XOXO The Mag/October 2015

Page 1

056 FASHIONMUSICARTDESIGN

EKİM 2015 ÜCRETSİZDİR

CŒUR DE PIRATE

LOS HERMANOS ROCA WOODY ALLEN PETER EISENMAN LARSEN THOMPSON & TAYLOR HATALA BLACKBIRD BLACKBIRD SILLAGE ADRIANNE HO










cover guest cœur de pirate photography thomas lavelle

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Yayınlar Direktörü Serap Gecü Editörler Seza Bali, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Evrim Kaya, Aslin Kumdagezer, Utku Palamutçu, Gökhan Polat, Selin Ünüvar İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen Katkıda Bulunanlar Volkan Aydın, Hande Çelikkaya, Aeschleah DeMartino, Mustafa Kayhan Ergün, Gülşah Görücü, Emre Güven, Semi Hakim, Lara Lakay, Noélia Terrón-Laya, Nevşin Mengü, Zeynep Özkanca, Jason Rodgers, Eren Rodop, Mike Rosenthal, Nando Salvà, Elif Seyrekbasan, Isaac Sterling, Murat Süyür, Bahar Türkay, Eralp Uğur, Merve Yeşilçimen, Yağmur Yıldırım Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.



CONTENTS

COVER

INTERVIEW

130... Cœur de Pirate

22... Ferit Odman Timekeeper röportaj eren rodop

30... Los Hermanos Roca Lezzetle Mükellef

ART & DESIGN

röportaj semi hakim

42... DesignMarketo

34... Emine Emel Balcı & Esme Madra

Rafine Estetik röportaj bahar türkay

46... Peter Eisenman Ahvale Dair röportaj yağmur yıldırım

FASHION

Hep Şimdiki Zaman

66... Christopher Bastin

38... Woody Allen

Hep Daha Az

röportaj evrim kaya

Bedbaht Bir Faniyle Görüşme röportaj nando salvà

50... Uli Sigg

röportaj serap gecü

Örümcek Ağı

120... New Generation 54... Andy Tauer Drinks His Coffee Without Sugar of Denim

röportaj evrim kaya

58... Aydan Volkan Mimarlığın Hissiyatı röportaj yağmur yıldırım

hazırlayan eralp uğur

152... In Wonderland photography emre güven

62... Marc-Olivier Wahler Tekrara Düşmemek Üzerine röportaj seza bali

MUSIC 148... Blackbird Blackbird İlham ve Şifa röportaj gülşah görücü

styling deniz irem çek

170... Fast Talk with Adrianne Ho photography mike rosenthal styling julie matos röportaj eralp uğur

röportaj ayşecan ipek

84... Isabel Gomez Cagigas Olması Gerektiği Gibi röportaj nevşin mengü

86... Maris Štrombergs On Your Mark, Get Set, Go. röportaj utku palamutçu

108... Larsen Thompson & Taylor Hatala The Kids Are All Right röportaj utku palamutçu

150... David Weeks Sadelik Kazanır röportaj elif seyrekbasan

MORE 92... Some Women of Jewelry hazırlayan merve yeşilçimen

142... Bedre Sundhed I Aarhus hazırlayan utku palamutçu

160... Sillage photography zeynep özkanca realization ayşecan ipek, aslin kumdagezer



NASA, ESO/Digital Sky Survey 2 )

DARK MATTER(S) SORUNLARI YA DA ÇÖZÜMLERİ, İLLA KARANLIK MADDELERLE DENKLEMLEŞTİRMEYE ÇALIŞIYORUZ. UZAYI AÇIKLARKEN DE DURUM AYNI, KENDİ UZAYLARIMIZI AÇIKLARKEN DE… NE VARLIĞINI TAM ANLAMIYLA KANITLAYABİLİYORUZ, NE DE YOKLUĞUNU KABUL ETMEK ELDEKİ VERİLERLE İMKANLI. İNSAN OLDUĞUMUZDANDIR. BU SEFERLİK KENDİNİZE BİR İYİLİK YAPIN, AÇIKLAMAYA ÇALIŞMAYIN.

OLGA ŞERBETCİOĞLU


SONSUZA DEK GEZGİN


SONSUZA DEK GEZGİN



Nişantaşı İstinye Park Hermes.com


SONSUZA DEK GEZGİN






INTERVIEW/IWC ICONS Bu bir ilandır.

FERİT ODMAN

Timekeeper

Müziğin hammaddesi zaman derler, Ferit Odman’la konuşunca öğreniyoruz ki davulcunun işi de zamana yön vermek; onu uzatmak, durdurmak, kaydırmak ve onunla illüzyonlar yaratmak. Sonbahar yüzünü göstermeye başlamışken, kendisiyle bir araya gelip, geçen yaz tamamen analog olarak tamamladığı ve Tadd Dameron’a ithaf ettiği üçüncü albümü hakkında konuşuyoruz. İsabet, o da mevsimleri birbirinden ayırmak istemese de en çok New York’un ve sonbaharın cazını sevdiğini saklamıyor.

Ferit Odman, IWC Ingenieur Perpetual Calendar Chronograph Titanium takıyor.

röportaj eren rodop fotoğraflar gökhan polat

XOXO The Mag


New York’ta da, İstanbul’da da caz müzisyeni olarak hayatta kalmanın zor olduğunu düşünüyorsunuz. Bu zorluklar birbirine ne kadar benziyor? New York ve İstanbul’u birbirine çok benzetiyorum. İkisi de yaşaması zor ve her şeyi içinde barındıran metropoller. Zaten öyle olduğu için cazı da içlerinde barındırıyorlar. New York’taki cazla İstanbul’daki cazın hiç ilgisi yok tabii... İstanbul’da bir tane düzgün kulüp varken New York’ta yüzlerce var. Ama buna karşılık orada binlerce davulcu sıra bekliyorsa İstanbul’da sıra bekleyen iki davulcu var. Bu yüzden, iki şehrin eşit zorlukları var diyebiliriz. Burada küçük denizde büyük balık olduğumu düşünüyorum. Ama her sene New York’a gidip şarj olup geliyorum.

İkon ne demek sizce? Bir kere, ikon dediğimiz kişinin yaptığı işte çok başarılı görülmesi gerekiyor. “Başarılı olması” değil, “görülmesi” diyorum, çünkü ikisi farklı şeyler. Başarılı olmayan insanlar başarılı gösterilebiliyorlar. İkon kavramı popüler kültürün yarattığı bir şey. Ben ikonlardan çok idolleri severim, idollerle yaşarım. Masamın üstünde beş tane davulcunun resmi var: Philly “Joe” Jones, Tony Williams, Art Blakey, Elvin Jones ve Max Roach. Bunlar cazın alfabesini yazmış insanlar. Ben de onlardan öğrendiğimi müziğime yansıtmaya çalışıyorum. Hem sizin idollerinize hem de caz dünyasının geçmişten bugüne ikonlaşmış isimlerine bakınca ne gibi ortak noktalar görüyorsunuz? Hepsi yeni bir şeyler yaratan öncü isimler. Aynı zamanda yaptıkları işi tüm dünyaya tanıtabilmişler. Müziğe gerçekten sarılmış olduklarını da söylemek gerek, başka türlü olmuyor zaten.

En son kendi albümünüzü çıkaralı dört sene olmuş. Ufukta yenisi görünüyor mu? İki albüm çok üst üste oldu. İlk albümü aslında 2008’de kaydetmiştim, ama iki sene geç çıktı. Hemen ardından ikincisi geldi. Sonra yoğun bir çalışma temposuna girdim, ve hala bu tempoda çalışmaya devam ediyorum. Ama bu yaz sonunda üçüncü albümün kayıtları bitti. Kafamda albüm için bir konsept hep vardı, ama bu yaza kısmetmiş. İlk defa yaylı bir albüm yaptım, ki bu davulcuların pek tercih ettiği bir şey değildir. Kerem Görsev’le son iki albümde filarmoni ve senfoni orkestralarıyla çalışmıştık, oradan bana da bir yaylı virüsü bulaştı. Tadd Dameron benim en sevdiğim piyanist ve bestecidir, ona ithafen bir albüm yapmak hep aklımdaydı. Bir önceki plağın aksine tamamıyla analog bir kayıt yaptık. 1950’lerde nasıl yapılıyorsa öyle kaydedildi.

Caz hayatınıza nasıl girdi? Hep hayatımdaydı, anne karnında bulaştı bana. Evde büyük ablam hariç caz dışında bir şey dinleyen kimse yoktu, o da yalnızca The Doors dinlerdi. Ev hep caz doluydu. Peki davul? O da kendiliğinden oldu diyebilirim. 11 yaşımda bu işi yapacağım demiştim, 13 yaşında da profesyonel olacağım belliydi. Hiçbir yemekte çatal bıçakla bir yere vurmadığım görülmemiştir. Geçen gün okuldaki yıllık yazılarıma baktım, herkes sıralara nasıl vurduğumu yazmış. Allahtan bunu destekleyen bir ailem vardı.

İkinci albümünüz Autumn in New York adını taşıyor. New York’u ne kadar sevdiğinizi anlattınız. Sonbahara da bir anlam yüklüyor musunuz? Sonbaharın değil de New York’taki sonbaharın özel bir anlamı var. Yoksa bütün mevsimleri seviyorum. İstanbul’da da, New York’ta da dört mevsim yaşıyor olmak bizim için büyük bir lütuf. Bir sene İsveç’te yaşadım, sadece kış ile yaza benzer bir şey var ki, bu çok sıkıcı. Olur da sonbaharda New York’un kuzeyine doğru arabayla giderseniz kolay kolay unutmazsınız, yeri çok ayrıdır.

Başka bir enstrümanla caz icra ediyor ya da davulla başka bir müzik türü icra ediyor olabilir miydiniz? Düşünmesi bile garip ama yine de her şeye açık olmak lazım. Piyanist olmayı, ya da kontrbas çalmayı isteyebilirdim, ama bunu cazın içinde olduğu sürece yapabilirdim. Açıkçası başka bir müzik tarzına tahammülüm yok. Bir müzik icracısı için akademik eğitim ne kadar önemli? Bu çok tartışılan bir konu ama caz özelinde yanıtı zor değil bence. Caz müzisyeninin caz armonisi eğitimi almış olması şart. Ben alabileceğim en iyi eğitimi Fulbright bursuyla ABD’de aldığım için şanslı olduğumu düşünüyorum. Dürüst olmak gerekir, eğitim almayanlarla benim aramdaki farkı görüyorum; hele ki bir caz müzisyeninin ABD’nin kokusunu almış olması gerektiğine inanıyorum.

Mevsimlerin değişimi hayatınızın günlük akışını nasıl etkiliyor? Her mevsimden iyi tarafları almaya çalışıyorum. Kışın beni çok depresyona sokmasına izin vermiyorum, yazın rehavetine kapılmamaya da gayret ediyorum. Ama mevsimlerin insan doğasına etkisi cazdan da anlaşılır, mesela Los Angeles’taki Batı Yakası müzisyenleri sörfçü cazı yapar, New York’ta soğuğu tanıyan, yaşam mücadelesi verenler daha sert bir müzik üretirler. Cazın da mevsimleri var.

Türkiye ve ABD’nin yanı sıra Avrupa’da da müzik eğitimi aldınız. Üç kıtada eğitim arasındaki temel farklar neler? İsveç çok gelişmiş bir ülke olduğu için, orada lisede okurken burada üniversitede alacağım eğitimle karşılaştım. 17 yaşında lise orkestrasında çalan çocuğa “Beş çeşit davul var, hangi marka tercih edersin?” diye soruyorlar. Sekiz bin kişilik bir kasabada bunun olması buradan bakınca inanılır şey değil. Bu yüzden, İsveç’ten Spotify diye bir şey çıkabiliyor herhalde, orada fazla gelişmiş bir müzik kültürü olduğu kesin. Ama aslında yaratıcılık için kolay bir yer değil. New York cazın başkenti. Oranın üstünde bir yer olmadığı için konuşmaya gerek yok. İstanbul ise küçük imkanlarla büyük şeyler başarmaya çalıştığımız bir Üçüncü Dünya kenti. Ama ben Bilgi Üniversitesi’nin iyi bir döneminde okuduğum için şanslıydım, zaten Amerikalı hocalara denk geldim.

Sizin kendinizi daha yakın hissettiğiniz caz mevsimi desek? Kesinlikle ve yine sonbahar. Yaptığınız müzikle zaman arasında nasıl bir ilişki var? Sadece caz için değil, müzik için en önemli şeylerden biri zaman. Felsefi, dini, bilimsel boyutu da var işin; birçok farklı açıdan yaklaşabilirsiniz. Nasıl yaklaşırsanız yaklaşın müzisyenlerin tutunduğu şeylerden biri zaman, yaptığımız iş onun üstüne kurulu, yani bir anlamda hammaddemiz. Özellikle de davulcunun yaptığı iş “timekeeping”, yani zamanı tutmak. Dolayısıyla, bana müzikteki en önemli şeyi sormuş oluyorsunuz. Müzik yaparken zamanın gerisinde kalabilirsiniz, ilerisinden gidebilirsiniz, tam içinde olabilirsiniz ya da onu genişletebilirsiniz; zamanın en özgür olarak 25


kullanılabildiği alanlardan biri müziktir. Bu konuda en önemli rolü de davulcu oynar. Aslında benimki zamanda illüzyonlar yaratma üzerine kurulu bir iş. Bir anlamda zamana hükmetme işi. Whiplash filmini eleştirirken “Hızlı çalmak iyi çalmak demek değil.” demişsiniz. Zaman ve hızla nasıl bir ilişki kurulmalı? Klişe ama, hız felakettir diyebilirim. Hıza sahip olmak elbette çok güzel, örneğin bir Porsche’nin 300 km. hızla gidebiliyor olması gibi. Ama onu yerinde ve zamanında kullanmalısınız. Bir viraja 300 km. hızla giremezsiniz, arabanız takla atar. Müzik için de aynı şey geçerli. “Hızlı çalıyorum, en iyi ben çalıyorum.” demek müzik dışı bir yaklaşımdır. Dinleyiciye keyif vermeyen hız, felakettir. Günün saatlerini caza böler misiniz? Günün değişik saatlerine değişik caz ekolleri uygundur. Sabah hafif bossa novalar, öğlene doğru vokal caz, öğleden sonra quintet, hard bop parçalar, akşamsa baladlar... Cazın içindeki türlerin saatleri var, mesela gece dört avangart için uygun olabilir. Siz nasıl bir takım oyuncususunuz? Caz demokratik olması gereken bir müzik türü. Hayatım boyunca takım oyuncusu ruhuna sahip oldum, ama liderlik ruhum da vardır. Kendi grubunuzda liderlik yapmanız kaçınılmaz bir şey. Ama çalarken herkesi desteklemeye çalışan bir takım oyuncusuyum. Egosunu kontrol edemeyenlerden değilim, herhalde iyi de bir takım oyuncusuyum ki, birçok müzisyen beni kendi grubuna davet ediyor. O zaman bir davulcu için kritik önemi olan takım arkadaşı

kimdir? Davulun bas ile özel bir ilişkisi olduğu söylenir... Çok özel bir ilişkidir o, davulcunun en yakın arkadaşı hep basçıdır. Tersi de geçerli. Zamana basçıyla beraber hükmedersiniz, birlikte ileriden gidecekseniz ileriden gider, geriden gelecekseniz geriden gelirsiniz. Basçı idolleriniz de vardır herhalde. İki albümde de Peter Washington ile çalışma şansım oldu. Abartmadan, Peter’ın idolüm olduğunu söyleyebilirim. Çok şanslıyım, onun benim albümlerimde çaldığına inanamıyorum. Türkiye’de de Kağan Yıldız ve Ozan Musluoğlu’yla çalıyorum. Yani hem Türkiye’de, hem dünyada hayallerimdeki basçılarla çalışıyorum. Ritim ne demek? Kalp atışı. Sizin nasıl bir iç ritminiz var? Biraz heyecanlı bir tipim bence. Ama dışarıdan öyle görünmediğimi söylüyorlar. Cazla uğraşmak günlük hayatınızın ritmine nasıl yansıyor? Denge sağlıyor. Bu ritmi tutarken ne tür saatlerden yardım alıyorsunuz? Albüm kayıtlarındaki analog merakım saatler için de geçerli. Bugün kolumda spor bir model olmasına rağmen daha çok elle kurulan saatleri tercih ediyorum. O yüzden IWC’nin Portofino modellerini çok seviyorum; klasik, analog, basit. Onlara saat demek de doğru değil. “Time piece” diyelim; zamanı tutan sanat eserleri.

XOXO The Mag


POLE PRECISION.

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Next Level Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 I Bodrum: Greenwich, Palmarina Tel: (252) 385 3621 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111 I Muğla: Quadran, D-Hotel Maris, Marmaris Tel: (252) 436 9191

IWC.COM






INTERVIEW/FOOD

LOS HERMANOS ROCA

Lezzetle Mükellef

Roca Kardeşler, gastronomi listelerinin en afili olanlarında zirvede durmaya aşina El Celler de Can Roca’nın sahipleri ve tabii ki şefleri.The Cooking Tour Experience gastronomi dünya turu kapsamında, Garanti Bankası’nın ev sahipliğiyle İstanbul’a gelen bu üçlüyle, dünyadaki yemek akımları ve kültürel etkileşimler paralelinde, yemek yapma eylemini enine boyuna konuştuk. Sonuçta bu eylem, bazen küçük üreticilerin hikayelerini anlatmak, bazen de disiplinlerarası bakış açılarını yaşatmak anlamına gelebilir; yemek yapmak asla sadece yemek yapmak değildir. röportaj semi hakim fotoğraflar gökhan polat

XOXO The Mag


Yemek yapmak nedir? Joan Roca: Bir aktarma sanatıdır. Aynı zamanda, şefler için bir yaşam stilidir. Ancak birçok farklı olguyu da temsil edebilir. Mesela, şefler artık basında daha sık yer alıyorlar, daha görünürler ve bu görünürlük sayesinde, yemek yapmak, kültürel aktarımlar açısından da önem kazanıyor. Şeflerin kullandığı ürünlerin nereden geldiğine, nasıl üretildiğine dair bilgiler topluma aktarılıyor. Böylece, küçük üreticiler teşvik edilmiş oluyor ve ekolojik bir bilinç oluşturuluyor. Yemek yapmak, aynı zamanda sosyal bir etkileşim de yaratıyor. Kendimizden örnek vereyim; yetenekli mutfak öğrencilerine burslarla destek oluyoruz ve onların önlerini açıyoruz. Yani yemek yapma eylemi sadece yemekle sınırla kalmayıp, çevresindeki birçok şeyi temsil edebilir.

2.000 yıllık bir şarap tekniği ile anforalarda üretilen şaraplardan getirtmiştik. Jordi, BBC’de Cultural Collaboration programında, Gaston Acurio ile beraber Peru’daki yerel patates üreticilerini desteklemek amacıyla, patateslerden bir tatlı reçetesi geliştirip, bunu lokal otoritelere sunmuştunuz. Böyle bir projeyi Anadolu malzemeleriyle ve oradaki üreticiler adına gerçekleştirecek olsanız, seçeceğiniz malzemeler neler olurdu? Jordi Roca: Patlıcan, yemişler ve kuru meyveler... Genel olarak sebzelerle tatlı tarifleri geliştirmek, mesela bunu havuçla yapmak isterdim. Ancak odaklanmak isteyeceğim esas malzeme kesinlikle kuru meyve olurdu. Genel olarak tattığım tatlıları hep fazla şekerli bulduğum için, doğal şekerli Anadolu ürünleri ile çalışmak isterdim.

Bahsettikleriniz ışığında, avangart mutfak geleneksel mutfağın önüne mi geçiyor? Joan: Avangart mutfağın medyatik bir duruşu var. Bu sebeple, iletmek istediğimiz bilgileri onun aracılığıyla daha güçlü bir şekilde iletebiliyoruz. Geleneksel mutfağın da iletim gücü yüksektir, ancak küçük üreticilere daha fazla yardımcı olabilmek anlamında avangart mutfağın öne çıktığını söyleyebiliriz.

Rakı hakkında ne düşünüyorsunuz? Rakı içme kültürü avangart mutfakta kendine bir yer edinebilir mi sizce? Josep: Tabii. Sonuçta, avangart mutfakta, gelenekselliği ve tarihi farklı bir vizyonda, daha refleksif olarak kullanıyoruz, insanları düşünmeye sevk etmek istiyoruz. Burada hazırladığımız menümüzde de rakı kullandık ve bir aperatif hazırladık.

2014 yılında Madrid Fusion’daki sunumunuzda sizi izlemiştim, Girona’daki çiftçilere önerdiğiniz farklı bir yaklaşımdan bahsetmiştiniz. Tarlalarındaki yabani otları yakmak yerine onları farklı şekillerde kullanabileceklerini göstermek için, otları toplayıp, restoranınızda tarifler geliştirdiğinizi ve yaptığınız yemekleri o çiftçilere tattırdığınızı anlatmıştınız. Anadolu gezileriniz de, buna benzer alternatif yaklaşımlar geliştirmek konusunda sizi etkiledi mi? Josep Roca: Girona’daki gibi olmasa da, Anadolu’daki keşiflerimizin de menümüze tabii ki katkıları oldu. Bir keresinde, Siyez bulguru diye 12.500 yıllık bir buğday çeşidi bulmuştuk ve menümüzde bunu kullanmıştık. Bir başka örnek verecek olursam, Kapadokya’dan,

Bu coğrafyada tattığınız şarapları göz önünde bulundurduğunuz zaman, genel bir “Anadolu Şarabı” tat profilinden bahsetmek mümkün olur mu? Josep: Ben Trakya ve Bozcaada’ya gidebildim, Jordi ise Kapadokya’ya gitti, ki aslında ben de oraya gitmeyi çok istemiştim, sadece o sırada aramızda şanslı olan Jordi’ydi. Anadolu’da üretilen şarap için tam olarak bir tat profili tanımlamanın mümkün olduğunu söyleyemem, buradaki üreticiler de sonuçta Avrupa’ya ve Latin Amerika’ya bakıyorlar, uluslararası teknikler kullanarak üretimler yapıyorlar; yani Bordeaux tekniklerini kullanıyorlar. Ama bir yandan, şunu da fark ettim, insanlar Anadolu’ya şarabın kaynağını merak edip geliyorlar, burayı görmek istiyorlar. Anfora tekniği gibi teknikleri 33


El Celler de Can Roca, Girona

araştırıp, geleneksel anlamda şarabın nasıl yapılmaya başladığını öğrenmek istiyorlar. Kısacası, burada modern bir bakış geliştirilmiş durumda, ancak geçmişe dönüşe de ciddi bir yönelim söz konusu. Bu yönelimin giderek daha fazla kuvvetlenmesini, yerli üreticilerin, yerel tekniklere odaklanmalarını, bu bakış açılarını kullanmalarını ve insanların bu önemi fark etmelerini çok isterim. Anadolu mutfağında bir paylaşım kültürü vardır. Avangart mutfakta bu kültürün yaşaması sizce mümkün mü yoksa bu mutfak sadece kişiye özel tasarımlardan mı oluşmalı? Joan: Bu paylaşım kültürünün aslında bir Akdeniz kültürü olduğunu da söyleyebiliriz. Bu sebeple, adaptasyona açık bir kültürdür, dolayısıyla avangart mutfağa uyum sağlayabilir. Josep: Az önce de biraz bahsettik, biz rakı hakkında da böyle düşünüyoruz. Rakıyla ilgili bir çalışma sürdürmezsek, bu kültürün bir kısmını kaybediyormuşuz gibi hissederiz. Dünyadaki kaynakların tükenmeye doğru ilerlemesiyle beraber, nispeten yeni protein tercihleri gündeme gelmeye başlıyor; karıncalar gibi... Bu tercihlerin günlük tüketime yerleşmesi sizce mümkün olabilir mi? Jordi: Bunlar aslında Orta Amerika ve Asya’dan gelen kültür tercihleridir. Biz restoranda Meksika karıncaları ile bir tabak hazırlıyoruz, menümüzde böyle bir sunum var; fakat bu gerçekten olağanüstü bir durum. Ancak tabii ki yaptığımız her şey avangart olacak ve günlük tüketime adapte olacak diye bir zorunluluk bulunmuyor. Joan: Evet, bu çok daha derin bir konu, sormamız gereken esas soru şu: Neden et tüketimi gelecek adına sürdürülebilir değil? Bu sorunun cevabını ararken, insanlar bir yandan başka alternatiflerin de peşine düşüyorlar; haliyle, alternatif protein kaynakları şu anda insanlara tuhaf gelse bile bir şekilde benimsenecek, sadece üzerinden zaman geçmesi gerekiyor. Josep: Karıncalarla yemek yapmak bir yana, avangart mutfağın temsilcileri olarak, bu konuyla ilgili büyük bir farkındalık

yaratabiliriz. İçeceklerin şeker oranlarının düşürülmesinin gerekliliği hakkında da bilinç oluşturma gibi bir farkındalık çalışmasına girebiliriz. Sokak yemeği son yıllarda şeflerin daha da dahil olduğu bir alan olmaya başladı. Bunu doğru buluyor musunuz, yoksa sokak yemeği özündeki gibi aslında samimi mi kalmalı? Joan: Biz, açıkçası, sokak yemeklerinden çok esinleniyoruz. Sokakta yemek yapan insanları gözlemlemek bize çok ilginç geliyor. Bir de, şeflerin daha müdahil olduğu Food Truck akımını takip ediyoruz. Restoranlarda da disiplinlerarası bir çalışma ortamı oluşmaya başladı; şefler, tasarımcılar, çiftçiler beraber çalışıyorlar. Josep: Şeflerin her konuda söz sahibi olması değil ama disiplinlerarası bir diyalog kurulması çok önemli. Tabii bu, mutfağınıza nasıl bir anlam vermek istediğiniz ile ilgili bir durum. Joan: Artık gastronomi üniversitelerde bir bilim dalı olarak ele alınıyor ve ona yönelik dersler açılıyor. Bu da diyalog kurulması açısından epey mühim bir adım. İşin nispeten teorik kısmıyla bitirelim; kültürel etkileşimler düşünüldüğü zaman, İspanyol koloniciliğinin Güney Amerika’ya yayılmasıyla beraber, domates, biber, patates gibi ürünler Avrupa’ya yayılıyor ve bu Avrupa mutfaklarını ciddi şekilde etkiliyor. Sizce, İspanyol koloniciliği Güney Amerika yerine Afrika, Hindistan ya da Avustralya’ya yayılsaydı, dünya mutfaklarına etkileri nasıl olurdu? Joan: Açıkçası, Güney Amerika’ya İspanyollar gitmeseydi, başka bir millet gidecekti. Bugün artık tamamıyla küreselleştirilmiş bir dünya içerisinde yaşıyoruz. Malum, domatessiz bir İspanyol ya da İtalyan mutfağından bahsedemeyiz, küreselleşme sonucunda artık tohumlar her yere ulaşıyor, bu sebeple biz de domates eskiden beri hep Avrupa’da da yetişiyormuş gibi hissediyoruz. Baktığınız zaman, doğa aslında çok bilinçli, doğru ışık ve doğru toprakla zaten ürünler her yere adapte olabiliyor.

XOXO The Mag


V isi t o ur n e w digi t al b o u ti qu e L a c o s t e . c o m .tr Inf o r mati o n 4 4 4 37 36 (4 4 4 ER EN)


DIALOGUE/CINEMA

EMİNE EMEL BALCI & ESME MADRA

Hep Şimdiki Zaman

Galasını Berlinale’de yapan Nefesim Kesilene Kadar, izleyicisini İstanbul’un tekinsiz karmaşasında giriştiği mücadelede bir an olsun durup dinlenmeyen Serap’la tanıştırıyor. Zorlu bir İstanbul macerasında kendi başına ayakta kalması yetmezmiş gibi babasına da ebeveynlik yapmaya kalkan bu güçlü ve sahici karakteri yaratan iki kadınla, yönetmen Emine Emel Balcı ve oyuncu Esme Madra’yla birer kahve içtik. Serap’tan, filmden ve İstanbul’dan konuşup, biraz soluklanmalarını izledik. röportaj evrim kaya fotoğraflar gökhan polat

XOXO The Mag


karakteri ortaya çıkarmak için nelere dikkat ettin? EM: Çok açıklama olmadan senaryoyu okuyarak başladık. O kadar uzun süre prova yaptık ki, aşamaları tam olarak hatırlamıyorum. Altı ay gibi bir süre devamlı Serap olarak hareket edince, abartılı olsun istemem ama, onun gibi düşünmeye başladım. Aslında çok zorlandığım zamanlar oldu, ama sonra, nasıl anlatsam...

Ebeveynlerin çocuklarıyla ilgili yaşadıkları hayal kırıklıklarını anlattıklarına çokça şahit oluruz. Oysa bu film kızını hayal kırıklığına uğratan bir baba üzerine. Yeni anne olmuşken Emel, sana soruyorum: Anne babalık nasıl bir şey? Onlardan beklentilerimiz ne kadar adil? Emine Emel Balcı: Türkiye gibi erkek egemen bir toplum ekseninden baktığınızda, babalığın daha arızalı bir mesele olduğunu görüyoruz, çünkü babalık sadece çocuk sahibi olmak gibi anlaşılmıyor, başka hallerin de tarifi gibi. Filmi yazarken, sorunlu bulduğum aile kurumu üzerine gitme fikri başından beri aklımdaydı. Mesele sadece babalık değil yani, hep kutsallaştırdığımız ama aynı zamanda içini boşalttığımız bir aile mefhumumuz var. Bu konuda bir öfke duyuyorum. Kadının toplumda gördüğü muameleyi de aile meselesinden ayrı tutamam. Film de öncelikle kadınlara dair bir şey söyleme ihtiyacımdan doğdu.

Yeni bir dil öğrenip de konuşmaya başlamak gibi mi? EM: Evet, o dile hakim olup kendini onunla ifade etmeye başlamak gibi. İlk bakışta bu kadar ön çalışma sınırlayıcı olabilir gibi geliyor, halbuki tam tersi, bu bana büyük bir özgürlük ve hareket alanı sağladı. Bu sayede çekimler de benim açımdan çok eğlenceli geçti. Mekan işin içine girince ve doğaçlamalar yaptığım zaman, kendimi çok rahat hissettim. Türkiye sinemasında kadın karakterler için böyle rollerin yazıldığına çok sık karşılaşmıyoruz. Emel, sen bu karakteri yaratırken cinsiyetle ilgili kodlara ne kadar dikkat ettin? EB: O durum kadının nasıl olması gerektiğine dair programlanmış olmamızla ilgili. Bu ülkede bir kadın tarifi var, onun biraz dışına çıkınca üzerinize hemen bir şeyler yapışmaya başlıyor: “Erkek gibi kadın”, “delikanlı kadın” vs. Halbuki insanın türlü türlü refleksi var, bunların sadece erkeklik üzerinden anlaşılması doğru değil. Bencillik ve başına buyrukluk erkeğe yakıştırılıyor, ama bunu belirleyen kim? Ne zaman bu alışılmış kadın rolünü reddetsek erkekleşiyormuşuz gibi düşünülüyor, oysa bana daha çok cinsiyetsizleşiyormuşuz gibi geliyor. Ne giyiminde, ne halinde tavrında, Serap’ın maskülen bir havası olmasını planlamadık, böyle bir şey hiç konuşulmadı. İnsan yazarken böyle şeyleri düşünüyor, ama ben cinsiyet sembollerinden hep kaçmak istedim. Dünya sinemasında maskülen genç kızlarla ilgili hikayeler var ama öyle bir yöntem bu filmi başka bir yere götürürdü.

Özellikle babalıkla ilgili bir derdiniz var mıydı? EB: Babalık o kadar büyütülecek bir şey değil. Aslında erkeklik de o kadar büyütülecek bir mesele olmamalı. Bunlar büyütülerek üstümüzde çok gülünç ve aslında basit bir korku yaratılmaya çalışılıyor. Bu korku çekirdek aileden başlıyor, üstümüzdeki yönetim biçimine kadar her yere sirayet ediyor. Anne olduktan sonra da fikirlerim çok değişmedi ama bu ilişkinin ne kadar yaralayıcı olabileceğini daha fazla hissettim. Esme Madra: Ben senaryoyu okuduğumda her yönünü çok sevmiştim, ama mutlaka içinde olmak istememin asıl nedeni babalık meselesiyle ilgiliydi. Hem çevremden, hem okuduklarımdan, hem de bire bir kendimde gördüğüm şeylerden dolayı bana, tam olarak filmde olan şekliyle olmasa da çok tanıdık geldi. Bu konunun kurcalanacak olması beni çok heyecanlandırdı. EB: Bir tutunma ihtiyacı yaratılıyor. Hiç sevmediğim bir tabir var: Birine sahip çıkmak. Sadece kadınlar için demiyorum, hep birilerinin birilerine sahip çıkması gerekiyor. Buna karşı bir derdim olduğunu ve bu filmin bir birey olma hikayesi olacağını en başından biliyordum. Esme’yle film nereye bağlanacak diye konuşurken de hep bunu söyledik. Serap’ın seçtiği yol etik olarak çok tartışmalı taraflara giden bir yoldu, ama özünde bunun bir özgürleşme hikayesi olduğuna inanıyorum.

Kadın filmi diye bir şey var mı? Varsa, bir filmin kadın filmi olduğunu nereden anlarız? EB: Bazı şeyler için kategoriler gerekiyor, ama filmleri sınıflandırmak bizim işimiz değil. “Ben kadın yönetmenim, kadın filmleri yapıyorum” havalarına girmek bence insana iyi gelmiyor. Ama kadın filmi diye bir şey var. En kolay tanım ne olabilir bilmiyorum. EM: Bir erkeğin çektiği, kadınlara dair bir hikaye anlattığı bir filme kadın filmi denmiyor mesela. Kadının çekmesi lazım. EB: Ama kadın yönetmenlerin çektiği filmler de kadın filmi olacak diye bir şartlanma hatalı olur. Onlar daha da rahatsız edici bir bakışa sahip olabiliyorlar. Ben kadın filmi demektense, daha uzun bir cümle kurup “kadınlara dair filmler” demek isterim.

Rol Esme’ye çok yakışmış, birlikte çalışmaya karar verdikten sonra karakter ne kadar değişti? EB: Rolü oyuncuya karar verdikten sonra yazanlar vardır. Belki biraz belgesel geleneğinden geldiğimden olacak, ben bugüne kadar herhangi bir yüzü düşünerek karakter yaratmadım hiç. Filmin yaratım süreci de tekstil dünyası üzerine neler yapabilirim diye düşünmemle bir belgesel araştırması gibi başladı. Hayalimdeki film daha amatör oyunculara, daha çiğ bir gerçekliğe sahip bir filmdi; belgesele daha yakındı. Ama ilerledikçe profesyonel bir oyuncuya ihtiyacım olduğunu anladım. Esme’yi zaten biliyordum, en çok Çoğunluk’tan. Ama başta onun gibi birini düşünmemiştim. Tanıştıktan sonra bir prova sürecine giriştik ve Esme’yi bırakıp Serap üzerine düşünmeye başladık.

Hep tek bir karakteri takip etmek senarist ve yönetmen olarak zorlayıcı mı? EB: Yazarken çok zorlandığım oldu. Baştan beri filmin her karesinde Serap’ın olmasını istedim. Hikaye bazen başka bir açı gerektiriyor ama o ilk tasarıda inat ettim. Bir çıkışsızlık hissi getirdi bu zaman zaman, ama ortaya çıkan film beni rahatlattı. “Serap’ın içinde boğulduk” diyebilirim, hatta bazen öyle hissetmemiz bile film için iyi oldu. Çünkü bana kalırsa bu filmin duygusuna yardımcı olan tekinsiz bir histi.

Esme’ye Serap’ı nasıl anlattın? EB: Aslında başlarda Esme’ye hiçbir şey anlatmadım. O bunu bilmez; tanışmaya geldiğinde üstünde, nerede olduğumuzu anlamaya çalışan bir aranma hali vardı. Birden Serap’ın filmin içindeki aranma hali Esme’ye yakışacak gibi geldi. Tamamen fiziksel bir arayıştan söz ediyorum. Esme çalıştıkça Serap kendini buldu.

Filmde geçmiş de gelecek de yok. Serap geçmişten kaçıyor, geleceğe ise ulaşamıyor. Bir şimdiki zaman estetiği nasıl kurulur? EB: Aslında en başta filmin bu ülkede geçip geçmeyeceğini bile tam olarak bilmiyordum, bunları belirleyen kodlar yerleştirmemeye dikkat

Esme, sen hem bu kadar sert hem bu kadar kırılgan bir 37


Nefesim Kesilene Kadar, 2015

ettim. 1990’larda da, 2000’lerde de geçebilecek bir hikaye bu. Şimdiki zaman hissi de karakterin ruh haliyle ilgili. Serap ileriye dair tasarılar yapmaktan çok, içinde bulunduğu anı kurtarmaya çalışan biri. Hesapçı olduğunda da, en fazla bir saat sonrasını düşünüyor. Bu yüzden, filmin sonunun biraz havada olması, Serap’ın başka karakterlerle kendine bir yol çizemeyişi, hep o ‘şimdiki zamanda olma hissine’ hizmet etti. Filmin sonunda da bir gelecek projeksiyonu olmaması bundan. Elbette Serap’ın film bittikten sonra gideceği yollar var ama ben artık onların ne olacağını söyleyemem. Ancak sonunda Serap’ın bir yerden bir yere geldiğini görelim istedim. Film on dakika daha devam etse, onun artık kendi hayatının iplerini eline alacak olgunluğa erişmiş olduğunu göreceğiz.

Buralar çok zorlu ve çok ağır koşulların, illegal çalışma şartlarının olduğu yerler. Bu yüzden, oralarda film yapmak imkansıza yakın gibiydi. Biz de filmdeki atölyeyi kendimiz kurduk. Eskiden atölye olan boş bir binada her şeyi sıfırdan yaptık. Türkiye’de kamerayı alıp dışarı çıkınca başınızın derde girmesi kaçınılmaz. Kamera insanların sevdiği bir şey değil, İstanbul’un herhangi bir yerinde film çekmek çok zor. Biz de bir sürü zorluk yaşadık ama zamanla yaratıcı çözümler bulmayı öğrendik. Esme, bu senin için de zorlayıcı olmuştur. EM: Ben gözlem yapmak için bir ay tekstil atölyelerine gidip geldim. Bir süre sonra duruma aşina olmaya başladım, Bağcılar’ı tanır oldum. O bir ay olmasa çok zorlanırdım ama film başladığında alışmıştım bile.

