir esin kaynağı olduğunu biliyoruz. Birkaç favorinizi paylaşır mısınız? O kadar çok var ki... Şu an aklıma gelenleri sayayım. Audrey Hepburn’lü Funny Face; Monsieur de Givenchy’nin bu film için tasarladığı parçalar muhteşemdir, üstelik Audrey Hepburn en sevdiğim oyunculardandır, oyunbaz cazibesiyle ölümsüzdür. Fukunaga’nın Jane Eyre’ini izlediğimde Michael O’Connor’ın işlerine aşık olmuştum, kostümlerdeki ayrıntılar büyüleyiciydi. Bir başka favorim: Wong Kar-wai. In the Mood for Love’ın yanı sıra Happy Together, tüm enfesliğiyle Faye Wong’un oynadığı Chungking Express ve Days of Being Wild. Müzik, sinematografi, oyunculuklar mükemmel. Ah, bir de Sautet’nin yönetmenliğini yaptığı César er Rosalie’deki Romy Schneider var. Bir Bonpoint mağazasına girdiğimizde aklımıza Pıtırcık kitapları geliyor. Buna ne diyorsunuz? Pıtırcık’a bayılırım. Bunlar hiçbir zaman eskimeyecek ve son derece Fransız hikayeler ama bir yandan da evrensel olmayı başarıyorlar. Sempe’nin çizimleri ise şairane. Bir de Eloise’a karşı zaafım var, o da tüm oteli zıvanadan çıkaran küçük arsız bir kız. Eau de Bonpoint’ın muhteşem kokusuna zaten bayılıyorduk, şimdi bir de bakım ürünleri sunuyorsunuz. Gelecekte Bonpoint’ın ürün skalası daha da genişleyebilir mi? Planlarımız o yönde ama kimse duymasın. Ayrıntılar yakında... En sevdiğiniz hayvan nedir? Kedi. Her zaman dört ayak üstüne düşer.

XOXO The Mag



FILE

SOME WOMEN OF YOGA merve yeşilçimen özkan önal

Burcu Kutluk Hindistan’da yaşadığın dönem seni nasıl etkiledi? Bana göre orası mutlu olmak için sebep aramayanların ülkesi… Uzun süre yaşadığım Goa’da, yargılamamayı öğrendim. Herkes kendi sınırlarını farklı evrelerde genişletmek ister ve bunu yaparken de yargılanmadığını bilmek bence çok değerli. Dünyanın bir yerinde bunun mümkün olduğunu görünce çok rahatlamıştım.

bayılıyorum. Her kış mutlaka yeni bir spor türü denerim; dağcılık, dans, dalış, paraşütle atlama gibi farklı türde aktiviteleri deneyimlemeyi seviyorum.

Neden Goa’ya gitmiştin? Aslında en çok Yoga ve Osho için. O sıralar Brüksel’de yüksek lisans yapıyordum ve rutine girmiş bir hayatım vardı. Yoga hayatımı değiştirdi, ben de bunu daha ileriye taşımak adına Hindistan’a gittim. Artık orada yaşamıyorum, ancak beş senedir her yıl birkaç hafta için bile olsa oraya gidiyorum. Her gittiğimde mutlaka bir yoga atölyesine giriyorum. Geçtiğimiz yılbaşını da Hindistan’daki arkadaşımla beraber Goa’da geçirdik.

Hayvan besliyor musun? Besliyordum, köpeğimiz Gypsy vefat edene kadar… En kısa zamanda yine bir dostum olmasını istiyorum.

Hangi yoga uygulamasını tercih ediyorsun? Nashik Bihar Yoga Okulu’ndan mezunum, Githa Yoga’da verdiğim dersler Hatha yoga stilinde, ama öğrenci olarak Vinyasa, Ashtanga, Bikram ve Iyengar gibi bütün stillerle ilgileniyorum. Yogayı sadece bir egzersiz gibi görüp, felsefesiyle ilgilenmemek mümkün mü? Yoganın asana bölümü, buzdağının görünen ucu gibi aslında. Altında felsefeden de öte bilimsel birtakım gerçekler yatıyor. Bütün o hareketlerin amacı temelde vücudu rahatlatıp, sakin bir meditasyon oturuşuna geçebilmek. Bana göre, yogada en anlamlı olan şey süreç. Bu da ancak uzun süre yoga yapıldıktan sonra fark edilebilen bir gerçek. Başka egzersiz tercihlerin var mı? Koşmayı seviyorum. Atletik bir yapım var; her türlü aktiviteye ve oyuna

Yoga pratiği hayatına neler kattı? Esneklik, devamlılık ve sabır.

Kendine iyi bakıyor musun? İyi bakmaya çalışıyorum. Yaklaşık 10 yıldır vejetaryenim. Hindistan’a her gidişimde bu konuda ilham almış olarak dönüyorum, zira orada beraber yaşadığım topluluk, yedikleri konusunda hayli katı. Son birkaç yıldır eskisi kadar katı beslenme kurallarım yok. Bu aralar çok sevdiğim ve üzerine çalıştığım konu juicing. İleride bu konuyla ilgili bir kitap yazmayı planlıyorum. İş ve ev ortamında dengeleri nasıl sağlıyorsun? Bazı günler çok yoğun, bazı günler de çok rahat geçiyor… Sezon başından beri çok severek yaptığım, TV2’de yayınlanan Trend Topic adlı bir programım var; orada kültür, sanat ve eğlence dünyasından isimleri konuk ediyorum. Deneyimli bir ekiple çalışmanın kesinlikle bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum, bu yüzden, çalıştığım zamanların yoğunluğunu o kadar fazla hissetmiyorum. İnsanların yogaya dair algısını değiştirebilecek olsan, neyi değiştirirdin? Yogayı bir anahtar gibi görmelerini isterdim, farklı bir frekansı açan bir anahtar gibi...

XOXO The Mag


İSTER GÜÇ GÖSTERİSİ YAPIN İSTER GÖVDE GÖSTERİSİ. KARAR SİZİN. Cesur tasarımı, fütüristik çizgileri ve 9 ileri vitesiyle Range Rover Evoque, Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda sizleri bekliyor.

Görseldeki araç opsiyonel donanım içermektedir.

www.landrover.com.tr / 0850 252 30 30 Borusan Otomotiv tarafından ithal edilen Land Rover’lara 3 yıl ya da 100.000 km (hangisi önce dolarsa) olmak üzere özel garanti verilmektedir. Bu özel garanti, yasal garantiyi aşan süre ve km bakımından bedelsiz onarım için olup, yasal mevzuatın garanti içinde tüketicilere tanıdığı diğer seçimlik hakların doğumuna neden olmaz. Range Rover Evoque yakıt tüketimi (lt/100 km): Şehir içi: 10,3 - Şehir dışı: 6,4 - Karma: 7,8 - CO2 emisyonu: 181 gr/km’dir. Land Rover Türkiye Distribütörü Borusan Otomotiv


FILE

Yeşim Tuncay Dans ve yoga… Benzer taraflarını anlatır mısın? İkisi de zihinsel ve fiziksel birer terapi gibiler, insanı kesinlikle mutlu ediyorlar ve bu yüzden onlara bir nevi bağımlı oluyorsunuz. Zihnimizle oluşturduğumuz sınırlar bedenimizin de sınırlarını oluşturur. Stresli insanların bedenleri de gergindir ama dans eden veya yoga yapan birinin bedensel sınırları genişler, gittikçe daha esnek ve daha güçlü olurlar. Hayata bakış açıları da bu süreçte değişir ve gelişir.

ve gelecekte dolanan zihni şimdiye taşıyoruz.

Tercih ettiğin yoga uygulaması seni nasıl etkiliyor? İlgilendiğim birçok yoga türü var, ayırmayı tercih etmiyorum, zira pratiğimde nefesi, asanaları, meditasyonu ve derin gevşemeyi uyguluyorum. Yoganın geniş hareket yelpazesi özellikle omurga sağlığında muazzam sonuçlar yaratıyor ve bu sayede birçok hastalığın da meydana çıkması ya da ilerlemesi engellenebiliyor. Günümüz insanı kapalı alanlarda, uzun süre oturarak çalışıyor. Hemen herkes bel ve boyun ağrılarından şikayetçi, bu yaşam stili iç organlarımızı bile etkiliyor. Yoga bu anlamda çok etkili bir pratik, ben de omurgamın esnek ve güçlü olmasını yogaya borçluyum.

Şehir dışında sakin bir hayat kurmak gibi hayallerin var mı? Şu anda yok, İstanbul’da yaşamayı çok seviyorum. Hayatımı konforlu olabilecek şekilde organize ettim. Evim ve işim arasındaki mesafe çok kısa, trafikte çok zaman harcamıyorum. Kısa sürede sahile inip deniz havası alarak yürüyüşümü yapabiliyorum. Etrafımda gördüğüm kadarıyla, daha sakin yerlere yerleşen kitlenin yaş ortalaması giderek düşüyor, çünkü büyük şehir, karmaşasıyla insanı çok yoruyor. İnsanların birbirine hiç tahammülünün kalmadığını gözlemliyorum, sanırım İstanbul’da hissettiğimiz kalabalıkta sıkışmışlık duygusu da insanları buna itiyor. Belki ileride daha sakin bir yere yerleşebilirim ama şimdilik bu tür yerlere sadece seyahat etmeyi tercih ediyorum.

Nefes eğitimleri hakkında ne düşünüyorsun? Yoga ve meditasyon, doğru nefes tekniklerini öğrenmek için yeterli mi? Kesinlikle evet, yogada sayısız nefes tekniği olduğu için başka bir şey yapmaya gerek yok. Yaşam kaynağımız nefes ama kimse bunun farkında değil. İnanın doğru nefes alıp vermeyi o kadar az kişi uyguluyor ki çoğu kişinin nefes kapasitesi yetersiz, ve hatta ilk defa yoga yapan bazı insanlardan “başım dönüyor” gibi yorumlar alıyorum. Bilinçli nefes alıp vermeye başladıkça akciğerlerin de kapasitesini artırabiliyoruz. Baş ağrınızdan tutun, sindirim problemlerinize kadar birçok rahatsızlığa iyi gelebilecek özel nefes teknikleri var. Aynı zamanda meditasyon çalışmalarında da, nefesi, konsantrasyonu artırmak ve anda kalmak için kullanıyoruz. Bu sayede, sürekli geçmişte

Bedenine zarar verdiğini bildiğin halde vazgeçemediğin bir alışkanlığın var mı? Yemek yemeyi çok seviyorum, ki bunun her zaman sağlıklı olduğu söylenemez. Daha az yiyebilirdim dediğim çok oluyor. Sanırım kök ve boğaz çakram üzerinde çalışmam lazım.

Sık seyahat ediyor musun? Seyahat etmeyi çok seviyorum, özellikle doğa harikası yerlere bayılıyorum. Dünyanın her köşesine ve değişik rotalara özel programlar çıkaran turizmci bir ablam olduğu için çok şanslıyım. Bu yaz sonsuz boşlukta, volkanların, buzulların, şelalelerin arasında uzun doğa yürüyüşleri yapacağım İzlanda seyahatimi heyecanla bekliyorum. Tanışmayı hayal ettiğin bir yogi var mı? Maalesef artık hayatta olmayan Shri K. Pattabhi Jois. Çalıştığım birçok yoga eğitmeninden onunla ilgili o kadar çok şey duydum ki, tanışma fırsatına sahip olmayı çok isterdim.

XOXO The Mag


107


FILE

Özden Bölükbaşı Neden yoga yapıyorsun? Yoganın hayatıma kattığı değerler sayısız ama birkaç örnekle kısaca ifade etmek gerekirse, esnek bir beden ile ağrısız bir yaşama sahip oldum, yeme alışkanlığımı düzene soktu, daha net kararlar alabiliyorum, geçmişle değil bugün ve gelecekle ilgileniyorum, yıllardır çektiğim baş ağrılarıma da deva oldu. Kısacası kendime meydan okuyorum. Yoga hakkında duymaktan sıkıldığın klişeler var mı? Mesela yoga gerçekten ruhun gıdası mı? Yoga pratiği yaptıkça beni klişeler bile etkilemiyor artık o yüzden yorum yapamam. Ruhun gıdası insanın kendi içinde, yeter ki bakmayı bilsin, yoga da onu bulmak için en iyi araç. Hangi yoga uygulamasını tercih ediyorsun? Bu uygulamanın sende yarattığı etkiler neler? Genel olarak tercihim, eğitimini de aldığım Vinyasa stili. Nefesle beraber devamlı akışı olan bir tür. Medatif biri değilim ve sürekli akış halinde olan bu stil bende meditatif bir etki bırakıyor. Pratik bitiminde üstümden tonlarca yük kalkmış gibi hissediyorum. Bedenim daha güçlü, düşüncelerim daha sakin ve hayata bakışım daha pozitif oluyor. Yorgun hissettiğim günlerde ise Yin yogayı tercih ediyorum. Yoga Métrique’i kurmaya nasıl karar verdin? Yakın çevremden özel yoga dersi talepleri geliyordu. Yoga eğitmenliği için eğitimler almama rağmen ders vermiyordum. Bu eğitimi tamamen kendi pratiğimi geliştirmek ve yogayı daha bilinçli yapabilmek için aldım. Bir gün, yine yakın bir tanıdığım, özel yoga dersi vermem için beni arkadaşına önermiş, aynı gün Yoga Métrique’i kurmaya karar verdim. Böylece, gelen taleplere eğitmen yönlendirerek, insanlara yardımcı olabilecek ve severek yaptığım yogayı da işe dönüştürebilecektim. Özel bir beslenme programın var mı? Kendime has bir beslenme düzenim var. Yıllardır yaptığım araştırmalar sonucu yiyecek ve içecek konusunda bilinçli hareket edebiliyorum. Kendime ait sağlıklı yemek tariflerim de var, mutfağa çok meraklıyım. Sabahtan akşam saat 8’e kadar, üç saatte bir yemek yerim. Her gün

2 litre su haricinde hindistan cevizi suyu, kefir ve mutlaka yeşil çay içerim. Yine her gün, spor öncesi enerji vermesi için açaí üzümü yerim. Instagram’da yogiler epey ilgi görüyor. Sen de bu mecrada aktif misin? Kişisel Instagram hesabımda çok nadir de olsa yoga yaparken resim paylaşırım. İşim gereği Yoga Métrique’in de hesabını yönetiyorum, orada ekipteki eğitmenlerin resimlerini paylaşıyorum, ama genel olarak sosyal medyada çok aktif bir yogini değilim. Birkaç yere yazdığım yoga ile ilgili yazılar ve koyduğum resimler bana yeterli geliyor. Özel yoga derslerinin daha etkili olduğunu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle. Bire bir eğitmenle çalışmak hem pratiğini daha hızlı geliştirmeni sağlar, hem de sana özel hazırlanmış yoga dersi ile hedefine daha kolay ulaşırsın. Fiziksel herhangi bir sorunun varsa eğitmen bunu göz önüne alarak dersleri gerekli şekilde planlar ve bire bir çalışma avantajı ile belli bölgelere odaklanarak çok daha fazla fayda elde edilir. Kurumsal firmalardan aldığınız geri dönüşler nasıl? Çok olumlu. Firmalar gayet memnun çünkü kurumsal yoganın hem işveren hem çalışan için çok artıları var. Çocuk yogasına nasıl bakıyorsun? “Keşke çocukken yogaya başlama fırsatım olsaydı.” diyorum. Altı yaşında bir kızım var ve üç yaşından beri yoga yapıyor. Yoganın bir çocuk üzerindeki etkilerini yakından gözlemleme şansı buluyorum ve her ebeveyne çocuklarına yoga yaptırmalarını tavsiye ediyorum. Fiziksel ve bedensel yararları dışında, konsantrasyon ve odaklanma sorunu yaşayan çocuklar için yoga paha biçilmez bir yöntem. Yoga eğitmeni olmasaydın ne olurdun? Tenis eğitmeni. En son ne zaman sinirlendin? Dürüstçe cevap vereceğim; tabii ki sinirlendiğim şeyler oluyor, belki de her gün. Kozmopolit bir şehirde yaşıyorum ve sürekli koşuşturma gerektiren bir yaşantım var. En son trafikte araba kullanırken sinirlendim.

XOXO The Mag



FILE

Alexis Gulliver Yoga, hayatına nasıl girdi? Johnson & Johnson’da çalışırken, boş vakitlerimde Kickbox dersleri alıyordum, ancak Kickbox bana günün sonunda zihnimin ve bedenimin ihtiyaç duyduğu rahatlamayı sağlamıyordu. Yine dersimin olduğu bir gün gittiğimde, dersin iptal olduğunu öğrendim ve aynı zamanda sunulan yoga dersine girmeye karar verdim, yoga hayatıma böyle tesadüfi bir şekilde girmiş oldu. O günden beri kendimi çok daha huzurlu hissediyorum. Peki bunu bir iş olarak yapmaya nasıl karar verdin? İstanbul’a taşınmaya karar verdiğimde burada bir hayat kurabilmek için doğal olarak çalışmam gerekiyordu. Kısa sürede yeni insanlar tanımak adına yoga dersleri vermeye karar verdim, ki başladığım dönemde yoga bu kadar ilgi görmüyordu; ne bu kadar yoga eğitmeni ne de yogaya meraklı bu kadar insan vardı. Dolayısıyla bir evrim süreci söz konusu ve bu sürecin bir parçası olmak da beni çok mutlu ediyor. Tercih ettiğin yoga uygulamasının zihninde ve bedeninde yarattığı etkiler neler? Temelinde Vinyasa ve Ashtanga olan birçok farklı yoga eğitimi aldım. İlk olarak Jivamukti tarzıyla başladım ve Jivamukti’nin yeri benim için her zaman ayrı olmuştur. Daha sonra Byran Kest’ten Power Yoga, Ashtanga ve Anusara uygulamalarını öğrendim. Vinyasa daha hareketli bir yoga türü, dolayısıyla Vinyasa’yla bedeninizin sınırlarını zorlamayı öğreniyorsunuz. Ama bütün yoga türlerinde en önemli faktör nefes, dolayısıyla yoganın meditatif bir tarafı da var. Yoganın hem bedeni geliştirdiğini hem de zihni rahatlattığını söyleyebiliriz. Tüm bu pratiklerin sana nasıl geliyor? Yoganın herkesin üzerinde farklı bir etki yarattığını düşünüyorum. Bana göre en iyi tarafı, zamanla potansiyelinizin tamamını kullanabildiğinizi görebilmek ve sadece nefesiniz ve bedeninizle neler yapabileceğinizi keşfetmek. Yoga sayesinde daha huzurlu ve mutluyum, konsantrasyonum daha yüksek ve odaklanmakta sorun yaşamıyorum. Bunu sadece mat üzerinde değil çevremdeki insanlarla iletişimdeyken de hissediyorum. Pratiğine uzun süre ara verdiğin oldu mu? Nasıl hissettin? Yedi yıldır yoga yapıyorum ve pratik yapmadan bir hafta bile geçirebileceğimi hiç sanmıyorum. Ancak eskisi gibi 1,5 saat süren

yoga uygulamaları yapmıyorum. Bazı zamanlar, elbette, benim de içimden gelmediği oluyor ancak yapmadığımda kendimi daha kötü hissedeceğimi bildiğim için düzenli olarak yapmaya özen gösteriyorum. Duygusal etmenleri bir kenara bırakırsak, ara verirsem fiziksel olarak güçsüzleşeceğimi, bağışıklık sistemimin zayıflayacağını ve formumun bozulacağını bilmek de beni yapmak için teşvik ediyor. Dansla aran nasıl? Dans etmeyi gerçekten çok seviyorum ama bu konuda iyi olduğum pek söylenemez. Sanırım ritim duygum çok gelişmemiş, bu yüzden dans derslerine katılıp eğitmen eşliğinde dans etmek bana daha kolay ve eğlenceli geliyor. Diğer taraftan, kendinizi müziğin ritmine kaptırıp güzel bir müzik eşliğinde dans etmek gibisi yok. Arkadaşlarım benimle dalga geçse de tam bir hip hop tutkunuyum. Kabullenmek yoganın doğasında var. Yogaya başladıktan sonra neleri geride bıraktın? Hayatı olduğu gibi kabul etmek ve beklentilerinizi bir kenara bırakmak yoganın öğretileridir. Asla pes etme ve sana zarar veren şeylerin hayatından akıp gitmelerine izin ver… Ben de yaşım ilerledikçe insanları olduğu gibi kabul etmeyi ve yaşadığım olayları sorgulamamayı öğrendim. Yoga sayesinde zayıf ve güçlü yönlerimi keşfettim. Ve aslında biraz ara verip rahatlamanın bir sakıncası olmadığını gördüm, ki bu benim için oldukça zordu. Batıl inançların var mı? Yok. Ne olacaksa olur diye düşünüyorum, ki yoga da bunu öğütler. İstemenin, umut etmenin veya endişelenmenin yaşayacaklarımızı değiştireceğini sanmıyorum. Zaman akıp giderken, beklentilere takılmadan, anın kıymetini bilmemizi sağlayacak farkındalık ve bilince sahip olmak gerekiyor. İstanbul’da açık havada yoga yapmak için nereleri tercih ediyorsun? Bebek Parkı’nı tercih ediyorum. Ve hatta yaz aylarında orada ücretsiz dersler de veriyoruz. Geçtiğimiz yaz bir teknede yoga dersi verdim, dengede durmak zor olsa da çok keyifliydi ancak dışarıda yoga yapmak gerçekten çok zor çünkü ciddi bir konsantrasyon ve odaklanma gerektiriyor.

XOXO The Mag


Berivan Aslan Sungur Yogaya yönelmeden önce ne yapıyordun? Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi okuyordum. Bir bakıma her şey üniversitede bir yoga dersine girmemle başladı. O dönem, önce okulda sonra dışarıda derslere devam ettim ancak yogaya gerçek yönelişim 2006 senesinde oldu. Moda sektöründe satın alma ve perakende alanında yöneticilik yapıyordum. Yoga hocası olmak gibi bir şey aklımda yoktu, ancak bu pratiği hoca olabilecek kadar öğrenirsem, kendi kendime bilinçli bir şekilde uygulayabileceğimi düşünerek, bir eğitime yazıldım.

Tercih ettiğin yoga uygulamasının zihninde ve bedeninde yarattığı etkiler neler? Benim yoga pratiğim Hatha Yoga uygulaması altına giriyor. Hatha Yoga içerisinde de, derslerim ve eğitimlerim daha çok Yin Yoga alanına odaklanıyor. Yin Yoga insana yavaşlamayı, anda olmayı hatırlatan, kabulü geliştirmeye yardımcı olan meditatif bir tarz, bu da benim ruhuma ve bedenime çok iyi geliyor. Her yaşa ve seviyeye uygun bir uygulanma prensibi var. Fiziksel anlamda, bedendeki fasya dokuları içerisindeki yapışmalar, sıkışmalar üzerinde çalışılıyor; bu da bedeni ciddi anlamda esnetiyor, rahatlatıyor ve tabii ki omurganın sağlıklı kalmasına da yardımcı oluyor.

Yoga için şu ana dek yapılmış tanımlamaları bir kenara bırakalım, senin için ne anlama geliyor? İnsanın kendi hakikatine yaklaşması için bir araç. Nefsimi terbiye ve dönüşüm yolunda, hayat bana evlilik, annelik gibi deneyimler ve yoga yolundan başka yollar, hocalar da sundu. Buna gerçekten minnettarım. Yaşadıklarımın hepsi iç içe geçiyor, birbirini destekliyor, bana kendimi bilmemde yardımcı oluyor. Yoga, hem fiziksel hem de ruhsal açıdan kendi bedenim içerisinde daha rahat yaşamamı sağlıyor.

Zihnin ve bedenin eş zamanlı eğitilmesi farklı pratiklerde de mümkün. Yogayı benzersiz kılan ne? Bu gibi pratiklerin birbirinden daha iyi olduklarını değil de, her insana göre uygun bir pratiğin olduğunu düşünüyorum. Yoga insanlığın binlerce yıllık birikimi, insanın bir nevi kullanım kılavuzu. En sıradan insanın uygulayabileceği pratikler içeriyor; bir aşrama, manastıra kapanmanıza, esnek olmanıza gerek yok; insanın kendisine daha yakın yaşamasına yardımcı oluyor.

Beslenme alışkanlıkların yogayla değişti mi? Kendine iyi bakıyor musun? Evet, yoganın beslenme alışkanlıklarımı değiştirdiğini söyleyebilirim. Her insanın kendi içini dinleyerek beslenmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak içimizden gelenlerin “doğru” olabilmesi için de kendi üzerimizde çalışmamız gerekiyor. Yoga tam da bu noktada insana yardımcı oluyor. Diğer yandan, yoga vasıtası ile tanıdığım insanlar arasında sağlıklı beslenme konusuna kafa yoran çok kişi var; bu ilişkiler ve iletişim içerisinde de bir sürü değerli bilgi paylaşılıyor. Tüm bunlar, insanın ne pişireceğini, nasıl pişireceğini ve genel beslenme alışkanlıklarını da etkiliyor.

Hamile yogası hakkında ne düşünüyorsun? Hamile yogasını çok faydalı buluyorum. Hamile bir kadının, hamilelik öncesinde yoga pratiği varsa daha da iyi, ama tabii yoksa sonra da başlayabilir. Hamile yogası bu dönemde değişen bedenin içerisinde daha rahat yaşamaya, bebek ile ilişki kurmaya yardımcı oluyor. Ben de tüm hamileliğim boyunca yogadan faydalandım. Derslerde, farklı beyin dalgaları yayan bir grup insanın aynı frekansı yakalayarak seninle iletişim kurabilmesini nasıl sağlıyorsun? Böyle bir şeyin gerçekleşmesi için özel bir çaba gösterdiğimi söyleyemem. Bu bir derste bazen olur, bazen de olmaz. Hocanın kendisi anda ve en hakiki hali ile derste olduğunda; bunun öğrenciler tarafından -bilinç seviyesinde olmasa da- bir şekilde algılandığına ve onların da kendi içlerine dönmelerine yardımcı olduğuna inanıyorum. Bu durum sınıfta çok meditatif bir atmosfer yaratıyor. Ve sonuçta ders, hoca için de, öğrenciler için de, bir nevi terapi, meditasyon halini alıyor.

Yaptığın işin doğasına aykırı da olsa, mükemmellik takıntın var mı? Eskisi gibi olmamakla birlikte, hala mükemmeliyetçiliğimden özgürleştiğimi söyleyemem. Eskisinden farkım, kendimi kaptırdığım an yakalayabiliyorum ve onun için ödediğim bedellerin farkında olmak, genelde daha mütevazı bir seçim yapmama yardımcı oluyor. Bizi biz yapan özelliklerin dönüşmesi gerçekten uzun zaman alabiliyor. Zorlama ve kontrol ile değil, anlayış ve kabul ile değişiyor. Mükemmeliyetçilik, geride bırakmak için çaba sarf ettiğim konulardan biri. 111


INTERVIEW/

E

ER

YASMEEN LARI

Çamurla Dünyaları Değiştiren Kadın “Ev” yeryüzündeki en kadın mekan. De Beauvoir’ın “öteki”sinin iktidar alanı. “Evim” deyince insanların akıllarına perde renginden veya televizyon karşısında berjer mi kanepe mi sorusundan çok daha başka şeylerin geldiği bir dünya var. Pakistan’ın ilk kadın mimarı Yasmeen Lari, ülke kırsalında çamurdan evleri dönüştürürken, toplumdaki iktidar mekanizmalarına da çomak sokuyor ve yeni röportaj serimiz Women of Power’ın ilk konuğu oluyor. röportaj nevşin mengü fotoğraf mobeen ansari

XOXO The Mag


Parho Pakistan Centre

Bu röportaj için hazırlanırken, sizinle daha önce yapılmış röportajları çalıştım. Sanki çok tuhaf bir şeymiş gibi aynı anda nasıl hem bir kadın, hem Pakistanlı, hem de mimar olabildiğinizi sormuşlar. Düpedüz oryantalizm değil mi bu? Bence kadınların potansiyellerini gerçekleştirebilmelerine hala şaşırılıyor. Pakistanlı olmam ve buna rağmen profesyonel dünyada başarılı oluşum insanları şaşırtıyor sanırım. En son ABD’deki kadın hukukçuların durumunu anlatan bir makale okudum. Yazarı Hakim Sandra Day O’Connor. Kadınların hukuk firmalarında ancak son birkaç on yılda ortak düzeyine yükselebildiğini anlatıyor. Gelişmiş ülkelerde de hala kadına karşı bir ayrımcılıktan söz etmek mümkün, ama bu üçüncü dünya ülkelerinde daha yaygın. Pakistan’da kadınların iş gücüne katılımı yönünde beklentiler daha düşük. Aslında artık kadın pilotlarımız, kadın bilim insanlarımız var, mimarlık fakültelerinden mezun olan kadın sayısı erkek sayısından daha fazla... Tarım alanında kadınların hakimiyeti söz konusu. Ama işte dışarıdan bakanlara göre Pakistan kadını hala başörtü içine hapsedilmiş durumda. Ve her mesleğin bir ilki olacak tabii. İlk kadın mimar olma şansı da bana güldü. Bir yandan ilk olmak insanın omzuna çok ağır bir yük yüklüyor. Başarısız olma şansınız yok. 1970’de kurduğumuz Pakistan Şehir Plancıları ve Mimarlar Konseyi’nin kurucusu ve ilk başkanı olmuş olmaktan büyük onur duyuyorum. Konsey olarak pek çok genç meslektaşımızın önünü açtık.

etkenlerin yol açtığı sıkıntılar toplumsal yarılma hatlarını daha da açtı ve hoşgörüsüzlüğe neden oldu. Tüm bu mağduriyetler İslam kisvesi altında canlı bombalara dönüştü ve aralarında Peşaver’deki 132 okul çocuğunun da olduğu 70 bin Pakistanlının canına mal oldu. İnsana yatırım yapılmadı, geçmiş hükümetler marjinalleşmekte olan toplumsal kesimlere el uzatmadı, bu kesimlerin ihtiyaçlarını karşılamadı. Eğer devletler yolsuzsa, geniş toplum kesimleri haklardan mahrumsa ordunun siyaset üzerindeki gölgesini biraz zor kaldırırsınız. Bugünlerde Pakistan denince akla hemen Malala Yousafzai geliyor. Sevenleri de var, samimiyetini sorgulayanlar da; sizce Malala kim? Okumak isteyen bir kız çocuğu mu, ünlü olmak isteyen bir pragmatist mi? Malala’nın, Nobel’i almadan önce de, hayranıydım. O, şu anda tam da Pakistan’ın ihtiyacı olan şey. Ben genellikle yoksul bölgelerde çalışıyorum. Özellikle de kırsalda kadınlar ve çocuklar arasında okuma yazma oranının ne kadar düşük olduğunun farkındayım, özellikle de kız çocuklarında bu oran çok düşük. Çocuklarının hayalleri ve amaçları olmayan bir ülkenin geleceği yoktur. Malala, Swat bölgesinden; o bölgede militanlara kafa tutması ve cesareti, onu tam anlamıyla bir rol model yapıyor. O, eğitim ihtiyacının propagandasını yapmaya devam ettikçe, bizi yönetenler temel eğitimin önemini anlayacaktır, ve nihayetinde bu bütün ülkenin faydasına olacaktır. En büyük tehlike okulların yolsuzluk ve yoksulluk yüzünden kapalı kalması ve kız çocuklarının yürüyüş mesafesinde gidecek bir okul bulamaması. Örneğin; en son, her köyde birer anneler komitesi kuruldu. Anneler kendilerine verilen cep telefonları ile okula gelmeyen öğretmenleri ihbar ediyorlar. Bu ucuz strateji ile 1.000 öğrenciye eğitim verme kapasiteli sekiz “hayalet” okul yeniden işler hale getirildi.

