006 FASHIONMUSICARTDESIGN
EKİM2010 ÜCRETSİZDİR
Sky ferreiRa (48) catherine baba (12) i love you (26) YENİ SEZON RÖNTGENİ (36) chilLY gonzales (60) scissor sisters (62) la fille en rose (82) vanity... FOR WHO (123)
EDITO 004 NEWS 006 Yenİ sezon Röntgenİ 036 POLL 045 SKY FERREIRA 048 I WAS THERE 058 MUSIC 059 GAMES 074 LA FILLE EN ROSE 081 SHOP 090 PARİS PARİS 105 KOPENHAG 110 LEYLA’NIN POP UP GALERİSİ 116 DESIGN 123 AGENDA 133 PARTY PICKS 139
fotoğraf julia soler İmtiyaz sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Toraman olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Yazı İşleri Müdürü Esra Midillili Ertem esra@xoxothemag.net Editörler Orkun Bozdemir, Leyla Gediz, Sedef Kırdök, İlkin Sarılgan, Dinçer Şirin, Samra Zeller İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Yavuz Aydın Fotoğraf Editörü Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Merve Akyel, Erkan Altunay, Özlem Apaydın, İrem Başer, Burçe Bekrek, Franz Bodelschwing, Cem Bozkurterdem, Oben Budak, Barış Çakmakcı, Sarp Dakni, Tunç ‘Turbo’ Dindaş, Ömür Dönmezdemir, Sarper Durmuş, Emre Doğan, Özge Ersoy, Sanem Gök, Metin Gürsoy, Jennifer McFarlane, Seda Niğbolu, Julia Soler, Ceylan Sözer, Kevin Tekinel, Yiğit Turhan, Ertürk Ural, Tuba Ünsal, Pınar Üzeltüzenci Reklam ad@xoxothemag.net Basım MAS Matbaacılık A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No: 3 Kağıthane 34408 İstanbul Tel: +90 212 294 10 00 pbx İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
FLORESCENT SHOCK WAVE EYLÜL’DE YATAĞA UZANMIŞ KAPAĞIMIZ EKİM SAYISINDA AYAKLANDI. BİR ELİNDE BIÇAK, LEPİSKA SAÇLARIYLA SKY FERREIRA HEPİMİZİ UZATMALI TATİLDEN ŞEHRE ÇAĞIRIYOR. YANIK TENİNİZ AÇILDIYSA SOLARYUM SAVAŞLARI BAŞLIYOR DEMEKTİR. KAPAK KONUĞUMUZ UK POP CHART’TA BİR NUMARAYA BİR ADIMI KALAN SKY FERREIRA’YI NEW YORK’DA GÖRÜNTÜLEDİK, RÖPORTAJI DA ARKADAŞIMIZ THE MISSHAPES ÜYESİ GREG K. GERÇEKLEŞTİRDİ. KEYİF ALACAĞINIZI DÜŞÜNÜYORUM. A CLINICAL PICTURE TO NEW SEASON BU SEZON MODA HAFTALARINDAN, İYİSİYLE KÖTÜSÜYLE YEDİ MARKAYI SEÇTİK. BU KONUYLA İLGİLİ BİR DOSYA HAZIRLADIK. MODAYI DÜNYAYI KURTARMAK OLARAK GÖRÜYORSANIZ, BİZ BAŞKA BİR KÖŞEDE DURUYORUZ. A MOUTHFUL MONTH BU AY ÇOK EĞLENCELİ YAZILARA VE YAZARLARA SAHİBİZ. YİĞİT TURHAN ONLINE MACERALARINI ANLATIRKEN, DİĞER YANDAN AMANDA LEPORE MU YOKSA LEA T. Mİ KARAR VEREMİYOR. KADINLARI KENDİNE GELMEYE ÇAĞIRIYOR. METİN GÜRSOY, “KANDIRILDIK! GELECEK HANİ GELECEKTİ?’’ DİYE SORUYOR. TUBA ÜNSAL HAMİLELİĞİN MANİFESTOSUNU YAZIYOR. OBEN BUDAK DA CHANEL’E KARŞI BESLEDİĞİ PLATONİK AŞKI İTİRAF EDİYOR. BARIŞ ÇAKMAKCI İSE “ISSIZ GECELERDE, YARATICILIĞINIZ NEREDE?’’ DİYOR. HALİL ALTINDERE’NİN SERGİ YAYINI VE YENİ SAYILABİLECEK I LOVE YOU MAGAZINE BİZİ YÜREKTEN VURUYOR. OKUYUN. FASHION BÖLÜMÜNDE İSE CEYLAN SÖZER VE EMİR SARISAÇ EŞLİĞİNDE, BİRAZ SONRA BİZE KASELER DOLUSU CORN FLAKES HAZIRLAYACAK BİR KADIN YARATTIK. AYRICA BU AY MÜZİK KONULARIMIZ İÇİN TAM PUAN VEREBİLİRSİNİZ. ZORU BAŞARIP KONUŞMAYAN ADAM CHILLY GONZALES’İ YUVASINDAN ÇIKARDIK DİYE MUTLU OLURKEN DÜNYANIN EN AZ RÖPORTAJ VEREN POP GRUPLARINDAN SCISSOR SISTERS’I VANCOUVER’DA YAKALADIK.
CAMPER & FRIENDS SON OLARAK BAHSETMELİYİM Kİ, EKİM AYINDA İLK BÜYÜK ORGANİZASYONUMUZU CAMPER İŞBİRLİĞİ İLE SANTRALİSTANBUL’DA YER ALAN ENERJİ MÜZESİ’NDE GERÇEKLEŞTİRİYORUZ. ETKİNLİKLE İLGİLİ BİLGİYİ AGENDA BÖLÜMÜNDE, DAHASINI BLOG’UMUZDA BULABİLİRSİNİZ. P.S. I LOVE REPOSSI! OLGA TORAMAN
Parsifal Automatic chronograph Power reserve: 42h Water resistance: 100m / 330ft Sapphire crystal with antiglare treatment Alligator full skin strap with folding clasp raymond-weil.com
news exhibition
Modern Folk Savaşçıları
Beyond Dress Codes
Tasarımın sergilenmesi bir süredir müzeler gündemini meşgul eder durumda. Tasarım müzeleri hali hazırda büyük ustalara retrospektif yaparken, bazı müzeler yaşayan tasarımcıların bugüne kadar yaptıklarını ince bir küratör işçiliği ile bir araya getirip seyirciye açıyor. Müzeler açısından bu konu daha çok tarihsel bir boyutta yürütülse de geçmişte başka konseptler etrafında da moda sergileri izlemişliğimiz olmuştu. Buna en iyi örnek 2003 yılında, MET’te, Jean-Paul Gaultier sponsorluğunda açılan, erkeklerin etek giyme kültürüne odaklanan “Bravehearts: Men in Skirt” sergisi olacaktır hiç kuşkusuz. Bugün moda dediğimiz şeyin, alt üst sınıfın giyinme biçimlerini taklit etmeye başlaması yüzünden kendini yenilemek zorunda bırakmasının modanın şekillendirdiği günlerin dışındayız. Moda halen yüksek bir sınıfa ait bir statü kültürü olarak, köle ticaretinden hallice bir modellik ve işçilik sistemi ile hayatını sürdürse de birçok açıdan demokratikleştiği konuşmaları etrafta yazılıp çiziliyor. Yüksek dikiş moda, artık sokağa daha sık bakıyor; gençlik denen bilinmezin önerdiği her şeyi yorumlamak, onları da kapsamak zorunda kalıyor. Bunları kapsamayan yüksek dikiş kendini kulelere de hapsetse biri çıkıp “Karl Who?” diyebiliyor.
Londra, New York, Antwerp gibi şehirlerde daha çok rastlayabileceğimiz tasarım müzesi sergileri dışında bu sefer yine moda etrafında gelişen kültürü tartışmak için uyduyu başka bir ülkenin frekansına, Yunanistan’a çeviriyoruz. Atina’da bulunan Hellenic American Union, yakında piyasaya süreceği geleneksel Yunan kostümüne odaklanan kitabını “Beyond Dress Codes”
adlı sergiyle kutluyor. Serginin küratörü moda tarihçisi Lydia Kamitsis, bu işle üstüne büyük bir tarih yükü alırken, serginin bağlı olduğu kitap da oldukça geniş çaplı bir etnografik çalışmanın üzerinde yükseliyor. Kitabın içinde bulunan Yunan giysilerinin hepsinin çizimlerinin sahibi Gissis Papageorgiou, çizimlerini Limni adasında bulunan folklorist Andreas Papageorgiou’nun özel
koleksiyonundan temellendirmiş. Makedonya, Trakya, Epirus gibi bölgeler, birçok Yunan adası ve Karadeniz ve Kıbrıs’a kadar uzanan araştırmalardan çıkan 520 adet çizim, bu kıyafetlerin dönemsel olarak toplumdaki yerlerine dair görsel bir hafıza oluştururuyor. Kitap ve sergi, her ne kadar kendini bir tarih araştırması, bir giyinme etnografisi olarak temellendirse de bunun dışına çıkmak için tüm çalışma, hem Yunanistan’da bugün adı çokça anılan Mastori*Motwary Studio, Yiorgos Eleftheriades, Sofia Kokosalaki gibi tasarımcılara, hem de folklorik Yunan giysilerini geçmişte kullanmış Jean-Paul Gaultier ve John Galliano gibi büyük tasarımcılara bağlanıyor. Böylece bu tarihsel çalışma, kitap formatında günümüze kadar geldiği yerde bugünü açıklarken, sergi sayesinde bazı şeyleri sergilenme kültürü açısından da tartışmaya açmış oluyor. Sergi 27 Ekim tarihine kadar Hellenic American Union’da görülebilir. hau.gr/culture
news fashion
Boyutlarını aştı 3D&Fashion
Siz davulun sesinin uzaktan hoş geldiğine aldanmayın. Söz konusu moda olunca durum biraz farklılaşıyor. Ona ne kadar yaklaşırsanız, o kadar tat alırsınız. Üstünüze başınıza özen gösterip de sokaklarda cirit attığınız zamanları hatırlayın; hani o tanıdık “Moda dergisinden fırlamış gibisin!” iltifatını... Gelin görün ki devran döndü, bu iltifat sırra kadem bastı. Artık dergiler sayfalardan fırlar oldu. 2009 yılının ağustos sayısında Dazed & Confused, Terry Tsiolis’in çektiği 3D efektli fotoğrafı kapak yapınca, moda dünyasında fısıltılar başladı. Yoksa modada 3D devrimi mi başlıyordu? Modada devrimlerden söz edip de Alex de Betak’i es geçmek olmaz. Malum Kylie Minogue’un dünya turnelerinden tutun da Victoria’s Secret’in milyon dolarlık şovlarının arkasındaki yaratıcı isim. Kendini 3D akımının radarında hissetmiş olacak ki, Londra’daki Jil Sander mağazasına girenleri şok etti. Mağazanın içine yerleştirdiği 3D efektli kalp desenleri giren her müşteriye hediye edilen 3D gözlükler sayesinde, herkesin üzerine kalpler yağdırdı. Eh, Jil Sander’in bu şov için ona yağdırdığı sterlinlere nazaran, onun yağdırdığı kalplerin lafı olmaz sanırım. Bu vakadan sonra tam olayların durulacağı, bu trend dalgasının kıyıya vurur vurmaz sersemleyeceği sanılırken, Burberry 3D defilesi, Armani Exchange 3D reklam kampanyasıyla bizi sersemletti.
Burberry, şova gelemeyen özel müşterileri için farklı şehirlerde “özel gösterim odaları” yarattı. Teknolojiden sonuna kadar faydalanarak, defilenin tamamını 3D formatında izleyenlere sundu. Armani Exchange’in neredeyse erotik bulunan reklam kampanyasını anlatmak yeterli olmaz; izlemenizi tavsiye ediyorum. Malum, odanızda moda dünyasının en ateşli iki ismini ağırlamanıza mani olmak haddim değil. Son bombayı Steven Meisel’in objektifindeki üç boyutlu Miranda Kerr patlattı. Vogue dergisinin en önemli sayısı olarak bilinen “September Issue” kapağına kanlı canlı, kendisini adeta kucağınıza atan Miranda Kerr’i taşıdı. 20 küsur sayfalık editoryal gerçekten çok başarılı. Sayfalar arasında dolaşırken gerek Miranda’nın sevimli Yorkshire’ı ile oynayabiliyor, gerekse giydiği tüm elbiseleri en ince detayına kadar inceleyebiliyorsunuz. Bir akım başladı ya, cılkı çıkana kadar ilerler artık! Migros’lardaki atletlerin üstünde üç boyutlu desenleri görene kadar kurtulduk sanmayın lütfen. DKNY, çoktan, üç boyutlu resim baskılı bir tişört koleksiyonu hazırladı. Yanında gözlük de veriliyor mu, bilemiyorum. Yeterince şatafatlı moda dünyasının parmaklarını gözümüze sokmasına yeter deyip size iki boyutlu, kalitesi evladiyelik Prada’lar diliyorum. yiğit turhan
MINI COUNTRYMAN. KAÇAMAK. Hem 4x4, hem 4 kapılı hem de 4 metre uzunluğunda. Şehir ve şehirden kaçmak için birebir. Sürücü koltuğu size ait. Boş yerler ise ailenize, arkadaşlarınıza, köpeğinize veya macerayı kimlerle paylaşmak istiyorsanız onlara. Şimdi bu sıradışı araç ile go-kart hissini bildiğiniz yolların ötesine taşıma zamanı. Ayrıntılı bilgi Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda. MINI Cooper S Countryman modelinin CO2 emisyonu 154 gr/km, ortalama yakıt tüketimi 6,6 lt/100 km’dir.
news politics&cosmetics
GELECEK Niye
gelemedi?
10 hırslı tipler ise bu geçişte delirecek ve yok olacaklar. Öyle bir seviyeye gelinecek ki, elektrik enerjisine gerek kalmadan tüm elektronik aletler foton enerjisiyle çalışacak. Telepati yoluyla anlaşacağız. Böyle baktığınızda, bunun gerçekleşmesi diğer sci-fi fantezilerinden daha gerçekçi geliyor. Daha doğrusu, insanoğlu her ne kadar “Teknolojik olarak ilerledik” fikrine kendini inandırmış olsa bile, ancak böyle bir ilahi tabiat olayıyla adam olacak gibi gözüküyor. Bize bıraktıklarında işte geleceği bu kadar getirdik. Bilgisayar uzmanı Tom Knight, “Gelecek de gelecek” denilen ve “gelen” tek şeyin ucundan azıcık nano teknoloji olduğunu savunuyor. Hatta biyolojiyi, “Tıkır tıkır işleyen nano teknolojidir” diyerek tanımlıyor. Geri kalan ışın kılıçları, robot hizmetçiler ve siber seks alemleri ise bir sonraki yüzyıla kaldı.
Neredeyse 144 yıl önce, Herbert George Wells’in yaratıcılığın sınırlarını zorlayan sci-fi klasikleri “The War of the Worlds” ve “Time Machine” gibi kitaplarda anlatılan dünya nasıl o zaman yaşayanlara fantezi geliyorsa, çocukluğumuzun geçtiği 1970’li yıllarda bize anlatılan “metalik gelecek” de aynı şekilde bir fanteziden ibaretti. Bize sunulan robot hizmetçiler, tek kişilik füze otomobiller, tasarım bebekler, siber seks alemleri, hap yiyecekler ve Star Wars’un en büyük fetiş objesi ışın kılıçlarımız neredeler? Yıl 2010: Hiç bir zaman gelemediler.
Bizler bir tasarım ve estetik harikası sayılan iPhone’umuza bile hala üzeri çiçek desenleriyle kaplı, organik kumaştan üretilmiş dantelli kılıflar satın aldığımız için gelemedi gelecek. Elektronik pek çok alete, televizyonun üzerine dantel süs koyan büyükannelerimiz gibi davrandığımız için gelemedi… Yaklaşık iki yıl sonra, bazı teorisyenlere göre, bir hafta boyunca bizi karanlığa gömecek ve -40 dereceye kadar soğuyacak bir ortamda Dünya foton kuşağına girecek ve bir ışık seliyle karşılacağız. DNA sarmalları, bu geçişe hazır olan insanlarda normalin üç katına çıkacak. Tansiyonu yüksek, sinirli, kaba ve
Bu hayal kırıklığına sebep olan en önemli şeyin “her şeyi duygu ile doldurmak” ve bizim için özel kılmak takıntımız olduğunu söylemek yanlış olmaz. Meşhur başucu kitabımız Küçük Prens’teki “evcilleştirilme” ihtiyacı içindeki tilki tüm problemlerin anasıdır. Eğer kendimizi, iPhone’u bize ait kılacak özel bir kılıf almak zorunda hissetmesek, tansiyon ölçen ve ne tür besin yemen gerektiğini gösteren özel kıyafetleri demode bulmasak, Birkin çantaya 10 bin euroyu feda etme duygusunu taşımasak, tüm sci-fi fantezilerimiz şu an gerçekleşmişti. Ey insanoğlu, sahiplenme, serbest bırak! metin gürsoy
FAVORITE Birlikteliğimiz başlayalı 1700 günden fazla oldu. Birlikte geliştik, biz olduk. Bu aşk asla bitmez.
news cities&crowds
manİfesto Yeah!
I Got It!