Yani bir büyüme hikayesi izliyoruz... EB: Evet. Serap hem büyüdü, hem de biraz özgürleşip arındı. Kirlenmekle arınmak hep eşzamanlıdır ya.... EM: Ben de gerçekle yüzleşince bir şeylerden kurtulmuş olduğunu düşünüyorum. EB: Bu bile yeterli aslında: Bir beladan kurtuldu. İçinde bulunduğu şimdiki zaman, gelecekte ne olacağının göstergesi. Bunu yapabilen birinin, kurtulabilen birinin gelecekte daha iyi şeyler yapmaması için hiçbir neden yok. Dolayısıyla ben filmin çok iyimser bir finale sahip olduğunu düşünüyorum.

Şimdi sırada neler var? EB: Filmi çekerken dört buçuk-beş aylık hamileydim. Hamile olduğumu ön hazırlık döneminde öğrendim, haliyle fiziksel olarak çok zorlayıcı oldu. Şimdi on beş aylık bir kızım var. Açıkçası, başka hiçbir planım yok, bütün vaktimi o alıyor. Bir yandan filmin işleri var, hatta ben bazı yerlere gidemediğimden Esme gidiyor. EM: Uzun mesafelerde Emel yerine de gezmem gerektiğinden, Kore, Meksika, durmadan geziyorum ben... Gezginliğe vurdum. Bir de kısa film yaptık bir arkadaşımla, o şimdi kurgu aşamasında.

İzleyiciye ezbere bilmediği bir İstanbul sunmak için nelere dikkat ettin? EB: İstanbul’da tekstil atölyelerinin yoğun olarak bulunduğu yerler var. Senaryoyu yazarken Bayrampaşa, Pendik, Bağcılar gibi yerlere çok girip çıktım. Görüntü yönetmeniyle senaryonun ilk hallerinden itibaren bir görsel arşiv oluşturmaya başladık. Esme’yle birlikte de gezdik.

Çektiğin başka bir kısa film, Meşakkat ve Kocası da bu aralar gündemde. EM: Üç sene önce bir filmin yönetmenliğini yaptım, o ilk ve tek denemem. Aslında derdim yönetmenlik değildi. Yönetmenlikte hiç gözüm yok. Bir öykü yazmıştım ve onun film olmasını istiyordum. Hiç deneyimsiz balıklama atladım, ama sonucundan da memnunum.

XOXO The Mag


G E L E C E Ğ E

2

G E R İ

E Y L Ü L - 1 0

S AY I M

O C A K

ZERO SERGİSİ SAKIP SABANCI MÜZESİ’NDE


INTERVIEW/CINEMA

WOODY ALLEN

Bedbaht Bir Faniyle Görüşme Woody Allen, 50 yılı deviren kariyeriyle, gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biri. Ve onunla konuşmak, tartışmasız, büyük bir ayrıcalık. Yine de bunun pek de eğlenceli bir deneyim olduğunu söyleyemeyiz. Zira, 79 yaşındaki yönetmen, bu ayrıcalıklı buluşma esnasında, hayatta olmanın trajedisinden ve varoluşumuzun amaçsızlığından dem vurup durdu. 46. filmi, Irrational Man vesilesiyle karşısına geçtiğimiz Allen, hayatın anlamsız olduğundan hem çok emin, hem de biri çıkıp onu bir anlamın varlığına inandırsın diye çaresizce bekliyor. Onunla, bu ikircikli halin şekillendirdiği hayatını, ve fırsat buldukça, filmlerini konuştuk. Tarihe not düşülsün. röportaj nando salvà fotoğraf vera anderson/wireimage/gettyimages

XOXO The Mag


Irrational Man, 2015

Bu yüzden mi hayatınızı kurgulara adadınız? Evet, insanlık halinden bir nebze uzak kalabilmek istedim. Gerçek meseleleri dert etmemek için kendimize yalandan birtakım sorunlar uydurmak zorundayız. Ben şunları uydurdum: Filmim için iyi bir son yazabilecek miyim? Bu kadın beni sevecek mi? Tuttuğum takım bu hafta sonu kazanacak mı? Hepimiz bir şekilde zihinlerimizi meşgul tutmanın yollarını arıyoruz; böylece şu ciddi sorularla uğraşmak zorunda kalmıyoruz: Benden ne olacak? Nasıl yaşlanacağım? Ne zaman ve nasıl öleceğim? Hayatın anlamı ne?

Mantıksız bir adam mısınız? Mantıksızlık insanın doğasında var; hepimiz öyleyiz. Doğduğumuz anda mantık bize bir hediye olarak sunuluyor ama onunla ne yapacağımızı bir türlü bilemiyoruz. Mesela, insanlar bir şeylere inanma ihtiyacı duyuyorlar ve dini seçiyorlar, ki bu tamamen mantıksız bir davranış. İyi bir hayat sürerlerse öldüklerinde cennete gideceklerini düşünüyorlar, kötü hayatsa daha da kötü hal alıyor. Önceki pek çok filminizde olduğu gibi, Irrational Man’de de bir kadın kendinden yaşça büyük bir erkeğe tutuluyor ve bu kadını hikayede adeta bir aksesuar gibi kullanıyorsunuz. Jill’i bir aksesuar gibi görmüyorum. Kadınları anlatmayı seviyorum. Bunun için bir gerekçe öne süremem ama onları, her koşulda, erkeklerden daha fazla seviyorum. Bu aralar etrafımdaki arkadaş grubum da hep kadınlardan ibaret. Yapımcım, asistanım, menajerim... Kadınlara bu düşkünlüğüm sanırım annemden ileri geliyor. Neyse, önceki hikayelere benzerlik konusuna gelince, yazma eylemi Çin mutfağını andırır. Yüzlerce farklı malzemeden yüzlerce farklı yemek yaparsınız, ama hepsinin tadı bir şekilde aynı olur. Benim yarattığım karakterler için de aynı şey geçerli, çünkü yönetmen ve yazar hep aynı. Haliyle, her şeyin tadı da bana benziyor.

Hayat sizin için hep bu kadar trajik miydi? Evet, düşünmeye başladığım ilk andan beri. Yani ızdırap çeken beş yaşında bir çocukken başladı her şey. Neden bu kadar erken? Çünkü her şeyi daha o zamandan görebiliyordum. Doğuyoruz ve neden doğduğumuzu bilmiyoruz, bir süre yaşıyoruz, beklenmedik bir anda ölüyoruz, kendimizi asla güvende ve rahat hissedemiyoruz, kendimize ne kadar dikkat edersek edelim ölüyoruz, yani doğumdan ölüme kadar kandırılıyoruz. Doğduğumuz anda ölüm cezasına mahkum ediliyoruz; ve buna minnettar kalıyoruz. Gerçekten çok teşekkürler! E her şey bu kadar anlamsızsa, neden çalışıyoruz ve neden yaşamaya devam ediyoruz? Çünkü inanılmaz derecede gerizekalıyız. Sanki bizi hayata bağlayan bir şey varmış gibi davranıyoruz, geçmiş kuşaklardan beri süren bir dehşet bu. Size bir örnek vereyim. Her şeyden nefret edebilirim, son derece umutsuz ve yorgun olabilirim ama şu anda bu odaya bir katil elinde silahıyla girse onun üzerine atlamakta da tereddüt etmem. Hayatım için savaşırım. Nedenini asla bilmiyorum.

Yalanlar hikayelerinizin çoğu için vazgeçilmez bir malzeme. Sizce hayatta kalmak için yalanlara başvurmaya mecbur muyuz? Kesinlikle. Nietzsche, Freud ve Eugene O’Neill gibi dehalar bunu benden çok önce zaten söylemişler. Hayatla yüzleşmek berbat bir şey ve onu olduğu gibi kabul etmek çok korkunç, bu yüzden her zaman illüzyonlara ihtiyaç duyarız. Her insan evladı hayatta kalabilmek için bir inkar mekanizmasına başvurur. Yaşamak öylesine trajik bir durumdur ki, sadece gerçekliği inkar ederek hayatta kalabiliriz. Filozoflar, din adamları ya da psikiyatristler size ne söylerlerse söylesinler, yaşam kendi bildiğini okur, ve sizi ezip geçer. Hepimiz eninde sonunda çok kötü bir hale düşeceğiz. Zaten hayatımızın çoğunu depresif hislerle sürdürüyoruz, anlamdan yoksun bir dünyada yaşayıp gidiyoruz. Çocuk yapıyoruz, çocuklarımız da çocuk yapıyorlar, ama en nihayetinde hepimiz ölüyoruz. Bir gün gelecek, güneş dünyayı yakıp yok edecek ve insanoğlu evrenden silinecek. E tabii sonra evren de yok olacak. Hayat kolonoskopiye benziyor, sona geldiğinizde, biri ışığı pat diye kapatıveriyor.

İnsanların kötü olduklarına dair bir genelleme yapabilir misiniz? İnsanlar korkuyorlar, ve korktuklarında da yanlış hareket ediyorlar. Herkes kaygılı ve herkes inanacak bir şeyler arıyor. Hayat çok karmaşık, bu yüzden hepimiz yanlış kararlar alıyoruz. Halbuki hayatın bir anlamı olduğunu öğrensek, bir tanrının var olduğunu bilsek, hepimiz daha iyi şeyler yaparız ve her şey kökten değişir, dünya iyiye gitmeye başlar. Yani kimse doğuştan bir kötülük taşıyor diyemem, sadece korktuğumuzu 41


Hollywood Ending, 2002

olsam herhangi bir filmimi daha iyi bir şekilde çekmekte asla tereddüt etmem.

söyleyebilirim, hepsi bu. Sizce bugün yaşadığımız hayat önceki devirlerde yaşananlara kıyasla daha mı kötü? Hayır, yüzyıllar önce de her şey aynıydı. Dünyanın dört bir tarafında korkunç şeyler yaşanıyordu, ahlaki krizler vardı. Edebiyatı, tiyatroyu ve sinemayı asırlardır besleyen de bunlardır. Peki ya yanılıyorsanız? Belki de sorun hayatın kendisinde değil sizdedir. Korkularınız ve hatta fobilerinizden ötürü böyle hissediyor olamaz mısınız? Evet, belki de, kim bilir? Ama o kadar da fobilerle dolu biri değilim. Birkaç tane fobim var. Tünellerden geçemem. Sağlıkla ilgili hep temkinliyim ama hastalık hastası değilim. Durduk yere hasta olduğuma inanma durumum yoktur, yine de kolumda küçücük bir şey görsem, örümcek ısırığı bile olsa beynimde tümör olduğunu düşünmeye başlarım. Yani biraz tuhafım ama bu tuhaflık tehlikeli boyutlarda değil. İnsanların sizinle ilgili ne düşündükleri umurunuzda mı? Film eleştirilerini okur musunuz mesela? Hayır, asla. Hemingway’in de dediği gibi, eğer işinizi övenlerin söylediklerine inanırsanız, olumsuz eleştiriler getirdiklerinde de onlara kulak vermek durumunda kalırsınız. Ve sonra muhtemelen depresyona girip intihar edersiniz. Ben tüm bunlar için fazla korkağım, bu yüzden hiçbir eleştiri yazısını okumuyorum. Kendi filmlerinizi de hiç izlemiyorsunuz, değil mi? Hayır, onlarla işim bittikten sonra yüzlerine bile bakmam. 1969’da Take the Money and Run’ı çektiğimden bu yana hiçbir filmimi izlemedim. Neden izleyeyim ki? Hatalarımı görmek için mi? Ne kadar kötü olduklarını düşünüp daha iyilerini yapmak için mi? Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğim için, onları izlesem muhtemelen bunalıma girerdim. Ve tabii ölen oyuncu arkadaşlarımdan birini görmem de cabası olurdu, oturup bir de ona üzülürdüm. Galiba filmlerimi tekrar çekebilecek olsam hepsini tek tek baştan çekerdim. Bunu tüm samimiyetimle söylüyorum. Oyuncuları da ikna edebilecek

Artık eskiye göre daha iyi bir yönetmen misiniz yani? Hayır, değilim. Bir yönetmen olarak, ilk iki-üç filminizi çektikten sonra, aslında hiçbir şey öğrenmeyeceğinizi öğreniyorsunuz. Sonrası tamamen şuursuzca gelişiyor ve sezgilerinizle ilerliyorsunuz. Peki başarı için kendinizce bir tanım yapmayı denediniz mi hiç? Her filmimle elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. İnsanlar yaptığım filmi beğenirlerse, bu harika bir şey olur. Beğenmezlerse tekrar denerim. Eve vardığımda aklıma harika bir fikir gelir ve bundan iyi film olur diye düşünürüm. Sonra o filmi de yaparım ve fikrimin ne hale geldiğini görünce içimden ağlamak gelir. Her şey yanlıştır. Ve bu korkunçtur. O harika fikir nereye gitti diye hayıflanıp dururum. Size kendi içinizde böyle hayal kırıklığı yaşatan bir filminizin gişede başarı yakaladığı durumlar da oldu mu? Evet, What’s New Pussycat’i bitirdiğimde gerçek anlamda utanç içindeydim ve film yapmaya asla devam etmemem gerektiğini düşünüyordum. Ne berbat bir filmdi! Yazdığım en kötü şeydi herhalde. Ama insanlar onu bir şekilde sevdiler. Bugün bile buna bir açıklama getiremiyorum. Peki ya bu durumun tam tersini hiç yaşadınız mı? Hollywood Ending bence yaptığım en iyi filmlerden biriydi. Bütün espriler komikti. Ama sonuçta kimse onu sevmedi, ve hatta kimse izlemedi. Gelecek kuşaklara miras bırakmak gibi bir derdiniz var mı? Buñuel, Kurosawa, Fellini, Antonioni, De Sica ve Truffaut gibi yönetmenleri idolleştirerek büyüdüm. İzlemekten utanmayacağım bir film yapmayı başarabilirsem çok mutlu olurum. Citizen Kane, The Bicycle Thief, The 400 Blows veya The Seventh Seal’ı izlediyseniz ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız. Günün birinde bunların herhangi biri kadar iyi film yapabileceğimi hiç sanmıyorum.

XOXO The Mag


43


INTERVIEW/DESIGN

DESIGNMARKETO

Rafine Estetik

Her şeyi birbiriyle ve tasarımla ilişkilendirme çabası bazen kendiliğinden, bazen de fazlasıyla zorlama oluyor. Konu yeme kültürü ve tasarım bağlantısına geldiğindeyse bu ilişkilendirme çabası, çok da sempatik algılanmayarak başlayan yolculuğuna, adeta hep varmış gibi bir doğallıkta devam ediyor. DesignMarketo enerjisini, bu ilişkinin tam orta yerinden tüm dünyaya yayıyor. Belki de her şey, zevkle döşenmiş bir masa etrafında dostlarla birlikte keyifli bir yemek içindir… röportaj bahar türkay fotoğraf amandine alessandra

XOXO The Mag


DesignMarketo, Interieur Bistro, 2012 ©Amandine Alessandra

En son ne yediniz? Jerome Rigaud: Çok az karamelize edilmiş hafif kızartılmış zencefilli ekmek. Üzerine az miktarda Normandie tereyağı sürdüm. Size ufak bir ipucu vereyim; bu tereyağı, doğal olarak, tuzlu ve karamelize ekmek kabuğunun tatlılığıyla birleşince mükemmel oluyor. Alexandre Bettler: Kruvasan. Evde deneme yaptım, gerçekten de güzel oldu.

Platformunuzda dünyanın farklı yerlerinden pek çok tasarımcı var. Türkiye’den seramik sanatçısı Tulya Madra bu isimlerden biri ve onunla birlikte “Santimetre” projesini gerçekleştirmiştiniz. Proje neyle ilgiliydi? JR: Tulya’dan iki serilik bir iş için bize katılmasını istedik. Bunlardan biri Bar Alto’nun Londra’daki edisyonuydu, ikincisi de Kortrijk’te kurduğumuz Interieur Bistro’da servis edilen kokteyl sandviçleri için tabaklar tasarlamak ve üretmekti. AB: Hayallerimden biri, tasarımcı birkaç dostumuzla birlikte, Tulya’nın bir atölyesine katılmak ve DesignMarketo için edisyonlar yapabilmek. Bunu gerçekleştirmek için henüz elime mükemmel bir fırsat geçmedi ancak bir gün olacağından umutluyum.

Bar Alto Projesi gibi pop-up barlar ve Interieur Bistro gibi restoran konseptleri yaratıyorsunuz. İnsanları yiyecek içecek etrafında mutlu etmek nasıl bir his? JR: Bu işi yapmanın en heyecan verici tarafı, o mutluluğu yaratabilmek. AB: Evet, mutlu yüzler görmeyi ben de çok seviyorum. Tasarım altyapısına sahip birisi olarak da bu benim için ayrıca ilgi çekici. Tüm malzemeleri mekana yerleştirmek çok zaman ve çaba gerektiriyor, ancak her şey hazır ve yerinde olduğunda ve ziyaretçiler gelmeye başladığı anda, organize ettiğimiz binlerce minik unsurun tek bir özgün etkinlik olarak bir araya geldiğini görmek inanılmaz. İşin sırrı, emprovizasyona ve ziyaretçilerin son dokunuşu yapmalarına biraz izin vermek.

Yaptığınız şeyin günlük hayatın rafine ama sade estetiğini oluşturmak olduğunu söylüyorsunuz. Bu ne anlama geliyor? JR: Bu, her gün etrafınızda olan, kullandığınız ürünlerle ilgili. Ben basit şeylerden bahsediyorum; baktığınızda “İşte güzel tasarım.” diye düşünmediğiniz şeyler... Siz hayatınızı yaşamaya devam edersiniz ve objeler de bunun bir parçası olur. Bizim yapmaya çalıştığımız, bu projelere taze, yeni bir gözle bakmak ve bir şekilde onları arıtmak. Bar Alto projesinde kullandığımız Duralex cam için yaptığımız gibi... Tasarımının başlangıç noktası hala tümüyle belirsizliğini koruyor. Halen Fransa’nın en sık rastlanan camından bahsediyoruz... Adeta her yerde. AB: Ekmek ve kitap da ayrıca iyi birer örnek.

Ekmeğe karşı da özel bir ilginiz var. Bunun kaynağı nereden geliyor? JR: Alex! Demek istediğim, özel olan yalnızca ekmek değil, Alex sizin ekmeği sevmenizi sağlıyor ve bir yandan da merakınızı cezbediyor. Mesela birkaç ay önce “Bread Club”a başladı ve haftalık konuşmalarımızdan ekmek hakkında çok şey öğrendim. AB: Jerome! Çünkü yaptığım bütün ekmeği yiyor. Ekmek ile uzun soluklu aşk ilişkim, birçoğumuzda olduğu gibi küçükken bir tüketici olarak başladı. Daha sonra yalnızca bir besin olarak değil, bir obje, ve değiş-tokuş aracı olarak ekmeğe ilgim gittikçe arttı. İlk ekmek atölyelerimi Royal College of Art’ta gerçekleştirdim. Çalışmada katılımcılardan ekmeği bir iletişim aracı olarak kullanmalarını istedim. Konsept, Fransızcadaki “copain” sözcüğünden geliyor, yani ekmek ve arkadaşı bir arada kullanmak. Biz de “Dost dediğin ekmeğini paylaştığın kişidir.” düşüncesini seviyoruz. Bir grafik tasarımcı olarak dostlar edinmenin iletişimi başlatmak için en iyi başlangıç noktası olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de şu sıralar ekmeği bir tür iletişim aracı olarak kullanıyorum. Ekmek ve kitaplar hayattaki iki tutkum. Her ikisi de pratik, mütevazı ve değiş tokuş için iyi birer araç.

“Bardağın tasarımının çayın lezzeti üzerinde bir etkisi var mı?” diye sorduğunuz bir çay tadımı atölyeniz var. Etkisi var mı gerçekten? JR: Tam anlamıyla bilimsel olarak konuşacaksak, muhtemelen yok. Diğer taraftan, insan kendisine kullandığı objeye göre farklılaşan bir çevre yaratıyor ve bizce bu, bir şeylerin tadını nasıl algıladığımızı etkiliyor. Sıvının dudaklarınıza nerede ve nasıl temas ettiğine bağlı olarak duyumunuz farklılaşıyor ve bu da tadı konusundaki algınızı değiştiriyor. Denemeye değer. Diğer taraftan, bardağın kalınlığı çayın sıcaklığını uzun süre koruyabilir veya korumayabilir, aynı şekilde demliğin ağzı da. Mesela kupanın ağzı kaseye göre daha küçüktür ve kasenin içindeki çay daha hızlı soğur ki bu da daha sıcak olduğu zamanki durumuna göre farklı bir tat yaratır. Peki çay mı kahve mi? JR: Ah, biz de aynı soruyu, Doug Aitken’in Station to Station projesi 45


Perfume, Sir?

kapsamında ‘Grain for Thoughts’ için görüştüğümüz tasarımcılara sorduk. Bazı tasarımcılar seçimlerinin günün belli bir saatine bağlı olduğunu itiraf etse de, ben bir kahve sevdalısıyım. Esnaftan kahve çekirdeklerimi alıp, kökenine ve arzu ettiğim sonuca göre mükemmel bir bardak kahveyi nasıl yapacağım konusunu hala öğrenmeye çalışıyorum. Mükemmel bir cold-step brewed konsantresi 14 ila 18 saat demleniyor mesela. Yazın buzlu kahve harika bir tercih ancak doğru oran ve zamanlamayı kaçırdıysan fazla sert olabiliyor ve kahveni de israf etmiş oluyorsun. AB: Jerome’a katılıyorum. Daha yeni, Londra’da bir kahve atölyesinden aldığım çekirdekleri öğütüp, çok güzel bir kahve yaptım. DesignMarketo’nun online mağazasında en çok satan ürün hangisi? JR: Nispeten uygun fiyatlı olan birkaç ürün satılıyor. Bir kereye mahsus üretilen ürünler ve bazı prototipler hiç satılmayabiliyor… Ancak enteresan bir şekilde, objelerin seçimi ile ilgili karar verirken, bu, dikkate aldığımız bir kriter değil. Hesaba kattığımız şey, web sitesinin kendisinin de diğer tüm projelerimiz gibi kendi başına bir deney olduğu. Yeme kültürünün geçirdiği evrime karşılık tasarımcılar nasıl bir önerme sunuyorlar? İskandinav ülkelerinde pek çok araştırma projesiyle birlikte, tasarımı, yiyecekle ve yeme kültürüyle birleştiren çok fazla şey yapılıyor. Siz bu durumu nasıl görüyorsunuz? AB: Evet, o taraflarda ilgi çekici gelişmeler var. Gastronomi alanında, Nordic Food Lab’in harika araştırmalar ve deneyler yaptığını düşünüyorum. Tıpkı Eli Bulli’nin İspanya’da yaptığı gibi. Yiyeceklerin tatlarına odaklanmak ve bu konuda deneyler yapmak müthiş bir şey. Bununla birlikte, çay tadımı etkinliğinde yer alan önermede olduğu gibi, yeme eylemini gerçekleştirdiğiniz ortam ve kullandığınız mutfak eşyaları, yediğiniz şeyin tadını etkiliyor. Ve tasarımın devreye girdiği yer tam da burası; tabağın veya çatalbıçağın tasarımı, aynı zamanda mekanın, ortamın ve ziyaretçilerin deneyimlerinin tasarlanması…

Sizce en başarılı mutfak aleti tasarımı hangisi? JB: Büyükannemden anneme, annemden de bana geçen bir bıçağım var. Diğerlerine kıyasla nasıl daha başarılı olduğundan emin değilim ama sonuçta üç jenerasyondur sosis kesiyor. Bu kendi başına hoş bir durum bence. Olması gereken kadar uzun ömre sahip şeyler gerçekten hoşuma gidiyor. AB: Ellerim. Sadece iki tane var ve şu ana kadar çok iyi idare ettiler. Hangisini organize etmek daha zor; sergiler, atölyeler ve konuşmalar mı yoksa yemekler mi? JR: Her birini tasarlamak, hazırlamak ve üretmek için muhteşem insanlar gerekli. İşin en zor ve aynı zamanda en heyecan verici tarafı, insanlarla konuşup, bir uzlaşma noktasına erişmek ve ilişkiye dayalı istisnai şeyler inşa etmek. AB: Bence bu aynı zamanda, kaç kişinin karar verdiği, verilen brief’in ne kadar net olduğu, işin içindeki insanların birbirlerine olan güveni gibi koşullara da bağlı. Tüm bunları ölçümlemek hiç kolay değil ama bunların nasıl bir araya geldiği, etkinliğin hazırlığında çok büyük farklar yaratabiliyor. Peki sizin için en zorlayıcı müşteri kim olurdu? AB: Ne istediğini bilmeyen veya aldığımız kararlarda bize güvenmeyecek birileri. Bize en beğendiğiniz yemek masası düzenini tarif etmenizi istesek… JR: Etrafında dostların oturduğu… AB: Biraz mum, şarap ve bizim tarafımızdan yapılmış taze yiyeceklerle birlikte. Bir de tarif verseniz… AB: Yeterli miktarda taze ve yerel ürün satın al, derin bir nefes sonrasında en sevdiğin yemeği yarat. Biraz ekmek ilave et, seviyorsan biraz da şarap ekle. Uzun bir masayı taze çiçeklerle donat, sürahide limon dilimli su ve etrafta birkaç sandalye olsun. Bir süredir görmediğin dostlarını davet et. Sevdiğin müzikleri koy, keyfini çıkar. Ve bize fotoğraf gönder.

XOXO The Mag



INTERVIEW/ARCHITECTURE

PETER EISENMAN

Ahvale Dair

Peter Eisenman mimarlık kuramına damga vurmuş, yaşayan en önemli isimlerinden biri. Jacques Derrida’nın yapısökümcü düşüncesi ile güçlü bir etkileşimdeki kendi mimarlık düşüncesini aktardığı, mimarlık okullarının baş ucu kitaplarından Written into Void’un da aralarında olduğu çok sayıda kitabın yazarı, aynı zamanda aktif olarak proje üreten bir mimar. Eisenman Architects’te sürdürmekte olduğu mimarlık çalışmalarının arasında Berlin’deki Yahudi Soykırımı/Holocaust Anıtı, Santiago de Compostela’daki Galicia Kültür Şehri/The City of Culture, Venedik’teki Cannaregio meydan planlaması ve elbette ki çığır açıcı Ev serisi bulunuyor. Yakın ilişkide olduğu İstanbul’un kendisini daha da yakından tanıması ise, Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark Alanı yarışmasını 2012 yılında Aytaç Architects ile birlikte kazanmaları vesilesiyle oldu. Peter Eisenman’ı yakalamışken, geçtiğimiz yıl Rem Koolhaas’ın küratörlüğündeki Venedik Mimarlık Bienali Temel Unsurlar/Fundamentals sergisi için söylemiş olduğu “mimarlığın sonu” tabirinin ardından, güncel tartışma konularına dair düşüncelerini sorduk. Eisenman güncel mimarlığı “imgelerin çıldırmış durumda olduğu” bir hayal kırıklığı olarak niteliyor olsa da, -kendisinin de katılacağı- Alejandro Aravena’nın gelecek Venedik Mimarlık Bienali sergisinin bir umut ışığı yaratabileceğine inanıyor. röportaj yağmur yıldırım fotoğraf chris wiley

XOXO The Mag


Yenikapı Transfer Area and Archaeopark, İstanbul

Alanın akıbetine dair herhangi bir bilginiz var mı? Yarışmanın sonuçlanmasından üç ay sonra yerel yönetim yeni bir proje ilan etti. 500 bin metrekarenin üzerindeki dolgu alanda 1,5 milyon kişilik gösteri, festival, konser ve miting alanı olarak yapılan proje geçtiğimiz yıl tamamlandı ve halka açıldı. Bu soruları anlamamaya çalışıyorum. Politika benim konum değil. Bildiğiniz gibi, İstanbul Belediye Başkanı bir mimar, fakat Kadir Topbaş’ın politikalarının dışında kalmayı tercih ediyorum, söylemleri üzerine konuşamıyorum. Açık alanda mitingler, gösteriler, konserler, sergiler ya da açık hava restoranları olacaksa bu tamam. Bizim yapmaya çalıştığımız, orada yaşayanları da, istasyonu kullanan yolcuları da kendisine dahil edecek, insanları alana mıknatıs gibi çekecek yeni işlevler yaratmaktı.

Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark Alanı yarışması ile söze başlayalım. Eisenman Architects ve Aytaç Architects olarak ekibiniz, birincilik ödülünü kazanan üç ekipten birisiydi. Yarışmaya girmek için sizi teşvik eden ne oldu? Yarışmanın 2011-2012’deki sürecinde, arkeolojik buluntular henüz keşfedilmişti ve bugünün ana ulaşım aktarma merkezi planlanma aşamasındaydı. Yarışma beraberinde birçok tartışmayı getirdi; ve özellikle de İstanbul’un koruma sorunları ve bitmeyen inşaatlar arasındaki bugünlerinde bu tartışmalar güncelliğini koruyor. Kariyerim süresince, işlerimin çoğu yarışmalar ile üretildi; oldukça fazla sayıda yarışmaya katılmaktayız. O yarışma da beni çok heyecanlandırmıştı; Türkiye’den çok fazla arkadaşım var, bugüne kadar Türk çalışanlarım da oldu ve halen öğrencilerim var. Ve tabii İstanbul’da, dünyadaki en muhteşem şehirlerden birinde, bir yarışmaya katılma şansı benim için cezbediciydi. Yarışmanın ana fikri, bizim düşüncemize göre Marmaray istasyonunun Yenikapı bölgesi için yeni bir ulaşım merkezi olacak olmasıydı ve bu merkez tamamlandığında günde bir milyonun üzerinde insanın geçeceği bir yer olacaktı. İstasyonda birleşen, batıdan ve doğudan gelen üç ayrı demir yolu hattı bulunuyor; bu üç hattın istasyonu ve tasarlayacaklarımız arasında çevresel bir ilişki kurmayı oldukça önemsedik. Çevresel olarak gözettiğimiz, yoğunluğu ölçeklendirmekti ve kuzeydeki, batıdaki ve doğudaki bölgelere doğru istasyondan açılabilmekti. Ayrıca şehir surlarının çoğu, bölgede hala mevcuttu; ve alan doğal bir liman niteliğindeydi. Şehir surlarını, yeni bir proje için birer ipucu olarak ele aldık; proje mevcut ve yok olan surlarla iletişime girecekti. Yani, içinde arkeoloji olan projenin kendisi de başlı başına arkeolojik bir proje. Proje tasarlanırken, arkeologlar kazı çalışmalarına devam ediyorlardı; alanın güneybatısında gelecekteki kazıları göz önünde bulundurmak durumundaydık. Böylece alanın kuzeybatısına bir müze yerleştirdik; bu müzeye istasyondan çıkan insanlar, bir meydandan geçerek ulaşıyorlardı ve bu meydan arkeolojik alandı; yani arkeoloji için para ödemiyorlardı. Ana fikir, insanların içinden geçebileceği bir filtre yaratmaktı. Güney kısımda bir araştırma merkezi ve bir çocuk müzesi de bulunuyordu.

Yenikapı projenizi, geçtiğimiz yılki Venedik Mimarlık Bienali’nde paralel etkinlik olarak sergilediniz. Venedik’te projeyi sergilemenin, Venedik ve İstanbul arasındaki tarihsel paralelliklere de işaret ettiğini belirtiyordunuz ve iki şehrin mimarisi ve toplumları arasında ortak bir “palimpsest”ten söz ediyordunuz. Öncelikle, 17. ve 18. yüzyıllarda Haliç bölgesinde bir milletler topluluğu yaşadığını belirtmekte fayda var; bu, İstanbul’da yaşayan ve çalışan tacirlerin oluşturduğu İtalyan bir topluluktu. Biz de, bu şehirler arasında bir ilişki yakalamak istedik; İstanbul bir kapıydı, ticaret ve kültür için önemli bir noktaydı; tıpkı Venedik Cumhuriyeti gibi. Bu projeyi sergilemek ve Venedik Bienali arasında bir ilgi kurmak istiyorduk ve araştırmamız şans eseri bizi alanda yaşamış Venedikli topluluğa ulaştırdı. Palimpsestler ve şehir hafızası konusuna, farklı bir bağlamda devam edebiliriz. Present Pasts: Urban Palimpsests and the Politics of Memory kitabında Andreas Huyssen şöyle der: “Bir yeniden temsil olarak hafıza, her zaman geçmişin ve şimdinin arasındaki yapıcı gerilimi yıkma tehlikesi ile karşı karşıyadır; özellikle de tahayyül edilen geçmiş, tüketim kültürünün her şeye nüfuz eden sanal mekanının zamansız şimdisinde 49


House VI

House II

yutulduğunda”. Buna dair epey sözünüz olmalı. Yazdıklarımda ve işlerimde, mekanın ve binaların üretiminde tüketim kültürünün rolünü irdeliyorum. Yatırımcılarla, yüklenicilerle çalışmıyorum; şehirlerin halkları için şehirlerle, belediyelerle çalışıyorum; İstanbul’da, Berlin’de, Japonya’da, Kore’de, dünyanın her yerinde... Tüketim kültürüne dahil olmayan bir insan değilim; ama eğer bununla ilgili ne düşündüğümü sorarsan, işlerimin tüketim kültüründen olabildiğince uzak kalmasına çalışıyorum. Ve eğer yaptıklarıma dikkatlice bakarsanız, onların tüketilebilir olmadıklarını görürsünüz. Mimarların çoğundan daha az işimin olmasının nedeni bu; çünkü bu kültürü eleştiriyorum. Aynı zamanda, şu an tüketime de ihtiyaç duyduğumuz bir durum içinde olduğumuzun farkındayım; fakat bu tüm mimarlıkların bunun bir parçası olması gerektiği anlamına gelmiyor, zaten yeterince mimarlık bunun içinde. Tüketmektense, açık bir kültür sağlamak için bu kültürün içinde çalıştığımızı söyleyebilirim.

bilmiyorlar; bunu bilgisayara bırakıyorlar. Tam da böyle günler yaşadığımız Helsinki’de, Helsinki’ye verilen yanıtlara bakınca bu apaçık görülebiliyor; hiçbirinin oranın doğasıyla, alanın biricikliğiyle, oradaki doğal ışıkla, çevresel endişelerle, ölçekle ilgili ortaya koyduğu bir şey yok. Bunlar, benim irdelediğim şeyler. Bugün, bugünün kültürü ile, dünü kullanarak yarını teşvik edecek şekilde inşa etmek nasıl mümkün olabilir? Bence bu geçerli bir fikir olmalı.

Bu kültürün içinde olan ve olmayan mimarlıklardan devam edersek, geçtiğimiz aylarda Guggenheim Helsinki yarışmasına “gösteri mimarlığı”ndan bir demet sunan tam 1715 başvuru yapıldı. Şimdilerde “Bilbao Etkisi”nin yeni bir çağının başladığından söz ediliyor; “Helsinki Etkisi” terimi kullanılmaya başladı. Bunun üzerine ne düşünüyorsunuz? Pekala, üniversitede ders verdiğimi ve ders vermenin de mimarları dünyaya hazırlamanın bir yolu olduğunu düşünerek, Helsinki yarışmasının benim için bir hayalkırıklığı olduğunu söyleyeceğim. İlk olarak, genç mimarlar ve profesyoneller için en büyük sorun, bugün mimarlığı sınırlayan ve biçimlendiren kültürel bir otoritenin olmayışından kaynaklanıyor. Kahramanlar yok; kahraman bilgisayar çünkü. Ve insanlar mimarlığın ne olduğunun, mimarlığın kültürünün eğitimini almıyor. Eğer Yenikapı projemize bakarsanız, Ayasofya’ya uzandığımızı görürsünüz; Ayasofya’nın dokularını ve fikirlerini alıp, direkt temsilden kaçınarak, bir bağlamda yere yerleştirdik. Bahsettiğim şey bu; tarihi kullanacak yollar bulmak, bağlamı kullanacak yollar bulmak -Türkiye’de ya da başka bir yerde, bunları alıp bugüne getirmek. Öğrencilerimizin, genç mimarların kültürleri ve disiplinleri ile teması kaybettiklerini düşünüyorum. Ne yapacaklarını

Rem Koolhaas’ın küratörlüğünü yaptığı bienale dair sözleriniz gündeme oturmuştu. Venedik Mimarlık Bienali’nin Temel Unsurlar (Fundamentals) sergisi için “la fine dell’architettura” (“mimarlığın sonu”) dediniz; “mitolojinin, mimarinin ve her şeyin sonu” olarak nitelediniz. Bir sonraki Venedik Mimarlık Bienali’nin küratörü Alejandro Aravena’nın düellosuna dair ne düşünüyorsunuz? Sizce “sınırdan/cepheden bildirebilecek”* mi? Öncelikle, bienale yeniden katılma daveti aldığımızı söylemeliyim, yani Aravena’nın düellosunda biz de varız. Bunun Temel Unsurlar’dan çok daha iyi bir düello olacağına inanıyorum. Temel Unsurlar tam bir ticaret fuarıydı. Ve biz ticaret fuarlarının içinde olmakla ilgilenmiyoruz... Bir strüktür olmadan, yalnızca kelimelere sahip olamazsınız. Temel Unsurlar’da, daha önce de söylediğim gibi bence eksik olan şey, bir strüktür fikrinin olmayışıydı. Aravena’nın çağrısının oldukça faydalı ve mütevazı olduğunu düşünüyorum, kesinlikle bir öncekinden daha mütevazı; biz de bu sergiye saygı göstereceğiz ve seneye bir proje göstermeyeceğiz. Aravena’nın sözlerini, “öteki ben”in bir çağrısı olarak alacağız ve son derece mütevazı bir sergi gerçekleştireceğiz; politik bir kültür vasıtası olarak

Peki sözünü edebileceğiniz bir “yeni mimarlık arayışı” var mı? Yeninin bir amaç olduğunu düşünmüyorum. Geçmişe, şimdiyi değiştireceği için inanıyorum; bu onu yeni yapmıyor. Her şey yeni olmak zorunda değil. Eğer her şey yeni olsaydı, kültürümüzü kaybederdik. İstanbul’da yeniyi aramıyorduk; tarihsel kültürü bugüne taşıyacak yollar arıyorduk. Moda işinde değilim ki. Yeninin tüketicisi değilim.