Bu aralar her yerde gündem siyasal İslam. Sizce İslam Pakistan’ın problemlerinden biri mi? Hayatınız fakirlikle mücadele ile geçti, sizce eğer Pakistan Müslüman bir ülke olmasaydı, belki fakirlik de bu kadar büyük bir sorun olmaz mıydı, ne dersiniz? Biliyorsunuz, İslam dini Pakistan’ın varlık nedeni. Babamların jenerasyonunu anımsıyorum, yoktan bir ülke yaratmak için gerçekten çok çabaladılar. Bütün militanlığı İslam’ın üzerine yıkmak haksızlık. Aşırıcılığın yükselişinin altında, yoksunluk hissi, adalet mekanizmalarına ulaşamama, okuma yazma oranı düşüklüğü, yoksullaşma, yolsuzluğun artması gibi sosyal nedenler yatıyor. Sosyal

Uzun yıllardır yoksul insanlar için evler tasarlıyorsunuz. Bize her şeyden önce yoksulluğu tanımlar mısınız? Yoksulluk, en basit haliyle, “temel insani ihtiyaçlara ulaşabilmekten 113


aciz olma” şeklinde tanımlanır. Dünya Bankası günde 1.15$ altı geliri olanları yoksul olarak tanımlıyor. Bu da 2015 yılı verileriyle 835.5 milyon kişi yapıyor. Pakistan’da hayatını zar zor idame ettiren milyonlarca kişi var. En fenası aslında kültürel fakirleşme, kültürel bağlarını kaybetme... Kültürel miras, değerler bir miktar avuntu sağlayabilirse, kültürel değerler beslenebilirse, insanların güçlüklerin üstesinden gelebilme kapasitesi de artar. Pakistan’da felaket yaşamış bölgelerde çok çalıştım. Ve şunu çok gördüm; hiçbir şeyi kalmamış insanlar sadece kim olduklarıyla gurur duyup, hayata tutunuyorlardı. Tek ihtiyaçları devletin onlara sığınacakları, kalabilecekleri bir yer sağlaması; sonrasında yoksulluk zincirini zaten kırabilirler. Hep gördüğüm şey şu; insanlar hayat standartlarını değiştirecek yeni şeyler öğrenmeye zaten hevesliler. Ama biz eğitimliler o kadar kendimizle meşgulüz ki, insanımızın belki de yüzde 90’ının hayatını değiştirebilecek bir iki basit aracı paylaşmaktan aciziz. Başını sokacak yer demişken, ev/yuva nedir? Yuva, güvenli bir sığınak olmanın ötesinde, insana zorluklara göğüs germe kuvveti veren mekandır. Riskli bölgeler için ev, birden basan suya ya da sismik sarsıntılara dayanabilecek bir odadır. Genelde bağışçıların standartları bir kesim için evin kapasitesini belirler, çoğunluk aç, açıkta kalır. Herkese doğru inşaatı, daha iyisini inşa edebilmeyi öğretmek lazım. Zengin bir kişi bizden bir ev istediği zaman bütün ayrıntılarıyla detaylandırırız, neden aynı özeni yoksulların güvenliği için göstermeyelim ki? Zenginler evleri için yalnızca gelirlerinin bir kısmını ayırır, yoksullar ise varlarını yoklarını evlerine yatırırlar. Bu evler çoğunlukla son derece dayanıksız olur ve her felaketten sonra yenisini inşa etmek gerekir. Pakistan’ın büyük bir bölümü eriyen buzullardan etkilenecek. Buna göre planlama yapmak, evlerin çoğunu buna göre inşa etmek, kişilerin güvenliğini sağlamak gerekli. Her felaketten sonra ilk yardıma harcanan para dünya çapında milyar dolarları buluyor. Halbuki doğru inşaat insanlara öğretilse ve insanlar hafif bir yağışta su altında kalan, hafif bir su baskınında sürüklenen evlerde oturmuyor olsalar, bu masraf kalemi çok daha düşük olacak. Burada siz nasıl bir öneri getiriyorsunuz? Bu zamana kadar hep kırsalda felaketlere dayanabilecek düşük maliyetli ev projeleri üzerinde çalıştım, bu projeler kolaylıkla kentlerde de uygulanabilir. Projelerimde her zaman her yerde bulabileceğiniz çamur ve bambu başrolü oynuyor. Bambu hafif bir malzeme ve onunla iki katlı evler yapılabiliyor. Böylece tüm Pakistan orta büyüklükte bu evlerle donatılabilir. Üstelik bu iki malzeme ile inşaat yapmayı öğrenmek de çok kolay. Bu evler milyonlarca kişi için başlarını sokacakları bir yer ve selde evsiz kalmamak demek. 2000 yılından beri yoksullara yönelik projeler üretmeyi seçtiniz. Özür dilerim, ama motivasyonunuzu sormak durumundayım. Bir tür ego mu bu, Robin Hood egosu falan? Sizin için hayal kırıklığı olacak ama bir Robin Hood olma amacım yoktu. Sadece kocam Suhail Zaheer Lari’yi kıskandım. Kendisi, sigorta firmasını elden çıkartıp hayatının geri kalanını öğrenmek ve yazmak üzerine kurma şansını elde etti. Ben de 2000 yılında kurumsal müşterilerin isteklerini yerine getirmeyi bırakıp hayatımın geri kalanını araştırma yaparak geçirmek istedim. İlk projem Karavan Karachi oldu, onlarca yıl süren vahşetin ardından Karaçi’nin yeniden doğuş projesi. Projenin ilham kaynağı da oğlumla beraber yazdığımız The Dual City: Karachi During the Raj kitabı oldu. Ama asıl heyecan verici aşama bundan sonra geldi. 16. yüzyıldan kalma Dünya Mirası listesindeki Lahore Kalesi’nin restorasyonuyla, hayat boyu unutamayacağım bir tecrübe yaşadım. Bu arada, kamuya hizmetin

tohumlarını asıl eken tabii ki ebeveynlerim... İngiliz terbiyesiyle yetişmiş, kendini işine adamış bir bürokrat olan babam ve son derece hassas ve dindar olan annem, tam Pakistan’ın kuruluşu aşamasını yaşamış, çok özverili iki insan... Bu tür projeleri seçmem konusunda dönüm noktası ise 2005’te yaşadığımız büyük deprem oldu, ki bu depremde bize yardım eli uzatan Türkiye’yi her zaman minnetle anacağız. O depremden sonra pek çok Pakistanlı gibi ben de canımı dişime takarak çalıştım, felaket bölgelerinde görev aldım. Pakistan’da bir felaket bitiyor, biri başlıyor malum. Zaten başka seçeneğim var mıydı ki? Peki toplumu kurtarmak için birini seçmenizi rica etsem, politika mı bilim mi? Toplumu kurtarabilir miyiz bilmiyorum ama ona hizmet edebiliriz. Ben olsam Pakistan’da siyaseti değil bilimi seçerim. Burada politika tamamen acımasız, ve en iyi politikacı bile ufak bir hatası yüzünden yerle bir edilebilir. Bilimi ise insanların hizmetine verip çok şey başarabiliriz. En önemlisi toplumların onurunu yeniden inşa etmek, kendilerini yeniden kıymetli hissetmelerini sağlamak. Bunu başardığınızda sorunun yarısını çözmüşsünüz demektir. Binalar tasarlıyorsunuz ya, Pakistan’da siyaseti yeni baştan tasarlar mısınız desem? Bir şeyi tasarlamak için üzerinde tam kontrol sahibi olmanız gerekir, üzerinde kontrol sahibi olmadığınız bir şeyi nasıl tasarlarsınız bilemiyorum. Pakistan siyaseti acilen yolsuzluktan sıyrılmalı ve sosyal adaleti sağlayacak basireti göstermeli. Okuma yazma bilmeme oranının bu denli yüksek olduğu bir toplumda insanların yol gösterilmeye o kadar çok ihtiyacı var ki... Kadınlar hele, resmen kendi hayatlarını ve ailelerinin hayatlarını daha kaliteli kılacak bilgiye açlar. Ben kendi gözümle, eğitilen kadınların, hayatlarını birkaç ay içerisinde ne kadar değiştirebildiklerine şahit oldum. Ancak bana sorarsanız, buralarda politikacıların asıl hedefleri, hiçbir zaman, insanların hayatlarını iyileştirmek, yoksulluk ve cehaletle mücadele etmek olmadı. Sizce bir mimarın etik sorumlulukları var mıdır? Bir mimarın yapması gerekenler var kuşkusuz, bunun için eğitim görüyor. Pakistan gibi ülkelerde mimarların çalışabileceği alanlar çok çeşitli. Mesleğin ilk yılları mimarlar geçim derdinde oluyor ve tabii “ticari” projelerde yer alıyorlar. Mimarlar eninde sonunda egolarının okşanmasını isterler, böyle eğitiliyorlar, onun için de bu tip projelere katlanmak zorundalar. Peki hep ego okşayan projeler ve ticari olanlar arasında gidip gelmek mi mesele? Musgrave’in “iyi liyakat” kavramından ilerlersek borcunu ödeme hissi ve mimar olmak Pakistan’da sosyal sorumluluk sahibi olmayı da gerektiriyor kuşkusuz. Sonuçta, pahalı, sanatsal projeler almak, kamu yararına projelerde çalışmayı da engellemez. Tasarlarken nasıl bir yol izliyorsunuz? En mükemmel eseri tasarla ve onu inşa etmek için canını dişine tak. “Zamansız” sizin için ne demek? Neyin zamansız olacağına tarih karar verir. Eser yapıldığı zamanın çok ötesinde de hala kullanılıyorsa zamansızdır. Mimari ilhamı ölüm mü harekete geçirir? Bu çok zor soruya nasıl yanıt vereceğimi bilmiyorum. Belki George Orwell yardımcı olabilir: “Kitap yazmak öyle iğrenç, yorucu bir mücadele ki, çok ağrılı bir hastalık nöbeti gibi.”

XOXO The Mag


Eco-Village Moak Sharif, Village Square

Hiç kendi eserlerinize aşık olur musunuz? Mükemmeli yaptığımı düşünmek küstahlık olur. Ama sel felaketi yaşamış bölgelerdeki kadınlar için ürettiğimiz toprak dumansız iki katlı fırınlar, Karavan Pakosswiss Chulah, güzel bir proje mesela, gerçekten sanatsal oldu. Yemek yapmak için hijyenik bir alan, selden ve sel artıklarından etkilenmeyecek bir yükselti tasarladım. Çünkü bölgede kadınlar sürekli bu koşullar altında yaşıyorlar ve çalışıyorlar. Bu proje sayesinde çocuklar felaket zamanları da hijyenik yemeğe ulaşabilecekler. Fırına iliştirdiğimiz lavabo ve musluk, ellerin ve bulaşıkların yıkanmasını sağlayacak, salgın hastalıklar önlenebilecek. Eklediğim topraktan platformu aileler yemek masası gibi de kullanabilecekler. Bu mutfakları nasıl bir vizyonla tasarlamış olursam olayım, her kadının kendi mutfağını inşa ederken kendinden kattığı dokunuşları görmek benim için asıl mutluluk oldu. Kadının inşa kabiliyetinin ortaya çıkması, toplum içindeki statüsünü yükseltti. Yerde yemek yemekten masaya geçmesi kadının aile içindeki statüsünü bile değiştirdi. Yani bu mutfakların işlevi yemek sağlamanın çok ötesine geçti.

Sosyal hayatınız nasıl? Ne bileyim, güzel restoranlarda yemek yemeyi sever misiniz? İki tarafa da aitsiniz sonuçta; uçlarda zenginlik ve yoksulluk… Bu iki ucu nasıl dengeliyorsunuz? Doğru; dünyanın en havalı restoranlarında yemek yeme şansım oldu. Prenses Alexandra’nın Christopher Wren tarafından tasarlanmış odalarda verdiği resepsiyona katıldım. İngiliz asillerinin dev portrelerinin bakışları altında yemek yedim. Prens Aga Kahn ve Prenses Salimah ile Notre Dame’ın gölgesi üzerine düşen 15. yüzyıl yapısı bir şatoda da yemek yedim. Ama bunların hiçbiri deprem felaketinden kurtulmuş insanların benimle bölüştüğü ekmek kadar doygunluk vermedi. Onlar, misafire verdikleri önemi göstermek için, son haşlanmış yumurtalarını bana çayla servis ederken bile yıkıntı altından çıkardıkları masa örtülerini özenle yere serdiler. Dürüst olmak gerekirse, artık lüks restoranlarda yemek yemek biraz garip geliyor bana. Mesela kocam Kolonyal Sind kulübüne üye. Tuhaf hissediyorum kendimi. Çünkü başka bölgelerde ne kadar yoksulluk olduğunu biliyorum. Hep geleneksel kıyafetler mi giyersiniz mesela, hiç jean giymez misiniz? Yaşım farklı kıyafetler giymek için biraz fazla ilerledi. Ve doğrusu, ben geleneksel kıyafetlerimden memnunum. İnsanlar niye illa jean giymeli ki, anlamıyorum. Beni niye jean içinde görmek isteyesiniz ki?

Hep yoksul bölgelerde mi çalışıyorsunuz? Çok şeyi öğrenmem ve yanlış öğrendiğim çok şeyi unutmam gerekti. Yoksullarla vakit geçirmek, onları ziyaret etmek, ihtiyaçlarının ne olduğu konusunda yeni bilgiler sağlıyor. Mesele bizim yoksulların neye ihtiyacı olduğunu sanarak iş yapmamız değil, gerçekten onların hayatlarını kolaylaştıracak ihtiyaçları görebilmek, kullanabilecekleri, hayatlarına sokabilecekleri şeyleri tespit etmek... Örneğin; kırsal bölgelerde yaşayan insanların kültürel olarak tuvalet kullanamayacakları düşünülürdü. Oysa ben tam aksi olduğunu gördüm, düşük maliyetli seçenekleri sunduğunuzda aslında kadınların böyle bir tuvalet alanına ne kadar ihtiyaç duyduklarını gözlemledim. Aslında bütün kırsal alanları tuvaletli hale getirebiliriz.

Hep felaketler için, sel için deprem için konut ürettiniz. İnsansız hava araçlarına çare olacak projeniz de var mı? Bu şaşırtmacalı bir soru mu? Bana göre, İHA’lar kültürel miras alanlarını görüntülemiyorlarsa hangarlarında kilitli kalsınlar daha iyi. Nizam al-Din’in 16. yüzyıl yapısı mezarının en iyi görüntüsünü bir İHA sayesinde aldık, yani evet İHA’ların tek faydası bu tip projelerde görülüyor. 115



CO aslin kumdagezer cihan öncü

MAHİZER AYTAŞ

En son ne zaman risk aldın? 24 modelle aynı gün çalıştığımda... Çekim iki gün ara vermeden sürmüştü. Parfümünü günde kaç kez tazelersin? Sabah evden çıkmadan bir kez sürerim. Bir de eğer gece çıkacaksam kıyafet değiştirdikten sonra tazelerim. Gece senin için ne zaman başlar? İşimin bittiği an. Son zamanlarda takıntılı olduğun neler var? Evim ve ailem. Onları sürekli özlüyorum. Bence karanlık aydınlığı getirir. Benim için macera her anlamda özgür ve bağımsız olmak. Black Opium’u ilk kokladığımda aklıma geceye bağımlı bir kadın geldi. Aşkım ve sevgim olmadan yaşayamam. Her gün mutlaka sevdiklerime onları ne kadar çok sevdiğimi söylerim.


TOLGA SEZGİN

Bugüne kadar seni en çok etkileyen kadın kim? Her zaman için Jane Birkin. Parfümünü nerene sıkarsın? Boynuma, enseme ve sağ bileğime. Karanlıktan korkar mısın? Korkmam. Gerçi bu durum bulunduğum mekana göre de değişebilir. Sence hangi film karakteri Black Opium kullanırdı? Hangi karakteri canlandırırsa canlandırsın Penelope Cruz kullanırdı. Gece senin için ne zaman başlar? İlk kadehten sonra başlamış demektir. Siyah bence her kusuru örter. Feminen bir kadın bence sade ve yalın olandır. Black Opium’u kokladığımda aklımdan dişi bir kadın geçti. Benim için en büyük macera aşık olmak. Dostlarım olmadan yaşayamam.


ASLI ABBASOĞLU

Bilinçaltına hükmeden bir kadın söyler misin? Charlotte Rampling. Sence hangi hayali karakter Black Opium kullanırdı? Kesinlikle Mia Wallace. Parfümüne sadık mısın? Üç farklı parfüm kullanıyorum, üçüne de sadığım. Buna sadakat denirse tabii... Bu aralar aklını fazlaca meşgul eden ne var? Gelecek Sonbahar-Kış koleksiyonunu tamamlamış olmak. Parfümünü nereye sıkarsın? Boynuma ve havaya. Bence siyah benzersizdir. Her şeyi bir kenara bırakıp hiçbir şeyin peşinden koşmak istemiyorum. Black Opium 3 kelimeyle provokatif, karanlık ve güçlü. İçinde bulunduğumuz yılda yaşamak istiyorum çünkü diğerlerini merak etmiyorum. Feminen bir kadın bence akıllı olandır.


LARA SAYILGAN

Parfümüne sadık mısın? Parfümüme aşırı sadık biriyim hatta takıntılıyım. Sadece pudra kokusu kullanırım ve kokum genelde hemen fark edilir. Seni yaptığın işte iyi yapan ne? İyi bir gözüm vardır, detaycıyım ve titizim. Hemen fikir üretebilirim ve işime taparım. Sence Black Opium’u en iyi kim taşırdı? Enteresan ama anneannem. Aslında kendisi pek baharatlı parfüm kullanmaz ama tanıdığım en feminen kadınlardan birisidir. Kokusunu en sevdiğin şehir hangisi? Floransa, çünkü bolca sandal ağacı kokusu var. Son zamanlarda bağımlısı olduğun bir şey söyler misin? Bu aralar sürekli yeni Amerikan dizilerine sarıyorum. Bir de dönem dönem takıldığım şarkılar var, bu aralar Ajda’nın ‘Dertliyim Arkadaş’ şarkısına ve 70’ler disco sound’larına taktım. Benim için macera ucunu göremediğim yollara çıkmak. Feminen bir kadının aklının bir köşesinde hep seks olmalı, üç çocuğu olsa bile kadın olduğunu unutmamalı. Siyah benim için şık ve kimlikli. Asla yalan söyleme ve hak yeme. Black Opium’u kokladığımda geceyi hissettim.


EMRE KIRAMER

Gece insanı mısın gündüz insanı mı? Eskiden sorsanız kesinlikle gece insanıyım derdim. Gece benim için dinginlik demekti. Ama artık benim için her dakika var, geceyi gündüzü ayırt etmeden yaşıyorum. Böyle çok daha mutluyum. Parfümünü sürekli değiştirenlerden misin yoksa bir parfümle ömür geçirir misin? Kendimle özdeşleştirdiğim hiçbir şeyden kolay vazgeçmem, haliyle parfümümden de. Olur da vazgeçersem bir daha geri dönmem. Kokusuyla seni cezbeden bir şehir? İstanbul, çünkü burası evim. Ve evimin kokusunu hiçbir şeye değişmem. En son nasıl bir risk aldın? Kalbimi ortaya koydum ve kazandım. Black Opium’u kokladığında aklına gelen ilk kelime ne oldu? Cezbedici. Benim için feminen kadın Naz. Her akşam mutlaka kendimi durdururum. Gece bence dengedir. Asla dürüstlükten şaşma. Öncelikle de kendine dürüst ol. Parfümümü günde 2 kez tazelerim. Benim için macera şu an.


COVER 1

Melisa Sözen hiçbirimiz için yeni bir insan değil, Serkan ve Mahizer’i de yakından tanıyorsunuz, XOXO deseniz zaten 5 yıldır burada... Ama bu ürettiğimiz şeyin bir klişe olmasını gerektirmiyor. Nasıl ki çekim süreci yedi başlı bir ejderhaysa ve ne olacağını o güne kadar tahmin etmenize imkan tanımıyorsa, röportaj yapmak da öyle bir şey, cevaplar bazen sorulardan önce gelmiyor. Mutluyuz. #xoxo5

interview olga şerbetcioğlu photographer serkan şedele/101 production styling mahizer aytaş hair mehmet menteş makeup ömer faruk dinç set design halit kerim art director yiğit abik photography assistants utku atalay, erkan şedele, selim türkmenoğlu/101 production styling assistant eda işbilir


zeynep tosun

123


Nasıl hissediyorsun? Şu an biraz yorgunum ama benim için her şey çok güzeldi. Açıkçası, ilk defa böyle bir çekim tecrübesi yaşadım. Bana, “Bir oyuncu olarak nasıl bir dergi çekiminde yer almak istersin?” sorusunu yöneltseler kesinlikle böyle bir çekim derdim. Masallardan yola çıkılarak benim için yaratılan bir dünyada çeşitli karakterlere bürünmek beni çok mutlu etti. Çekilen her kareye ayrı ayrı aşık oldum.

Seni hüzünlü rollerde görmeye alışığız. Fakat Bir Varmış Bir Yokmuş’taki karakterin komedi unsurları da taşıyor. Bu senin için bir risk oluşturuyor mu? Kesinlikle oluşturmuyor. Oyunculuğu, şu tarz ya da bu tarz diye sınırlandırmamak lazım. Şu an tiyatroda, dizide ve filmde olmak üzere üç farklı karakter var ve bunlar birbirinden tamamen zıt karakterler. Bu çeşitlilikten daha mutlu edici ne olabilir ki...

Oyuncular oynadıkları her karakterden bir parça saklarmış. Sende de durum böyle mi? Hayır. O süreç bittikten sonra oynadığım karakterden tamamen sıyrılıyorum. Tabii ki bir karaktere hayat verdiğin süre boyunca tamamen o role bürünüyorsun ve algıların da o karakteri beslemek üzerine çalışıyor. Bu arada, her role veda ederken, bir sonraki işe geçmeden önce ara vermek ve dinlenmek gerekiyor.

Kalp Düğümü’nde stereotipik eroin bağımlısını mı oynuyorsun yoksa tiyatro sahnesinde Melisa’ya özel bir karakter mi ortaya çıkarıyorsun? Şöyle üç farklı boyutu olan bir durum var; birincisi yazarın tercih ettiği yol, ikincisi yönetmenin tercih ettiği yol, üçüncüsüyse var olan gerçekler ve oyuncunun yorumu. Bunlar bir yerden sonra artık birbirinin içerisine geçiyor. Aksi mümkün değil zaten, çünkü nihayetinde bir tipi oynamıyorsun. Dolayısıyla karaktere senden de bir şeyler geçiyor, senin yorumun da işe dahil oluyor ama bir eroinmanın atak ya da dinlenme dönemindeki birtakım fiziksel gerçeklikleri var, onlar zaten olmak durumunda, onlardan uzaklaşamazsın.

Yeni filmin, Bir Varmış Bir Yokmuş’ta seni yoğun duygulu hallerde izliyoruz. Bu senin için yorucu oldu mu? Filmde Nehir çok yoğun ve kaotik bir ilişki içinde, fakat genel olarak hayata olumlu bir şekilde yaklaşabilen, inancı ve umudu olan bir karakter. Çekim süresince de onun bu pozitif ruh hali bana oldukça iyi geldi ve onu canlandırmak benim için yorucu olmadı. Ayrıca, Nehir’in masallarla ilişkisi ve biraz naif bir karaktere sahip oluşu da bu durumu perçinledi. İlksen Başarır’la ilk kez çalıştın. Sette onun sana yaptığı yönlendirmelerden oyunculuğunla ilgili yeni bir şey keşfettin mi? Aslına bakarsan, İlksen’le arkadaşlığımız epey eskiye dayanıyor. O yüzden bir araya geldiğimizde birbirimizin dilini zaten çoktan biliyorduk, bu da adaptasyon süresini kısalttı. Onun benden neler isteyeceğini ve oyuncu olarak beni nereye çıkartacağını tahmin ediyordum. Benim için İlksen’le çalışmanın en güzel yanlarından biri, onun neredeyse her bir sahneyi set öncesi gerçek mekanlarda çekmesiydi ve bu sayede sete çıkmadan çok iyi çalışabiliyordum ve çekim sırasında daha rahat olabiliyordum. Bir yönetmen oyuncuyu ne kadar değiştirebilir? Esas itibarıyla, istediği gibi şekillendirebilir ya da şekillendirebilmeli, en azından benim bakış açıma göre bu böyle. Çünkü onun karşısında bir hamursun. Gerçi şunu da söylemezsem olmaz, tabii ki bir role büründüğün zaman o karakteri içselleştiriyorsun ve onu savunman gereken zamanlar da olmuyor değil.

Peki ya dizideki karakterin? Fahriye; çok kuvvetli, gözü kara, cesur, mizah duygusu güçlü olan bir karakter. Öyle ki çok trajik bir olayda işe komik bir yanından bakabiliyor. Aynı zamanda lafını da hiç esirgemeyen ve o anlamda çok da filtresi olmayan biri. Bir kızı var ama aslında anneliği yeni yeni öğreniyor. Onunla daha çok iki arkadaş gibiler ama tabii Fahriye de nasıl davranması gerektiğini öğreniyor. Bu da karakteri besleyen bir durum. Ve Fahriye için hikayenin özünde, yıllar önce terk ettiği mahallesine geri dönüp, kalp yarası Sait’le karşılaşması yatıyor. Filme dönelim, Bir Varmış Bir Yokmuş’un senaryo yazarlarından biri de rol arkadaşın Mert Fırat, beraber oynadığın kişinin bir yandan da senarist olması senin için bir sorun muydu? Aksine, bu durumun avantajları oldu. Ama tabii bu avantajlar aslında karşımdaki insanların kendi karakterleriyle de doğrudan bağlantılı. Belki de bahsettiğimiz isimler Mert (ve İlksen) olmasalardı durum daha farklı olurdu. Onlar, arkadaşım olmalarının da ötesinde ne istediklerini çok iyi bilen insanlar. Aynı zamanda karşılarındakinin fikirlerine de son derece saygılılar ve yeni bir şeyler keşfetmeye her daim açıklar. “Biz bunu yazdık, ve bu oynanacak” gibi siyah ya da beyaz bir tavırları asla yok, onlarla çalışırken her şey konuşulabilir, her şey yorumlanabilir ve her şey denenebilir. Mert’in yazarlardan biri olması, karakterle alakalı akılda bir soru işareti olduğunda konuşabilmemiz açısından da verimli oldu.

XOXO The Mag


Geçmişe gidelim mi? Konuştuğum herkes gibi ben de Kış Uykusu’ndan çok etkilendim ve filmi iki kez izledim. Ve burada filmin çok katmanlı oluşu kendini bir kez daha gösterdi. Ben iki ayrı film izlemişim gibi hissediyorum. Sen kaç ayrı filmde oynamış gibi hissettin? Ben filmi hiç içimde bölmedim. Bu da Nuri Bilge’ye has bir durum. O bir büyücü gibi... Öyle bir alan yaratıyor ki, oyuncu olarak kendini çekimlerin ilk gününden son gününe dek bir sette değil yazılan hikayenin akışında buluyorsun. Ekibe gelince, sette görünmez olmayı o kadar iyi başarıyorlar ki... Bir de Nuri Bilge, oyuncusunun zaman ve mekan kavramıyla çok iyi oynayabilen ve bu durumu çok iyi yönetebilen bir yönetmen. Seni o hikayenin odağında bilfiil var etmeyi ve senin algını da hep orada tutmayı çok iyi başarıyor. Yani kurduğu auradan çıkmıyorsun. Eh, zaten sen de oyuncu olarak bunu tercih ediyorsun. Ama nihayetinde işin biter, evine gidersin, ertesi gün tekrar gelirsin, ama Nuri Bilge’yle çalışırken durum böyle değil. O sette çok değişik bir atmosfer vardı ve bu Nuri Bilge’nin yarattığı bir şey.