Hamile kaldığım ilk aylarda, hatta ilk beş ay, kimse bu durumdan haberdar değildi. Evin salonundaki koca filden bahsetmeden yaşamak gibi bir şeydi benim için. Hayatınızın en özel zamanları; vücudunuz değişiyor, tamamen duygusal bir roller coster içindesiniz ve başka bir duyguya saniyeler sonra geçiş yapabiliyorsunuz… Tüm bu yaşananları kimseyle paylaşmıyor, kendinize saklıyorsunuz. Zor bir süreçti, çünkü herkese bu durumu anons etmek ve hatta elime, “Yeah! I got it!” yazan bir pankart alıp dolaşmak istiyordum. Hamilelik modası denilen şey kafamda o günlerde şekillendi. Hatta hamilelikle pek alakası olmayan en rahat kıyafetlerimi, “Aman kimse anlamasın, huzurum bozulmasın” düşünceleri arasında seçtim. Ve ortaya “zıpır anne Tuba modası” çıktı. Bu dönemlerde anne adaylarına yakıştırılan cicili bicili beyaz yaka elbiselerden, sizleri kadınlıktan uzaklaştıran ayakkabı seçimlerinden, siyah tayt üzerine bol trikolardan oldum olası nefret etmişimdir. Anlıyorum, kendinizi en rahat hissetmeniz gereken bir dönemdesiniz. Ama biraz daha akıl fikirle bu iş daha “stylish” hale gelemez mi? Gerçekten vücuduzda oluşan değişikliklere fikir olarak alışmanız oldukça zaman alıyor ve zaman zaman moraliniz bozulup eski hoş
hallerinizi istiyorsunuz. İşte böyle günlerde, kıyafetlerinizde minik bir dokunuşla yapacağınız enteresanlıklar moralinizi yerine getiriyor. Bunu makyajsiz suratınıza konduracağınız mat bir kırmızı rujla bile halledebilirsiniz. Birkaç yıl önce aldığım, kollarından tütüler çıkan, penye kumaşıyla da güncelliği yakalayan elbisemi her giydiğimde, koca göbeğimle acayip ilgi odağı olmaya başladım. Sonrasında ise bu iltifatların çok hoşuma gittiğini hissettim. Çok garip. Normalde, yaptığım işe rağmen insanların bana bakmaları çok hoşuma gitmez. Kendimi, yeni memeleri çıkmış genç bir kız çocuğu gibi hissederim. Benim için dikkatlerin üzerimde olması her zaman risklidir çünkü elimi ayağımı toparlayamam, nereye koyacağımı bilemem. Bu durum hamilelikte biraz değişti. Kimileri, iyice belirginleşen karnına dokundurmaz bile; oysa ben, herkes ufaklığı daha karnımdayken sevmeye başlasın durumlarındayım. Ne bileyim, hoşuma gidiyor işte! Sanki başardığım en iyi şeymiş gibi geliyor. Giyim-kuşam, hayatımda hiç bir zaman sadece “örtünmek” amaçlı olmadı. Hep özen göstermek gerektiğini düşünürüm. Özen göstermek derken, şıkırtılı bir görünümden bahsetmiyorum ya da bir sürü para döküp marka böceğine, D&G vitrinine de
bir de unutmadan şu “Baby on Board” yazılı, güya çok espirili, insanı hayattan soğutan kıyafetler de var. Bir keresinde rol gereği hamileydim ve kostümcülerimiz üzerime bütün gıcık kıyafetleri giydirmişlerdi. Vıcık vıcık hamileydim ve giyeyim diye göbeğinde her haftadan sonra yenilenen ve “cırt cırtla” çıkarılıp değiştirilen “3 ay, 6 ay, bakın şimdi de 8 ay oldum” tişörtlerinden bile bulmuşlardı. Ben de kaşla göz arasında sürekli başka şeyler bulup yapıştırıyordum göbeğime! Bu süreç çocuk doğurunca da aynen devam ediyor. Ortalık bu kez, pembe cici kıyafetler empoze edilen minik bebeklerden geçilmez oluyor. Hal böyle olunca –arz talep meselesi tabii ki- kıyafet üreten ağabeyler de ilerde hep böyle cicili bicili elbiseler üretiyorlar. İşte bu karmaşanın içinde bana Los Angeles ilaç gibi geldi. Burada sayısız alternatif var, hem de az paraya! Dilediğiniz zaman, “En Kate Moss anne, en Courtney Love bebek” oluveriyorsunuz. Bakalım, ilerleyen günler ne gösterecek? Kafama saksı falan düşmez ve bir anda sevgi böceğine dönmezsem, buralarda herkesten çok uzakta, mutlu mesut, ayağımda Converse’lerim ve yırtık jean şortumla doğuma gidiyor olacağım. Gururlu ve tatlı bir gülümsemeyle... tuba ünsal
fotoğraflar deniz hotamisligil
dönüşmekten... Bazen de süklüm püklüm, New York sokaklarındaki evsizler gibi, hatta lahana gibi kat kat giyinilebilir. Felsefem, özenerek, hiç özenmemiş gibi görünmek. Çok şanslıyım; hamileliğimin en “şişkin” dönemlerini Los Angeles’ta, herkesten uzaklarda geçirdiğim için… Daha huzurlu olmak, kendimle kalmak istedim. Ben giydiklerime ve görüntüme özen gösterdikçe, “Korse giyiyor ayıp, bu nasıl hamile pek bakımlı” laflarını duymaktan daraldım. Sanki kimsenin bilmediği, ama imzalanmış ve kabul edilmiş bir “hamilelik manifestosu” var ortalıkta! Hamile kızımız, en masum, cicili bicili elbiselerini giyecek, mümkünse pembe tonları seçilecek, ayaklarda Florance Nightingale ablanın bile “Off” dediği sabolar, ille de siyah taytlar ve göbekte büzülen bluzlar olacak. Karşıt durmak, düzene çomak sokmak, her ortak fikirsizliğe anarşistlik yapmak lazım… Tatatam!!! Farkındaysanız, yeni hamilelik manifestomuz yavaş yavaş oluşmaya başlıyor. Kırmızı rujlar, Juno filminden fırlamış şort ve tişörtler, hafif lolita kıvamları, her kılıkta Converse’ler, en şahane gece elbiselerinin bile üzerine giyilebilen deri ceketler (aman kızımız üşütmesin)… Yani hem rahatıma düşkünüm hem de hamileyim. “Ne olmuş, hayat aynen devam ediyor ve ben çok mutluyum” mesajları… Ha,
news brand
Independence... A state of mind
Parsifal
14
Efsaneleşen mutlak şıklık anlayışının bir sonucu olarak, yeni koleksiyonda zarif çizgilerin, soylu malzemelerle buluşmasına yeniden tanık oluyoruz. Çeliğin adı pembe altınla birlikte anılıyor, “godron decor”lu camı çevreleyen metal halka, yuvarlatılmış dış hatlar ve sofistike kayış, anahtar tasarım detayları olarak markanın zarafetle örtüşen güçlü kimliğine ayna tutuyor.
Wagner’in, yazmaya başladıktan ancak 25 yıl sonra tamamlayabildiği Parsifal operasını sahnelemek için Beyrut’ta özel bir konser binası yaptırması sanat dünyasında yıllarca konuşuldu. Diğer taraftan, sanatçının, Bayreuth Festspielhaus adlı bu binanın özel akustik karakterini en iyi şekilde kullanacak bir eser hazırlamak istemesinin sonucu olarak Parsifal’ı yarattığı da söylendi. Sebebi ne olursa olsun, ölmeden önce tamamladığı son eseri olarak opera tarihine geçen Parsifal, yakaladığı başarıyla da benzersiz tanımını fazlasıyla hak ediyor. Zamanın başyapıtlarını yaratan İsviçre’li Raymond Weil’in, 1991 yılında lanse ettiği özel koleksiyonuna Parsifal adını vermesinin nedenlerinden biri de bu; sahip olduğu benzersiz
tasarımlar. Ayrıca eserin kahramanlık hikayesinde yücelttiği şövalye ruhu tasarımlara birden fazla kelimeyle geçiyor: Asalet, cesaret, sadakat, saflık ve maneviyat… Lanse edildiği ilk yıllarda, fonksiyonellik, stil ve lüks üçgeninde kurduğu denge koleksiyonu öyle bir noktaya taşıyor ki, Parsifal adının markanın önüne geçtiği bile düşünülüyor. İlk lansmanından tam 20 yıl sonra Parsifal, çok daha güçlü, çağdaş ve modern bir yorumla, tabii köklerine sadık kalınarak yaratılan 2010 koleksiyonuyla bizlere göz kırpıyor. Tüm Raymond Weil modellerine bakıldığında, bu tasarımları çağrıştıran saatlerin bulunmaması, Parsifal’i örneği bulunmayan bir koleksiyon olarak tanımlamaya yeter de artar bile.
Parsifal geri dönüşünde büyük gürültü koparmaya niyetli. Web sitesinden de takip edeceğiniz reklam kampanyaları, video’lar, içinde Wagner’in opera CD’sinin de yer aldığı “Parsifal Book”, markanın yıllar önce sahip olduğu sıra dışı başarı hikayesini unutturmak niyetinde değil. Üstelik İKSV ile yürüttükleri işbirliğiyle müzikle olan bağlarına da gönderme yapıyorlar. Bu yüzden yakın zamanda Salon’da kutlama için organize edilen bir konsere de uğramanız gerekebilir. Soylu tarzı, rafine çizgileri ve sofistike görünümüyle “özgürlük” çağrıları yapan marka, erkekleri, siyah otomatik kronograf, kadınları ise 66 pırlantalı tasarımıyla kışkırtıyor. Geçmişini aratmayacak kadar geleneksel, geleceğe kafa tutacak kadar çağdaş tasarımlarıyla uyandırılan Parsifal, soruyor: “Özgürlük, bir ruh hali midir?”
news book
Bİrİkİm Sahici
Daha İstanbul Bienal’ine bir yıl var ama şehirde yarı olimpik bienal boyutlarında bir sergi açıldı. Şehrin en hiperaktif adamlarından biri, Halil Altındere’nin, küratörlerin piri Harald Szeeman’ın “Tavırlar Biçime Dönüşünce” adlı 1969 tarihli sergisine atıfla “Fikirler Suça Dönüşünce” adını verdiği sergisinde yanlış saymadıysak 47 sanatçı bulunuyor. Sergide, Türkiye’nin gündemden bol başka neyi olduğu tartışmasız ajandasında birçok politik içerik bir araya geliyor. Tophane’deki Tütün Deposu’nda 1 Eylül’de açılan “Fikirler Suça Dönüşünce”, sadece içerdiği sanatçı sayısı yüzünden kompakt bir bienali andırmıyor, aynı zamanda açılışındaki kalabalığın yarattığı enerji ile de bizi seneye olacak olan bienale duygu olarak hazırlıyordu. Bu yüzden en son iki yıl önce bir sergi yapmış olan Halil Altındere’nin yaptığı bu sergiye çıkışta “Hienal” demekte bir sakınca görmedik. Açılışta Monica Bulanda’nın plastik kovalar ve tencerelerden imal edilmiş perküsyon ile yaptığı performans da geceye bir tür White Stripes karanlığı kattı. Sergide eski toprak sanatçılar ile yeni keşiflerin bir aradalığı jenerasyonlar arası bir diyaloğu da öngörüyordu. Halil Altındere geleneğidir; her sergi yine onun, güncel sanatın ‘90’lar ruhuna özdeş bir ironi aromasıyla taçlanır. Bu taç çoğu kez serginin yayınının başına konur. Serginin yayını için Türkiye’de sol tarihi denildiğinde akla ilk gelen ve hala ayakta duran
mi, değil mi?
yayınlardan “Birikim” alınıp içindeki görüntü ve kağıt kalitesi ile oynamadan kopyalanmış. Serginin kitabı bu ay raflarda Birikim’in aynısı olarak dururken içerik olarak Şener Özmen, Burak Delier, Kamil Şenol ve Süreyya Evren’in yazdığı yazılar da normalde Birikim’de basılabilecek kalitede üretilmiş. Birikim ile aynı fiyata satılan yayın için Birikim’in bu sergiye özel bir sayı yaptığını sananların da varlığı azımsanacak değil. Kısacası, Halil Altındere’nin sergi kitabının kendisi başlı başına bir suça dönüşüyor. Bu suç manevrasının arkasında ise bir gönül borcu hikayesi yatıyor. Her şey, 2005 yılındaki İstanbul Bienali küratörleri Vasıf Kortun ve Charles Esche’nin bienal içinde bir sergi (Free Kick –
Serbest Vuruş kastediliyor) curate etmesi için Halil Altındere’yi davet ettiklerinde, küratörün mekan bakmak için Birikim’in kurucu ekibinde bulunan Osman Kavala’ya gitmesi ile başlıyor. Sergi için Osman Kavala, Tütün Deposu’nu mekan olarak gösterdiğinde, bugün depo ile aynı avluda bulunan diğer bina da o sıralar Birikim’in deposu olarak işlev görmekteymiş. Bugünkü Tütün Deposu’nu o günlerde keşfetmiş sayacağımız Halil Altındere, aynı avluda, aynı anda hem Birikim’e güncel sanata ayırdığı yer için hem de yıllar evvelki bu karşılaşmayı hatırlamak için bir tür gönül borcu ödüyor. Bu ay raflarda iki Birikim var: Biri sahici, diğeri suçlu. Bayinizden istemeyi unutmayınız.
news design
BİR TASARıM DAHA! İhtiyacımız
“Tasarım mı? Tek derdimiz bu olsa keşke” der gibisiniz. Haklısınız. Hayata tutunmak zor tabii buralarda. Yanlış anlaşılmasın, aman! Züğürt edebiyatı yapmak değil derdim. Herkesin kendince para konusunda kaygısı, tasası var elbette. İsmiyle müsemma: Para. Satın alabildiği şeyleri ve sunduğu imkanları yadsımak enayilik olur. Ama günlük yaşamda paranın dışında da kaygılarımız olsa. Mesela sadece güzellikler göreceğimiz bir şehirde yaşasak. Metrodan inerken omuz atmayan insanlar, alelade büfe tabelasında leşi çıkmamış dekupe portakallar… Ya da eve girdiğimizde yüzümüze gülen mobilyalarımız, oyuncaklı objelerimiz olsa. Bunun için belki hiç çek-yatlarla büyümemeliydik. Belki de Olacak O Kadar Televizyonu’nu hiç izlememeliydik. Bilincimiz biraz -mı?- avare bizim. Algımız seçimsiz, dikkatimiz dağınık. Hal böyle olunca bu coğrafyada yaşam da renksiz kalıyor. Görüntüler çoğunlukla flu. Yaratıcılığımız ölü. Belimizi doğrultacak imkansızlıkları bir kenara koyun; vizyonumuz yok. Doğu-Batı sentezine saplanmış, olduğu yerden çıkmaya çalışan isimlerin mesaj kaygılı ellerini görüyoruz sadece yüzeyde. Tıpkı
18 “Skoda bacak” gibi, fütursuzca “modern-klasik” kavramını sokmuşuz literatüre. Biçarelik… Tasarım kelimesinin keşke bu kadar içi boşalmamış olsa ve önümüze sunulanlar gündelik yaşamla öpüşebilseydi. Keşke özünde hayat daha güzel olsaydı. Bize dokunmaya çalışan, fonksiyon peşinde koşan, kaygılı, Batı sevdalısı, Doğu kuyruklusu olmak yerine, yüzümüze tebessüm konduran mesajlar verilseydi. Tasarımlarla dolu bir kozada günümüz geldiğinde uçtuğumuzu görebilseydik. Belki önümüzdeki kışa.
İstanbul Design Week zamanı geldi çattı. Yine sel gidecek, izi kalacak. Minareyi kasede, kilimi taburede, çintemaniyi yastıkta, kaftanı masada görmeye hazırız. Didiklenmemiş kavram, ırzına geçilmemiş değer kalmışsa çıkar önümüze, eğer şanslıysak... Belki arada heyecan veren bir iki parça görürüz. Belki eser, üfürür; bir sonraki edisyonu tüylerimiz dikilmiş, ağzımız sulanmış halde bekleriz. Kim bilir, belki de yine anında vasata razı oluruz. Ufak bir parçanın dünyaya bakışımızı değiştireceğini bilmeksizin… Biz burada, tavamızda kendi yağımızla kavrulmaya çalışırken, dünya çoktan başka sularda seyre dalmış. Hayata nasıl dokunacağının kaygısını sonsuz okyanuslarda değil, iç denizlerinde arıyor. Daha geçen gün, Maison&Objet Fuarı’ndan gelen biri, “Biz Doğu-Batı derken mevzu Kuzey’e kaymış” dedi.
var mı?
Hollanda, İsveç, Danimarka ve Almanya’dan bahsediyor. Tasarım okullarından mezun genç isimlerin, basit dokunuşlarla yaratıcılıklarını öttürdükleri bir platforma kaydığının altını çizdi. Bizim de keşkelerimizin yanıtını verircesine üstelik. Bir süre yeni mesajlar yaratmak yerine, artık varolanı dinleyip süslemeli, renklendirmeliyiz. Üç boyuttan uzaklaşmadan keyifle izlenesi bir kılıfa sokmalıyız. Tasarım kavramının içini boşaltanlara inat, genç isimlerle yeniden doldurmalıyız. Günlük hayatlarımıza bir tutam renk katmak, ağzımıza bir parmak bal çalmak adına. Taze fikirleri paslandırmadan, beyinleri süngerleştirmeden hem de. Şimdi soruyorum: “Issız gecelerde, yaratıcılığımız nerede?” barış çakmakçı
news people
JE T’adore DarLinG! Catherine Birkaç yıl önce, Paris’te gördüğüm ve aklımdan hiç çıkmayan bir kadın vardı. İlk karşılaşmamızda, o sıralarda okuduğum “Bohemler” adlı kitabın etkisinde kaldığımı ve onun bir hayal ürünü olduğunu sanmıştım. Yıl 2003, yine karşımda! Bu kez, Nancy Cunard Poiret’den alışveriş yaparak geceye hazırlanmış ve Studio 54’e ışınlanacak gibi! Daha sonraki yıllarda onu gökte ararken bloglarda buluyorum. Hala farklı ve çılgın… Adı, Catherine Baba; stil danışmanı.
illüstrasyon merve akyel
Kendisini beş kelimeyle “An ejaculation of lifestylizations, Darling!” şeklinde tanıtan, Fransa’nın güneyinde, yaz günü bile kürküyle arz-ı endam ederken, sizi bile havanın soğuk olduğuna inandıracak kadar kendinden emin Avustralyalı Baba, “Şık olan aşktır” diye tanımladığı, aşık olduğu şehre, Paris’e 1993 yılında gelmiş. Avustralya’daki hayatını ise Paris için bir hazırlanma süreci olarak vurguluyor. Beklenmedik olaylara inanmayan Baba’nın bahsettiği bu hazırlık süreci, onu tanıyanları şaşırtmıyor. Başa gelen her şeyin bir sebebi olduğunu söyleyen ve kadere inanan Baba, Paris’e ilk taşındığı zamanlarda, kendi tabiriyle, “kendi kendilerini doğurmaya çalıştıkları” dönemlerde Jeremy Scott aracılığıyla tesadüfen tanıştığı fotografçı Ali Mahdavi’yle bugün hala ilham veren işbirliklerine imza atıyor olmalarını da buna bağlıyor. Editörlüğe başladığı zamandan bu yana, aralarında Chanel, Ungaro, Balmain ve Givenchy’nin de olduğu birçok markayla, Dazed & Confused, Vogue, Gioello, Stiletto ve Vanity Fair gibi dergiler için çalışmış olan Catherine Baba için “Paris’in en şık kadını” diyorlar. Onun stil sahibi duruşunun olgunlaşma döneminden daha da gelişerek çıkmasını ve “couture” halini almasını bu şehre bağlıyor.
Baba ‘20’li ve ‘30’lu yılların Hollywood stiline, biraz Stevie Nicks’ten dokunuşlar ve ‘70’lerin “disco diva” saçlarını ekliyor. Sigara ağızlığı, kürkü, “onlarsız çıkmam” dediği bilezikleri ve türbanı ile dikkat çekiyor. Bu da yetmiyor; flamingo pembesi süet kürk pelerinini sırtına atıyor, topukları üzerinde yükselerek bindiği bisikletiyle Paris sokaklarında turluyor. O, sadece sokaklarda böyle değil; uyurken bile YSL giyip, Opium sürünen bir kadın var karşınızda! Yaklaşık 300 parçalık YSL koleksiyonu olan birinden, -ki bu Baba’ysa- başka bir şey beklemek saçmalık olurdu zaten. ‘70’li yılları bir türlü terketmek istemeyen Baba, Loulou de la Falaise’den beri Paris’in gördüğü en farklı kadın. Baba’nın moda aşkıyla yarışan tek aşkı ise müzik. Paris gece hayatında dans pistlerini en son terkeden bir kadın o! Konuşma tarzı, dilin bile stil sahibi olabileceğini gösteriyor insana. Birçoklarının “Babaism” seklinde isimlendirdiği, yine katıksız bir Baba tarzı; “Esque...ation....age....anything to continue the momentism of the glorificationalisation....!” “J’aaad.... doooore, J’adore!!!...” Görünümüne ve konuşma tarzına bakınca insanın “Less is more”a karşı; “More is never enough” savunması yapası geliyor. Onun gibi olmak belki imkansız. Ama onun izinden gidenler için, “Kim olduğunuzu bilin, her tecrübeyi enine boyuna yaşayın. Kolay olmayacak ama bana güvenin, buna değer!” diyor. Eh ne diyelim? Mesaj alındı. Fonda onun en sevdiği şarkıyı, Grace Jones’dan “Love is The Drug”ı çalıyoruz ve flamingo pembesi bir pelerinle Paris’in dans pistlerine, Baba’nın yanına uçmayı hayal ediyoruz. burçe bekrek
news beauty
BU, BİR Parfüm mü? Blue
De Chanel
tüm bu çiçeklerle beraber, burnuma ağaç kabuklarının kokusu da geliyordu. Sanırım bunun nedeni de içeriğindeki sedir ağacıydı.
Hayatın tüm şehveti, şiddetli bir şekilde bu siyah şişeye sıkıştırılmış olabilir mi? Chanel Marka Müdürü Natalie Brinon Decaux’la buluşmamızın ardından munzur tarafımı daha fazla dizginleyemeyip sordum: “Chanel parfümlerinde afrodizyak notalar olduğu söyleniyor, bu konunun gerçekliği nedir?” Asil Fransız kadını Brinon: “Tamamen uydurma!” diye cevap verdi. Bu da beni fazlasıyla mutlu etti tabii. Çünkü ısrarcı kız arkadaşlarım, Chanel parfüm sürdüklerinde kendilerini daha vamp hissetmeye başladıklarını, etraflarına büyük bir özgüvenle söylüyorlardı. Bununla kalsa yine iyi; onlara göre, sürekli parfüm değiştirmekten hoşlanan benim bile artık bir Chanel parfümüne demir atmamın sırasını gelmişti.