XOXO The Mag


Holocaust Memorial, Berlin

okumalara açma imkanını yaratırsanız, onu karar verilemez kılarsınız. Şu Rönesans İtalyası’nda başlayan “idealizm”e inananlar için bir çift sözüm var: Artık Rönesans’taki gibi “ideal” diye bir şey yok. Şu anda bu mümkün değil. Derrida’nın argümanı tarihe, Rönesans’tan beriki üç yüz yıllık düşünce tarihine dair çok şey söyler ve ideali eleştirir. Derrida’nın eleştirisi şudur ki, eğer bir kere diyalektik eleştirirseniz -tıpkı Hegel’in idealizm eleştirisi gibi- hep aynı dünyaya sıkışır kalırsınız. Jacques hepimizin anlaması gereken, son derece önemli bir şey söyledi; yalnızca idealin, ideal olmayana karşı olduğu bir diyalektik şartın olmayışından bahsetti. Yani diyebiliriz ki sorun diyalektik ve bunu eleştirmeye ihtiyacımız var. Bizim yapmaya çalıştığımızsa, dünyamıza meta-diyalektiği sokmak; Hegel’in sentez diyalektiği değil bu yalnızca, sentezleyen de ideal strüktürün bir parçasıdır.

mimarlığın, kendisini nasıl ortaya koyacağını göstereceğiz. Sergiye katılacağımız için gerçekten çok memnunum. Güncel üzerine şimdiye dek konuştuğumuz durumlar belki de imajlara, imgelere mütedair. Sizse mimarlığın imgedense, metin oluşunu tartışıyorsunuz. Söze Kuran’da imgeye ve temsil ikonlarına hayır denişi ile başlayayım. İslam dininde ve Türkiye’de benim için ilginç olan buydu; dokuların ve geometrik fikirlerin oluşu, fakat ikonların ve figürlerin olmayışı durumu. Biz her zaman temsil ve imge fikrini sorguladık. Ve biz imge yapmıyoruz. Sana binalarımızın bir görselini gösteremem, çünkü bizim binalarımız strüktürün organizasyonu ile ilgileniyor; hadi şöyle diyelim, imgenin fikrinin dışında kalan bir şeyle ilgileniyor. Şimdiye dek “oh, binalarımıza bakın” demedim. Ki binalarımızın çoğunu yerin altına koyuyoruz; çünkü biz mekana inanıyoruz ve imgenin olmadığı yerler bizce önemli. İmgeye düşmüyoruz, Helsinki’de ve güncel mimarlıkta yargıladığım durum da bu. İmgeler çıldırmış durumda.

Buradan mevcudiyet metafiziğine (metaphysics of presence) çıkıyoruz, sanki. İmgelerden, Helsinki’den, tüketim kültüründen, bilgisayarlardan ve güncelin hali üzerine konuştuk; tüm bu gösterinin içinde gösterenlere/imleyenlere ve gösterilenlere/imlenenlere dair ne söyleyeceğinizi merak ediyorum. Bu epey zor bir soru. Bunu tam olarak yanıtlamam bir saat daha alır. Benim yaptığım ve okulda öğrettiklerimiz türünden şeyler; mümkün olan alternatifler, çözümler değil. Mevcudiyeti sorgulayan, sentez olmayan bir mimarlık fikri. Çünkü ben mimarlığın ideal refleksinin fenomenolojik olduğunu düşünüyorum. Eğer işlerimize bakarsanız, her zaman mevcudiyete dair getirilmiş bir eleştiri vardır; mevcudiyetin iyi olduğunu söyleyen ideal kavramını eleştirmiştir. Erken dönem evlerimizden Yenikapı projesine kadar bunu ortaya koymuşuzdur; Santiago’da ve Berlin’de bunu kesinlikle görebilirsiniz. Projelerimizin çoğu, bir mevcudiyet eleştirisi taşır. İdealizmin eleştirisi, diyalektiğin eleştirisidir ve bu oldukça önemli. Aravena’nın bienalinin, bu sorunların kimileri için iyi yansımalar yaratabileceğini ve iyi sözler ortaya koyabileceğini umuyorum.

Temsil soruları ile birlikte, Jacques Derrida’nın alanına giriyoruz; Derrida’nın düşüncelerinin işlerinizde önemli bir etkisi var. Biraz bunu açabiliriz, belki. Jacques ve ben birlikte çalışırken bana şöyle demişti: “Aslında birlikte çalışmamıza gerek yok, benim öngördüğüm şeyleri sen şimdiden yapıyorsun”. Bu bence çok iyi bir açıklama. Derrida’yı ve zor fikirlerini okuyucularınız için biraz izah edersem, Derrida gösterilen/imlenen (sign) ve onun anlamı arasında gerekli bir ilişki olmadığını söyledi; yani bu bir gösterilenler/imlenenler denizinde yüzdüğümüz anlamına geliyor. Bu mimarlığın düşünmesi gereken bir şey; bu birincisi. İkinci olaraksa, Derrida mimarlıkta insan bilincinin sınırını aşan orijinalin; ya da her şeyden öncelikli bir şeyin olmadığını söylüyor. “Aşkın gösterilen/imlenen” (transcendental signified) diye bir şey yok. Mimarlık için bu çok önemli, çünkü mimarlığa, yani temsilin güç demek olduğuna, strüktürün güç demek olduğu ile gireceksek eğer; anlamı, tek bir anlamı ya da gösterileni/ imleneni olmayan muhtemel diğer anlamlara da açmalıyız. Bu bizim öteden beri üzerinde çalıştığımız bir şey; eğer mimarlığı, çoklu

* “Sınırdan/Cepheden Bildirmek (Reporting from the Front)”, Alejandro Aravena’nın açıkladığı 2016 Venedik Mimarlık Bienali teması. 51


INTERVIEW/ART

ULI SIGG

Örümcek Ağı Uli Sigg, kuşkusuz,“Çin güncel sanatı denince akla gelen ilk koleksiyoner” klişesinden çok daha fazlasını hak ediyor. Zira o, 1980’li yılların başında Çinli sanatçıların gizli saklı atölyelerine gidip, işlerini satın almaya başlamadan önce zaten Çin güncel sanatı diye bir şey yoktu. Haliyle, Sigg’in yakın zamanda şaşırtıcı bir kararla kişisel koleksiyonunun büyük bir bölümünü Hong Kong’daki M+’a devretmesi güncel sanat çevrelerini epey dalgalandırdı. Bundan sonra ne yapacağını biz de merak ediyorduk ve bienal vesilesiyle İstanbul’a geldiğinde bu fırsatı kaçırmayıp, onunla buluştuk. Kıssadan size düşen hisse; iyi bir teorisyen olmak iyi koleksiyoner olmanın yolunu açabiliyor. röportaj evrim kaya fotoğraflar sigg collection

XOXO The Mag


Shao Fan, Moon Rabbit, 2011

XU Di, Lure of the Body, 2009

Çin güncel sanatına ilgi duymaya başlamanız rastlantısal nedenlere ne kadar dayanıyor? 1979 yılında Çin’e gittiğimde bu ülkeyle ticari ilişki kuran ilk insanlardan biriydim. Mutlak bir kapalılıktan sonra dünyayla yeni yeni iletişim kurmaya başlamış bir toplumdan söz ediyoruz, böyle bir ülke elbette beni farklı açılardan etkiledi. İlk ziyaretimden önce, Çin sanatı ve Çin kültürüyle ilgili pek bir şey bilmiyordum. Ama zaten ben oraya gidip güncel sanatla ilgilenmeye başladığımda ortada gerçek anlamda bir güncel sanat yoktu. Uzun yıllar boyunca yaşanan baskılar altında üretilen tek tük eserler vardı, ki onlar da aslında orijinallikten epey uzak, sıradan işlerdi. Bir sanat ortamı varsa, o da Batılı sanatçıları taklit eden işlerden oluşuyordu. Benim biriktirmeye başlamamla, gerçekten Çin güncel sanatı diyebileceğimiz şeyin ortaya çıkması eş zamanlı oldu. Oraya gitmemin ticari nedenleri olduğu için, Çin sanatıyla ilgilenmem biraz rastlantısal gibi görülebilir ama sanata olan ilgimin belirginleşmesi, ciddiyet kazanması ve belki de disiplinli bir işe dönüşmesi zamanla oldu. Bu ilgi, Çin’le iş yapmamın doğal sonucu değildi, aşamalı bir süreç sonucu ortaya çıktı. Bu anlamda rastlantısal değildi.

benim sahip olduğum koleksiyonun kapsamına ulaşabilecek bir birikim beklemek adil olmaz. Beni yönlendiren, Çin’in belirli bir dönemini en iyi yansıtacak parçaları bir araya getirme arzusuyken, onlar kendi kurumsal kimliklerinin elverdiği ölçüde bir temsil yapmaya çalışıyorlar. Elbette daha fazla zaman ve olanağa sahip olan benim gibi kişiler de, bu kurumlarla işbirliği yaparak, söz konusu temsilin olabilecek en iyi hale gelmesine yardım etmeye çalışıyorlar. Çin güncel sanatındaki yeriniz o kadar güçlü ki, size kurucu ve yönlendirici bir konum atfediliyor. 1979’dan bugüne kadar yaşanan gelişmelerde sizin gerçekten büyük bir rolünüz oldu mu? Başlangıçta bu sanatın para edeceğini düşünen pek az kişi vardı, benim bu işlere ilgi göstermem, başka koleksiyonerlerin ve Batılı müzelerin ilgisini ve dolayısıyla üretimi tetikledi; bu doğru. Ama ben bu durumu bir tür otoriteye dönüşmek için kullanmadım. Dönüşümü yönlendirmedim, takip ettim. Sanatın ve sanatçının sahip olduğu misyon üzerine bitmek bilmeyen tartışmalar yapılıyor. Peki koleksiyonerin bir misyonu var mıdır? Bu zor bir soru. Koleksiyoner isterse bir misyona sahip olabilir, ama istemezse kimse ona bir misyon dayatamaz. Geçmişte abartılı örnekler vesilesiyle bunu tartıştık; mesela bir adam sahip olduğu Van Gogh tablolarıyla gömülmek isterse buna nasıl bir temele dayanarak karşı çıkacağız? Hukuk, etik ya da estetik olarak kulağa doğru gelmediğini düşündüğümüz bir durum, ama neden yanlış olduğunu tam da ifade edemiyoruz. Ben sorduğunuz soruyu ancak kendi adıma yanıtlayabilirim: Koleksiyoner olarak bir misyonum var çünkü böyle bir misyonum olması gerektiğine karar verdim. Bu da Çin güncel sanatını doğru yansıtan parçaları bir araya getirip, bunları sanatçılar ve izleyicilerin erişimine açık tutmak.

O zaman daha öncesinde sanat koleksiyonu yapmıyordunuz... Çin’e gitmeden önce Batı’daki güncel sanata ilgim vardı ve beni Çin’de sanat eserleri aramaya iten Batılı güncel sanatla ilgilenirken edindiğim birikim oldu. Ama bu profesyonel bir ilgi değildi. Pek çok koleksiyoner, ailelerinden devraldıkları bir alışkanlığı sürdürdüklerini ve aile koleksiyonlarını devam ettirdiklerini söylüyor. Sizin için de geçerli bir durum mu bu? Hayır, benim ailem koleksiyoner değildi. Bu, kendi başıma adım attığım bir alan. Herhangi bir koleksiyonu devralmadım. Sizin güncel sanata olan yaklaşımınızı, profesyonel olarak parçası olduğunuz MoMA, Tate Modern gibi daha büyük ve kurumsal yapıların yaklaşımından ayıran temel fark ne? Adını andıklarınız elbette önemli kurumlar, en azından belli bir maddi güçleri varmış gibi görünüyorlar. Ancak kaynaklarını farklı gelenek ve ülkelere paylaştırdıklarında bu ülkelerin ve dönemlerin her birine ayırabilecekleri ilgi ve maddi birikim oldukça sınırlı. Bu yüzden, onlardan

Bu misyonu ne zaman formüle ettiniz? Satın alma stratejiniz zaman içinde nasıl gelişti? Yakın zamanda bu konuda ‘Biriktirmenin Tipografisi’ adlı bir makale yazdım. Bu misyonu o zamandan beri daha rahat ve açık şekilde formüle edebiliyorum. İlk başlarda ben de pek çok sanatsever gibi sadece 53


Ai Weiwei, White Wash, 1995-2000

sevdiğim parçaları alıyordum. Bir süre sonra, sevdiğim parçalardan, benzerlerine halihazırda sahip olduğum için vazgeçmeyi öğrendim ve duygusal bağ kurmayacağım başka işlerin peşine düştüm. Koleksiyonunuzu bir örümcek ağı olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bu ne anlama geliyor? Tam da az önce söylediğim ve makalemde de açıkladığım şey bu: Sevdiğim güzel parçaları inciler gibi toplayıp bir ipe dizersem kıymetli bir mücevherim olur. Ama eserler arasındaki ilişkiyi sınırlamış ve bir izleği dayatmış olurum. Oysa sanat eserleri biraz örümcek ağındaki noktalar gibidir; farklı şekillerde birbirlerine bağlanır, farklı okumalara açık anlamlar taşır ve herkesin onlarla kendi ilişkisini kendi kurması gerekir. Birkaç yıl önce Hong Kong’daki M+ Müzesi ile bir anlaşma yaptınız, koleksiyonunuzun çok önemli bir kısmını oraya bağışladınız ve küçük bir kısmını da sattınız. M+ projesi ne durumda? M+ bir kamu kuruluşu. Biz bu anlaşmayı yaptığımızda ne bu koleksiyonu sergileyecek büyüklükte bir mekana, ne de yeterli uzman ve işgücüne sahipti. Şu anda mekan sorununu çözecek inşaat devam ediyor, yeterli insan kaynağı da oluşuyor. Koleksiyon 2017’de halkın erişimine açılmış olacak. Kendinize ait bir müze kurabilecek olanaklara sahipken neden bir kamu kuruluşu ile anlaştınız? Önceliğim, Çin güncel sanatının ülke sınırları içinde kalması ve bu kültürün sahibi olan halkın erişebileceği şekilde bir düzenlemeyle güvence altına alınmasıydı. M+’ın teklifi de bunu sağlıyordu. Kendime ait bir müze kursam bundan daha iyi sergileme şartları yaratamazdım. Bu bir hayırseverlik etkinliği değil, elimdekilerden de vazgeçiyor değilim. Zaten yine söz sahibiyim, dolayısıyla bu eserleri yabancı bir kuruma devretmiş gibi hissetmiyorum. Peki elinizde kalan az sayıda parçayı nasıl seçtiniz? Duygusal faktörler mi etkili oldu? Hayır. Öncelik M+’taki koleksiyondaydı, orada gerekli olan bütünlüğü,

“örümcek ağını” koruyacak şekilde seçim yaptık. Keşke evimde, kişisel mülkiyetimde kalsaydı dediğiniz bir parça var mı? Ai Weiwei’in yüzden fazla neolitik vazoyu bir araya getiren işini kendime saklamak isterdim. Ama bu, koleksiyonda çok önemli bir yarık açmak anlamına gelirdi. Van Gogh’un ‘Ayçiçekleri’ tablolarıyla gömülmek istemek gibi bir şey olurdu. Bu proje, koleksiyonerliği, yani toplamayı bırakacağınız anlamına mı geliyor? Bir anlamda evet. Ama koleksiyonerlerin paylaştıkları ortak özellikler vardır. Koleksiyonerin ruh hali denen bir şey var ve ondan çıkmak kolay değil. Şu an yapmaya çalıştığım şey ‘koleksiyoner olmamayı öğrenmeye çalışmak’. Bu da koleksiyoner olmayı öğrenmekten daha zor bir şey. Bir yandan da Çin sanatından başka şeylerle de ilgileniyorum ve bundan sonrasını bu ilgilerimi geliştirmek için fırsat olarak görüyorum. Zamanınızın bir kısmını Çin’de bir kısmını İsviçre’de geçirmeye devam edecek misiniz? Evet, ama farklı ülkelere daha fazla seyahat edeceğim. İsviçre’de bir şatoda yaşıyorsunuz. Bu şatoda bir gün genelde nasıl geçer? Son yıllarda daha çok okuyarak ve yazarak geçiyor. Çünkü sanatla ilişkimin felsefi boyutu benim için çok önemli ve bir alanla felsefi bir ilişki kurmak için her şeyden önce yazmak gerekiyor. Attığım adımlar rastlantısal değil de, daha çok bir tür kişisel sanat teorisinin sonuçları olsun istiyorum. Kentten uzakta yaşadığım için, okuyup yazmadığım zamanlar da genelde çok sakin geçiyor. İstanbul’a bienal için geldiniz. Programı inceleme şansınız oldu mu? Carolyn Christov-Bakargiev’i önceden iyi tanıdığım için bienalin çok ilgi çekici olacağından zaten başından beri emindim. Birazdan Büyükada’ya, Troçki Evi’ni görmeye gidiyorum. Tuzlu Su iyi bir kavramsal çerçeve, İstanbul da sanat ortamı canlı ve turist olarak gezmesi çok keyifli bir şehir.

XOXO The Mag


Superdry Turkey Zorlu Center, İstanbul | Panora, Ankara Harvey Nichols ve Brandroom’larda


INTERVIEW/BEAUTY

ANDY TAUER

Drinks His Coffee Without Sugar İsviçre doğumlu ama bir dünya vatandaşı. Tauerville isimli blogun yazarı. Parfümör. L’Air du Désert Marocain, Noontide Petals, Lonestar Memories, Vetiver Dance gibi yenilikçi esanslarla bezenmiş, bağımsız bir parfüm evinin yaratıcısı. Uzun mesafe koşmaktan, bisiklete binmekten, resim yapmaktan hoşlanıyor. Kahvesini şekersiz içiyor. Onunla ilgili merak edecek başka ne mi kaldı? Her şey ve hiçbir şey. röportaj ayşecan ipek fotoğraflar tauer’in izniyle

XOXO The Mag


Pitti Fragrance Fair’den birkaç hafta önce döndün. Bu seneki fuara nasıl hazırlandın? Pitti’ye gitmeden önce bir hafta tüm işlerime ara verdim. Orada üç günü sağlam geçirebilmek için formda olmam gerekiyordu, Pitti her zaman çok zorlayıcı, inanılmaz derecede sert geçebiliyor.

bazı durumlarda bir İsviçreli olduğumu kanıtlayacak hareketler sergiliyorum, lojistik planlamalar yaptığımda mesela… Her detaya ayıracak vakti mutlaka buluyorum, düzenin uç noktasına çıkıyorum. İş yaratıcı alanıma geldiği zaman ise kesinlikle İsviçreli değilim; ne düzen ne de temizlik, çalışma masamda rastlanan şeyler değil.

Floransa’yı seviyor musun? Seni olfaktif açıdan etkiliyor mu? Aslında Pitti’deyken hangi şehirde olduğumu pek anlamıyorum çünkü fuar dışında markaların verdiği davetler ve toplantılarla geçiyor vakit. Floransa’yı daha önceki seyahatlerimden çok iyi tanıyorum, yılda en az iki kere İtalya’dayım. Verdiği olfaktif ilhama gelince, cevabım hem evet hem de hayır. Evet, çünkü ilham her yerdedir. Hayır, çünkü genelde doğadan ve insanlardan esinleniyorum, binalar ve arabalardan değil.

Tauer parfümleriyle ilgili yaptığımız minik çaplı araştırmada ekranda hep aynı iki kelime belirdi: Yeni dalga. Sen bu kelimeleri sahipleniyor musun, sence parfümerinin kurallarını değiştirdin mi? Azıcık bile olsa, sanırım evet. Bundan 11 sene önce bir grup özgün parfümörle aynı anda, mikro markamla soğuk suya atladım. Çoğumuz hayatta kalmayı başardık ve başka isimlere bu anlamda cesaret vermiş olduk. Bu pazarda ayakta durabilmenin mümkün olduğunu, sınırlar zorlandığında sıradanlıktan sıyrılıp yaratıcılığın kapısının aralandığını gördüler. En önemli nokta ise satış ve pazarlama konusunda internetin ortalığı karıştıran etkisinden faydalanmamız oldu. İnternet o gün oyunun kurallarını değiştirdi, bugün hala aynı şeyi yapmaya devam ediyor.

Peki o halde Pitti’ye dönelim. Bu sene nasıldı? Pitti, bu sene daha da büyüktü. Daha fazla parfüm, daha fazla marka vardı. Bu yüzden her şeyi keşfetmeye fırsat bulamadım. Takip ettiğim, her sene bir araya geldiğim parfümör arkadaşlarım var. Onları ve onların standlarını ziyaret ettim, yemeklerde buluşup sektörün şu anki halinden bahsederek kendimizce parfümeriyi kurtarmaya çalıştık. Hepimiz bu endüstrinin acı çektiğini düşünüyoruz, bir yandan çok fazla olmaya devam ederken bir yandan da sürekli parçalara ayrılıyor. Bu zamana kadar görülmemiş bir bölünme içinde.

Belki bu sayede niş parfümeri daha da önem kazanıyor, daha çok arzulanıyor. Blogunda sektörle ilgili düşüncelerinin yanı sıra günlük hayatından da detaylar paylaşıyorsun. Yine de sormak istiyoruz: Tauerville nasıl bir yer? Çok meşgul olduğunu söyleyebilirim. Sabah saat beşte ışıklar yanar, bir kahve sonrası bilgisayar çalışmaya başlar. Burası, çok düzenli köşeleri olan, bazı bölgelerindeyse fırçaların, tuvallerin, renklerin, tuşların, şişelerin, hammaddelerin dikkat çekmek için birbiriyle savaştığı bir yer. Tauerville’le ilgili en önemli şeyse buranın benim dünyam olması. Tamamıyla bana ait, içindeki her şey tarafımdan ödeniyor, sahibi benim. Kimse bana neyi nasıl yapacağımı söyleyemiyor.

Andy, Tauer parfümlerine geçmeden önce bize bir moleküler biyoloğun tam olarak ne iş yaptığını anlatabilir misin? Şöyle açıklamaya çalışabilirim; moleküler biyolog proteini araştırır. Bahsi geçen protein, hücrelerin yüzeyinden çıkan, beslenme ve harekette kullanılan bakteri flagella’sıyla bağlantılıdır. Flagella dediğimizde ince, uzun, ipliğe benzeyen organellerden bahsediyoruz. Çok havalı, değil mi? Bundan tam 20 sene önce Teksas’ta bunun üzerine çalışıyordum.

Markanın ilk parfümü L’Air du Désert Marocain, bugün artık bir klasik. Onun üzerinde çalışmaya başladığın ilk güne döner misin? Aklında tam olarak ne vardı? Kendimi Fas’ta hayal etmiştim. Bir oteldeyim, akşam saatleri, balkonun kapıları sonuna kadar açık. Ay, kumlu tepelerden gökyüzüne yükseliyor. O sırada hala sıcak çöl havasını içime çekebiliyorum, kokusunu duyabiliyorum. Rüzgar, olduğum yere, çarşıdaki baharatların ve minik şehrin esansını taşıyor. İsli bir kuruluk var. Bir yandan da tomurcuk veren yasemin dalları… Burnunla tek bir seferde tüm manzaraya bakabilmek gibi…

Ve sonra esanslarla haşır neşir oldun. Markanın ve senin fazlasıyla İsviçreli hissettiğiniz ya da hissettirdiğiniz anlar oluyor mu sence? Kendimi o kadar da İsviçreli hissetmiyorum. Evet, burada barış ve huzur içinde yaşıyorum, mükemmel bir ülkede doğmuş olduğum için kutsandığımı düşünüyorum, sürekli şükrediyorum. İsviçreli hissetmediğimi söylerken köklerimi asla inkar etmiyorum ama kendimi ABD’de de evimde hissettiğimi söyleyebilirim. Yine de 57


L’Air du Désert Marocain’i bugün kokladığında ne kadar yol aldığını düşünüyorsun? Hayal ettiğimden çok daha fazla. Birkaç gün önce, onunla ilgili bir şeylerle uğraşırken onun gerçekten de bir klasik haline geldiğini fark ettim. Öldüğüm zaman arkamda bir şey bırakacağımı düşündüm, kendimi iyi hissettim. Ama yine de mütevazı kalabilmek her zaman iyidir. Sanırım bugüne kadar başardığım en iyi şey özgür ve mutlu bir hayat sürüyor olmak. Şimdilik, bu. Senin için de sonbahar koyu tonlara ve sıcak esanslara dönüş mü demek, yoksa bu konuda yalnız mıyız? Kesinlikle değilsiniz. Ben de tam olarak öyle bir yerdeyim. Mevsim değişir değişmez sıcak, karanlık, odunsu ve balsamik notalara uzanıyorum. Sanki otomatiğe bağlanmış bu durum, bir bakıyorum yine paçuliyi arar olmuşum. Sen parfüm kullanıyor musun? Nadiren. Tüm gün parfümlerin içinde yaşıyorum. Eğer bir parfüm sürmüşsem mutlaka üzerinde çalıştığım bir şeyi deniyorumdur. Şu sıralar ne üzerinde çalışıyorsun? Birkaç farklı şey üzerinde. Bir zambak, bir paçuli ve bir vetiver esansı. Evet, vetiverle yeniden samimi olduk. Bir yandan da ticari hiçbir çekiciliği olmayan ama çılgın ve son derece eğlenceli bir şeylerle uğraşıyorum. La Déesse raflarında dizilmiş tüm Orange Star şişelerinin tek kişi tarafından satın alındığına şahidim. Sence insanların parfümlerine böylesine bağlanmasının sebebi ne olabilir? Sanırım bana sorduğun en zor soru bu. Ben de geriye şu sorularla cevap verebilirim. Eşsiz oldukları için olabilir mi? Gerçek oldukları için? Otantik kalmayı başardıkları için? Sanırım bu soruyu

müdavimlere sormak gerek. Yaratıcı, yarattığı şeylerle ilgili kördür ve bence öyle kalmalıdır. 90’ların sonunda hayatımıza giren temiz notalar artık ortalarda görünmüyor. Daha pis, daha karanlık, daha gizemli bir şeyler arıyoruz. Sen parfümeriye baktığında nasıl bir arayış görüyorsun? Kesinlikle doğru. Karanlık, anlaşılmaz ve ulaşılmaz esansların dönemi bu. Ama fazlası da var. Bugün parfümeriye baktığımda çok düşük kaliteli ve çok fazla ürün görüyorum. Sıfır esinlenmeye sahip bir sürü marka. Sürekli birilerinin Grasse hatıraları şişeleniyor, markalar güvenli ve tanıdık olanın peşinde. Yaratıcılık ve yenilik için çok az yer var. Tüm bunları söylemiş olmakla birlikte yine de endişelenmiyorum çünkü parfüm dünyası da Hollywood gibi. Güvenli denemeler ve güvenli filmler her daim daha geniş kitlelere ulaşacak. Yenilik ise büyük stüdyoların dışında hayat buluyor, bu yüzden oyunu yeni kurallarla yazan bir film peşindeyseniz siz de dışarı çıkmak zorundasınız, onun büyük sinemalarda gösterilmesini beklemeyin. Bir süre önce yazdığın Heading Forward post’unu göz önünde bulundurarak sormak istiyoruz. Sürekli bir sonraki adımı düşünmekten yorulduğun oluyor mu? Yoksa zamanın ilerisinde yaşamak hoşuna mı gidiyor? Evet, fazlasıyla gidiyor. Nedenini bilmiyorum. Yeni şişeleri tasarlamayı ve hayal etmeyi, yeni hikayelerin peşine düşmeyi, yeni bir resme başlamayı seviyorum. Her yaratım sürecinin ilk evresi büyük keyif getiriyor. Bence en zoru ve en fenası detaylarla uğraşmak, tüm ıvır zıvırı bir araya toplayıp bir fikri gerçeğe dönüştürmek. Dolayısıyla, benim için şu an 2016 ilkbaharını hayal ediyor olmak önümüzdeki hafta Tuberose Sotto La Luna’yı tanıtacak olmaktan çok daha heyecan verici.

XOXO The Mag



INTERVIEW/ARCHITECTURE

AYDAN VOLKAN

Mimarlığın Hissiyatı Formlarla birlikte, formun yarattığı hissiyatlarına da inanan Kreatif Mimarlık’ın kurucularından Aydan Volkan ile bir araya geldik ve kendi deyişi ile, kendisinin farkında olmadığı zamanlardan beri hayatında var olan mimarlığını konuştuk. Son işlerinden, İstanbul Tuzla’daki, oldukça konuşulan Piri Reis Üniversitesi’nin, kampüs genelinde aldığı Breeam “Very Good” sertifikasının ardından, bir binasının da dünya genelinde 350 yapının sahip olduğu Breeam “Excellent” sertifikasını kazandığını ilk kez bu söyleşide öğrendik. Bol ödüllü projelerin mimarı yine de, tekil mimari ürünlerden ziyade bugünün kentleşmesinin tartışılması aciliyetinin gerekliliğine inanacak kadar idealist. röportaj yağmur yıldırım fotoğraf volkan aydın

XOXO The Mag


Piri Reis Üniversitesi, İstanbul, Fotoğraf: Ömer Kanıpak

Piri Reis Üniversitesi, İstanbul, Fotoğraf: Cemal Emden

Nasıl bir evde büyüdünüz? Fatih’te bir aile apartmanında doğdum. Amcam mimardır, pek aktif mimarlık yapmasa da doğduğum apartmanı o projelendirmiş. 1960’ların güzel apartmanlarından biri bence, hala da duruyor. Belki bende varoluşsal, belki sonradan şekillenen dünyam içinde kendine yer bulduğunu düşündüğüm bir şey mimarlık, ama öyle bir yerde ki; üniversite sınavlarında altı tercihim vardı ve altısı da mimarlık bölümüydü. Çok emindim; ya mimar olacaktım ya da denemeyi sürdürecektim.

Bankası’na da teşekkür ederim. “Gençsiniz, hata yapabilirsiniz ama tasarımcı kimliğinize güveniyoruz,” dediler ve bu çok önemliydi. O günden bugüne çokça yarışmalarla bilinir olduk. İzmir TEB yarışması akabinde Petrol Ofisi Genel Müdürlüğü yarışmasına NSMH ile birlikte davet edildik ve yarışmayı kazandık. Kreatif Mimarlık’ın hayatında kırılma noktaları, hep böyle enteresan projeler ile gelmiştir. Bu bilinirlik de katlanarak devam ediyor. Kreatif Mimarlık’ın uluslararası sahnenin World Architecture Festival (MAPFRE Sigorta Binası ile, 2012], Mies van der Rohe (Piri Reis Üniversitesi ile, 2015) gibi prestijli ödüllerine adaylıkları dikkate şayan. Piri Reis Üniversitesi Türkiye’de ve dünyada çokça konuşuldu; Türkiye’nin ilk denizcilik üniversitesi için bir “yeşil” kampüs tasarladınız ve Türkiye’nin Breeam “Very Good” sertifikalı tek eğitim yapısı. Sondan başa gelirsem, sizin yayınınızda ilk kez duyurmuş oluyorum; on gün önce, Piri Reis Üniversitesi’nin proje ve inşaat aşamasında kampüs bütününde aldığı Breeam “Very Good” sertifikasının ardından, bir binasının da “Excellent” sertifikası aldığını öğrendik. Bu bizim için çok önemli, zira Excellent sertifikalı dünyada yalnızca 350 yapı bulunuyor. Piri Reis bir denizcilik üniversitesi, ve dünyada sadece 23 denizcilik üniversitesi var. Bu yüzden, kendi içinde, normal üniversitelerde rastlamayacağınız özel fonksiyonlar barındırıyor. Bu farklı programları, dünyadaki yedi sekiz denizcilik üniversitesini ziyaret ederek keşfettik; öğrenmeye karşı büyük bir iştahım var, deneyimleyerek öğrendiğim bu süreç benim için çok kıymetliydi. Piri Reis’e başladığımda 39 yaşındaydım, şimdi 46 yaşındayım ve aradan geçen zamanda çok şey öğrendim, bu da bana müthiş bir dinamizm getirdi. Sürdürülebilirlik konusuna gelirsem, bu üniversiteden çıkan çocuklar denizde zaten böyle yaşamayı öğrenmek durumundalar. Piri Reis Üniversitesi deniz suyunu alır ve tatlı su elde eder, kendi elektriğini kendisi üretir, güneş enerji panelinden sıcak su elde eder, elektrik üretimi sırasında açığa çıkan enerjiyi kışın ısıtmada, yazın soğutmada kullanır; gemilerde de böyledir. Sürdürülebilirlik kavramını, günün birinde tersanelerde ya da gemilerde çalışacak gençler için, karada öğrendikleri bir davranış şekli olarak kurguladık.