öyle ya da böyle bir bağ kuruyor olmamız. Günün sonunda herkesin önyargıları var ve insanlar karşısındakilere önyargılarıyla yaklaşıyorlar. Aydın karakteriyle ilgili soruyu ise bence en iyi Nuri Bilge’nin kendisi cevaplayabilir, onun yerine bir şey söylemek istemem.

Türk, yabancı, Hollywood ya da bağımsız sinema oyuncularının hepsi bugüne kadar bize aslında aynı şeyi söyledi; “Benim oynadığım filmle, ortaya çıkan film farklı.” Çünkü film çekilirken sen ayrı bir dünyada yaşıyorsun ve her şey bittikten sonra yönetmenin son keskisiyle ortaya başka bir şey çıkıyor. Anlattığın durumda Nuri Bilge’nin makasının gerçekliğe çok yakın olduğunu anlıyorum. Çünkü biz seyirci olarak da filmde senin anlattığını gördük. Nuri Bilge, sadece oyuncuyu değil, ekipteki herkesi yarattığı dünyanın içerisinde tutmayı başarıyor, ki bu çok zor bir şey gerçekten. Bunu sadece yaşayıp deneyimleyen birine anlatabilirim sanırım. Ve burada kesinlikle bir otoriteden, bir zorlamadan bahsetmiyorum.

Cannes’daki başarı sana ne ifade ediyor? Hep çalışmak istediğim bir yönetmenin filminde, çok sevdiğim bir rolü oynama şansına sahip oldum. Daha önce hiç gitmediğim çok önemli bir festivale katılma şansımız oldu ve oradaki en büyük ödülü aldık. Dolayısıyla çok mutluyum.

Senin için hayranlık nedir? Büyülenmek. Komedilerin çok sattığı bir ülkede yaşıyoruz, politik göndermeli filmlerin olması senin hoşuna giden bir şey mi? Bu tür projelerde yer alınca kendini farklı hissediyor musun? Çok klişe bir cevap vereceğim ama Kış Uykusu gibi filmler kadar komedi filmleri de gerekli. Filmin türü ne olursa olsun, oyuncu olarak sen o hikayeye inanıyorsan, o hikaye senin dertlerinden biriyse ve söyleyecek bir sözün olduğunu düşünüyorsan, zaten o noktada işin içine giriyorsun. Politik olsun olmasın, yapmış olmak için film yapmanın hiçbir manası yok.

Tiyatroyu tanımlar mısın? Bu zor biraz, çünkü tanımlama biçimin, onun içinde yer aldıkça dönüşüyor. Bugün söylediğim şeyler burada bu haliyle kalıyor, ama zaman geçtikçe bir şeylerin tanımı benim aklımda, ruhumda ve dillendirmemde değişiyor. Dolayısıyla “Tiyatro sadece şudur.” diyemem.

Kış Uykusu’nu ne kadar zamanda çektiniz? 3,5 ay kadar sürdü sanırım.

O zaman tiyatro bir tecrübedir ve süreçtir. Son 50 oyundur yaşadığım deneyim üzerinden konuşayım; seyirciyle aynı anda aynı salon içerisinde bulunmak çok acayip bir duygu. Oyuncu olarak sana dışarıdan hiçbir müdahale olmaksızın, baştan sona bir hikayeyi tamamlamak gerçekten müthiş bir konsantrasyon gerektiriyor. Aylarca çalışıyorsun, sahneye çıkıyorsun, karşındaki seyircinin enerjisini ve tepkisini alıyorsun ve en önemlisi, dedim ya; bir hikayeyi hiçbir şekilde kesinti olmadan anlatıyorsun. Tiyatroda yaptın, yaptın.

Yine buradan devam edelim, hikayenin ana karakteri Aydın, kibirli, gösteriş meraklısı ve entelektüel üstünlük çabasında olan bir adam. Bu özellikleriyle, sence onun eski bir aktör olması bir tesadüf mü? Hatta buradan bir soru daha; oyuncuları kibirli ve gösteriş meraklısı olarak etiketlemek bir klişe mi? Bence insanın var olduğu her alanda bu duygular var. Meslek gruplarına indirgemem pek mümkün değil. Oyuncularla ilgili bu düşüncelerin daha ön planda olmasının sebebi belki de bizim tanımadığımız bir sürü insanın bizi tanıyor olması ve o insanlarla

Seyirciyle göz göze geldiğin oluyor mu? Gelirsen bile görmüyorsun. 125


elif cığızoğlu merve bayındır


merve bay覺nd覺r miu miu


miu miu


miu miu michael kors miu miu


moschino/beymen



Sence oyuncu olan herkes bir tiyatro oyununda yer almalı mı? Benim “Tiyatro er meydanıdır, dizi budur, sinema şudur.” gibi düşüncelerim yok. Ben oyuncuyum, mesleğimden çok mutluyum ve onu icra edebileceğim her yer benim için çok kıymetli. Bu, televizyon, sinema veya tiyatro olabilir, sadece bunlar birbirlerinden çok farklı disiplinler ve her disiplinde, oyuncu olarak farklı donanımlar ediniyorsun. Hangi disiplin olursa olsun, iyi proje ve iyi ekip önemli. Ama tiyatro sonuçta bir oyuncunun kendini kanıtlama yeri değil mi? Ben öyle düşünmüyorum. Tiyatroda yaptıkların çok büyüleyici ve çok zor bir şey ama sette çekim yaparken dışarıdan sana müdahale varken o konsantrasyonu koruyup oynamanın bambaşka zorlukları var. Dolayısıyla dizi veya sinema çekimini küçümseyemem. Her yer er meydanı benim için. En son seyrettiğin oyunlardan ne önerirsin? En son Moda Sahnesi’nde Mert’lerin oyununu seyrettim; Parkta Güzel Bir Gün. Ve daha izleyemedim ama en çok görmek istediğim oyunlardan biri İki Kişilik Yaz; Dot’ta izleyebilirsiniz. Dünyada dizi sektörüne baktığın zaman, daha az sayıda ama daha büyük prodüksiyonlu diziler görüyoruz. Sence Türkiye’de dizi sektörü nasıl değişecek? Türkiye’de dizilerin süresine artık seyircinin tahammülü kalmadı. 100-140 dakika gibi bir dizi, hem yazarı, hem ekibi, hem de izleyeni de zorlayan bir şey, ama şu anda sistem böyle işliyor. Bence bir yerden sonra o süreler azalıp içerik daha zenginleşir olacak. Diziler artık bir film gibi çekilip bölümlere ayrılsa ne güzel olur mesela.

Kafanı basıl boşaltırsın? Polisiye film izlerim, bana en iyi gelen şeylerden biri bu. Ne izliyorsun mesela? Hemen hemen her şey. Bu arada en son hangi filmi izledin? Whiplash. Futbolla alakanı da anlatır mısın? Instagram hesabında neden Luis Suarez’in bir fotoğrafı var? Maç izliyordum, Suarez’in Chiellini’yi ısırmasına çok sinirlendim. Ama futbol bu, sonuçta. Evet, ama benim futbol anlayışıma uymuyor. Bir futbolcunun diğerini ısırması gibi bir durum söz konusu olamaz. Hangi takımı tutuyorsun? Fenerbahçe. Genç ve güzel kalmakla ilgili endişelerin var mı? Bu konu üzerinde henüz düşünmedim ama her yaşın kendine has güzelliği var. Kaç yaşındasın? Temmuz’da 30 olacağım. Etrafımdaki insanlar 30’undan sonra hayatlarının çizdiği tabloyla ilgili ikiye bölünmüş durumdalar. Kimisi konuya çok depresif bakarken, kimisi de her şey 30’undan sonra başlıyor diyor. Ben iki durumla da çok ilgilenmiyorum.

Dizginlerin tamamen sana bırakıldığı bir televizyon projesi olsa ne yapardın? Şu anda öyle bir şey mümkün değil ama olsa çok eğlenirdik.

Araban var mı? 2005 yılında ehliyet sınavını geçtim ama hala gidip de o ehliyeti almadım.

Hayattan sıkıldığında ne yapıyorsun? İmkanım varsa tatile çıkıyorum, yoksa da arkadaşlarımla vakit geçiriyorum.

Neden? Tembel misin? Tembel değilim ama bazı şeyler var; onları yapmayı bir türlü beceremiyorum.

Çok arkadaşın var mı? Kendimi yanlarında mutlu, güvende ve huzurlu hissettiğim şahane arkadaşlarım var. Arkadaşlar iyidir.

Bu sayıyla 5. yılımızı kutluyoruz, sence yıl dönümleri kutlanmalı mı? Kutlanmaya değer bir şey varsa kutlanmalı mutlaka. XOXO The Mag


zeynep tosun


zeynep tosun



iwc portuguese hand-wound eight days


jean paul gaultier vintage zeynep tosun




COVER 2

Yelle’in müzikal ve görsel dünyasına maruz kaldığınızda, kendinizi oraya ait hissederseniz naif yaftası yiyeceğinizden korkuyorsunuz. Korkmayın. Biz her seferinde, bilerek ve isteyerek ona konuk oluyoruz, ve orada, her seferinde korkudan çok rahatlama hissediyoruz. Katılın. Siz de dans eden, gülen, iyi enerji dolu insanlardan olun. #xoxo5

interview olga şerbetcioğlu photographer aleksandra kingo styling noelia terron-laya hair sandrine garcia makeup anna sadamori special thanks to ahmet uluğ


jc de castelbajac


14 Mart’ta, ikinci kez İstanbul’a geliyorsun. Bir festivalde sahnede olmakla bir kulüpte sahnede olmanın farkı ne senin için? Kulüpte izleyiciyle aranda bir bağ yakalayıp bunu korumak, insanları orada tutmak ve heyecanlandırmak için daha çok çaba sarf etmen gerekiyor. Festivallere kıyasla sahnede daha kısa kaldığın için, şarkılarını da iyi seçmen gerekiyor. Performansımızda pek bir fark olmuyor ama kulüp konserlerinin biraz daha zorlayıcı olduğunu söylemeliyim. Belki de bunun en önemli sebebi, orada olanların neredeyse hepsinin senin için bilet almış olmaları. Bu kez nasıl bir izleyici bekliyorsun? İlk İstanbul konserimizde neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk ama çok iyi geçmişti. Hem festival alanı çok güzeldi, hem de insanların şarkıların sözlerini anlamadıkları halde dans ettiklerini ve eğlendiklerini görmek çok keyifliydi. Babylon’da da herkesin aynı şekilde dans edip yeni şarkılarımızla eğleneceğini umuyoruz. Zaten bu soruyu kime sorsanız benim verdiğim cevabı alırdınız. Sözleri anlamıyorlar dedin ama Türkiye’de azımsanmayacak sayıda Frankofon var aslında. Gerçekten mi? Bilmiyordum. Ama neyse ki Fransızca bilmeyenleri de düşünmüşsünüz. Yelle Translator App’inden bahseder misin? Gerçekten kullanılıyor mu? Biraz garip karşılansa da kullanılıyor. Hayranlarımızla aramızda bir dil engeli olduğu için böyle bir şey yapmayı uzun zamandır düşünüyorduk, çünkü insanlar haklı olarak sözleri merak ediyorlardı. Bu uygulama sayesinde onlarla aramızda yeni ve eğlenceli bir iletişim yolu açmış olduk. Biz her şeyde biraz eğlence olmasını seviyoruz. Turne nasıl gidiyor? Sadece son albümünüzden parçaları mı çalıyorsunuz, yoksa Best of Yelle gibi bir durum mu var? Üç albümümüzün parçalarından bir mix yapıyoruz ama ağırlıklı olarak tabii ki en son albümden çalıyoruz. ‘Je Veux Te Voir’, ‘Que Veux-tu’, ‘A cause des Garçons’ ve ‘Safari Disco Club’ gibi eski parçaları da çalıyoruz. Bunu yapmamız çok normal, çünkü bizim bu parçaları çalmayı sevdiğimiz kadar insanlar da bunları tekrar duymak istiyorlar.

Yine uzun bir turne mi olacak? 2011’deki turne 1,5 yıl sürmüştü, çok yorucu ve yoğun geçti. Böyle bir tempodan sonra birkaç ay hiçbir şey yapmak istemedik. Turne bittiğinde birden insan olduğumuzu ve dinlenmemiz gerektiğini hatırladık. Ama bu sefer tempomuzu biraz yavaşlattık. Zaten özellikle ABD’de turneye çıktığında, her gün bir konser vermek mümkün değil, aşırı yorucu oluyor. Bir de arada boş günler olmazsa gittiğin yerin tadını çıkarma şansı bulamıyorsun. Turneye çıkarken beraberinde götüremediğine üzüldüğün ne var? Köpeğim. Onu çok özlüyorum. Dans ve koreografi, sahnedeyken müziğinizi nasıl değiştiriyor? İnsan kendini bedeni ile ifade eder, benim için de sahnede kendimi bu şekilde ifade etmem çok önemli. Bizi canlı izleyenler, bu sayede, ne anlatmaya çalıştığımızı çok daha iyi anlıyorlar. Gerçi, diğer yandan, sahnede bazen çok abuk gözükebiliyorum ama buna engel olamıyorum. Davulcular bile dans ediyorlar. Dans ve hareket şovun büyük bir parçası. ‘Complètement Fou’ parçana gönderme yaparsak, gerçekten deli misin? Tamamen olmasa da biraz deliyim sanırım. Günlük hayatımda çok sessiz ve utangacım ama sahneye çıkınca bambaşka biri oluyorum, resmen deliriyorum. Sanırım yarı deliyim. Delilik nedir? Kendini ifade etmek, iletişim kurmak, yaratıcı olmak, paylaşmak, sevmek... Bütün bunlar pekala delilik olabilir. Peki, sahnede başka biri olma durumunu nasıl açıklıyorsun? Sahnenin bir sihri var, orada çok yoğun duygular hissediyorsun, karşındaki insanlarla bir enerji alışverişi içinde oluyorsun. Uzun süre sahneye çıkmadıysam kendimi depresif hissediyorum, sahnede olmanın bağımlılık yaratan bir tarafı var. Çoğu sanatçı, karşısındaki kalabalıktan güç alır, galiba ben de buna ihtiyaç duyuyorum. Sahne kostümlerinin de bu delilikte payı var gibi duruyor. Kiminle çalışıyorsun? Kostümlerin çoğunu Belçikalı arkadaşımız Jean-Paul Lespagnard

XOXO The Mag


samimiyetini kaybetmeye başladı mı sence? İnsanlar müziği çok hızlı tüketmeye başladılar, oysa ki müzik duygulardan oluşur, dinleyene mutluluk, üzüntü, heyecan verir, hayatın bir parçasıdır. Nasıl sağlığa ihtiyacımız varsa müziğe de ihtiyacımız var. Ama artık müzik dinleme şeklimiz bile farklılaştı. Yeni bir şarkı dinliyorsun, hoşuna gidiyor ve bir bakıyorsun başka bir şarkı onun yerini almış. Bu hızlı akışa hem kızıyorum, hem de bunun için üzülüyorum.

tasarlıyor. Birkaç hafta önce çektiğimiz yeni videomuzda ise Brian Lichentenberg ile çalıştık. İstanbul’daki konserde seni nasıl göreceğiz? Bunu henüz ben de tam bilmiyorum çünkü ne giyeceğime o günkü ruh halime, havanın durumuna ve hislerime göre karar vereceğim. Ama seçimim ne olursa olsun beni rengarenk göreceğinizi söyleyebilirim. Söyler misin, her yeni albümle müzikal açıdan kendine güvenin artıyor mu? Yeni bir albümün ortaya çıkış sürecinde o kadar çok belirsizlik oluyor ki kendimi bu zamanlarda çok güvensiz hissedebiliyorum. “Şarkılar nasıl olacak, beğenilecek mi?”, “İnsanların tepkisi ne olacak?” ve benzeri sorular sürekli kafamda dönüyor. Ve aslında bu tip endişeler sanılanın aksine yaratıcılığı tetikliyor. Kendimi zorlamam gerekiyor ki bunların üstesinden gelip, başarılı olabileyim. E haliyle bu zorlu süreci atlatıp albümü bitirdiğim zaman da inanılmaz bir mutluluk yaşıyorum, kendimi inanılmaz güçlü hissediyorum. Denklem basit.

Diğer taraftan, Beyoncé her sene bir albüm çıkarıyor. Evet, öyle ama ben Beyoncé’yi de çok seviyorum. Ve bu göndermenizi anlıyorum, onu tüm kategorilerin dışına koyuyorsunuz. Tabii bizim albüm hazırlama sürecimiz daha farklı. İnsanlar bize “Sizi özledik, ne zaman yeniden konser vereceksiniz?” diye soruyorlar, ama gerçek anlamda hazır olmadan onların karşısına çıkmak istemiyoruz. Sonuçta, özlenmek de bir sanatçı için güzel bir şey. Bu arada başka kimleri dinliyorsun? Ben Beastie Boys ve Snoop Dogg’u dinleyerek büyüdüm, hala da onları çok dinliyorum. Ayrıca, Ray Schrimmer’ı seviyorum, Nicki Minaj’a bayılıyorum. Özellikle rap müzikte kadın sanatçılar olması çok önemli, Nicki gerçekten büyük rap’çilerle aynı kulvarda koşuyor, kendine hiç sınır koymuyor.

Yelle’in nerede daha fazla tanınmasını isterdin? Uzak Doğu. Gerçi biz Fransa’da bile hala yeni bir grup sayılırız ve burada daha da büyümeye çalışıyoruz. Biraz ünlü olduk diye rahatlayamayız, malum, başarı kendi kendine oluşmuyor. Avrupa’da da tanınırlığımızı daha fazla artırabiliriz.

Hiç kendi şarkılarını dinlerken ağladığın oldu mu? İkinci albümümüzü hazırlarken birkaç gün stüdyodan uzak kalmıştım. Grand Marnier ve Tepr stüdyoda ‘J’ai Bu’ye değişiklikler yapıp, parçayı dinlemem için yollamışlardı. Sonunu o kadar güzel bitirmişlerdi ki dinlerken ağlamaya başlamıştım. Bazen, kendi müziğimden bu kadar etkilenebildiğime şaşırıp kalıyorum. Bu arada eski şarkılar da beni çok etkiliyor, mesela Kate Bush’un ‘Running Up That Hill’i bana ailemle geçirdiğim mutlu anları hatırlatıyor ve...

Müzik sektörünü ne yönetiyor? Yaratıcılık mı, ticaret mi? Biz müzik endüstrisinden çok fazla etkilenmemeye ve bu çarkın bir parçası olmamaya çalışıyoruz. Müzik eskiye göre çok farklı bir yerde, tüketime odaklı bir kültür var ve insanlar müziği de market alışverişi yapar gibi tüketiyorlar. Sanatçıların yeni şarkılar ve videolar yapmak istemeleri tabii ki çok doğal ama bunu aceleye getirmemek lazım. Biz de hiç telaş etmeden, kendimize uygun tempoda müzik yapmaya çalışıyoruz. Hayatı yaşamak, yaşadığın tecrübeleri sindirmek, onları şarkı sözlerine dökmek, sonra o sözlerden biraz uzak kalıp tekrar geri gelmek gerekiyor. Zaten bu yüzden son albümün tamamlanması da epey vakit aldı, sözlerin üzerine uzun uzun çalıştık. Şahsen, günlük hayatımda da aceleye getirilmeyi sevmiyorum, bir albüm dinliyorsam onu gerçekten dinliyorum.

Kendini en son ne zaman mutlu hissettin? Şu anda hissediyorum. Ben çok pozitif bir insanım, sabah uyanıp güneşi görmek bile beni mutlu etmeye yetiyor. Bu sayıyla XOXO 5. yılını kutluyor. 2010 yılına dair ne hatırlıyorsun? Gözümün önüne hep güzel şeyler geliyor. Dans eden, gülen, enerji dolu insanlar...

Peki sektör bu kadar çok sponsorla birlikte çalışmaktan 143


anna k/colette seafolly/galeries lafayette anya hindmarch/colette


kenzo


yazbukey miu miu miu miu tabio miu miu


acne


carven jc de castelbajac jc de castelbajac


dior dior yazbukey pierre hardy


miu miu


stella mccartney


COVER 3

Çok şey yapıp hiçbir şey yapmıyormuş gibi görünen, davranan ve hatta yaşayan insanların bu dünyayı yönetmesini istiyoruz, bu en büyük dileğimiz. Donald, bu bahsettiğimiz kümeden ve hatta başkanlığa dahi oynayabilir. Bu yetmezmiş gibi bizde çok güzel duyguları harekete geçirdi, onunla konuşurken aklımıza gelen tek parça Happy’ydi. 5. yıl sayımıza özel yaptığı kapak çizimiyle, ve içeride seçili işlerinden hazırladığımız hikayesiyle, bayanlar, baylar; Donald Robertson. #xoxo5

interview olga şerbetcioğlu







Sabah rutinin ne? Ev ahalisi uyanmadan önce kalkıp, kahvemi yaparım. Ve henüz ortalık sakinken biraz çizimlerimle uğraşırım. Kendini gerçekten Instagram’ın Andy Warhol’u gibi görüyor musun? Bu yakıştırmayı ilk kez, yaklaşık bir yıl önce, New York Post yapmıştı. Çıkış noktaları da sanırım Andy Warhol’un ilk zamanlarında bir illüstratör olması ve ardından sanat dünyasına dahil olmasıydı. Açıkçası, bununla alakalı beni rahatsız eden hiçbir şey yok. Bana öyle seslenmek istiyorlarsa buyursunlar. Nickelodeon senden Moschino şovu için bir SpongeBob çizimi yapmanı istemişti, sen de yaptığın çizimi Instagram’dan paylaştın ve Jeremy Scott tarafından keşfedildin; hikayenin devamı zaten malum... Aslında konuyu getirmeye çalıştığım yer Instagram’ı kullanma şeklin; senin için bu mecra, müşteri siparişleri aldığın bir online shop gibi işliyor desek yanlış olur mu? Pek de olmaz. Ama benim için bu mecra, müşterilerle buluştuğum ticari bir siteden çok, sektörden insanlarla tanışıp kaynaşabildiğim devasa bir parti alanı gibi. Normalde asla ulaşamayacağım, Jeremy Scott, Carine Roitfeld gibi insanlarla konuşma şansı bulabildiğim bir yer. Tabii bu ilişki dijitalde kalmıyordur. Evet, Instagram üzerinden kurduğumuz sanal ilişki sonrasında bir şekilde bir araya geldik. Katıldığımız partiler ve davetlerde de sık sık karşılaşıyoruz. Ve tüm bunlar bir yıl içerisinde mi oldu? Aynen öyle. Peki artık sen de kendini ünlü ve bu dünyaya ait hissediyor musun? Umrumda değil, ama belki biraz. Bunun sebebi de işimin uluslararası olması ve Instagram’da birçok takipçim olması... Tabii artık sokaktaki insanların beni tanıyor olması da cabası. Ve bu durum hala bana biraz komik geliyor. Eh, artık işlerin kadar yüzün de tanıdık. Galiba öyle. Şimdiye kadar aldığım tepkiler de oldukça dostane olduğundan bu durumdan şikayetçi olduğumu söyleyemem. Bu arada size Instagram sayesinde başıma gelen son haberi de vereyim: Ralph Lauren ikizlerime talip oldu. Oğullarımın Instagram’a koyduğum fotoğraflarını görmüş. Kısa zaman önce de bana ulaşıp yeni kampanyasının yüzü olmalarını istedi. Çekimler ne zaman? Çektik bile; geçtiğimiz haftaydı. Tabii fotoğrafların final halleri henüz yayınlanmadı ama hesabımda birkaç kamera arkası fotoğrafı bulabilirsiniz. Instagram’la olan ilişkine geri dönelim. Keşfedildiğini ilk ne zaman fark ettin? Böyle bir aydınlanma anı yaşadın mı? Dediğim gibi, burası aslında herkesin davetli olduğu koca bir parti gibi ve herkes sürekli bir diğerinin ne yaptığıyla ilgileniyor. Ve böyle bir ortamda siz eğer Pharrell’le ilgili bir şey post ederseniz, Pharrell’in bunu bizzat görüp size cevap verme olasılığı hayli yüksek, ki benim durumumda da aynen öyle oldu. Oscar’ı kazanmasından hemen önce Lupita Nyong’o ile ilgili bir şey post etmiştim ve o da koyduğum postu kendi hesabı üzerinden takipçileriyle paylaştı. İnanılmaz olan artık gayet normal oldu.

Ne paylaşmıştın? Lupita’yı çizmiştim. Peki, bu Instagram hareketin planlı bir girişim miydi? Hayır, kesinlikle değildi. Kendimi, illüstrasyon dünyasının paparazzisi gibi görüyorum ve pop kültürde olan şeyleri kendi çizimlerim vasıtasıyla paylaşıyorum. Dolayısıyla Pharrell ve Comme des Garçons’la beraber çıkardığı parfümü, Lupita ve Oscar’ı kazanması gibi şeyleri kendi yorumumla paylaşmak günlük rutinimin bir parçası. Şimdilerde de Fashion is Nuts projesi üzerinde çalışıyorum. Ve geçen gün Karl Lagerfeld Twitter üzerinden bana yazıp; “Neden bana parti davetiyen gelmedi?” diye sordu. Neden “Fashion Is Nuts”? Çünkü moda aslında eğlenceli olması gereken bir şey. Modanın en iyileri ve bizim en çok tepki verdiklerimiz de zaten bu işin keyfini hakkıyla çıkartan isimler. Bu yüzden bazen biraz çılgın görünebiliyorlar, Jeremy Scott’ın tasarımları ya da Kanye West’in adidas için tasarımcı olarak çıktığı defilenin front row’u gibi, orada oturan herkeste bence biraz delilik var. Ama bir de olağanüstü çılgınlar var tabii. Mesela bence Karl Lagerfeld çok ilginç ve gerçek bir karakter. Lynn Yaeger ve Suzy Menkes’i de seviyorum. Kurabiye gibiler... Bu da onları ilginç, merak uyandırıcı ve sevilesi kılıyor. Kitabımın başında kızım harika bir giriş yazısı yazdı ve o yazıda moda dünyasında olan biten her şeyi çok güzel özetliyor. Kızın kaç yaşında? 18. Ve bahsettiğim yazıyı okursanız sorunuzun cevabını onun benden daha iyi verdiğini görebilirsiniz. O zaman onun da senin gibi modayla bir bağı var. Evet, o da aynı benim gibi. Henüz üniversite öğrencisi, ama onu arayıp giriş yazısını yazmasını rica ettim, o da işin üstesinden geldi. İşlerini sosyal medya üzerinden paylaşmanın, onları daha popüler hale getirirken bir yandan da onların değerini düşürdüğünü düşünüyor musun? Kesinlikle hayır. Aslında işlerimin asıl değerinin insanların onları nasıl algıladığıyla alakalı olduğuna inanıyorum. İşin değerine karar vermek tamamen insanlara kalmış bir şey yani. Pek çok insan bana işlerimi Instagram’a koymamamı, çünkü bunun onları daha az değerli kılacağını söyledi. Ama şu an tam tersi yaşanıyor. Hatta gelinen noktada, beklenenin üstünde bir değer kazanmış durumdalar. Dünya çapında bir takipçi kitlem var ve onların yaptığı yorumlar beni olumlu etkiliyor. Her gün biraz daha fazla çalışıyorum. Takipçilerin daha fazlasını talep ettiği için mi? Hayır, kendimi geliştirmek için. Bence her gün sanatsal bir şeyler yapıyor olmak ve bu işleri bir akışa oturtmak oldukça ilginç bir durum. Tek bir iş yapıp gelen tepkileri incelemem gerekirken, şu an günde 16 tane falan yapmak istiyorum. Peki resim yapmadığın zamanlarda ne yapıyorsun? Her zaman resim yapıyorum. Nasıl yani? İşteyken bile sürekli resim yapıyorum, bir şeyler çiziyorum, eskiz yapıyorum. Hatta yemek yerken bile çiziyorum, ama eğer üzerine bir şey dökülürse her şey mahvoluyor. Neyse beni hiçbir şey durduramıyor tabii. Hatta bu zamana kadar en popüler işlerimden birisini, bir otel odasına sıkışıp kaldığım zaman, beyaz ve esmer şeker

XOXO The Mag


kutularını boşaltıp şekerden yapmıştım ve insanlar deliye dönmüştü.

sektörünü tamamen değiştirdiğimiz, 15 senelik inanılmaz bir serüvendi. İlk dükkanı New York’ta Christopher Street’te açmıştık hatta.

Kimi çizmiştin? Moda dünyasından insanları. Her zamanki gibi.

Bir süre de Bobbi Brown’daydın... New York’a Toronto’dan gelmiştim ve artık çalışma iznimi almam gerekiyordu, bu yüzden dergilerde çalışmaya başlamıştım. İlk başta American Marie Claire’i çıkardım, Helen Gurley Brown Cosmopolitan’dan ayrılınca ve Ruth Whitney da Glamour’dan ayrılınca bu dergileri de yeniden çıkardık. Daha sonra da Estée Lauder’le birlikte çalışmaya başladım ve bu şekilde Bobbi Brown’la olan ilişkim de başlamış oldu. Yaklaşık bir sene önce de Bobbi Brown’dan ayrılıp Los Angeles’taki Smashbox Cosmetics ile çalışmaya başladım.