Bunu tekrarlayıp durmaları işin can sıkıcı kısmıydı. Zamanla üzerimde öyle bir baskı oluştu ki, bir Chanel parfümüm olmazsa ömür boyu yalnız kalacağıma inanmaya başladım adeta. İnsan, yanlızlık psikolojisiyle ne yapacağını şaşırıyor bazen. Bu, sanırım gidip birilerine kahve falı baktırmak gibi bir şey... Tabii ki bu fikir benim de kanıma girdi ve Decaux’un hediye ettiği yeni erkek parfümü Bleu de Chanel’i bir iki fıslatıp dışarıya fırladım. Sokaklarda, Gaspard Ulliel’in oynadığı reklamlarından da etkilenip havalı havalı yürümeye başladım. İlk önce limon ve greyfurt ağaçlarının arasında dolaştığımı hissettim. Zaman ilerledikçe buna yasemin kokusu da eklendi. Hatta bir süre sonra
Yazıya konu olsun diye uydurduğum sanılabilir pekala ama sürdüğünüz bir parfümün, geçtiğiniz her istikamette, taksi şöföründen, gittiğiniz mekanın garsonlarına kadar herkeste merak uyandırması mümkün müdür? Yanından geçtiğim masalardaki burunların oynaması ve hiç tanımadığım insanların parfümümü sorması ilk kez başıma gelen bir şey. Daha önce tanışma amaçlı bu tip ucuz numaralara gidilmişti ama bu kez yaklaşım durumu biraz farklı! Arkadaşlarımın bile beni koklarken boynumu ısıracakmış gibi yaklaşmalarını unutamıyorum. Tüm şehvet, şiddetli bir şekilde bir şişenin içine hapsedilmiş olabilir mi? Sanırım olabilir, artık kabul ediyorum! Bu sırrı paylaşıyorum çünkü artık benim için işin büyüsü kaçtı. Bleu de Chanel sayesinde (ya da değil) bir sevgilim oldu; ama şiddetli bir kavga sırasında, büyülü şişem elimden kayıp Paris’te bir otel odasında kırıldı. Ve koca parfümün kırılmasıyla koridora kadar güçlü bir koku yayıldı. Aradan aylar geçmiş olmasına rağmen koridorların hala Chanel koktuğuna eminim. Kavga sonrası, tabii ki iş tatlıya bağlandı ama kaldığımız dört gün boyunca otel odasının kokusu hiç değişmedi; her anlamda! oben budak
Asbis Turkiye Barbaros Mahallesi, Evren Cad, No:56 Atasehir 34746 Istanbul
www.prestigio.com
news art
ProvakatİF ve FARKLI
Bidoun Kütüphane Projesi
fotoğraflar naho kubota
New York’taki New Museum, Orta Doğu’yu mesele edinmiş yayınların alâmetifarikalarını kurcalayan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. 700’ü aşkın dergiyi, kitabı ve efemerayı bir araya getiren Bidoun Kütüphane Projesi birkaç Google aramasıyla şekillenmeye başlamış. Anahtar kelimeler “Arap”, “1970’ler” ve “İran devrimi”. Projenin Soğuk Savaş döneminden yola çıkması çok da şaşırtıcı değil. Basılı kitap ve dergilerin altın çağını yaşadığı, hem Sovyet Rusya’nın hem de Amerika’nın Orta Doğu üzerine dizi dizi kitap basarak yarıştığı bu dönem yayıncılıkta birçok yeniliğe tanıklık ediyor. Dünyanın en büyük petrol şirketi bu dönemde Doğu-Batı arasında kültür elçiliğine soyunuyor örneğin. 1964’te dolaşıma giren, Life ve Look dergilerinin estetiğini aratmayan Aramco World, John F. Kennedy, Vietnam Savaşı veya Apollo 11’i konu almıyor. Dergi daha ziyade Arap - Amerikan petrol şirketinin çölde direksiyon sallayan Suudi kamyoncuları, Beyrut’ta puantiyeli bikinileriyle su kayağı yapan
kadınlar ve yaşmağını tavşan kulağı şekline sokup, etrafındaki çocukları güldüren bir bedevinin hayat hikayesi ile ilgileniyor. Kütüphanenin “pulp” yayınları ihmal etmediği ortada. Şeyhin Kaçırdığı Bakire, Şeyhin İtaatkar Karısı ve Şeyhin Şehvetli Sevgilisi gibi ucuz erotik romanlar yanık tenli Arap şeyhleri ile beyaz tenli Amerikalı kadınların samimi arkadaşlıkları üzerine. Bu kitaplarda genç Arap erkekleri fantezi malzemesi olurken, Batılı kadın karakterler kendilerini Arap kadınlarıyla karşılaştırırken buluyor. Gördüklerine biraz şaşırıp, biraz da acıyorlar doğrusu. Malum, onların gözünde Arap kadınlarının ne eğitimi, ne de tercih hakları var. Kölelik, şehvet ve despotizm üçgenindeki kurgular “Barbar Araplar, uygarlaşamamış Doğulular” nakaratının parçası olmaktan kurtulamıyor. Bağımsız siyasi yayınlar da serginin önemli bir parçası. Bu grupta öne çıkan, Havana merkezli Tricontinental dergisi, düşmanını emperyalizm ve sömürgecilik olarak
tanımlıyor. Yayının arkasındaki isim ise Asya, Afrika ve Latin Amerika Halkları Dayanışma Örgütü. Küresel Güney’deki özgürlük savaşçılarını destekleyen Tricontinental, Filistinlilerin işgale karşı mücadelesine verdiği destek ile biliniyor. Dergiden çıkan, Orta Doğu’daki birçok üniversite öğrencisinin duvarlarını uzun süre süsleyen posterler ise bölgedeki sol grupların poster savaşlarında kullandığı görsel dilin ilham kaynakları arasında yer almakta. Şüphesiz ki, siyasi fikirlerin elçisi yalnızca devrimci dergiler değil. Örneğin, Mısırlı yazar ve illüstratör Mohieddin Ellabbad’ın Yuva isimli çocuk kitabı, hayvanları ve barınaklarını tanıttıktan sonra yalınayak Filistinli çocukları ve tehditkar tankları resmediyor. “Bu bir tavuk. Tavuk kümeste yaşıyor” cümlesiyle başlayan kitap “İçinde yaşadığı çadırlar ve barakalar Filistinli’nin evi değil; onun evinde şimdi düşman yaşıyor” diyerek sonlanıyor. Yuva, 1974’te Beyrut’ta açılan, Arap dünyasından birçok yazarı ve çizeri bir araya getiren ve Filistin’deki direnişe
dair çocuk kitapları üreten bir kitabevi tarafından basılmış. PanArabizmin yayıncılıktaki önemli temsilcilerinden olan bu grubun kitaplarında yeni ve yerel bir estetik anlayışı Mickey Mouse’un, Tom ve Jerry’nin yerini alıyor; bakımsız sokak köpekleri ya da sigara içen kediler yeni karakterler olarak karşımıza çıkıyor. Son günlerde “Orta Doğu’dan güncel sanat” şiarıyla yola çıkan birçok sergi, bölgedeki kültürlere dair bilindik kalıpları kırmak istediğine dair bas bas bağırmakta. Bidoun Kütüphane Projesi bu kakafoniden kolaylıkla sıyrılıyor. Ürdün’de basılan siyasi gazetelerin yanında Süpermen’in Arapça tercümesinin yer alması serginin ciddiyetine dair yanıltıcı olmasın. İlk bakışta rastgele yapılmış izlemi veren derleme, hem siyaset, hem popüler kültür, hem de yayıncılığın tartışmalı etkileri üzerine düşünmek için izleyiciyi kışkırtıyor. Bunu çok da mütevazı bir şekilde, - klişeleri kıracağız diye bağırmadan başarıyor. özge ersoy
www.lacoste.com
news magazine
Alman Pembesİ I
2008 yılında, blogların kişisel malzemesi ile modanın bir araya geldiği, bir tür herkesin kendi kişiselini beğenisi ile bir araya getirdiği bir zaman arşınlanıyordu. Herkesin kişiselini böylesine yüzümüze boca etmesi o zaman takılacak bir şey değildi çünkü moda dünyasının da hikayesi bloglarda yazılmaya başlamıştı. Sonunda bloggerların varlığını reddetmekten vazgeçtiler, onları Anna Wintour’un yanına yerleştirip defilelerin en aranan yüzleri haline getirdiler. 2008 yılında blogların bu engellenemez yükselişi Berlin’de kendi kişiselini paylaşmaktan çekinmeyen Christiane Bördner’i ve kocası Marcus Gaab’ı kaşımış olsa gerek. O alerji sonrası elimizde kalan, dergileri I Love You oldu. Derginin ülkedeki varlığını düşününce insan biraz şaşırıyor. Çünkü Berlin’in sert karasalı modada kendini her zaman bir kış karanlığı gibi gösterse de Almanya’nın orman canavarlarının
love you
da uğradığı tasarımlar ülkenin modayla olan ilişkisini hiçbir zaman en yukarıya taşımıyor. Bu yüzden ülkede yapılan yayınlar bugün bahsettiğimiz karanlığı taşısa da I Love You yapısal olarak kan yapsın diye hep şekerli şeyler yiyor gibi duruyor. Derginin getirdiği taze kan yanakları kıpkırmızı, neredeyse kadın olmayı öğrenme yolunda yürümeyi öğrenirken düşmekten çekinmeyen bir profil çiziyor. Hiçbir açığını göstermekten çekinmeyen derginin bloglardan esinlendiği şey de çoğunlukla bu cesaret duygusu oluyor. Derginin ekim sayısı da bahsettiğimiz şekerli hissiyatı anlamanız için yeterli veriyi sağlıyor. Sayı kendine seçtiği pembe rengi biraz masala boyayıp gözünü prenseslere dikiyor. Pembeye dair ne düşünülürse düşünülsün, prenses olmanın her küçük kızın hayali olduğu sonucuna bağlanan dergi cümlesi, rengi sevmenin taşıdığı çoğul
anlamın peşinden gidiyor. Martin Scorsese’nin yakında çıkacak TV dizisi “Broadwalk Empire’’da rol alan Marquess Maria de la Paz ile New York sokaklarında yapılan çekimde modern hayatın içinde prenses gibi salınıyor. Derginin genel yapısı itibariyle sürekli bir sürü alıntıyı sayfalarına taşıması, editörlerin sinema ve tarih takıntısı, bizi bu sayıda da vuracağa benziyor. Prenseslerin hayatlarına sadece bir moda dili olarak değil aynı zamanda tarihsel bir mesele olarak bakan dergi, Kral Henry VIII’nin altı eşinin de trajik hayatına odaklanarak prensesler tarihi de yazmaya girişiyor. Ida Skovmand’ın yedi günlük, sadece pembe renk giyerek yaptığı renk araştırmasının da dergide bir dokümentasyonu bulunuyor. Kısacası I Love You bu ay size nasıl prenses olacağınızı gösterirken kurbağaları da sevmenizi öğütlüyor. iloveyou-magazine.com
news luxury
SULARDAKİ LÜKS
Aquariva Gucci
Farrow’un 500 poundluk saç kesimi, John Lennon ve Yoko Ono’nun çıplak fotoğrafı, Andy Warhol’un partileri, Peter Sellers ve Britt Ekland’ın boşanması, Elizabeth Taylor ve Richard Burton aşkı, Elvis’in kızı Liza Mary’nin doğumu… Ve tabii ki aklımızdan hiç silinmeyen bir kare: Brigitte Bardot ve İtalyan playboy Gigi Rizzi’nin St. Tropez sahillerinde Riva Junior teknelerindeki dolce vita’ları...
28
1960’ların modası deyince aklınıza ne geliyor? Paco Rabanne’ın üçgen deri parçalı mantosu, Emilio Pucci’nin psychedelic baskıları, Yves Saint Laurent’ın beatnik takımları, Givenchy’nin Breakfast at Tiffany’s kostümü, Miss Dior, mod akımı, hippi tarzı, Nina Ricci’nin romantizmi, Pierre Cardin’in fütürizmi… Ve tabii ki Gucci’nin Jackie O’su, Grace Kelly’nin Flora ipek eşarbı, Liz Taylor’ın ve Peter Sellers’ın Gucci Hobo çantaları… Ve 1968’in patlayan paparazzi flaşlarından hafızamızda kalan kareler... Roman Polanski ve Sharon Tate’in düğünü, Mia
1950’li yılların sonunda, özellikle İtalya gibi Avrupa ülkelerindeki şehirlerin yeniden yapılanması; otobanlar, köprüler ve yollarla vasıtaların hızla gelişmesine vesile oldu. Chrysler’dan Valiant, Plymouth’tan Savoy, Chevrolet’den Camaro, Ford’dan Mustang gibi 1960’ların çağrıştırdığı otomobillerin yanı sıra daha “havalı” ulaşım için Vespa, Lambretta gibi motorlar özellikle mod’cuların ilgisini çekiyordu. Bisiklet bile Amerika’da resmi olarak bir vasıta ilan edilmişti. Karadaki bu atak, öngörülü bir İtalyan’ın ilgisini çekmişti. Carlo Riva adındaki bu adam da denizin Rolls Royce’unu; yani ahşap Riva teknelerini üretmeye karar verdi. Şimdi size İtalya’nın paralel hikayelere sahip iki ailesinden kısaca bahsedeceğim. Biri, bu Brigitte Bardot’lu, hatta Sophia Loren, Peter Sellers, Anita Ekberg’li; günümüzde ise Naomi Campbel, Sienna Miller, Matt Damon’lu ahşap tekne karelerine fon oluşturan Riva markasının ailesi. 1800’lerde kurulup, babalardan oğullara geçerek 1960’larda Carlo Riva’nın bu tekneleri jet-set’in bir numaralı tercihine, lüksün sulardaki karşılığına dönüştürme hikayesi,
1970’lerde Ferretti Group’un firmayı satın almasıyla ahşaptan fiberglasa bürünür. Ama yine de sıcakla soğuğu, gelenekselle moderni ustaca birleştirerek. Bir diğer ailenin reisi de Guccio Gucci. 1921’den bu yana modanın nabzını tutuyor. 1947’de Bamboo çanta, 1950’lerde Clark Gable’ın ayağından çıkarmadığı erkek mokasenleri, markanın niteliği Diamante, şeritleri Web gibi bir sürü ikonu bünyesinde bulunduran Gucci… Babadan oğula derken, yaratıcı direktörlüğüne Tom Ford’dan sonra 2000’lerde Frida Giannini’yi seçen markanın belirgin felsefesi aynı Riva’da olduğu gibi modernle gelenekselin, dün ile bugünün titizce bir araya getirilmesine dönüştü. Giannini’nin bu vizyonu “Flora” eşarpları, “Jackie O” çantayı ve “Bamboo”yu yeniden üretti. Bütün bunlardan niye bahsettim? Çünkü önümüzdeki yılın başında bu iki efsane markanın elişçiliği bir araya geliyor. Gucci’nin 90. yılı şerefine, Ferretti Group, meşhur Aquariva modelinin yaratıcılarıyla birlikte oldukça ses getirecek bir tasarım ortaya çıkarıyor: “Aquariva Gucci”. Frida Giannini’nin taleplerine göre tasarlanan tekne iki markanın da vizyonu olan gelenekselle moderni oldukça şık bir şekilde harmanlıyor. “Guccissima” amblemi ile kaplı koltukları, güneş güvertesi, maun ahşap tasarımı, fiberglas gövdesi ve 380 beygir gücüyle Aquariva Gucci, eylül sonunda Milano Moda Haftası’nda lansmanını gerçekleştirecek. Gucci’nin Riva için özel olarak tasarladığı koleksiyonu ile birlikte 2011’de satışa sunulacak. özlem apaydın
news gossip
ONLINE DREAMS Come
True
illüstrasyon tunç ‘turbo’ dindaş
Bu sabah kendimi, kredi kartlarının karşısında “Oooo, piti piti, karamela sepeti, terazi lastik jimnastik” diye mırıldanırken buldum. Hangisinde limitim kalmıştı, hangisini kullansam daha avantajlıydı, acaba mil mi kazansaydım yoksa bonus puan mı? Online alışverişlerde hangisinde indirim avantajı daha çoktu? İnternetin mi var, derdin var! Bir de üstüne yeni kış koleksiyonunu stoklayan online mağazalar eklenince... Vay halimize! Castelbajac, kendinden beklenmeyecek sadelikte, son derece sıradan bir online store açtı. Benim gibi, aylardır bu anı bekleyen hayranlarına da bir jest yaparak 25 euroluk bir hediye çeki yollamış. Ama nerede harcayacağımı bilemedim. South Park karakterlerinin baskın olduğu yeni koleksiyon, Bodrum çarşılarında bulabileceğiniz baskılı tişörtler ayarında; her yaz bakıp da dudak büktüğümüz şeyi gidip de
Paris’lerden getirtmek çok da akıl karı değil. Dün geceki votkanın etkisi de yavaş yavaş bünyeden çıktığına göre, böyle bir delilik yapmak için hiç bahanem yok. Bir “x” ile mağazadan çıkıyorum; birkaç “tık” ile Luisa Via Roma’ya giriyorum. Aman Allah’ım bu ne lüks! Eldivenlerin bile yüzlerce eurodan başladığı web ortamındaki en önemli mağazalardan biri. Floransa’daki gerçek mağazasının önünden geçmişliğim, hatta girip incelemişliğim, bir de üzerine gaf patlatmışlığım var: “Kusura bakmayın da, online store Luisa Via Roma bu mağazayı görse, isminizi değiştirtmek için sizleri dava eder.” Bir online mağazanın gerçeğinden daha alacalı ve daha lüks olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Meğer ikisi de aynı yermiş. Yanımda Şahika olsaydı, “Şaşırdım” derdi; iki bukle kıkırdardık. Neyse, elim kolum boş bir halde, birkaç tık ötedeki Gucci’ye girdim.
Önümde milyarlık mücevherler, binlerce euroluk paltolar, yüzlerce euroluk ayakkabılar ve hem sinirimi bozan hem de peşimden ayrılmayan tek bir tezgahtar bile yok! Cennet bu olsa gerek! Ayakkabını şeç, evir çevir, değişik renklerini incele, nelerle kombine edebileceğini araştır. Arada sırada siteye özel videolar da giriyorlar. Gucci, sen işini biliyorsun! Birkaç tık ötede, kendimi, cebimden birkaç yüz euro eksilmiş halde buluyorum. Sıra ebay.com’da. Gucci’den sonra biraz ikinci el dükkanı gibi kaldı burası. Ne ararsan var; bağırıp çağıran satıcılar, birbirine pozitif feedback verip el sıkışan tüccarlar, araları bozuk müşteriler, Britney Spears’in çiğnediği sakız, Kate Koss’un kesip attığı tırnakları vs... Burası bana göre değil diyerek, soluğu Moschino’da alıyorum. Oradan çıkıyorum, elim kolum Prada, Diesel, Les Hommes, Dolce & Gabbana sanal torbalarla dolu; dolaştıkça dolaşıyor,
aldıkça alıyorum. Kredi kartlarım tükenmek üzere... Nefes nefeseyim ve parmaklarım “tık”lamaktan yorgun... “Hadi kartım, hadi be canım” diye American Express’e yağ çekiyorum. “Şu çantayı da almama izin ver, benden mutlusu olmayacak” diye mırıldanıyorum. Bakalım beni dinleyecek mi? Ama o da ne? RayBan farklı bir web sitesi yapmış! Web kameranızı açıyorsunuz, sizi görüyor, gözlükleri yüzünüze yerleştiriyor. Bir de, “Gözlük denemeden alınmaz” derlerdi; artık o da mümkün. Ben bitap, kredi kartları helak olmuş vaziyette netten çıkıyorum. “Uyan, işe geç kalıyorsun!” diyen ev arkadaşım odamın kapısını çalıyor. Hepsi bir rüya mıydı? Neyse, kartlarım cebimde! Akşam, eve döner dönmez, artık nerelere uğramam gerektigini biliyorum. yiğit turhan
news gossip
Lepore & Lea T.