Bu sene 20 yaşına giren Kreatif Mimarlık ve hikayesiyle devam edelim. Çalışmalarınız ofisten konuta, eğitimden sağlığa çok çeşitli işlev ve ölçekleri kapsıyor. Ofisimizi 1995 yılında İstanbul’da mimar Selim Cengiç ve inşaat mühendisi Mehmet Cengiç ile birlikte kurduk. O zamanlar küçük bir ofisimiz vardı, serüven hep aynıdır: İlk işleriniz mağazaların, ya da konutların iç mekan düzenlemeleridir ve sonra bilinmeye başlarsınız. Bu bilinirliğin bizdeki ilk aşaması, Türk Ekonomi Bankası’nın İzmir’deki yarışmasıydı. Mongeri’nin 1928’de yapılan Banca Commerciale Italiana binasını konu alan yarışmaya Türkiye’den yedi, yurtdışından dört grup olarak katılmıştık. Bizden çok daha deneyimli katılımcıların olduğu bu yarışma bizim için büyük bir hevesti, çünkü çok küçüktük -beş altı kişinin çalıştığı, iki yıllık bir ofistik, belki de deneyim böyle bir şey; daha az deneyimli olduğunuzda daha heyecanlı, daha tutkulu oluyorsunuz. İlginçti; bir gün beni Türk Ekonomi Bankası’ndan aradılar. Selim askerdeydi, bense Atatürk Havalimanı’nda yaptığımız bir restoranın şantiyesindeydim. İki saat içinde bankanın Fındıklı’daki genel merkezinde olmamı istediklerini söylediler. Alçı tozu içindeydim, o sıralar Anadolu yakasında yaşıyordum ve iki saat içinde Yeşilköy’den Anadolu yakasına geçip Fındıklı’ya dönmem mümkün değildi. O halimle Fındıklı’ya gittim ve üst düzey bir odaya alındım. Karşımda yirmi kadar siyah takım elbiseli adam oturuyordu, benimse durumu kurtarmam gerekiyordu ve girer girmez “Mimarı her haliyle tanımalısınız” deyiverdim! O gün bir sunum yaptım ve sonrasında projeyi bize verdiler. Çok keyifli iki yıl geçirdik, çok şey öğrendim ve işverenimiz Türk Ekonomi 61


Sürdürülebilirlik konusunun, mimarlarca benimsendiği üzere binaları yeşile boyamaktan ibaret olmadığı dillendirilmeye başladı. WAF’tan da söz etmişken; bu yılki festival gelecek ay gerçekleşecek ve teması “Looking Back/Looking Forward”. Geçmişle bir tür hesaplaşma halini mimarlık “vitrin”lerinde görür olduk. Sürdürülebilirlik bize yeni bir şey öğretmiyor. Bildiğimiz, fakat geçmişte bıraktığımız şeyleri hatırlatıyor. Bugün birtakım dayatmalarla bunları unutmuş durumdayız... Bir yapının arazi üzerine konumlanışı, hakim rüzgarın yönüne ya da doğal havalandırmaya dikkat etmek zaten bize öğretilen şeyler, ama bunları gündelik hayatımızda kullanıyor muyuz? Sanırım sürdürülebilirlik, bize geçmişte yapılmış iyi ve doğru şeyleri hatırlatıyor. Geçmişle hesaplaşmak ya da geçmişi yıkmak bana çok çatışmacı geliyor, bunu anlayamıyorum. Geçmiş sorgulanabilir, ama geçmişle hesaplaşılamaz; çünkü o artık geçmiştir. Bir şeyleri yıkıp yerine yeni bir dünya kurma söylemini çok sert buluyorum. Yıktıktan sonra nasıl uzlaşacağız ki? Rönesans böyle olmadı örneğin, geçmişte unuttuklarını tekrar günışığına çıkarıp, güncelleştirerek yol aldı. Geçmişe bakma durumu, içinden geçtiğimiz postmodern dönemlerin de olayı; geçmişe biraz oryantalist bakıyoruz, biraz romantik bakıyoruz. Belki de artık geçmişe bakarken tebessüm etmek istiyoruz, o kadar uzun süre onu reddettik ki… Türkiye’deki, büyük bir geçmiş tahayyülünden çıkartılan mimari kimlikleri merkezimize koyduğumuz, aidiyetsiz ve kimliksiz, Osmanlı’nın da, Selçuklu’nun da kemiklerini sızlatan durumsa bambaşka. Şu anda Türkiye mimarlık sahnesini nasıl görüyorsunuz? Türkiye’de 1923-2002 tarihleri arasında ve 2002-2015 tarihleri arasında ne kadar inşaat yapıldığı sorgulansa; acaba ikinci etap, birinci etaptan daha fazla olur mu diye düşünüyorum. Karikatür dergilerindeki “inşaat ya Resulallah” durumu hakikaten de var… Kreatif Mimarlık’ta yaptıklarıma bakınca, vicdanımla ters düşmediğim işler görüyorum, bu yüzden de mutluyum; ama daha az üretebilmek isterdim. İster istemez bu hızlı üretimin, plansız gelişmenin içinde biz de rol alıyoruz ve bazen birtakım şeylerin önüne geçemiyoruz. Türkiye’nin en büyük sıkıntısı kentleşme ya da kentleşememe. Artık tek başına mimarlık ürünlerini konuşmaktan vazgeçip, kentleri ve kentleşmeyi konuşmalıyız. Mimarlık zaten egosantrik bir meslek; yeni tekil ürünlerle kendimizi biraz daha mutlu etmek yerine, içinde olduğumuz kente yapabileceklerimizi düşünmeliyiz. Peki bugünün “yeni mimarlık arayışları”na dair ne söyleyebilirsiniz? Dünyadaki büyük bilimsel ya da sanatsal dönüşümler hep daralma ve kırılma noktalarının ardından çıkmıştır. Sadece Türkiye’ye özgü değil; bugün dünyada ekonomik olarak, sosyokültürel olarak büyük bir tıkanma var. Suriyeli sığınmacıların göç hareketi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük insan yer değiştirme hareketiymiş. Düşünebiliyor musunuz; 2015 yılındayız ve savaştan 65 yıl sonra en büyük hareketi yaşıyoruz... Bunlar dünyanın büyük bir sıkıntıda olduğunu gösteriyor ve böyle dönemlerde her zaman bir sorgulama ve arayış ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Tasarım, bilim, tıp, siyaset; hepsi kendini sorgular ve yeni arayışlara girer. Bugün nüfus çok arttı, enerji tükeniyor, daha ne kadar petrol rezervlerini kullanacağız? 2017’nin sonunda Almanya tamamen yenilenebilir enerji ile elektriğini temin edecek ve 2014 yılı itibarıyla nükleer santrallerini kapatmaya başladı. Alternatif enerjiler bulup, o alternatiflerin hayattaki kullanım biçimini de değiştirmemiz gerekiyor, yeni arayışlar biraz da buraya yönelmeli. Bu gidişle dünyanın sonunun geleceği söyleniyor; oysa bu

gidişle dünyanın değil, insanlığın sonu gelecek. Dünya var olmaya devam edecek, korumaya çalıştığımız dünya değil, aslında kendi insanlığımız için endişelenmeliyiz. Belki de bu yüzden, mimarlardan ya da tasarımcılardan ziyade geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran felsefecilere kulak vermeyi tercih ediyorum. Adorno’yu, Benjamin’i yeniden okuyorum. Mimarlığımın farklı alanlardan beslenmesi gerekiyor, mimarlık sembolik bir sanat; güncel dünya problemlerini iyi okuyabilen felsefecilerin, gelecek tahayyülü olan edebiyatçıların yapıcı olduklarını düşünüyorum. Mimarlığın klişeleri hiçbir zaman ilgimi çekmedi; klişelerdense kavramlar üzerine düşünmeyi daha önemli görüyorum. Söyledikleriniz, İstanbul Bienali’nde sergilenmekte olan, İstanbul Modern’in deniz cephesindeki Liam Gillick’in Bernoulli Denklemi işini akla getiriyor. “Basınç düştüğünde, hız artar” diyor bu 18. yüzyıl denklemi, Boğaz’ın belki de en dar -ve hızlı- yerinden. Seyahatteydim, yalnızca küratörün metnini okuma fırsatım oldu. İlginç bir metin ve kente bienalin katılım şekli dinamik. Şu sıralar tuzlu su gibi karışmaya o kadar ihtiyacımız var ki… Kültür üzerinden insanların hayatlarına sızmamız ve üstten dikte eden anlayışlardan kaçınmamız gerektiğini düşünüyorum. İstanbul Bienali bunun için çok iyi bir örnek olacak. Program hakkında iyi şeyler duyuyorum ve merak ediyorum, şimdiye dek yalnızca bir işi görebildim; yaz aylarında Büyükada’da yaşıyorum ve deniz otobüsü ile işe gidip geliyorum; iskeleden çıkarken Kaptan Paşa Deniz Otobüsü’nü fark ettim ve içindeki iki işi gördüm. Benimle birlikte çıkan diğer yolcular da peşime takılıp sergiye yöneldi; yani “Tuzlu Su” günlük hayatımıza gerçekten de “karışıyor”, bu güzel bir şey. Tasarım kahramanlarınız var mı? Geçenlerde Marsilya’ya gittim, Le Corbusier’nin barınma blogunun tepesine çıktım ve oradan bakınca bütün Marsilya’nın Korbüzyen bir mimaride olduğunu fark ettim. Dünya modernitesi kendisine Le Corbusier diye bir kahraman çıkardı -daha doğrusu Le Corbusier kendi kendisini çıkardı, Yirminci yüzyıl kahramanların dünyasıydı, yirmi birinci yüzyılsa kahramanlık hikayelerinin bittiği bir zaman. Bu “kahraman” ihtiyacı, kimlikler üzerinden söylenen büyük sözler bugün ne kadar geçerlidir, sorgulanabilir. Eğer baktığım zaman keyif aldığım, hayatını okuduğum zaman kendime örnek aldığım birisini söylememi isterseniz Peter Zumthor’u anarım. Öyle mütevazı, ama söylemek istediğini projelerinde bu kadar iyi söyleyebilen başka birisini sayamıyorum. Hani çocuklara “Büyüyünce ne olmak istersin?” diye sorarlar ya, eğer bana sorsalar “Peter Zumthor,” derim. “Kadın mimar” olma hadisesinden biraz konuşalım. 2012’de XXI için “Oyunun Kuralları Değişir Mi?” dosyasında bu konuyu tartışmıştınız. Mimarlık bir yandan erkle, eril olanla doğrudan ilişkili. “Erk” dediğimiz şeyi, geçmiş yüzyılın dualiteleri üzerinden “eril” ya da “dişil” olarak görüp görmediğime dair soru işaretlerim var. “Erk”in hayatımızı, erkekleri de, kadınları da etkileyen cinsiyetler üstü bir güç olduğuna inanıyorum. Ben kimliklerdense, hayatını kişilikleri üzerinden yaşamayı tercih eden insanlardanım. Mimarlık yaparken kadınlığımı geride de bırakmıyorum, öne de çıkarmıyorum; çünkü bu benim için bir durum yalnızca; dünyaya biyolojik bir tesadüfün sonrasında kadın olarak geldim. En temeldeki hal, insan olma hali benim için ve cinsiyetim de dahil, beni var eden erdemlerim, zaaflarım, tutkularım, zevklerim ile inşa olan kişiliğimle yaşıyorum; bu yaşantım içinde mimarlık kimliğim, kişiliğimin bir parçası.

XOXO The Mag



INTERVIEW/ART

MARC-OLIVIER WAHLER

Tekrara Düşmemek Üzerine

10. seneler önemli kilometre taşlarıdır. Önümüzdeki ay 10. kez dünyanın farklı köşelerinden sanat profesyonellerini bir araya getirecek olan Contemporary Istanbul, bu sene seçici kuruluna uluslararası arenada pek çok farklı alanda tecrübesi olan bir ismi, Marc-Olivier Wahler’i, ekledi. Filozofi ve sanat tarihi geçmişini, küratörlük, sanat danışmanlığı ve eleştirmenliği yaparak bir araya getiren Wahler, işi icabı bir bukalemun misali yaşadığı her yeni şehre ve yürüttüğü her pozisyona adapte olmak durumunda. Contemporary Istanbul’un hazırlanış sürecinde sohbet ettiğimiz Wahler’in hayalleri arasında yer çekimine karşı bir sergi hazırlamak olduğunu da öğreniyoruz. röportaj seza bali fotoğraflar gökhan polat

XOXO The Mag


Bugüne kadar sizi en çok zorlayan işiniz hangisiydi? Sanırım, Palais de Tokyo’daki pozisyonum. Ama zorlayıcı olduğu kadar da en tatmin edici işimdi. Bir kere mekan çok büyüktü, 12 bin metre kare bir alanda çok kısıtlı bir bütçe ile çok büyük beklentileri karşılamam gerekiyordu. Böyle bir mekana sahip olmak ve orada yapılabilecek olanakların sonsuzluğu göz korkutucuydu. Bir yandan da bütün bu zorluklara meydan okumak muhteşemdi.

Bay Wahler, bir artistik danışmanın uluslararası bir sanat fuarındaki görevini anlatır mısınız? Artistik danışman, fuarın sanatsal içeriği ile ilgili her şeyle ilgilenir. Beraberinde getirdiği network, onu değerli kılan şeydir. Örneğin ben, danışma kurulunu ve seçim komitesini kurarken istediğim herhangi bir ismi komiteye davet edebilirim. Bu kişinin diğer görevi ise, fuarın kimliği hakkında danışmanlık yapmak. Bu fuarın, genel dünya fuarları içerisindeki kimliği ne olmalı, herhangi bir uluslararası fuara mı benzemeli yoksa Orta Doğu’daki en önemli fuarlardan biri olduğu avantajını oynamalı mı gibi sorular sorar. Şehir içindeki rolü, galerilerle, sanatçılarla, koleksiyonerlerle ve genel olarak bütün sanat dünyasıyla olan ilişkisine bakar. Kısacası, fuarın sanatsal seviyesinin belli bir yerde olmasını garantiler.

Kurucusu olduğunuz Chalet Society’den bahseder misiniz? Sanatın var olduğu mekanlara yeni ve farklı bir şekilde bakabilecek bir yapı kurmak istedim. Palais de Tokyo’dan sonra kafamda sanat kurumları hakkında sorular oluşmaya başlamıştı, sonuçta sanat kurumlarının yapısı 100-150 yıldır aynı. Sıfırdan bir kurum yaratırsam ne yapabileceğimi düşündüm, ve buna net bir cevabım yoktu. Chalet Society ile bu sorulara cevap arıyoruz. Örneğin, ilk sergimiz günümüzde sanatçı olmanın anlamını, ikinci sergi de sergilerin sınırlarını sorguluyordu. Üçüncüsü ise bir nesne ile sanat eserinin arasındaki farka bakıyordu. Bu tip sergiler çok mobil ve rahat bir yapı içinde yapılabilirler. Ve Chalet Society bunu hedefliyor.

Bu bağlamda, bu seneki Contemporary Istanbul’da (CI) bir kimlik değişimi görecek miyiz? Çok büyük bir değişiklikten bahsedemeyiz, çünkü değişim uzun yıllar içinde olur. Bu sene, Paris’ten Loevenbruck Gallery gibi daha büyük ve uluslararası galeriler de katılmaya başlıyor. İran, Ürdün ve İsrail gibi Orta Doğu ülkelerinden de galeriler göreceğiz. CI, kendini diğer fuarlardan nasıl ayırıyor? Benim için bu fuarın en önemli değerlerinden biri şehirde bıraktığı iz. CI sadece galerilerle anlaşmalar yapıp kar elde etmeyi hedefleyen bir fuar değil, aynı zamanda yerel sanat çevresinde çok önemli bir rolü var. Sanatçılara, kar gütmeyen kurulumlara yardımcı oluyor, koleksiyonerlerle çok iyi bir ilişkisi var.

Bu yapı, Saul Wahl Katzenellenbogen’in “şiirsel farkındalık” düşüncesine referans veriyor. Kral Saul, 1587’de Polonya’da sadece bir gece krallığını sürdürdü. Siz sadece bir gece için küratörlük yapacak olsaydınız, ne tür bir sergi yapardınız? Bütün kontrolü elimde tutardım ve uzayda bir sergi hazırlardım. Sanatla ilgili en büyük problem yer çekimi. Yer çekimi olmayan bir alanda sergi yapabilirseniz, yepyeni bir boyut tecrübe etmiş olursunuz. Bu da muhteşem olurdu.

“Sanat eserinin tek başınalığı değil, etrafındaki diğer eserlerle yarattığı ritim ve birbirleriyle kurdukları ilişki önemli.” diyorsunuz. Fakat fuarlar sergi alanından çok sanatçıları pazarlamak üzerine kurulu sanki. Sizce bir fuarı en iyi nasıl tecrübe edebiliriz? Meraklı olmanız gerekiyor, ancak o şekilde, o fuarın kendi koşulları ve sınırlamaları içinde size sunduklarını alıp bir sonraki adımı atarsınız. Burayı bir ticaret merkezi gibi görebilirsiniz, örneğin burada beğendiğiniz bir işi daha sonra araştırıp galeriyle temasa geçmek en mantıklısı. Ama fuarlar sanatı tecrübe etmek için en kötü yerlerden biri, hele oralarda yeni sanatçı keşfetmek imkansız.

Kariyeriniz boyunca 400’ü aşkın sergi düzenlediniz. İlk serginiz ile son serginizi karşılaştırdığınızda, küratör olarak kendinizde nasıl bir değişiklik görüyorsunuz? Bu kadar tecrübeyle işin hem kolaylaşıyor hem de zorlaşıyor çünkü ne istediğini biliyorsun. Zamanla kendi dilini ve gramerini buluyorsun. Bir yandan zorlanmak ve daha ileriye gitmek istiyorsun, aynı zamanda bu öğrendiğin dil senin daha çok risk almana izin veriyor.

Bu durumda, sanat fuarlarını pahalı süpermarketler olarak düşünebilir miyiz? New York’taki Chelsea bölgesini süpermarket olarak ele alabiliriz, fuarlar ise kervansaray gibiler. Fuarlarda her ne kadar ticaret yapılsa da, bir küratör veya müze direktörünün oraya gidiş sebebi farklıdır. Ben eser satın almak için değil, sanatçılar, koleksiyonerler ve meslektaşlarımla tanışıp bir araya gelebilmek için gidiyorum. Dünyayı dört döneceğimize, Miami, Basel, İstanbul, Hong Kong’daki fuarlara gidip tek çatı altında buluşabiliyoruz.

Kendinizi tekrar etme riski gibi mi? Evet, ama bunu daha çok müze direktörlüğü yaptığım zamanlarda hissediyorum çünkü öyle bir pozisyonda iken sadece sergi düşünmüyorsun. Küratör olmanın anahtar noktalarından biri program kurmaktır. Arka arkaya sergiler düzenlemek enteresan olsa da, benim asıl ilgilendiğim şey sergiyi bir disiplin olarak ele almak. Tıpkı sanat eserlerinin koleksiyonu bir sergi oluşturduğu gibi, sergiler koleksiyonu bir program oluşturuyor. Bir kurum yönettiğinde ve program oluşturduğunda, bir küratör olarak kendini dört-beş sene sonra tekrarlama riskin vardır. Çünkü mekanı biliyorsundur ve her şey çok tanıdık gelmeye başlar. Hatırlıyorum, Palais de Tokyo’da ilk sergiyi hazırlarken mekan gözüme inanılmaz büyük geliyordu, gece yarısı panikle uyanıp ne yapacağımı düşünüyordum, son sergilerde ise mekan artık bana yetmiyordu.

Küratörler çok mobil insanlar, şehir hatta ülke değiştirerek müzeden müzeye geçiyorsunuz. Bir pozisyondan diğerine geçerken adaptasyon süreci nasıl oluyor? Sanat dünyasında çalışmanın en güzel yanı dünyayı gezebilmek, ve nereye gidersen git orada kendi ‘ailenden’ insanlar bulacağını bilmek. Yeni bir iş için Kolombiya, Çin veya Avustralya’ya gitsen de, orada seninle aynı dili konuşan, aynı ilgileri paylaşan kişiler olacağına emin olabilirsin. Bir bakıma, bilinmedik bir yere gitmiyorsun yani.

O zaman birkaç yılda bir iş değiştirmeyi tercih ediyorsunuz, diyebilir miyiz? Evet, mekanı deniyorum, ona alışıyorum, bütün zorluklarla baş ettikten sonra yeni bir mekana geçmek istiyorum.

65


Çalışmalarınızda sergi teorisiyle ve sanat hakkında konuşmayla ilgileniyorsunuz. Sizce sanatı, kamuya daha ulaşılır nasıl kılarız? Bu benim de endişe duyduğum konulardan biri. Sanat benim için teoriden çok düşüncelerle alakalı. Çağdaş sanat çok fiziksel bir şey. Onu sadece sanatın kinestetik gücünü tecrübe ettiğinizde, yani bir sergi alanında, gerçekten anlayabilirsiniz. Bu yüzden de fuarlar, sanat eserlerini anlamak için çok zor yerlerdir çünkü o mekanlarda sadece nesneye odaklanılır, oysa ki bir obje her zaman başka bir objenin de orada olması ile var olabilir. İnsanların sanatı daha iyi anlamaları için, eserler arasındaki ilişkilerin sistemi, yeni algılamalara, okumalara ve hikayelere yol açabilmeli. İzleyicinin kendi yorumlaması ile bir eseri okuması en enteresan şeydir. Ama sanat eleştirmenleri, tarihçileri ve hatta sanatçılar izleyicinin eserleri yanlış okumasından korkuyorlar. Bence bu önemli değil. İstanbul global sanat piyasasında kendisine nasıl güçlü bir yer edinebilir? Burada durumu şöyle ele alabiliriz; İstanbul’da çok iyi sanatçılar ve çok iyi koleksiyonerler var ama genele baktığımızda buranın dokusu uluslararası değil. Çok iyi galeriler var ama bu galeriler de uluslararası kontekst içinde destek görmüyorlar. Bazıları aslında uluslararası kaliteye sahipler ama onları da sadece fuarlarda görüyoruz, kimse yurtdışından buraya sadece bu galerileri ziyarete gelmiyor. Yani aslında herkes uluslararası ama tam olarak da değil, organik bir yapı oluşturulamıyor. Ve burası hala küçük bir çevre... Tabii burada herkesin birbirine yardım etmesi lazım, karantinadaki gibi lokal kalamazsın. Koleksiyonerler sadece iş satın alarak sanatçılara destek olamazlar, proje üretimine de destek olmalılar ki bu da aynı zamanda galerilere yardımcı olsun. Müzeler çok iyi iş çıkartıyor ama bütün bunları birbirine bağlayan bir hat olduğundan

emin değilim. Mesela Berlin, Barselona ve Paris’te olduğu gibi bir “Gallery Weekend” düşünülebilir. Bir sanat eleştirmeni olarak pek çok iyi ve kötü sanat eseri gördünüz. İyi ile kötü arasındaki farkı nasıl açıklarsınız? Bu çok sübjektif bir konu. Ben mesela, neyi beğenip neyi beğenmediğimi çok net bildiğim için, fuarlarda çok hızlı gezerim. Aslında olay şu; çok iyi bir çevreye sahip olmalısınız ki bu şekilde çevrenizden tavsiye ve fikir alabilesiniz. Bazen gezdiğim bir sergiyi beğenmediğimi düşünürüm, daha sonra birinin tavsiyesi ve söyledikleri ile ikinci gezişimde farklı gözle bakıp hikayeyi daha farklı okuyabilirim. Peki ilginizi daha çok çeken bir disiplin var mı? Ben sanata felsefi tarafından yaklaşıyorum. Benim için enteresan olan, bir şeyle karşı karşıya geldiğimde onun bir nesne mi yoksa bir sanat eseri mi olduğunu anlayamadığın an. O, belirsizlik ve gerilim olan bir an, ve senin karşındaki şeyin sanat mı yoksa nesne mi olduğuna karar vermen gerekiyor. Bunu seviyorum, çünkü bir şeyler senin için önceden belirlenmiyor. Mesela 1970’lerde Cildo Meireles’in Coca Cola şişeleri ile yaptığı proje buna örnek olabilir. Brezilya’da satışta olan şişelerin üzerine politik beyanlar ve molotof kokteyl tarifi yazmıştı. Hem sosyal hem de sanatsal bir etkisi olan bir işti bu, ve en önemlisi hemen göze çarpmıyordu. Elinde herhangi bir şişe tuttuğunu düşünebilirdin ve onun bir sanat eseri olduğunu fark etmeyebilirdin. Durumu fark ettiğinde ise başka bir seviyeye geçebilirdin, ve sanatçı bunu iki şekilde de kullanabilirdi. Belki de 20. yüzyılın en iyi işlerinden biriydi bu. Son olarak, sanat görmek için en iyi şehir hangisi? New York’ta, Paris’te, Londra’da yaşadım. Hepsi çok iyi şehirler, o yüzden seçmek zor. Ama yine de beni MET’in içinde kilitli bırakırsanız şikayet etmem.

XOXO The Mag



INTERVIEW/FASHION

CHRISTOPHER BASTIN

Hep Daha Az

Sonbaharın ilk günlerinde, Christopher Bastin ile yeni koleksiyonlarının lansmanına bir gün kala, Gant’in New York’taki ofisinde buluşuyoruz. Karşımızda tam bir beyaz gömlek erkeği var (bu tanımın içini doldurmayı size bırakıyoruz). Ve bu erkek, sorularımıza, etrafını saran sükunetini hiç bozmadan, mütevazılıkla cevap veriyor. Ona, daha önce hiç düşünmediği konularda cevaplar aratmamızdan son derece memnun. Biz de, azlığa övgüden çekinmeyen görsel algısı, yaşamına da tezahür eden Bastin’i dakikalar geçtikçe daha iyi tanıyoruz. Eninde sonunda, o, kızlarına yemekler yapmaktan hiç sıkılmayan bir baba. Ve kendini hala 32 yaşında hissediyor. röportaj serap gecü fotoğraf jason rodgers

XOXO The Mag


bugüne kadar hiç “Budur.” demedim.

Bu sabah aynaya baktın ve kendine dedin ki... “Hadi, yapalım şu işi.” Bunu gerçekten söyledim; yüksek sesle.

Dediğini varsayalım; b planın var mı? Çocuklarım bu planın büyük bir parçası olurdu; orası kesin. 12 ve 14 yaşlarında iki kızım var. Ve onlarla yeterli vakit geçirdiğimden her zaman emin olmak isterim. Hem ihtiyaçlarını karşılamak hem de bir baba olarak her zaman yanlarında olabilmek için. Bu benim için çok mühim. Şu anda çok sık seyahat ettiğim için, kalan vaktimi onlarla geçiriyorum. Ofisten çok geç çıkmamaya çalışıyorum. Yemek yapmayı çok seviyorum, kızlarıma güzel yemekler yapıyorum.

New York’ta buluştuk ama yolun İstanbul’a da sık sık düşüyor. En son ne zaman geldin? Geçtiğimiz yaz. Orada bir sunum yaptım. Sonra da Bodrum’a, Gümüşlük’e geçtim. Son beş yıldır yaz tatilimi orada yapıyorum. Muhteşem bir denizi var. Uzun zamandır Gant’tesin. Oradaki hikayen kısaca ne anlatıyor? Evet, 11 yıl önce, burada tasarımcı olarak çalışmaya başladım. Üç yıl boyunca erkek gömlekleri tasarladım. Ardından, Gant Rugger’ı başlattım. Onu da dört yıl yürüttükten sonra, 2012’de, Kreatif Direktör oldum.

Ne yapıyorsun mesela? Aklınıza ne gelirse. Bazen hamburger, bazen makarna veya balık. Eve giderken onları arayıp, “Akşama ne istersiniz?” diye sormaya çalışırım. Ama mutfakta yemek yaparken olayı biraz abarttığım için, iki saatten önce işimi bitiremem ve onlar da “Çok acıktık, acaba pizza mı söylesek?” diye söylenmeye başlarlar.

Bununla beraber hayatında ne değişti? Her şey. Öncelikle, artık yönetsel konularla çok daha yakından ilişkiliyim. Konumum gereği, her zaman şirketin işleyişiyle ilgili büyük resmi görmek zorundayım. Oturup bir şeyler çizmek yerine, yönetsel kararlar alıyorum artık. Koleksiyonları etraflıca düşünüyorum, ve pazarlama departmanıyla yakın dirsek temasındayım, ki işin bu kısmından özellikle keyif alıyorum.

Eski günlerdeki gibi ekibin sadece sen ve Fifi’den ibaret olmadığı malum, halihazırda kimlerle çalışıyorsun? Bir kere 50’nin üzerinde tasarımcı var. Hepsi gerçekten çok yetenekliler. İçlerinde tasarım odaklı çalışanlar olduğu gibi, daha ziyade yönetsel işlere odaklanan insanlar da var. Gant Rugger’ın ilk günlerinde, her şeyin daha başındayken, bütün işleri Filippo ve ben yürütüyorduk. Şimdi o tasarım ekibinin başında, ve dört kişilik bir tasarım ekibi yürütüyor.

Yine de tasarım yapmayı özlüyor olmalısın. Evet, tabii özlüyorum. Ama Gant Rugger’la yakından alakalıyım ve onlara tasarım konusunda da az da olsa yardım edebiliyorum. Zaten genel olarak tasarımcılarla da sık sık bir araya geliyoruz, bu yüzden kendimi işin o kısmına hala yakın hissediyorum. Hem yeni modeller hem de klasikler için konuşuyoruz. Ama tabii, masamda oturup saatlerce tasarım üzerine çalışmayı, kumaşlara dokunmayı özlemediğimi söyleyemem.

Gant Rugger’daki Americana örneğinde olduğu gibi, trendler konusunda doğru yöne bakmanla tanınıyorsun. Modaya dair sezgilerin nasıl çalışıyor? Keşke bilseydim. Ama galiba doğru sezgilere sahip olmanın yolu öncelikle markayı çok iyi tanımaktan ve daha ötesi onun hikayesini anlamaktan geçiyor. Bunun dışında, Amerikan stili spor giyim beni inanılmaz büyülüyor. Onu anlamaya başladıkça, bundan sonra nereye doğru yöneleceğini görmek de kolaylaşıyor. Bu yönelimi sezmeye çalışırken, elbette seyahat etmek, yeni insanlarla tanışmak, dışarıda neler olup bittiğini gözlemlemek çok önemli. Amerikan spor giyimi hızlı modadan daha yavaş ilerliyor, ve onu daha ilginç kalan da bu. Yani belirli bir çizginin dışına çıkmadan her şeyi daha cazip kılabilmek size düşüyor.

“Tamam, başardım.” dediğin bir noktada mısın? Şirketin kreatif yönetiminde son söz benim, ama “tamam” dediğim noktada artık burada durmamam gerekiyor demektir. Bunu hissettiğiniz an, arkanızı dönüp gitmelisiniz. Ben 11 yıldır burada olsam da hala yapacak çok fazla iş var, ve kendimi bir şeyleri bitirmiş gibi hissetmiyorum. Zaten moda tasarımıyla uğraşanlar için bitirmişlik duygusu her şeyin sonudur, çünkü her zaman önünüzde yeni bir sezon sizi bekler. Harıl harıl çalışıp bir koleksiyon hazırlarsınız, büyük bir heyecanla satışa çıkarırsınız. Sonra üzerinden altı ay geçer ve bakıp, “Ne yaptık biz?” dersiniz, bir sonraki sezon daha iyi işler çıkaracağınıza inanıp, yola devam edersiniz. Ben de 69


Bu sınırlar içinde Amerikan kültürünü anlamaya çalışan bir İskandinav olmak nasıl bir his? Bu kültürü çok etkileyici buluyorum. Ve bence burası inanılmaz bir ülke. Burada her şey çok farklı ve ben de çok şey öğrendim. Mesela politika İsveç’e kıyasla bambaşka bir dilden konuşuyor, apayrı bir sistemi var. Ve tabii bu farklılıkları yaşamak, deneyimlemek benim için büyük fırsat. Bir de, her ne kadar bunu zaman zaman unutsak da, ABD genç bir ülke. Bu yönüyle de beni çekiyor. Bu kültüre yönelik üretim yaparken, senin kökeninden gelen görsel algı kendini nasıl açığa çıkarıyor? Temiz çizgilerle, sanırım. Bir şeyleri abartmayı sevmiyorum. 1960’larda Braun’un Baş Tasarımcısı olan Dieter Rams’ın dediği gibi; “İyi tasarım, mümkün olduğunca az tasarımdır.” Bence bu müthiş bir saptama, her şeyi özetliyor. E tabii ben de couture kıyafetlerle ilgilenmediğim için, Rams’ın yaklaşımı bana tam olarak uyuyor. Çok basit parçalarla, mümkün olan en azı yapmaya çalışıyorum. O zaman senin stiline gelelim ve hatta söze sakalınla başlayalım. Belli ki ondan hiç sıkılmıyorsun. Evet, sakalım neredeyse 10 yıldır benimle. Onsuz 15 yaşında şişko bir ergen gibi gözükürüm. Dağınık, hırpani görüntümü ona borçluyum. Kıyafetlerinin hırpani göründüğünü söyleyemeyiz tabii. Başka insanların ne giyeceğine o kadar çok kafa patlattıktan sonra galiba kendim için fazla detaylı düşünecek halim kalmıyor. ‘Beyaz ayakkabılar, siyah pantolon ve beyaz gömlek’ üçlüsü benim için adeta bir üniforma. Abartmayayım; beyaz gömleğin yerini bazen siyah tişört de alabiliyor. Neyse, böyle çok rahatım. Gardırobunuzda kaç tane beyaz gömlek vardır? Birkaç gün önce kendime 10 tane daha gömlek aldım. Yani toplam 25 tane Gant Rugger beyaz gömleğim oldu. Giyiyorum, çıkıyorum. O zaman mükemmel beyaz gömlek diye bir şey var mı sence? Mucizevi bir şeyler söylemeyeceğim. Gömleğin üstünüze nasıl oturduğu ve kumaşı her şeyden önemli. İyi koton kumaşlar her zaman iyi hissettiriyor. Hala vintage tutkunu musun? Evet. Sıkılmadın mı? Hayır, hiç sıkılmıyorum. Geçmiş ve eski hikayeler hep ilgimi çekiyor. Vintage saatler, kıyafetler veya eski başka şeyler... Hiç fark etmiyor. En sevdiğin aksesuarın? Saatlerim.

Koleksiyon yapıyor musun? Koleksiyon diyemem ama üzerine titrediğim birkaç tane vintage Rolex’im var. Onlarla ilgilenmek epey vaktimi alıyor ve tabii bu hayli pahalı bir hobi. Bu yüzden, şimdilik elimdekilerle yetiniyorum. Takıntıların var mı? Evet, yemek yapma konusunda obsesifim. Etrafındakiler bu konuda ne düşünüyorlar? Herkes mutlaka bir restoran açmam gerektiğini söylüyor. Var mı böyle bir planın? Aslında var. Önümüzdeki 10 yıl içinde, bir mekanım olmasını istiyorum. Küçük bir kafe veya restoran; kim bilir. Adını ne koyardın? Shebesta. Koleksiyonlar üzerinde ekibinle çalışırken Gant erkeği/kadını için bir yasaklılar listen var mı? Bunu yapmaz, buraya gitmez gibi... Galiba yapmayacaklarından ziyade yapacaklarıyla ilgileniyoruz. Çünkü bunu asla giymez demek biraz zor. Bunu söylediğinizde, bir sonraki sezon ne olacağını asla bilemeyeceğinizden, tongaya düşebilirsiniz. Gant’te, hangi koleksiyon için çalışıyorsak çalışalım, olduğundan az gösterilen, mütevazı bir özgüvenden yola çıkıyoruz. Ekibimizdeki tüm tasarımcılar ne istediklerini gayet iyi biliyorlar. Ve birbirimizi giderek daha iyi tanıyoruz, tanıdıkça birlikte çalışmak daha ilgi çekici oluyor. Hep böyle sakin misin? Bir kriz anını nasıl aşarsın? Eskiden, kariyerimin başlarında çok stresli biriydim. Ama stres hiçbir şeyi çözmüyor. Sonuçta, bundan 100 yıl sonra, benim dertlerim kimsenin umurunda olmayacak. Bunu fark ettim ve sorunumu çözdüm. Bir de insan stresli olduğunda etrafındaki herkese o stresi bulaştırıyor. Halbuki, bunun yerine, yoga yapan insan titreşimleri yaymaya başladığınızda, etrafınızdakileri de sakinleştiriyorsunuz. Böylece herkes iş önceliklerini doğru sıraya sokabiliyor, ve her şey yoluna giriyor. 40 yaşına girmeden tam bir gün önce çekilmiş bir videon var. O günden sonra neler oldu? Vücudum dökülmeye başladı... Şaka yapıyorum. Kendimi pek 40’larımda hissetmiyorum. Kaç hissediyorsun? 32. Ama sonra kızlarımı rimel kullanırken görüyorum, okula gidiyorlar, eve erkek arkadaşlarını getiriyorlar falan... İşte o zaman 42 olduğumu anlıyorum. Yine de kesin olan bir şey var, kalbiniz gençse genç kalıyorsunuz; yaşınız kaç olursa olsun.

XOXO The Mag


Istanbul



Sonbahar 2015


Birazdan görecekleriniz, Mudo FTS64 ve Maid in Love arasındaki işbirliğinin (bir kez daha) habercisi. 80’lerin ruhunun 21. yüzyıla nasıl adapte edildiğine tanıklık edeceksiniz ve aklınızda bir yerde Born To Be Wild çalmaya başlayacak. 21 Ekim’den itibaren çok daha fazlasına sahip olabileceğinizi hatırlatıp, aradan çekiliyoruz.

an original idea by CO photography emre doğru styling deniz irem çek hair ferit belli / no.21 makeup hakan kültür / k.u.m agency photography assistants can büyükkalkan, burak büyükyıldız, ünal turhan styling assistant lara lakay location muse istanbul




77




Bu bir ilandır.

an original idea by CO fotoğraflar mustafa kayhan ergün hazırlayanlar hande çelikkaya, utku palamutçu


DENİZ YEĞİN İKİIŞIK Rahat, stilimi tanımlamak için anahtar kelime. İçinde koşuşturamayacağım şeyler giymemeyi tercih ediyorum. Bunu yaparken kendimi iyi hissetmeme yardımcı olacak detaylarla, renklerle ve desenlerle oynuyorum. Aynaya baktığımda beni yansıtan bir şeyler görüyorsam, evden çıkmaya hazırım demektir. Kendi kafamda oluşturduğum kıyafet kodları ile hazırlanmak çok daha kolay ve hızlı oluyor. Bu yüzden bol kesim kumaş pantolonlarım, gömleğim ve sneaker’larım son zamanlardaki üniformam.


KEREM ALPER Pratik, sade ve işlevsel parçalar giymeyi tercih ediyorum. Stil sahibi olmanın, günümüzün sunduğu sınırsız opsiyon içinden kişiliğine ve değerlerine uyanı seçmek olduğuna inanıyorum. Ürünlerin kişiselleştiği bir dünyada yaşıyoruz, bu yüzden kullandığım çoğu ürünün hikayesi benim için işlevi kadar önemli. Göze batmayı sevmeyen ama ufak detaylara önem veren bir kişiliğim var. Bu yüzden koyu lacivert bir jean, sneaker’larım ve siyah basic tişörtüm benim ideal parçalarım.


KAROLİN APİK Casual chic, stilimi anlatmak için ideal bir tanım. Bunu iddialı ve basic parçaları bir araya getirerek yaratıyorum. Zaten stil sahibi olmanın, kimsenin giymeye cesaret edemeyeceği ya da aklına dahi gelmeyeceği bir parçayı giyebilmek ve ezber bozmak olduğuna inanıyorum. Bu yüzden sıradan bir güne sneaker’lar ve jean ile başlayıp, gecenin ilerleyen saatlerinde topuklu ayakkabılar ve şık aksesuarlarla günü tamamlayabilirim. Rahatıma düşkünüm ve pratik çözümlerden vazgeçemiyorum, bu da kişiliğimin en güzel parçası.


HATİCE GÖKÇE Rahat, sade ile sıkıcı arasında bir yerlerde gezinen bir stilim var. Basic parçalar giymeyi seviyorum ve sıkıcı olmamak için aksesuarları en iyi şekilde kullanıyorum. Tabii, doğal olarak, bu yalın duruş kişiliğimin bir yansıması ve bu yüzden günün birinde stilimin değişeceğini düşünmüyorum. Bu mesleki bir deformasyondan kaynaklanıyor olabilir ama, kendimi en güvende hissettiğim parçalar benim için vazgeçilmez. Geniş yakalı bir tişört, skinny bir jean ve güzel bir çift sneaker ile her yere gidebilirim.


PATRIK ALBERT Aksesuarların ve detayların hakim olduğu bir stilim var. Detayların güçlü olduğu parçalar, erkekler için daha zor bulunur cinsten oldukları için, böyle ürünler bulduğumda zamansız olmalarına dikkat ediyorum. Klasik parçaları modern ürünlerle bir arada kullanıp, aynaya baktığımda kendimi iyi hissediyorum. Sneaker’larım bu kıyafetin vazgeçilmez parçası haline geldiler. Her türlü ortama ayak uydurabilecek, kıyafetime göre biraz daha renkli modeller, basic parçaları hareketlendirmek için ideal.


INTERVIEW/WOMEN OF POWER

ISABEL GOMEZ CAGIGAS

Olması Gerektiği Gibi

Geçen ayın “hot topic”i Profesör Slaughter’ın New York Times’da yayınlanan ‘Toksik İş Dünyası’ makalesiydi. Slaughter özetle, bir kadın iş dünyasında yönetici olmak istiyorsa, ya çocuk yapmayacak ya da çocuğuna bakacak bir ekibe maaş verebilecek kadar zengin olacak diyor. Makale üzerinden, “İş hayatı ne kadar adaletli?”, “Postmodern feminizm nereye gidiyor?” tartışmaları süredursun; iş hayatında yöneticilik insanı kesinlikle belli kalıplara sokuyor. Kadınlık ya da erkeklikten bağımsız, şirketin kimliği yöneticinin de kimliği yerine geçiyor. Sonuçta, Isabel Gomez Cagigas ile konuşmamızda olduğu gibi, röportajlarda sorulara verilen yanıtlar kolalanmış gömlek kusursuzluğunda olabiliyor. röportaj nevşin mengü fotoğraf gökhan polat

XOXO The Mag


İspanya’dan geldiniz ve Türkiye’de çalışıyorsunuz. Burada IBM için çalışmak nasıl bir his? Ocak 2013’ten bu yana IBM Türk’ün Genel Müdürü’yüm. İstanbul’da ve Türkiye’de olduğum için çok şanslı olduğumu hissediyorum. Akdeniz ruhu ve samimiyetine sahip olan Türkiye ile kendi ülkem İspanya’nın pek çok benzerliği bulunuyor. IBM’in Türkiye’de yer alan en köklü Bilişim Teknolojisi (BT) şirketi olması nedeniyle, görevim büyük sorumluluk taşıyor. Şirket 1938 yılında faaliyet göstermeye başladı ve günümüzde teknoloji çözümleri alanında Türkiye’nin bir çözüm ortağı. Ekonomiyi çok daha rekabetçi hale getirmek amacıyla, Türkiye’nin BT pazarını ve inovasyon gündemini daha da geliştirmek için müşteriler, dernekler ve akademik çevrelerle işbirliği yapıyoruz.

zenginleştirdiğini düşünüyorum. Buna hiç şüphe yok. Ancak, bunun insan etkileşimine son verdiğini düşünmüyorum. Gençleri bir kenara bırakın, günümüzde büyükanneler ve büyükbabalar, dijital teknolojiler sayesinde kendilerinden daha genç akrabalarının yanı sıra akranlarıyla da arkadaşlık kuruyorlar. Sosyal medya, yakınınızda yaşayan kişilerle yüz yüze etkileşim kurmanızı engellemeden, aralarında büyük mesafeler olan kişileri başarılı bir şekilde bir araya getiriyor. Aslında sosyal etkileşim türleri, muhtemelen sektörünüzün de geleceğini belirleyecek. Sizin analiziniz nedir? En son bulgulara göre, akıllı telefon kullanan yetişkinlerin %80’i, telefonlarını günde ortalama 22 saat yanlarında bulunduruyor. Akıllı telefon kullananların %84’ü ise sabah uyandıkları anda bir uygulamayı kontrol ediyor. Kişiler, artık etkileşim kurdukları şirketlerden kişiselleştirilmiş teklifler bekliyorlar. Tüm sektörlerdeki iş liderlerinin bu konuyu son derece ciddiye alması çok farklı bir tavrı ortaya koyuyor. Bu nedenle, yeni etkileşim yöntemlerinin, yalnızca içinde bulunduğumuz sektörün değil, aynı zamanda diğer tüm sektörlerin de geleceğini belirleyeceği konusunda size katılıyorum.