Modaya hep böyle meraklı mıydın? Aslında dergilerle birlikte her zaman moda dünyasının içinde oldum. Ama mesleki olarak bu dünyayla yeni yeni iç içe geçtiğimi söyleyebilirim. Şu anda yaptıklarım, modanın çok popüler oluşuna karşı gösterdiğim bir tepki olarak ortaya çıktı. Yani bir bakıma modanın içine doğru itilmiş oldum. 6 haneli bir takipçi sayın olduğunu düşünürsek, çok vaktini alıyor olmalı. Hem de nasıl... Sürekli hesabımı kontrol ediyorum. Telefon elimde olmasa bile göz ucuyla neler olup bittiğini yakalamaya çalışıyorum.

Kozmetikle ilgili yeni bir projen var mı? Şu anda Smashbox’la Donald Launch for Sephora üzerine çalışıyorum. Koleksiyon baharda çıkacak ve bu konuda inanılmaz heyecanlıyım.

Geçtiğimiz yıla dönelim; ilk kez gerçek bir sergin olması nasıldı? İnanılmaz gergindim ama o sergi beni Harper’s Bazaar Art’ın kapağına taşıdı. Bir de işe şu açıdan bakıyorum; 22 yaşında değilim ve bu işe erken başlayanlara kıyasla daha geç de olsa bir yerlere geliyorum, bu da beni mutlu ediyor.

Batıl inançların var mı? Bir kere her şeyden önce karmaya inanırım. Bu hayatta yaptığın her şey günün birinde sana geri döner, bu yüzden adım atarken dikkatli olmalısın. Hepimiz hayata pozitif bakıp iyi birer insan olmaya çalışmalıyız. Onun dışında, merdiven altından yürümemek gibi en klasik batıl inanışları düşünün, muhtemelen hepsi bende vardır.

Yakın zamanda yeni bir sergi düşünüyor musun? Evet. Hatta şu aralar beni çok heyecanlandıran bir proje üzerine çalışıyorum. New York’ta Bergdorf Goodman’ın bütün duvarlarını, katları ve camları çizimler ve boyamalarla kaplayacağım. Devasa bir sanat enstalasyonu gibi olacak.

Beş çocuk, tam zamanlı bir iş ve sanat kariyerin; hepsi bir arada nasıl yürüyor? Bu kadar çocukla hayatım sürekli bir koşu bandındaymışım gibi geçiyor. Ve işle ilgili çok fazla proje üstlenmemin bir sebebi de çocuklarımdan dolayı yaşadığım panik aslında. Hepsinin okula gitmesi gerektiğini düşündükçe...

Bundan sonra başka markalardan da teklifler alırsın herhalde. Herhalde öyle olacak, bu aralar çok popülerim.

Bu seni endişelendiriyor mu? Endişelenmiyorum ama sürekli “koş koş koş” diyorum kendi kendime. Ve bu olumsuz bir şey değil, aksine motive edici.

Kendini sadece sanatına adamayı hiç düşünüyor musun? İşin gerçeği şu ki, bütün gün evde tek başına oturup resim yapmak o kadar da eğlenceli değil, hep kendi kendine vakit geçiriyorsun, depresif kafalara girebilirsin. Oysa ki ben dışarıda vakit geçirip hayattan ilham almayı seviyorum. Mesela en son Estée Lauder ve Smashbox’la yaptığım büyük bir proje için Los Angeles’a gittim. Şehirde arabayla gezerken beni etkileyen o kadar çok şey oldu ki, eğer işim olmasaydı bu seyahate gitmeyecektim ve resimlerime ilham verecek tecrübeler edinmiş olmayacaktım.

Uykunu alabiliyor musun? Çok fazla uyumuyorum. Altı saat falan yetiyor. İkizler çok başını ağrıtıyordur kesin. İkizler felaketler. İleride durumun daha iyi olacağını umuyorum ama şu anda ikisi de aynı anda başka şeyler yaparak kendilerini öldürmeye çalışıyorlar ve bizim de sürekli onların peşinden koşmamız gerekiyor. Ve asla ne tarafa gitmen gerektiğine karar veremiyorsun. Tamamen abartısız anlatıyorum, bu arada. O yüzden bazen ikisini alıp küvete koyuyorum tabii ki küvetin içinde su olmuyor- böylece dışarı çıkamıyorlar.

Gwen Christie’ye hayranlığın nereden geliyor? Gwen’le Londra’da sevgilisi Giles Deacon’ın defilesinde tanıştım. Giles bu defilede benim çizimlerimden bazılarını elbiselerinde kullanmıştı, onunla backstage’de konuşuyorduk ve benden izleyicilerin arasından kız arkadaşını bulmamı istedi. “Kimin kız arkadaşın olduğunu nasıl bileceğim?” dediğimde, “2 metre boyunda senin çizimlerini giyen bir sarışın gözünden kaçmaz.” demişti. Aynen de öyle oldu, karşımda gördüğüm kadın resmen çizimlerimin hayata gelmiş haliydi. Daha sonra Gwen’le arkadaş olduk hatta New York’taki sergime de geldi. O benim çizimlerimdeki kadının kanlı canlı hali, sanırım beni en çok çeken tarafı bu.

Annelerinin bundan haberi var mı? Genelde haberi olmuyor ama sonradan Instagram’dan görüyor. İstanbul bir kadın olsaydı, ona nasıl yaklaşırdın? Lisa Marie Fernandez’le birlikte Valentino’nun kitap imza gününe gitmiştim. Ve içeri bir anda kıpkırmızı parlak rujuyla müthiş şık bir kadın girdi. Hemen etrafımdakilere sordum, ve bu kadının Türkiye’de çok meşhur bir insan olduğunu öğrendim.

Game of Thrones’u izliyor muydun peki? Game of Thrones çok korkunç; hiç bana göre değil. Eşim müdavimi, ama nasıl izliyor gerçekten anlamıyorum.

Adı neymiş? Adını öğrenemedim ama bugüne kadar gördüğüm en şık kadındı. Ondan hemen uzaklaştım, çünkü beni gerçekten korkuttu. Kendine inanılmaz güvenen biriydi. Ben onun kim olduğunu hiç öğrenemedim ama o bu röportajı okuduğunda benim kendisinden bahsettiğimi çok iyi anlayacaktır.

Eskiye dönersek, MAC Cosmetics’le çok uzun bir geçmişiniz var, nasıl bir araya gelmiştiniz? 80’lerin sonunda MAC’in Kreatif Direktörü olarak çalıştım. Güzellik 159




1, 2, 3 - 1, 2, 3 LICK emre doğru bahar kongel fransez engin çakmak serkan parmaksızoğlu fırat meriç, burak büyükyıldız ozan alçın adri/option mgmt


cos cos maticevski/vakko cos illesteva/kent optik editรถre ait


kaufmanfranco/vakko dolce & gabbana/beymen tar tar editรถre ait


zara illesteva/kent optik editรถre ait



dolce & gabbana/beymen mackintosh/beymen stella mccartney/beymen dolce & gabbana/beymen pollini/vakko


stella mccartney/beymen cos zara monies tar tar editรถre ait




dsquared2/beymen ralph lauren charvet/beymen dsquared2/beymen etro/beymen polo ralph lauren /beymen



cos zara h&m


BRAND Bu bir ilandır.

MUDO FTS64 DENIM

Summer Blues

Paris Moda Haftası süresince, moda dünyasının sade vatandaşları bir sonraki sezonun kıyafet tasarımlarını, canlı ya da sanal dünya üzerinden deneyimlerken, aynı şehirde, aynı saatlerde trend forecaster Lidewij Edelkoort 2017’nin kış trendlerini açıklıyordu. Uzun bir liste beklemeyin; Edelkoort’un küresinden okuduğu kehaneti şöyle ‘Moda öldü, yaşasın giyinmek’. Moda mealiyle, gardırobunuzdaki en sade parçalara sıkı sıkı sarılabilirsiniz. Trend canavarları bu kehanete burun bükebilir, hak veririz. Zira geçtiğimiz seneden beri Normcore adı altında Seinfeld ve Steve Jobs estetiğini köpürten moda dünyası zaten birçoğumuzu jeanlerin her şekline ve

sadece denim rengine döndürmüştü bile. Olduğunuz yerde kalın, denimlerinizle yaşamaya devam edeceksiniz. Denimle yaşamaya şimdiden başlayanlardansanız, handikaplarınız arasında her daim aynı kıyafeti giyiyor gibi hissetmenin varlığını çoktan deneyimlemişsinizdir. Güçlü bir denim koleksiyonuna ve ne istediğinizi görmek için çeşitliliğe ihtiyacınız olduğu su götürmez. Bu noktada rotanızı, farklı yıkama tekniklerini odağında tutarak 16 erkek, 17 kadın denim’iyle yepyeni bir koleksiyon yaratan ve Türkiye’de üretilen Mudo FTS64 Denim’e çevirebilirsiniz.

XOXO The Mag


bir seçenek sunuyor. Denim on denim’in, tembel anlardaki can kurtarıcılığını, Caroline de Maigret’nin bavulundan eksik etmediği denim gömleği ve birkaç ton koyu jean’iyle tasdikledikten sonra Mudo FTS64 Denim’in sweatshirt, jean ceket, yelek ve gömleklerine de yönelme ihtimaliniz olabilir. Tabii söz konusu denim olduğunda sadece mavi rengin boyunduruğu altında kalmanın bir zorunluluk olmadığı aşikar. Fakat markanın ton sür ton yeteneğine saygı duruşunda bulunup, yine aynı renkleri beraber kullanma kolaylığını ve durumun beraberinde getirdiği şıklığı kulak ardı etmemeniz gerektiği de bir yandan notlarınız arasında olsun.

Yenilikten korkmayan, farklı yıkama ve gölgeleme teknikleri denenen koleksiyonda her daim klasiğin gücüne inananlar için ‘her zaman moda’ sınıfından modeller de mevcut. Denim’in güncel bağlamındaki yerinden uzaklaşmak ve materyalle yeniden tanışmak isterseniz, aslında gardırobunuzun dört bir yanını saran kumaşın bir dokumadan ibaret olduğunu anımsayabilirsiniz. Mudo FTS64 Denim koleksiyonu, işe tam bu açıdan da bakıyor ve farklı örme tekniklerini Indigo boyamalı kumaşıyla buluşturuyor. İçerisinde bulunduğumuz mavi çağda, rengin tonlarını birbirine karıştırmak söz konusu olduğunda da yine markanın denim koleksiyonu geniş 175


INTERVIEW

RT

KEHINDE WILEY

Napolyon Hip Hop Yapsaydı Portreleri ile Rönesans döneminin usta ressamlarına selam çakan Kehinde Wiley, genç siyahi insanları sanat tarihinden aristokratik pozlarla eşleştirdiği hiper-dekoratif resimlerinde, tarihi dönemleri, sosyal sınıfları ve farklı kültür hiyerarşilerini alt üst ediyor. Çağdaş portre resmine kattığı yorumuyla, kendi jenerasyonunda adından en çok bahsedilen Wiley, günümüzün -tabiri caizse- en hip sanatçılarından biri... Fazla söze gerek yok. röportaj seza bali fotoğraf kwaku alston, courtesy of roberts & tilton

XOXO The Mag


Portrait of Sophia Camy (The World Stage: Haiti), 2014, Oil on linen, 60 x 48 in (152 x 122 cm), Courtesy of the artist and Roberts & Tilton, Culver City, California.

George Digby, 2nd Earl of Bristol, 2014, Oil on canvas, 48 x 40 in. (121.9 x 101.6 cm), Courtesy of the artist and Roberts & Tilton, Culver City, California.

80’lerde Güney Los Angeles’ta büyümüş olmak nasıldı? 80’ler ve 90’ların başları, ABD’de siyahilere karşı ayrımcılık yapılan, ekonomik ve toplumsal sorunların yüksek olduğu gergin yıllardı. Ülkenin pek çok yerinde olduğu gibi, Güney Los Angeles da bu yıllarda çete çatışmalarının yaşandığı ve çok sayıda genç siyahi erkeğin işsiz olduğu bir yerdi. 1991’de, Rodney King isimli siyahi bir inşaat işçisi dört Los Angeles polisi tarafından korkunç bir şekilde dövüldü ve bu olay ülkede büyük protestolara yol açtı. Biz, ailemle, bu saldırının gerçekleştiği mahallede yaşıyorduk. Anlayacağınız bu zor yıllarda, gerilimin her an hissedildiği bir yerde büyüdüm.

eşlik ediyor çünkü yabancılarla kurduğum bu iletişim enteresan bir homo-erotik atmosfer oluşturuyor. Bir erkek olarak başka bir erkeğe, içerisinde güzel ve estetik kavramlarının geçtiği bir konuşma yapmak durumundayım. Burada yanımda bir kadının bulunması bir nevi ortamı yumuşatıyor ve insanları ikna etmeyi daha kolay hale getiriyor. İşin şöyle bir ilginç tarafı da var, ABD’de var olan şöhret kültüründen dolayı insanlar bir resim için poz vermeleri istendiğinde şok olmuyorlar, hatta keşfedilmelerini çok normal buluyorlar. Oysa ki, Nijerya, Brezilya, hatta Sri Lanka gibi yerlerde insanlara bu talebimle yaklaştığımda “Neden ben?” gibi sorularla karşılaşıyordum. ABD’de ise, “Tabii ki de beni seçeceksin.” tavrı var.

O halde, böyle bir ortamda seni sanat okumaya iten bir şey olmuş. Annem, kardeşlerimi ve beni sokaklardaki tehlikeden uzak tutmak için elinden gelen her şeyi yaptı. 11 yaşımda sanat okuluna gitmeye başladım, dersler bitince de hemen eve gelmek zorundaydım, sokaklarda takılmama izin yoktu. O yaşta, tabii ki, bu hiç hoşuma gitmiyordu ama annemin bu kuralı muhtemelen hayatımı kurtardı. Daha sonra üniversitede güzel sanatlar okumaya başladığımda, tekniği mükemmel bir ressam olmak için çok çalıştım. Yale’de master yaptığım dönemde ise artık işin içine kavramsal düşünceler girmişti; kimlik, cinsiyet ve cinsellik, resmin bir politik duruş olması ve post-modernizm gibi konularla ilgileniyordum.

Peki resmini yapmak istediğin birini gördüğünde, onu hangi pozda çizmek istediğini gözünde canlandırabiliyor musun? Sanat tarihi eğitimi aldığım için birine yaklaşırken genelde kafamda belli bir dönem belirlenmiş oluyor. Kişinin vereceği pozun seçimi sadece benim kararıma bağlı değil, model ile birlikte konuşarak ortak bir karara varıyoruz. Seçtiğim kişileri atölyeme davet ediyorum ve burada birlikte sanat kitaplarını elimize alıp farklı ressamların işlerine bakıyoruz. Model, o anki ruh hali, karakteri ve sohbetimiz doğrultusunda beğendiği pozları seçiyor. Fakat şunu da itiraf edeyim, bazen kafamda bir model için o kadar spesifik bir fikir oluyor ki, onların bunu değiştirmelerine pek imkan vermiyorum.

Kariyerini New York’ta oluşturdun. Bu şehir seni nasıl etkiliyor? Ben şehirlerden ve o şehirlerde yaşayan insanlardan ilham alıyorum. Mumbai, Pekin, Sao Paulo gibi dünyanın çok farklı yerlerinde çalıştım ve her şehrin kendine göre bir havası, bir kokusu olduğunu gördüm. O şehrin kültürüne hayat veren insanlar işlerimin konularını oluşturuyorlar. New York yayaların şehridir, sokaklarda bu kadar insan olmasına rağmen bir samimiyet hissi de vardır, bu samimiyet, estetiğimi ve resmimin oluşumunu belirliyor.

The World Stage serisine başlayana kadar sadece New York’ta bulduğun modeller ile çalışıyordun. Resimlerini çizdiğin bu insanlar, Amerikan sokak kültürünün birer temsilcileri mi? Portrelerini çizdiğim kişiler birbirinden çok farklı geçmişlere sahipler, bazıları kariyerlerinde çok başarılı ve yüksek eğitimli kişiler, bazıları ise değil. Bu kişilere yaklaştığımda ve onlarla konuştuğumda, New York sokaklarında hip hop kültürünün ne kadar yaygın olduğunu, bu kültürün sosyal sınıf ve köken ayrımını hiçe saydığını ve global çerçevede herkesi etkisi altına almış olduğunu fark ettim.

Sokakta yabancı birine yaklaşıp sana poz vermelerini istemek çok da kolay olmasa gerek. Onları nasıl ikna ediyorsun? Haliyle yaklaştığım insanların çoğu poz vermeye hiç meraklı değiller, çoğu New Yorklu gibi genellikle bir koşuşturma içindeler; işe, metroya yani bir yerlere yetişme derdindeler. Genel olarak model arayışına çıktığımda yanımda bir kamera ekibi oluyor ve onlara işlerimden örnekler gösteriyorum. Çoğunlukla güzel bir kadın bana

Bu kitleyi konu etmenin sebebi ne? Onlara olan ilgim, bir ressam olarak, bana poz veren kişiyle ve portre sanatıyla kurduğum ilişkiden kaynaklanıyor. Farklı etnik kökenlere sahip genç sanatçılar, özellikle kariyerlerinin başlangıcında, çevrelerinden kimlik konusu hakkında iş üretmeye dair bir baskı hissediyorlar. Bu baskı bir avantaja çevrilebilir, sonuçta üretilecek 177


Gossiping Women (The World Stage: Haiti), 2014, Oil on linen, 68 x 108 in (172 x 275 cm), Courtesy of the artist and Roberts & Tilton, Culver City, California

işin konusu zaten açıkça ortada, ya da büyük bir dezavantaj olabilir; sanatçılar belli estetik kurallar çerçevesinde çalışmak durumunda kalabilirler. Ben de bu durumda, işlerimde kendi bakış açımdan yola çıkarak global sorulara yöneliyorum ve bu soruların sadece ABD’de değil, dünyanın pek çok yerinde sorulduğunu fark ediyorum. İlgilendiğim konuların başında, ABD’nin bir kavram olması ve kaçınılmaz olarak bu kavrama ırk, sınıf ve cinsiyet ile olan ilişkileri dahil oluyor. The World Stage serisi ile Çin, Jamaika, İsrail ve Fransa gibi birçok ülke gezdin. Bu işlerinden bahseder misin? Bu serinin başlangıç noktası, “Eğer New York’un sokaklarında bu insanları buluyorsam, diğer ülkelerde nelerle karşılaşabilirim?” sorusuydu. Seçtiğim ülkeler, 21. yüzyıl dünyasında diyaloğun merkezi olan ve merak uyandıran yerler. Çin, Nijerya, Brezilya ve en son Haiti, hep birer endişe ve merak noktaları, bir yandan da stratejik olarak ABD ve dünya ile global ve politik duruşlarından dolayı önemli noktalar. The World Stage: Haiti serisine başlamamın sebebi, Haiti’nin yoksulluk, zorluk ve yolsuzluğu temsil eden bir yer olarak algılanmasıydı ve ben burayı güzelliği ile ortaya çıkarmak istedim. Haiti’de kadınlar arasında güzellik yarışmaları çok popüler, burada çalışırken bir radyo kanalı aracılığı ile poz vermek isteyen kadınlar aradığımı duyurdum ve model seçimimi bu şekilde yaptım. Bu seçim şekli de, Haiti’nin kültürünü bu resimlere farklı bir açıdan da entegre etmemi sağladı. The World Stage: Israel serim için ‘Likunt Daniel Ailin’ isimli bronz büst heykelimde, Rodney King’in savunmasında söylenen “How can we all get along?” cümlesi İbranice olarak geçiyor. Bu cümleyi özellikle kullanmamın sebebi de bu soruyu büyüdüğüm şehir Los Angeles ve genel olarak ABD’ye bağlamak ve global diyaloğu genişletmek istememdendi. Dünyanın birçok yerinde insanların Amerikan kültürü ile etkileşimi, hip hop gibi daha çok siyahi kültüre ait olan ifade biçimleri aracılığı ile oluyor. Bu enteresan fenomeni işlerimde gittikçe daha da çok irdeliyorum. Neden ağırlıklı olarak siyahi insanları çiziyorsun? İşlerimin çoğu, “high art” dediğimiz sanat kültüründe siyahi

sanatçıların eksikliğini öne çıkarmak hakkında. Çocukken Los Angeles County Museum of Art’a ilk gittiğimde Kerry James Marshall’ın ‘De Style’ resmini görmüştüm. Bir siyahi berber dükkanının resmi olan bu eser bana büyüleyici gelmişti, ama aynı zamanda müzede çok az sayıda eserin farklı etnik kökenli insanları konu aldığını da fark etmiştim. Marshall’ın bu işinin bana güç veren bir tarafı olmuştu. İlk defa bana benzeyen kişileri bir sanat eserinde görmüştüm. Kendi işlerime gelirsek; etnik köken ve kimlik konusunu seçmemin bir sebebi aslında biraz da kafamızda kurduğumuz fanteziler ile ilgili. Gerek içinde bulunduğumuz gerekse bize çok uzak olan toplumlar hakkında kafamızda belirlediğimiz tiplemeler, kurguladığımız düşünceler var ve aslında gerçekler bu kurgulardan çok farklı olabiliyor. Toparlamak gerekirse, siyahi insanların resimlerini çizmemin bir nedeni de, açıkçası resimlerimde bana benzeyen insanları görmek istediğimden. Modellerin resimleri görüyorlar mı? Evet, bütün modellerimi serginin açılışına davet ediyorum, hatta The World Stage: Israel serisinde çizdiğim modellerimden birisi Kalkidan Mashasha isminde Etiyopyalı Musevi bir rap’çi. Kalkidan, bu serinin sergilendiği birkaç galeri ve müze sergilerimin açılışlarında bir performans bile yaptı. Kullandığın fonlar oldukça karmaşık ve detaylı. Bunları yaratırken nelerden esinleniyorsun? Fonlar için yaptığım seçim kariyerimin çok başlarında zanaat ile güzel sanatlar geleneği arasındaki hiyerarşiyi araştırdığım dönemde ortaya çıkmıştı. Tabii bu hiyerarşi, hem sanat camiasını ikiye bölmüş hem de dekoratif işleri “ciddi” sanat işlerinden ayırmıştı. Sanat tarihinde dekoratif sanat işleri her zaman bir kenara itilmiştir; aynen bu eserleri üreten siyahi kişiler gibi... Batı sanatının tarihinde dekoratif olan her şey kadın işiyle de bağdaştırılıyordu, benim resimlerim de bu geleneği bir yandan eleştirirken bir yandan yüceltiyor. Desenden bahsederken, Türk çinisine aşina mısın? Tabii ki de, ama Türk desenlerini resimlerimde henüz kullanmadım.

XOXO The Mag


Polish Woman (The World Stage: Haiti), 2014, Oil on linen, 60 x 42 in (152.5 x 107 cm), Courtesy of the artist and Roberts & Tilton, Culver City, California.

Ferdinand-Philippe-Louis-Henri, Duc d’Orleans, 2014, Oil on canvas, 83 x 62 in (210.82 x 157.48 cm), Courtesy of the artist and Roberts & Tilton, Culver City, California.

Erkek bir ressam olarak, kadın portresine yaklaşımın nasıl oldu? Sanatçı olarak yapmak istediğim şey, Amerika’da siyahi erkek olma kavramını ele almaktı. Bu kişilerin, hem toplumda hem özel hayatlarında bulundukları pozisyonlara bakarak bütün bu kavramları tüketene kadar iş üretmek istiyordum. Bir taraftan da, uzun zamandır kadınları resimlerime eklemeyi düşünüyordum, ama nasıl yapacağımı çözmemiştim. Aynı konuyu ele alıp erkeklerin yerine kadınları yerleştirmek tabii ki ne doğru olacaktı ne de yeterli... Sanat tarihinde kadınların resimlere konu oluş biçimlerine, özellikle 21. yüzyılda kadın konusunun sanat tarihinde işlenişi ve resimde gücün nasıl dillendirildiğine baktım. Bütün bunlara bakarken tabii ki hayatımda yer edinmiş kadınları da düşünmemezlik edemezdim. Annemin, teyzelerimin geçmişini ve yaşadıkları zorlukları da göz önünde bulundurarak kadınları elimdeki bu veriler ve bilgilerle çizmek istedim. En önemlisi de, kadınları onurlu bir şekilde çizmek istedim.

kurumlar. Biz sanatçılar, bazen izleyicinin önemli olmadığını söylüyoruz ama kendimizi kandırıyoruz. Çünkü işin en temelinde sanat bir iletişim eylemidir ve bu eylemin amacı sanatçının mesajını dünyaya ulaştırmaktır. Bu tip müze sergileri de, bu eylemin gerçekleşmesinde büyük rol oynuyor. Sanat tarihine baktığında, sana “İşte budur!” dedirten ve seni bugün çizdiğin tarzda resimlere yönlendiren bir eser oldu mu? Bir eser ismi veremeyebilirim, ama 11 yaşımdan beri beni en çok etkileyen sanatçı John Singer Sargent olmuştur. Çocukluğumdan beri sanatla haşır neşir olmam, Sargent’ın resimlerinde gördüğüm zarif ve asil modeller bugünkü pratiğimi etkiledi. İlham aldığın ya da en çok etkilendiğin sanatçılar kimler? Tarihte Venedik resmini çok seviyorum, özellikle Tiepolo’nun işlerine bakmak en sevdiğim şeylerden birisi. Caravaggio’nun ışık ve gölge oyunu olarak tasvir edebileceğimiz chiaroscuro kullanımı, bu kullanım ile resme hafif bir erotizm katması ve bunu izleyiciye hissettirmesi de beni çok etkilemiştir. Geçmişten günümüze gelirsek, New York gibi dinamik bir şehirde yaşamak gerçekten bir ayrıcalık ve hatta çok beğendiğim sanatçıların bir kısmı arkadaşlarım. Herhangi bir gün Wangechi Mutu’dan resim hakkında bir öğüt almak gerçekten büyük şans. Kerry James Marshall’ın resimlerinin büyük hayranıyım, aynı şekilde Lorna Simpson ve Glenn Ligon da ismini verebileceğim diğer sanatçılar. New York’ta bir sanatçı olarak yaşamak için çok iyi bir dönemdeyiz, açıkçası.

Neden portre? Hepimizin bildiği bir gerçek var ki insanlar kendilerine meraklılar. Bir müzede manzara, portre veya natürmort resmine bakıyorsak her zaman portreyle daha çok ilgileniyoruz çünkü portre bizim hakkımızda. Tarihe baktığımız zaman portre, insanların karakterini açıklayan bir araç olarak görülürdü. Bundan biraz şüpheli olsam da geçmişe karşı romantik hislerim olduğu da bir gerçek. Benim işlerim geçmişin romantik tavrıyla bugünün alaycı bakışı arasında bir yerde duruyor. Ve çizdiğim portreler, geçmişin portrelerinde boyanın ve ışığın yarattığı illüzyonun ve üstünlüklerin bedelini bir çırpıda ödeyerek, gerçeği olduğu gibi, basitçe işaret ediyor.

Sanat kariyerine destek olması için aşçılık eğitimi de aldın, neyse ki yemek sektörünü girmen gerekmedi, oldukça başarılı bir kariyerin var. Peki evde yemek yapıyor musun? Evet, yemek yapmaya, özellikle de dünya mutfaklarına çok meraklıyım. Japonya’dan teppanyaki, Brezilya’dan feijoada veya son zamanlarda çok meraklı olduğum Çin hot pot favorilerim.

Geçtiğimiz ay içinde Brooklyn Museum of Art’ta 15 yıllık kariyerini kapsayan bir sergi açtın. Daha 40 yaşında bile değilsin, bu kadar büyük bir sergi açmak nasıl bir his? Bu yaşta bir retrospektif açmak tabii ki de her sanatçının hayalini kurduğu bir başarı, bir nevi sanat dünyası tarafından onaylanmış oluyorsun. Benim işlerim tarih hakkında, ve müzeler de sanatı korumak ve sanat tarihini sonsuza kadar yönetmek için var olan

Eh o zaman, ressam olmasaydın... Evet, aşçı olurdum. 179


dior stella mccartney maison michel

XOXO The Mag


FAST TALK R ST

10 0 T

aslin kumdagezer ellin anderegg elif gedik fred tegila bruno ghoumari

WITH

Z


fendi gucci fendi top shop



Çekim nasıl geçti? Çok güzeldi. En sevdiğim kıyafet mavi Gucci ceketli olandı. Aslında Place Vendome’daki tüm karelerimize bayıldım. Keşke hepsini kullanabilseydiniz. Dış mekan çekimleri yaparken etrafındaki insanları ve tepkilerini gözlemliyor musun? Doğrusunu söylemek gerekirse artık hiç dikkat etmiyorum. Çekim esnasında kendime, yüz ifadelerime, duruşuma ve fotoğrafçıya odaklanıyorum. Tabii ilk zamanlarda bu kadar konsantre değildim. Sanki herkes bana bakıyormuş gibi geliyordu ve insanların meraklı bakışları kendime güvenimi sarsıyordu. Sonra fark ettim ki ben de dışarıda bir çekime rastladığımda merak ediyorum ve bakıyorum. Kendine ait pozların ve mimiklerin var mı? Karakter olarak biraz sakar ve şapşalım o yüzden kamera önündeyken de bu hallerim ortaya çıkıyor. Paris’te nerelerde takılıyorsun? Miss Ko favorilerimden biri, Avenue Winston Churchill’deki Le Petit Palais de kesinlikle favoriler listemde. Yolunuz düşerse Saturne ve La Société’yi de mutlaka denemenizi öneririm. Avenue de l’Opéra’daki Pierre Hermé ve Pierre Marcolini de beni sık sık görebileceğiniz iki adres çünkü Kristina demek günde en az bir makaron yemek demek. Takılmayı en sevdiğim adreslerden biri de Park Hyatt Paris, sağlıklı menülerini ve mekanın dokusunu o kadar çok seviyorum ki günümün büyük bir kısmını orada geçirdiğim zamanlar oluyor. Şu anda neredesin? Moda haftası sebebiyle New York’tayım, seninle konuşmamız bittikten sonra da Los Angeles’a uçacağım. Diğer moda haftalarını es mi geçiyorsun? Normalde bu sene sadece New York’a katılacaktım. Fakat yaptığımız bazı anlaşmalar dolayısıyla Milano ve Paris’te de birkaç gün geçireceğim ama Londra’yı bu sene es geçiyorum. Çünkü Los Angeles’a gidip müziğim üzerinde çalışmak için sabırsızlanıyorum. Ah, bu yeni haber. Aynen öyle! Aslında 13 yaşımdan beri şarkı yazıyorum ve müziğim üzerine kendi çapımda çalışıyorum. Ama tabii bugüne kadar hiç profesyonel bir şeyler yapmamıştım. Los Angeles’a taşınmamın ana nedeni de müziğim için profesyonelce bir şeyler yapabilmek, bir süre kendimi stüdyoya kapatıp albümüm üzerinde çalışacağım. Ne tarz bir sound’a odaklanacaksın? Saf pop müziğe! Kafanda bir çıkış tarihi belirledin mi? Aşağı yukarı 2015 sonu 2016 başı gibi bir tarih verebilirim. Peki son zamanlarda neler dinliyorsun? Sıkı bir Grimes hayranıyım. ‘Oblivion’ı dinlemediğim bir gün yok sanırım. Son zamanlarda Ellie Goulding’in albümünü tüm Kayture ekibi olarak durmadan dinliyoruz. Jay Z’nin 2001’de çıkardığı Blueprint albümü de şu sıralar favorilerim arasında. ‘Ain’t No Love’ en çok dinlediğim şarkısı. Sam Smith’i de çok seviyorum ve son zamanlarda çok fazla dinliyorum. Blogunun nasıl bir demografisi var? Kabaca 17-35 yaşları arasına hitap ettiğimi söyleyebilirim. Uluslararası bir ziyaretçi grafiği var fakat en çok ziyareti şu sıralar ABD’den alıyoruz. Ve blogu en çok ziyaret eden şehir Londra.