wenn / seskimphoto
They lie to us! Amanda
Sevgili kadınlar, size sesleniyorum! Pırlantalar ne kadar dostunuzsa, moda da bir o kadar düşmanınızdır. Lütfen bunu bir kenara yazın. Öyle bir düşmandan bahsediyorum ki, sizi alt edebilmek için altı ayda bir kılık değiştirip, trendleri altüst eden, hep ulaşılamayacak olanı hedef belirleyen tam oldu dediğiniz anda kendinizi oyun dışı hissettiren bir tür. Biliyorum son birkaç senedir, kilonuza takmıştı kafayı. Jennifer Lopez ile Beyonce’yi Beth Ditto’yla aynı diyetisyene göndermeye kalkmıştı. Sıfır bedenin en tavan yaptığı dönemleri hatırlayın, kemikleriniz ne kadar sayılıyorsa o kadar havalıydınız... Neden bahsettiğimi çok iyi biliyorsunuz. Simdi lütfen derin bir soluk alın; size iyi haberlerim var. Sıfır beden modası “azcık” demode oldu, artık “in” değil, hatta “out”. Her şeyin üzerine soğuk su içelim, artık yeme vakti... Yeni trend? İşte asıl bomba bu: RuPaul’u bilir misiniz? Amerikalı, çok renkli ve eğlenceli bir drag
queen. “Dünyaya geldiğimizde çıplaktık, üzerimize ne geçirirsek geçirelim aslında doğumdan sonra her şey drag’a girer” diye zamanında bir tez attı ortaya ve içinden 100 fashionista çıkamadı. Bugünlerdeki çılgın drag modasının sorumlusu o mu bilinmez ama söylediğinin birçok modacıya ilham olduğu yadsınamaz bir gerçek. Eğlence dünyasının sürekli yeni hevesler ve heyecanlar aradığı düşünülecek olursa, drag şovların günbegün artıyor olması çok da şaşılacak bir şey değil. Baktığınızda, “Amanda Lepore”, David LaChapelle gibi bir fotoğraf ustasının ilham perisi oldu, Cazwell ile şarkılara imza atıp, üstüne bir de klipler çekti. Heaterette’in şovunda boy gösterip, Frankie Morello’nun partisinde herkesi eğlenceden çılgına çevirdi. Eğlence dünyasında yadsınacak bir şey yok yani… New York Moda Haftası’nı kasıp kavuran, Kylie Minogue, Christina Aguilera ve Katy Perry’ye bakmadan
tüm starları baştan aşağı dikenlerle donatan, metallerle sarmalayan, tasarımlarıyla ağzımızı açık bırakan The Blonds markasının iki tasarımcısından biri Philippe Blonde’a ne diyeceksiniz? Konuşmadığı sürece sizi kandırabilir, ama sesini duyduğunuzda uykularınız kaçabilir, emin olun. Konu şov olunca sorun yok, ama iş ciddiye bindi mi, durum pek de iç açıcı olmuyor. Givenchy’nin yaratıcı ismi Riccardo Tisci, yakın arkadaşı “Lea T.”yi reklam kampanyasında kullanınca, tüm moda dünyası onu dahi ilan etti. Yapılmayan ne yapmıştı Tisci? Aslında hiçbir şey. Konu, tamamen bu drag akımının Avrupa modasına girmesinden ibaretti. Yoksa Amerika’da senelerdir gündemde olan bir konuydu; hatta sıkıcı ve demodeydi. Ama gelip de Lea T.’yi Givenchy gibi şık ve üst düzey bir markanın reklam kampanyasına yerleştirince, üstüne bir de Vogue Paris’den ameliyatsız olduğunu kanıtlayacak bir çekim koparınca
yer yerinden oynadı. Şimdi “ACNE Transgender” Candy dergisiyle anlaşmalı olarak piyasaya sürülüyor. Kim giyecek, neden giyecek orası meçhul ama bazen modada konuşulmanız yeterlidir. Lea T.’yi ilk Identita Sociale’de ufak köpeği ile birlikte Marcelo Burlon’la konuşurken görmüştüm. Kendimi kandırmayayım, saflığıma yanarak; “Ne kadar güzel bir kadın” diye iç geçirmiştim. Ama birkaç saniyelik bakışmamızın ardından ellerinin büyüklüğünü farkettim. Kurt adamın kocaman dişlerini görüp de “Senin dişlerin neden bu kadar büyük?’ diyen kırmızı başlıklı kızla aynı hisleri paylaştım. Geniş omuzları, çıkık elmacık kemikleri, uzun bacakları, düzgün ve küçük göğüsleri ile moda dünyasının aradığı bir manken olabilir, fakat asla bir kadının cazibesini taşımayacak. Reklam kampanyalarındaki androjeni malesef kendinden bir Scarlett Johannson kampanyası kadar konuşturamayacak çünkü modada bilinen bir gerçek var: “Sex sells, androgeny doesn’t”. O yüzden kendimize bir çekidüzen verelim ve senelerdir midelerine kelepçe bağlattırdığımız kadınları şimdi de geniş omuzlu, iri elmacık kemikli bir erkek silüetine dönüştürmeye çalışmayalım. Bırakalım onlar da bizim gibi rahat rahat yiyip, rahat rahat eğlensinler. Konu kendi kendine kapanıp gidecek belki; izin verelim… Bununla ilgili bir sorunu olan? Teşekkürler. yiğit turhan
news art
Görüntünün Kaderİ Richard Görüntünün iktidarı konusunda ne kadar çok şey söylense de tartışma hiçbir zaman geçerliliğini yitirmiyor. Görüntü kendini dönemsel olarak ya da sezona göre zamanın şiddetinde ayarlıyor. Her dönem, dilin olanaklarına göre kendini dönüştürdüğünden bizi hep biraz yarım bırakıyor. Çünkü bugün gözümüze çarpanlar bizde bıraktığı hasara göre değerleniyor. Bu, Türk sinemasındaki filmlerin bizi ağlattığı babalar ve oğulları estetiği kadar değer kazanmasına benziyor. Gördüklerimiz de fotoğrafçıların marka değerinin ardından görünen haliyle olmak istediğimiz şeylere dönüşüyor. Süreç, ilk önce gördüğümüz şeye sahip olmak istememiz, sonra ona sahip olamayışımızın bizde bıraktığı çaresizlik ve tam orada devreye giren ego ile tartışmayı ateşlendirip aslında “sahip olmak” değil, “gördüğümüz şey olmak” istediğimiz anların bizden alınması ile finalize oluyor.
Avedon Bu gerilimi iliklerimize kadar hissedebileceğimiz bir sergi söz konusu olduğunda ise müze duvarları her zaman susuyor. Richard Avedon’un 1994’ten 2010’a kadarki üretiminden bir kesit, Boston’daki Museum of Fine Arts’ın duvarlarında izleyiciye hepten kaçırdığı zamanı yakalayamadığı sessizliği sunuyor. Harper’s Bazaar ve Vogue gibi dergilere yaptığı çekimler dışında, Jean Genet, Brigitte Bardot, Jacques Cousteau, Andy Warhol gibi şahsiyetlere objektif çevirmişliği, Truman Capote, James Baldwin gibi yazarlar ile göz göze gelmişliği olan fotoğrafçının fotoğrafları her ne kadar zor hikayeler anlatsa da karşıdan hayatlarına baktığımız şahsiyetleri bize yaklaştırıyor. Ocak ayına kadar sürecek olan sergi, bazı şahsiyetlerin fotoğraflarında hiçbir zaman geçerliliğini yitirmeyen güzelliklere karşı bize hep çirkin kaderi dilemeyi çağrıştırıyor. www.mfa.org
Dovima, evening dress by Fath, Paris, August 1950. Fotoğraf: Richard Avedon © The Richard Avedon Foundation
THE DAY IS DEAD, LONG LIVE THE NIGHT! ASK the n覺ght TO BINBOA.
collage artwork asl覺 繹zdemir
Bu bir iland覺r. Binboa Vodka %37.5 alkol ihtiva eder.
YENİ SEZON
Bir zamanlar siyahın hüküm sürdüğü çöllerde şimdilerde develer üstünde Celinesque kahramanlar dolaşıyor. Tüm bu deve tüyü modasından üzerinize afiyet biraz spazm geçirmek üzereyiz. O yüzden sezonun renk paletini iple değil de daha çok halatla çekiyorduk. Bu kış güvendiğimiz dağlara kar yağsa da biraz soğuk kanlı davranmaya çalışıyoruz. Alexander Wang, küresel ısınmaya rağmen yağan kara dayanıklı bir renk paletinde bizi hava şartlarından koruyor. Giles, evlere şenlik bir koleksiyonla kafamızdaki huninin eksikliğinden söz açarken, Calvin Klein şaha kalkıyor. ACNE defilesinde enteresan bir şey göremediğimizi zor da olsa kabul ederken, Mary Katrantzou’nun baskılarıyla içimiz açılıyor. Burberry hangi sezonda olduğunu unutmuş gibi davransa da yok yere topa tutulan Christopher Kane’e yaslayacağı bir omuz olduğunu hatırlatıyoruz. Klinik testlerden geçirip elediğimiz tasarımcıların ilkbahar için öngördüğü her şeyi bu ay sıraladık. text dinçer şirin
www.seskimphoto.com
RÖNTGENİ
Calvin Klein Bu sezonun en belirgin öğesi olan ve sağlam duruşundan ödün vermeyen sadelik kimseyi yanına yaklaştırmıyor. Bu huşu içindeki sadelik tavrı, kendini çoğunlukla mimarinin içinden çekip aldığı kavramsal ifadeyle derinleştiriyor. Veya şöyle diyelim; kendinden en çok söz ettiren koleksiyonlar, mimarinin malzemesinden borç aldıkları kavramsal altyapıyı kendine yontuyor. Sadelik deyince bu sezon akla ilk gelen marka Calvin Klein’ın 2011 ilkbahar koleksiyonu, bu sezona biraz ağırdan giriyor. Bu ağırlık giyeni kendini bilmenin erdemine yaklaştırırken parçaları üzerine giyende bir akışkanlık hissi yaratıyor. Vücutlardan dökülen kıyafetler kesimler konusunda oldukça sert görünümde; nuh diyor, peygamber demiyor. “Minimalizden dönüş yok” diyen iç içe geçirilmiş parçalar genelde tek rengin boyunduruğunda bir hayatı kendisine reva görmüş. Calvin Klein’ın tasarımcısı Francesco Costa, az ile yetinmenin, onu çoğaltmanın mümkünatını araştırdığı koleksiyonunda kendinden böylesine emin duran elbiseler ile oldukça rafine. Koleksiyon bu yüzden bu sezonun gözleri kör edecek rafineliğindeki klinik tadı sonuna kadar yakalamış görünüyor. Bir tek, pirüpaklığı Cannes Film Festivali ödül törenine katılmış Charlotte Gainsbourg karizmasında modellerindeki Virginia Woolf topuzları ile kırılıyor gibi görünüyor. Bu sayede Calvin Klein 2011 ilkbahar tasarımları ile bu sezonun gönül tahtına kurulduğu yerde, asla gülümsemeyen bir soğukluğun insana bahşettiği serinliğin altını çiziyor.
Mary Katrantzou Bir grafik baskı dehası taşıyan Mary Katrantzou, Londra Moda Haftası’ndaki koleksiyonunu hazırlarken anneannesinin evindekileri yürütmüş olmalı. Eski abajurlardan yaptığı eteklerden sallanan taşlar, Hussein Chalayan’ın mekanik olarak etek içinden beliren sallantılarını andırıyor. Bu söylediğimizin bizi Mary Katrantzou için büyük tasarımcıların isimlerini zikreden tebanın arasına karıştıracağından şüphe yok. Kesimlerdeki keskinlik bugünün saraylılarına hitap eden bir soyluluğu üzerinde taşıma imkanı veriyor. Üzerinde taşıdıkları sadece bu asalet olmuyor. Kıyafetler yürüyen avizeler olunca, koleksiyon da kendini renklerin patladığı iç aydınlatması ya da florasan renkler ile ayakta tutuyor. İki sanatçı üzerinde yoğunlaşan tasarımlar, Guy Bourdin fotoğraflarını ve Rene Magritte’in resimlerini kendine başlangıç noktası olarak alıp koşuya başlıyor. Sanatçıların yapıtlarının ürettiği fikir dünyası ve diline odaklanarak üretilen grafik baskılar, kumaşın üzerine kesimler ile boyutlandırılıyor. Böylece Mary Katrantzou, Londra Moda Haftası’nda bize üç oda bir salon bir iç dekorun konforundan bahsedereken defileyi de kazasız belasız atlatıyor.
Giles Gelecek sezon grunge’a odaklanacağından herkes yeniden Nirvana dinleyip Courtney Love’a küfredecekmiş. Fakat Courtney Love plastik cerrahinin nimetlerinden faydanalıp kendine yaptırdığı yeni arayüz yüzünden hangi Courtney’e küfredeceklerine karar veremeyen bir kitle sosyal tehdit niteliği taşıyormuş. Givenchy tertipli, Marina Abramovic şerefli MoMA yemeklerinde kendini yarattığı küllerini savuran şarkıcı bize ‘90’lardan hedefsiz öfkemizin grunge kaderinde nasıl da vakit kaybettiğimizi hatırlatıp duruyor. Bu sezon sık karşılaştığımız Agyness Deyn de sahte kayıp gençliğini kaybetmenin şerefine yakışır şekilde ‘90’lara odaklanan Giles koleksiyonunu açıyor. Sınır aşımını kendine şiar edinmiş koleksiyon yine Giles Deacon’un kendi dehası ile yanyana gelip kitsch’in sularında yüzüyor. Rave kültürünün bulanık zihinlerininin gördüğü haliyle kullanılan renk paleti make-up’larda kendini aşırıya teslim ediyor ve South Central Los Angeles’ta temizlik yapan mini şortlu kadın imajından bir tık öteye geçiyor. Kısacası bu sezon Giles, elbiselerin üzerindeki fiyonkları yara bantları ile yapıştırarak kadınına yakıştırdığı şaşaayı koleksiyona teğelliyor. Zaten söz konusu Giles ise deli kızın çeyizi de adettendir.
Alexander Wang Dünyanın gittiği yer konusunda tüm dünyalıların ortak noktası korku politikaları, insani kirlenme ve dejenerasyonla halay çekedursun, yeni dünya dinleri de ruhları huzura kavuşturmaya, tüm şehirli bedenleri organik bir temizlenmeye çağırıyor. Başka zaman olsa kir gösterir dediğimiz “Virgin Mary” beyazı, bu sezonu boğazımıza kadar battığımız, hatta boğazımıza kaçmış olan deve tüylerinden kurtulacağımıza dair bize umut aşılıyor. New York Moda Haftası’nın incisi Alexander Wang tüm fotoğraflarda inci beyazı dişlerini göstere göstere gülümserken sezonla ilgili yazılarda alaşağı edilen koleksiyonu için aynı gülümsemeyi koruyup koruyamayacağı tüm modaseverler arasında konuşuluyor. Kendisine iyi bir haberimiz var! Bu sezonun yıldız haritası, bir zamanların dahi diye şişirilen çocuğuna, tüm şişkinliklerinden kurtulacağı müjdesini veriyor. Zira moda dünyasının bir “Sin City” olduğunu kanıtlar nitelikte davranan profesyoneller kendisinin biraz abartıldığını konuşuyorlar. Alexander Wang’in 2011 ilkbahar koleksiyonu, bir yeni dünya dini gibi arınmış ve aydınlanmasını gerçekleştirmiş biçimde beyazın altını çiziyor. İnsanın gözünü alan beyaz tüm koleksiyonu uzay estetiği ile modelliyor. Altın suyunda harcanmış rose patchworkler, endüstriyel detaylar, terracotta anoraklar, geniş kesim ipeksi dokunuşlar, bisikletçi şortları ile buluştuğunda uzaylılar için bisiklet turları düzenleyen bir turizm acentası kombinasyonuna dönüşüyor. Tasarımcının daha önce kullandığı futbol referansı, bu koleksiyon kendini yine başka bir gençleşme sporuna vurmuş gözükse de uzayda karşımıza çıkabilecek bilinmeyen cisimlere karşı bizi eğitecek güçte bir manevrayla geliyor. Diğer bir deyişle, çekik gözlü bir öğretiyi yine şehirli bir dil ile bozabileceğimiz judo ceketleri bu tehlikeli anlarda yardımımıza koşuyor. Modellerin saçına bulanmış beyaz çamurlar görenlere kuaför salonunda saçının yarısı boyanmış bir “Kezban Kuaförde” silüeti çizmiş. İnsan koleksiyonu görünce defileyi en önden izleyen XXXO marka burma bilezikleriyle M.I.A.’in koleksiyondan hangi parçayı evdeki çeyiz görümüne katacağını merak ediyor. Açık topuk ve burunlu beyaz botlar üzerinde yükselen koleksiyon defileden sonra herkesin ağzında tasarımcının eski enerjisinin olmadığına yakın bir acı tat bırakıyor.
Christopher Kane Christopher Kane’in yerinde olsak üç ay dışarı çıkamayız. Londra Moda Haftası’nda gösterdiği koleksiyonu için açık açık “çok sıkıcı” ifadesi kullanılan yorumlar yüzünden genç tasarımcıyı duvardan duvara bir depresyon bekliyor gibi görünüyor. Kendisine buradan silkelenip kendisine geleceği günlerin de geleceği konusundaki umudumuzun baki olduğunu hatırlatıp olaya giriyoruz. 1950’lerin bir tür yeniden üretimi olan koleksiyondaki hırkalar bize o dönemin yeniden yorumlandığı bir melodramda Julianne Moore bunalımını hatırlatıyor. Koleksiyonun en çok eleştirilen kısmı burada neon renklerin aşka geldiği parçalar. Defile birden göz sağlığı için tehdit edici olmaya başlayabiliyor. Tasarımcı bu sezon insanlar renk körü gibi hareket edip herkesin göz sağlığını tehlikeye atmış olsa da koleksiyon giymek isteyeceğimiz parçaların varlığı ile yüreklere su serpiyor. Çocuğun üzerine varmayın, el insaf diyoruz.
Burberry Her gören Çin’deki zımba rantından bir parsel de kendisi koparsın istiyor. Herhalde Çin’de zımba bolluğu var, Christopher Bailey koleksiyondaki parçalara acımamış, bastıkça basmış zımbayı. Tiril tiril elbiselerin üzerine giydirdiği motorcu montları, bellerdeki kemerlerde aşırıya gittiği renkler ile paleti de yaydıkça yaymış. Defilenin setini de karartmış, siyahlarla donatmış. Bu karartma da Burberry’ye bir tür eski sezon Dolce&Gabbana görüntüsü katmamış değil. Motorcu montlarıyla kombinlediği koleksiyon sadece bu montlara dair herkeste yarattığı passé etkisi ile yuhalanmadı, aynı zamanda lame leggings’ler de tasarımcının geçmiş konusunda bir tutulma yaşadığını gösterdi. Onun amacı gece şıklığı ile bir hız motoru estetiğinden üreteceği melezdi. Suzy Menkes gibi uzmanların da yürüyen modeller konusunda “Koleksiyon güzel ama bu kızlar biraz sarhoş galiba’’ diye yazması modellere giydirilen ayakkabıların büyüklüğünden catwalk’ların da biraz kafasının güzelleştiğini kanıtladı. Yanda gördüğünüz model, ayağına büyük gelen ayakkabıları nedeniyle düşüp kendini toparlayamadı. Defiledeki en dramatik an, kızın çaresizliği üzerine kopan alkıştı. Koleksiyon kendini şaşırmış olsa da, tasarımlara bu kızcağız yüzünden üç katını ödemeye hazır olduğumuzu da kurum olarak belirtmek isteriz.
ACNE Opening Ceremony’de online olarak ACNE 2011 ilkbahar defilesi yayınlanıyor. Koleksiyona bakıyoruz, bakıyoruz bir şey göremiyoruz. Hadi, bu sezon kendi ayakları üzerinde durmanın da ötesine geçen, kendi kadınlıklarının keşfini çoktan tamamlamış kadınların zamanı dedik. Biz bir şey anlamadık. Kendi ile ilgili bir dakika bir şüphesi olmayan bir kadından bahsediyor diye bu koleksiyona bakarken hep o kadını aradık ama bazı sanat yapıtlarını görüp de anlamadığımıza benzer bir boşluk duygusuna kapıldık. Modellerin gözündeki böcek gözlüklerinden bizde yok diye, bu koleksiyonu gerçekten göremiyoruz sandık. Jonny Johansson bize bir tür nanik atak geçirterek koleksiyonundaki referansları ameliyatla aldırmış. Bu yüzden koleksiyon, herhangi bir tarihsel geçiş, bir hikaye kurgusu olmadan, daha çok lineer bir akışı takip ediyor. Zaman tarihsel olanın yeniden okunması konusunda birçok imkana izin verse de tasarımcı koleksiyona hiçbir yenilik getirmediği gibi bu lineer akış ile var olanı da yorumlamak konusunda kekeme bir tutum takınıyor. Gelişi inceliğinden belli gömlekleri eteğin altından gösteriyor ama ayaklarındaki yüksek platformlar ile modelleri göklere taşıdığını düşüneceğimizi sanan tasarımcı bizi inandıramıyor, inandıramıyor.
THINGS THINGS CHANGE, CHANGE, STAY CONNECTED CONNECTED xoxothemag.net facebook.com/xoxothemag twitter.com/xoxothemag
FASHION - MATES fotoğraflar emir sarısaç
Adın ne? Zeynep Tosun Kaç yaşındasın? Bir aya, 29 Nerede yaşıyorsun? İstanbul Hayat tarzından bahseder misin? Hızlı, eğlenceli, beklenmedik Herhangi bir aksesuar kullanmayı seviyor musun? Her şey Kullandığın kokular? Hayatımda ilk kez, üstüste kullandığım tek koku Michael Kors’unki İlk görüşte aşık olduğun son şey? Başıma ne geliyorsa, aşık olmaktan geliyor. En son, Meksika’dan 12 kiloluk bir mumluk taşıdım Devamlı yanında taşıdığın şeyler? Çağla Dünyanın farklı ülkelerinden, takılmayı sevdiğin 5 mekanı sayabilir misin? 1 - Londra – Shoreditch 2 – İstanbul - Tünel 3 – Milano – Ticinese. Hep yeni ülkelere gitmeyi tercih ediyorum Birkaç tane moda tasarımcısı ya da sanatçı sayabilir misin? Hüseyin Çağlayan ve Riccardo Tisci.