IBM, 100 yılı aşkın bir geçmişe sahip. Ancak hala genç bir şirket mi? Evet, bence genç sıfatı, yaşla değil, hayata karşı duruşunuzla tanımlanır. Size enerji veren tutku ve hayalleriniz varsa gençsinizdir. IBM, 1911 yılında kuruldu. Bu nedenle, şirketimizin en deneyimli BT şirketi olduğunu söyleyebilirim. Ancak, dünyanın daha iyi işlemesini sağlamaya yönelik tutkumuz sayesinde, genç bir şirket olmaya devam ediyoruz. Şirketimizde, her gün yalnızca başarılı bir işletme değil, aynı zamanda müşterilerimiz ve dünya için vazgeçilmez bir kuruluş olmak için çalışıyoruz. Bu tür cesur ifadeler kullanmak için kendinizi genç hissetmeniz gerekiyor.

Apple, bugünlerde deyim yerindeyse “daha havalı” bir marka konumunda. En azından kendisini bu şekilde konumlandırıyor. Bu durumu nasıl aşacaksınız? Apple, tüketici pazarında özel bir konuma sahip; diğer yandan IBM’in de, işletmeler arası pazarda büyük yetenekleri ve deneyimi var. Bir bakıma, her iki şirket de birbirini tamamlıyor. 2014’te stratejik ortaklıklarını duyurarak, benzersiz bir işbirliğinin temelini attılar. Bu nedenle iki şirketin de birbirini “havalı” bulduğunu düşünebiliriz.

Bir teknoloji firması gelenekçi olabilir mi? Teknoloji şirketleri dahil tüm şirketlerin, kendi miras ve kültürlerini ciddiye aldıklarını düşünüyorum. Bunlar, şirketin markasına değer ve güç katan önemli unsurlar. Ama, bu durum “geçmişe saplanıp kalma” ile karıştırılmamalı. 1911 yıllarındaki IBM’e baktığınızda, ürün gruplarımızdan birinin et kesme makineleri olduğunu görürsünüz. IBM kişisel bilgisayarları, 1980’li ve 1990’lı yıllarda en popüler ürünümüz oldu. Artık bu ve diğer metalaştırılmış işleri devam ettirmiyoruz. Diğer yandan, sürekli gelişen anabilgisayar (mainframe) teknolojisinin müşterilerimiz için uygun ve bizi farklı kılan bir teknoloji olmaya devam etmesi nedeniyle, 50 yılı aşkın bir süredir anabilgisayarlar üretmeye devam ediyoruz. Donanım işine ek olarak, yazılım ve hizmetlere de odaklanmış durumdayız. Geçmişimize baktığınızda, IBM’in sürekli kendi kendini dönüştüren bir şirket olduğunu fark edebilirsiniz. Şirketimizi daima ileri görüşlü bir şirket haline getirme konusundaki kararlılığımızın bir IBM geleneği olduğunu düşünüyorum.

Bilgi teknolojisinin geleceğine yönelik tahminleriniz neler? Bize göre BT’yi yeniden şekillendiren dört eğilim var: Büyük veri analitiği, bulut bilgi işlem, yeni etkileşim yöntemleri ve güvenlik. Bunların yanı sıra, yeni, kavramsal bir bilgi işlem çağının (Cognitive Computing) başladığını görüyoruz. Yalnızca programlandıkları işlemleri yapan geleneksel bilgi işlem sistemleri, sürekli hareket halinde olan büyük verilere kesinlikle ayak uyduramıyor. Kavramsal bilgisayarlar programlanmıyor; bunun yerine, aldıkları büyük miktarlardaki bilgiden, kendi deneyimlerinden ve insanlarla olan etkileşimlerden bir şeyler öğreniyor. IBM Watson, bu yeni nesil bilgisayarların ilk örneği. Ürün, şimdiden sağlık, perakende, seyahat, bankacılık vb. alanlardaki uygulamaları değiştirmeye başladı bile. Ne zaman “İşte sonuna geldik; bundan sonra artık hiçbir şey icat edilemez” diyecek olsak, elbette her zaman dünyanın bir yerinde fikri olan bir kişi ortaya çıkıyor ve bu da muhtemelen sektörünüzü daha riskli hale getiriyor. Sizce de öyle değil mi? Araştırma alanına her yıl yaklaşık 6 milyar dolar tutarında yatırım yapıyoruz. Üst üste 22 yıldır küresel patent lideriyiz. Yalnızca 2014 yılında, 7534 patent alarak bir rekora imza attık; ki bu da günde 20’den fazla patent anlamına geliyor. İnovasyon gücümüzün temelini, 12 küresel araştırma laboratuarımız oluşturuyor. Bu laboratuarlarda, siber güvenlikten akıllı şehirlere, nanoteknolojiden sağlık alanına kadar geniş bir portföy üzerinde çalışıyoruz. Ancak patentler ve Ar-Ge, yenilikçiliğin yalnızca bir yönü. Büyük danışman ordumuz sayesinde, müşterilerimizin gereksinimlerini anlıyoruz ve bunlara uygun çözümler geliştiriyoruz.

İş dünyasına ilk atıldığınızda, bu sektörün bu kadar büyüyebileceğini hiç düşünmüş müydünüz? Günümüz dünyasında, akıllı cihazlar çoğalırken, teknoloji her şeye ve her sürece nüfuz ediyor. Dünyada her gün 2,5 milyar gigabaytın üzerinde veri üretiliyor. Veri toplamak için sensörleri şehirlerimiz, binalarımız, ürünlerimiz, çiftliklerimiz, hayvanlarımız ve hatta kendimiz ile bütünleştiriyoruz. Bu büyük veriler daha sonra, anlamlı bir sonuca varabilmek amacıyla analiz ediliyor. Aynı zamanda yaşam ve çalışma alanlarında, bireyler ve şirketlerle, sosyal ve mobil yöntemler aracılığıyla etkileşim kurmanın yeni bir yöntemini oluşturuyoruz. Kariyerimin başında bu boyutta bir gelişmeyi hayal etmek benim için imkansızdı. Ancak, bu deneyimim sayesinde, Türkiye’deki her zeki çocuğa, çok güçlü BT becerileri elde etmesi gerektiği önerisinde bulunabilirim. Bu çocuklar, ister doktor, mühendis, sosyal bilim insanı ister bankacı hatta çiftçi olsunlar, BT becerileri, onların geleceğinde önemli bir varlık olacaktır.

Bugünlerde teknoloji alanında pek çok kadın başkan olduğunu görüyoruz. Kadınların fark yarattığını düşünüyor musunuz? Bir kadın olarak, kadın iş liderlerinin, Türkiye’nin teknoloji sektöründe güçlü şekilde yer aldıklarını görmekten büyük memnuniyet ve gurur duyuyorum. Kadın profesyoneller ve yöneticiler, IBM Türk’te de önemli bir yüzdeye sahip. Şirketimizin, kadınların katılımını ve kariyer gelişimini desteklemeye yönelik özel programları bulunuyor. Ayrıca evet, kadınların kesinlikle fark yaratabileceğine inanıyorum.

1940’larla 1960’lar arasında doğan kişiler, yeni sosyal medya düzenini suçlama eğilimi gösteriyorlar. Kimileri, sosyal medyanın gerçek insan etkileşimini ortadan kaldırdığını iddia ediyorlar. Bu düşünceye katılmadığınızı sanıyorum. Sosyal ve mobil ortamın, insanların birbirleriyle ve kuruluşlarla etkileşim yöntemini değiştirdiğini ve bazı yönlerden bu etkileşimi 87


INTERVIEW/SPORTS

MARIS ŠTROMBERGS

On Your Mark, Get Set, Go. Maris Štrombergs, BMX’in son zamanlardaki usta ismi olarak kabul ediliyor. 2008 yılında Olimpiyat Komitesi BMX’i yarışlara dahil ettiğinden beri Maris, altın madalyayı başkasına kaptırmıyor. Üstelik, henüz başka bir yarışmacının ismi kulağımızda yer etmeye fırsat bulamamışken, 2016 Brezilya Olimpiyatları’nda altın madalyayı kazanmak için şimdiden çalışmaya başlıyor. Bu durumun hırsla değil, işini sevmekle alakalı olduğunu da belirtmeden geçmiyor. Hal böyle olunca, Los Angeles’ta güneşli, sıradan bir günde, Lake Perris BMX parkurunda, Isaac Sterling XOXO için fotoğraf makinesini alıyor ve bu mutluluk tablosunu bizimle paylaşıyor. Biz de aklımıza gelenleri, telefonun diğer ucundaki Maris’e soruyoruz. röportaj utku palamutçu fotoğraflar isaac sterling

XOXO The Mag


Maris, boş zamanlarında neler yapıyorsun? Los Angeles’ta yaşıyor olsam da, asla buranın yerel insanlarına benzemiyorum. Dışarı çıkıp partilere katılmak yerine arka bahçemdeki bitkilerle ilgilenmeyi, havuz kenarında oturmayı, evin tadını çıkarmayı tercih ediyorum. Hava sürekli sıcak olduğu için arka bahçe benim kaçış noktama dönüşüyor ve kendimi sürekli orada buluyorum.

toplayıp asıl odaklanmak istediğim şeyin Olimpiyatlar olduğuna karar verdim ve apar topar okulu bıraktım. Bırak kazanmayı, Olimpiyatlar’a uygun bir aday haline gelmeyi bile aklımın ucundan geçiremiyordum. 2008’e kadar Avrupa’da ve dünyada pek çok turnuvaya katıldım ve iyi sonuçlarla eve döndüm. Her geçen gün biraz daha iyi bir yarışçı haline geliyordum ve Pekin için favoriler arasında gösteriliyordum. Listedeki en genç isimdim, hızlı olduğumu herkes biliyordu, ama herkes çok genç olduğum için bu baskıyı kaldıramayacağımı düşünüyordu. Bu yüzden ben de çok büyük bir beklenti içerisinde değildim.

Neden Litvanya’yı bırakıp California’ya taşındın? BMX’le ilgilenerek büyümüş bir çocuk olarak, ABD’ye taşınmak her zaman en büyük hayalimdi. Özellikle California, BMX için en doğru yer gibi geliyordu, pek çok yarışçı ve freestyle BMX süren insan oradan çıkıyordu ve benim de orada olmam gerekiyordu. Tabii o zamanlar ABD’ye taşınmak bana inanılmaz pahalıya patlayabilirdi. Neyse ki 2008’de Pekin’de ilk altın madalyamı kazandıktan sonra ABD menşeli bir ajanstan sözleşme teklifi aldım. Henüz 21 yaşındaydım ve bu karşıma kolay kolay çıkmayacak bir fırsattı. Kendimi hazır hissettim ve hemen sözleşmeyi imzaladım. O günden beri de Los Angeles’ta yaşıyorum.

Peki yarış başladığında ve gerçekten kazanabileceğini fark ettiğinde nasıl hissettin? Son düzlüğe girdiğimizde bir anda gerçeği fark ettim ve kendi kendime bu yarışı gerçekten kazanabileceğimi söyledim. O an alnımdaki damar biraz daha hızlı atmaya başladı, avuçlarım terledi ve inanılmaz gerildim. Eğlenceyi bir kenara bırakıp kazanmaya odaklandım ve istediğimi elde ettim. Bu arada ilk altın madalyanı, BMX Olimpiyatlar’a eklendiği yıl kazandın. Komite BMX’i neden yarışmaya eklemeye karar verdi hiç düşündün mü? Bununla ilgili çok komik bir hikayem var. Yıllar önce, 14 yaşında, Litvanya’da gazete okurken BMX’in 2008 yılında Olimpiyatlar’a dahil edileceği haberini gördüm ve aklımdan, “Umarım hak eden birisi gider ve altın madalyayı kazanır, keşke ben de izleyebilsem.” gibi çocukça fikirler geçirdim durdum. Bu hikaye bir kenara, komite Olimpiyatlar’ı daha heyecanlı kılmaya çalışıyor, daha sıradışı oyunlar ve alanlar ekleyerek gençlerin ilgisini çekmek için uğraşıyor diye düşünüyorum.

Antrenörün Ivo Lakucs ve o da Litvanyalı. Kültürel köklerini korumaya mı çalışıyorsun? Evet, o da Litvanyalı ve hatta hala Litvanya’da yaşıyor. 2008 yılına kadar yarışlara katılmaya devam etti ve Pekin onun son yarışı oldu. O zamandan beri antrenörlük yapıyor, elinden geldiğince bana yardımcı olmaya çalışıyor. Onunla çok uzun zaman birlikte çalıştık, hatta arada sırada Los Angeles’a geldiği bile oldu ama artık, her gün benimle birlikte antrenman yapacak bir koça ihtiyacım yok. Bu yüzden onun Litvanya’da olması sorun yaratmıyor. Arada birbirimizi Skype’tan arıyoruz ve gün içerisinde olup bitenleri anlatıyoruz. Tabii ihtiyaç duyduğumda her zaman yanımda olacağını biliyorum.

Pekin’de tamamlaman gereken parkuru 36 saniyede tamamlayarak bir rekora imza attın. Sahi, parkur toplamda kaç metreydi? Bu tür parkurlar genelde 3.000 ile 4.000 metre arasında değişiyor. Yapman gereken bütün o atlayışları ve manevraları düşündüğünde, Pekin’deki parkur, yaklaşık 4.000 metre civarındaydı. Ama şunu

2008 Pekin Olimpiyatları’na katıldığında, nasıl bir beklenti içerisindeydin? O zamana kadar çok uzun ve yavaş bir süreçten geçtim. 2006’da üniversiteye kayıt oldum ve tesadüfün böylesi, aynı sene Olimpiyatlar’a katılmak için seçmeler başladı. Aklımı başıma 89




söylemeliyim ki BMX yarışçıları genelde parkura pek önem vermezler. Her türlü şarta kendilerini hazırlamış oldukları için genelde dikkat ettikleri tek bir şey vardır, o da kendileridir.

Litvanya bisiklet sürmek için ideal bir ülke mi? Kesinlikle. İnsanlar bisiklete binmeyi çok seviyorlar. Tabii macera kısmına değil, ulaşım ve spor kısmına odaklanıyorlar.

İki defa üst üste kazanmanın verdiği yük nasıl? İlk madalyamı kazanıp ABD’ye taşındığımda kendimden çok daha emindim ve çok daha fazlasını başarmak istiyordum. İlk elde ettiğim başarı beni buraya getirdiyse, ikincisiyle adımı tüm dünyaya duyurmalıyım diye düşündüm. Burada BMX yapan pek çok insan vardı ve bir şekilde onlara kendimi ispat etmeliydim. Sadece altın madalyası olan sıradan birisi olmadığımı ve bu madalyayı hak ettiğimi bilmelerini istedim, o yüzden daha ilk altın madalyadan itibaren bu yükü omuzlarımda hissetmeye başladım. İyi ki hissetmişim, çünkü Londra, Pekin’e kıyasla çok daha zorlu bir yolculuktu. Sadece kazandığım sıfatı korumakla kalmadım, aynı zamanda daha iyisini başarmak için de ter döktüm. 2008’deki acemi çocuk yerini, haberlere çıkan Litvanyalı bisiklet canavarına bırakmıştı ve bu bile beni germeye yetiyordu. Her ne kadar yarışın başında büyük hatalar yapmış olsam da, altın madalyayı elimden kaçırmadım.

Kullandığın bisikletin ağır ya da hafif olması yarışta sana nasıl bir avantaj sağlıyor? Eskiden bisikletim yaklaşık dokuz buçuk kilo kadardı. Son zamanlarda ise, ben de dahil olmak üzere, bütün BMX yarışçıları, bisikletlerini olabildiğince hafif olanlardan seçmeye çalışıyorlar. Önceleri kendi vücut ağırlığına göre bir oran belirliyordun ve bisikletini ona göre seçiyordun. Şimdi ise bu seçki sadece kiloya bağlı olarak belirlenmiyor; boyunun uzunluğu ve parkurun zorluk seviyesi de dikkate alınıyor.

Yarışmalarla aslında çok daha erken yaşta tanışmışsın. Evet, beş yaşındayken, ailem beni spor yapmam için teşvik etmeye çalışıyordu ve ben hiçbir şeye tepki vermiyordum. Ta ki, yeni komşularımızla tanışana kadar... Onların da bir oğlu vardı ve BMX sürüyordu. Ailemle birlikte, onu izlemeye gittik ve onun parkurda yaptığı çılgın hareketleri gördüğümde ağlamaya başladığımı hatırlıyorum. Ailem beni eve götürmek zorunda kalmıştı ama işin ilginç kısmı korkmamıştım, sadece o çocuğu çok kıskanmıştım çünkü ben de aynı hareketleri yapmak istiyordum. Cesaretimi toplayıp babamdan bana bisiklet almasını ve beni o parkura götürmesini istedim. Her şey tam olarak böyle başladı.

Bir de herkesin aynı tekerleği kullanması kuralı var. 50,8 cm’lik bir teker kullanmak neden bu kadar önemli? Aslında bu söylediğin, BMX’e dair en önemli kural, hatta tek kural bile olabilir. Tekerlek dışında, istediğin her türlü ekipmanı, her türlü materyali bisiklette kullanabilirsin ve onu istediğin gibi modifiye edebilirsin. Ama konu tekerleğe geldiğinde, 50,8 cm’lik tekerlekler kullanmak zorundasın. Bisikletin boyuna oranla, ideal teker ölçüsü 50,8 cm olarak belirlenmiş ve komite bu konuda değişikliğe gitmemekte kararlı. Bu zamana kadar kaç bisiklet değiştirdiğini hatırlıyor musun? Hiç hatırlamıyorum. Küçükken, ailemden her yıl yeni bisiklet isterdim ama pahalı olduğu için alamazlardı. O yüzden üç-dört yılda bir değiştirebilirdim. Profesyonel hayata geçtiğimden beri, sanki zamanında değiştiremediğim bisikletlerin acısını çıkarıyormuşum gibi davranıyorum ve üç ayda bir bisiklet değiştiriyorum.

XOXO The Mag



FILE

SOME WOMEN OF JEWELRY hazırlayan merve yeşilçimen fotoğraflar gökhan polat

Evren Kayar Mücevher fuarlarının yoğun olduğu aylardayız. Katıldığın etkinlikler oldu mu? 2012’den beri Paris’teki Premiere Classe’a katılıyordum, ancak bu sene planlarımızda bir değişiklik oldu ve dünyadan sadece 50 tasarımcının seçildiği, MAD’in Loot Event’ine katıldım. İnovasyona liderlik eden çalışmalara alan açan MAD’in bu yaklaşımını fazlasıyla önemsediğim için bu organizasyonun bir parçası olmak beni mutlu etti. Hangi koleksiyonunla katıldın? İmzam haline gelen Takım Yıldızı adlı koleksiyonum seçildi. Ben de bu vesileyle koleksiyonu biraz genişletip yeni modeller ekledim. Genelde ne tür materyaller ve taşlar tercih ediyorsun? Bugüne kadar çoğunlukla, 925 ayar gümüş ya da 18 ayar altın kullandım ancak son koleksiyonumda bronz çalıştım. Bence her koleksiyon, kendi taşını ve malzemesini seçiyor. Kullandığım taşların büyük çoğunluğu, koleksiyonlara uygun olarak, dünyanın çeşitli yerlerinde özel kesiliyor. İlk koleksiyonundaki Osmanlı motifleri yerini doğayı referans alan tasarımlara bırakmış. Her koleksiyonda farklı türde materyaller ve hikayeler öne çıkıyor. Son koleksiyonum Earth’te ilk defa bronz çalıştım. Bu çalışmalar birbirinden farklı gözükse de aslında kendi içinde dengeli bir

birlikteliğe sahip. Malum, moda markalarıyla aksesuar tasarımcılarının işbirliğine çok sık tanık oluyoruz. Sen de Roman’la işbirliği yaptın. Geçen sene Roman’ın kış koleksiyonunda formlar geometrik ve net çizgilerden oluştuğu için, biz de bu koleksiyonu tamamlayacak takılar tasarladık. Koleksiyonun her parçası, birbiriyle bağ kuruyordu. Bu da bize, birbiriyle kolayca kombinlenerek, çoklu takılabilecek takı seçeneklerini yaratma fırsatı sundu. Bu arada mücevher biriktiriyor musun? Özel bir koleksiyonum yok ama yapıyor olsaydım tasarımlarını avangart ve masalsı bulduğum Dior’un tasarımcısı Victoire de Castellane’nin mücehverlerini tercih ederdim. Doğal taşların mistik bir tarafı var. Sana iyi geldiğini düşündüğün bir taş var mı? Zümrüt, yeşim taşı ve kuvarsın yeri benim için başkadır. Taşların gücüne çok inanıyorum. Milyonlarca yıl toprağın altında kaldıktan sonra, bu taşların işlenip bize ulaşması bile başlı başına olağanüstü bir şey. 1950’ler ve mücevher denince favorin kim? Elizabeth Taylor.

XOXO The Mag


this is when modeling comes in handy

Saat&Saat Diesel saatlerinin ve takılarının Türkiye'deki tek yetkili distribütörüdür.


FILE

Melis Göral İlk alınan mücevherin yeri farklıdır. Senin de hala sakladığın bir parça var mı? Anneannemden kalan, dedemin yaptığı art-déco yüzüğüm hala duruyor. Bir de, babamın doğum günlerime özel tasarladığı bileziklerim ve kolyelerim benim için çok değerli. Tanınan bir mücevhercinin kızı olarak, kendi markanla sıfırdan başlamak riskli bir karar. Her şey nasıl başladı? Eh pek kolay olmadı. Aile mesleğimizin mücevhercilik olmasının avantajları olduğu kadar dezavantajları da vardı. Babamın acımasız eleştirileri başta beni biraz zorladı. Üniversitede tasarım eğitimi alacağıma karar vermiştim ve Milano’da ilk olarak moda tasarımı eğitimi aldım. Daha sonra değerli materyallerle çalışmak, tasarımlarımın kalıcı olması ve nesilden nesile aktarılabilmesi için mücevher tasarımına yöneldim. Eğitimimi tamamladıktan sonra İstanbul’a döndüm ve altı ay içerisinde ilk koleksiyonumu çıkardım. Olumlu geri dönüşler alınca, kendi markamı kurmaya karar verdim. 14 yaşında milyon dolarlık bir marka değeri yaratmayı başaran Isabella Weems örneğinden ilerlersek, bu işte başarılı olmak için ne gerekiyor sence? Her alanda olduğu gibi tüketici ihtiyaçlarını çok iyi gözlemlemek gerekiyor. Yaşadığımız dönemde, insanlar kendilerini özel ve farklı

hissettirecek parçalar kullanmak istiyorlar. Isabella’nın başarı hikayesinin ardında, yaşıtlarının ne istediğini çok iyi bir şekilde analiz ederek, markasını her açıdan doğru konumlandırması yatıyor. İlham aldığın bir tasarımcı var mı? Herhangi bir şey tasarlayan ve üreten herkes bana ilham verebilir. Araştırmayı ve öğrenmeyi çok severim. Heykeltıraşlar, ressamlar, film yönetmenleri, müzisyenler gibi etkilendiğim pek çok kişi var. Müzayedeleri takip ediyor musun? Christie’s ve Sotheby’s başta olmak üzere Bonhams, Van Cleef & Arpels, Cartier ve Jar gibi markaların satışlarını ve eski dönem ürünlerini takip ediyorum. Fırsat buldukça sergilere de katılıyorum. Yerli ve yabancı birçok lüks mücevher markası satış kanallarını artırdı ve ulaşılabilir fiyatlar sunuyor. Lüksün demokratikleşmesiyle ilgili ne düşünüyorsun? Bilinirliğin artması ve lüks markaların daha geniş kitlelere hitap etmesi bence olumlu bir gelişme. Bunu günümüzde moda endüstrisinde de görüyoruz, malum. Ulaşılabilir lüks tasarımlar, mücevherin kullanım alanlarını de değiştirdi. Sadece gece değil, gün içerisinde kıyafetlerimizle rahatlıkla kombinleyebileceğimiz mücevherlerin olması bence çok güzel.

XOXO The Mag



FILE

Melike Kapıcıoğlu Günün kaç saati atölyede geçiyor? Yeni koleksiyon dönemlerinde, büyük bir bölümü. Ama onun dışında tezgah sadece iş demek değil benim için. Ofisimdeki ve evimdeki küçük tezgahlarım terapi alanları gibi... Parfüm kolyeleri yeniden yorumlama fikri nasıl ortaya çıktı? Aşkı ve aşkın hallerini anlatan bir koleksiyonda; aşkta büyük rol oynayan tenin ve kokunun önemine odaklanmak istedim. Bu sebeple, içlerine sevdiğinizin kokusunu koyabildiğiniz ve gün boyunca sevdiğinizden bir parçayı yanınızda taşıyabileceğiniz parfüm kolyeler ortaya çıktı. Duyulara hitap etmek ve onların bir anıyı ateşlendirmesine şahit olmak paha biçilemez bir duygu. Peki, mücevher ve parfüm arasında nasıl bir bağ kuruyorsun? Melié’nin mücevherlerine, sevdiğinizin kokusunu, fotoğraflarını ve hatta minik mektuplarını bile saklayabileceğiniz minyatür kullanılabilen tasarımlar hakim. Sahip olduğumuz en önemli hazinenin, anılardan ve duygulardan oluştuğunu düşünüyorum. Mücevherle; hissettiğiniz bir duyguyu, sevdiğiniz bir insanın varlığını onaylayıp, yarına ondan ve ona karşı hislerinizden bir parça bırakabilirsiniz. Günümüzde filantropik markalar çoğalmaya başladı. Sen de bu grupta, her koleksiyonunda bir tasarımı, bir vakfa

özel tasarlayarak ve gelirinin bir kısmını bağışlayarak yer alıyorsun. Hayatları kolaylaştırmak, acıları hafifletebilmek, insanları gülümsetmek, onların içlerine su serpebilmek için keşke daha çok şey yapabilsek. Hayatlara dokunabilmek, sadece bakmak değil ruh ile görebilmek çok önemli. Braille Koleksiyonu tam da bunu anlatıyor. Tek yapmamız gereken; göz ile bakmayı bırakıp, ruhum ile görmek. Same Sky’ın bu konudaki tutumu da ilham verici. Same Sky inanılmaz bir proje... Umarım bunun gibi birçok projenin daha hayata geçtiğine şahit oluruz. Bu kadar anlamlı bir girişim için daha güzel bir isim hayal edemiyorum. Aynı gökyüzünün altında o kadar farklı hayatları yaşıyoruz ki... Hepimize aynı fırsatlar verilmiyor. Yetenekleri, el emekleri ile ekonomik özgürlüklerine kavuşan kadınlar ve onlardan desteklerini esirgemeyen herkes ile gurur duyuyorum. Mücevher tarihinde sana göre en ilham verici kültür hangisi? Mücevherleri sadece bir süs aracı olarak görmeyip, onları aynı zamanda en önemli koruyucu olarak, hem yaşarken hem de öldükten sonra bedenlerinde muhafaza edişleri ile Eski Mısırlılar beni büyülüyor. Benim için de mücevher sadece görüntümü tamamlayan değerli bir eşyadan öte kendimle bütünleştirdiğim, bana uğur getirdiğine, beni koruduğuna inandığım ölümsüz parçalar.

XOXO The Mag



FILE

Zeynep Erol Koleksiyonlarına verdiğin isimlerden yola çıkarak, Budist felsefeyle ilgilendiğini söylemek güç değil. Evet, 2001’den beri, yılda en az iki kere Hindistan’ı karış karış geziyorum. Mücevherlerimi tasarlarken kendi içsel yolculuğumdan faydalanıyorum. Bu dünyaya deneyim ve tekamül için geldiğimize inanıyorum, bu sebeple Hindistan gerek farklı dinleri ve kültürleri kendi içinde barındırdığı için, gerekse enerjisinin hafifliğinden ötürü beni içine çekiyor. Taşların ruhsal ve bedensel etkileri hakkında ne düşünüyorsun? Yarı değerli taşların hepsi topraktan çıktığı için, kendi doğal enerjilerini taşır. Dolayısıyla hangi taş sizi çekerse o taşın enerjisine ihtiyacınız var demektir. Doğal taşlar kendi enerjilerini kişiye yansıtır, kesilmiş taşlara enerji kazandırmak ise başka bir işlemdir. Kişisel teknikler kullanarak başka boyutların enerjilerini taşlara yükleyebilirsiniz. Her iki türlü de beden ve ruh katmanlarında etkisi büyük olur. Nirav Modi’nin diğer tüm Hintli mücevher tasarımcılarını geride bırakarak, global bir başarı elde etmesini neye bağlıyorsun? Bence klasik ve gösterişli mücevherlerinde en iyi kalite pırlanta ve

elmas kullanması onu bu denli başarılı kıldı. Zira klasik mücevher her devre uygundur. Mücevher tasarımcılarının sayıca fazla olması, sizleri belli bir ekolü benimseyerek, ayrışmaya zorluyor diyebilir miyiz? 1989 yılından beri mücevher tasarlıyorum. O günden bu güne hiçbir dış etkene bağlı olarak ödün vermedim. Benim baştan beri uyguladığım yol dış etkenlerden bağımsızdı, bugün de öyle. Geometrik formları tercih etmenin özel bir sebebi var mı? Üç boyutlu çalışmak için idealler, ayrıca daha yalın ve net oldukları için modern tasarımlara daha çok yakışıyorlar. Şu ana kadar kaç sergi açtın? Yirmi beşin üzerinde. Hepsine, kendi özlerini doğru ve etkili yansıttıklarından ötürü aynı kıymeti veriyorum. Yurtdışında da sergilerin olmuş. Yakın zamanda yeni bir proje var mı? New York’ta iki galeride ve Londra’da bir mağazada mücevherlerim sergileniyor ve satılıyor. Ayrıca, yakın zamanda Beyrut’ta yeni açılacak bir mücevher galerisinde de tasarımlarımı sergileyeceğim.

XOXO The Mag



FILE

Hande Kunaçav Kendini ne zaman keşfettin? Çukurcuma’da, gerçek bir mahalle ortamında büyüdüm, yaratıcılığımı perçinleyen bir atmosferdeydim. Benim için her şey orada başladı. Yaratıcılığın doğuştan geldiğine inanıyorum, herhangi bir eğitimle elde edilebileceğini düşünmüyorum. Bir gün ortaya çıkabilir, ya da onu hiç fark etmeden hayatınızı geçirebilirsiniz. Ben şanslıydım, öyle bir ortamda büyümek, var olan yeteneğimi kolayca keşfetmemi sağladı. Tasarımlarındaki fonksiyonellik, markanı zamansız kılan güçlü bir özellik. Kasa bekleyen mücevheri son derece atıl bulurum, onunla oynama şansınız olduğunda aslında mücevher günün her saatinde kullanılabiliyor. Aynı zamanda, tasarımlarıma sahip olan kişiye kendi yaratıcılığını da ortaya çıkarma imkanı sunuyorum. Bir kösteğin on değişik kullanma şeklini gösteriyorum mesela, bir o kadar da kendisi sonradan bulabiliyor. Bu arada köstekler koleksiyonunda büyük yer kaplıyor. Özel bir ilgin olduğunu söyleyebilir miyiz? Köstek, küçük yaşlardan beri hayran olduğum bir parçaydı, dedemin köstekli saati de bunda bir etken tabii… Zamanla neler yapabileceğimi kafamda şekillendirmeye başladım, köstek ve türevleri üzerine konsantre olarak koleksiyonlar hazırladım. Üzerinde taşımayı en çok sevdiğin taş hangisi? Elması çok seviyorum. Romantik bir taş ve taşıması bana büyük

zevk veriyor. Kişiye özel tasarımlar yapıyorsun. Bu konuda ne tür prensiplerin var? Bu uzun ve meşakkatli bir süreç. Hem benim hem de müşterimin mutlu olacağı şekilde çalışmayı seviyorum. Sonuçta bir Hande Kunaçav tasarımı için kapım çalınıyorsa, başta zaten bir tercih söz konusudur. Mükemmel sonuç için müşterimin fiziksel özelliklerini, zevklerini ve beklentilerini mutlaka göz önünde bulundurarak hazırlarım. Dizilere de mücevher gönderiyormuşsun. Aşk-ı Memnu ve Muhteşem Yüzyıl’a özel mücevherler hazırladım. Benim için bu kadar başarılı dizilerin görselliğine katkıda bulunmuş olmak ve bu iş için tercih edilmiş olmak gurur verici. Sahi, Osmanlı dönemindeki mücevhercilik zanaatına ilgin nereden geliyor? Babamın anneanesi Çerkezistan’dan devşirilerek hareme getirilmiş, böyle bir hikayenin parçası olmak beni etkilemiş olabilir. Ve elbette çok romantik bir dönem olduğunu düşünüyorum. Mücevher tasarımı dışında nelerle ilgileniyorsun? İnsan psikolojisi ve vücut dili üzerine araştırmalar yapmayı ve okumayı seviyorum. Bir de kedilerimle vakit geçirmeyi, güzel yemek yemeyi ve boş vakitlerimde arkadaşlarımla kanasta oynamayı seviyorum.

XOXO The Mag



Bu bir ilandır.

Varsayalım Aztek kabilelerinden birine mensupsunuz. Saçlarınızı uzun ve açık bırakıyorsanız henüz ergenliktesiniz, gevşekçe arkada topluyorsanız evlenmeyi bekliyorsunuz, eğer sıkıca topuz yapıp çiçekten bir taçla geziyorsanız evlisiniz. Şifacı ya da savaşçı olup olmadığınızı yine saç şeklinizle anlatmak zorundasınız. Eğer modern dünyaya aitseniz, uzun dalgalı saçlarınız uslanmaz bir romantik olduğunuza işaret eder, kahkülleriniz varsa muhtemelen Fransızca biliyorsunuzdur, sıkı topuzla geziyorsanız en pratik sizsiniz. Şimdiki zamanda Aztek kültürünün kapsama alanına giren sadece saç-kimlik ikilisi değil; Sophia Webster’ın İlkbahar-Yaz 2015 koleksiyonundaki Aztek desenleriyle bezenen Toni&Guy serisi de işbu ilişkiye dahil oluyor. Eh, çünkü saçınız, tarzınız.

an original idea by CO for TONI&GUY photography murat süyür/rpresenter text aslin kumdagezer


CONDITIONER FOR FINE HAIR İnanılanın aksine ince telli saçlar da (en az diğerleri kadar) bakım kremine ihtiyaç duyar. Bu tip saçlar için geliştirilen Sophia Webster x Toni&Guy Conditioner For Fine Hair, saça bakım yapar, ağırlaştırmadan yumuşaklık ve dolgunluk verir. Saçların ihtiyaç duyduğu bakımlı görünüme kavuşmasına yardımcı olur. Şampuanın ardından saç uçlarına uygulayın ve durulayın.


SHAMPOO FOR FINE HAIR Malum, sönük saçların ne Aztek kültüründe ne de şehir hayatında yeri var. 2000’lerin başındaki Charlie’nin Meleği Cameron Diaz’ın da sönük saç trendi çoktan tarihin tozlu sayfalarına uğurlandığına göre biraz hacim peşinde koşmanızın hiçbir zararı yok. Elinizdeki krepe tarağını yavaşça yere bırakın. Zira Sophia Webster işbirliğinin ilk ayağı Shampoo For Fine Hair tam bu noktada devreye giriyor. İnce telli saçlara dolgunluk vermek için tasarlanan şampuanı bildiğiniz üzere uygulayın.


FIRM HOLD HAIRSPRAY Mükemmeliyet daimi kontrol ister. Ayakkabı evreninde mükemmeliyeti yakalayan Sophia Webster ve baştan aşağıya mükemmel görünümü destekleyen Toni&Guy güçlerini birleştirdiklerinde ortaya çıkan serinin en güçlü üyesi haliyle Firm Hold Hairspray oluyor. Günden geceye daimi kontrol sağlayan Firm Hold Hairspray, nem ve statik elektrik nedeniyle çığrından çıkan saçları kumanda ediyor. Saçınızı şekillendirdikten sonra tüm saça eşit miktarda uygulayın. Şaşırmayın, saçınızda hiçbir katılık hissetmeyeceksiniz.


MOISTURISING SHINE SPRAY Söz konusu baştan aşağıya parıldamak olduğunda ayaklarınızı Sophia Webster’a, saçlarınızı da Toni&Guy Glamour Moisturising Shine Spray’e emanet etmek adetten. Sınırlı sayıda üretilen yeni şişesindeki formülü uygulama metodunuz da eskisiyle aynı; kuruttuğunuz saçınıza Moisturising Shine Spray’i eşit miktarda sıkın. Daha güçlü bir etki için, saçlarınızı ters çevirip biraz daha uygulayın ve aynı pozisyonda soğuk fön tutun.