Yazılan negatif yorumlara nasıl tepki veriyorsun? Ben okuyucularına çok yakın duran bir blog yazarıyım. Sonuçta kurduğum iş şekli her anımı onlarla paylaşmak üzerinden işliyor. Dolayısıyla, aslında, onlarla sürekli iletişim halindeyiz ve tabii ki zaman zaman bazılarının hoşuna gitmeyen şeyler oluyor. Bunları da kabullenmekten başka yol yok. Ama sana şöyle anlatayım, bilgisayarımda favori yorumları sakladığım bir klasörüm bile var. Peki Instagram’ı kullanırken belli bir strateji izliyor musun? Diğerleri kadar beğeni almayan fotoğraflarını siliyor musun mesela? Gerçekten yeterince beğeni almayan fotoğrafları silenler var mıdır diyorsun? Sanmıyorum. En azından ben hiç yapmadım ve asla da yapacağımı sanmıyorum. Bu sorun beni biraz şoka uğrattı açıkçası. Takipçilerim ve beğenileri benim için her zaman çok önemli evet ama Instagram’a koyduğum fotoğraflar çoğu zaman kendi zevkimi doyuran şeyler. Ve o platform dahilinde söyleyebilirim ki insanların koyduklarımı beğenip beğenmemeleri pek de umurumda değil. Röportajlarından birinde “bloggerlık masumiyetini ve orijinalliğini kaybetti” demiştin. Yeni kariyerinin bu cümleyle de alakası olduğunu düşünebilir miyiz? Söylediğimin arkasındayım evet, ama müzik benim için bloggerlıktan önce de vardı. Dediğimse bence hala geçerli ve git gide de güçleniyor. Çünkü artık insanlar sadece ünlü olmak ve para kazanmak için blog başlatıyorlar. Gerçekten bir şeyler paylaşmak derdinde olan çok az insan var. O halde bugün bir moda blogu başlatmak ve başarılı olmak hala mümkün mü? Kesinlikle. Bence bu alan doygunluğa ulaşmayacak. İçeride bir doğal seleksiyon da var. Gerçekten iyi iş çıkaranlar hak ettikleri trafiği alıyorlar ve çok umursamayanlar yok olup gidiyorlar. Eh, haliyle bu mesleğin de sürekli yeni çalışanları olacak ve sürekli yeni paylaşım şekilleri gelişecek. Bloggerları bir sayfada toplayan platformlar hakkında ne düşüyorsun? Kendi adıma ben Kayture’un bağımsız kalmasını istediğim için bu platformlara katılma fikrine sıcak bakmıyorum. Ama tabii ki her blogun kendi dinamiği ve hesapları var. Ve kendilerine yararlı olanın bir ana patform olduğunu düşünüyorlarsa blog sahiplerinin kesinlikle bu yola başvurmalarını destekliyorum. Ben de zaman zaman böyle platformlardan teklifler alıyorum. İsimlerini tabii ki şu an açıklamayacağım ama bağımsız kalmak ve kendi imajımızı kendimiz yönetmek istediğimiz için biz hepsini geri çevirdik. Zaten birçok bloggerın bu platformlara katılma sebebi de reklam alabilmek. Fakat şimdilik bizim dahili ekibimiz reklam almak konusunda epey başarılı. Haliyle böyle bir işbirliğine ihtiyacımız olmuyor. Telefonunu ne sıklıkta kontrol ediyorsun? Ah, telefonum benim hayatım. Tabii ki o olmadan da yaşayabilirim ama işler benim için çok daha zor ve karmaşık olur. En basit örnek, telefonumu bir saatliğine şarja bıraktım ve röportajımıza geç başlamak durumunda kaldık. O yüzden telefonumdan ayrılmak gibi bir lüksüm yok çoğu zaman. Başta sormam gerekeni şimdi sorayım, New York’ta en sevdiğin şov hangisi oldu? Birçok iyi defile izledik fakat Alexander Wang açık ara favorimdi. O kadar beğendim ki önümüzdeki sezonu sadece bu koleksiyondan parçalar giyinerek geçirebilirim. Aynı anda hem pasaklı hem punk hem de cezbediciydi. Özellikle pis görünümlü saçlara bayıldım.

XOXO The Mag


185

wymann maison michel shourouk yazbukey stella mccartney aperla誰


INTERVIEW/SPORTS

MARY HELEN BOWERS

Fly Like a Butterfly, Sting Like a Bee Yeni sayı için konu hazırlığı yaptığımız sırada tüm ofisten farklı seslerin yükselmesine sebep olan bir tartışmaya sizi de dahil ediyoruz; bale sanat mı yoksa spor mu? Anlaşılan o ki Ballet Beautiful’un kurucusu Mary Helen Bowers için ikisi de geçerli; estetik kaygısı güçlü bir spor ya da oldukça atletik bir sanat, hangisini isterseniz seçin. Ballet Beautiful önce New Yorker’ların sonra dünyanın dört bir yanından insanın ilgisini çekiyor. Biz de bu şehvet dolu spora karşı kayıtsız kalamıyoruz ve Mary Helen’la Manhattan’daki stüdyosunda bir çekim yapıyoruz. Kafa karışıklığımızı gidermek için de sorulara başlıyoruz. utku palamutçu

jason rodgers *

XOXO The Mag

samantha swade

pascale poma


Sana nasıl hitap etmeliyiz? Yaptığım röportajlarda ilk defa böyle bir soruyla karşılaşıyorum, o yüzden teşekkür ederim. İki ismimi bir arada kullanıyorum.

elini sürmek istemeyen kadınları hem daha sağlıklı, güçlü ve fit bir hale sokuyor hem de onların kendilerini daha güzel hissetmelerini sağlıyor. Sadece adına kanıp işin tamamen bale tekniğiyle ilerlediğini düşünmeyin, lütfen.

New York’taki kar fırtınasından nasibini aldın mı? Aslında Instagram’daki fotoğraflarını gördükten sonra, Mary Helen kesin kar fırtınasına karşı bir “en pointe” pozu vermiştir diye düşünüyorduk… Hava inanılmaz soğuktu ve dışarı çıkanların deli olduğunu düşündüm. O yüzden evde en sıcak bulduğum köşeye kıvrıldım ve kızımla vakit geçirdim. Instagram beklentiniz için çok üzgünüm.

İnsanlar bu training programına nasıl tepki veriyorlar? Kardiyo yapmak bile zor gelirken işin içine bir de bale tekniği eklemek onları korkutmuyor mu? Programı daha iyi anlamak için stüdyoya gelip öncelikle benimle tanışmak isteyen insanlar oluyor. İnternetten okudukları kadarıyla gözü korkan çok fazla insan var, ama aynı sitede programın sonuçlarını da görüyorlar ve gözlerini karartıp buraya geliyorlar. Yani tereddüt edenler var tabii ama hepsine gerçekleri göstermek için kapım sonuna kadar açık.

Sence bale nedir? Sanat mı yoksa spor mu? Bale kesinlikle bir sanat ama çok atletik olanından... Balenin dışavurumu tamamen fiziksel, o yüzden işin atletik kısmını görmezden gelemeyiz. Ama işin bir de zihinsel tarafı var, işte o zaman sanatsal yön ağır basıyor. Müziğe konsantre olup, figürlerin arkasındaki mesajı anlamak ve kendini hareketlere bırakmak, bahsettiğim sanatsal algının ta kendisi.

Peki sıradan bir öğrencin ile gün nasıl başlıyor? Öğrencilere hazırlanan programda yavaş kardiyodan tüm vücudu harekete geçiren aktivitelere kadar geniş bir skalada egzersiz var. Ama daha yolun başında olan bir öğrenciyle işi ağırdan alıyoruz. Öncelikle bir dayanma gücü oluşturmamız gerekiyor ki sonraki aşamalar için takati kalsın.

Bale dersleri almaya ne zaman başladın? Sekiz yaşındayken ilk bale dersimi almaya başladım. Her küçük çocuğun gittiği gibi ben de boş zamanımı değerlendirebileceğim bir aktivite olarak bu dersleri alıyordum. Tabii yine her çocukta olduğu gibi ben de dans etmeyi çok seviyordum. Bale dersleri bu zevkin üstüne eklenince en büyük hayalim New York City Ballet’de dans etmek oldu. İşin içine girip araştırma yapmaya başlayınca bu kadar zor şartlar altında dans etmenin ne kadar zor olabileceğini düşünmeye başladım ama hayalimden de vazgeçmedim. İstediğimi elde ettiğimde çok gençtim ve 10 yıl boyunca NYCB’de dans ettim. Sonra ayrılıp yeni fırsatları kovalamaya hem de Columbia Üniversitesi’ndeki eğitimimi tamamlamaya karar verdim.

Mary Helen, bu arada çekim nasıl geçti? Çok keyifliydi, stüdyoyu ve kendimi başka insanların perspektifinden görmek her zaman çok eğlenceli. Ekip olarak çok yoğun çalışıyorsunuz. Bu yoğunluk Black Swan için Natalie Portman ile çalışmadan önce de var mıydı? Natalie için bizimle iletişime geçildiğinde şirketi yeni kuruyorduk. Zamanlama müthişti çünkü hem o filmin prodüksiyonuna yeni başlanmıştı, yani çok acele etmemiz gerekmiyordu, hem de ben şimdiki kadar yoğun değildim. Lafı dolandırmadan söyleyeyim; Natalie ile çalışmak pek çok insanın Ballet Beautiful’la ilgilenmesini sağladı.

NYCB’de dans ederken insanlar senin varlığından haberdar mıydı? Baleyi yakından takip eden insanlar adıma aşina oldukları için beni hatırlayabilirlerdi. Ama onun dışında devlet balesinde dans eden birisi olarak tanınırlığımın olduğunu sanmıyorum.

Haftada altı gün çalıştığınızdan hareketle, Natalie hiç sıkılmadı mı? O inanılmaz hırslı, çalışkan ve yetenekli birisi. Hatta gerçek bir dansçı gibiydi diyebilirim. Baleyi gerçekten çok seviyordu, ki zaten rolü kabul etmesinin en büyük sebeplerinden biri de buydu. Yoğun çalışmamızın sebebi de onu eğitmek değil, Natalie’nin rolüne çok iyi hazırlanmak istemesiydi. Hatta ben beş günlük bir çalışma programı hazırlamışken Natalie bu süreyi altı güne çıkartmam konusunda ısrarcı oldu. Biz de onunla sanki profesyonel bir balerinmiş gibi çalıştık. Sonuçta başarılı olduğumuzu söylememe gerek yok herhalde.

Sakatlandıktan sonra, Ballet Beautiful’u kurarken aklında ne vardı? NYCB’de dans ederken pek çok sakatlık geçirdim ve bu sırada öğrendiğim en değerli şey vücuduma nasıl bakmam gerektiğiydi. Training yapmanın önemini ve bir dansçı olarak tek kondüsyonumun dans olmaması gerektiğini fark ettim. Bale geçmişimden ilham alarak Ballet Beautiful’u yaratmaya karar verdim. Olay çok basit bir şekilde işleyecekti; balenin estetiğinden hareketle kasları çalıştıracak bir training programı hazırlayacaktım. Zaten insanların ve hatta benim de aradığım şey buydu; spor merkezlerine gidip vücut geliştirenlerinin arasında ter dökmektense, işi daha keyifli ve estetik bir hale getirmek.

Tanıdığımız öğrencilerinden birkaç isim verebilir misin? Mesela hiç erkek öğrencin var mı? Victoria’s Secret modellerin neredeyse tamamı bireysel olarak stüdyoma gelip benimle birlikte çalışıyorlar. Doutzen Kroes, Lily Aldridge, Miranda Kerr, hepsi öğrencimiz. Erkek öğrenciler konusunda bir açıklama yapmasam daha iyi olacak, zira onlar genelde buraya geldiklerini gizli tutmayı tercih edebiliyorlar.

Peki bale yaparken sakatlandıktan sonra bale ve sporu bir araya getiren bir teknik geliştirmen biraz çelişkili değil mi? Kesinlikle hayır. Kabul edelim, bale gerçekten çok zor ve fiziksel anlamda sınırları zorlayan bir sanat. Ve hayatı boyunca bu kariyeri takip etmek isteyen insanlar için oldukça sancılı ve bol fedakarlık gerektiren bir süreç vadediyor. Ballet Beautiful, işin bu zor tarafına

Online dersler yüz yüze yaptığın antremanlar kadar etkili oluyor mu sence? Bence online dersler evde spor yapmak isteyen insanlar için ideal 187






bir fırsat. Evde kendine zaman yaratıp, spor salonuna giderken harcayacağın paranın çok daha altında bir ücret ile istediğin sporu yapıyorsun. Dikkat edilmesi gereken şey, dersler online olduğu için insanların programı aksatıp aldıkları yolu sıfırlama riski. İşin tehlikeli kısmını bir kenara bırakırsak bu derslerin de aynı etkiyi yarattığını söyleyebilirim. Bu arada annelik nasıl bir his? Çalışma programını olumsuz etkiliyor mu? Anne olmak hayatta başıma gelebilecek en güzel şey; ilham verici ve tatmin edici bir duygu. Ders programımı etkilememesi için elimden geleni yapıyorum, hatta öyle ki hamileyken çıkarttığım DVD’ler ile hamile kadınların da spora dahil olmasını sağladım. Kendimi de bu sayede işin içine yeniden dahil edebildim. Peki kızın da senin gibi baleyle ilgilenmek istemezse ne olacak? Hiçbir şey. Onu heyecanlandıracak her türlü fikre açığım ve canı ne istiyorsa onu yapmasını istiyorum, istediği her şeyi gönülden destekliyorum. Tabii ileride yaşlanıp sinir bozucu bir anne haline gelirsem o zaman istemediğim şeyler yapmaması için burnumu hayatına sokacağım. Şimdilik ben ve kocam sevdiği şeylerin peşinden gitmesi için onu desteklemeye hazırız. DVD ve kitabın yanında bir de Net-a-Porter ile bir araya gelip hazırladığın bir spor kıyafet koleksiyonun var. Yakın zamanda yeni işbirlikleri yapacak mısın? Spor yaparken ne giydiğiniz çok önemli. Benim koleksiyonumda sadece dansçı kıyafetlerinden oluşuyor ve tozluklar da programa

dahil olsun ya da olmasın aktif bir şekilde dans ve sporu birleştiren insanlar için ideal. Sadece Net-a-Porter ile sınırlı kalmayıp çok daha geniş bir alana yayılmak üzereyiz, yakın zamanda yeni kıyafetlerimi giyip Instagram’da “en pointe” pozumu veriyor olacağım. Bu bahsettiğimiz şeyler yerine sıradan bir bale öğretmeni olsaydın hayatın nasıl olurdu? Gerçekten düşünemiyorum. Ballet Beautiful beni öyle bir yöne doğru sürükledi ki, onu kurup bu işe atılmasaydım şu an şüphesiz çok başka bir yerde olurdum. Bu röportajı da yapmıyor olurduk diye düşünüyorum. Sıradan bir bale öğretmeni olsaydım baleyi çok daha az insanın hayatına sokacaktım, şimdiyse pek çok insanı etkileme şansı yakaladım ve bu beni çok mutlu ediyor. O zaman 80 yaşına geldiğinde nasıl bir hayat süreceğini tahmin edebiliyorsundur... 80 yaşıma geldiğimi görebilirsem umarım etrafımda ailem de olur. Bacaklarım ne kadar güçlü olur bilemiyorum ama kesinlikle oturduğum yerden bile olsa kuğu kolu hareketini yapmaya devam ederim. Kendine yasakladığın herhangi bir şey var mı? İnsanın kendine koyduğu katı kurallara inanmıyorum. Hayat akmaya devam ediyor ve senin bir şekilde karşına çıkan yolda ilerlemen lazım. Bu yol kendinden mütevellit bir şekilde zorluklarla doluyken neden işi biraz daha zorlaştırasın ki? O yüzden “Bunu asla yapamazsın Mary Helen” gibi söylemlerim ve kurallarım yok. Ha, sadece pozitif olmayı kendime bir kural edindim, hepsi bu...

XOXO The Mag



INTERVIEW/ RT

NIGEL VAN WIECK

Damardan Americana Aslen İngiliz olan Nigel Van Wieck, kariyerini New York’ta oluşturması ve Amerikan Realizm stilinin önde gelen isimlerinden biri olmasından dolayı Amerikalı zannedilebilir. Resimlerindeki kuvvetli ışık kullanımı, Van Wieck’in gençlik yıllarında kinetik sanatla haşır neşir olmasından kaynaklanıyor. Americana temasını en melankolik halleriyle çizen sanatçı; üstsüz güneşlenen kadınlar, çatıyı tamir eden bir usta, sokağı süpüren bir adam gibi günlük hayattan karelerinde bize insanın yalnız hallerini tekrar tekrar hatırlatıyor. seza bali

jason rodgers

XOXO The Mag

shean


Bu yıl için kendinize hedefler koydunuz mu? Her günün kendine dair bir hedefi olduğunu düşünüyorum, bu yüzden sadece yeni yıl için hedefler belirlemiyorum.

işlememizden kaynaklanıyor. Bu tema aslında Hopper öncesi Amerikan figüratif resimlerinde de sıklıkla işleniyordu; Thomas Eakins’in ‘Max Schmitt in a Single Scull’ı, Winslow Homer’ın ‘The Gulf Stream’i veya ‘The Veteran in a New Field’ı gibi örnekler verebiliriz. Amerikan figüratif resim sanatında yalnızlık konusunun sürekli işlenmesi aslında ABD’nin bir nevi yalnızlar ülkesi olmasından kaynaklanıyor; burası yeni bir toprağa adım atmış göçmenlerin ülkesi. Hopper yalnızlık ve ayrılık konularını sert bir dille çiziyor, ben ise onun tersine bu yalnızlığı -ama tek başınalık değil- çizerken şehveti de öne çıkarıyorum. Hopper’la ortak noktamız, ışıkla obsesif bir ilişkimiz olması ve kompozisyonlarımızda geometriyi kullanmamız. Işık, işlerimde hep var olan bir konu, sanırım bu yüzden de üniversitede kinetik sanatla ilgilendim. Işığın birçok kullanımı var; dikey, yatay ve diyagonal çizgilerle geometri oluşturuyor, bir anı dramatikleştiriyor ve öyküye boyut katıyor. Vermeer gibi, Hopper da kariyerimin başlangıcında benim için önemli bir esin kaynağı olmuştur... 80’lerin başında post-modern düşüncelerle ilgileniyordum. İtalyan post-modern ressamların sanat tarihinden imajları kullandıklarını gördüm. Ben de bu yaklaşımdan esinlenerek Poussin’in resimlerini çizmeye başladım. Üniversitede kinetik sanat okuduğum için resimle ilgili kompozisyon veya tasarım gibi teknik bir eğitim almamıştım. Poussin ile kompozisyonu ve pozitif ile negatif formların önemini anlamaya başladım, bu düşünceler de kendilerini daha sonra Working Girls serisinde gösterdi.

1970’lerde Londra’daki Hornsey College of Art’ta okurken figüratif çalışmalar gerçekleştirdiniz. Mezun olduktan sonra figüratif işlerinize ara verdiniz, neon ile eserler ürettiniz. Ve daha sonra resme geri döndünüz. Bu geçiş nasıl oldu? Hornsey’de okuyan öğrenciler, oturma eylemleri ile İngiltere’de bir öğrenci devrimi başlatmışlardı. Ben 1969’da okula başladığımda bu eylemler bitmişti fakat o noktada okul radikal bir şekilde değişmişti ve büyük bir kaos içindeydi. En karizmatik hocalar Dante Leonelli’nin liderliğindeki bir grup kinetik sanatçıydı. Bu hocalarla okuyarak ışığın önemini öğrendim, neon ve akrilik kullanarak kinetik heykeller ürettim. Heykelle çalışıyordum fakat zaman geçtikçe asıl ilgimin iki boyutlu işler olduğunu fark ettim ve resme geri dönmeye karar verdim. Ancak ortada bir sorun vardı; resim yapmayalı 10 sene olmuştu. Resim yapmak istiyordum fakat nereden başlayacağımı bilmiyordum ve haftalarca boş tuvalin önünde oturdum. Yine bu günlerden birinde, elime bir sanat kitabı aldım, şansa bakın ki kitap yere düştü ve tam da Vermeer’in ‘The Allegory of the Artist’ isimli eserinin olduğu sayfa açıldı. O resimde Vermeer’in aslında ışığı çizdiğini fark ettim ve ışığın anladığım bir konu olduğunu hatırladım. Bu andan sonra da resim yapmaya başlayabildim.

Resimleriniz çok gerçekçi ve öyküsel. Bu öyküleri kurguluyor musunuz, yoksa gerçek anlardan, mesela bir fotoğraftan referans alarak mı çalışıyorsunuz? Çizimler, fotoğraflar, hafızam ve hayalgücümü kullanıyorum. Bazen gerçekte tanık olduğum anları da referans olarak alıyorum. Şöyle bir örnek vereyim; bir gece New York’ta bir bardaydım, genç ve alımlı bir çift gelip yakınımda bir masaya oturdular. Bir süre yiyip içtikten sonra tartışmaya başladılar, kadın o kadar sarhoş oldu ki masada uyuyakaldı

Bugün Nigel Van Wieck dendiğinde, ister istemez, Edward Hopper’ın da adı geçiyor. Geçmişte sizi etkileyen diğer sanatçılar kimlerdi? Edward Hopper’ın resimlerini 1979’da New York’a geldiğimde gördüm ve bu işlerde de Vermeer’de gördüğümle karşılaştım; Hopper da ışığı çiziyordu... İşlerimde onun tarzını andıran öğeler olduğunun farkındayım, fakat bu teknikten çok ikimizin de yalnızlık temasını 195


Escape, Oil on panel, 16”x20”

ve adam kadını orada bırakıp gitti. Karşımda çok dramatik bir sahne vardı; boş bir odada, beyaz masa örtüsünün üzerine yığılmış yalnız bir kadın. O kadının hatırasını 10 sene sonra tuvale döktüm. Resimler için çizimler yapıyorum fakat resim yaptığım süreçte o resmin varacağı nokta dramatik bir şekilde değişebiliyor. Resim bazen bir yolculuktur, bazen de bir bakış açısı. New York’a ilk geldiğinizde bu şehir sizin için ne ifade etmişti? Buraya taşınmam benim için yeni bir başlangıç demekti, ve bu yenilik resme geri dönmemi de kolaylaştırdı. Karşımda yeni bir hayat, yeni arkadaşlar ve resim için yeni konular vardı.

pozlarından biri olduğunu biliyordum. Benim çizdiğim Odalisque de, Ingres’ın Grand Odalisque’i ile aynı pozda; kadın sırtını dönmüş, kışkırtıcı bir bakışla izleyiciye bakıyor. Figürün yer aldığı havuz başındaki mozaikler de bahsettiğim oryantalizme referans veriyor. Figürün bakışı çok etkileyici. İzleyici ile göz teması kurması onu bir nevi teşhirci yaparken, bizi de sanki röntgenci konumuna sokuyor. Figür ile izleyici arasına koyduğum havuz bir güvenlik yaratarak Odalisque’in seyirciye kışkırtıcı bir şekilde bakmasına izin veriyor. Aynı zamanda bu havuz bir kaleyi çevreleyen hendekler gibi koruma sağlayarak, izleyicinin karşıya geçmesine engel oluyor.

Bir gününüz nasıl geçiyor? Atölyemle evim Garment District’te birbirlerinden birkaç sokak uzaklıktalar. Garment District New York’un otantik bir bölgesi olduğu için her gün evimle atölyem arasında yaptığım yürüyüşten çok keyif alıyorum. Sabahtan akşama kadar atölyede resim yapıyorum, bazı akşamlar operaya gidiyorum. Yazın ise Central Park’ta insanları izleyip gözlem yapmayı seviyorum.

‘The Roofer’da ise, bizim dışımızda eserin içinde yer alan sahneyi izleyen bir karakter var. Buradaki bakış nedir? ‘The Roofer’daki bakış daha farklı. İzleyicinin tanık olduğu iki ayrı dünya var; güneşlendikten sonra bahçesiyle uğraşan bir kadın ve çatıyı tamir eden bir işçi. Bu sahneler, bize aslında hayatın akıp gittiğini hatırlatıyor.

Resimlerinizi üretirken izleyiciyi ne kadar düşünüyorsunuz? Resimlerim öyküsel oldukları için mutlaka bir izleyiciye ihtiyaçları var. Fakat çizmek tek başına yapılan bir eylem olduğu için, resim yapma esnasında öyküyü aslında kendime anlatıyorum.

Sıklıkla deniz ve yelken konularına geri dönüyorsunuz... Yelken yaptığım bir dönem oldu. Işığın yelkenlilerin üzerine vuruşuna ve yelkenin rüzgarla olan etkileşimine hayran olmuşumdur. Gökyüzü gibi, deniz de her gün bambaşka bir karaktere bürünüyor.

‘Odalisque’ adlı eserinizden bahsedelim. Sanat tarihi boyunca sıklıkla karşımıza çıkan, çıplak bir şekilde uzanan bu kadın figürü, Batı kültüründe harem kadınlarına verilen ada gönderme yapıyor. Ingres’ın dünyaca ünlü ‘Grand Odalisque’ eserinde olduğu gibi erotik içerikli eserlerde bir fantezi figürü olarak kullanılan bu figüre sizin yaklaşımınız nasıl oldu? Bu eseri yaptığım sırada 19. yüzyıl oryantalizmi ve erotizminden haberdardım, ayrıca bu pozun da sanat tarihinin en önemli

Working Girls serinizde erkek ile kadın arasındaki duygusal kopukluk çok bariz, aynı mekan içinde birbirlerine çok yakın durmalarına rağmen, fiziksel bir iletişimleri yok. Bu tür işlerinizde günümüz kadın-erkek ilişkilerine gönderme mi yapıyorsunuz? Sizin bahsettiğiniz yalnızlığı ben yalnız olmak olarak görüyorum, bunlar farklı şeyler. Erkeklerin ve kadınların yalnızlığı daha farklı tecrübe ettiklerini düşünüyorum. Günümüzde karşı cinsler arasında

XOXO The Mag


Q Train, Oil on canvas, 24”x36”

ve kompozisyonları eski ilgilerimle birleştirdiğim bu seri, dilimin gelişmesinde önemli bir adım oldu. Bu da işi taze ve canlı tutuyor.

iletişim eksikliği ve duygusal bir mesafe var. Working Girls serisi, kadınla erkek arasındaki güç ilişkisini irdeleyen karanlık resimlerden oluşuyor. Bu seride alegorik bir anlam da var; kadınlar bir yandan güzelliği ve sanatı temsil ederken diğer yandan günümüzde erkekler kadar takdir edilmediklerini bize hatırlatıyorlar. Bu arada küçüklüğümde iki sene boyunca bir hastanede hareketsiz bir şekilde yattım, psikoanalitik bir açıdan bakarsak, belki de bu yüzden işlerimde yalnızlık konusu sıklıkla ortaya çıkıyor.

Pastel ve yağlıboya ile çalışıyorsunuz, birini diğerine göre daha çok tercih ediyor musunuz? Bir resme başlamadan önce hangi materyali kullanacağınıza nasıl karar veriyorsunuz? Pastel elimin bir uzantısı gibi. Bazı malzemelerle doğal bir ilişki kurarken, bazılarına alışmak için o malzeme ile vakit geçirmek gerekiyor. Bir fikri araştırmak istediğim zaman, hem çizim hem resim yapabildiğim çok yönlü bir malzeme olan yağlı pasteli tercih ediyorum. Aynı zamanda bu malzeme resimlere bir sıcaklık katıyor, bu sebepten dolayı çocuk portreleri için de kullanıyorum. Yağlıboya ise çok özgürlük tanıyan bir malzeme olduğu için büyük boy işler yapmak istediğimde onu kullanıyorum.