BEN... komiğim. MÜZİK... sabah gözümü açıp, akşam kapayana kadar. MOTTOM... asla ‘asla’ deme! EN APTALCA KORKUM... çok dar ve kapalı alanlar. YENİ YETENEĞİM... DJ’lik. ÇOK FAZLA... gülüyorum. ŞU ANDAN İTİBAREN... bir daha ilk soruya dönmeyeceğim. MÜZİK BENİ… fena dans ettiriyor. TV… çok açmam. BEN HİÇ… en sevdiğim oyun!... RÜYALARIM… hala kontrol etmeyi öğrenemedim. RAHATLAMAK İÇİN... içki içerim. Sudoku’da… BAŞARISIZIM. PARA... elimde durmaz. PARA VERMEYECEĞİM ŞEY... pırlanta. VÜCUDUMDA EN ÇOK … çil var. EĞER BİR ERKEK OLSAYDIM... ‘gay’ derlerdi. İSTANBUL… aşk ve nefret.
Adın ne? Nazlı Bozdağ Kaç yaşındasın? 27 Nerede yaşıyorsun? İstanbul Hayat tarzından bahseder misin? İnişli çıkışlı Herhangi bir aksesuar kullanmayı seviyor musun? Altın bilezik Kullandığın kokular? Christian Dior- Hypnotic Poison, Miss Dior İlk görüşte aşık olduğun son şey? Plak Devamlı yanında taşıdığın şeyler? El kremi, telefon, sigara, diş fırçası Dünyanın farklı ülkelerinden, takılmayı sevdiğin 5 mekanı sayabilir misin? 1 - İngiltere’de ekmek gibi biraları olan publar, 2 - Regent’s Park, 3 – Barrafina, 4 – Jaguar Shoes, 5 – Vinyl Junkies Record Store Birkaç tane moda tasarımcısı ya da sanatçı sayabilir misin? Justin Thornton ve Thea Bregazzi, Martin Margiela, Phoebe Philo.
Ben… rakıyı çok severim. Müzİk… çok acayip bir şey. Mottom… her şey olur, her şey büyür, her şey geçer, hayat kalır. En aptalca korkum… böcek. Yenİ yeteneğİm… şimdilik yok. Çok fazla… çalışmak lazım. Şu andan İtİbaren… kalıcı değişiklikler yapmalı. Müzİk benİ… kendine aşık eder. TV… berbat. Ben hİç… baba olamayacağım. Rüyalarım… çoğu zaman gerçek gibi. Rahatlamak İçİn… uyurum. yemek yapmakta… Başarısızım. Para… olsa da plak alsak! Para vermeyeceğİm şey… Serdar Ortaç. Vücudumda en çok… köprücük kemiklerimi seviyorum. Eğer bİr erkek olsaydım… futbol oynardım. İstanbul… Bu saatten sonra iflah olmaz.
cover
natural BORN STAR SKY FERREIRA Bu ay İngiltere Pop Chart’a bir numaradan giriyoruz. Listede One şarkısıyla bir numaraya aday, oturduğunda da kalkmaya pek niyeti olmayacak kapak güzelimiz Sky Ferreira’yı da arkamıza aldık, tam gaz yol alıyoruz. Kapak röportajında da, direksiyonu, Sky ile yakın arkadaş oldukları için emin ellere teslim ettiğimizi düşündüğümüz The Misshapes’ten Greg Krelenstein’a bıraktık.Biz de arkaya sıkıştık. East Village’daki Thompskins Square Park’a vardığımızda üzerlerinden bir moda haftası ve Toronto Film Festivali geçmiş olsa da Greg ve Sky çimlere yayılıp hayatı konuşmaya daldılar. Dünya küçükse New York daha da küçük. Tam Lilly Donaldson’dan bahsederlerken arkalarından Lilly geçiyor. Şehir New York bile olsa, biri hakkında konuşurken etrafa dikkat edilmesi gerektiğini anladılar. O gün de herkes parka düşmüş... Röportaj sırasında, parkta köpeğini gezdiren ve New York’ta kendisine İstanbul’dan sorumlu olacağı bir büro açmayı düşündüğümüz Leigh Lezark buluşmanın XOXO için gerçekleştiğini öğrenince İstanbul’a selam yollamayı ihmal etmedi. Lafı uzatmayalım, siz kemerlerinizi bağlayın. Biz disk-çalara bu kez Sky Ferreira’nın yeni single’ı Obsession’ı yerleştirdik bile.
photographer julia soler production & styling sanem gök, kevin tekinel photographer assistant vanessa ceia hair artist hiroko yanoh make-up artist mariko
cover
trençkot shipley & halmos etek timo weiland yüzük repossi
Greg K - Merhaba Sky, çekim nasıldı? Sky Ferreira - Çok güzeldi, ama ortasında yağmur yağmaya başladı. Greg K - Tüm istediklerinizi çekebildiniz mi ? SKY FERREIRA - Evet, en azından kafamızdakiler gerçekleşti ama sürprizlere fırsat olmadı. Greg K - Bir dergiye kapak olmak nasıl bir duygu? SKY FERREIRA - Bayağı havalı, diğer taraftan da biraz garip. Çünkü yaptığınız şeyi insanlara çok fazla anlatamıyorsunuz. Yani, ‘Bu arada, gidip kapak olduğum dergiyi alsanıza’ demek garip oluyor. Greg K - Evet bayağı garip olur… SKY FERREIRA - Çok da can sıkıcı ayrıca. Bu durum hava atmadan nasıl anlatılabilir ki! Greg K - İlk kapak olduğun dergi hangisiydi? SKY FERREIRA - Jalouse! Greg K - Olmadan önce birilerine bahsetmiş miydin peki? SKY FERREIRA - Tweetlemiştim. Yaptığım her şey hakkında Twitter’a yazıp çizmek zorundayım zaten. Tıpkı bugünkü parçam gibi. Greg K - Tüm tweetlerini kendin mi atıyorsun? SKY FERREIRA - Elbette!
[
Greg K - Kişisel konulara giriyor musun peki? SKY FERREIRA - Hayır, benim için bu sadece işimin bir parçası çünkü. Twitter’ın kişisel kullanımına hiç sıcak bakmıyorum! Greg K - Kesinlikle doğru. Ben de bir sayfa açmayı düşünüyorum artık. Çok geziyor musun ? SKY FERREIRA - Evet. Bu yaşam tarzı hoşuma gidiyor. Ama gezmek kadar evde olmayı da çok seviyorum. Sorunum bir yandan da bu; evimi çabuk özlüyorum. Greg K - Ben New York’tan uzun süre ayrı kalmaya dayanamıyorum… SKY FERREIRA - Ben de! Ailemi de özlüyorum zaten. Greg K - Ailen kariyerine ne kadar dahil oluyor? SKY FERREIRA - Annem, bu hep güldüğümüz, eğlendiğimiz sahnede olmayı seven biri değil. Daha çok para işlerine ve genel yönetime bakıyor. Küçükken çok daha fazla her şeyin içindeydi. Greg K - Şu an, müzik endüstrisi hakkında en sevdiğin ve sevmediğin şeyler ne? SKY FERREIRA - Gün geçtikçe daha çok kadının bu piyasada olması çok hoşuma gidiyor. Müzik dünyasının sevmediğim taraflarından biri ise her şeyin sonunda sekse bağlanması. Eh,
ama bunu tartışmayacağım! Gerçi yine de ‘sivrilen’ birçok kadın var. Greg K - Lady Gaga’ya ne diyorsun? SKY FERREIRA - Kesinlikle yardımı oldu. Şimdi herkes daha çılgın olmak istiyor, ama bu hiç benim tarzım değil. Ayrıca dezavantajı da var; Lady Gaga ve Katy Perry olmaya çalışan bir sürü kadın ortaya çıkınca bu durumun da bir anlamı kalmayacak. Sanki daha da çok ilgi çekmeye çalışmak zorunluymuş gibi… Bunu gayet sıkıcı buluyorum. Greg K - Gerçekten Bloodshy’a Myspace’ten mesaj yolladın mı? SKY FERREIRA - Evet ve hemen bir hafta sonra imza attık. ‘İlk sanatçım olmak ister misin?’ deyince ben de ‘Tamam!’ dedim. Greg K - Hızlı bir giriş yapmışsınız ama gayet iyi ilerlemişsiniz. Single’ın ‘One’, UK Pop listlerinde bir numaraya aday. Hikayesi ne? SKY FERREIRA - Bir buçuk yıl önce, Stockholm’de, bence İsveç’in Katy Perry’si olan Mary Bergman, Bloodshy ve Magnus’la buluştum. Cool, ama çok sade bir şey yapmak, aynı zamanda hoş ve feminen olmak istedim. Melodi olarak bunu seçtim, çünkü çok belirgin olmasını istemiyordum. Sözleri dinleyince, sırf içinde robot geçiyor diye, herkes parçanın bir robot hakkında olduğunu zannediyor. Belki size
komik gelecek ama hiç alakası yok. Asıl anlatmak istediği, bir ilişki içinde olmak ve ihmal edilme durumları. Bu noktada, diğer insanı memnun etmeye çalışırsın ve bir nevi hissizleşirsin, bunu anlatıyor. Greg K - Çok melankolikmiş… SKY FERREIRA - Evet, kesinlikle. Greg K - Albüm ne zaman çıkıyor? SKY FERREIRA - Kasımda Avrupa’da, 11 Ocak’ta ABD’de çıkıyor. Yani, 1.11.11… Greg K - Tesadüf olduğunu umuyorum! SKY FERREIRA - Evet. Greg K - Artık biraz moda konuşalım. Stilini nasıl tanımlarsın? SKY FERREIRA - Sanırım gayet rahat. Yani olabildiğim her fırsatta. Greg K - Uzun süredir mi böyle? SKY FERREIRA - Az çok evet. Elbette daha olgunlaştı, ama ortaokuldan beri aynı tarz çevresinde dolanıyorum! ‘Oğlan gibi’ diyemeyeceğim ama çok da akımların peşinden gitmediği aşikar. Omuzlarımda dev vatkalar ve her yerimde payetler yok! Gördüğün üzere, favorim çizgili tasarımlar. Boy olarak, kısa giymeyi de çok seviyorum. Uzun olduğumdan değil, uzun kıyafetleri sevmediğimden.
Şimdi herkes, Lady Gaga’yı görüp daha çılgın olmak istiyor. İlgi çekmeye çalışmak zorunluymuş gibi… Hiç benim tarzım değil. Bunu gayet sıkıcı buluyorum.
[
aksesuar veronica moore / antony todd tiล รถrt ACNE
Greg K Ama şovların arttıkça, tarzın da değişiyordur… SKY FERREIRA - Evet. O zaman üstümde daha fazla şey taşımaya gayret ediyorum. Bazen de hiç önemsemiyorum. Mesela, geçen hafta Jeremy Scott’ın şovuna giderken üstümü takside değiştirdim. Greg K - Jeremy’ye ait bir şey miydi? SKY FERREIRA - Hayır, Lyz’inkilerden (Obesity and Speed). O da gelecekti. Fazla uyumuşum. Takside arayıp bana bir şeyler getirmesini istedim. Umrumda değildi, zaten 10 dakika önce uyanmıştım! Greg K - Şu an favorilerin kim peki? SKY FERREIRA - Proenza! Sade, cool ve çok avangard değil. Özellikle eteklerini ve elbiselerini seviyorum. Greg K - Aslında evet, fazlasıyla grunge bir tarzı var. Seni, jeanler ve atletle gezerken de görüyorum, son derece şık elbiseler içinde de… İkisini de kaldırabilen bir duruşun var. Sanki ‘küçük bir orospu’ gibi! SKY FERREIRA - Kesinlikle, küçük orospu!... Hahaha! Greg K - İşte küçük bir Courtney Love! SKY FERREIRA - Evet, ama müziğine bayıldığım söylenemez.
[
Greg K - Şu an moda dünyasında yakından takip ettiğin biri var mı? SKY FERREIRA - Sevdiğim modeller var. Natalia Vodianova’yı 13 yaşımdan beri takip ediyorum. Yüzü mükemmel, son derece çocuksu görünüyor ve gerçekten yumuşak hatları var. Abbey Lee de iyi. Geçen hafta onu Anna Sui için podyuma çıktığında gördüm ve öldüm! Bu yıl NY Fashion Week’te fazla süpermodel olmadığı için görmeyi ummuyordum. Birçok tasarımcı yeni yüzleri, internet modellerini kullandı. Greg K - Evet ama Calvin Klein bayağı büyük isimlerle çalıştı… SKY FERREIRA - Büyük bir şov yapıyorsan, elbette büyük isimlerle çalışacaksın! Ah, bir de Freja’yı gördüm. Greg K - Stil danışmanıyla çalışıyor musun? SKY FERREIRA - Videolarımda ve bazen de büyük etkinliklerde evet. En çok Scott Robert Clark ile çalışmayı seviyorum. ‘One’ videosunda ve albüm kapağında yine onunla çalıştık. Londra’da yaşıyor. Greg K - Albüm kapağını da çektiniz yani… SKY FERREIRA - Evet! Albert Watson çekti. Onunla çalışmayı seçmek pek tipik bir hareket değildi. Birçok insan benim gibi bir tipin Terry ya da Ryan gibi bir
isimle çalışmasını bekliyor ama ben fotoğrafların daha ikonik olmasını ve 1990’ları yansıtmasını tercih ettim. Watson, Kate Moss’u 18. doğum gününde çekmişti, o işine bayılıyorum. Bence fotoğraflar beni çok iyi ifade ediyor; ne fazla cool ne de aşırı sivri. Greg K - Sivrilmek demişken, Purple Magazine’nin son sayısında da varsın. Andre’yle nasıl tanıştın, fotoğrafları kim çekti? SKY FERREIRA - Purple’da soyunmayan bir tek ben kaldım! Çok denediler ama… Birçok kıyafete de ‘hayır’ dedim. Çünkü bana göre fazla avangard kaldılar. Mesela, payetli bir elbise düşünün; bir memesi açıkta, diğer tarafında omuzunda vatkalar vardı. Neyse… Andre’yle Jalouse için kapak çekimi yapılırken tanıştım. Benden New York’ta, Standart Hotel’deki yeni kulübü Le Bain’in, açılışında sahne almamı istediğinde birbirimizi daha yakından tanıma fırsatımız oldu. Çok az zamanımız olmasına rağmen iyi iş çıkardık. Greg K - Sahnede olmayı seviyor musun? Sevmediğin yanları neler? SKY FERREIRA - Sahnedeyken seviyorum diyelim. Ama şovlardan sonra çok sinirli oluyorum. Çok garip, gözüm hiçbir şey görmüyor. Bunu yeni huy edindim! Ah, bir de sahnede, tanıdığım insanların karşısında olmayı çok sevdiğimi
söyleyemem. Ayrıca ‘moda etkinliklerini’ de hiç sevmiyorum. Moda dünyasındakiler canlı performanslara nasıl tepki vereceklerini bilmiyor gibiler. Bu yüzden genelde benim için hayal kırıklığı oluyor. Sana bir örnek vereyim; geçen hafta bir moda etkinliğindeydim ve sahneye çıktığımda iki kızın, ‘Aaa, ne kadar da yanlış styling olmuş’ dediklerini duydum. Hahaha!!! Greg K - Bugünlerde sana kendini iyi hissetiren şeyler ne? Kulüpler, arkadaşlar, sevgilin belki? SKY FERREIRA - Uyku! Greg K - Şu anda da uykun var mı? SKY FERREIRA - Bu hafta iyiyim. Hatta fazla uyudum. Greg K - Yeni takıntın ne peki? SKY FERREIRA - Aloe vera suyu! Greg K - XOXO sana ne ifade ediyor? SKY FERREIRA - Hımm… Hugs and kisses? Greg K - Bu kelimeyi çok kullanıyor musun? SKY FERREIRA - Pek sayılmaz.
Moda etkinliklerini hiç sevmiyorum. Moda dünyasındakiler canlı performanslara nasıl tepki vereceklerini bilmiyor gibiler. Bu yüzden genelde benim için hayal kırıklığı oluyor.
[
Elbise opening ceremony ayakkab覺 prada aksesuar alexander wang & repossi
Boşlukları doldurabilir misin? Michael Jackson… Gelmiş geçmiş en büyük pop yıldızı En son satın aldığın şey… Aloe vera suyu Karda yürüseydİn… Flip flop giymezdim! Güzellik sırların ... Bolca duş almak ve yüzümü yıkamayı hatırlamak. MIA… Denince aklıma ‘jungle’ baskılar geliyor. Lady Gaga… Omuzlardaki vatkalardan ibaret En büyük gİzlİ zevkİn … Peynirler
tiĹ&#x;Ăśrt alexander wang pantalon - diane von furstenberg
fotoÄ&#x;raf franz bodelschwingh
SCISSOR SISTERS DIE ANTWOORD CHILLY GONZALES UFFIE
music,
röportaj ruşen inceoğlu fotoğraf david sherry
SCISSOR SISTERS: Pop’a tam gaz Hayranlarının büyük bir çoğunluğu tebadan olsa da çok önemli isimlerin dilinden düşmeyen, albümlerindeki ortak çalışmalar için sıra beklemekten çok bekletmeyi seven, gay-disco hit makinesi Scissor Sisters çok nadir şahit olabildiğimiz röportajlarından biriyle ve özel fotoğraflarıyla karşınızda.
XOXO - Alo? SCISSOR SISTERS - Evet.
çok merak ediyorsan, bir dansçının poposu bu.
XOXO - Alo? Neredesiniz? SCISSOR SISTERS Vancouver’dayız, duyabiliyoruz artık. Sen?
XOXO - İsimlerden gidiyoruz; o zaman hemen Stuart Price’ı da sorayım. Nasıldı? Hala elinde sihirli değnekle gezdiği belli. SCISSOR SISTERS - Biz çok iyi anlaştık. Neden herkesin onunla bu kadar iyi sonuçlar elde ettiğini anladık. Zaten şaşırmayacağımızı biliyorduk.
XOXO - Ok, artık evet. Saat kaç bu arada? SCISSOR SISTERS - Sabah, 10.33. Yeni uyandık tabii. Turnenin de son günü zaten. XOXO - Vancouver sıkıcı mı? Yani aslında New York dışında olmak sıkıcı mı? SCISSOR SISTERS - Yoo, dünyayı gezmeye bayılıyoruz. Tabii, New Yorklular en iyi şehirde yaşadıklarını sanıyor, ama her yer başka. Şu an Türkiye’de olmak istiyoruz mesela; dün bundan bahsediyorduk. Casey anlatıyordu. XOXO - Casey, yakın arkadaşımız. Hatta ilk kapağımızı da onunla yaptık. Oraya geri döneceğim. Albüm kapağınız Robert Mapplethorpe’un fotoğraflarından biri. Fikir kimden çıktı? Sizi gayet iyi anlatıyor! SCISSOR SISTERS - Robert Mapplethorpe, şahane bir sanatçı. Uzun süredir onun fotoğraflarını kullanmak istiyorduk, fakat hangisinin olacağına karar veremiyorduk. En iyisini sona saklamışız farkında olmadan. XOXO - Peki bu kimin poposu? SCISSOR SISTERS - Albüm kapağında bir popo kullanmak istediğimiz için popo bulmak zor olmuyor, özellikle de iyisini! Ama
XOXO - Üstelik, Scissor Sisters tarzına pek dokunmadan yapmış… SCISSOR SISTERS - Zaten sanırız büyüsü de buradan geliyor. Parçaları tam hayal ettiğimiz şekle soktu ve hatta bazen sonuçlar hem onu hem bizi şaşırttı. Özellikle karanlık seslerle bunları yapabildiğimizi görmek çok sevindirici. XOXO - Peki Nite Work’te kişisel favorileriniz ne? Hem müzikal olarak hem de sözleriyle… Bana öyle geliyor ki, sözleri dolayısıyla bazı parçalar size daha fazla şey ifade ediyordur. SCISSOR SISTERS - Hepsi bizim parçamız ama ‘hepsini seviyoruz’ diyemeyeceğiz. Sanırız şu an en çok ‘Invisible Light’ dinliyoruz. XOXO - Pitchfork’ta Matthew Perpetua’nın Invisible Light hakkındaki yazısını gördünüz mü? SCISSOR SISTERS - O kim? Görmüş olabiliriz. Hatırlatır mısın? XOXO - Gay kulüplerinin yeni ‘Thriller’ı diyor… SCISSOR SISTERS - Olabilir. Demek şimdiden efsane olduk.
music
[ XOXO - Peki parçanın sonundaki Ian Mckellen’ın monoloğu bir tesadüf mü? Bir saniye, başka şekilde soracağım: Sözler mi onu seçti, yoksa sözler o geldikten sonra mı ortaya çıktı? SCISSOR SISTERS - Çalıştığımız isimlerin albüm kadar bilinmesi bizim başarımız mı bilemiyoruz ama Ian’dan bahsetmek için doğru zaman. Şöyle oldu: Monoloğu Ian için yazdık, onu sahnede gören herhangi bir kimsede bu ihtiyacın ortaya çıkabileceği fikri bizi çok korkutuyordu. Neyse ki hızlı bir grubuz. Parçanın tümüne hakim süper mutluluk enjeksiyonunu böyle sürepik bir finalle dengelemiş olduk. XOXO - Casey’e geri dönelim? Turnede nasıldı?