3D VOLUMISER Sophia Webster’ın hacimli ayakkabıları - burada hacimden kastın sadece yüksek ökçeler olmadığını biliyorsunuz Toni&Guy’ın dünyasında Glamour serisinin alametifarikalarından 3D Volumiser’a tekabül ediyor. Yapmanız gereken tek şey, kuru saça şekil vermeden önce, saçlarınıza dipten uca doğru uygulamak. Ardından, saçınıza her zamanki şeklini verebilirsiniz. Nitekim, parlaklık ve dolgunluk sayesinde saçlarınızın her zamanki gibi görünmeyeceği aşikar.


INTERVIEW/WHATEVER

LARSEN THOMPSON & TAYLOR HATALA

The Kids Are All Right

YouTube’un önce hayatımıza sonra dans sektörüne kattığı bir ikili ile karşı karşıyayız. Jean’lerini ters giyen ve son model bir arabayı aksesuar gibi kullanan, akabinde sosyal medya hesaplarımıza öyle ya da böyle nüfuz eden videolarıyla Larsen Thompson ve Taylor Hatala’dan bahsediyoruz. Sırasıyla 14 ve 12 yaşlarındalar ve Los Angeles’ta XOXO için kamera karşısına geçiyorlar, üstelik vakti zamanında Permaid’i fotoğraflayan Aeschleah DeMartino da bizim için yine orada. Soruları hazırlayıp karşılarına geçmeden önce, Z neslinin klişelerini duymaktan korkarken, aldığımız cevaplarla, durumun Dance Moms’dan çok daha farklı olduğunu fark ediyoruz, siz de fark edeceksiniz. röportaj utku palamutçu fotoğraflar aeschleah demartino

XOXO The Mag


yaşıyorsunuz. LT: Daha sadece 14 yaşındayım ve bu yaşadıklarımı büyük bir şans olarak görüyorum. Tabii mücadele kısmını da atlamamak gerek. Benim yaşımda olup, bu yaşadıklarımı kaldıramayacak ve özel hayatı ile iş hayatı arasındaki dengeyi kuramayacak pek çok insan olduğunu bilmek, sahip olduğum şeylere daha sıkı sıkıya bağlanmamı sağlıyor. TH: Dans etmeyi gerçekten çok seviyorum ve bu kadar genç yaşta bunu başarıyor olmak beni mutlu ediyor. Dans benim için o kadar büyük bir tutku ki, okulumu, ailemi, arkadaşlarımı ve hayatıma dair geri kalan her şeyi dans programıma göre organize etmek zorunda olduğumu biliyorum. Aksi halde bu tutku bana keyif vermeyecek bir hal alır ve böyle bir şeyin olmasına asla izin veremem. Sanırım bu noktada ikimiz de yaşımıza göre çok olgun düşünebiliyoruz.

Son zamanlarda en çok kimi kıskanıyorsunuz? Larsen Thompson: Kate Moss; hala nasıl bu kadar güzel olduğuna aklım ermiyor. Taylor Hatala: Yatağa yattıkları an hemen uykuya dalabilen insanları kıskanıyorum, hatta onlardan nefret ediyorum. Çünkü ben yatağa yattığımda en az bir saat boyunca uykuya dalmak için bekliyorum. Hazır okulların açılmasıyla bu röportajın tarihi birbirine denk gelmişken soralım, en çok hangi dersi seviyorsunuz? LT: Tahmin edeceğiniz üzere, beden eğitimi derslerini çok seviyorum. Okula, yakın zamanda bir yüzme havuzu yapıldı ve eşofmanlarımızı giyip deli gibi dans ettikten sonra kendimi havuza atabiliyorum. TH: Ben daha ziyade matematiği ve dilbilim derslerini seviyorum. Farklı dillerin nasıl oluştuğu üzerine kafa yormak ve aslında her dilin kendine has bir matematiği olduğunu bilmek beni heyecanlandırıyor.

Maddie Ziegler’ı ve Sia’yı biliyorsunuz, malum, Chandelier videosundan sonra gerçek bir ikili haline geldiler. Sizin de böyle bir işbirliği kurmak isteyeceğiniz bir sanatçı var mı? LT: Yakın zamana kadar Pitbull ve Christina Aguilera ile aynı projelerde yer alma fırsatı buldum ve hayatımda hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Herhalde hala onun etkisi altındayım ki şu an için böyle bir hayalim yok. TH: Maddie’ye büyük bir hayranlık besliyorum, itiraf etmeliyim. Özellikle o videodaki performansı, her izlediğimde beni biraz daha etkiliyor. Ama işin ilginç tarafı, benim de aklıma birlikte çalışmak için can attığım bir sanatçı gelmiyor. Galiba şu an Larsen’le birlikte olmak bana yetiyor.

Bu arada, yoğun dans programınız okul hayatınızı etkiliyor mu? İkisini birlikte yürütmek gün geçtikçe zorlaşıyor olsa gerek. LT: Liseye başladığımdan beri, ikisini bir arada dengede tutmak biraz daha güç bir hal aldı. Okulu aksatmamak için, katılmam gereken antrenmanları ve seçmeleri okuldan sonraki saatlerde organize ediyorum. Günün sonunda eve zombi gibi dönsem de bu yorgunluğa değiyor. TH: Bu zamana kadar okulla ilgili herhangi bir problem yaşamadım ama Janet Jackson ile birlikte dünya turuna çıkacağım için bu aydan itibaren online eğitime geçiş yaptım. Nasıl bir sürecin beni beklediğini gerçekten çok merak ediyorum çünkü online eğitim konusunda hiçbir tecrübem yok. Ama ekipte, dünya turu boyunca bizimle birlikte gezecek bir öğretmen var ve ihtiyaç duyduğum an bana destek olacak.

Eh madem öyle, Taylor, bu birlikteliğin nasıl başladığını anlatmanı isteyelim. Yaklaşık iki yıl önce, Larsen ve benim de içinde bulunduğumuz bir grup insanla birlikte, Los Angeles’taki bir video çekiminde performans sergilemek için davet edildik. Tesadüfün böylesi, koreografiye göre ikimizin yan yana durması gerekiyordu ve her şey orada başladı. Daha

Bu yaşta ünlü olmak, dünya turlarına çıkmak ve kendi iş hayatınızı organize etmek çok ilginç bir şey olsa gerek. Yaşıtlarınızın, evde ev ödevi yaptığını ve uyku saatlerine ailelerinin karar verdiğini düşünürsek, epey farklı bir hayat 111




sonra birlikte takılmaya başladık, birlikte dans derslerine gittik, derken, Las Vegas’ta birlikte bir performans sergiledik ve bir arada çok daha iyi olduğumuza kanaat getirdik. Sonrası malum, birbirimizin arayıp da bulamadığı kardeşi haline geldik. Kaydettiğiniz ilk videoyu paylaştığınızda bu kadar büyük bir ilgi göreceğinizi tahmin ediyor muydunuz? LT: Asla böyle bir ilgi beklemiyorduk. Videoyu yükledikten sonra tıklanma sayısı arttıkça ne yapacağımızı şaşırmış halde birbirimize telefon edip duruyorduk. Peki IDFWU videosu için Big Sean herhangi bir yorum yaptı mı? LT: Yüklemeden sonra Big Sean’ın hayranları videoyu şikayet edip durdu. Sürekli altına korkunç yorumlar yazdılar, kıyafetlerimize, dans edişimize ve neden bu şarkıyı seçtiğimize dair laflar ettiler. Hatta bazıları “Taylor gibi küçük bir kız nasıl olur da araba kullanabilir?” bile yazdı. Tabii bizim küçük dünyamızda ne yazık ki Big Sean’dan gelen herhangi bir yorum yoktu ama günün sonunda bizi pek çok insanın duymasını sağlayan video IDFWU oldu. Janelle Ginestra ile nasıl bir araya geldiniz? TH: Janelle’in yaptığı işleri zaten biliyorduk ve birkaç kere onunla birlikte çalışma fırsatı bulmuştuk. İşler her geçen gün biraz daha ciddiye binince, ilk fırsatta onu aradık ve kafamızdakileri ona anlattık. Sonuçta biz acemiydik ve o bu sektördeki pek çok insan tarafından tanınıyordu. İlerleyen yıllarda, bizim için nasıl şeyler planlayacağını öğrenmek için can atıyorum. Kendinizi acemi olarak görürken bir anda bir profesyonelle çalışmaya başlamak zor olmadı mı? LT: Elbette zorlandık. Aslında Taylor da ben de pek çok defa canlı performanslarda ve etkinliklerde yer aldığımız için az önceki acemi kelimesi biraz alçak gönüllü olmaya çalışmamızdan kaynaklanıyor. Janelle çok mükemmeliyetçi birisi ve bunu pozitif yönde kullanmayı çok iyi

biliyor. O yüzden bizi zorlaması bir anlamda bizim yararımıza oluyor. Günün birinde kendi koreografinizi oluşturup daha bağımsız hareket etmeyi düşünüyor musunuz? LT: Aslında bir yandan kendi koreografimizi de yaratıyoruz. Hatta geçtiğimiz haftalarda Chicago’da, önceden birlikte çalıştığımız bir gruba kendi koreografimizi öğretip onlarla bir video çektik. TH: Araya giriyorum; tabii günün birinde, kendimizi yeterli hissettiğimiz zaman, sadece kendi hareketlerimizden oluşan bir seri yapmak isteriz. Taylor, hazır araya girmişken, Janet Jackson ile çıktığın dünya turundan biraz bahseder misin? Hem ekipteki en genç dansçısın, hem de kendini neredeyse tüm dünyaya kanıtlamış bir dansçı olarak bu tura katılıyorsun. Bu turla tüm ABD’yi ve Kanada’yı gezeceğiz. Janet Jackson’ı halihazırda oldukça beğenen birisi olarak, bu teklifi aldığım için gerçekten çok şanslı hissediyorum. Ekipteki en genç insan olmak, tüm ekibin ilgisini üzerime çekiyor ve bu durumdan çok memnunum. Önümüzdeki birkaç ay, hayatımın gidişatını değiştirecek, hissedebiliyorum. Larsen, Next Models’la yaptığın kontrat ile sanıyoruz senin için de aynı şey geçerli olacak. Modellik, ikinci bir kariyer planı mı yoksa gelip geçici bir şey mi? Dans her şeyden önce kendime olan güvenimi artırdı. Tabii bana pek çok artı değer de kattı, modellik de bunlardan birisi. Bu kadar göz önünde olmadan önce yerel bir modellik ajansı ile halihazırda çalışıyordum ve birkaç dergi çekiminde ve reklam kampanyasında yer almıştım. Next Models’la yakın zaman önce bir araya geldik ve uluslararası bir kontrat imzaladık. Tabii ki onları da en çok etkileyen şey dans olmuş ve benimle iletişime geçmişler. Şu an modelliğin, kariyer planıma dahil olması söz konusu değil ama Avrupa’ya gidip farklı mecralar için çekim yapmayı dört gözle bekliyorum.

XOXO The Mag



Giray Sepin’in erkek modasına kattığı ivmeyi halihazırda biliyorsunuz. Şimdi de katalizör görevi görecek olan Mudo Collection’ın bu sürece dahil olmasıyla ortaya çıkan kapsül koleksiyonu tanıyacaksınız. Üç boyutlu desenler ve modern formlar, bu işbirliğinin tuzu biberi. Daha fazlası için sayfayı çeviriniz. an original idea by CO photography emre doğru styling deniz irem çek hair ferit belli / no.21 makeup hakan kültür / k.u.m agency photography assistants can büyükkalkan, burak büyükyıldız, ünal turhan styling assistant lara lakay location muse istanbul







2001 yılına geri dönüp, Justin Timberlake ve Britney Spears’ın American Music Awards’da giydiği denim takımı yad etmek istiyoruz. Acaba denimin lüks segmentine geçiş yapacağı o gün mü belli olmuştu? Ya da işe farklı bir açıdan bakacak olursak; yaşanan bu talihsiz olay, denimin işlenmesi ne kadar zor bir kumaş olduğunu göstermek için maruz bırakıldığımız, gelecekten gelen bir uyarı mıydı? Öyle ya da böyle, 2015 yılının son çeyreğine dayanmış olmamıza rağmen, denimin alametifarikası hala gizemini koruyor. Buradan hareketle, birazdan karşınıza çıkacak beş marka ve tasarımcı, denimin sınırlarını zorlamaktan çekinmiyor ve sıradışı formlardan ve payetlerden destek alıyor. Andy Warhol’un “Ölürken üzerimde blue jean olsun istiyorum.” sözünü kulağınıza küpe ederek okuyunuz. hazırlayan eralp uğur


musunuz? ABD’de mağaza açmayı çok istiyoruz ancak şu an için böyle bir durum söz konusu değil, ne yazık ki. Bulunduğumuz konumda, üretimimizi sınırlı sayıda tutup daha küçük bir koleksiyon yaratıyoruz. ABD’ye açılmak demek, seri üretimin tam ortasına düşmek demek ve henüz buna hazır olduğumuzdan pek emin değiliz.

Boyfriend jean’lerin son dönemlerde daha revaçta olmasıyla ilgili ne düşünüyorsun? Bu, androjenliğin getirdiği bir şey mi yoksa rahatlığın mı? Kadınlar skinny jean’ler ve topuklu ayakkabılarla sokakta gezinirlerken, fabrikadan çıkma seri üretim gibi göründüklerini bir anda fark ettiler ve yeni bir arayışa girdiler. Aradıkları şey de çok uzakta değildi, erkek arkadaşlarının dolabındaydı. Bu, tabii ki, benim yazdığım saçma bir hikaye çünkü modayı takip etmekten nefret ediyorum, ama kulağa hiç fena gelmiyor.

Ortağın Miki ile nasıl tanıştınız? İşe ilk başladığımda tek başımaydım ve hem mağazayı, hem finansal işleri hem de üretimi takip ediyordum. Bir arkadaşım mağazada beni ziyarete geldiğinde yanında Miki de vardı ve her şey tesadüfen başladı. O günden beri birlikteyiz ve kolay kolay ayrılacağa benzemiyoruz.

Tasarımlarının kesimi her ne kadar bol ve rahat olsa da, ortaya çıkan görüntüde kristal taşlar ve kürk detayları var. Bu iki farklı ucu bir araya getirmek nereden çıktı? Lüks ve modern formları dengede tutmak istediğim için... Kesinlikle minimal bir tarzımız yok, ama gösteriş budalaları için bir şeyler üretmiyoruz. Sadece, tüketicilerimize, aynı anda hem rahat hem de şık görünebileceklerini göstermek istiyoruz, hepsi bu.

Fransızca bir isminiz var, en çok ABD’de tercih ediliyorsunuz ve aslında Japonya menşelisiniz. İnsanlar, sizin Japon olduğunuzun farkındalar mı? Yurtdışından alışveriş yapan pek çok müşterimiz, Japonya menşeli olduğumuzu öğrendiğinde çok şaşırıyor. Her ne kadar Japon kültürü, bizim için büyük bir esin kaynağı olsa da, bu kültürü dünyanın öteki ucuna taşımak için ekstra bir gayret göstermiyoruz. Bu yüzden, Fransızca bir isim kullanmak tamamen tercih meselesiyle alakalı.

Japon kültürü bu hikayenin neresinde duruyor? Kendi kültürüm olduğu için söylemiyorum; Japon kültürü çok geniş ve içinde pek çok ilham kaynağı barındırıyor. Ayrıca, Japonlar için kalite her zaman çok önemlidir, özellikle konu tekstil olduğunda... Bu yüzden, marka olarak sadece trendleri takip etmiyoruz, aksine en iyi ürünü kovalıyoruz.

En sevdiğin denim markası hangisi? Bu konuda tevazu gösteremeyeceğim çünkü bence son zamanlardaki en iyi marka bizim markamız.

Tabii her şey, Rihanna’nın Dior çanta taşıyıp sizin koleksiyonunuzdan bir jean giymesiyle hız kazandı. Bu da başka bir hikaye tabii. 2013 yılı benim şanslı yılımdı. Önce Rihanna’yı Tu Es Mon Tresor giyerken gördüm ve akabinde uzunca bir süre mail kutumu boşaltamadım. Daha sonra pek çok dergide ve websitesinde yer aldık. Markanın ve tasarımlarımızın önünü açan, inanılmaz bir deneyimdi.

Peki Tu Es Mon Tresor ileride sokak stiline atıfta bulunmaya devam mı edecek yoksa kristal taşlar kontrolü ele alacaklar mı? Şu aralar, sokakta kalmayı tercih ediyoruz ama günün birinde, hayalimizi gerçekleştireceğimize ve Tu Es Mon Tresor’u lüks bir modaevine dönüştüreceğimize inanıyoruz.

Yakın zamanda ABD’de bir mağaza açmayı düşünüyor 123


FILE

Son birkaç yıldır denimin lüks parçalarla entegrasyonuna tanıklık ediyoruz. Sokaktaki insanlar modaya, eskiye kıyasla, çok daha kolay ve doğrudan ulaşabilir hale geldiler. Hatta, lüks ve sokak modası arasındaki fark neredeyse görünmez bir hal aldı. Öyle ki, bir gece elbisesi hem çok şık hem de çok günlük görünebiliyor. E o halde denim de lüks kavramının bir parçası haline gelebilir. Zaten son birkaç yıldır defilelerde ve koleksiyonlarda buna tanıklık ediyoruz. Biz de ürünlerimizi ‘premium denim’ olarak nitelendirerek, denimin lüks tarafına vurgu yapıyoruz. İşin tasarım tarafı bir kenara, pek çok uzmanlık alanın var, yıkama analistliği de bunlardan biri. Denim göründüğünden daha zor bir kumaş mı? Bu işe tasarımcı olarak değil, denim tasarımcısı olarak başladım ve bu alanda uzmanlaştım. Hal böyle olunca, denimi her türlü forma ve kalıba sokmak için uğraşıyorum. Tabii sürdürülebilirlik ve çevre dostu ürünler üretmek bu işlerin başında geliyor. Bu yüzden ozon ve lazer teknolojileri kullanarak yeni yıkama teknikleri deniyorum, kimyasal ürünleri azaltıyorum ve yıkamada kullanılan su ve enerjiyi minimuma düşürüyorum. Uzun cevabın kısası; evet, denim, üzerinde çalışması oldukça zor bir kumaş ama bu zorluk, sınırları zorlamak için bana fırsat veriyor. 2010’da Citizens of Humanity ile yolun kesişene kadar deneyimlediklerinden hareketle, İstanbul ve Los Angeles’ın denime bakış açısı arasında ne gibi farklar olduğunu söyleyebilirsin? Los Angeles’ta en doğru ürünü üretmek için çok daha fazla vakit harcıyoruz ve kaliteye her zaman öncelik veriyoruz. Seri üretim yapıyor olsak da, üretim sürecinde her türlü detaya gereken önemi veriyoruz. Türkiye’de ise denim daha endüstriyel bir materyal olarak kullanılıyor. Orada tasarıma gereken özenin gösterildiğini düşünmüyorum ve Los Angeles’ın tasarım ve kreatif düşünceye, hak ettiği değeri daha çok verdiğini fark ediyorum. A Gold E nasıl bir marka? Milenyum çağını, hakkını vererek yaşayan insanlar için kaliteli, özgün

ve görece lüks denim ürünler üreten ve her sezon bireyselliğin, özgüvenin ve konforun altını çizen bir marka. Kendinden bahsederken Los Angeles’ın yaratıcı ruhunu ve tavrını yansıtmaya çalıştığını söylüyorsun. Denimin gerçekten bu kadar iddialı alt metinler taşıyabilecek bir materyal olduğunu düşünüyor musun? Ekip olarak her zaman, tasarladığımız ürünlere nasıl bir tavır atfedebileceğimizi düşünüyoruz. Günlük hayatınızda giyeceğiniz bir kıyafetin tek bir parçasını üretiyor olsak bile, kıyafetin genelini etkileyecek bir duruş yaratma peşindeyiz. Denim sokakta yaşayan ve orada var olan bir kumaş ve son zamanlarda hiç olmadığı kadar fonksiyonel bir hal aldı. O yüzden, pek çok alt metni içerisinde barındırabilir. Peki bu bahsettiğin alt metin hangi müşteri kitlesine hitap ediyor? Hip, havalı, genç, eğlenceli ve modern herkese hitap ediyor. Bu insanlar trendleri takip etmiyorlar ve aksine kendi trendlerini yaratıyorlar. En azından benim kafamda böyleler. E o zaman trendler bu hikayede nerede duruyor? Sezonlara ya da sektöre göre hareket etmek yerine, daha uzun süreli kullanılabilecek, zamansız parçalar yaratmayı seviyoruz. Bu da trendlere karşı olan duruşumuzu belirliyor. Genç sanatçılar, müzisyenler ve her ne alanda olursa olsun yaratıcılığını ortaya koymuş insanlar bir sonraki adımlarını düşünürlerken, biz de onlardan ilham alıp bir sonraki adımımızı onlara paralel atmak için çalışıyoruz. A Gold E için gelecekte ne var? Citizens of Humanity’den ayrılıp sektöre (kendi ayakları üzerinde durarak) girecek mi? Aslında, karar mekanizması olarak kendimizi oldukça özgür hissediyoruz ve şu an Citizens of Humanity ile sadece aynı üretim imkanlarını kullanıyoruz, hepsi bu. Büyük bir ailenin bir parçası olarak kalmak, A Gold E için her zaman daha iyi olacak, zira Citizens of Humanity gibi deneyimli bir markanın bize kattığı çok şey var.

XOXO The Mag



FILE

Juliana, tasarladığın denim ürünleri kendine ait bir butikte satıyorsun ve herhangi bir marka kimliğin olmamasına rağmen, Sorelli Presents, denim sektöründe oldukça popüler bir hale geldi. Böyle bir şey olmasını bekliyor muydun? Hayır, bunu asla tahmin etmiyordum. Kendi halinde bir dükkan sahibi olarak kalacağımı düşünüyordum. Tanıdığım insanlar gelip benden alışveriş yaparlar, bir iki arkadaşınlarına beni önerirler ve bir şekilde kendime ait bir düzen tuttururum diye hesaplamıştım. Sorelli Presents’i açmadan önce sinema sektöründe çalışıyordun. İşin sadece sinematografik kısmıyla değil, set tasarımı ve hatta kostümleriyle de ilgileniyordun. Moda tasarımcısı olarak ortaya çıkışında, şüphesiz bu durumun etkisi olmuştur. Aslında kendimi tam anlamıyla moda tasarımcısı olarak görmüyorum. Canım bir şeyler tasarlamak istediğinde ya da bir şeyden etkilendiğimde harekete geçiyorum ve bunu, sektördeki diğer moda tasarımcıları gibi bir koleksiyon yaratma ihtiyacı duymadan yapıyorum. Bu sadece kıyafet tasarımı için geçerli değil, sinema ve videografi için de geçerli. Zaten tam da bu yüzden mağazanın adını Sorelli Presents olarak seçtim, çünkü tahmin ettiğinizden daha fazlasını sunuyor. Sence denim, her zaman sokak stilinin demirbaşı olarak mı kalacak mı? Kesinlikle sonsuza kadar sokağın ve sokaktaki insanların vazgeçilmezi olarak kalacak. Lüks ürünleri denim kumaşıyla yeniden yorumlamak mantıklı bir hareket olabilir ama önümüzdeki yüzyılda denimden yapılmış kırmızı halı kıyafetleriyle karşılaşmayacağız. Mağazada sattığın ürünler genelde do it yourself mantığından hareketle ortaya çıkıyor. Peki her ürünün birbirinden farklı oluşu, tasarımlarına artı değer katıyor mu? Her şey bugün çalıştığım yeri kiralamamla başladı. Burayı ilk kiraladığımda, yaptığım filmleri sergileyebileceğim bir yer yaratmayı

düşünüyordum. Ta ki mekandan çok etkilenip, burada geri dönüşüme terk edilmiş kıyafetleri alıp üzerlerine yama yapmaya ve işlemeler eklemeye başlayana kadar... Hepsi birbirinden farklı ve bir o kadar da güzel oluyor ve şüphesiz bu durum onlara artı değer katıyor. Zira buradan satın aldığınız bir ürünün benzerini başka bir yerde bulamazsınız. Lady GaGa’nın senin tasarımlarından biri içinde çekilmiş bir fotoğrafı internette dolaşmaya başladıktan sonra işbirliği teklifleri aldın mı? Her şeyden önce, mağaza her gün farklı insanlarla dolup taşmaya başladı ve oldukça yoğun bir döneme girdim. İşleri iyice ilerlettikten sonra kostüm tasarımcısı Monica Chamberlain ile çalışmaya başladım ve Hollywood Savage Society adında bir koleksiyon hazırladık. Artık ofisin arka kısmında hazırlanan ceketlerden ziyade, konsantrasyonumuzu toparladığımız ve üzerine daha çok düşündüğümüz ürünlerimiz var. Farklı markaların jean’lerini alıp üzerine kendi tasarımlarını eklediğin oluyor mu? Önceleri böyle şeyler yapıyordum ama şu an Hollywood Savage Society ile birlikte, Los Angeles’ta üretilen kumaşları kullanıyoruz, kendi kalıplarımızı çıkartıyoruz ve her şeyi kendimiz üretiyoruz. Röportajın başında laf ettiğin koleksiyon yaratma peşinde koşan, seri üretimci tasarımcılardan biri haline dönüşmeyeceğin konusunda emin misin? Tabii ki eminim. %100 kar amacı gütmeden, canımızın istediğini üretiyoruz ve trendler umurumuzda değil. Biz sadece eğlenmek istiyoruz ve insanlar bu tasarımları gördüklerinde, bizim gibi eğlensinler istiyoruz, hepsi bu. Bu eğlenceli koleksiyonu anlatmanı istesek... Koton tişörtler, tabii ki jean’ler, fermuar detaylı jean ceketler, kimonolar ve biker ceketler ağırlıkta.

XOXO The Mag


2 Ödül Töreni 80 Seminer

120 Konuşmacı

Workshop Sergiler

Konserler


FILE

Markanın kurucusu olarak kimliğini saklı tutma sebebin nedir? Kişiliğimle ön plana çıkmak istemiyorum. Zaten benim kim olduğumun da pek bir önemi yok. Yaptığım tasarımlar yeterince dikkat çekici ve bu işe girdiğim günden beri, sadece işimle anılıyorum. Her türlü işbirliğine ve röportaja açığım ama kendimden bahsetmeyi sevmiyorum. Bunun, sektörün çok geniş ve rakiplerinin görece acımasız olmasıyla bir alakası olabilir mi? Kesinlikle hayır. Moda sektörü oldukça geniş ve denim kumaşı da bu sektörün en önemli parçalarından biri. Acımasız insanlar konusunda da hemfikiriz. Sadece bu acımasız insanlar yeterince kreatif düşünemiyorlar ve klasik parçalardan vazgeçemiyorlar. Onlardan ayrıldığım nokta tam da bu. O yüzden herhangi bir korkum yok. Bahsi geçen diğer denim üreticileriyle kıyaslandığında tasarımların oldukça geniş formlara ve ready-to-wear kavramına dair farklı bir bakış açısına sahip. Bu kadar sıradışı tasarımların arkasındaki ilham kaynağı ne? Kampanya görsellerine baktığınızda fark edebilirsiniz, kıyafetlerden ziyade insanlar ve onların silüetleri benim temel esin kaynağım. 1980’lerdeki insan figüründen çok etkileniyorum ve insanların moda kavramını rahatlıktan ayırmadığı bir dönemi referans olarak alıyorum. Tabii bir de Japon kültürü var ki, o da beni derinden etkileyen bir faktör. Verdiğin röportajlarda kıyafetlerinin herhangi bir cinsiyeti olmadığını söylüyorsun. Hatta sana sorulan sorularda da cinsiyet kavramı epey sorgulanıyor, zira erkekler için denim etekler ve elbiseler üretiyorsun. Markanın adı da bu zıtlıktan geliyor olabilir mi? Bir insanın gardırobunu cinsiyetinin belirliyor olması fikri bana aşırı saçma geliyor. İnsanlar ne istiyorlarsa onu giymeliler ve bunu toplumsal tabular belirlememeli. Bu yüzden, tasarladığım kıyafetleri sadece kadınlar ya da erkekler giyebilir gibi bir çerçeveyle kendimi sınırlamıyorum. Kampanya çekimlerim sırasında da, tasarım hangi modele en çok yakışıyorsa, onu o modelin üstüne geçiriveriyorum. Markanın ismi de hem bu zıtlığa dayanıyor, hem de yatakta en çok sevdiğim pozisyona.

Unisex tasarımlar neredeyse tüm dünyayı kasıp kavururken ve moda dünyası bu durumu henüz tam anlamıyla sindirememişken, senin bu kavramın sınırlarını zorlaman yerinde bir hareket mi? Sanki ben yapmazsam kimse yapmayacakmış gibi hissediyorum. Tabii bu cümlenin sonunda Rick Owens’ın uzuvları açıkta bırakan tasarımlarını bir kenara koymak gerekiyor. Ayrıca moda dünyasında yeni bir trend ortaya çıktığında, herkes bu trende yatırım yapıyor ve benzer koleksiyonlar ve parçalar ortaya çıkıyor. Ben bu durumdan hiç hoşnut değilim. Peki denim kullanılarak, aslında her türlü ürünün tasarlanabileceği fikrini, moda sektörüne kanıtlayabildiğine inanıyor musun? Her şey Lenny Kravitz’in taktığı devasa atkıyı gördükten sonra aklımda canlandı. Daha sonra denim kumaşından atkı, bere, türban ve uyku tulumu yaptığımı düşünürsek bence herkes her şeyin farkında. Sence Batı Yakası mı yoksa Doğu Yakası mı markaya daha yakın duruyor? Los Angeles doğumlu olduğumuzu ve New Yorker’ların moda algısını göz önünde bulundurursak, kesinlikle Batı Yakası’nı tercih ederim. Zira New York’un fazlasıyla burnu havada olduğunu düşünüyorum. Aslında Batı Yakası’nın da kendine has bir züppeliği var. Los Angeles’lı insanların seni tercih etmeleri için tek bir neden söyleyebilir misin? Rahatlık kesinlikle anahtar kelime. İnsanlar tabii ki havalılar ve kendilerine toz kondurmuyorlar. Ama normcore’un moda olmasının da bir sebebi var; herkes rahatlığın ne kadar önemli olduğunun farkına vardı. Kimi baştan aşağı 69’dan parçalar giyerken görmek isterdin? Sade veya Whoopi Goldberg. Gardırobunda Levi’s®501 var mı? Her zaman Silver Tabs’in daha iyi olduğunu savunmuşumdur.

XOXO The Mag


D E S I G N P O R T R A I T.

Ray, seat system designed by Antonio Citterio. www.bebitalia.com

B&B Italia Stores in Istanbul: Ortakรถy Dereboyu Cad. No. 78 34347 - T. +90 212 327 05 95 F. +90 212 327 05 97 Fulya Emirhan Cad. No. 2 34349 - T. + 90 212 236 68 00 F. +90 212 236 68 06 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com


FILE

Sofia, tasarımlarınızı neden İtalya’da üretiyorsunuz? İtalya’nın çok eskiye dayanan bir tekstil geçmişi var ve bugün dünyadaki en kaliteli denim burada üretiliyor. İtalya, yıkama, boyama ve dikiş konusunda çok gelişmiş bir hizmet sunuyor ve bizim gibi sıradan denim parçalar üretmeyen markalar için bu sofistike hizmet çok faydalı oluyor. Tabii, yarı İtalyan oluşumun da etkisi büyük. Aries 2013 yılında kurulmuş olmasına rağmen, bugün en yenilikçi denim markalarından biri olarak gösteriliyor. Sizi bu kadar özel kılan şey sence ne olabilir? Kullandığımız teknik, diğer markalara kıyasla daha sıradışı ve daha yeni. Çıkardığımız bütün kalıpları ve modelleri, kendi atölyemizde kendi ekibimizle yapıyoruz. Elde ettiğimiz sonuç ve üretmemiz gereken miktar, başa çıkabileceğimizden çok daha fazla ise, üretimi bizim yerimize yapabilecek bir fabrikaya gidiyoruz ve onlardan yardım alıyoruz. Önemli olan şey çıkan kalıplar ve modeller olduğu için, bu durum bizi diğer markalardan daha farklı ve özel kılıyor diye düşünüyorum. Bu arada markanın grafik desenlerini de oluşturuyorsunuz. Bu desenlerin parlak ve ışıltılı oluşunu neye borçlusunuz? Aries’in kendine has bir dili var ve aslında bu dil oldukça basit ve onun, doğrudan amaca hizmet eden cinsten bir tavrı var. İtalyan kültürünün ve lüks algısının getirdiği bir duruşu, sokağın ritmine uydurabilen bir tavırdan bahsediyorum. Bu yüzden minimal kesimleri pul ve payet ile tamamlayabilecek cesareti kendimizde buluyoruz. Kendi aranızda iş bölümü yapıyor musunuz? Fergus, az önce bahsettiğimiz grafik desenlerin arkasındaki isim ve işin sanat yönetmenliğini üstleniyor. Ben ise, markanın moda algısını geliştirmek üzerine çalışıyorum. Markayı tanımlarken, günlük hayatı, hem şık hem de rahat sürdürmekten bahsediyorsunuz. Peki uzun kollu, denim bir elbise gerçekten bu tanıma uyuyor mu? Denimin rahat bir kumaş olup olmadığı konusundaki tartışmaları çok geride bıraktığımızı düşünüyorum. Zira, denim artık neredeyse

hayatımızın her alanında var. Bu yüzden uzun kollu denim bir elbisenin rahat olup olmayacağı ile ilgili kafa yormak yerine, bu kalıbın ne kadar yenilikçi olduğuyla ilgili fikir yürütmek gerekiyor. Tasarımlarınızın hemen hepsi sanki yarım bırakılmış gibi görünüyor. Bu durum markanın imzası niteliğini mi taşıyor? Tasarımların basit ve sıradan görünmelerini çok seviyoruz. Materyali ve ürünü en doğal haliyle bırakmayı alışkanlığımız haline getirdik. Estetik kaygılarımız ve algılarımız diğer markalara kıyasla çok farklı. Bir ürünün en iyi dikişe sahip olması bizi ilgilendirmiyor. Biz ürünün genel olarak güzel durmasından yanayız ve bunun için dikişsiz olması gerekiyorsa, elimizde geleni yapıyoruz. Denim ile oynamanın bir hayli zor olmasının da bu tercihiniz üzerinde etkisi olabilir mi? Sentetik olmayan, sert kumaşlar her zaman daha ilgi çekicidir; özellikle iyi bir el işçiliği ile bu kumaşı iyi bir forma sokuyorsanız. Denim ile oynamak zordur evet, ve bazen sizi öyle bir noktaya getirir ki, daha fazla bir şey yapamayacağınızı bilirsiniz ve elinizdekiyle yetinmek zorunda kalırsınız. Ancak ürünleri yarım bırakmamızın bununla bir alakası yok, sadece, sınırları zorlayıp tasarımları fabrikasyon hale getirirsek, daha kötü bir sonuç elde edeceğimizi biliyoruz. Favori denim markan var mı? Birkaç çift vintage Levi’s jean’im var ama bu Levi’s’ı favori markam yapmıyor. Markanın temel ilham kaynağı olarak 20. yüzyılın antikapitalist gençlerini alıyorsunuz. Yeni neslin sürdürülebilirlik ve çevre problemlerine karşı gerçekten daha bilinçli olduğuna inanıyor musunuz? Bu, yaşanılan coğrafyaya göre değişen bir durum sanırım. Ben dünyanın genelinde böyle olduğunu umuyorum ve bu fikirden yola çıkıyorum. Üretime son verelim demiyorum, sadece üretirken bilinçli olalım diyorum ki, bugün pek çok marka ve insan aynı fikri destekliyor. Özellikle gençler bu fikrin arkasındalar.

XOXO The Mag


italian Masterpieces archibald arMchair. designed by J.M. MassaUd. sala del The, Palazzo colonna, roMa. poltronafrau.com

Ayazma Yolu Sokak No:5 Etiler T: 212-2636406 www.bms-tr.com


CŒUR DE PIRATE

Birazdan, ona baktığınızda garip hiçbir şey görmeyeceksiniz ve üstelik anlattıklarını okuduğunuzda onun size karmaşık dünyalar vadetmediğini de fark edeceksiniz. Ne var ki; şarkılarını dinlediğinizde neler olacağını biz size buradan söylemeyelim, o sizin bileceğiniz iş.

photography thomas lavelle styling noelia terrón-laya hair pierre saint sever makeup fanny renaud photography assistant nicolas fleuré


t端m端 prada

133


elbise dior



Annelik seni nasıl değiştirdi? Bana şunu öğretti; zor bir dönemden geçiyor olsan bile tünelin sonunda mutlaka bir ışık var. Yazı stilim bile eskiye göre daha pozitif.

Kendini bu zamana ait hissetmediğin oluyor mu? Bulunduğum dönemden memnunum, çünkü şu anda herkes kendi müziğini istediği gibi ifade edebiliyor, yani neysen o olabiliyorsun. Ayrıca etrafındakilerden farklı olmak için de ideal bir zaman.

Kızın Romy için de bir şarkı yazmış olmalısın... Evet. The Way Back Home.

Geçen sene Mistral Gagnant’a yaptığınız cover’dan sonra, bu şarkı bir ankete göre tarihin en iyi şarkısı seçildi. Hiç tevazu göstermeyeceğim; buna ben de katılıyorum. Fransız şarkılarından bahsedersek, en iyiler listemde birçok şarkı var, ama Mistral Gagnant gerçekten tarihteki en iyi şarkılardan biri.

Romy’yi büyütürken... Ona, insanın kendisini sevmesinin önemini anlatırdım. Ben uzun süre özgüven problemleri yaşadım, ve bu maalesef kötü hatalara yol açtı. Madem geçmişe döndük, senin için her şey nasıl başlamıştı? Annem piyanistti, benim müzikle ilişkim de tamamen onun sayesinde başladı. Küçük yaşlarımdan itibaren bana müzik ve piyano dersleri aldırdı. Onun bu yönlendirmesi olmasaydı bugün bulunduğum yerde olamazdım. Sanatçı karakterinin meleksi bir tarafı var, sanki masumiyet sinyalleri yayıyorsun. Bu görünenler bütün hikayeyi anlatıyor mu yoksa içinde minik bir şeytan da var mı? Kesinlikle. Cœur de Pirate’ın temsil ettiği şey de bu tezat, ki bu şarkılarımda da öne çıkıyor; neşeli şarkılarda hazin konulardan bahsediyorum. Bu da benim zor durumlarla baş etmemin bir yolu... Bu arada neden bir sahne adına ihtiyaç duydun? Sahnede daha farklı biri olman gerektiğini mi düşünüyorsun? Ben zaten müziğimle başka bir karakter yansıtıyorum, dolayısıyla da sahnede başka bir insanım. Gün içinde nasıl birisin? Garip bir tipimdir. Nedense sahneye çıktığım an bu tarafım yok oluyor.