Dancing seriniz ise capcanlı renkleri, pozitif bir ruh haliyle diğer işlerinizden çok farklı. Bu seriye başlamanızı tetikleyen ne oldu? Dancers resimlerim, seneler boyunca biriken fikirlerimin ve görsel temaların bir araya gelmesiyle oluştu. İşlerimin çoğu insan ve insan ilişkileri hakkında olmuştur, Dancers’da da insan ilişkilerini inceledim ama burada daha pozitif ilişkiler görüyoruz. 90’lı yıllarda aile ve çocuk portreleri çiziyordum ve portre ile kompozisyonum da değişmişti. Portre, özellikle sipariş üzerine yapılan portre, izleyiciyle bir iletişim kurma derdine sahiptir. Working Girls’deki sert çizgi ve ışık kullanımı, portrelere başladığımda yerini daha kıvrımlı çizgilere ve yumuşak ışık kullanımına bıraktı. İşlerimde hep irdelediğim insan ilişkileri bu sefer pozitif ilişkiler üzerine ve insanların birbirlerine dokunduğu, iletişim kurduğu kompozisyonlarla ortaya çıktı. Bu resimlerin içeriye dönük değil, aksine daha açık olmalarını istiyordum. O dönemde yeni bir konu arayışındaydım; dans, erotizmi ve öykü anlatmayı mümkün kılan bir konu olduğu için ilgimi çekti... Dans keyif verir, dans eden kişi kendini mutlaka mutlu hisseder. Bir profesyonel dansçı bu serim ile ilgili şunu söylemişti; “İnsanların önünde dans etmenin nasıl bir şey olduğunu biliyorum, acınızı unutmak için de dans etmenin ne olduğunu iyi bilirim ve bu resimler o tecrübeyi anlatıyor.” Ben de dansın yarattığı keyfi, danstan alınan hazzı çiziyorum. İzleyicinin dans pistinde olduğunu hayal edip, müziği ve bedenleri hissetmesini istiyorum. Yeni teknik

Elinize boya almak istemediğiniz dönemler oluyor mu? Bazı günler diğerlerinden daha zor olabiliyor ama ben ilhamın gelmesini beklemeye değil her gün çalışmaya inanıyorum. Bu düşünce tarzı ile devam ettiğim için de tıkandığım bir dönem olmadı. Bugünlerde ne üzerine çalışıyorsunuz? 70’lerde kinetik sanatla uğraştığınız gibi bundan sonraki çalışmalarınızda bir değişiklik görecek miyiz? Şu anda, Nisan ayında New York’ta Didier Aaron Gallery’de açacağım Connect sergisi üzerine çalışıyorum. Konularımda bir değişiklik söz konusu; seyahat ve iletişim temalarını araştırdığım resimlerdeki figürler yine yalnızlar ama cep telefonu gibi modern teknolojik araçlar sayesinde de başkalarıyla etkileşimdeler. Bu paradoksu araştırıyorum, bu insanlar gerçekten yalnızlar mı yoksa hep birlikte bir yalnızlık mı yaşıyoruz? Diğer bir seri ise karanlık bir otoyolda arabaların birbirini takip ettiği Chase. Bu resimlerde izleyici sürücünün bakış açısına sahip; dışarıdan sahneyi izlemek yerine resmin içinde yer alıp takibin heyecanını yaşıyor. 197


INTERVIEW/ E

ORKUN BULUT DUMAN

İkinci Big Bang: Y Kuşağı Birazdan okuyacağınız cümlelerin sahibi, son 3 yılda sıklıkla bahsi geçmeye başlayan ve negatif bir önerme halinde karşımıza çıkan Y kuşağına ait bir öğrenci. Üstelik bu etiketi önümüzdeki birkaç sene daha taşımaya devam edecek... Fark yaratmak, üretmek ve en önemlisi ne istediğini bilmek; bir kez daha keşfediyoruz ki, ne yaş ne de cinsiyet kabul ediyor. Şimdi, önyargılarınızı ve onu takiben hayretinizi bir kenara bırakma ve girişimin bir yaşı olmadığını düşünen gençleri dinleme vaktidir. röportaj dilan ceylan emektar fotoğraf koray polat

XOXO The Mag


Girişimcilik kariyerin ciddi anlamda ne zaman başladı? Toplumdaki eksikleri fark edip, bu hizmet açığını doldurmak amacıyla yaptığım ilk proje bir sumo robot eğitim sitesiydi. Bu projeyi İstanbul Bilim ve Sanat Merkezi’ndeki arkadaşlarımızla gerçekleştirdik. Amacımız sumo robot yaparak turnuvalara katılmak isteyenler için eğitici çevrimiçi materyal oluşturmaktı. Hazırladığımız ve videolarını çektiğimiz dersleri web sitesine koymanın yanı sıra, sumo robot sipariş ekranlarını da arayüze ekledik. Kullanıcılar robotlarını istedikleri gibi konfigüre edip, malzemelerini seçebiliyorlardı ve nihai çizimleri anlık olarak SketchUP tabanlı tarayıcı eklentimizde 3 boyutlu olarak görüntüleyebiliyorlardı. Bize gelen siparişlerin modellerini CNC ile kesip, montajını yapıp, kargoya verdiğimiz günleri hala unutamıyorum.

fayda sağlayacağı veya kar edeceği zamanı belirleyen değişkenler hep farklılık gösterir. Yine de benim için esas zor olan bir işe başlayabilmek. Bu yüzden boş bulduğum vakitlerde kafamdaki fikirlerden birini gerçekleştirip bir kenara koymayı ve daha sonra diğer kişilerle paylaşmayı tercih ediyorum... Bugüne kadar gerçekleştirdiğin projeler arasında seni en çok tatmin eden hangisi oldu? Ocak 2013’te NoMercyMC adında bir Minecraft oyun sunucusu ve topluluğu kurdum. Bu topluluğun amacı; Türkiye’nin farklı bölgelerinden, iyi zaman geçirmek isteyen gençleri bir araya getirmekti. Minecraft’ın gittikçe artan popülerliğine kayıtsız kalmaktansa, oyunun dinamiklerini değiştirip, onu çok kullanıcılı bir sisteme dönüştürmeye karar verdim. Forumlar, YouTube ve reklam panoları vasıtasıyla da projenin tanıtımını gerçekleştirdim. Site, günde ortalama en az 3.000 aktif ziyaretçiye ulaştı; nihayetinde de kampanyaları, çekilişleri, VIP üyelikleri ile kazançlı bir iş modeli haline geldi. Ekibimiz sekiz kişiden oluşuyor; oyunun düzgün yürümesinden, kullanıcılar arasında çıkan problemlerin çözümlenmesinden ve teknik problemlerin tespit edilmesinden sorumluyuz.

Kendi neslin adına Y kuşağı sınıflandırmasını veya genellemesini kabul ediyor musun? Nesiller arası fark olduğu kesin. Anneler WhatsApp kullanmakta hala problem yaşarken, çocukların bebek yaşta uygulama marketlerinde gezinip yeni teknolojileri deniyor olmalarını başka türlü açıklayamazsınız. Ancak ben Y kuşağı söyleminin güçlü bir dayanağı olduğunu düşünmüyorum. Kuşakları katı kurallarla genelliyor olmak bana yanlış geliyor. Örneğin Y kuşağının kendisinin olmayan düşünceleri eleştiri yağmuruna tuttuğu söyleniyor, ancak kuşağın çoğunluğu bence bu tanıma uymuyor. Eğer nesilleri bir şekilde gruplandıracaksak, Marc Prensky’nin “dijital göçmen” ve “dijital yerli” kavramlarını kullanmamız gerekir. Teknolojiye sonradan adapte olmaya çalışanlar ve içine doğdukları için hem zihinsel hem sosyal anlamda ona alışmış olanlar arasında ciddi farklar var.

“Öğrenci girişimci” kavramına nasıl bakıyorsun? Bu kavramın gün geçtikçe daha çok karşımıza çıkmasının temel sebebi sence ne olabilir? Girişimciliğin bir yaşı olmadığını düşünüyorum. İyi bir fikri olan, kendine güvenen ve dikkat edilmesi gereken anahtar noktaları bilen herkes girişimcilikte başarılı olabilir. İnternet ve açık akademi sistemleriyle artık herkes girişimci olmak için gereken teknik bilgiye kolayca erişebiliyor. Kendi bilgisini ele geçirmiş olan öğrenciler bu temeli kolayca atabildikleri için istedikleri doğrultuda yol alabiliyorlar. “Böyle bir fikrim var ama olur mu acaba?” sorusunun cevabını bulmak artık çok kolay olduğundan, öğrenci girişimci sayısının hızlanarak artacağını düşünüyorum.

Aldığın eğitimin yaratıcı süreçlerinle ilintili olarak avantajları ya da dezavantajları ne oldu sence? Ülkemizdeki eğitim sistemi insanları yaratıcılığa teşvik ediyor demeyi çok isterdim. Ancak ilkokulda, ortaokulda ve kısmen lisede aldığım eğitim beni hep belli problemleri tek bir açıdan görmeye, robot gibi aynı şeyleri tekrar ve tekrar yapmaya zorladı. Burada, eğitim gördüğüm okulları kötülemiyorum. Bence tekdüzeliğe öğrencilerin gerek yıl boyunca gerekse lise ve üniversite öncesi sınavlara tabi tutulmalarını zorunlu kılan ölçme değerlendirme sistemi sebep oluyor. Takip edilmesi gereken müfredatın dar ve ezberci olması da diğer bir sorun. Bu sistemden kaçma fırsatını, daha önce da bahsetmiş olduğum, üstün yetenekli çocuklara yeni olanaklar tanıyan bir eğitim kurumunda, İstanbul Bilim ve Sanat Merkezi’nde yaşadım. Bire bir görüşmelerle öğrencilerini kabul eden bu devlet kurumuna, okuldan sonra akşamüstü giderdik. Orada belli bir oryantasyon sürecinden geçtikten sonra bize istediğimiz alanlarda proje odaklı, yaşımızın ilerisinde, eğitim görme imkanı sundular. Ancak işime en çok yarayan bilgileri çevrimiçi dersler sayesinde edindim.

Planlarına sadık kalmaya çalışır mısın yoksa gidişata göre zaman zaman sapmalar oluyor mu? Yaptığım her işte kabataslak bir planım olur. Hedefimin ne olduğunu ve hangi adımları takip edeceğimi önceden belirlerim. Ancak iş, planı uygulamaya geldiğimde bu programa bire bir sadık kaldığımı söyleyemem. Teknolojiye merakım var ve o alanda her şey çok hızlı değişiyor. Bir gün bir projeye başlıyorum, ikinci gün biri zaten fikrimi gerçekleştirmiş oluyor. Bu yüzden adapte olabilmek çok önemli. Spontane yaşamayı, yapmadan önce düşünmeyi ancak yaparken anı yaşamayı seviyorum. Her zaman bir öncelikler listemin olması benim için yeterli. Her sabah uyandığında ilk göz attığın üç uygulamayı sorsak? WhatsApp, takvim ve e-mail.

İş hayatında beklediğini bulabildin mi? Sence bu sınırlarda, üretimlerin ve birikimlerinle bireysel olarak tatmin olmak mümkün mü? Gerçek anlamda bir iş hayatım olmadı. Staj yaptım, gönüllü projelerde çalıştım, şirketime odaklandım, ama bunlardan hiçbiri bilinen anlamda iş değildi benim için. Hepsi kendimi eğitmek ve tecrübe kazanmak için yaptığım projelerdi. Staj yaptığım beş firmanın beşinde de çok iyi vakit geçirdiğimi söyleyemem. Bana yaptıkları işleri anlatan insanları dinleyerek şu sonuca vardım: İş hayatı ne kadar baskıcı, sıkıcı olabiliyorsa da, yenilikçi ve girişimci kişiler kafalarına koyduklarını bir şekilde elde ediyorlar. Eğer tatmin olamayan biri varsa risk almıyor demektir. Sonuçta sistemin içinde kaybolup gitmek kendi tercihimiz değil mi?

Çalışmaya yarın başlayabilecek bir altyapın ve finansmanın olsa, ilk gerçekleştirmek isteyeceğin proje ne olurdu? Bunu sizle paylaşmam benim için çok avantajlı olmaz, değil mi? Sence dijital dünyanın en büyük sıkıntısı ne? Çok fazla içerik var... Daha doğrusu, internette niteliksiz, kendini yineleyen çok fazla bilgi var ve bunlar arasında istediğimize ulaşmak zor olabiliyor. Bunun en büyük sebebi interneti denetleyen hiçbir yapının olmaması. Her türlü düşüncemizi paylaşmak, başkalarının düşüncelerinden alıntı yapmak için uygun bir ortam. Aradığımız şeyi bulmayı bilmek, dijital kütüphaneci olmak bence dijital dünyada gereken en önemli yetenek... Bu arada “net neutrality” hareketi aklıma geldi. Aradığım bilgiye ulaşmamı kolaylaştıracak olsa da, bazı bilgilere erişimi kısıtlayacağı için internetin kesinlikle bağımsız olması gerektiğini düşünüyorum.

Eğer çok güvendiğin bir fikrin varsa, harekete geçmek için hangi anı beklersin? Gerçekten, bu an projeden projeye değişecektir. Projenin en çok 199


XOXO The Mag


Bu dosyayı okumaya başlamadan, küçük bir es verin, geriye yaslanın ve haftalık müzik tüketim alışkanlıklarınızı gözden geçirin; ileriye almaktan hiçbir şarkının sonuna gelemeden bitirdiğiniz albümler, bilgisayarınızın en kalabalık klasörünün bir kenarında, gölgede kalmış, açılmamış zip’li dosyalar, iTunes kendi kendine shuffle ederken sanki hayatınızda ilk defa duymuş gibi şaşırdığınız ama halbuki yaklaşık bir senedir sizin olan bir şarkı ve daha bunun gibi sayısız örnek... Peki neden kendimize bu kadar zulmediyoruz? Maalesef hazırladığımız dosya, bu sorunun cevabı değil, sorunun cevabını bulma yolunda size ilham verecek bir kaynak hiç değil. Diğer bir deyişle; balık tutmayı öğretmiyoruz, ekmek arası kızarmış balık ikram ediyoruz. İyi de yapıyoruz, çünkü bu, acınızı bir nebze de olsa azaltacak. Birazdan çevirmeye başlayacağınız 10 sayfada, bir yerlerde denk gelirseniz ‘next’ ikonuna basmamanız gereken 10 genç müzisyen, şarkı yazarı, solist ve grup var. 2015 onlar için güzel geçecek, sizin için de unutulmaz olmaması için bir neden yok. hazırlayan gazali görüryılmaz


FILE

Punk’tan rap müziğe uzanan, oldukça sıradışı bir yolculuğun var. Senin için her şey nasıl başladı? Ağırlıklı olarak müzikle ilgilenmeye dokuz yaşında başladım. O zamandan beri de farklı müzikleri keşfetmek için dinmek bilmeyen bir açlık hissediyorum. Sanırım bu ihtiyacın sonucu olarak çok küçük yaşta elimi müziğe kaptırdım, şu anda da kolumu kurtaramıyorum. Müzik işindesin fakat bildiğimiz kadarıyla gece hayatı ile pek aran yok. Bu perspektiften baktığımızda, müzik senin için eğlenceden çok bir terapi yöntemi diyebilir miyiz? Kesinlikle öyle. Bu özellikle aldığım bir karar da değil aslında, karakterimden dolayı bu şekilde davrandığıma inanıyorum. Evet, çok fazla dışarı çıkmıyorum, illa bir parti konseptine dahil olacaksam da bu ancak arkadaşlarımla bir araya gelip kendi halimizde vakit geçirmek oluyor. Tabii buna ne kadar parti denirse artık. Kendi limitlerini nasıl belirliyorsun? Diğer müzisyenlerin yaptıkları işleri dinliyorum ve kafamı boşaltıyorum. İnsanın kendine dönebilmesi ancak kendine yoğunlaşmadığında mümkün oluyor. Bu ruh halini seviyorum, en azından bana iyi geldiğini ve kendimi daha iyi tanıyabildiğimi düşünüyorum. Yaptığın işin en sıkıcı tarafları neler? Şarkı yazım ve kayıt süreci dışındaki hemen hemen her şey. Yaratmak için en büyük motivasyonun ne? Işıklar yavaştan söner, ortalık sakinleşir, telefonun daha az çalmaya başlar, gözlerinde hafif bir ağırlık olur, uyumaya niyetin yoktur. Gece, gündüzü alt etmiştir. İşte o anlar benim en motive şekilde çalışabildiğim zamanlar. Peki yaratım sürecinin başında, önce müziğe mi yoksa sözlere

mi yoğunlaşıyorsun? Duruma göre değişiyor. İki şekilde de yol alabildiğimi biliyorum. Senden bir alıntı; “Okuldakilerin bana bakmalarını sağlayacak bir neden yaratmak istiyordum. Bu yüzden her gün okula, rengarenk, katmanlı, o sıralarda kimsenin cesaret edemediği şekilde giyinerek ve saçlarımı da her gün farklı bir hale sokarak gidiyordum.” Peki bugün kendine özgü bir tarzın olduğunu düşüyor musun? Sanırım bu konuda biraz tembelleştim, yani evden çıkarken ne giyeceğimi eskisi kadar çok düşünmüyorum. Fakat, stil sahibi olmak ya da kendi stilini yaratmış olmak yaşadığın dönemle değişen bir durum değil, bu davranış biçimi bir süre sonra tüm yaşamınızı ele geçiyor. Şu anda biraz daha rahatlık ön planda benim için, o gün nasıl hissediyorsam, bu ruh halim kıyafetlerime de yansıyor. Moda markalarıyla işbirliği yapmayı hiç düşündün mü? Evet, bu konuda çok istekli ve hevesliyim. Hatta bir unisex koleksiyon üzerinde çalışmaya başladım bile. Unisex bir koleksiyon yaratma isteğinle müziğindeki cinsiyetsizlik arasında fikri bir bağlantı var mı? İlk zamanlarda insanlar benim kız olduğumu düşünüyordu ve bu durum kafamı çok karıştırıyordu, eh içten içe de sinirleniyordum. Fakat sonrasında bunun sırtımda bir yük olmadığını aksine beni diğerlerinden ayıran, kendimi eşsiz hissetmemi sağlayan bir artı değer olduğunu görmeye başladım. Birlikte çalışmak istediğin özel biri var mı? Uzun zamandır aklımda olan tek isim, Mac DeMarco! 2015’te neler deneyimlemeyi umuyorsun? Bir Amerika turu yapsam hiç fena olmaz.

XOXO The Mag


Üçünüz de farklı coğrafyalardan ve kökenlerden geliyorsunuz. Nasıl oldu da bir araya geldiniz ve birlikte müzik yapmaya karar verdiniz? Ben uzun bir süre evimde kendi kendime müzik yaptım. Sonra grup müziği yapmaya karar verdim ve forumlarda dolaşırken bas gitaristimiz Mikey ile tanıştım. Ardından ikimiz birlikte müzik yapmaya başladık ve çok geçmeden de bir arkadaşımızın ev partisinde Olly ile tanıştık. Hemen ertesi gün Olly’ye bize katılmasını teklif ettik ve Years & Years son formuna ulaşmış oldu.

bizim aramızdaki ilişkide karışıklık anlayış ve güven var. Onlar bizi sürecin yaratıcı kısmında oldukça serbest bırakıyorlar. Bu anlamda olumsuz bir yaptırımla karşılaşmadık. Bir şirketle çalışıyor olmanın, özellikle Polydor gibi büyük bir şirketle çalışmanın tek zorlayıcı tarafı üzerimizde hissettiğimiz baskı. Önceden videolarımızı kaç kişinin izlediğini önemsemiyorduk fakat büyük bir şirketle çalışınca beklentiler de büyük oluyor. Yine de tabii bu pozitif bir baskı. Sizce yeni dijital kanallar müziğin yayılımını ve dağıtımını ne oranda değiştirdi? İnternetin müzik yayılımına sağladığı katkıdan çok, müzik teknolojilerinin gelişimi bizi daha çok kendine hayran bırakıyor. Eskiden evde oturup bir demo kaydetmek çok zordu, daha doğrusu bu demonun ses kalitesi çok ama çok amatör oluyordu. Şu anda bir laptop ve ufak bir keyboard’la, hatta ve hatta iPad veya iPhone yazılımlarıyla neredeyse kusursuz sayılabilecek bir kalitede müzik yapabiliyorsunuz. Bu rahatlık yaratıcı alanda müzisyenlere büyük bir serbestlik sağlıyor.

Years & Years sürekli dans müziği ile yumuşak elektronik tonlar arasında gidip geliyor. Bu özellikle seçtiğiniz bir yol mu, yoksa yarattığınız sound’u o anda hissettikleriniz mi belirliyor? Biz müzikle alakalı hiçbir zaman seçim yapmadık, hiç yazılı bir planımız olmadı yani. Ben ilk zamanlarda piyano, gitar ve davul gibi canlı enstrümanlar çalıyordum fakat bir süre sonra elime gitarı aldığımda ilk anki heyecanımı hissetmemeye başladım. Tam o sıralarda Olly de house müziğe merak sarmıştı. Hepimizin elektronik müziğe eş zamanlı merakının artması sonucu bir gün stüdyoya girdik ve şarkı yazmaya başladık. İlk EP’mizdeki tüm şarkıları neredeyse bir hafta içinde tamamladık. Bu nedenle ortaya çıkan sound’un ne yönde olacağı konusunda önceden kimsenin fikri yoktu.

Boş zamanlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Müzik dışında da sıkça bir araya geliyor musunuz? Aslına bakarsanız pek de boş zamanımız olmuyor. Daha doğrusu boş zamanı nasıl tanımladığınıza göre de değişir durum. Ben mesela hemen her gün müzik yapıyorum, bunu gün içindeki ana uğraşım olarak değerlendirdiğimde, onun dışında kalan zamanlarda da müzik yaptığım için aslında sürekli aynı işle uğraşmış oluyorum. Bu hepimiz için geçerli, o yüzden şu anda müzik hayatlarımızı ele geçirmiş durumda.

İlk EP’nizi yayınladıktan sonra plak şirketleriyle görüşmelere başlamışsınızdır. Onlar üzerinden, müzik endüstrisinin yaptırımları ile nasıl baş ediyorsunuz? İlk single’ımızı tamamen kendi imkanlarımızla yayınladık. Sonraki iki single ‘Real’ ve ‘Breath’te ise Fransız bir plak şirketi ile çalıştık. Şarkılarımızdan birine video çekmek istiyorduk ve ‘Real’ için yine kimseden yardım almadan bir video hazırladık. Zaten her şey ‘Real’ın videosunu yayınladıktan sonra başladı diyebilirim. Birçok plak şirketi ile görüştük ve en sonunda Polydor ile anlaştık. Polydor ve

2015’te neler deneyimlemeyi umuyorsunuz? Şu ana kadar Fransa, Almanya ve İspanya gibi ülkelerde canlı performanslarımız oldu. Biliyorum daha yolun çok başındayız ama eğer daha uzun bir turne organize edebilirsek, umarım İstanbul’da da canlı çalma fırsatı yakalarız bu yıl. 203


FILE

Nasıl bir araya geldiniz? 2011’in sonlarında tanıştık ve tanıştığımız ilk gece Kate Boy’un tohumları atıldı.

çıktığımızda hepimiz aynı kıyafetleri giyiyoruz.

Kate Boy, aynı zamanda hayali dördüncü elemanınızın adıymış. Neden böyle bir karakter yaratmak istediniz? Bu karakter bizim için bir ihtiyaç veya zorunluluk değil, müzik yarattığımızda tam olarak neler hissettiğimizi tasvir edebildiğimiz en doğal araç. Biz geleneksel anlamda bir müzik grubu tanımına uymuyoruz. Ne grup elemanlarının daha önceden belirlenmiş rolleri var ne de aramızdan biri grubun geri kalanına önderlik ediyor. Gerçek bir işbirliğinden bahsediyoruz. Cinsiyetler arasındaki çizgi oldukça belirsiz. Kate Boy ne kadına ne de erkeğe odaklanıyor; o sadece üçümüzün bir araya gelmesiyle ortaya çıkan mistik ve androjen bir ruh. Müzik yapıyor olmanın en çok nesinden zevk alıyorsunuz? Müzik yapmak bulmaca çözmek gibi, bu da bize göre müzikle uğraşıyor olmanın en inanılmaz tarafı. Kendimizi dolu hissediyorsak, üretim sürecinin her aşaması çok ama çok hızlı ilerliyor. Bazen de tıkanıp kalıyoruz ve bunun üstesinden gelmek için çok fazla zorluğu bertaraf etmeye çalışıyoruz. Müzik yapmanın en büyüleyici yanı da birbirimizin vizyonunu şarkılarımızda görebilmemiz. Görsel sanatları müziğinize nasıl entegre ediyorsunuz? Müziği sadece bir ses bütünü olarak duymanın yanında, ona eşlik eden görselleri de izlediğinizde, tek başına sesin size yaşattığı hislerden çok daha fazlasına erişmiş oluyorsunuz. Başka bir deyişle, görsellik, sesin içinde gizli olan hisleri ortaya çıkarmaya yardımcı oluyor. Tamamıyla farklı bir deneyim yakalayabiliyorsunuz. Biz de bunu, görsel sanatları canlı performanslarımıza ve müzik videolarımıza entegre ederek başkalarına yaşattırmaya çalışıyoruz. Ayrıca, kıyafetlerimizle de bir söylem ortaya koymaya çalışıyoruz. Kate Boy adı altında tek vücut olmamızı temsilen, sahneye

Yaratıcılığı nasıl tanımlarsınız? Neredeyse yedi ayı karanlık ve kışla geçen bir ülkede yaşamak yaratıcılığınızı nasıl etkiliyor? Yaratıcılığı tetikleyen ilham garip zamanlarda gelir ve bir anda, tam da ihtiyacın olduğunda kaybolur. Bu yüzden bu konuda kendimizi fazla zorlamıyoruz ve her şeyi akışına bırakmayı tercih ediyoruz. Kış ayları uzun malum, ve bazen zorlu geçebiliyor ama biz bu durumu da yaratıcılığımıza destek olacak şekilde avantaja çevirmeye çalışıyoruz. “Evde oturmanın zamanı değil, dışarı çıkın.” diye zorlayan bir güneşin olmaması, stüdyoda kalarak müzik üretme konusunda bizi teşvik ediyor. Ayrıca, bu karanlığın içinde insan biraz da olsa sıcaklık arıyor. Ve biz de karanlığa karşı pozitif şarkılarla savaşıyoruz. Multidisipliner yaklaşım, müzik piyasasında bir hayli popüler olmaya başladı. Bu durum özgün bir iş ortaya koymak için sizi zorluyor mu? Bu zorlama zaten müzisyenin ve sanatçının sürekli hissetmesi gereken bir şey. Çünkü bu motivasyonla yapılan müzik veya sanat, ortaya çıktığı anda çevresinde ne olup bittiğini önemsemeden yoluna devam eder. Yaratımın her anında özgün olmak, henüz ulaşamadığınız kitlelere de sesinizi duyurmanızı sağlayacak en etkili promosyon aracı. Bizim için, şarkı yazımından prodüksiyona, mix aşamasından videoya tüm sürecin bir parçası olmak takip edilecek tek yol. Bu akış içinde de başka insanlarla çalışmayı, kendi dünyamıza yeni yaklaşımlar getirmelerini seviyoruz. Bu yıl neler deneyimlemeyi umuyorsunuz? İlk albümümüzü yayınlamak, insanlara duyurmak ve şarkılarımızı konserlerde onlarla paylaşmak birinci dileğimiz. Geçtiğimiz iki yıl sürekli seyahat ettik ve bu bize şarkı yazımı konusunda oldukça ilham verdi. Artık ortaya çıkıp, dinleyenlere bir süredir neler yaptığımızı, neler yaşadığımızı ve nasıl hissettiğimiz göstermek ve onlarla birlikte müziği bir kere daha deneyimlemek istiyoruz.

XOXO The Mag


Çevreni dikkatli bir şekilde gözlemler misin? Etrafında olup bitenler yaratıcılığını etkiliyor mu? Pek etkilediğini sanmıyorum. Çalışma ortamım, çevresel etkenlerden arındırılmış, beyaz ve temiz bir alan. Benim için yaratım yapacağım alanın temiz ve düzenli olması gerekiyor. Öbür türlü strese giriyorum ve etrafı toparlamaktan çalışmaya fırsat bulamıyorum.

Kuzeyli Anna ve güneyli Brady nasıl bir araya geldi? Aslında burada tanışma hikayenizden çok, duygusal olarak nasıl bağlandığınızı merak ediyoruz. Anna of the North’tan önce hayatınız nasıldı, şu anda birlikte müzik üretmek nasıl bir his? Melbourne’da okuduğum zamanlarda Brady’nin performanslarından birine gitmiştim, ilk defa orada tanıştık. İşin aslı, Anna of the North projesine başlamadan önce birbirimizi gerçek anlamda tanımıyorduk bile. Sadece birkaç ortak arkadaşımız vardı ve Facebook üzerinden tek tük konuşmalarımız dışında birbirimiz hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Okuldan sonra ben Norveç’e geri döndüm ve işte o zaman birlikte müzik yapmaya karar verdik. İlk single’ımız ‘Sway’i yayınladıktan iki ay sonra Brady de Norveç’e taşındı ve işte şu an buradayız. Anna of the North yolculuğunun başlamasıyla inanılmaz zamanlar geçirdik. İlk performansımızı 500 kişinin önünde, Seinabo Sey’in ön grubu olarak gerçekleştirdik. Her şey o kadar hızlı ilerliyor ki hala ne olup bittiğini anlayamadım bile.