SCISSOR SISTERS - Casey’le çok eskiye dayanan bir arkadaşlığımız var. İlk albümde de bunu yapalım diye konuşmuştuk ama takvimlerimiz uyuşmamıştı. Turneye iyi bir enerji kattı. Yeni projesini izleyiciler çok sevdi. Hep bir sürpriz yapıyor zaten. Kesinlikle izlemeniz lazım. XOXO - Kickstarters’ta turneye çıkmak için başlattığı kampanyayı biliyor musunuz? Görünce biz çok şaşırdık, böyle bir site olduğunu bile bilmiyorduk. SCISSOR SISTERS - Biz de ilk defa gördük ve çok iyi bir fikir olduğunu düşünüyoruz. Hatta biz de turneye çıkmasını garantilesin istiyorduk ve kampanyaya katıldık! CD’lerimizi imzalayıp yolladı! Sahnemizi işgal
Casey’le çok eskiye dayanan bir arkadaşlığımız var. Turneye iyi bir enerji kattı.
etmeden de çok güzel bir açılış yapması da teknik ekibimizi mutlu ediyor. XOXO - Yeni turnede sahneniz nasıl? Önceden olduğu gibi yine hiper teknik uygulamalar ve dekorasyon ağırlıklı mı? SCISSOR SISTERS - Tabii ki! Yine bolca ışık oyunu kullandılar. Bu sayede sahnede sekiz kişi olmamıza rağmen dikkati çok iyi topladığımızı gördük. Dekorumuz yine tahrik edici, heyacan verici ve tabii ki benzersiz. Türkiye’ye gelmeliyiz! Ayrıca çok iyi bir ses ekibiyle çalışıyoruz. 23 kişi turluyoruz. XOXO - Albüm satışları nasıl? SCISSOR SISTERS Önemsemiyoruz, çünkü eskisi kadar satmayacak. Suçlusu da illegal downloadlar değil. Kim ne istiyorsa
[
onu yapsın, sonuçta eskisinden çok daha geniş bir kitleye ulaştığımızı bilmek bizi rahatlatıyor. XOXO - Ve moda… Sahne kıyafetlerinizi kim tasarlıyor? SCISSOR SISTERS - Zaldy hazırlıyor, Zaldy Goco. Google’da arayın bilmiyorsanız, tam bir yıldızdır. XOXO - Peki grupta kıyafetlere en çok parayı kim harcıyor? SCISSOR SISTERS - Jake! Ama biz, bilinen markalar yerine kullanıp atabileceğimiz, tarzımızı oluşturacak markaları tercih ediyoruz. Özellikle turne sırasında, -hayatımızın yarısında yani- bu zaten bir mecburiyete dönüşüyor. New York bu tip ucuz, kaliteli ve özellikli tasarımcıların bulunduğu bir cennet. Biliyorsundur zaten. XOXO - Saat kaç oldu? SCISSOR SISTERS - 11.19. Bitiriyor muyuz? XOXO - Bir sorum daha var. SCISSOR SISTERS - Bayağı uzun bir röportaj oldu. XOXO - Hepsini kullanmayız. Fotoğraflarınızı koyunca yer kalmayacaktır. SCISSOR SISTERS - Beğendin mi fotoğrafları? Daha hiç yayınlanmadı bildigimiz kadarıyla, size özel yani. XOXO - Evet, kim çekti? SCISSOR SISTERS - David Sherry. Styling’inin de neredeyse tamamını biz yaptık. XOXO - XOXO desem? SCISSOR SISTERS - ‘Hugs and kisses’ deriz.
music, yazı özlem apaydın fotoğraf clayton cubitt
DIE ANTWOORD: Gerçekliğe hareket çeken Ninjalar Rave-rap dünyası Die Antwoord’un gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyor. Die Antwoord ise onlara yanıtını Aphex Twin’le performans sergileyerek verdi bile.
Die Antwoord’u, yani Afrika dilindeki “yanıt”ı anlamaya çalışmak için önce Zef Side videolarını izlemek gerek. Dark Side of the Moon baskılı şortuyla Ninja adında bir adam, 15 yaşında bir kız bedenine sahip Yo-Landi Vi$$er adında küfürbaz bir dişi ve hiç sesi çıkmayan koca ayak DJ Hi-Tek… Mahallede kendilerini ve müziklerini anlatıyorlar. Ardından Ninja’ya giriş yapmak için bir klip iyi gider: Enter The Ninja. Altın dişli Ninja ekranda konuşuyor: “Güney Afrika’da birçok kültür var: Siyah, beyaz, melez, İngiliz, Afrikalı, Xhosa, Zulu, Watookal… Tüm bu farklı insanlar, şimdi tek bir vücut oluyor.” Ardından farelerle dolu bir oda, Yo-Landi ile ufak çapta bir lise öğrencisi fantezisi, Ying Yang sembolleri, grafik çizimler, dünyanın bilinen en yaşlı progeria hastası olan Güney Afrikalı sanatçı Leon Botha, Barbie Girl dehaları Aqua’nın Butterfly’ına gönderme yapan nakaratlar… Die Antwoord’un baş kahramanı Ninja, aslında çok da yabancı olmayan bir isim. 1990’ların sonunda, Güney Afrika’nın Cypress Hill’e cevabı olarak bilinen The Original Evergreens’deki Waddy Jones Ninja’nın ta kendisi. Hatta 2000’li yıllarda yine takım elbiseli hip hop topluluğu MaxNormal.tv’nin kurucusu Max Normal da Ninja’nın geçmişteki diğer kimliği. Ve hatta bir gelecek masalını konu alan The Constructus Corporation’ın The Ziggurat konsept albümünde
de sesini binbir karakterde dinlediğimiz adam yine Jones. Ve şimdi Die Antwoord’da Ninja kimliyle ortaya çıkıyor; üstelik sınırlarını geçip, denizleri aşarak. Die Antwoord’un alaycı tavırları ve Ninja’nın diğer kimliklerinin yüzeye vurması internet müzik camiasında sansasyonu başlatıyor: “Die Antwoord gerçek mi, yoksa bir kurmacadan mı ibaret?” Onun, Güney Afrika’nın Ali G’si gibi bir şov olduğunu iddia edenler, Hatta Ninja’nın bir Jagermeister projesi, Zef’in de Die Antwoord’un para birimi olduğunu öne sürenler oldu (Jones’un katkıda bulunduğu Zef kültürünü anlatan web sitesi ‘Wat Kyk Jy?’ Jagermaister logosu ile açılıyor)… Kimi müzik yazarları ise Beyoncé’nin Sasha Fierce’ı, Eminem’in Slim Shady’si olduğu gibi Jones’un da Ninja olarak alter egosunun var olabileceğini ve bunun bir oyun olmadığını savunuyordu. Ninja’nın tüm bu sansasyona yanıtı ise çok basit: “Ninja bir şov karakteri veya alter ego değil; sadece benim biraz abartılmış bir versiyonum.” MaxNormal.tv onun için bir tecrübe tadındaydı, Die Antwoord ise bir keşif. Onu senelerdir karanlıkta beklemekte olan Zef ruhunu ortaya çıkaran içsel bir keşif… Peki nedir Zef? Kelimenin sözlük karşılığı “sıradan”. Yani alt kültürün tanımıyla mavi göz farı, eski püskü bir Ford Cortina, kuvvetli bir müzik sistemi, yüksek belli tayt, rengi açılmış saç demek Zef. Ya da Cape Town’da vuku bulan Zef, rap’in en meşhur ismi Jack
Parrow’un deyimiyle, “Havalı gibi bir şey, ya da havalının tamamen zıttı.” Az önce Jagermeister meselesinde adı geçen ‘Wat Kyk Jy?’ (Zef argosunda “Ne bakıyorsun?” demek) interweb’inde (Die Antwoord deyimiyle internet sitesinde) tüm bu Zef kültürünü ve argo sözlüğünü bulmak mümkün. Ya da Cape Flats’i ziyaret edip birebir yaşamak da... Die Antwoord, “bir sonraki seviyede” konumlandırdığı müziğini Zef rap-rave olarak tanımlıyor. İlk mp3 albümlerini 2009’da, DJ Hi-Tek’in evindeki bilgisayarında kendileri hazırlıyorlar. İlham kaynakları ise Cape Town’un bangır bangır rave çalan taksileri. Felsefeleri ise, “daha hızlı kullan ve müziğin sesini aç!” Wat Kyk Jy? parçalarından bu mesajları almak mümkün. 14 parçadan oluşan ilk albüm $O$’in ardından Interscope ve Cherrytree ortaklığına girip, ‘5’ adlı EP’lerini temmuz ayında yayınladılar. Ekim’in 15’inde de $O$’in yeniden uyarlanmış versiyonu yine iki plak şirketinin bünyesinden çıkıyor. Ninja’nın İngilizce ve Afrikan füzyonuna katılmış zef argolu satirist sözleri, DJ Hi-Tek’in synth ağırlıklı beat’leri, Yo-Landi’nin edepsiz çocuk sesi Aphex Twin’in dikkatini çekti bile. İki ekip geçtiğimiz ay London Electric Dance Festivali’nde birlikte performans sergilediler. Ninja, bir sonraki albümleri Ten$ion’ın hazırlıklarını yaptıklarını; yeni albümde daha çok Güney Afrikalı tur rehberleri gibi rap yapacaklarını söylüyor. Yani yüzde 95 İngilizce…
65
Oakley gözlüklü Ninja, kendini ileride, EMI ve Interscope onun ruhu için pazarlık ederken görüyor. Ama Die Antwoord’un Güney Afrika’dan taşınma gibi bir niyeti hiç yok. Olmazsa olmaz YoLandi, ondan “yanlışlıkla” olan çocuğu, besledikleri iki fareleri (Jing ve Jang) ve uçak fobisi olan Hi-Tek ile Johannesburg’da mutlu mesut yaşamına devam etmekten ve topluluğun hikayesini anlatan The Answer filmini çekmekten yana. Film konusunda o kadar ciddiler ki, David Fincher’dan Yo-Landi’ye gelen Ejderha Dövmeli Kız rolünü bile reddetmişler. Ninja, çok yakın bir zamanda elimizde patlamış mısırlarla kolamızı içerken onların filmini seyredeceğimizi söylüyor.
music, yazı sarper durmuş fotoğraf bob
Chilly Gonzales: Avrupa gibi adam Kanadalı müzik adamı Gonzales’in ismi her duyulduğunda farklı bir karakterle beliriyor ya da ana karakterinin farklı bir yönünü gösteriyor. Evet, Chilly Gonzales ismi bazılarına ilk etapta bir rapper’ı anımsatsa da kimilerinin aklında soft rock ve klasik müzikle uğraşmış biri olarak beliriveriyor.
Son yıllarda Berlin’den sıkılıp Paris’e yerleşen şantör/piyanist, bu aralar Feist’in yeni albümünün kaydıyla meşgul. Feist bir buçuk milyon satan albümü ‘The Reminder’ı da yine Gonzales’le birlikte yapmış ve albüm ‘En İyi Prodüktör’ ve ‘Yılın Albümü’ dallarında Grammy’e aday gösterilmişti. Gonzales -heralde biraz da bu büyük başarıyla dalga geçmek adına- Mocky, Peaches, Jamie Lidell, Feist gibilerinin albümleri için oturduğu prodüktörlük koltuğundan yola çıkarak “Superproducer” isminde, hit peşinde koşan, çalıştığı isimlere stüdyoyu dar eden hayali bir prodüktör karakteri de yarattı. Son albümü ‘Ivory Tower’ ise onun en büyük kişisel projesi
gibi gözüküyor. Avrupalı piano melodilerinin sürüklediği bu pop albümünün müzikal alandaki iş yükünü Boys Noize alırken Gonzales de albümle birlikte yayınlanan uzun metrajlı bir film gerçekleştirdi. Chilly’nin electro yıldızları Tiga ve Peaches ile başrolü paylaştığı bu film, ‘8 Miles’la ‘Rocky’nin satranç üzerine olan bir hibridi gibiyken albümdeki electro baladlarını süsleyen sözler (‘I Am Europe’ ve ‘The Grudge’a özellikle dikkat) zekice ve oldukça komikler. SARPER - Yeni albümün ‘Ivory Tower’ ve albümle aynı isimdeki uzun metrajlı filmin geçen ay nihayet halkla buluştu. Senin için işler yolunda gidiyor mu?
CHILLY G. - Bir film yapmak, sonu gelmeyen tavizler, eldeki para ve enerjinin nasıl harcanacağı konusunda alınması gereken zor kararlarla dolu bir süreç. Askeri bir operasyonmuş gibi planlama yapmak gerekiyormuş, bunu öğrendim. Şimdilik ise her şey iyi gidiyor. SARPER - Superproducer adı altında, farklı dallardaki isimlere prodüksiyon desteği veriyorsun. Bir stüdyo gurusu olarak nasıl oldu da başka bir prodüktörün yönetiminde ‘Ivory Tower’ı kaydedebildin? CHILLY G. - Belki de bir prodüktör olma kabusunu oynamış olmam, Boys Noize gibi müzikal bir dahiyi olduğu gibi mix’in başına
yeniden eklendi çünkü Google aramaları Chilly Gonzales olarak yapıldığında işler kolaylaşıyor. SARPER - Peki bize şu yeni sinema filminden bahseder misin? Filmde neler oluyor, ne zaman izleyebileceğiz? CHILLY G. - Aynı kadına (Peaches) aşık olan iki kardeş satranç oyuncusunu (ben ve Tiga) konu alan varoluşçu bir spor komedisi. Film yavaş yavaş bağımsız merkezlerde gösteriliyor, tepkiler ise cesaretlendirici. Umarım yakında Türkiye’de de gösterilir! İstersen çevirisini de sen yaparsın. SARPER - Dört yaşındayken yaptığın en önemli şey neydi? CHILLY G. - Dedemden piano çalmayı öğreniyordum.
oturtmamı sağlamış olabilir. Ayrıca albümü bu kadar marifetli ellere teslim etmek bana uzun metrajlı bir film prodüksiyonunu yönetebilme enerjisini ve zamanını da vermiş oldu. SARPER - 2004’te çıkardığın vokalsiz ‘Solo Piano’ albümü duygu dolu bir lo-fi atmosfer sunuyordu. Yeni albümdeki vokal kullanımı ve pop duygusu Kitty-Yo yıllarındaki Chilly Gonzales’in geri döndüğü izlenimini veriyor. Sana yeniden ‘Chilly’ diye mi hitap etmeliyiz? CHILLY G. - Aslında hiçbir yere gitmiyorum! Bazen kişilik kendini öne çıkarıyor, bazen de yalnızca müzik. Chilly ismime
SARPER - Dokuzundayken? CHILLY G. - Çizgi romanların sıra dışı olmak konusunda bana ilham verdiği bir dönemden geçiyordum. SARPER - On iki yaş civarı? CHILLY G. - Ağabeyimle birlikte Newton Talks isimli bir gruptaydım ve orada davul çalıyordum. SARPER - Kaç tane pasaportun var? CHILLY G. - Kanada ve Fransa olmak üzere iki tane. SARPER - Duyduğumuza göre resmi olarak ismini değiştirmişsin. İleride bir isim değişikliğine daha gitmen mümkün mü? CHILLY G. - Chilly Gonzales markası zarar görürse ya da onu taze tutmayı başaramasam kişiliğimi tamamen
elden geçirebilirim. Şu anda Gonzales markasını uzun vadeye yayarak oluşturmanın peşindeyim. Yani yakın zamanda bir isim değişikliğine daha gitmem söz konusu değil. SARPER - Erol Alkan, Jamie Lidell, Mocky, Feist, Tiga ve Peaches’ı da içeren geniş bir kanka listen var. Hepsini nasıl kontrol altında tutabiliyorsun? CHILLY G. - Tabii ki SMS ve Twitter ile. Onlar benim ailem ve ister istemez hiç iletişim kurmadığımız dönemler de oluyor. Ama bir backstage’de ya da bir otel odasında yeniden görüştüğümüzde her şey çabucak eski sıcaklığına geri dönüyor. SARPER - En uzun solo piano performansını sergileyerek bu alandaki Guinnes Dünya Rekoru’nu elinde bulundururken bir taraftan da hip hop yapmaya devam ediyorsun. Sana bir hip hop süperstarı olarak mı yoksa bir piano maestrosu olarak mı yaklaşmalıyız? CHILLY G. - Yaptığım şeylerin hepsini ayrı ayrı seviyorum! Rekoru ise üzerimde baskı yaratmak için kırdım. İçimdeki en iyi Gonzales’i açığa çıkarmış oldum. MC’lik yapmama gelecek olursak... Ben yalnızca insanları eğlendirmeye çalışıyorum ve hep söylediğim gibi; ‘Rapper değilim, yalnızca çok konuşuyorum.’ SARPER - Lütfen nazikliği bir süreliğine kenara bırak ve bu aralar dinlediğin en kötü yeni albümün ismini paylaş! CHILLY G. - Çok zor! Karar vermem güç olacak, çünkü bu aralar çıkan
albümlerin hemen hepsi çok kötü. SARPER - Hip hop dünyasındaki pimp anlayışını çok tutmadığını düşünüyorduk ama mixtape’in ‘Pianist Envy’de Beyoncé ve 50 Cent gibilerinin sample’larına yer vermişsin... CHILLY G. - Pimp anlayışından hoşlanmıyorum diye bir şey söz konusu değil. Kapitalist intikam fantezisine bir örnek daha! Bu anlayış zaten mevcut ve onunla savaşmamın bir anlamı yok. Ben sadece müzisyenlerin pimp’lik değil de fahişelik yaptıklarına daha çok inanıyorum. Bir şarkımda da şöyle demiştim zaten: ‘I can be a pimp and a whore at the same time.’ SARPER - Claude Debussy mi yoksa Erik Satie mi? CHILLY G. - Satie. Debussy benim zevkime göre çok ağır. Fransız bir Wagner gibi. Satie’de ise günümüz için bile hala ilerici diyebileceğimiz fütürist bir tavır var. SARPER - Senin şu Superproducer personanın prodüksiyon yetilerine en çok kimin ihtiyacı var? Ricardo Villalobos’un mu yoksa Matthew Herbert’ın mı? CHILLY G. - Matthew Herbert’ın biraz sigara içip rahatlaması gerekiyor. Ama Superproducer insanlara prodüktörlük yaparken içine bürünmek istediğim fantezi ürünü bir karakter. Gerçekte insanlarla karşı karşıya gelen ya da kendine güveni çok yüksek olan birisi değilim. Ama içinizden gelmediği sürece bir role inandırıcılık katmanız da pek mümkün değil gibi.
music, yazı pınar üzeltüzenci fotoğraflar ysa perez
electro-clash’e kadar en güncel dans hissiyatlarıyla birleşerek Uffie’ye üzerinde istediği kadar zıplamasına imkan veren bir atmosfer oluşturuyor.
Uffie: Mesleği: Eğlenmek Ailesinin işleri nedeniyle göçebe hayatı yaşayan Uffie’nin aşkla başlayan müzik kariyerinin beklenen albümüne üç yıl sonra kavuştuk.