Adieu’nün videosunda kıskançlık hissini çok sert bir görsel dille aktarıyorsun; klipteki kızlar ve çocuk patlıyor. Sen kıskançlıkla nasıl baş ediyorsun? Ben de bir zamanlar aşırı kıskançtım, ama sanırım bu kendime olan güvensizliğimden kaynaklanıyordu. Şimdi ise bu duyguyla daha sağlıklı bir şekilde başa çıkabiliyorum. En basitinden, beni kıskanç ve mutsuz hissettiren birisi varsa, ondan köşe bucak kaçıyorum. Trauma albümü ile İngilizce şarkı söylemeye başladın. Farklı dillerde şarkı söylerken karakterinde veya ruh halinde de değişiklikler oluyor mu? İngilizce şarkı söylemek daha direkt bir aktarım gibi geliyor bana, bu bence biraz da ton ile alakalı. Duygulara gelirsek de, bence onlar her dilde aynı şekilde ifade ediliyor. Son albümün Roses içine sindi mi? Her zaman yapmak istediğim bir albümü yapmış oldum. Sadece yapana kadar bunu bilmiyordum. Zaten bilsem muhtemelen yapamazdım. Farklı bir üretim olduğu aşikar. Hem çok farklı hem de çok tanıdık, anlatması biraz zor. Roses’da klasik Cœur de Pirate şarkı sözlerini ve yazı stilini göreceksiniz, ama albümün prodüksiyonu ve düzenlemesi bambaşka bir şekilde yapıldı.

XOXO The Mag



sweatshirt christopher kane etek christopher kane 癟anta dior ayakkab覺 adidas

XOXO The Mag


Béatrice, çekim nasıl geçti? Ah, harikaydı. Seçilen kıyafetlere bayıldım, özellikle Dior ve Prada... İkisi garip bir şekilde birbirlerine uydular ve sonuç güzel oldu.

Sence her sanatçının iyi müzik yazabilmesi için bir kalp kırıklığı yaşaması gerekiyor mu? Bence her şey hep oradan başlıyor, daha sonra ilhamı başka yerlerde buluyorsun.

Modayla aran epey iyi. Bu seneki defilelerden hangilerini sabırsızlıkla bekliyorsun? Raf Simons’ın ne yapacağını her zaman merak ediyorum, onun defilelerinde mutlaka bir sürprizle karşılaşıyorum. Ayrıca, Jil Sander, J.W. Anderson, Prada, Cedric Charlier, Léa Peckre, Chloé, Céline ve Barbara Bui’yi de sürekli takipteyim.

Sen de zamanında MySpace ve YouTube sayesinde keşfedilen güruhtansın. Bu keşfedilme süreci göründüğü kadar kolay mı? Eskiye nazaran, bugünlerde ünlü olmanın pek çok farklı yolu var. Ama buna rağmen, yeterli sayıda müzik şirketi olmadığı için insanların müziğini duyması ve izleyicinin dikkatini çekmen gittikçe zorlaşıyor. Yine de ünlü olup inanılmaz başarılar elde edenler de azımsanacak gibi değiller. Yani bu konuyu tek taraflı düşünmek dışarıdan yanıltıcı olabilir.

Peki kendi stilini nasıl anlatırsın? Bu aralar çok minimalim. Dövmelerimden dolayı kıyafetlerimde abartıya kaçmamaya çalışıyorum. Genelde siyah ve lacivert tonlara yöneliyorum. Onlar benim kurtarıcılarım.

Child of Light isimli Japon bilgisayar oyunu için bir soundtrack yaptın. Bu nasıl bir deneyimdi? Şarkıyı hazırlama süreci gerçekten uzundu ama bir yandan da çok keyifliydi. Ben projeye en başından, ilk moodboard’lar hazırlanırken dahil oldum. Sanırım benim demolarım da o ilk dönemlerde, oyunu yazarlarken, onlara biraz yardımcı oldu. Projeye bu kadar erkenden dahil olduğum ve birbirimizi pozitif yönde etkilemiş olduğumuz için çok mutluyum.

Dövmelerinle barışık mısın? Ergenlik yıllarımda belli bir ortama ait olabilmek için dövme yaptırmaya başlamıştım. Post hardcore bir ortam vardı, ben de birçok alternatif tip gibi bu ortamlarda takılmak istiyordum. Ama bu taktik işe yaramadı çünkü hiçbir zaman bir gruba girmedim ve zaten merakım çok da uzun sürmedi. Neyse, dövmelerim artık benim bir parçam, açıkçası onları artık görmüyorum bile.

Bilgisayar oyunlarıyla aran iyi mi? Sadece bazı bilgisayar oyunlarını seviyorum. Beni seçmelerini tamamen müzik stilimi beğenmelerine ve aynı zamanda besteci olmama bağlıyorum.

Hangisinden daha çok gurur diyorsun; şarkıcı olmaktan mı yoksa söz yazarlığından mı? Sanırım, söz yazarlığından. İnsanların yazdığım şarkılarla bir ilişki kurabilmesi benim için dünyadaki en tatmin edici duygu. Abartmıyorum.

Bu arada The Band Perry hakkında tweet’lerini okuduk. Country müziği biraz fazla seviyorsun galiba? Country’ye bayılıyorum. En favori sanatçılarımdan biri Townes Van Zandt, klasik, hüzünlü country şarkılar söylüyor. The Band Perry’yi de seviyorum çünkü onlar benim stilime biraz daha uygun, country’nin biraz pop versiyonu gibi bir müzik yapıyorlar.

Şarkı sözlerinin çoğu otobiyografik. Kurgu hikayeler yazmaya çalıştığında ne oluyor? Bilmem, hiç denemedim. Yazabilir miyim, bundan bile emin değilim. 139


t端m端 dior



t端m端 moschino


t端m端 prada


FILE

BEDRE SUNDHED I AARHUS Danimarka Kraliyeti’nin düzenlediği The Architecture Project’e katılmak için, ülkenin ikinci büyük şehri Aarhus’tayız (bir kez daha). Kırmızı tuğlaların ve modern mimarinin tek bir çatı altında toplanması ve bunun göze batmıyor oluşu, artık bizi şaşırtmıyor. Etkinliğin çıkış noktası, sağlık sektöründe mimarinin önemini vurgulamak olunca sektörün nasıl ivme kazandığı, şehre önemli yapıtlar kazandıran mimarlar tarafından bize anlatılıyor. Bahsettiğimiz ivme 375.000 metrekarelik bir alanın sağlık kuruluşuna dönüşmesinden başlıyor, ölmek istediğinizde kapısını çalabileceğiniz bir eve kadar uzanıyor. Aradaki süreçte aklınıza gelebilecek her türlü yapı, başta Aarhus olmak üzere Danimarka’nın neredeyse her köşesine yayılmış durumda, ve sağlık sektörünün başarısı, iyi tasarlanmış bir mimari projeyi işaret ediyor. Biz de bu vesileyle Julian Weyer, Lars Juel Thiis, Niels Bondrup Jensen, Nanna Flintholm ve Jesper Warming ile yerinde konuşuyoruz. hazırlayan utku palamutçu


C.F MØLLER Julian Weyer

ihtiyacı vardı, çünkü bu sayede sağlık kuruluşlarını daha gelişmiş bir hale sokabilecekti.

Julian, sence İskandinav sağlık kuruluşları mimariye neden bu kadar önem veriyor? Bunun iki nedeni var ve bu iki farklı yol, günün sonunda İskandinav sağlık sisteminin temelini oluşturuyor. Toplum, mimariyi, sosyal refahın gelişmesinde bir araç olarak kullanıyor ve bu sayede mimari, insanlar arasındaki eşitliğin temelini atmış oluyor. Herkesin eşit ölçüde faydalanabileceği bir sağlık sistemi kurarken, ekonomik düzen de işin diğer kısmını oluşturuyor. Görece lüks sağlık hizmetlerini karşılamak için, toplanan vergiler kaynak olarak alınıyor ve yine halkın eşitliği ve refah seviyesi için çalışılıyor.

Dünyada örnek olarak alınan bir diğer projeniz de Djursland Hospice. Aldıkları tedaviye yanıt vermeyen insanların ölümü beklemek için konakladığı bir mekanda, işlenmemiş materyaller ve yeşilin her türlü tonunu kullanmak, günün sonunda onları iyileştirmek için mi yoksa onların daha iyi şartlar altında ölmeleri için mi tasarlanıyor? Djursland’e gelen pek çok insan, binanın mimarisinden ve materyallerden etkileniyor. Hastaneden çıkıp böyle bir ortama girmiş olmak, doğayla iç içe yaşamak ve yağmurlu bir günün ardından binanın dışının masif ahşaplar yüzünden yeşerdiğini görmek onlara ilginç geliyor. Her ne kadar burada, hastalara herhangi bir tedavi uygulanmasa da, her şey onların kendilerini biraz daha iyi hissetmeleri için tasarlanıyor.

Şu an şirket olarak, Aarhus Hastanesi’ni iyileştirmek için 375.000 metrekarelik bir alanda çalışıyorsunuz. Şehirde yaşayan insanların, gerçekten bu kadar büyük bir hastaneye ihtiyaçları var mı? Aslında bu hastanenin yenilenmesi, Danimarka’nın sağlık sektörüne yeni bir bakış açısı kazandırmanın en önemli yollarından biri. Aarhus Hastanesi, sadece yerel bir hastane olarak kalmayacak, aksine, tüm dünyada örnek olarak gösterilebilecek bir yapı olarak tarihe geçecek. Bu yüzden, toplumun böyle bir hastaneye ihtiyaç duymasından ziyade, devletin böyle bir yapılanmaya gitmeye

Sağlık hizmetlerinin ücretsiz oluşu, bu sektörü yatırım yapmak için daha ilgi çekici kılıyor mu? Sektörün ücretsiz oluşu, iyi hizmet sunulacağı anlamına gelmiyor. Yapılan yatırımlar ve insan haklarına verilen önem, Danimarka’da ve İskandinav ülkelerinde, sağlık sektörünü geliştirmek için harcanan paranın üstüne, ekstra bir bedel talep etmemeyi beraberinde getiriyor. Yani, yatırım yapıldığı için sağlık sektörü ücretsiz oluyor. 145


FILE

CUBO ARCHITEKTER Lars Juel Thiis Danimarka’nın hem İskandinav mimarisini hem de modern yapıları tek bir potada eritebildiğini düşünüyor musun? Kesinlikle. Danimarka, kendi kültürünü diğer Avrupa ülkelerinin kültürleriyle bir arada sergileyen ender ülkelerden biri ve bunu kendi dilini ve yorumunu kullanarak yapabiliyor. Kanser hastaları için bir danışmanlık merkezi açtınız ve binanın tasarımını Frank Gehry ile birlikte yaptınız. Bu proje, Gehry’nin diğer projelerine kıyasla farklı bir yere sahip olsa gerek. Frank Gehry ile iletişime geçtiğimizde, proje onu çok heyecanlandırdı. Her ne kadar benzer bir projeyi Glasgow’da hayata geçirmiş olsa da, seçtiğimiz bina ve kafamızda canlandırdıklarımız çok farklıydı ve hemen hazırlıklara başladık. Binanın dış cephesini sabit tutup, içeride modern

materyaller ve cam bir tavan kullanmak Frank Gehry’nin dokunuşuydu diyebilir miyiz? Sadece onunla sınırlayamayız, binanın tarihine duyduğumuz saygının da bunda etkisi var. Yaratmak istediğimiz şeffaf atmosferi cam tavanla ve gelen gün ışığıyla güçlendirirken, Danimarka’nın tuğla duvarlarına olan saygımızı bir kenara itmedik ve dış cepheyi olduğu gibi bıraktık. İçeride her şeyin geçirgen olduğu bir yapı yaratırken, dışarıya karşı duvarlarımızı yıkmadık. Odaların kapısız olması fikri nereden çıktı peki? Farklı amaçlar için yaratılmış alanlardan gelen gürültünün birbiri ile iç içe geçmesi bir süre sonra rahatsız edici bir hal almıyor mu? Bina içerisindeki her kat, farklı bir duyguya ve aktiviteye hizmet ediyor. Kanser hastaları tek başına kalmak istemedikleri için burada bulunuyorlar ve bu durum bize, Hemjdal’da her şeyin birlikte yaşanması gerektiğini düşündürüyor. Hele ki, kanser bazı toplumlarda bir tabu olarak kalmışken, insanların bir araya gelip bunu ortadan kaldırması fikri bizi çok heyecanlandırıyor ve hastaların kendilerini biraz daha iyi hissetmelerini sağlıyor.

XOXO The Mag


AARHUS ARKITEKTERNE Niels Bondrup Jensen

her türlü oyunu binanın içine doğru bir şekilde entegre edebilmek için mimariden destek aldık, aynı şekilde binanın kıvrımlı yapısını oluştururken güneş ışığından olabildiğince faydalanmayı hedefledik. Binanın, en ince detaylar hesaba katılarak tasarlanması gerekiyordu çünkü, içeride konuk edeceğimiz insanlar bu detaylarda kolayca kaybolabilecek insanlardı ve onları bu oyunun bir parçası haline getirmek istiyorduk.

Danimarka’da toplam 1 milyon metrekarelik sağlık kuruluşu inşa etmiş bir şirket olarak, orada bu kadar büyük bir yatırıma ihtiyaç duyulduğuna inanıyor musunuz? Danimarka’nın sağlık sistemi şu anda çok büyük bir değişimden geçiyor ve bu süreç sadece sistemin işleyişiyle değil, aynı zamanda mimari yapısıyla da alakalı. Sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi bir kenara, istihdam edilecek insan sayısından, tedavi sağlanacak yeni hastalıklara hatta mimarinin insan üstündeki etkilerine kadar uzanan bir değişim söz konusu olduğu için, ülkenin böyle bir yatırıma ihtiyaç duyduğuna inanıyoruz. İleride diğer ülkelerin de böyle bir değişimi örnek alarak harekete geçeceklerini düşünüyoruz.

Bahsettiğiniz bu oyunlar, aslında onların her gün sokakta karşılaşabilecekleri şeyler; uçan kuşlar, kum üstünde yürüyen böcekler ve akan bir derenin sesi gibi... Dışarıda olup, bunları en doğal haliyle deneyimlemek mümkünken, insanlar neden bu evde olmayı tercih etmeli? Doğal ortamda karşılaşacağınız şeyleri, Snoezelhuset’te kendi zevkinize göre yeniden şekillendirebildiğiniz için, Down Sendromlu insanlar burada olmaktan keyif alıyorlar. Buz dağının üzerinden kayan bir pengueni izlerken, bir anda çimlerin içerisinde yuvarlanan bir kuzuyu izlemeye karar verebiliyorsunuz ve Snoezelhuset bunu mümkün kılıyor. Ve elbette, doğada olduğunuzdan çok daha güvenli bir şekilde bunları yapmanızı sağlıyor.

Down Sendromlu insanların etkileşim kurabileceği enstalasyonlar yaratmak ve bunu mimari ile desteklemek fikri nasıl ortaya çıktı? Snoezelhuset’in arkasında yatan fikir, uyarıcılar ile Down Sendromlu insanların dikkatini çekmek ve onları, oluşturduğumuz bu farklı enstalasyonlarla etkileşime sokmaktı. Bu noktada oluşturduğumuz 147


FILE

AART ARCHITECTS Nanna Flintholm İnsan sağlığı ve mimari arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsın? Danimarka’daki uzun kış mevsimlerinin bir sonucu olsa gerek, doğaya ve güneş ışığına sonsuz saygı duyuyoruz. Bu yüzden, genelde, işlenmemiş ham materyalleri, güneş ışığını kesmeden kullanmaya çalışıyoruz. Bu bilgi doğrultusunda mimarinin insan sağlığına etkisi son zamanlarda Danimarka için büyük önem taşıyor. İnsanların iyileşmek için ihtiyaç duydukları tek şeyin ilaçlar ve tedavi olmadığını, bir hastane odasında yatarken güneş ışığına, doğaya, yeşile ve pratik çözümlere ihtiyaç duyduklarını düşünürsek, mimarinin sağlığımız üzerindeki etkisini çok daha kolay bir şekilde anlayabiliriz. Musholm projesi ile engelli vatandaşların, toplum içerisinde katılamadıkları aktiviteleri, tek bir çatı altında, bir tatil köyünde topluyorsunuz. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? Bahsi geçen tatil köyü, uzun yıllar önce kurulmuştu ancak şartları

yeteri kadar elverişli değildi. 2012 yılında oraya davet edildik ve binanın mimari açıdan daha elverişli bir hale gelmesi için çalışmaya başladık. Bu sayede engelli vatandaşlar, istedikleri sportif aktiviteleri gerçekleştirip, başkasının yardımı olmadan kendi faaliyetlerini kendileri kontrol edebilecekler ve bunları yaparken, mimari değişikliğin sunduğu fırsatlardan yararlanarak, herhangi bır sıkıntı çekmeyecekler. Bahsettiğin bu spor salonunda, farklı yükseklikler yaratarak, uygulamada nasıl bir çeşitlilik elde etmek istediniz? Spor salonunun girişinden başlayan ve başladığı noktaya geri dönen bir rampa yaptık. Bu rampa tüm spor salonunu baştan uca dolaşıyor ve her farklı seviyede farklı bir platformu, engelli vatandaşların karşısına çıkartıyor. Tekerlekli sandalyede olan hastalar için tasarlanmış bir tırmanma duvarımız bile var ve orada, hastaların deneyimleme fırsatı bulamayacağı aktiviteler sunuluyor. Bu farklı yükseklikler sayesinde, hem hastalar birbirini görebiliyorlar, hem de, her seferinde biraz daha yükseğe çıkarak binanın sunduğu manzaraya bakabiliyor.

XOXO The Mag


ARKITEKFIRMAET OLE DREYER Jesper Warming

hayata tutunuyor. Toplumda bu ibarelere rastladığınız olaylar yaşanıyor mu? Proje henüz çok yeni olduğu için şu an sadece gelişme aşamasındayız. Komüne yeni bir birey katıldığında herkes onunla tanışıyor, belki bir kahve içmek için onu kendi evine davet ediyor ve onunla ilgileniyor. İlerleyen dönemlerde görmek istediğimiz sonuçlarla karşılaşacağımıza inanıyoruz. Zira, projenin daha iyi sonuçlar vermesi için, şehrin içerisinde, daha merkezi bir alanda ikinci bir şube üretilmesi söz konusu.

Zihinsel engelli insanlarla, toplumsal refah seviyesi yüksek olan insanları aynı komün hayatına dahil etme fikri nasıl ortaya çıktı? Bu fikri bize Danimarka Sosyal Gelişim Merkezi sundu. Merkezin kurucusu Carsten Andersen, Storbylandsbyen adını verdiği projeyi hayata geçirmemiz için bizi tercih etti ve herkesin benzer evlerde, benzer günlük rutinlerle yaşadığı bir toplum oluşturmaya çalıştı. Evler arasındaki tek fark bazılarında mental problemler yaşayan insanlar varken bazılarında iş, güç sahibi hatta görece zengin insanların yaşıyor olmasıydı. Bu projedeki amaç iki farklı kesimin bir arada yaşayabileceği bir topluluk üretmek ve mental olarak sıkıntı çeken insanların topluma entegre edilmesini sağlamaktı.

Diğer projelerle kıyaslandığında Storbylandsbyen, mimari kaygının daha az önem verildiği bir proje ve sosyolojik temeller üzerine şekilleniyor. Toplumsal bir proje için iş yapıyorsanız, öncelikle ekonomik ve bütçesel durumun farkına varmalısınız. Zira mimari projeniz olabildiğince minimal ve pratik olmalı, aksi takdirde pahalı materyaller ve çözümler sunmak hiçbir işe yaramayacaktır. Bu projede düşündüğümüz şey tam da buydu; her şeyin en makul olanını seçmek ve odak noktasını materyal ve mimariden ziyade insan üzerinde tutmak.

Yaratmak istediğiniz bu ütopyada herkes birbirine yardım ediyor, herkes güneş enerjisinden faydalanıyor ve fatura derdi çekmiyor, engelli insanlar diğer komşuları sayesinde 149


INTERVIEW/MUSIC

BLACKBIRD BLACKBIRD İLHAM VE ŞİFA Mikey Maramag ya da The Beatles ilhamlı sahne adıyla Blackbird Blackbird, doğduğu Hawaii’den evim dediği San Francisco’ya, yaşadığı kentlerin etkilerini taşıyan müziğini şifa verici bir deneyime benzetiyor. Geçtiğimiz ayın sonunda çıkan yeni albümü Strawberry Light’ta ilk kez dinleyiciyle buluşan şarkıların yanı sıra zihin tazeleyici remix’leri de bir araya getiren sanatçıdan gizemli ve huzur verici müziğinin arka planını dinledik. röportaj gülşah görücü fotoğraf vibe coach industries’in izniyle

XOXO The Mag


Babanın beklenmedik ölümü üzerine, zihnini acıdan uzaklaştırıp iyileşmeni sağlayacak bir şeye ihtiyacın olduğundan söz etmişsin. Müzik iyileşmene nasıl katkı sağladı? Geniş bir yelpaze içindeki duygulardan etkileniyorum, ama üzüntü ve kayıp daha fazla öne çıkıyor. Yıkımla iyileşme arasındaki ilişkinin altında yatan bir güzellik var. Kendi müziğim benim için bir iyileşme deneyimi ya da bir tür şifa verici dönüşüm anlamı taşıyor. Garip gelebilir ama babamın ölümünü de genç ve yaratıcı enerjimin pozitif yeniden uyanışı olarak deneyimledim. Ancak son zamanlarda yalnızca, insanlara, müzik ya da sanat üretirken kendilerini başkalarının ne düşündüğünü önemsemeden ifade etmeleri için ilham verecek müzikler yapmak istiyorum.

biraz haksızlık olur. Santa Cruz, Oakland ve San Francisco gibi pek çok yerde yaşamışsın. Müziğin bu farklı coğrafyalardan nasıl etkilendi? Dahası da var, yedi yaşına kadar Honolulu’da yaşadım. Orası benim için her zaman bir nostalji kaynağı olacak; Malasadas’ı ve sarımsaklı karides satan kamyonetleri hiç unutamam. Santa Cruz ilk kez aşık olduğum yerdi, orada eski kız arkadaşım için Summer Heart’ı yazmıştım. İyi titreşimlerle dolu büyülü bir yerdi. Oakland’da yaşadığım dönem tuhaftı; zorlu bir ilişkinin içindeydim, müziğim de bundan olumsuz etkilendi. Neyse, şikayetçi değilim, yaşadığım her yer müziğime yeni enerjiler ekledi. Peki şu an Los Angeles’ta olmaktan memnun musun? Burası benim için harika, iş yüküm daha fazla, kendimi ilerlemek ve daha iyisini yapabilmek için zorluyorum.

Blackbird Blackbird isminin arkasında The Beatles göndermesi var herhalde. Aslında takma adım Bye Bye Blackbird’dü ama yasal nedenlerle değiştirmek zorunda kaldım. Üvey babam The Beatles’ı çok sever, ben de, klişe olacak ama onların albümlerini dinleyerek büyüdüm. Bu albümler hem bana hem de dünyanın büyük bir kısmına pop müziğin aynı zamanda saykodelik ve aydınlatıcı olabileceğini kanıtladı. Benim müziğimle ulaşmak istediğim yer de bu. En çok sevdiğim The Beatles albümü Rubber Soul.

İyi titreşimler aldığın başka kentler var mı? Çalmayı en sevdiğim yer New York. Oradayken, sahnede kalbimi boşaltıyorum, ama nedenini tam bilmediğim bir şekilde oradaki yüksek yaratıcılık standartları beni zorluyor. New York ya da başka bir şehirde iyi titreşimler aldığım iyi bir yerdeysem, ayağa kalkıp meydan okumalara karşılık vermeyi çok seviyorum.

Şarkıların hem dokusal bir synth pop duyarlılığı, hem de avangarda has bir çekicilik taşıyor. Dokunaklı gitarlar ve hayaletimsi vokaller de cabası. Halbuki kökenlerin metal ve hardcore müziğe uzanıyor. Kendi güvenli bölgende başka hangi türlerin etkisi var? Müziğin, insanlar üzerinde onları ağlatacak kadar derin bir etki yaratmasını çok seviyorum. Zira bu, gerçekten saf ve büyük bir şarkı yaptığınıza işaret eder. Hardcore ve metal geçmişim benim kuşağımdan pek çok müzisyen için tanıdık olan bir şey. Farklı türleri sentezleyen müzisyenler en iyi müzisyenler oluyorlar, çünkü onların beslenecekleri daha fazla kaynak var. Free jazz, funk, disco, punk rock, emo, bossa nova ya da klasik; her tür müziğin insanların hayatını değiştirme gücüne sahip bir güzelliği var. Mesela Beck’in her albümünde farklı stiller denemesini, ya da Four Tet’in güzel bir gitar melodisini alıp onu gıcırdayan statik seslere ya da caz tarzı tiz trompetlere karşıt olarak kullanmasını çok seviyorum.

Analog synth’ler kullanırken, onları shaker’lar ve bazen de çalışma masandan gelenler gibi daha organik seslerle birleştiriyorsun. Analog-dijital ayrımı hakkında ne söylersin? Açıkçası, daha sıcak, güzel ve klasik bir hissi olduğu için analoğa takılıp kaldım ama son zamanlarda bu farkı görmezden gelmeye başladım ve fark ettim ki eğer yeterince iyi bir müzisyenseniz her şeyin kulağa sahici ve güzel gelmesini sağlayabilirsiniz. Bunun sonucunda da daha çok dijital synth ve davul kullanmaya başladım, ama gerçek davul ve perküsyondan kaçışım yok. Bir süre önce AViDD ile birlikte Bodies adında melankolik bir single çıkardın. Nasıl bir kayıt süreci geçirdin? San Francisco’daydık, bir Ciara sample’ı alıp onu tamamen tanınmaz bir hale getirdik. Şarkı ortaya çıkarken kafamın dumanlı olduğunu hatırlıyorum. Sonuçta, vokal kısımları çok tuhaf oldu. İkimiz de konuya eşit derecede yoğunlaştığımız, ve karşılıklı olarak birbirimizin şarkıyı aynı derecede sevmesini istediğimiz için çok iyi bir işbirliğiydi.

Şarkıların yazılmadan ve kaydedilmeden önce kavramsal olarak ortaya çıkmış oluyor mu yoksa üretimlerin doğaçlamalardan ve rastgele fikirlerden mi doğuyor? Her ikisi de oluyor. Ama bence yazdığım en iyi şarkılar önceden oluşmuş birtakım beklentiler olmadan spontane olarak yazdıklarım. Aslında yazma sürecim çok basittir. İlk gün müziği yaparım, ertesi gün vokalleri eklerim, üçüncü gün de mix’leri, düzenlemeleri ve ayrıntıları eklerim. Ancak son zamanlarda çalışma şeklimi kökünden değiştirdim. Artık on civarında şarkı için taslak hazırlayıp hangilerinde potansiyel olduğuna karar veriyorum, sonra sadece çok iyi olanlar üzerine çalışmaya devam ediyorum. Bir de, eski rutinimden farklı olarak, haftalarca ya da aylarca şarkı yazıyorum. Bana, yalnızlık ve hüzün, ya da sevdiğim biriyle birlikte olmak, ya da beni daha iyisini yapmak için yönlendiren arkadaşlarım ilham veriyor.

Bir enstrüman olsan ne olurdun? NASA tarafından üretilen bir süper-bilgisayarın kapasitesine sahip bir analog synth. Renkli tişörtlerine aşinayız. Stil ikonun var mı? Kanye West’in müthiş bir sitili olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, onun sanata ve modaya yaklaşımını da beğeniyorum. O sanatçı gibi sanatçı, müzisyen gibi müzisyen, aklına koyduğu her alanda harika işler ortaya koyuyor. Herhangi biriyle işbirliği yapabiliyor olsaydın kiminle çalışmak isterdin? Tabii ki Kanye’yle.

Bir keresinde kendini “yatak odası şarkıcısı” olarak nitelendirmiştin. Hala yatak odanda mı yazıyorsun? Evet, ama yatak odam artık daha havalı ve stüdyoya benzeyen bir hal aldı. Eskiden, bütün şarkılarımı bilgisayarımın mikrofonunda kaydedip arkaplan gürültüsünü reverb ve delay kullanarak kapatıyordum. Artık özellikle bir his yaratmaya çalışmıyorsam, ya da şarkının düşük kaliteli olması gereken bir kısmı yoksa böyle bir şey yapmıyorum. Başlangıçta yazım sürecimi tarif etmek için “yatak odası müziği” tabirini kullanıyordum, ama şimdi daha ciddileştim. Olabilecek en iyi kayıtları elde etmeye çalışıyorum, bu yüzden müziğimi böyle tanımlamak artık

Dolaşımdaki pop müziği bir sağlık taramasından geçirsen ona nasıl bir reçete yazardın? Kesinlikle daha fazla FlyLo dinlemesini salık verirdim. Yeni albümün Strawberry Light’ın çıkışını takiben bu yıl seni başka neler bekliyor? Bir sonraki albümümün şarkılarını yazmaya başladım bile, ve bu albüm, şimdiye kadar yaptığın en kapsamlı iş olacak. Summer Heart’tan bu yana hiçbir şeye bu kadar enerji harcamamıştım. Bir şaheserle karşılaşırsanız şaşırmayın. 151


INTERVIEW/KIDS

DAVID WEEKS

Sadelik Kazanır

Duvarlarını boyamak için girdiği Ted Muehling mağazasından tasarımcı olarak çıktığından beri David Weeks için önemli olan, üzerinde çalıştığı ürünün en damıtılmış haline ulaşmak. Weeks’le ‘çelişkiler içindeki çalışmalar alanı’ stüdyosunu, aydınlatmadan oyuncağa uzanan tasarımlarını ve Ar-Ge ekibinin belkemiği çocuklarını konuştuk. röportaj elif seyrekbasan fotoğraf david weeks studio’nun izniyle

XOXO The Mag


İşlerin arasında en eğlencelileri oyuncaklar olsa gerek. Aklımıza hemen Cubebot geliyor; o belki de en ünlü tasarımın. Cubebot’ı çocuklar için mi tasarladın, oyuncaksever yetişkinler için mi? Cubebot gerçekten çok sevildi, buna eminim. Çocuk sahibi olduktan sonra oyuncak tasarımına da ilgi duymaya başladım. Özellikle de hareket eden figürlere merak saldım. Hareket eden oyuncakların çoğu gerçekten korkunçtur ama eklemlerin hareketliliğindeki mühendislik sizi düşünmeye sürükler. Biz zaten ahşap hayvanlar üretiyorduk, Cubebot ise oradan esinlenerek şekillendi. Hareketli oyuncakların en damıtılmış versiyonu olabilir. Cubebot’ı çocuklar için tasarladım ama tüm yaşlardan insanlara dokunan yalın bir tasarım oldu.

İyi bir oyuncak nasıl olmalı? Bir çocuk oyuncakla ne kadar uzun süre oynayabilir? İyi bir oyuncak akıllı, iyi üretilmiş, dayanıklı ve sağlam malzemeye sahip olmalı. Bu basit bir kural. Cubebot, bir puzzle. Ve onu rakiplerinden ayıran en büyük özelliği de bu. Bizim yaptığımız oyuncak tasarımları da diğer tasarımlarımızda olduğu gibi merakla tetiklenerek başlar. Bu, bir keşif serüveninin sonucudur. Bu serüven birkaç günü kapsar ve yarattığımız fikri fabrikaya göndeririz. Yaratım sürecinden sonra minnettar olup ağır marka mesajları vermeye kalkmayız. Sanat eğitimi aldın. Sonrasında tasarım serüvenin nasıl başladı? Rhode Island Tasarım Okulu’ndaki eğitimden sonra elime portfolyomu alıp New York’a gittim. Niyetim bir sanatçı olarak kariyerime ve hayatıma devam etmekti. Başlangıçta bir boya şirketi için ticari olarak birkaç iş yaptım. Tesadüfi bir şekilde yeni bir mağaza açan mücevher markası Ted Muehling mağazasını boyamaya başladım. Ressamlıkta ısrarcı olmadan orada, o mağazada çalışmayı çok istediğimi fark ettim. Orada yaptığım iş bir gün kadar sürecekti, derken günler iki oldu, üç oldu. Yaptığım işi bana tam zamanlı orada çalışmak isteyip istemeyeceğimi sormalarına kadar uzattım. Ted Muehling’de çalıştığım süreç benim için harikaydı. Mükemmel bir heykel, sanat ve tasarım karmasıydı. Orada çalışmam kafamdaki birçok şeyi değiştirdi. Sanattan tasarıma geçişim de o dönemde gerçekleşti.

Peki çocuklarla aran nasıl? Sana ilham verip, markanın Ar-Ge sürecine katkıda bulunduklarını düşünüyor musun? İki çocuğum var; Fenner ve Rae. Onların bana ilham verdiklerini söylemek az kalır. İşimi çok ciddiye almıyor olabilirler fakat benim Ar-Ge çalışmalarımın ana kaynakları tamamen onlardır diyebilirim. Mağazada bir etkinlik olduğunda onlar daima alt katta başka bir proje için çalışıyor oluyorlar. Ve genelde en büyük coşku onların ‘etkinliklerinde’ oluyor. David Weeks markası için kaç kişi çalışıyor? Ve iş bir tarafa; eğleniyor musunuz? Ortalama 20 kişilik bir ekibim var. Üretim Brooklyn’de yapılıyor. Mağazamız ise Manhattan’da, aynı zamanda bir tasarım stüdyosu. Çok fazla konuyla uğraştığımız için bazen parçalar dağılsa da bir döngü içinde devam ediyoruz. Mağaza operasyonumuzun bir sanat stüdyosunun yaklaşımına ve referanslarına yakın olduğunu söyleyebilirim. Profesyonel ama buna rağmen stressiz ve rahat olmak bizim için çok önemli. Burada kimsenin, işini sıkıcı bir ciddiyetle yapmasını istemiyorum. Mesela Brooklyn’de akşam 18:30’da başlayan bir ‘bira tüketim protokolümüz’ vardır. Manhattan’dakiler ise viskiyi tercih ediyorlar. Stüdyoda, gün sonunda dart oynuyoruz, kendimize hedefler koyduk ve bu hedefleri tutturmaya çalışıyoruz. Yani eğlenmeyi ciddiye alıyoruz. Ayrıca, yoga, yapılacaklar listemizin başında gelir.

Yaptıklarına baktığımızda ilk ciddi tasarımlarının aydınlatmalar olduğunu görüyoruz. Aydınlatma tasarlamak, içine farklı tekniklerin ve mühendisliğin girdiği bir alan. Sanattan biraz uzak değil mi sence de? Ted ile birlikte çalışırken kendi metal tasarımlarımı yapıyordum. Ama sadece tanıştığım arkadaşlarım ve yakın çevrem için... Bu süre içinde malzemelerimi toplayarak çok küçük bir dükkan açtım, burada masalar, raflar gibi insanların benden istedikleri ürünleri tasarlamaya başladım. Bu esnada aydınlatmalar yaptım. Sanattan uzak gibi görünüyor olsa da benim için heykellerden hiç farkları yoktu. Keyif alıyordum. Ben de hızlıca bir masa lambası serisi ve Troy adını verdiğim aydınlatmayı hazırladım ve Soho’da bir tasarım mağazasına verdim. Ve gerçekten çok iyi gitti.

Marka işbirliklerine genel olarak nasıl bakıyorsun ve onlar sana ne katıyor? Ben genellikle markalarla işbirliğini yeni malzemelerle tanışmak ya da mevcut ürünlere yeni yönler vermek, denemediklerimi keşfetmek üzere yapıyorum. Biz ayrıca Design Within Reach, Kikkerland and Areaware gibi markalarla da hiç denemediğimiz ürünler üretmek ve onların dağıtımını gerçekleştirmek üzere işbirliğine girdik. Tüm paydaşlarımızla katı kurallarla sağlam ilişkiler kurduk. Çünkü ben uzun soluklu işbirlikleri için çalışmak isterim. Kolaylıkla yanan köprülere inanmıyorum.