Sosyal medya ile aranız nasıl? Sosyal ağları pazarlama aracı olarak mı kullanıyorsunuz yoksa kişisel paylaşımlar için mi? Genel olarak o anda ne paylaşmak istiyorsak onu paylaşıyoruz. Sanırım sosyal medya araçlarını daha çok kişisel haller ve ilham verici içerikler için kullanıyoruz. İnsanların bizi takip etmelerini, hem grupça hem de kişi bazında nasıl insanlar olduğumuz ve yaşam tarzlarımız hakkında fikir sahibi olmalarını istiyoruz. Şahsen, gerçek içerikler paylaşmanın, hayali bir dünya kurmaktan daha samimi olduğunu düşünüyorum. Teknoloji hayatınıza artı değer katıyor mu? Teknoloji bizim her şeyimiz. İlk kaydımızın büyük bir kısmını Skype üzerinden tamamladık ve şarkıların genel fikirlerini telefonlarımızdaki uygulamaları kullanarak yaratıyoruz.

Müziğiniz bazen melankolik ve karamsar bazen de umut dolu hisler uyandırıyor. Peki sizin asıl paylaşmak istediğiniz şeyler neler? Bu, cevaplaması gerçekten çok zor bir soru ve paylaşmak istediklerimizi tam olarak nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum. Biz sevdiğimiz ve duymak istediğimiz müziği yapıyoruz. Umarım ki müziğimiz dinleyenlere ilham veriyordur ve hissetmedikleri duyguları yeniden hissetmelerini sağlıyordur.

Sana en çok ne ilham veriyor? Doğa tarihi uzmanı David Attenborough’un kendisi, sesi ve hayvanları. Yatmadan önce her gece programlarından birini kesinlikle izliyorum. Gün içinde en çok neyin hayalini kuruyorsun? Son zamanlarda gözümü ne zaman kapatsam rahat bir kanepe görüyorum. Çok acil olarak yeni bir kanepeye ihtiyacım var.

‘Oslo’ parçasında bu şehir için “evim” diyorsun. Oslo’nun sosyal ortamını nasıl tarif edersin? Oslo çok ama çok küçük bir şehir, burada yaşayan hemen herkesin Facebook’ta birbiriyle en az 30 ortak arkadaşı var. Dışarıya her çıktığınızda ise mutlaka tanıdığınız birini görürsünüz. Tüm bu ufaklığına rağmen çok sevgi dolu bir yer. Bence tek problemi, kışları insanların kış uykusuna yatma eğiliminde olması.

2015’te neler deneyimlemeyi umuyorsunuz? Umuyorum ki 2015 bizim için iyi bir yıl olacak. Yeni müzikler üretmeye başladık bile, henüz yolun başında olduğumuzu düşünürsek eğer, üzerinde harcadığımız her saniye bizi çok heyecanlandırıyor. 205


FILE

Marian Hill’i hayata geçiriş sürecinizden başlayalım. Biz birlikte büyüdük ve aşağı yukarı aynı dönemde kendi şarkılarımızı yazmaya başladık. İkimiz de ayrı ayrı kendi müziğimizi yapıyorduk. Araya uzun bir süre ve ayrılıklar girdikten sonra üniversitede tekrar bir araya geldik ve birlikte müzik yapmaya başladık. Yine ayrı kaldığımız dönemlerden birinde, Jeremy yazdığı bir beat ile eve geldi, ben de üzerine sözleri yazmaya başladım ve tüm şarkıyı iki günde tamamladık. İlk single’ımız Whisky’nin hikayesi böyle gelişti. Şarkıyı birkaç bloga gönderdik, sonrasını siz de biliyorsunuz zaten.

şarkılarımızdaki her dokunun, hücrenin ve en ufak elementin içinde dahi yoğun bir şekilde yer alıyor.

Sound’unuz, soft R&B’nin elektronik müzikle ve soul’la buluşması şeklinde tanımlanabilir. Siz kendi müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tanım kulağa oldukça güzel ve keyifli geliyor fakat bizim tarafımızda, Marian Hill’in ses stilini tanımlamak aslında pek de eğlenceli değil. Keşke müziğimizi tanımlamak play tuşuna basıp onu dinlemek kadar kolay olsaydı ama böyle bir imkanımız olmadığına göre, kısaca electronic/R&B/blues yaptığımızı söyleyebiliriz. Hatta, tarzımızı “Ella Fitzgerald’ın Drake’le buluşması” diyerek de özetleyebiliriz.

Sizce ideal bir çalışma ortamı nasıl olmalı? Her şeyden önce rahat olması gerekiyor. Ve biz işin rahatlık kısmına sonuna kadar hakimiz diyebiliriz. Zira şu ana kadar Jeremy’nin yatak odasındaki stüdyoda veya ailesinin evinin bodrum katında şarkılarımızı kaydettiğimiz için, üzerimizde pijamalarla ya da sadece iç çamaşırlarımızla çalışacak kadar rahattık. İleride işler büyür ve değişir mi emin olmak zor, fakat şimdilik içinde bulunduğumuz salaş konfor bize yeterli.

Her müzisyen kendi arzu ve ihtiyaçlarını tatmin etmek için müzik yapar. Peki sizin motivasyonunuz nedir? En iyi şarkıyı yapmak. Şaka bir yana, bizim için müzik yapmak; bazı temel doğrulara dayanan tek bir fikir üzerinde yoğunlaşıp, bu fikir üzerine üretmek ve yaratmak demek. Whisky’de baskın davul çiftleri ve kışkırtıcı bir vokal stili var. Bazı müzisyenlerin ve sanatçıların aşırı prodüksiyon detaylarının içinde boğulduğu günümüzde, sizin gibi sade kalabilmek oldukça değerli. Peki siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? ‘Less is More’ sizin için bir şey ifade ediyor mu? Kesinlikle. Minimalist estetik, Marian Hill’in başlangıcından bu yana sahip olduğumuz en önemli değerlerden bir tanesi, ki Whisky de bu duruşumuzu somut olarak gösterdiğimiz ilk şarkı oldu. Sadelik,

Müziği bir ifade biçimi olarak değerlendirdiğinizde, onun sizi kendine hayran bırakan özellikleri neler? Herhangi bir melodinin kültürler ve zamanlar arasında dönüşmesi, bulunduğu koşullara uyum sağlaması ve yaşaması, müziğin sahip olduğu inanılmaz evrenselliği gösteriyor. Tek başına bu bile bizi hayrete düşürmeye yetiyor. Müzik tek kelimeyle bir sihir.

Hayattaki öncelikleriniz neler? Sadelik, zariflik ve şıklık. Kısa veya uzun vadede yapmak zorunda olduğunuz işlerin bir listesi var mı? Şu an için ufukta bir EP görünüyor, yılın sonlarına doğru da albüm gelecek. Eh bunlara bir de konser tarihlerini eklediğimizde liste çoktan dolup taşmış oluyor. İşler her geçen gün daha da yoğunlaşıyor ama biz bu duruma bayılıyoruz. Marian Hill bir tipografi posteri olsaydı, üzerinde ne yazardı? “Sen benim viskimsin, benim olacaksın.” 2015’te neler deneyimlemeyi umuyorsunuz? Aşk, sıcak çikolata, Montréal, uzun araba yolculukları, Londra, Frosted Flakes ve çok ama çok müzik.

XOXO The Mag


İlk EP’in Candy’den biraz bahseder misin? Candy, güneşli Los Angeles’ın, güneşin en tepede olduğu zamanlarında kaydedildi. Kanyonlardan gelen ekolu vokaller, bolca güneş yanığı ve farklı tutkulara ithaf edilmiş sevgi sözcüklerinden oluşuyor.

Genelde aşkı ve ilişkileri anlatan, duygusal şarkı sözleri yazıyorsun. Kendini hiç politikayla veya çevre sorunlarıyla alakalı şarkılar yazarken hayal edebiliyor musun? Tabii ki. Zaten bu, müzisyenin doğasında olan bir durum. Sadece dışavurum şekilleri ve zamanlamaları farklılaşabiliyor. Eskiden aşk ve ilişkiler dışında da birçok şarkı yazıyordum fakat şu anda aşk temalı sözler yazıyor olmamın sebebi içimden taşan duygular olsa gerek. Edebiyatın her türlüsünü sevsem de aşk sözcükleri yazmak her zaman favorim oldu, bu üretimin insanı kendine çeken ve bağlayan bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Ve bu iletişimi deneyimleyebilmek tarifsiz bir his.

Yaşam tarzın müziğine nasıl yansıyor? Eskiden New York’ta yaşıyordum, sonra Los Angeles’a taşındım. Kalabalıktan uzaklaşmayı tercih ettim ve hatta burada şehrin dışında bir ağaç evde yaşıyorum. Yani neredeyse münzevi bir hayatım var ve bence doğanın, günlük yaşamın, sosyal hayatın, kısacası etrafımızı sarmalayan her şeyin özü sadelikte gizli. Buna paralel olarak, yazdığım şarkıları da hem enstrüman kullanımı hem de prodüksiyon anlamında sade tutmaya gayret ediyorum. Ayrıca, son birkaç yıldır, müziğimi ne kadar kendi haline bırakırsam yankısının da aynı oranda daha güçlü olduğunu keşfettim.

Biraz da çalışma yönteminden bahsedelim. Seni diğer müzisyenlerden ayıran özel bir yöntemin var mı? Aslında şarkı yazım yöntemim ve çalışma sürecim sürekli değişiyor. Bazen çok hızlıca şarkının genel hatlarını yazıyorum ve başından kalkıyorum. Aradan bir süre geçtikten sonra taze kulakla tekrar şarkıya dönüyorum ve bu sayede aynı çember içinde dönmekten kurtulmuş oluyorum. Bazen de sadece eski, artık pek de kullanılmayan enstrümanları kurcalıyorum, sanki sihirli lambanın içinden cin çıkacakmış gibi, bu enstrümanların bir çeşit voodoo etkisine sahip olduğuna inanıyorum.

Yaşadığın evin seni en çok cezbeden tarafı ne? Geçtiğimiz günlerde ağacın tepesinden aşağı indim ve evin içinde yeni bir yer keşfettim. Daha önce bilmediğim, yüksek tavanlı bir oturma odası daha varmış, hatta içinde de bir adet eski wurlitzer duruyor. Sanırım şu an evimin beni en çok mutlu eden tarafı bu. Müzik dışında, kendini nasıl tanımlıyorsun? Son birkaç yıldır, müzik, hayatımı o kadar yoğun bir şekilde ele geçirdi ki, şu an düşündüğümde aklıma hiçbir şey gelmemesine şaşırmıyorum bile.

Seni eğer bir döneme yerleştirecek olsak bu kesinlikle 70’ler olurdu. Bu çıkarımı hem müziğine hem de kişisel stiline dayanarak yapıyoruz. Peki sen kendine baktığında ne görüyorsun? Fütüristik space rock etkileşimli 70’ler.

Yalnızlık korkularını yenmekle uğraşan insanların aksine, sen yalnız olmayı bilerek seçiyorsun. Tek başına olma hali seni nasıl besliyor? Sanırım şehir merkezinde oturup günlük hengameden kaçınmaya çalışmaktansa, bir ağacın tepesinde yaşarken zamanın takibinden kurtulmak çok daha kolay. Şöyle hayal edin; saatlerce pür sessizliğin içinde oturmuş müzik yazıyorum ve ağaçtan meyve yiyorum. Evet, bu noktada yalnızlıktan beslendiğim söylenebilir. Hatta açık yüreklilikle şunu söylemeliyim: İçe dönüş hiç bu kadar lezzetli olmamıştı.

Son zamanlarda neler dinliyorsun? Elvis Presley ve Major Holley’ye takılmış durumdayım. Ama lütfen beni kimse bundan kurtarmasın, halimden çok memnunum. Bu yıl neler deneyimlemeyi umuyorsun? Muhtemelen bir papağan alıp, ona ses eğitimi verdikten sonra, birlikte düet yapmaya çalışmak. Bu tabii ki bir umuttan çok hayal, sanırım. 207


FILE

YouTube üzerinden keşfedilme hikayeni anlatır mısın? Her şey kişisel merakım sonucu gelişti aslında. Uzun bir süredir müzik yapıyordum ve artık daha fazla kendi kendime şarkı söylemek istemediğimi fark ettim. Bir gün, acaba insanlar şarkılarımı dinlerlerse ne hissederler diye düşündüm ve bir video çekerek YouTube’a yükledim. Yanlış hatırlamıyorsam bir hafta bile geçmeden menajerim benimle iletişime geçti. Gerisini biliyorsunuz zaten. Peki sen kendi sesini nasıl keşfettin, seni bu konuda yönlendiren biri oldu mu? Müzik öğretmenim Bayan Sarr’ın sesimi keşfetme konusunda bana çok büyük katkısı oldu. Yetenekli bir müzik insanı olmasının yanında, karakter olarak da çok iyi biriydi. Okuldayken sesimi ilk olarak o keşfetti ve hatta beni National Youth Jazz Orchestra’ya da tavsiye eden oydu. İlk EP’in ‘Wrong or Right’ı yayınladıktan hemen sonra Jools Holland’ın programına katıldın, birçok kapalı gişe konser verdin ve bunun gibi daha birçok başarı örneğin var. Bu derece hızlı ve büyük bir başarı yakalayacağını tahmin ediyor muydun? Bu işe, çıktığım yolculuğun her anından zevk almak dışında hiçbir beklentim olmadan girdim. Ben her günümü hala şarkı söyleyebiliyor olmanın memnuniyeti ile geçiriyorum. Birçok müzik otoritesi tarafından 2015’te takip edilmesi gereken müzisyenlerden biri olarak gösterildin. Bu durumun müzik kariyerine katkı sağladığını düşünüyor musun? Onurlandırılmak insanın kendine güvenini daha da sağlamlaştırıyor ama bir taraftan da beklentileri karşılamayla ilgili endişe duymana sebep olabiliyor. Ben halihazırda kendi limitlerimi zorladığımı düşünüyorum, bu nedenle üzerimdeki baskıdan çok da etkilendiğimi söyleyemem. Çok hızlı bir şekilde yükseldin, bu ivmenin getirebileceği zorluklardan çekinmiyor musun? Pek çekindiğimi söyleyemeyeceğim. Başkalarının düşünceleri yüzünden insanın kendini negatif motive etmesini kabul edemiyorum. Ayrıca kimsenin, benim kendimden beklediğim kadar benden bir şey

beklediğini de hayal edemiyorum. Şarkılarında hüzün ve mutluluğu bir arada taşıyorsun. Yarattığın bu kontrastın farkında mısın? Sanırım bu, müziğimin karakteristiğinden çok benim kim olduğumla alakalı bir durum. Beni ben yapan, mutluluk, neşe ve acı gibi hisleri ne oranda yaşıyorsam bu da sound’uma o derece yansıyor. Sohn ile birlikte çalışmak nasıl bir deneyim oldu senin için? Sohn, iyi bir müzisyen ve şarkı yazarı olmasının dışında çok düzgün bir insan. Onunla çalışma fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Çağdaş soul müzik ve türün yeniden yükselişi hakkında ne düşünüyorsun? Açıkçası, ben bunun bir diriliş olduğunu düşünmüyorum. Bir şekilde bir yerlerde soul müzik her zaman vardı. Her ne kadar 90’ların jazz etkili R&B’sini şu anda Amy Winehouse ve electro soul formatında duyuyorsak da, soul kalbe konuşan bir müzik ve bence hepimizin kalbinin konuşulmaya ihtiyacı var. Sesini tüm dünyaya duyurma hazzının yanında, şarkı yazım sürecinin başka hangi özelliği seni en çok etkiliyor? Yalnızca bir fikirden koca bir şarkı inşa etmek çok özel bir duygu. Tüm ayrık parçaları bir yere yığıp bundan anlamlı bir yapı oluşturma süreci büyük bir keyif. Kimse farkında olmasa da bir şarkı son haline gelene kadar o kadar çok değişikliğe uğruyor ki son ürünü görünce bazen ben bile hayrete düşüyorum. Kendini müzik dışında farklı yaratıcı alanlarda üretim yaparken görebiliyor musun? Belki. Ama şu anda sadece müziğe yoğunlaşmak ve bu hayattaki yerimi anlamak istiyorum. Henüz çok gencim ve daha keşfetmek için çok zamanım olduğunu düşünüyorum. 2015’te neler deneyimlemeyi umuyorsun? Şarkılarımdan birini büyük bir Hollywood yapımının soundtrack albümünde görmek beni gülümsetebilirdi.

XOXO The Mag


Müziği hayatının merkezine yerleştirdiğin süreci biraz anlatır mısın? Sample’lar toplayıp, bunları çeşitli müzik yazılımlarında anlamlı bir bütün haline getirmeye çalıştığım sıralarda henüz 16 yaşlarındaydım. Bu, profesyonel kariyerimin başlangıcı değil tabii ki, Kartell’i tam anlamıyla 2011’de hayata geçirdim.

döndüğümde daha yaratıcı olabiliyorum. Peki sence dijital çağda müzik yapmanın hayatını kolaylaştıran yönlerinin yanı sıra zorlu tarafları var mı? Kendimi %100 dijital çağın çocuğu olarak görüyorum. Şu an baktığımda, eğer internet olmasaydı işler benim için nasıl gelişirdi hiç emin olamıyorum. Dijital imkanlarla her şey o kadar kolay halledilebiliyor ki aynı gün içinde prodüksiyonunuzu tamamlıyor, kapak görselini hazırlıyor ve albümü yayınlıyorsunuz. Eş zamanlı olarak da adınız blog ağı üzerinden yayılıyor ve kısa sürede de ilk performansınız için teklif alıyorsunuz. Yerinizden bir santim bile kımıldamadan tüm bunları gerçekleştirebiliyorsunuz. Fakat tüm bu fırsatların yanında, göz ardı edilmemesi gereken bir süreç de var. Belirli bir noktaya geldiğinizde, düzgün bir yapısal oluşumun içinde olmak veya bu yapıya kendi içinde sahip olmak çok önemli. Bu nedenle de bana bir ekip olarak yaratmak ve üretmek konusunda yardımcı oldukları için plak şirketim Roche Musique ile çalışmaktan çok memnunum.

Müziğini tanımlarken R&B ve nu-disco gibi birbirinden oldukça farklı iki türü aynı cümle içinde kullanmak bir şekilde mümkün oluyor. Bu sound’u nasıl yarattın? Yayınladığım iki EP’den önce yaptığım ilk şarkıda çok farklı sample’lar kullandım; orada disco, soul ve funk gibi birçok türden etkileşimler bulmak mümkün. Genel olarak, ‘high pitch’ sesler, piyano loop’ları, bazen de ufak bir sample kullanarak üzerinde çalıştığım şarkının bende birtakım hisler uyandırması için uğraşıyorum. Farklı türlerde müzik üretmek benim için bir ihtiyaç, kendimi asla tek bir tarzın altında etiketlemek istemem. Bir gün hip hop prodüksiyonu, bir sonraki gün ise bir house parçası yapabilirim. Bu durumun getirebileceği hiçbir şeyden de korkmuyorum.

Senin için hangisi daha önemli; teori mi yoksa önsezi mi? Kesinlikle önsezi. Teori, müzisyenin aklındaki fikirlerin bir kompozisyona dönüş sürecini hızlandıran bir araç sadece. Ben, muhtemelen müzik eğitimi almış kişilere göre doğru sesi bulabilmek için daha çok vakit harcıyorum fakat önemli olan süreç değil sonuç. Sadece teori ile yaratım imkansız, fakat önsezi ile yapılabileceklerin sınırı yok.

İlk şarkını tamamladığın anı hatırlıyor musun? Şarkıyı upload etmek için beklerken neler hissetmiştin? Yayınladığım ilk çalışma ‘La Jeunesse Retrouvée’ydi; Kartell ismi ondan sonra duyulmaya başladı. Şarkının üzerinde harcadığım her dakikayı tabii ki çok net hatırlıyorum, aklımda kalan en belirgin his ise heyecan. İlk defa tam olarak duymak istediğim kalitede bir iş yapmıştım. Ama tabii şarkı bana çok güzel gelse de, video yüklemenin işe yaracağını hiç düşünmemiştim.

Diyelim ki yönetmensin ve bir müzik videosu çekmen gerekiyor. Hangi grup veya müzisyenin videosunu çekmek isterdin? Dinlediğimde gözümün önüne farklı görsellerin, aklıma orijinal fikirlerin geldiği iki isim var. Birincisi Fransız ikili Paradis, diğeri de aynı plak şirketine bağlı olduğum, yakın arkadaşım Darius. İkisi de evrene doğru notaları göndermek konusunda inanılmaz yetenekliler.

Şarkı yazım sürecinde, aklındaki fikirleri sese dökebilmek nasıl bir haletiruhiye gerektiriyor? Müzik bazen gerçek bir baş belası olabiliyor. Farkında olmadığınız bir anda doğru zihin seviyesindesinizdir ve içinizdekiler su gibi dökülür. Kendimi günlerce stüdyoya kilitlediğimi ve bir fikir gelmesi için beklediğimi hatırlıyorum, fakat bu yöntem ne yazık ki bende işlemiyor. Film izleyerek ve fotoğraflara bakarak zihnimi temizleyip, içinde bulunduğum yoğunluktan uzaklaşıp, ilham almış bir şekilde müziğe geri

Bu yıl neler deneyimlemeyi umuyorsun? Yeni EP’imi takiben planladığımız bir ABD ve Asya turu var. Şu an tek dileğim müzik yapmak, seyahat etmek, pozitif enerji ve sevgi yayabilmek. Umarım bu yıl da müziğim sayesinde farklı yerler görebilirim. 209


FILE

Üç yıllık kayıt süresi standartların biraz üzerinde, neden uzadı bu kadar? Zaman içinde müziğinin nasıl bir evrim geçirdiğini düşünüyorsun? Önce gerçek Sharon Kovacs için bir müzikal araştırma yapmam gerekiyordu. Bu, en azından dışarıya açılmadan, kendim için yapmam gereken bir işti. Zaten sürecin bir buçuk yılında da okulum devam ediyordu. Yani bir yandan okula gidiyor, arada da müzikal araştırmamı yapıyordum. Dahası ve aslında en önemlisi, prodüktörüm Oscar Holleman ve ben sıfırdan bir kariyer inşa ediyoruz burada ve bunun uzun süreli olması için de yarattıklarımızı tüm dünyayla paylaşmadan önce her şeyin kusursuz olmasını sağlamamız gerekiyor. Önce Küba’ya, ‘I’ve Seen That Face Before’ parçasını cover’lamaya gittik birlikte, oradan da Oscar’ın stüdyosuna geçtik ve sayısız kayıt seansından sonra albümü tamamladık. Standart sürenin üzerine çıktık ama inanıyorum ki müzikal kalite de aynı şekilde standardın üzerinde oldu. Yayınladığın bu ilk kayıtla özellikle hangi yönünü ortaya koymak istedin? Aslında göstermek istediğim karanlık bir taraf. Bunu da birçok farklı duyguyla ilişkilendirerek, olabildiğince gerçek kılmaya çalıştım. Zaten bu karanlık taraf sound’unda da rahatlıkla hissediliyor. Fakat aynı zamanda, içten içe de pozitif mesajlar veriyor gibisin. Bu dengeyi nasıl sağlıyorsun? Bunu hayattaki iyi ile kötü arasındaki mücadele gibi düşünebiliriz. Çoğu zaman müzikle şarkı sözleri arasında bir denge kurmaya çalışıyorum. Eğer müzik çok ağır ve karanlıksa, sözleri biraz yumuşak tutmaya çalışıyor, tam aksi, eğer sözler ağırsa üzerine daha pozitif melodiler yazmaya çalışıyorum. Doğada var olan artı ve eksi kutuplar, insan davranışlarının her noktasında kendine yer buluyor bir şekilde. Müziğinle alakalı herhangi bir konuda korku hissediyor musun? Sanırım en büyük korkum, müziğimi dinleyenlerin ne yaptığımı veya yapmaya çalıştığımı anlamaması.

Yaratım sürecinin verimli geçmesi için nasıl bir ortamda çalışman gerekiyor? Kargaşadan ilham aldığımı düşünüyorum, bu nedenle de beni çevreleyen olaylardan biriktirdiklerimin hepsini, sakin ve sessiz bir yerde daha rahat üretime dökebiliyorum. Bu açıdan, Oscar’ın stüdyosu kusursuz bir yer; sessiz, ve kimse sizi rahatsız edemiyor. Orası hayalimdeki huzurlu dünya. Global ve yerel politikalar günlük hayatını veya müziğini etkiliyor mu? Kısa versiyonu; hayır. Biraz daha uzun versiyonu ise, yarattığım projelerde politik bir duruş içinde olmaktan kaçınıyorum. Bu da tamamen karşımdakileri yanlış yönlendirmekten çekinmemden kaynaklanıyor. Bu yıl keşfettiğin, henüz adı çok da duyulmamış bir kültürel kahramanın var mı? Willis Earl Beal. Adını duyduğunuzu pek sanmıyorum, evsiz, sokaklarda yaşıyor falan ama inanılmaz bir soul müzik yapıyor. İlk fırsatta videolarından birini izlemenizi tavsiye ederim. Her zaman yapmak istediğin fakat henüz fırsat bulamadığın bir şey var mı? O kadar çok şey var ki. Fakat şu anda dilek kotamı, dünyanın her tarafında canlı performanslar vermeyi, görebildiğim kadar çok yer görmeyi ve tanışabildiğim kadar çok insanla tanışmayı dilemek için kullanacağım. 2015’te neler deneyimlemeyi umuyorsun? Yaşamın en büyük dinamiklerinden birinin insanlarla iletişim ve etkileşim olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, umarım ki bu yıl birbirinden farklı bir sürü insanla tanışabilirim, onlardan aldığım ilham içinde boğulurum ve bu birikimlerin hepsini bir sonraki çalışmam için kullanabilirim.

XOXO The Mag


öne çıktığını söyleyebilir miyiz? Aslında hiç de karamsar veya içine kapanık biri değilim ama nedense müzik yaptığım zaman içimdeki karanlık yolcu dışarı çıkıyor. Olaylara negatif tarafından bakmak da değil aslında bu, yani ortaya çıkan duygu kesinlikle olumsuz değil. Buradaki karanlık biraz daha farklı, daha kişisel.

Birçok müzik yayını ve web sitesi, seni bu yılın en başarılı müzisyenlerinden biri olarak gösterdi. Böyle yorumları gerçekten önemsiyor musun? Aslına bakarsanız takdir edilmek güzel bir duygu fakat ben sadece bunlara bel bağlayarak işime gösterdiğim özenin seviyesini belirlemiyorum veya ruh halim bu yorumlardan etkilenmiyor. Dışarıdan bağımsız olarak bir yaratım sürecinin içinde olmak, hem yaptığım işi özel kılıyor hem de kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyor.

Albüm kayıtlarında neredeyse tüm enstrümanları kendin çaldın. Süreç içindeki tüm kontrolün sende olmasını seviyor olmalısın. Bu, belki de sürecin tamamında en önemli konulardan bir tanesi benim için. Marika Hackman’ın müziği çok kişisel. Bu nedenle kayıtla ilgili teknik konular dışında tüm kontrolün elimde olması özellikle üzerine kafa yorduğum bir konu.

Burberry’nin kampanya yüzü olmak, Cara Delevingne’le takılmak... Bunlar dışarıdan bakıldığında çok gösterişli duruyor fakat sanki senin için yanlış giden bir şeyler vardı ve bunlardan sıyrılıp kendini sadece müziğe verdin. Bu kararındaki dönüm noktası neydi? Aslında hiçbir zaman tam anlamıyla bir modellik kariyerim olmadı. Burberry projesi de anlık bir işti, sadece markanın yeni kampanyalarında yer aldım. Ne bundan önce ne de sonrasında bu tarz bir iş yapabileceğimi hayal etmemiştim zaten. Burberry çekimleri de bana ne kadar haklı olduğumu bir kez daha kanıtlamış oldu. Ne modayla aram iyi ne de kameranın karşısında kendimi rahat hissediyorum. Benim için hep müzik vardı, o yüzden sonrasında bir geçişten ziyade, hayatımda sadece müzik olmasına karar verdiğim bir süreç yaşadım.

Birçok farklı enstrüman çalabilmen, söz yazarlığın ve sanat eğitimi almış olmanı düşündüğümüzde, çok uzun zamandır yaratım sürecinin içinde olduğunu görebiliyoruz. Peki genel olarak yaratıcılığı nasıl tanımlıyorsun? Her şey aslında bir fikirle başlıyor. Sonra bu fikri hayata geçirme ihtiyacını hissediyorum ve bunu doğru bir şekilde gerçekleştirdiğinde, yaratıcılığı hayatına entegre etmiş oluyorsun. Biraz da ailemin etkisiyle küçük yaşlarımdan beri hem uğraşlarım hem de sosyal hayatım yaratıcı insanlarla çevrili oldu. Benim için yaratıcılık, müzisyen olmanın dışında hayatımın diğer detaylarında hep benimle birlikte olan bir düşünme yöntemi.

İlk kayıtlarında Johnny Flynn ve Charlie Andrew ile çalışma fırsatın oldu ki işin başında olduğunu düşünürsek standardı oldukça yukarı çektin. Şanslı biri olduğunu düşünüyor musun? Hayatımın birçok noktasında şanslı olduğumu düşünüyorum. Özellikle son yıllarda, sizin de bahsettiğiniz gibi, kayıt sürecinde birlikte çalıştığım ekip ve bunu kurmak için ekstra hiçbir çaba göstermemem sanırım bu fikrimi doğruluyor.