2007 yılının dans şampiyonu Ed Banger plak şirketiyse, zamanında Miss Kittin’ın güzelliği ve karizmasıyla yaptığına benzer bir yıkımı da, neredeyse onun yarı yaşında olan Uffie isimli bir dilber gerçekleştirmişti. 23 yaşına henüz basan Anna-Catherine Hartley, birkaç sene öncesine kadar herhangi bir Miamili sıradan bir genç kızdan farksızken birdenbire dünyayı dolaşıp erkekleri mest eden, kadınları kıskançlıktan çatır çatır çatlatan bir kulüp bebeğine dönüşmüştü. Miami doğumlu olan ama çocukluğunu, babasının mesleği yüzünden Hong Kong’dan Filipinler’e kadar uzanan geniş bir hatta, göçebe hayatı yaşayarak sürdüren Uffie’nin müzik kariyeri, organize ettiği bir partiye DJ Feadz’i çağırmasıyla
başlıyor. Daha sonra ikili arasında aşk tohumları atılıyor ve beraberlikleri iki yılı doldurunca da akıllarına birlikte müzik yapma fikri düşüyor. Ne plak şirketi ne bir şey, “elde var Myspace” diyerek Uffie’ye bir profil sayfası alıyorlar ve ortalık hareketlenmeye başlıyor. Uffie’nin marifeti, kırık dökük electro beat’ler üzerine döktürdüğü yarı çocuksu, yarı didaktik, yarı masum “party bitch” havasındaki vokalleri. Onun yaptığına şarkı söylemek denemiyor; daha ziyade şımarık bir şekilde, sıkıcı bir ders kitabından alıntılar yaparak dersi eğlenceli hale getirmek ister gibi tınlıyor. Arka planda, bol gürültülü ve karmaşık bir fırtına esiyor. Distorize tonlar ve kirli melodiler; hip hop’tan
Güzel yüzü, kılık kıyafetleri, şımarık vokalleri ve “şeytan tüyü” sayesinde Uffie, Myspace’te anında hatırı sayılır bir kitlenin dikkatini çekmişti. İlk single’ı ‘Pop the Clock’, Ed Banger’dan yayınlandığı zaman, hem şarkının kendisi, hem de B tarafındaki Ready to Uff, electro ve hip hop karması yapılarıyla anında dans pisti favorilerinden biri haline gelmişti. Sonrasında gelen Hot Chick ve In Charge da en az öncekiler kadar meşhur oldu. Üzerine de Feadz’le yaptıkları canlı performanslarının dillere destanlığı eklenince Uffie “clubbing’in Lindsay Lohan’ı” misali bir mitin de baş kahramanı haline dönüştü. Justice’in ‘Cross’ albümünde de bir parçada arz-ı endam eden Uffie’nin ilk albümü ise yaklaşık iki senedir “ha çıktı ha çıkacak”. Bir olaylar oldu, bu karambol arasında unutuldu. Ed Banger yavaş yavaş popülerliğini kaybetti, albüm çıkamadı ve kimse de nedense merak etmedi. Normal olarak, zaman da müzik de değişti. Ve en sonunda geçenlerde Uffie’nin üç yıldır beklenen ilk albümü raflarda yerini aldı. Gerçi artık ne Ed Banger o kadar hip, ne de kızcağızın bıraktığı coşkulu etki o kadar güçlü; ama güzelliği ve sempatikliğiyle aynı coşkuyu yeniden yaratamayacak diye bir şey yok.
Fakat Uffie, şimdi Elektra şirketinden en sonunda piyasaya sürülen ilk albümünde de kimsenin onu merak etmemesini hiç sallamamış gibi görünüyor. ‘Sex Dreams and Denim Jeans’ adını taşıyan albümde, prodüktör masasında Feadz, Mr. Oizo, Mirwais ve SebastiAn bulunuyor. Toplam 15 şarkının iki tanesinde de önemli konuk sanatçılar yer alıyor: Pharrell Williams ve The Rapture grubundan Mattie Safer. Şarkıların Uffie’nin ilk çıkış yaptığı zamanki atmosfere sıkışıp kalmaları nedeniyle doğal olarak eski ve aslında yeni oldukları halde, geçmişten çıkıp gelmişler gibi tınlaması, albümü biraz sıkıcı hale sokuyor. Sanki albüm, 2007 yılında yapılmış ve o günden bugüne raflarda beklemiş gibi... Bu olumsuzluklara rağmen Uffie’nin heyecanlı ve renkli imajı değişmiyor ve burada asıl mevzunun “pop yıldızlığı” olduğunu hatırlatarak günü kurtarıyor. Yaz bitti, sonbahar sessizliğinde bir umut, albüm, hoş bir reklam fonu müziğiymiş gibi dinlendiğinde belki birkaç hit çıkarabilir ama daha fazlası için bu işin yeterli olmayacağını da kabullenmek gerek.
69
music LP’s
The Walkmen
Panda Bear
New York’un 2000’lerde üzerimize üzerimize fırlattığı garaj-rock reankarnasyonu grupları arasından yeşeren, ama her daim içine kapanıklıkları ve samimi halleriyle de o hattan sıyrılan The Walkmen’in beşinci albümleri ‘Lisbon’, grubun git gide sindirdiği bir sound’un da en olgun ve basitçe en gösterişli halini ihtiva ediyor. The Walkmen’in şarkılarındaki referansların somutluğu (yerler, şehirler, hikayeler, kişiler), grubun müziğine de mecazi bir dokunulabilirlik niteliği veriyor. Lisbon’da şarkıların düzenlemeleri bir önceki ‘You and Me’ albümüne benzer şekilde hafiflemiş, enstrüman kullanımında ekonomik davranılmış, hem müzikal hem de liriksel açıdan önceki albümleri kadar aceleci değil, hikayeyi sindire sindire anlatma yolunda ilerliyor. Şarkılar hem kendi içlerinde, hem de albüm genelinde, Lisbon isimli filmin hikayesinin giriş gelişme ve sonucuca uygun bir şekilde sıralanmış; dinleyeni hazırlayarak doruğa ulaşıyor ve yavaş yavaş uykuya dalar gibi de aradan çekiliyor. Bu düşünceli halleri de Walkmen’le ilgili suratta bir tebessüm bırakıyor.
Animal Collective’in çalışkan adamı Noah Lennox a.k.a Panda Bear, Person Pitch’te uyguladığı sistemi, dördüncü solo albümü ‘Tomboy’da da uyguluyor. Üç senelik arayı kapatacak olan, çıkış tarihi belirsiz yeni albümü yedirtmeden önce bol ufak atıştırmalıklar sunuyor. Albümün yayınlanma tarihinin belli olmamasının nedeni, Lennox’un bu kez işleri daha ağırdan almak istemesi ve albümü henüz tamamlamamış olması. İşte bu, ailecek Lizbon’a yerleşmenin ve yavaş yaşam akımının albüme ve işleyişe etkileri. Albümün ilk single serisi ‘Tomboy’, geçtiğimiz temmuz ayında Animal Collective’in plak şirketi Paw Tracks’ten çıktı. Bu single’da yer alan Tomboy ve Slow Motion parçaları bize daha melankolik ve daha elektronik bir albümün yolda olduğunun sinyalini verdi. İkinci seri ‘You Can Count On Me’ ise 18 Ekim’de Domino Records tarafından 500 adet sınırlı kopyayla yayınlanıyor. Single’a ismini veren parça için Domino, “Panda Bear’in kendiyle yaptığı mülayim bir düet” diyor. B yüzü parçası Alsatian ise melankolizmin ta kendisi! Panda Bear’in geçtiğimiz
Lisbon Fat Possun
You Can Count On Me Domino
pınar üzeltüzenci
yaz Primavera, Pitchfork gibi festivallerde çaldığı bu toplamda dört atıştırmalıktan anladığımız yemeğin çok ağır olacağı… Person Pitch’teki neşeli tavır yerini karanlığa ve dramatizme bırakıyor besbelli. Bu arada Lennox albümü romantik bulduğunu da söylüyor. Panda Bear armonileri, ekolar ‘Tomboy’da da kendini göstermeye devam ediyor. Fakat bu kez ritimler daha düz, melodiler daha bastırılmış. Çünkü yeni albümde Lennox bolca gitar kullanmış. ‘Tomboy’un üçüncü single’ı da iki ay içerisinde yayınlanacakmış. Tabii ki tarihi belirsiz; üstelik plak şirketi de. Çünkü Panda Bear Tomboy puzzle’ının parçalarını sadece Paw Tracks’ten değil, Domino, Fat Cat, Kompakt gibi farklı plak şirketlerinden yayınlayacağını söylemişti. Domino’nun üstünü çizdiğimize göre geriye kaldı iki… pınar üeltüzenci
Shit Robot
From the Cradle to the Rave DFA
James Murphy ne yaptı etti, New York gece kulüplerinin köklü DJ’i Marcus Lambkin’i albüm yapmaya ikna etti. ‘1990’ların başında memleketi Dublin’den, loto ödülü
yeşil pasaportunu alıp New York’a yerleşen ve burada meşhur gece kulübü Save the Robots’ta resident DJ’likten, Plant Records ortaklığına ve şehrin en “cool” barı ilan edilen Plant Bar’da düzenlenen Shit Robot partilerine kadar birçok işe imza attı. Bir ortak arkadaş vasıtasıyla tanıştıkları James Murphy ile farklı projelerde iş yaptılar. 2004’te Stuttgart’a yerleşen Lambkin sonunda oturup bir albüm yapmanın vakti geldiğine karar veriyor ve Murphy ile birlikte From the Cradle to the Rave’e girişiyorlar. Gençliğini Belfast’in illegal rave partilerinde ve kulüplerinde geçirmiş bir adam olarak Lambkin’e ilham veren bu eski günler olmuş. Shit Robot’un dokuz parçadan oluşan yeni albümü ‘From the Cradle to the Rave’, old school acid house, disco ve ‘90’lar techno’sunun bir karışımı. Lambkin’in deyimiyle albümde “poppy” bir etki de mevcut. Oldukça fazla vokal var. En büyük sürpriz ise üçüncü parça ‘Losing My Patience’da karşımıza çıkan Hot Chip’ten Alexis Taylor’ın vokali, Al Doyle’ın ufak dokunuşu ve haliyle electro-pop etkisi. Taylor’ın dışında LCD Soundsystem’dan Nancy Whang’ın vokali, The Juan MacLean’in vokal ve gitarı gibi konuklar var. Lambkin’in çok eskilerden süregelen punk ilgisi de bu albümde ‘Simple Things’ ile canlanıyor. Parçaya bu kez Nation of Ulysses’den Ian Svenonius eşlik ediyor. Aynı zamanda albümün içinde Planningtorock’tan Janine ve House of House’tan Saheer Umar gibi isimlerle birliktelikler de var. Son parça ‘Triumph’da Shit Robot’un uzun ve kozmik synth’leri ve James Murphy’nin vokali, retro piano eşliğinde muhteşem bir final yapıyor. emre doğan
Klaxons
Surfing The Void Polydor
Britanyalı genç topluluk Klaxons, genç yaşta başarıyı yakalayabilmiş bir grup. Önceki albümleri Myths of the Near Future listelerde güzel yerlere geldi, birçok single’a kaynak oldu ve dahası bir Mercury Ödülü’ne layık görüldü. Üç senelik sessizliğin ardından, tam da insanlar “Saman alevi gruplarından mıydı acaba?” diye düşünürlerken ağustos ayının sonunda, ‘Surfing the Void’ ile sıkı bir dönüş yaptılar. Klaxons’u herkes birilerine benzetip durma yarışında: Arctic Monkeys, The Rapture, Kasabian, Death From Above 1979 ve Foals sık duyulan isimlerden. Diğer janr yakıştırmaları arasında Nu-Rave, sci-fi punk-funk gibi zorlama tanımlar bulunuyor. Eleştirmenlerin sınıflandırma ve etiketleme saplantısının sonucu bunlar pek tabii. Kirli gitar tonları ve arka planı isabetli bir biçimde dolduran synth ve klavyeler bu grubun sıradan formüllerle müzik üreten bir oluşum olduğu sanrısını yaratsa da, Klaxons’un müziğinde özel ve eşsiz bir şeyler var. Ve bu farklılıkları şıp diye tanımlayıp betimleyemiyorsak eğer, ortaya çıkan ürünün doğru yere gittiğini söylemek gerekir. Surfing The
Void genel hatlarıyla başarılı bir albüm. Şahsen tüm enstrümanların durulup dinginleştiği, davul ve vokalin ön planda kaldığı riff’lerden hazzetmiyorum. Albüm genelinde bu eğilim açıkça hissedilse de parçaların hiçbirine kararlılıkla “kötü” diyemem, değiller çünkü. Alışılmadık melodilerin hakim olduğu, sürpriz notaların ardarda dizildiği, karanlık sularda gezinen parçalar bence daha kıymetli ve bir adım öndeler. Özellikle Venusia, korku filmlerinden fırlamış gibi duran Cypherspeed ve albümün ilk single’ı Flashover bu bağlamda dikkat çekiyor. Öte yandan, Extra Astronomical parçasındaki agresyonu, albüm açılışındaki ‘Echoes’da hissedilen ergen sinirinden daha içten bulduğumu eklemeliyim. Surfing the Void, muhtemelen Klaxons’un kalıcı olduklarını kanıtlayacak ve rüştlerini ispatladıklarının bir nişanesi olarak kayıtlara geçecektir. emre doğan
Superpitcher Kilimanjaro Kompakt
2004 yılı İstanbul gece hayatında ciddi kıpırdanmaların başladığı bir sene oldu. Kaliteli dans müziği popülerleşti ve seçkin isimler
peşi sıra Beyoğlu’nda partiler düzenler oldular. Tam da bu aralar –bana göre- Kompakt altın çağını yaşıyordu. DJ Koze’ler, Tobias Thomas’lar, Michael Mayer’ler ve tabii ki Superpitcher; nam-ı diğer Aksel Schaufler. Superpitcher’ın ilk LP’si ‘Here Comes Love’ o dönemin takıntılı bir biçimde dinlenen albümleri arasına girdi. “Romantik/ Melankolik Alman Teknosu”nun en önemli kalesi Kompakt, ve bu kalenin kadirşinas neferi Aksel o yılların kimi alt kültürlerine bariz bir biçimde yön verdiler. Yaptığı sayısız remix, katılım gösterdiği 6 Speicher (Speicher: Kompakt’ın görece sert ve kulüplerde saat 03.00’ten önce çalınması mümkün olmayan parçaların toplandığı EP’ler), Kompakt Total toplamalarındaki parçaları, Today adında keyifli bir compilation ve birkaç single haricinde, SuperMayer projesinde büyük patron Michael Mayer ile sayısız partide boy gösterdi. Yine de 2004’te Here Comes Love’ı yalayıp yutmuş olanlar bu anı bekliyorlardı: Dans kaygısı olmayan, Superpitcher’ın iç dünyasını anlatan, samimi bir LP. Kilimanjaro’yu ilk dinlediğimde bazı Kaito ya da The Field LP’leri gibi ritmi düşük, dinlemesi güç parçaların ağırlıkta olduğunu sandım; yanılmışım. Albüm muhtemelen Kölner Dom’un heybeti etkisinde kalınarak tasarlanmış gong sesleri ve kilise çanlarını andıran bir ambiyansla başlıyor. Ardından gelen Voodoo isimli parça, dubstep esintileriyle bir giriş yapıyor (Delay efektli Ableton metronom sesi bence biraz fazla iddialı bu arada). Country Boy, Friday Night, Black Magic gibi parçalar albümün tipik “Superpitcher” parçaları ve tam
olmaları gerektikleri gibiler. Rabbits in a Hurry –ki zaten nisan ayında EP olarak dinlemiştik-, Kompakt’ın 2009 ve sonrası perküsyon tutkusuyla (bkz. Matias Aguayo) yoğurulmuş seksi bir parça. Bir de Moon Fever, Give Me My Heart Back, Who Stole the Sun ve Joanna gibi gerçekten mutsuz ve insanı hüzne sürükleyen bir ekip var; bu parçalar sonbaharın kaçınılmaz depresyon dalgalarına tuz-biber olacak gibi duruyor. emre doğan
El Guincho Pop Negro Young Turks
Animal Collective, Panda Bear ve tayfasının kakafoniyle melodiyi iç içe geçiren ses yığınlarının rock’ı ne kadar dönüştürdüğü tartışılır ama onlardan ilham alan Delorean ve El Guincho gibi müzisyenler, son birkaç yıldır dans müziğinde kendilerine çok farklı bir yol açtılar. Afro-latin ritimler ve İspanyolca lirikleri ile yeni ‘El Guincho’ albümü, bir önceki ‘Alegranza’nın olduğu kadar psychedelic bir zihin açıcı işlevi görmese de yine benzersiz şekilde güneşli ve tropik. Indie-rock ruhu, Barselona sahilleri ve samba bir araya geldiğinde nasıl görünür merak edenlere. seda niğbolu
music LP’s
Antony and The Johnsons Swanlights Rough Trade / Secretly Canadian
5 Ekim itibariyle Antony Hegarty dünyaya kalbini iyice açıyor. Düşünün ki, bu dördüncü albüm 2005’teki ‘I’m a Bird Now’ın yaralayıcılığını, 2009’daki ‘The Crying Light’ın katıksız sevgisini pekiştirip; Antony and The Johnsons’ın geniş çaptaki en duygusal sunumu olacakmış. Antony’nin kalbinden seslenen aşk, aile, eşcinsellik, piano, doğa, merhamet, çello, karanlık, ebediyet, korku, keman, umut, ölüm, güç ve yalnızlık… Hepsi bu albümde yine bir arada. Thank You For Your Love, monotonluğu sözlükten silen tekrarlarla dolu. Aynı şekilde albümün ilk parçası Everything is New’da söylenen, her şeyin yeni olduğu… Yedi dakikalık kapanış parçası Christina’s Farm’da Antony açıklıyor; “Yenilenen benim yüzüm ve senin yüzün…” Ve her zamanki doğa, bir önceki albümün Dust and Water’ında olduğu gibi su ile akıyor. Dördüncü parça I’m in Love, egzotik melodisiyle sinekkuşu öpücüklerini anlatıyor, okyanusu okşuyor. İkinci parça The Great White Ocean’da aile ve arkadaşlık yine su da anlatılıyor. Albüme ismini veren parça rüyalar, karanlık ve belirsizlikler üzerine.
Ve tabii ki eski albümlere sıkça gizlenmiş hayaletler. Ghost’ta Antony hayaletten artık kalbini terk etmesini istiyor. Bir diğer karanlık taraf, ölüm; bir önceki albümün yaralayıcı parçası Her Eyes Are Under The Ground’da olduğu gibi karşımıza çıkıyor. The Spirit Was Gone, ölümden sonra ruhun bedeni terk edişini anlatıyor; Antony’nin “bunu anlamak çok zor” sözleriyle… Bugüne kadarki en etkileyici albüm olan ‘I’m’ a Bird Now’ın en güzel yanlarından biri de Lou Reed, Boy George, Devendra Banhart gibi düetlerin karşımıza çıkmasıydı. Bir önceki albümde yalnız olan Hegarty, bu kez Björk ile sürpriz yapıyor. İkilinin Björk’ün Dull Flame of Desire’ından sonraki düetleri, bu albümde Fletta parçasında gerçekleşiyor. Swanlights, Antony’nin çizim, kolaj ve resimlerinden oluşan 144 sayfalık bir kitapla birlikte sunuluyor. Yani Hegarty’nin kağıda dökülmüş kalbiyle…
Ohio’lu ikili Teengirl Fantasy’nin ilk uzunçaları. Klasik soul ve house’dan aldığı retro öğeleri ve vokal sample’larını ambient-vari düşük tempolu bir atmosfer içinde yorumlayan 7AM, dans müziğinin rüya aleminde takılı kalmış hali gibi. 1980’ler synth-pop’una olduğu kadar psychedelia’ya olan sevgisi de belli olan bu müziğe kimileri chillwave demeyi tercih etse de Teengirl Fantasy, etiketlerin çok üstünde ve kesinlikle yılın en iyilerinden. seda niğbolu
pınar üzeltüzenci
özlem apaydın
David Sylvian Sleepwalkers Samadhi Sound
Teengirl Fantasy 7 AM Merok
İsimleri ilk bakışta esprili görünse de yarattığı çağrışımlarda haklılık payı var. Cinsel, zihinsel, müzikal, fantastik ortamlarda geziniyor
olarak kalabilmeyi başarmasında görülebilir. Geçtiğimiz sene yayınladığı Manafon albümünden sonra Bay Sylvian şimdi, şu ana kadar yaptığı “ortak çalışmalar”ı derleyip toplamış, bazılarına yeniden cila çekmiş ve ‘Sleepwalkers’ adı altında piyasaya sürüyor. Uzun süredir birlikte çalıştığı Ryuichi Sakamoto dışında, pek sevgili Christian Fennesz, Jan Bang, Erik Honoré, Arve Henriksen ve yeni albüm partneri Dai Fujikura’yla birlikte yazdığı şarkılardan oluşan Sleepwalkers, Sylvian’ın kendi deyimiyle şu ana kadar “ihmal ettiği çocukları”ndan oluşan bir nevi saygı duruşu ve anı albümü.