Tasarım anlayışının ana noktası ne? Tasarladığım tüm ürünleri heykeltıraşlığın, fonksiyon ve kavramsallığın arasındaki gri alanda değerlendirip geliştirmek istiyorum. Stüdyomu ‘çelişkiler içindeki çalışmalar’ alanı olarak tarif edebilirim. Fabrikasyon üretime karşı, arıtılmış ve damıtılmış bir tasarım anlayışından yanayım. Ama tasarımlarım biraz daha esprili bir anlayışla şekillensin ve pratik öneriler sunsun istiyorum. 153


üst philosophy/beymen pantolon mehtap elaidi ayakkabı christian louboutin şapka editöre ait


In Wonderland photography emre güven styling deniz irem çek hair ali yılancı makeup gülüm erzincan / m.a.c ürünleriyle styling assistant mert tüfekçioğlu makeup assistant ezgi fındık


sağ elbise valentino/beymen eldiven max mara şapka merve bayındır sol kürk elif domaniç elbise begüm salihoğlu eldiven editöre ait


kolyeler dior maske editรถre ait


k端pe prada


pelerin begüm salihoğlu elbise begüm salihoğlu


gรถmlek miu miu palto miu miu ล apka editรถre ait


elbise lanvin kürk yaka dior kürk (sağ) max mara kürk (sol) elif domaniç


sillage (n.) the scent that lingers in air, the trace of someone’s perfume. (e.g.) ‘Her perfume came on a bit strong, but the sillage was perfect.’

photography zeynep özkanca realization ayşecan ipek, aslin kumdagezer makeup burcu taş/m.a.c ürünleriyle makeup assistant hale aktakas hair livan yıldızay


cult vs. new Chanel Coco Eau de Toilette, Cartier Le Baiser du Dragon, Hermès 24 Faubourg, odunsu notalar ve baharatlarla teni ısıtırken Jo Malone Mimosa & Cardamom, Miller Harris Perfumer’s Library koleksiyonundan Tuberosa, Maison Francis Kurkdjian imzası taşıyan Aqua Vitae Forte Eau de Parfum, buğulu ve serin bir portre çiziyor.


chanel les exclusifs bois des iles Pudrayla sabun arasında gidip gelen aldehitlere sıcak ve balsamik bir kimlik kazandıran Bois des Iles, karanlık kuytulardan esen tatlı bir rüzgar adeta. İlerleyen saatlerde şömine ateşinde çıtırdayan odunları hatırlatan parfümün en dibinde vetiver, sandal ağacı, reçine ve misk yatıyor.


armani privé ambre eccentrico Ambere daha önce hiç bakmadığımız bir yerden bakıyoruz, oyuna mürdüm eriğini esansa taşıyan prunolla birlikte tarçın ve paçuli de giriyor. Hangi kumaşa değerse değsin, Ambre Eccentrico’nun mesajı açık ve net: Deri, vanilya ve reçine.


yves saint laurent l’homme Tonka çekirdeği, Tahiti vetiveri ve sedir sayesinde turunçgiller ve taze baharatları tene değdikten bir saat sonra tamamen geride bırakan L’Homme, doğal ten kokusu ve parfüm arasında gidip geliyor.


aedes de venustas palissandre d’or Sandal ağacı, copahu balsamı, sedir ağacı, paçuli ve ambroxan bir araya geldiğinde tende kalan iz, sıcak, mistik ve berrak. Varlığını tüm gün boyunca hissettirmeye devam ediyor.


prada amber pour homme Miuccia Prada, bir erkek olsaymış böyle kokmak istermiş. Tene sıkıldığı andan itibaren geçen saatler boyunca en çok amber, reçine ve deri akorunu ele veren bu özel parfüm, kalıcılığını bir sonraki güne taşıyabiliyor.


bleu de chanel eau de parfum Odunsu aromatik kimliğiyle derinliği bir parfüm şişesine hapseden Bleu de Chanel, şehvetli ve oryantal amberin sınırlarını zorluyor. Odunsu notaların tazeliği bir saat içinde yerini ambere bırakıyor ve böylelikle mavinin yerini siyaha çalan bir lacivert alıyor.


tom ford noir pour femme Tom Ford’un kışkırtma sanatı üzerine kurduğu dünyası, yumuşacık ve kadifemsi vanilyayı bir kere daha sahneye davet ediyor. En ufak harekette saç köklerinden ve boyundan yükselen esans ise kremsi yapısıyla büyüleyen sandal ağacı oluyor.


histoires de parfums 1740 marquis de sade Özgür ruhlu bir yazarın kelimelerinden beyaz bir gömleğin yakasına şunlar yapışıyor: Sedir, huş ağacı, labdanum, deri akoru, vanilya, parlak reçine. 1740, karanlık yüzünü ve gizemini tüm gece boyunca koruyor.


üst proenza schouler kaban dolce&gabbana küpe céline


FAST TALK

WITH

ADRIANNE HO

On parmağında on marifet var dediğimiz insanların sayısı, söz konusu moda sektörü olduğunda, bir elin parmaklarını bir hayli geçiyor. Tabii, bir de bu deyimi doğru yerde doğru zamanda kullanmak var ki, işte o noktada muazzam bir yetenekler bütününe ihtiyaç duyuyoruz. Adrianne, tam da bu bahsettiğimiz bütünün bir parçası. Sabahları akıntıya karşı kürek çekiyor (mecazi anlamda değil), öğle vakti televizyon programını hazırlıyor, modellik yapıyor, fitness derslerini ihmal etmiyor ve kendine ait bir koleksiyon hazırlıyor. Bir Los Angeles sabahında rutinini bozarak, XOXO için Mike Rosenthal’ın karşısına geçiyor. interview eralp uğur photography mike rosenthal styling julie matos hair jen blanc makeup kerry malouf


tayt sweatcrew for pacsun ayakkab覺 nike



Adrianne, bir manifeston olsaydı, kendine nasıl kurallar koyardın? Hangi durumda olursan ol, elinden gelenin en iyisini yap. Kendine ve etrafındakilere karşı saygılı ol. Her zaman kendini geliştir. Yeni şeyler denemekten asla korkma. Kendine ve başkalarına karşı önyargılı olma. Herkesten farklı olsan bile, kendini ortaya koymaktan korkma. Dört farklı ülkenin kültürünü taşıyorsun. Hangisi ağır basıyor? Aslında hepsinden bir şeyler taşıyor olmayı seviyorum. Yarı Fransız yarı Çinliyim, hem modayla hem de gastronomiyle ilgileniyorum ve bu durumu genlerimle bağdaştırmayı çok eğlenceli buluyorum. Kanada’da doğmuş olmamın ve ABD’de yaşamanın da üzerimde pek çok etkisi var ve bunların hiçbirini göz ardı etmiyorum. New York’ta mı yoksa Los Angeles’ta mı uyanmayı tercih edersin? Her iki şehri de çok seviyorum, ikisi de hayatımın birer parçası haline geldiler. Eğer bu iki şehirden birinde gözlerimi açıyorsam, nerede olduğumun pek bir önemi yok, kendimi iyi hissedeceğimi biliyorum.

bir televizyon programı çekerken bulduğum için inanılmaz heyecanlıyım. Eğer karşıma böyle bir fırsat çıkarsa elimden gelenin en iyisini yapıp, televizyon oyunculuğuna hatta sinemaya doğru yönelebilirim. Yeni ve eğlenceli her şeyi denemeye hazırım.

Modellik bir kenara, bir de tasarladığın bir spor giyim koleksiyonu var. Los Angeles’ın sporun başkenti gibi bir şehre dönüşmesi bu koleksiyonda etkili olmuştur şüphesiz. Aslında konuştuğumuz bu üç şehir de beni öyle ya da böyle etkiledi. Koleksiyon, her ne durumda olursa olsun şık görünmek isteyen bir kadın yaratma fikrinden çıktı. Onun, spor yaparken, spor salonuna giderken, toplantıdayken ya da seyahat ederken, istediği yerde giyebileceği parçalar yaratmak istedim. Söz konusu şehirler, bu tür parçaları rahatlıkla bulabileceğiniz yerler olduğu için, kıyafetler ve şehirler arasındaki bağ da epey güçlü. Sweat The Style’ı diğer spor kıyafetlerinden farklı kılan şey ne? Koleksiyondaki bir büstiyeri spor salonunda ya da oldukça şık bir ceketin içinde giyebiliyor olmanız, Sweat The Style’ı tercih edilen ve sıradışı bir marka yapıyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok, çekimde de böyle bir styling vardı.

Peki bu sabah nerede uyandın? Ah, bu sabah bir değişiklik yapıp Toronto’da uyandığım için inanılmaz mutluydum. Sabah erkenden kalktım, şehrin yakınlarındaki nehre gidip kürek sörfü yaptım. Güne iyi başlamak için ideal bir yöntem. Neden Toronto’dasın? Yeni televizyon programımın ilk bölümlerini burada çekiyorum. Hazır konuyu açmışken, bu yeni televizyon programı Sweat The City’den biraz bahseder misin? Bu programda izleyicilerle New York, Los Angeles ve Toronto’dan iletişime geçiyor olacağım. Bu metropollerin kendine has fitness, yemek ve kültür hazinelerini onlara anlatmak istiyorum. Her alandan farklı, uzman isimlerle bir araya geleceğim, onlardan şehirlerle ilgili küçük tüyolar alacağım. Tabii işin içinde bolca egzersiz, sağlıklı yemek ve seyahat olacak. Bir de bu programın uygulamasını hazırladık. Programla birlikte ilerleyecek, yapmanız gereken egzersizleri size hatırlatacak, izlediğiniz yemeklerin tariflerini gösterecek ve tabii şehri parmağınızın ucuna getirecek. Oldukça heyecanlı bir süreç beni bekliyor. Bu televizyon deneyimi senin için yeni bir kariyere dönüşebilir mi? Modellikten sonra kendini sinemada düşünebiliyor musun? Modelliğe devam ederken bir anda kendimi kameraların karşısında

Peki şu an üzerinde ne var? Kendi tasarımım olan Sweatcrew tayt, Alexander Wang atlet, Acne Studios bir biker ceket ve Nike sneaker’larım. Daha şaşaalı kıyafetler giymek hoşuna gitmiyor mu? Tabii ki hoşuma gidiyor ama her şeyden önce rahat olmayı tercih ediyorum. Bu yüzden genelde içinde rahat hissettiğim kıyafetlerimi, şık aksesuarlarla tamamlıyorum ve görece daha şaşaalı ve iddialı görünüyorum. Gün içerisinde o kadar çok koşuşturuyorum ki, payetli bir elbise ve yüksek topuklu ayakkabılarla kendimi düşünemiyorum. Eğer saatlerce oturacağım ya da toplantıdan toplantıya koşturmayacağım bir etkinlik söz konusuysa en seksi ve ışıltılı kıyafeti giyeceğime söz veriyorum. Sıradan bir günde nasıl bir programın oluyor? Eğer sıradan bir günden bahsediyorsak, o gün mutlaka bolca egzersiz var demektir. Sabahtan akşama kadar spor yapıyorum ve antrenman bittikten sonra arkadaşlarımla buluşup bir şeyler içmeyi seviyorum. New York Fashion Week’e katılma fırsatı bulabildin mi? Ne yazık ki hayır. Toronto’da olmam ve televizyon programının çekimlerine başlamam gerekiyordu. Instagram sayesinde olup biteni takip edebildim ama orada olmayı çok istiyordum.

XOXO The Mag


bikini missoni ceket rodarte kolye balenciaga


bikini missoni ceket rodarte kolye balenciaga ayakkab覺 marc by marc jacobs



üst christian dior yelek delpozo şort marc by marc jacobs ayakkabı nike gözlük wilde



büstiyer sweatcrew for pacsun üst christopher kane etek proenza schouler şapka h&m studio



BRIEFS

yönden ilgilenince aradaki dengeyi kurmak zor oluyor mu? Neredeyse bütün işlerimiz çok ortaklı. Çoksesli işverenlerimiz oluyor. Mesela Moda Sahnesi on iki ortaklı bir işti. Boğaziçi Üniversitesi Sinema Salonu işi de, Sinema Kulübü, Rektörlük, Yapı İşleri, Getem ve Afad gibi birçok kurumsal yapının isteklerini bir arada düşünmemiz gereken bir projeydi. Zorlukları oluyor ama bu çoksesli hal hem bizim için, hem de proje için çok besleyici. Hâlükâr imzası olan işlerde gözümüze ne gibi şeyler çarpar? Hâlükâr henüz genç bir ofis, o nedenle bir imzadan söz etmek belki de doğru değil. Ama bize etik olarak doğru gelmeyen ya da bizi heyecanlandırmayan işlerden uzak durmaya çalışıyoruz. Bir de gerektiği kadar müdahalede bulunuyoruz. Zor da olsa mimari egoları bir kenara bırakıp, gerekmediği yerde durmaya çalışıyoruz.

XOXO ID BİLGE KALFA & GAMZE İŞCAN Hâlükâr Mimarlık Hâlükâr’ı kuran iki ortak nasıl bir araya geldi? Son çalıştığımız yer olan Kocacıklıoğlu Mimarlık’ta tanıştık. İkimiz de kendi ofislerimizi açmayı düşünürken bir baktık ki ortak olmuşuz. Birbirleriyle bağlantılı olsa da farklı disiplinler arasında çalışıyorsunuz. Bir projeyle birden fazla

Sinema, tiyatro gibi kamusal mekanları tasarlarken nelere dikkat etmek gerekir? Kamusal mekan, aklınıza gelebilecek en heterojen kullanıcı profili demek. Yani sinemaya neredeyse herkes gider, bu durumda kullanıcı “herkes” oluyor. Bu hep aklımızın bir kenarında. Onun dışında engellilerin kullanımı, afet senaryoları, kulis, dekor girişi gibi mutlaka düşünülmesi gereken şeylere bizim kendi önceliklerimiz de ekleniyor. Örneğin mekanların esnek kullanımlara olanak vermesini önemsiyoruz. Bir mekan, hem sahne hem seyirci alanı olabiliyorsa, bunu yapmayı deniyoruz. İstanbul’un kültürel ortamını nasıl buluyorsunuz? Bu ortamı destekleyecek bir mimari anlayışı var mı sizce? İstanbul çok katmanlı ve değişken bir kent. Elbette çok kıymetli yapılar ve dokuları barındırıyor. Ama kültürel ortamı destekliyorlar mı sorusu bir yana, son zamanlarda bu yapılar mevcudiyetlerini koruyamıyorlar bile... Örneğin önemli bir kültürel miras olan Salı Pazarı’ndaki Sedad Hakkı Eldem binası yıkılmak üzere. NEVER HIDE Çevre dostu tasarım ampuller tasarlayan tasarım stüdyosu Plumen, ampulleri, lamba şapkaları altında saklamak yerine, birer tasarım objesi olarak öne çıkarmayı savunuyor. Tasarım ampullerine ev sahipliği yapacak bir lamba da tasarlamış. Drop Hat, lambaları da ampulün duy tarafını gizliyor, form ve şekline dikkati çekiyor. Siyah, pirinç, krom, bakır ve beyaz renklerden oluşan metal disk başlıklar, ışığın, diskin alt tarafına yansıyarak göz alıcı ışık oyunları ve yansıma yaratmalarına yol açıyor. Drop Hat’in, sadece Plumen ampullerine uygun olduğunu belirtelim.

XOXO The Mag


VANS X OPENING CEREMONY Vans’in işbirliği yaptığı markalar listesi her geçen gün biraz daha uzaya dursun, yeni sezonda yeni bir desen ve yeni bir koleksiyon ile karşı karşıyayız. İki markanın bir kez daha kafa kafaya vermesiyle, bu kez Opening Ceremony’nin ikonik el motifi, Vans’in klasik bağcıklı modeli üstüne işleniyor. İki farklı renk çeşidi ile gelen işbirliği, eğer bir Vans koleksiyoneri iseniz, aradığınız parça olabilir.

CAPS UPGRADED Calvin Klein adını duyduğunuzda, aklınıza sadece Kendall Jenner ya da Justin Bieber ve pantolonlarının kenarından göz kırpan iç çamaşırları gelmesin. Calvin Klein Collection, modanın teknoloji ile girdiği işbirliğine atıfta bulunuyor ve örme kumaşla deriyi bir araya getiren şapkalar tasarlıyor. Beyzbol şapkalarından ilham alınarak ortaya çıkan ürünler, şu an için yeni koleksiyonun en iyi parçalarından birisi olarak görülüyor. Siyah ve gri renginden birisini online alışveriş yoluyla edininiz ve soğuk hava şartlarının sokak stilinizi kontrol altına almasına izin vermeyiniz.

BÜYÜKLERE LOLİPOP En son ne zaman büyük bir zevkle bir lolipop yediğinizi hatırlamıyor olabilirsiniz. Kimberley Hadlocuk’un yetişkinlere hitap eden lolipopları, bu zevki yeniden yaşamanızı mümkün kılıyor. Miksoloji, aromaterapi ve fotoğraf geçmişini birleştiren Kimberley, birkaç sene öncesine kadar arkadaşlarına Noel hediyesi olarak yaptığı lolipopları, Leccare Lollipop markası altında toplamış. Tamamen katkısız olmaları ile öne çıkan şekerler alışılmadık lezzetlere sahip; gül ve bal, karpuz ve deniz tuzu, lavanta ve marshmallow, fıstık ve wasabi bunlardan sadece birkaç tanesi. ABD’de 150’den fazla butikte satılan lolipoplar, internet üzerinden de Etsy’de bulunabilir. Dudaklarınızı yalamaya başlayabilirsiniz.

THE HOURS SWEET AIRMAX

Parfüm, ten yerine bir mekanı hedef aldığında, oyunun tüm kuralları değişiyor. Kokunun mümkün olan en yavaş tempoda, burnu hiç rahatsız etmeden, nefes almaya fırsat verecek şekilde dağılması en önemli kural. Diptyque Baies Hourglass Diffuser, modern çağa göre baştan yaratılmış ancak yine de nostaljik çağrışımlara sahip, şık bir nesne. Tek yapmanız gereken, her yirmi dakikada bir onu ters çevirerek frenk üzümü ve gül yaprakları etrafında dönen Diptyque klasiği esansın tadını çıkarmak. Hiçbir özel bakım ya da enerji kullanımı gerektirmediğini de hatırlatalım.

Yemek kültürünün tasarımdan sanata kadar hayatımızın her köşesine girdiği günümüzde, Nike da duruma yeni bir Airmax koleksiyonu ile dahil oluyor. 2015 Sonbahar-Kış kadın koleksiyonunda New York, Tokyo, Paris, Londra, Şangay ve Milano’nun popüler tatlılarından ilham alan Air Max 90 City isimli koleksiyonda Paris’in makaronları kendilerini mor bir çiftte gösterirken, New York ise kırmızı bej Strawberry Cheesecake ile temsil ediliyor. Ayakkabıların iç tabanındaki ‘Treat Yourself’ mottosu da, tatlı yemenizi teşvik ediyor.

185


BRIEFS

YALIN GEOMETRİ

2 IN 1

Darkroom tasarım stüdyosu, beşinci senelerini Londra Tasarım Festivali için tasarladıkları yeni bir koleksiyon ile kutluyor. Klasik narin takılarının aksine, bu koleksiyonun takılarına daha endüstriyel bir tasarım anlayışıyla yaklaşan Darkroom, blok harfleri altın ve gümüş ile kaplıyor. Koleksiyon takıdan ibaret değil; kokulu mumlar tekrar kullanılabilir mantar ve metal kutular içinde yer alıyor, kuzu tüyü battaniyeler, farklı renklerdeki kenar dikişleriyle siyah-beyaz ve gri-beyaz tonlardaki geometrik şekilleri öne çıkartıyor. Koleksiyondaki emaye yemek takımı, elle boyanarak her parçayı kendine özgü kılıyor. Hint dokumacılarla birlikte ürettikleri el dokuması kilim ise, renkli çerçevesiyle yerde veya duvara asılı olarak kullanılabiliyor.

Givenchy Teint Couture Embellishing Concealer’la tanışın. Basit bir kapatıcıdan öte, yüz kontürleme işlemlerini de kolaylıkla yapabileceğiniz, içindeki iki ayrı formülasyonla göz altı torbalarını gizlerken aydınlık ve gölge de veren bu minik dev, düzeltici renk bej ve aydınlatıcı renk pembeden oluşan iki şeride sahip. Göz çevresinde ağırlık hissi yaratmadan, tüm gün kalıcılığını koruyan bu ürün, doğru kullanımla makyaj çantasını ciddi anlamda hafifletiyor. Rötuş ve kapatıcı kelimesinin eş anlamlı olduğunu artık hepimiz biliyoruz, Embellishing Concealer’la menüye aydınlatma ve gölge kelimelerini de rahatlıkla ekleyebiliriz. TUDOR’S ARMY Tudor, 2010 yılında lanse ettiği modeli Heritage Chrono’yu bir üst seviyeye taşımak için yeni bir işbirliğine giriyor. Yaklaşık beş yıldır, ideal kayışı oluşturmak ve militer deseni bu kayışın üzerine işlemek için çalışan ekip, Lanvin, Céline, Prada gibi isimlerle çalışan Julien Faure ile işe koyuldu. Az önce adlarını okuduğunuz markalardan ve Tudor’un lükse verdiği değerden anlayacağınız üzere, kaliteli ipek ipliklerin kullanılmasıyla oluşturulan, militer desenli bir kayıştan bahsediyoruz. Farklı desen seçeneklerini olduğunu hatırlattıktan sonra, ideal saati seçmeniz için, gerisini size bırakıyoruz.

XOXO The Mag


duyuyorsunuz? C: Gerçek olanın kendi içinde bir büyüsü olduğunu düşünüyorum. Nesnelerin kendi hayatları ve bizim onlara yüklediğimiz anlamlar var, dijital asla bunun yerini alamaz. Mesela ben bütün eski aşk mektuplarımı sakladım, ama onları ortaya çıkarıp tekrar okumuyorum çünkü kafamı kurcalarlar. Aklım geçmişte kalabilir ve gerçekler olduklarından daha büyük hale gelebilir. Demek istediğim, bu kağıt parçaları çok güçlü. Sizce insanlar hala kartpostal almayı seviyorlar mı? C: Bence evet. Mesela ne zaman dedem bana kart yollasa ağlamaklı oluyorum.

XOXO ID CARISSA POTTER & HEATHER VAN WINCKLE People I’ve Loved Kartpostallarınızla pozitif mesajlar yayıyorsunuz. Her zaman bu kadar neşeli misiniz? C: Hayatım boyunca kendimi pozitif olmak için, mutlu olup etrafıma mutluluk yansıtmak için zorladım. Eğer hayatta iyi şeylere odaklanırsanız, bu, düşünce tarzını bile değiştirmenize yardımcı oluyor. Ancak geçenlerde, insanların sürekli de mutlu olmaları gerekmediğini öğrendim, ve bu biraz da olsa içimi rahatlattı. H: Ben de hayatla başa çıkabilmek için genel olarak pozitif kalmaya çalışıyorum. Pozitifliğin pozitifliği getirdiğinden emin değilim ama en azından hayatındaki kötü şeylere daha az odaklanmanı sağlıyor.

Carissa, eşine “I like You. I Love You.” kartından verdin mi? C: Vermedim, ama o kartın orijinal tasarımını eşim için yapmıştım. Bu arada bence anneanne külotları oldukça seksi.

seviyorum, ama yataktan fırlamadan önce de telefonumda maillerime bakıp biraz oyalanıyorum.

Atölyede bir gününüz nasıl geçiyor? C: Çaylarımızı demleyip hayatımızda olan bitenlerden, gelecekten, hayallerimizden bahsediyoruz. Eskiden birlikte koşulara çıkardık ve işten uzaklaşıp geçirdiğimiz bu anlar çok keyifliydi. Sanırım yakında tekrar başlayacağız. H: Tabii ofiste birbirimize sırtımızı dönüp, saatlerce sessizce işlerimize baktığımız günler çok. Maillere cevap vermek, yeni baskılar yapmak hep rutin işlerimiz.

Kendi markanızı kurma fikri nereden çıktı? C: Aslında başta bir marka oluşturmayı düşünmedik. Bir dönem kendimi oldukça depresif ve yalnız hissediyordum ve birileriyle bağlantı kurmanın peşindeydim. Kimseyle paylaşmadığım sırlarımı kartlara döktüm ve beklemediğim bir şekilde insanlar bunları satın almaya başladı. Bir şey üretmek ve bunu başkalarıyla paylaşmak çok tatmin edici. İnsanların benimle aynı sıkıntıları çektiğini bilmek ise beni daha az yalnız hissettiriyor.

Neden baskı, ama dijital değil? H: Mürekkebin kokusu, kağıdın dokusu... Bunlar hep baskıyı sevmemizin nedenleri.

Anti-dijital misiniz yoksa el yapımı şeylere karşı bir nostalji mi

Güne nasıl başlıyorsunuz? C: Ben biraz geç başlıyorum, neşelenmem ise neredeyse öğleni buluyor. Tabii sert bir kahveye de ihtiyacım var. Her gece yatmadan önce alarmımı erken bir saate kuruyorum ve kendi kendime sabah kalkınca spor yapacağıma dair söz veriyorum. Sanırım bunu sadece iki kere gerçekleştirdim. Sabahlar zor. H: Ben genelde güneş ışığı veya sokaktaki gürültülerle uyanıyorum. Hemen kalkıp güne başlamayı HOME BARISTA Kickstarter üzerinden ön sipariş edilebilen ve Ekim 2016’da gönderime hazır olması planlanan Bruvelo, hem uygun kahve miktarını, sıcaklığı ve demleme süresini kendi belirliyor, hem de entegre öğütücüsü sayesinde çekirdek kahveyi öğütüyor. Bütün bu özellikleri de küçük hacmin ve sade bir tasarımın içine gizlemeyi başarıyor.

187


BRIEFS

LOUIS VUITTON SERIES III Nicolas Ghesquière’in Louis Vuitton’un Kreatif Direktörü olmasıyla birlikte başlayan ‘Series’ furyası, Londra’da kaldığı yerden devam ediyor. Ghesquière’in dördüncü ready-to-wear koleksiyonuna saygı duruşu niteliğindeki sergi, sıradışı bir binayı 3 katlı bir Louis Vuitton zaman makinesine çeviriyor. Defilelere de el atan Es Devlin, marka ile yeniden bir araya gelip serginin küratörlüğünü üstleniyor. Toplamda 13 odadan oluşan sergi 18 Ekim’e kadar devam ediyor ve Series III’nin sunduğundan çok daha fazlasını karşınıza çıkarıyor.

A TRIBUTE TO NURSES Byredo, bu kez gül yapraklarıyla 1. Dünya Savaşı sırasında askerlerin ‘Rose of No Man’s Land’ olarak adlandırdığı hemşirelere şefkatli bir anma töreni düzenliyor ve ortaya yatıştırıcı balsam kimliğinde, yumuşak ama güçlü bir esans çıkıyor. Üst notalarda saflığın ve sonsuzluğun sembolü gül, pembe biberle buluşurken, kalpte yer alan böğürtlen çiçeği ve Türk gülü özü, parfümün iskeletini oluşturan papirüs ve beyaz amberin üzerine uzanıyor. Savaşın bilinmeyen kahramanlarından etkilenen, bu hikayede özellikle rol almak isteyen Freja Beha Erichsen’in doğal güzelliğine, Craig McDean’in objektifine ve M/M(Paris)’in yaratıcı gücüne parfümün görsel kimliğinde rastlamak mümkün.

PENS, UPDATED BACK İngiliz tasarım stüdyosu Minimalux, klasik tükenmez kalemi dört farklı değerli metalle yeniden yorumladı. Altın, rodyum, siyah rodyum ve pembe altın seçenekleriyle satışa sunulan kalemlerle daha iyi bir yazım deneyimi hedeflenmiş, denge ve ağırlıkları da buna göre hesaplanmış. Tek parça metal kalıbıyla yapılan minimal tasarım ise 1938 yılında tükenmez kalemi icat eden Macar gazeteci ve sanatçı László Bíró’nun özgün modelinden ilham almış.

XOXO The Mag


NETWORK FALL/WINTER NetWork, her sezon farklı rotalara seyahat eden kadının ve erkeğin hikayesini bu sefer farklı bir bakış açısından anlatıyor. Malum, moda dünyası, 70’lerin etkisinden kurtulmak için dört nala koşarken, pastel renkler ve motifler yerini, her zaman en asil olana, siyah ve beyaza bırakıyor. Monokromun göz alıcı duruşu bir kenara, el işçiliği, dantel ve transparan detaylar hikayede rol çalıyor. Derinin farklı yorumlarından bahsetmek, sadece zaman kaybı olacak, zira koleksiyonun en çarpıcı noktaları deri detaylardan oluşuyor. Bahsi geçen bu hayli romantik ve bir o kadar da modern hikayede, başrolü üstlenecek isimler Irina Shayk ve Sacha M’Baye, koleksiyona katılıyor. Hikayenin gelişme kısmında size düşen görev ise, gardırobunuzu ve kendinizi yeni sezona hazırlamak için NetWork’ün yeni koleksiyonundan ilham almak oluyor.

APPLE WATCH HERMÈS Teknoloji ve modanın iki ikonik ismi bir araya geliyor ve bizi Apple Watch Hermès ile tanıştırıyor. Apple, bu işbirlik için saatin kadraj tasarımını Hermès’e göre yeniden yorumluyor, Hermès de, üç ayrı kayış modeli üretiyor. Single Tour, Double Tour ve Cuff isimli kayışlar, Fauve, Etain, Capucine ve Bleu Jean renklerinde. Kayış modelleri ve renkleri dışında kadrajdaki tipografi ve rakam sıralamasını değiştirebileceğiniz, tarih, dünya saatleri veya kronometre göstergesinden birini de seçebileceğiniz saatler, 5 Ekim’den itibaren satışta.

ROAD SIGNS Araba kullanırken dikkatle takip ettiğimiz ama tasarımı hakkında pek bir şey düşünmediğimiz trafik tabelaları, İngiltere’de 50. senelerini kutluyor. Made North Gallery tarafından düzenlenen 50 Years of British Road Signs projesinde, aşina olduğumuz kare, üçgen ve yuvarlak trafik tabelaların 50 çağdaş sanatçı ve tasarımcı tarafından yeni yorumları yer alıyor. Yeni tasarımlar, renkleri ve fontları ile alışık olduğumuz tabelaları hatırlatsa da, içerdikleri mesajlar ile tasarım hakkındaki düşüncelerimizi gözden geçirmemizi sağlıyor. Radar kameralarına gülümsemeniz veya tabelayı sonra okumanız gibi önerileri olan tasarımlar, 25 Ekim’e kadar Londra’daki The Design Museum’da sergilenecek. Sergiyi gezerken sağınıza solunuza bakmayı ihmal etmeyin.

189


BRIEFS

SLOW DOWN AND FEEL SOMETHING 2016 İlkbahar-Yaz koleksiyonu için Marina Abramovic’le elele veren Riccardo Tisci, Givenchy müdavimlerini ince işçilik ve uçuşan kumaşlarla mest ededursun, defilenin saç ve makyaj manzaralarında davetiyelerde sürekli karşımıza çıkan saçmasapan giyinme kodlarıyla dalga geçer nitelikte, etkileyici tuhaflıklarla karşılaştık. Bu sene New York’ta açılan ilk Givenchy mağazasının şerefine Pier 26’te şehrin ve ABD’nin en büyük kayıplarından biri olan 11 Eylül’ü anan tasarımcı, Abramovic’in “Yavaşla ve bir şeyler hisset.” deyişine kulak verdi. Koleksiyonda yer alan kuyruklu smokin ve kimono ceketler, sert ve net kesime sahip pantolonlar hatları ortaya çıkaran nude bir makyaj olarak yüze yansırken, couture elbiseler boyundan yukarı çıkarak gösterişli maskelere dönüştü. Altın zımbalar, pırıl pırıl taşlar ve kimi zaman sadece tülle hiç de ‘casual chic’ olmayan bir güzellik performansı sergileyen Tisci’den tüm sezon boyunca ilham almaya devam edeceğiz gibi görünüyor. ‘

RENEW YOURSELF Bir yağdan ne bekleyebilirsiniz? Serum olarak kullanıldığında güçlü bir baz yaratmasını, uyku sırasında ekstra bakım sağlamasını, günün herhangi bir saatinde nem takviyesinde bulunmasını… La Mer, Renewal Oil ile tüm bu şartları yerine getirirken, cildin yenilenmesini de garantiye alıyor. Denizden elde edilen aktifler ve yenileyici fermentlerin yardımıyla cilt üzerinde doğal bir ışıltı yaratan bu yağ, derinlere inerek hücre yenileyici bir enerji de veriyor. Çizgiler ve kırışıklıkların görünümü azalıyor, cilt günden güne daha esnek hale geliyor. Taze, aromatik ve yatıştırıcı okyanus özlerinin her sürüşte hissedildiği bu çok yönlü yağı, yüze, saça ve vücuda kuru hissettiğiniz her an uygulamaktan çekinmeyin.

RETRO BUKLELER 1910’ların romantik dalgalarından, 1960’ların kuş yuvası modeline kadar farklı retro saçları günümüze uyarlamak isterseniz, Chronicle Books tarafından yayınlanan Vintage Hairstyles’ı satın almanız yeterli. Kitap tarihin her döneminin güzellik trendlerini, şık saç aksesuarları tasarlamanın tüyolarını, olmazsa olmaz saç ürünlerini ve retro saç stillerini günümüze uyarlamanız için gerekli her tür alet, teknik ve adımı anlatıyor. Bettie Page olmaya hazır mısınız?

XOXO The Mag


FRENCH BEAUTY 101 Mathilde Thomas, markası Caudalíe’yi büyütmek için ABD’ye taşınmasını sosyolojik bir araştırma fırsatı olarak değerlendiriyor ve Amerikalı kadınların güzellik alışkanlıklarını incelemeye başlıyor. Fransa ve ABD arasındaki farklılıklar da işte bu kitaba, The French Beauty Solution’a ilham veriyor. Mathilde kitabında yüz yıkamak için yağ ve bal gibi doğal malzemelerin nasıl kullanılacağından, sağlıklı saç ve tırnaklar için hangi yiyeceklerin tüketileceğine, ürün kullanımları konusunda doktor ve dermatolog tavsiyelerine, Avrupalı aristokratların yüzlerce yıldır detoks amaçlı yaptığı üç günlük kolay üzüm temizleme ritüeline yer veriyor. Bir Fransız kadını gibi üzüm bağlarının ortasında, gün batımında güzelleşmek hepimizin hayali ama sanıyoruz işe bir kadeh şarap eşliğinde kendi banyomuzda başlayacağız.

GUCCI CRUISE COLLECTION 2016 Gucci’nin yeni Kreatif Direktörü Alessandro Michele varlığını kısa sürede yarattığı değişim rüzgarlarıyla hissetiriyor. Genç nesli hedef alan ve markanın üzerindeki ağır havayı yok eden The Cruise koleksiyonu da bunun kanıtı olarak karşımızda. Koleksiyonu tanıtan kampanya çekimi bizi Montespertoli, Floransa’da bir ev partisine davet ediyor. Glen Luchford, vintage bir odada Rhiannon McConnell ve Tami Wiliams ile 1970’li yıllara dönüş yapıyor.

FASHION DOLLS L. Michelle Reneau’nun flatforms adını verdiği iki boyutlu heykeller, ilhamını Commes des Garçon, Maison Martin Margiela, Gareth Pugh gibi markaların defilelerinden alıyor. Her biri saatler süren bir çalışma sonucu elle üretilen parçalar, ilham aldıkları koleksiyonda kullanılanla aynı malzemeden üretiliyor ve çerçeveleniyor. Özellikle pelüş, kürk, tül ve dantel gibi malzemelerin dokuları, görende moda, heykel ve oyuncak dünyasının birlikteliğinde ortaya çıkan sıcak hisler uyandırıyor. Her halükarda bugüne kadar gördüğümüz en pahalı ve güzel kağıt bebeklerin bunlar olduğunu kabul etmek gerek.

191


SET UP

SERCAN OYANIK

Shiny Boards

Sercan Oyanık, kendi tabiriyle, naif duygularla hareket ediyor ve 2005’te Glovs’u kuruyor. Bir dizi tesadüften sonra lokal bir kaykay markasının kurucusu olarak karşımıza çıkmaya ve önde gelen spor mağazalarıyla işbirliği yapmaya başlıyor. Ticari kaygılardan arınmış bir ekip olmanın verdiği istekle yola çıkıyorlar ve dingil, rulman gibi kelimeleri olduğundan daha güzel göstermek için çalışıyorlar. hazırlayan melda ennekavi fotoğraflar gökhan polat

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Not defteri 2. Cüzdan 3. Kaykay rulmanları 4. Jilet 5. Alyan seti 6. Kalem 7. Vida seti 8. Civatalar 9. Güneş gözlüğü 10. Kaykay tahtası 11. Kaykay kalıbı 12. Kaykay tekerlekleri 13. Şapka 14. Telefon ve telefon kılıfı 15. Kaykay dingilleri 16. Bant 17. Terlik 18. Balmumu 19. Zar seti 20. Fotoğraf makinesi 21. Kartvizit 22. Hava pompası 193


XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com

180 COFFEE BAKERY 360 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR 9 ECE AKSOY ALL SPORTS CAFE ANTI CAFE ARKA ODA ART NEXT İSTANBUL AŞŞK KAHVE AYI BABYLON BACKHAUS BALKON BALTAZAR BANT MAG. MEKAN BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEJ BEYMEN BRASSERIE BISANFA BREAD&BUTTER BUTİK BUKA CAFE FİRUZ CAFFÈ NERO CAFE SETUP CAHİDE CASITA ÇEKİRDEK CHERRYBEAN COFFEES ÇOK ÇOK THAI RESTAURANT CORVUS WINE & BITE COS COUPE LUNCH PUB CREMERIA MILANO DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM DEN CAFE DERIN DESIGN DIVINE ESMOD FAKÜLTE İSTANBUL FERAHFEZA FOTİNİ CAFÉ GALATA KAHVEHANESİ GALATA NO:5 GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GALERIST GATETATTOO GEYİK GEZİ İSTANBUL HABITAT HAMM HAMSİLİ KARADENİZ LOKANTASI HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HELVETIA HERA HEZARFEN LOKANTASI HILLSIDE CITY CLUB HOMEROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA AKADEMİSİ JAMIE’S ITALIAN JUNO KABİNE NADİRE KAFİKA KAHVE 6 KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK KARE SANAT GALERİSİ KARGA KASABIM KİKİ KIRINTI KRONOTROP KULİNATA KULP LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LES BENJAMINS LIMONCELLO LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY LUCCA LUSH HOTEL LUZIA MAGNOLIA CULTURE MAHALLE MAKAS MAMA SHELTER RESTAURANT MAMBOCINO COFFEE MANGERIE MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MAVRA METİN GÜRSOY MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MISS PIZZA MIXER MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE & BRASSERIE MONOCHROM MSA MUAF MUHİT MUM’S CAFE MUNCHIES CRÈPES & PANCAKES MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAAN BAKESHOP NAR PERA NARA GALATA HOTEL NESPRESSO BOUTIQUE NOODLE TOWN OKAFE ÖKTEM & AYKUT OPS CAFE OPUS3A OTTO PANDORA KİTABEVİ PAPPA CAFE PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTABEVİ PI ARTWORKS PICANTE PIOLA PLUMON POINT HOTEL POP-UP QUE TAL RAFİNERİ RAVOUNA 1906 ROBINSON CRUSOE SALOMANJE SALT BEYOĞLU BISTRO SHOPI GO ŞİMDİ CAFE SİMURG KİTABEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SODA SOSA SUNDAY COFFEE BAR SUSAM SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TAPS TASARIMBOOKSHOP THE HOUSE APART THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOST BİLDİKLERİM TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS 29 UNTER URBAN VOGUE W İSTANBUL WE WHITE MILL WON YASEMİN ÖZERİ YER CAFE YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL ZEPLIN PUB & DELICATESSEN

Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/uyelik


195


XOXO The Mag


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.