Peki farklı sanat dallarında da üretim yapıyor musun? Sanat okulundayken sıkça resim yapıyordum ama açıkçası son zamanlarda pek de vaktim olmadı. Bunun çok sıkıntısını çeksem de, açlığımı müzikle yatıştırmaya çalışıyorum. 2015’te neler deneyimlemeyi umuyorsun? İkinci albüm için çalışmalara başladım, umuyorum ki bu senenin sonuna kadar tamamlamış olacağım.

Her ne kadar içinde pozitif hisler bulsak da genelde karanlık şarkılar yazıyorsun. Yaratım sürecinde karanlık tarafının daha 211


begüm yetiş tuğçe özakdağ talat kıvrak 21 orbay baş can sever melike barut fanni

cos


zeynep tosun zeynep tosun


dolce & gabbana/beymen sandro/brandroom


cos vakko h&m


elizabeth and james/harvey nichols ayĹ&#x;en armaÄ&#x;an sergio rossi


niyazi erdoğan levi’s levi’s


max&co. max&co.


meltem รถzbek que


h&m studio h&m studio


dkny dkny dkny max mara ece gรถzen


BRIEFS Bir ürünün göze hitap etmesi onun tabii ki daha çok tercih edilmesi için önemli bir etken.

Malzeme konusunda özel bir takıntım yok, bahsettiğim gibi benim için işlevsellik estetikten önce geliyor, bu sebepten dolayı da bir tasarıma başlarken o ürünün işlevine en uygun olan malzemeyi seçiyorum. G

İ J

İ

İsveç ve Japon tasarımı basitlik, yalınlık ve fonksiyonellik açılarından birbirlerine çok benziyorlar. Bu bağlamda iki ülkeden aldığım ilhamları birleştirmekten ziyade orijinal bir tasarımcı olmaya çabalıyorum. Japon kültürü ve geleneklerinden aldığım ilhamı modern günün ihtiyaçlarına uygun ürünlerde yansıtmaya ve tasarımcı olarak bunları uluslararası bir kitleye ulaştırmaya dikkat ediyorum.

Yeniden tasarlamak istediğim bir şey aklıma gelmiyor ama yemek yapmayı çok sevdiğim için mutfak ürünleriyle çalışmaya meraklıyım.

Indie-rock, indie-pop bazen de lo-fi electric dinliyorum. Müzik haricinde çok fazla podcast de dinliyorum.

K Okuldayken, sosyal ve ekolojik problemler konusunda projeler üreten Apokalyps Labotek tasarım stüdyosunda staj yapmıştım. Bu stüdyo maalesef kapandı ama yaptıkları

K

Lund Üniversitesi’nde yüksek lisans bitirme projem olan bu kitapta amacım klasik Japon yemek kültürünü İsveçlilere tanıtmaktı. Günümüzde egzotik yemeklere karşı ciddi bir ilgi var ama insanlar aynı zamanda çevre ve sağlık konularında da çok hassaslar. Egzotik yemekleri yapmak için de ithal ürünler satın almak gerekiyor, doğal olarak bu iki ilgi alanları aslında birbirlerine tezatlar. Bunun üzerine ben de İsveç’te yetişen ürünleri kullanarak Japon mutfağını anlatan bir yemek kitabı yapmaya karar verdim. Sanırım bu alanda bir açık vardı ki kitap çok ilgi gördü, bunun üzerine bu konuya devam etmeye karar verdim ve şimdi Foreign Japanese Sweets adında Japon tatlıları üzerine yeni bir kitaba başladım.

XOXO ID MOÉ TAKEMURA Endüstriyel Tasarımcı E

J

işler çok dikkat çekti, mesela kebap ve falafel satıcılarından topladıkları kullanılmış yağ ile sabun ürettiler. Buradaki tecrübem beni alışagelmiş tasarım projelerinin yanı sıra tasarım konusunda daha kapsamlı düşünmeye itti. T

S

Kesinlikle fonksiyon. İsveç’te aldığım tasarım eğitimi araştırma ve konsept geliştirmeye odaklıydı, bu sebepten dolayı da bir proje üzerine çalışırken o ürünün sadece güzel görünmesine odaklanmam çok zor. Ama estetiğin önemini de göz ardı etmemek lazım.

XOXO The Mag

K Bu cevaplaması zor bir soru. Genel olarak trendlere çok takılmamaya ve iyi tasarımları takip etmeye çalışıyorum.

Basit, yalın, fonksiyonel ve üzerine düşünülmüş.


FULLY BOOKED The Grand Budapest’in ardından yazılan ve çizilenlerin şeceresini tutmakta zorlananlardansanız kulübe hoş geldiniz. Fakat söz konusu Matt Zoller Seitz olunca filme geri dönüp bugüne kadar yapılanları bir kenara koymakta sakınca görmüyoruz. Yönetmenin 7 filmini detaylı inceleyen kitabı şans eseri Wes Anderson’ın son filminden birkaç hafta önce çıkınca yazar çözümü sadece bu film özelinde bir kitap daha yapmakta buluyor. Yine yeni yeniden yönetmenin estetiğini kitap forumunda kütüphanelere taşımayı hedefleyen kitapta, filmin başarısında tuzu bulunan herkesle röportajlar da bonus olarak yerini alıyor.

LENNY KRAVITZ X LEICA

HAT ELSE Christian Dior, markasının güzellik felsefesini tek bir cümleyle özetliyor: “Zarafet bir bütündür ve görülmeyen şey görülen kadar etkilidir.” Ayna karşısında bu cümleye uymak her zaman o kadar da kolay olmayabilir. İşte Diorskin Nude Air Serum Fondöten, sağladığı ağırlıksız mükemmellikle tam da bu görev için yaratılmış. Sağlıklı görünümlü, hafif ve ince bir tenden ilham alan bu ultra-sıvı fondöten, talk içermiyor ve anında buharlaşan uçucu yağlarla cilde yükleniyor. Cilalı pigmentlerle kombine edilen yumuşak odak ajanları ideal düzeltmeyi gerçekleştiriyor, sabahtan geceye uzanan bir konfor hissi yaratıyor. Bitki yağları, vitaminler ve mineraller sayesinde cilt bakımı görevini de üstlenen Nude Air Serum Fondöten’i sürdüğünüz andan itibaren çizgiler geçmişe ait. Teniniz yumuşak ve kadifemsi. Mükemmel çıplaklığı elde etmek için birkaç damla yeterli.

Leica, sınırlı sayıda koleksiyon üretmek ve başarılı işbirliklerine imza atmak konusunda yarışa bu sene de önde giriyor. Lenny Kravitz’le masa başına oturduğu işbirliğinde marka 120 adet özel üretim M240 kamera kitine imza atıyor. 35mm f/2 ASPH ve 50mm f/1.4 ASPH olarak iki lensi olan kitte tahmin edebileceğiniz üzere her şey siyah.

VIVIENNE WESTWOOD x THE RUG COMPANY Westwood ev içi tasarımları için güçlerini bir kez daha The Rug Company ile birleştiriyor ve iki marka 2005’ten beri süren flörtlerine bu kez bir yastık koleksiyonu vasıtasıyla devam ediyor. Çocuksu estetiğine alametifarikası logosunu ve hayallerini ekleyen Vivienne de beyaz atlı prensinin peşinde. Malum yastığa sarılarak gelmesini bekleyebilirsiniz.

223


BRIEFS

ADIDAS ORIGINALS X PHARRELL WILLIAMS Pharrell ve adidas Originals’ın işbirlikleri haliyle kalp çarpıntılarını artırıyor. Daha öncesinde Stan Smith için masa başına oturan Pharrell bu kez kolları Superstar 80’s için sıvıyor. El emeği göz nuru kategorisinden adidas’ların alametifarikası çizgileri de haliyle boncuk işi olarak karşımıza çıkıyor. Kanye’nin New York sunumuyla aynı gün haberi duyurulan Pharrell’in adidas’larından sonra safınızı seçiniz.

HELLO SARAH Linda Cantello gibi bir makyaj gurusu güzelliğinize onay veriyorsa daha fazlasına ihtiyacınız yoktur. Giorgio Armani Beauty’nin yeni yüzü Kanadalı aktris Sarah Gadon için Cantello şöyle diyor: “Sarah şu ana kadar gördüğüm en mükemmel cilde sahip kadın. Ayrıca hem iç hem de dış güzelliğe sahip bir kişiyle çalışmak mutluluk verici.” Cate Blanchett’in bu konudaki yorumlarını merak edelim etmesine ancak sarı saçları, duru teni ve kristal gözleriyle karizmatik oyuncuya pek benzeyen bu genç keşfi bir de şöyle değerlendirelim. Toronto’da doğan ve kariyerine 10 yaşında başlayan Gadon, şu an 27 yaşında. Özgeçmişine de 20 film ve 30 televizyon dizisi sığdırmayı başarmış. Üstelik tek bir göz altı halkası kazanmadan. Cantello’nun bu güzel yüzle ilgili planlarını merakla bekliyoruz.

TRU ATHLETI S Enerjinizi yoga, spinning, yürüyüş ya da koşudan alıyor ya da bunlara harcıyor olabilirsiniz. Malum çeşitliliğin sınır tanımadığı activewear dünyasında seçeneğiniz bol. Tercihiniz basic’lerden, gündüzden geceye geçebilen parçalardan yana olduğunda tru.’nun koleksiyonuna yeni kattığı athletics gamıyla muhatap olabilirsiniz.

SAINT LAURENT PART III İçimizden bir ses Hedi Slimane’ın Saint Laurent kampanyalarını yakın ya da uzak bir gelecekte sergi malzemesi haline getireceğini söylüyor. Zira Hedi’nin markanın başına geçtiğinden beri belirlediği ve asla vazgeçmediği estetik istikrarını bir yerlere bağlama ihtiyacı duyuyoruz. Günümüz itibarıyla sayfalarımıza düşen görsellerse Slimane’ın Saint Laurent İlkbahar-Yaz 2015 kampanyasının 3. bölümü. Objektifin önünde Julia Cumming var. İyi seyirler.

TAKE IT LIGHT Guerlain’in efsanevi Météorites incileri, kolay sürülebilen ve taşınabilen yeni yapısıyla makyaj çantanızdaki yerini almaya hazır. Toz pudranın azizliğinden korkanlar için müthiş bir alternatif olan bu ürünle tanışmadan önce cildinizin nasıl bir ışığa ihtiyacı olduğuna karar verin. 2 numaralı Light pudra, yeşil noktalarla kızarıklığı gizliyor, beyaz noktalarla teni aydınlatıyor, şampanya noktalarla ise tonu eşitliyor. Buğday tenlilere ton sür ton ışık sağlayan Medium, bej, şampanya ve şeftali rengiyle bezeli. Golden ise dore, fuşya ve kahve noktalarla sıcak bir etki yaratıyor.

XOXO The Mag


THE LANGUAGE OF FLOWERS Floransa’daki The Gucci Museum, Mart ayı itibarıyla 7. sergisine ev sahipliği yapıyor ve çiçeklere bürünüyor. Modaevinin flora motifleriyle bağlantısının altını çizen sergi Martin Bethenod’un küratörlüğünde birleşiyor. 1940’lar estetiğini andıran portrelerden, Latifa Echakhch’ın yaseminden yapılan Fantome eserine geniş bir skalada seyircisiyle buluşacak sergi Irving Penn’in çiçek fotoğraflarını da ağırlıyor. 13 Mart-20 Eylül 2015 arasında yolu Floransa’ya düşeceklere gelsin.

LOUIS VUITTON PRE-FALL 2015 Ara sezonunda Louis Vuitton çatısı altındaki Nicholas Ghesquière 70’ler için geriye ket vurmaya devam ediyor. Toprak tonları, genişleyen paçalar ve kat kat giydirmeler anahtar kelimeleriniz arasında olsun. Dora Bag ve parlak derisiyle Speedy de gözünüzü şimdiden dikeceğiniz parçalar arasında yer alsın. Juergen Teller’la işbirliğine tam gaz devam eden modaevi, ara sezon koleksiyonu için Right Bank’deki merkez binasını mesken tutuyor. Kamera karşısında yine tanıdığınız ve henüz tanışıklığına nail olmadığınız isimleri ağırlayan markanın Ghesquière’le yarattığı dünyasından ilham almaya davetlisiniz.

225


BRIEFS

WHITE IS THE NEW BLACK Moda sektörü kışın beyaz giymenin olağan bir durum haline gelmesi için büyük bir çaba sarf ededursun, California menşeli Vans beyaz giymenin güzelliğini görüyor ve artırıyor. Londralı erkeklerin ne eksiği var dercesine çıkarttığı yeni beyaz sneaker’lar ile yağmurdan etkilenmeyen ve kir tutmayan ayakkabıları ayağınıza getiriyor. Su geçirmez özelliğinin yanı sıra kir tutmayan kanvas ve süetten yapılan Vans’ler metrekare başına düşen yağmur damlasıyla ve her mevsim sneaker giyen erkek sayısıyla doğru orantılı olarak artıyor.

XOXO ID GLENN MARTENS Tasarımcı

Hayli eskimiş Levis® 501®’lerim, siyah bir kazak ve kendime yeni yıl hediyesi olarak aldığım Churchs’lerim var. M Y/PROJECT’in şovuna iki haftamız var ve şu an, fittingler, üreticiler, çekimler ve show organizasyon toplantıları arasında gidip geliyorum. Dolayısıyla henüz defileleri izleme şansım olmadı. Kendi show’umuzun ardından hepsine göz atacağım. G Y/PROJECT her zaman sokak modasını sofistike bakış açısıyla harmanlayan bir çizgiye sahip. Markanın bu ikircikli halini ve sınırlarda tasarım yapabilme özgürlüğünü çok seviyorum ve tabii her sezon trendlerden bağımsız bu karakter özelliklerini korumaya çalışıyorum. H Sorunun cevabı, kadın ya da erkek koleksiyonu olmasına ve sezona göre değişiyor aslında. Mesela geçen sezon, Y/PROJECT Homme için geleneksel el örgüleriyle çalışmak çok keyifli olmuştu. Kadın koleksiyonu içinse elle boyanmış

kadifeleri severek kullanmıştım.

gibi Paris de doygunluğuna ulaşmış durumda. Çok çok iyi tasarımcılarla çevrili. Bu da haliyle yeni isimlere pek avantaj sağlamıyor.

Amacım her zaman beklenmeyen ya da rahatsız edici şeylerden güzel bir şey çıkarmak olduğundan bu konuda asla, asla demeyeceğim.

O Daha çok savaş ama stres yapma.

S Kesinlikle değil. Ama tüm moda başkentleri

Y

ROJE T

Ben çok basit bir insanım, işime odaklanıyorum ve geri kalan zamanlarda oldukça rahat takılıyorum. G Paris’in geneline baktığımda insanlar işten eve, evden partilere koşturuyor. Böyle bir tempoda kıyafetinin içerisinde rahat hissetmek çok önemli, haliyle giyilebilirlik olmazsa olmaz. Y

ROJE T

Light Asylum’dan Handel’e, Portishead’den Kendrick Lamar’a ve Gainsbourg’a uzanan bir playlist’i var. S Bu o evrenin kaç boyutu olduğuyla da alakalı ama eğer giysi denen şey o evrende de varsa ve o evren de eğlenceliyse bizimkinden çok farklı olmayacaktır.

Ofise gideceğim. Röportajları evde kahvemi içerken ve müziğimi dinlerken cevaplamayı seviyorum.

XOXO The Mag


GEREKLİ GEREKSİZ HER EY Supreme, İlkbahar-Yaz 2015 sezonu için yine yeni yeniden elzem önem taşımayan koleksiyonuyla raflara vurmak üzere. Acil durumlar için yangın söndürücü, Playboy kolyesi, bornoz, katlanan sandalye, birtakım anahtarlıklar, su matarasından oluşan ürün gamı, Supreme severlerin yazının ne kadar ateşli geçeceğinin alt göndermesi.

DARIA’NIN ALTER EGO’LARI Marka yüzü olarak seçilebilecek en etkileyici isimler listesinde başı çeken Daria Werbowy, lüks segmentinden high-street markalarına kadar geniş bir skalada karşımıza çıkmaya devam ediyor. Bu kez model Equipment’ın gömlekleri için değişimin sınırlarını zorluyor ve Lauren Bacall esintilerinden 80’ler göndermelerine uzanan bir karakterler silsilesiyle objektif karşısına geçiyor. Daria’nın yörüngesinden çıkabilirseniz, görsellerin geri kalanında Equipment’ın İlkbahar-Yaz 2015 koleksiyonunu görebilirsiniz.

KEEP YOUNG AND BEAUTIFUL Yüzünüzü geleceğe dayanıklı hale getirebilir misiniz? Çağımızın güzellik anlayışı korumak üzerine kuruluyken, yoğun yaşantıya, tempolu ve uyanık geçen uzun saatlere, gittikçe artan zararlı dış etkenlere direnç gösterebilecek bir ajana ihtiyacımız var. REN Skincare, ileri teknolojiyle yaratılmış, yeni jel serumuyla bu amaca bir adım daha yaklaşıyor. Keep Young and Beautiful Instant Beauty Shot, uygulamanın hemen ardından yalnızca 30 dakika sonra cildi daha sıkı, daha pürüzsüz ve dolgun hale getiriyor ve etkisini 6 saatin sonrasında da koruyabiliyor.

227


BRIEFS

FENDI FOR CHARITY Fendi, Ocak ayında ünlü dolu işbirliğiyle yapacağı bağış kampanyasının meyvelerini içerisinde bulunduğumuz ay dolayısıyla açıkladı. Sarah Jessica Parker, Rihanna, Jourdan Dunn, Leandra Medine ve Rachel Feinstein ile masa başına oturan Fendi ekibi işbu isimlere alametifarikası Baguette’ini tasarlattı. 13 Mart’a kadar satın alabilirsiniz.

EROS WITH A TWIST

MACKINTOSH X BAND OF OUTSIDERS Los Angeles’taki hava durumu kışlık giyinmeye ve kalın koleksiyonlara pek olanak tanımadığından olsa gerek Band of Outsiders tasarımcısı ve kurucusu Scott Sternberg İngilizlerin kapısını çalıyor. Mackintosh ile güçlerini birleştiren Scott, İlkbahar 2015 için bir yağmurluk serisine imza atıyor. Siz bu satırları okurken de koleksiyon raflara ve online store’a vurdu.

THE MAPPLE Bu sezon Fransız modaevleri arasında esen tribal akıma, Louis Vuitton’un cüzdanları, Louboutin’in çantaları derken Isabel Marant da geç kalmadan katılıyor. Miró ve Afrikan halılarını ilham tahtası üzerinde çarpıştırıp sıfatının önüne yine bohem eklemeyi başarıyor marka ve Mapple adını verdiği mokasenlerle rahat ayakkabı severlerin kalbini çalmayı hedefliyor.

XOXO The Mag

Söz konusu bir Versace parfümü olduğunda kendimizi mitolojik kodlarla başbaşa buluyoruz. Donatella Versace’nin feminist yanını Eros’u kadınlara hediye ederek vurguladığı yeni parfümünde de aynı durum mevcut: Medusa, aşk tanrısı ve deniz kızları. Tutku, arzu ve çekim gücü. Baştan çıkarıcı, parlak ve feminen notalarla bezeli bir simya. Limon ve yaseminin yumuşacık odunsularla vurgulandığı bir esans. Sicilya limonu ve Calabria bergamotu ilk sıkışta hemen dikkat çekiyor, ardından lezzet ve yaşam dolu nar devreye giriyor. Sambac yasemini olabilecek en güçlü dozda parfüme yerleştirilmiş, şakayık yaprakları tüm bu karışımı sarmalıyor. Tutku, esansın en dibinde yatıyor: Ambrox’la birleşen kremsi sandal ağacı ve dikbaşlı misk, Mert Alaş ve Marcus Piggott’un objektifine arzu dolu bakışlar fırlatan Lara Stone’a saygı duruşunda. Eros Pour Femme, kadınlara bir aşk tanrısının gözünden bakıyor.


XOXO ID CARSON MURDACH Sanatçı R H İşlerim geleceği anlatmaktan ziyade, bugünün geçmişi tekrar etmesi ve tarihte tekrarlanan hikayelere ayna tutmak hakkında. Bu hikayelerdeki semboller bir araya gelince, aslında o kadar da iç karartıcı olmayan bir dünya oluşturuyorlar. Ben optimist bir insanım, yaptığımız hatalardan ders alacağımıza inanıyorum. İşlerimi Homer’in bir hikayesi gibi düşünebilirsin, sadece kırmızı çatılı evler eklemen yeterli. Berbat bir yolculuğa çıktığını düşün ve aslında bu yolculuğu keyifli hale getirecek çözümün tam gözünün önünde olduğunu çok geç fark ediyorsun. Ben de biraz bundan bahsediyorum. William Kentridge ve H.C. Westerman gibi, eğlenceli bir dil kullanan sanatçıları çok beğeniyorum. Betimleme, heykel ve müzikle insanı derinden etkileyen hikayeleri hafif bir şekilde anlatabiliyorlar. Ben de işlerimde bu etkiyi yaratmak istiyorum.

kullanılması. Deniz tarihi, güçlü filoların inşa edilmesi, bunların suya açılması ve savaşlarda kullanılmasıyla oluştu. 3000 sene önce Akdeniz ve Karadeniz’de, Atinalılar, Faslılar, Fenikeliler, Yunanlılar hatta Vikingler güç ve zenginlik için gemilerinin kuvvetine güvenip savaştılar. Zaman geçtikçe de dünyanın dört bir yanından imparatorluklar bugünkü deniz kuvvetlerinin durumlarını yarattılar. Ve bir geminin inşası için kullanılması gereken bütün kaynaklara bakın! Ormanlar ve dağlar yıkıldı, eko-sistemler alt üst oldu, hepsi suda yolculuk yapabilen bu inanılmaz makine yüzünden. Kargo filolarında taşınan eşyaları düşünün, yemek, yakıt, kıyafet, araba, beyaz eşyalar... bunların hepsi suyun üstünde süzülen yatay bir gökdelen ile bize ulaşıyor. Gemiler, medeniyetlerin temel taşları.

İşlerimin her zaman eğlenceli bir tarafı olmuştur. Çizim ve resim sadece göze hitap edebiliyor, bunları ellerinle tecrübe edemiyorsun. Birkaç sene evvel, iki boyutlu gemilerimi ve evlerimi nasıl üç boyutlu objelere dönüştürebileceğimi, bunların bir galeride ne tür bir işlevleri olacağını, obje olarak ne yapacaklarını sorgulamaya başladım. Galerilerde üç boyutlu objeleri yerleştirmek için kullanılan klasik kürsüleri sevmiyorum, objelerimin hayata geçebilmesi için ne tür bir sahneye ihtiyaçları olduğunu düşündüm. Bunun üzerine, objelerin içerisinde var olabilecekleri bir manzara yaratacağıma, izleyicinin ve galeri alanının objelerimle oynamasına izin vermeye karar verdim. Bunun sonucunda da ellenebilecek, yerleri ve düzeni değiştirilebilecek heykeller yapmaya karar verdim. Çocukken tahta küpleri, bebekleri, arabaları oyun oynayarak keşfederdik. Büyüyünce neden sanat eserleri ile bu tür benzer keşifler yapmayalım ki? G Geçenlerde bir oyuncak aldım. Bir fıçının içerisine ufak taşlar, özel bir kum ve su koyuyorsun, fıçıyı motorlu parçasının üstüne yerleştiriyorsun ve çalıştırmaya başlıyorsun. Haftada bir suyu ve kumu değiştiriyorsun ve bir ay içerisinde boom! Elinde kaymak gibi, pürüzsüz ve parlak taşlar var. Bir nehrin yüzyıllarını alacağı bir işi, sen bu oyuncaklar bir ayda yapabiliyorsun, gerçekten sihir gibi.

G Gemiler insanların denize meydan okumak için ürettikleri araçlar; çok estetikler, ustalıkla yapılmışlar ve bir yandan da cüsseleri ile korkutucular. Bir geminin bütün bu özelliklere sahip olması benim için merak uyandıran bir konu. İnsanlar gemileri, bilinmez ve gizemli okyanusları geçen büyük mühendislik harikaları olarak görüyorlar fakat bu romantikleştirilmiş fikre ters düşen bir gerçek de var, o da geçmişte gemilerin fetih için

A Atölyem çok büyük değil ve hatta şu anda çok temiz çünkü bir süredir ahşap ile

229

çalışmıyorum. Ahşapla çalıştığım zaman etraf toz duman oluyor ve 10 dakika sonra malzemelerimi göremiyorum bile. Bu aralar yağlıboya işler yapıyorum, o yüzden ortalık tertemiz ve düzenli. Yağlıboya ile çalışmak biraz metodik; önlüğümü giyiyorum, paletimi temizliyorum, boyalarımı diziyorum ve fırçalarımı hazırlıyorum. N Hindistan cevizleri olan terk edilmiş bir adada yaşamak isterdim. E

M

Earthbound Moon (EbM), beş sanatçı arkadaşımla 2009 yılında başlattığımız bir toplu sanatçı projesi, amacımız insanların hem ziyaret edebileceği hem de internet üzerinden ulaşabileceği uluslararası bir heykel bahçesi yaratmak. Beraber çalıştığımız sanatçıların dünyanın dört bir yanında iş üretmeleri için fırsatlar yaratıyoruz. Ürettiğimiz ilk proje Heidi Hove’un, Teksas’ta yerleştirdiği ‘Welcome’ heykeliydi, bundan sonra ABD’nin güneybatı bölgesinde farklı şehirlerde beş tane daha proje gerçekleştirdik. Gelecek planlarımız arasında stratosfere ve Pasifik Okyanusu’nun derin sularına sanat eserleri göndermek var. Dünyanın ve evrenin her köşesinde sanat eserleri olmasını istiyoruz.

Bahsettiğim Earthbound Moon projeleri haricinde yeni heykel projeleri için farklı malzemeler araştırmaya başladım ve dikiş dikmeyi öğreniyorum. Gemilerimi ve evlerimi, pofuduk oyuncaklara dönüştürmeyi hayal ediyorum. Sarılabileceğiniz sanat eserleri!


SET UP

HAPPILY EVER PAPER

Paper Work

Yaratıcılık boş bir kağıtla başlar, ve boş kağıt günün sonunda birilerinin hayatını yeniden şekillendirebilir. Giriş cümlesi bize ait değil, 1996’dan beri New Yorker yazarlarından olan Malcolm Gladwell’in kaleminden çıkma. Bize ait olan kısımsa önermenin kanıtlandığı bir örneği bulmakta. Barış Akbaş’ın hikayesi de birçokları gibi boş bir sayfayla başlıyor ve Barış, boş sayfaları art arda ekleyip defterler yapmaya başlıyor. Kurucusu olduğu reklam ajansında kendi kullanımı için ürettiği defterler bir zaman sonra Avrupa’ya yayılan bir tasarım markasına evriliyor. Happily Ever Paper’a bir yerlerde çoktan rastladığınıza şüphemiz yok, yine de bu mutlu defter tasarımlarına bizim objektifimizden bakmanızın bir mahsuru da yok. hazırlayan aslin kumdagezer fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


1

E

T 12

1 2 T 1

2

E

1 1

E E E

2

D C

S

1 20 E

2 2

E

E 2

E E C

2 E

D D D 10 15 R 1 21 E 25 E E E 231

S D

E 1 22 R

E 2

0

5 11 E T E

E

R


XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com

7GR 37B 40 48A LOUNGE 180 COFFEE BAKERY 360 400DERECE ALL SPORTS ARTNEXT ARZU KAPROL ARKA ODA AŞŞK CAFÉ AYI BABYLON BACKHAUS BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BIS WEAR BİSANFA BRASSERIE BLOOM BUTİK BUKA BREAD & BUTTER CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR CHERRY BEAN ÇEKİRDEK ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS COUPLE LUNCH PUB CREMERIA MILANO İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FERAHFEZA FLAVIO FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HERA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL SETUP İSTİKAMET KARAKÖY JAMIE’S JOURNEY JUNO KABİNE NADİRE KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KARGA KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KRONOTROP KULİNATA KULP LA BRISE LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LOKANTA LES BENJAMINS MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LONDON PUB LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAHLE MAMA SHELTER MAMBOCİNO COFFEE MANGERIE MANO BURGER MANUEL CAFE MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFÉ MSA MUAF MUHİT MUMS CAFE MUNCHİES CREPE & PANCAKE MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAAN BAKESHOP NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ NOODLE TOWN OKAFE OPHORM OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PAPPA CAFE PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE PLUMON POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ ROBİNSON CRUSOE SALOMANJE SAN LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/ NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SOSA STAY SUGAR CAFÉ SUNDAY COFFEE BAR SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TAKKUNYA ÖKTEM&AYKUT GALERİ TAPS TASARIM BOOKSHOP THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL XFLATS YER CAFE YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL ZEPLİN Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/printed-magazine XOXO The Mag


ARÇELİK PIANO SERİSİ’YLE MÜKEMMEL UYUM EVİNİZDE. Teknoloji ve tasarımın eşsiz uyumuyla hiç durmadan yenilikler sunan Arçelik, evinizi, hayatınızı güzelleştirmeye devam ediyor.

arcelik.com.tr

#yenilikdemek


İstanbul: Akasya, Akbati, Akmerkez, Beyoğlu, Buyaka, Capacity, Capitol, City’s, Erenköy, İstinyepark, Kanyon, CWbb E\ ɑăWdXkb" CWhcWhW <ehkc" FWbbWZ_kc" IkWZ_ o[" JWai_ c İzmir: 7biWdYWa" 7]ehW Ankara: Cepa, Panora Bursa: AehkfWha Antalya: J[hhWY_jo Adana: P_ oWfWʌW 8kblWh_ Xbe]$YWcf[h$Yec%ja CAMPER.COM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.