Güzel insan, bilge müzisyen, büyük ses David Sylvian her yeni albümle, her yeni çalıştığı kişiyle, etki alanını biraz daha genişletmesiyle bilinir. Genelde karanlık, pek dinleyici dostu olmayan, ağır bir dünyadan seslenmesine rağmen, sihirli sesiyle insanı peşinden sürüklemek gibi bir özelliği de vardır. Japonya sonrası solo seyahatinde yavaş ama kendinden emin bir yere doğru evrildiği gerçeği de, bu işlerin her biri birbirinden ne kadar farklı olsa da, Sylvian’ın onları tek bir merkeze çekip, kutup noktası
12’’
Yakası’nda makineli tüfek sesi olan single’ın da adını resmi olarak Zoooort! olarak değiştiriyorum. Kabul edenler? Etmeyenler? Kabul edilmemiştir. ruşen inceoğlu
Cee-Lo Green
Steve Aoki & Armand Van Helden
Flying Lotus
Goodie Mob ve özellikle de Gnarls Barkley’den tanıdığımız Cee-Lo Green’in (Thomas DeCarlo Callaway) aralık ayında resmen piyasaya çıkacak olan ‘The Lady Killer’ albümünden ilk single’ı Fuck You, sanatçının resmi YouTube kanalından keyifli bir video eşliğinde dinleyiciyle buluştu. Oluşturduğu asabi izlenimin aksine, güneşli günleri daha da neşeli hale getirecek, insanı hayatla barıştırıcak bir enerji akıyor şarkıdan. Eski usül bir soul ve R&B parçası bu. On parmağında on iki marifet olan Cee-Lo’nun kadife sesinden ve kompozisyon kabiliyetinden doğan zevk sahibi bir prodüksiyon. Amerikalı rap’çi olmanın şanından olsa gerek, Cee-Lo olayı açık açık ticarete dökmekten de çekinmemiş. Sanatçının kendi sitesinde albüm ve single için “Şimdi ön-sipariş verin, tişört ve posteri de cepleyin!” kabilinden pazarlama tatsızlıkları da mevcut. 3 Ekim’de -en azından iTunes Store’dan- satın alınabilecek EP’de albümden üç parça daha ve Fuck You’nun bir de remix’i bulunuyor.
Bazen düşünmüyor değilim, Armand Van Helden gençlerin kanıyla beslenen bir vampir mi yoksa bu klişe tersine döndü de ‘abi, elimde bir parça var senin de adını geçirsem olur mu?’ diyen kan emicilerle uğraşmaktan sıkılıp “he canım”cı mı oldu? Elbette burada A-Trak’la oluşturduğu über kombin, Duck Sauce’u tenzih ediyorum. ‘Dünyanın En İçi Boş Plak Şirketi’ anketlerinde gönüllerin şahı Dim-Mak’ın wanna-bee ruhunu hiç kaybetmeyen çirkin patronu Steve Aoki’ye gelirsek; seni aramızda görmediğimiz bir müzik dünyasını daha çok seviyoruz. Kurunun yanında yaş da yanar kontenjanından mütevellit, Armand Van Helden’e ‘sorry boss, no pass’ demek zorundayız. Brrrat!, adı ve kapak çalışmasındaki kromaj üslup bir yana, müzikal olarak hiçbir şey önermeyen, tekno ravelerinde çalınabilir ama farkı hissedilemeyecek, tek melodyline ve bolca noise’la kendini kotarmaya çalışmış bir parçamsı. Ama en beter yanı plak efektiyle girilen Brrrat vokalimsisi. Doğu
Cosmogramma’nın ardından gelen yeni Flying Lotus parçası, bir zamanlar deneysel elektronikanın hakimiyetini neredeyse tek başına sürdüren Warp’ın temsil ettiği bütün yap-bozcu özellikleri en üst seviyede taşıyor. 8bit, hip-hop, electro ve glitch’in metamorfoza uğramış hali sanki sadece onun elinden çıkabilecek zorlayıcılıkta bir zamanlama/ programlamayla kategorilerüstü bir bütün oluşturuyor. Tüm bleep ve glitch’leri sarmalayan melodilerin yaydığı sıcaklığa rağmen duyguları devreden çıkarıp sadece duyularla dinlendiğinde daha da iyi algılanabilen etkisi giriftliğinde bir EP, Pattern+Grit World.
Brrrat! Dim-Mak Records
emre doğan
Pattern + Grit World Warp
Squarepusher & Ed Banger Cryptic Motion Ed Banger Records
Squarepusher 20 yılın ardından ilk defa, artık ismiyle bütünleşen Warp çatısının dışına çıktı. Elektro-bas dahisiyle Fransa’nın yeni disco krallığını buluşturan funky ritimler Cryptic Motion’ın rengini belli ediyor. Squarepusher’ın aritmik funky basları, görece düşük temposu, vocoder’dan çıkma vokalleri ve dans edilebilirliği ile Warp işlerinden bir adım uzakta. Arka yüzdeki Mr. Oizo’nun remix’i Ed Banger’ın alamet-i farikası kirli synth’lerle parçanın daha sert bir dans pisti versiyonu. Yakında çıkacak Shobaleader albümünün habercisi EP, iki dünyanın güçlerini birleştirip fütüristik bir disco formatında sunuyor. seda niğbolu
seda niğbolu
73
F**k You Elektra
games, hazırlayan emre doğan
Olgun zeka gerektiriyor Sid Meier’in yeni strateji oyununun reklamı fazla yapılmadığından ve haberleri yeterince duyurulmadığından olsa gerek, geçen ayki sayıyı hazırlarken gözümden kaçmış. Oysa eminim ki sadece başlık bile büyük bir kesimi heyecanlandırmaya yetecektir. Age of Empires, Command & Conquer, Starcraft ve benzerlerinin aksine, Civilization serisi her zaman daha elit bir strateji olarak görünmüştür benim gözüme. Öncelikle turn based olması, bu oyunu “eli çabuk ergen yarışı” kisvesinden kurtarıp, daha olgun ve sofistike bir zeka uğraşı haline getiriyor. Ancak Civilization IV oynamış biri olarak kültürel gelişimi, yönetim biçimini, gayri-safi milli hasılayı, halkın dini inançlarını yönlendirmek daha karmaşık ve tatmin edici geliyor. Üniversite ve tiyatrolara yatırım yapıp, “Rock&Roll keşfedildi!” haberiyle sevinen, sonra nükleere yatırım yapan zorba diktatörlerin saldırısında hezimete uğrayan bir yapım var en nihayetinde. Civilization V’da çeşitli yenilikler
Yeni evrenle tanışın Ay sonunda raflarda yerini bulacak olan Fable III, daha yaz aylarında serinin hayranlarını heyecanlandırmaya başlamıştı. Bildiğiniz gibi, Fable evreninin ilk oyunu Ortaçağ Avrupası, ikinci oyunu rönesans ve aydınlanma çağını andırıyordu. Sonuncusu, tahmin ettiğiniz üzere sanayi devrimi ve hemen öncesinde geçiyor olacak.
Oyunun en ilginç yanlarından biri, alıştığımız tarzda bir mönünün eksikliği. Herhangi bir tüccara gittiğimizde alışveriş ekranı olmaması etkileyici olsa da, kendi kıyafetini değiştirmek için sığınağa dönmek zorunda kalmak biraz can sıkıcı. Ne de olsa bizim buralarda hala F5 Quick Save, F9 da Quick Load olarak bilinir.
2K Games iyi iş çıkarmış ve ortaya etkileyici sinematikleri, sarsıcı detayları ve kullanıcı dostu kontrolleri bulunan bir oyun çıkmış.
Karakterimiz, Albion’un zorba kralı Logan’ın akrabasıyız. Genel olarak RPG’lerde alıştığımızın aksine, karakterimizi sıfırdan yaratmıyoruz. Hali hazırda prens (ya da prenses) olarak başlıyoruz oyuna. Amacımız Albion halkının, türlü loncaların ve cemiyetlerin de desteğini alarak zalim kralın hakimiyetine son vermek. İlerleyen kısımlarda, arkamızdaki halka verdiğimiz vaatleri yerine getirip getirmeme kararları alıyoruz. Yani karakterimizin fiziksel gelişimi ve türlü becerilerini geliştirirken, politik duruşunu ve dürüstlüğünü de biçimlendiriyoruz. Tüm bunlar olurken, önceki oyunlardan hatırladığımız Theresa ve Reaver yine etrafta olacak.
Albion ve diğer bölgeler, oyuncunun aldığı kararlar doğrultusunda değişim gösterebilecek. Örneğin, belirli bir bölgeyi vergi almak suretiyle sömürürsek, insanların üst-başlarının pespayeleştiğini, binaların onarılmadığını ve yöre delikanlılarının uyuz ve saldırgan bakışlarını açıkça hissedebileceğiz. Grafikler ile dövüş ve saldırı dinamikleri önceki oyunlara oranla daha iyi, ancak devrim niteliği taşıyan bir iyileştirme de yok. Black & White oyunları ile ünlenen Lionhead Studios’un geliştirdiği, dağıtımını da Microsoft’un üstlendiği Fable III, bu ay çıkan oyunlar arasında Fallout’a rakip olabilecek en ciddi aday.
Sid Meier’s Civilization V [PC]
Fable III [Xbox 360, PC]
var muhakkak: Oyun alanı artık karelerden değil, altıgenlerden oluşuyor. Oyun ekranındaki gereksiz bilgiler saklanmış, böylece kontroller, oyuncunun konsantrasyonunu bozan mönü kalabalığı olmaktan çıkıp, pratik ve kullanışlı bir araç haline getirilmeye çalışılmış. Kültür puanları karşılığında, “toplumsal politikalar” kazanabiliyoruz. Sonradan dallanıp çeşitlenseler de temelde Gelenek, Hürriyet, Onur, Dindarlık, Himaye, Ticaret, Özgürlük, Rasyonalizm, Düzen ve Otokrasi altında kümeleniyorlar. Oyunda 18 farklı ulus bulunuyor; hepsini saymayacağım, ancak Gandhi’nin, Sezar’ın, Bismarck’ın, Napoleon’un, Alexander’ın, Katerina’nın ve Kanuni Sultan Süleyman’ın adını anmazsam mezarlarında ters dönerler diye çekiniyorum. Ayrıca Babil’li Nebuchadnezzar II’yi de indirip oyuna ekleyebilecekmişiz.
Evlerin yeni eğlencesi Geçen sene New Vegas’ın haberini ilk duyduğumda pek heyecanlandığım söylenemez. Fallout 3’e devam niteliği taşıyan sıradan bir expansion pack olacağını tahmin etmiştim. Yanılmışım. Obsidian Entertainment çalışanları (eski Black Isle tayfası – ilk Fallout oyunlarının yaratıcıları) bu oyuna emek harcamışlar. Bir diğer emektar firma Bethesda Softworks’ün dağıtımını üstlendiği oyun, büyük olasılıkla ekim ayı bitmeden yüzbinlerin en büyük eğlencesi haline gelecek. New Vegas, önceki oyundan üç sene sonrasında Las Vegas, Nevada ve Mojave çölünün olduğu yerde geçiyor. Bu bölgeler nükleer saldırılardan direkt olarak etkilenmiş yerler değil, binaların çoğu ilk yıkımdan etkilenmemiş. Oyun, Fallout 3’ün devamı olmasa da (oynamak için önceki Fallout 3’e sahip olmaya gerek yok), birçok bileşenin sıfırdan yaratılmadığı da ortada. Örneğin yeni silahlar geliyor, ancak önceki oyundaki silahların da büyük kısmı baki kalmış. Oblivion – Elder Scrolls’tan hatırladığımız simyacılık numaraları
da hoş bir sürpriz olmuş: Kıymetli bitkiler bulduğumuzda, mermi ve silahlarımızı geliştirmek için kullanabiliyoruz. Yıl 2280 olsa da Vegas’a kadar gelmişiz, kumar oynamadan olmaz. Mutant mayfalarla papaz olup, blackjack’te biraz kola kapağı kazanmaya çalışıp, kazandıklarımızı har vurup harman savurmak imkanlarımız dahilinde. Bir de hakiki Fallout fanboy’larını heyecanlandıracak Hardcore Mode olacak. Şöyle ki; öyle Stimpak’leri çakıp, zart diye iyileşmek yok; kötürüm kalan uzuvlarımızın tam iyileşebilmesi için yüksek tıbbi bilgi ve gerekli ekipmana sahip olmalıyız. Cephane ve kola kapağı, gerçek hayatta olduğu gibi fiziksel ağırlığı olan şeyler. Öyle Mad Max gibi deri mont ve pompalı tüfekle gezmek iyiydi; düzenli beslenmeyenin, sağlığına dikkat etmeyenin Perception puanları, Critical Hit şansları acımasızca kırılıyor! Fallout: New Vegas hakkında söylenecek çok şey var. Ben konuşmak yerine oynamayı yeğliyorum.
Fallout: New Vegas [PS3, PC, Xbox360]
Jansen imzalı bir macera Ne zaman yeni bir adventure oyunu çıkacak olsa, hemen ‘90 ve öncesi oyunlar gözümün önünden film şeridi gibi geçer. Indiana Jones: Fate of Atlantis, Day of Tentacles, Monkey Island, Full Throttle, Broken Sword, Phantasmagoria ve tabii ergenliğimizin ilahı Larry. Bu oyunlar, ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda bilgisayar oynayan çocukların yüreğini hoplatmıştır. Gray Matter, Jane Jensen imzalı bir icon-adventure oyunu. Adını daha önce duymadığım bu yazarın 1963 doğumlu bir hanımefendi olduğunu öğrendiğimde ilk tepkim çağımızın Agatha Christie’si olabileceği yönünde oldu. Meğer Jensen, biz kısa pantolonla gezerken, eğitimli bir bilgisayar mühendisi olarak Hewlett Packard’daymış. Sonra dönemin en önemli oyun üreticilerinden Sierra Online’da çalışmaya başlamış. Bu süre zarfında Police Quest, King’s Quest ve Gabriel Knight gibi kıymetli oyunlara senaristlik yapmış. 1996 yılında bu oyunların bir kısmını kitaplaştırmış ve 2003 yılında yayımladığı Dante’s Equation Philip K. Dick ödülüne layık Gray Matter [Xbox 360, PC]]
görülmüş ki, bilim kurgu alanında ne kadar prestijli bir ödül olduğunu sanırım söylememe gerek yok. Gray Matter’in kahramanı, genç bir öğrenci olan ve boş zamanlarında harçlığını çıkartmak için sokak sanatçılığı yapan Samantha ile başlıyor. Yağmurlu bir gecede motosikleti arızalanıyor ve yöre halkına göre tekin olmayan bir malikaneye sığınıyor. Malikanenin beyi Dr. David Styles, eşini kaybettikten sonra hafif çatlatmış bir nörobiyolog. Kah Samantha’yı kontrol edip becerilerinden faydalanacağız, kah Oxford Üniversitesi Acaiplikler Fakültesi Dekanı Dr. Styles’ı yönlendirerek malikanede vuku bulan açıklaması güç olaylara çözüm arayacağız. Oyunun grafikleri -kıvançla söylüyorum- iki boyutlu. Detaylara oldukça önem verilmiş. İlk kez 2003’de duyurulan ve lansmanı defalarca ertelenen oyun, ekim ayı içerisinde piyasaya çıkacak gibi. Sürükleyici ve kafa kurcalayıcı bir hikayeye hasret kalmış bünyelere ilaç gibi gelebilir.
GOOD NIGHT PEOPLE photographer emir sarısaç make up artist burcu taş
m
ac
hk
a
twist
n
tto
ui is v
ipek
yol
lou
t
twis
M.A.C
louis v
uitton
mac
itton
s vu loui
twist
louis vu
itton
louis vuitton
machk
a
wera wang
ste
fan
el
lou
is v
uitt
on
chanel
louis vuitton
ip
ek
yo
l
bg
n
ipek
M.A.C
yol
louis vuitton
chanel ipekyol
M.A.C
M.A.C
machka
twist
ginny, la fille en rose
photographers ceylan sözer, emir sarısaç realization olga toraman fashion editor ilkin sarılgan fashion editor asisstant erkan altunay photographer asisstants eda narin, mistral contrastin hair artist ömür dönmezdemir make up artist cem bozkurterdem model brit (new models)
*****************************************************************************************
photographed by ceylan sözer gözlük / tom ford triko / zara kaban / vakko c-line etol / vintage
photographed by ceylan sözer body / la senza kaban / stella mcCartney türban / tülay hatunoğlu
photographed by emir sar覺sa癟 body / la senza
photographed by emir sarısaç ayakkabı / yves saint laurent / beymen
photographed by ceylan sözer triko / zara kemer / zara pantalon / vintage yüzük / biella
photographed by emir sarısaç body / la senza saat / cartier / pırlant
photographed by emir sarısaç ayakkabı / yves saint laurent / beymen parfümler / annick goutal
photographed by emir sarısaç çanta / yves saint laurent / beymen parfüm / balenciaga
photographed by ceylan sözer gözlük / tom ford eldiven / jean claude jitrois elbise / stella mcCartney / beymen
Kazak Topshop Şort Duchamp / Brandroom Ceket Vakko Şapka Dries Van Noten / Beymen
photographed by ceylan sözer saç aksesuarı / paulette ceket / 3.1 phillip lim etek / balenciaga
Hırka Dries Van Noten / Beymen Kazak Onur Eraybar Pantolon H&M Şapka Dries Van Noten / Beymen Gözlük Persol / Atasun Optik
photographed by ceylan sรถzer triko / autumn cashmere / v2k etek / marc jacobs / beymen kolye / v2k
photographed by ceylan sözer triko / stefanel etek / yves saint laurent / beymen bilezik / mon reve türban / tülay hatunoğlu
T-shirt Topshop Pantolon Dries Van Noten / Beymen Hırka Martin Margiela / Beymen
Ceket Vakko Gรถmlek Stefanel Kazak Cheap Monday Kravat Topshop
photographed by ceylan sözer iç çamaşırı / la senza pantalon / vakko kemer / zara gözlük / tom ford şapka / eric javits
photographed by emir sarısaç parfüm / jo malone
photographed by emir sarısaç parfüm / marc jacobs
photographed by ceylan sözer şapka / l’appart elbise / erdem / v2k kolye / mon reve
VIKTOR&ROLF / Flower Bomb MAC / Pigment
photographed by ceylan sözer saç aksesuarı / onur eraybar elbise / diane von furstenberg / brandroom yüzük / biella kemer / h&m
CHLOÉ / Eau De Fleurs
YSL / Touche Èclat
photographed by emir sarısaç iç çamaşırı / la senza bilezik brosway / pırlant / yüzükler / biella
parisparis, yazı samra zeller fotoğraf florian kleinefenn
Versailles’dA ayaklanma Konservatif Fransızlara göre Versailles
Sarayı modern sanata kapılarını açmamalı. Koons ve Murakami burada sergi yaparsa ne olur? Ayaklanma!..
CHÂTEAU DE VERSAILLES ADRESS: RP 384 F-78008, VERSAILLES CONTACT: www.chateauversailles.fr
10 Eylül 2009... Pop-kitsch’in kralı Jeff Koons, Versailles Sarayı’nda 15 parçadan oluşan sergisini açtığında kültürel bir şok yaşayan Fransa ayağa kalkmıştı. 14. Louis, Jeff Koons’u sarayında ağırlamaktan hoşlanır mıydı? Versailles Sarayı’nın Başkanı, Jean-Jacques Aillagon’a göre bunun cevabı; “Evet!” Güneşin Kralı’nın sarayı, Amerikan kitsch geleneğinin altın çocuğuna kapılarını sonuna kadar açtı. Fransız milyarder Francois Pinault ise serginin gerçekleşmesi için ortaya milyarlar serdi. Zaten Jean-Jacques Aillagon, Pinault’nun sanat koleksiyonunun başkanı değil miydi? Konservatif Fransızları şok etse de Versailles Sarayı da, Jeff Koons da kitsch değil mi?.. Koons, neo-pop’un, Versailles ise barok akımının temsilcisi... Ortak
noktaları çok: Büyük, neredeyse dev objeler, görsel etki, altın, porselen, mermer vb. malzemelerin seçimi, dekoratif bir zevkin sanatın önüne geçmesi... Pempe Panter, Tavşan, Dev İstakoz, Balon Köpek, Hoover, Michael Jackson... Onları burada görmek çok eğlenceliydi. Ben bu sergiden çok zevk aldım; alaycı bir tarafı vardı. Ayrıca, son dönemlerde, eski klasik mekanların kapılarını modern sanata açmaları da yeni bir akıma işaret ediyor. Fransızları rahatsız etse de serginin beklediği ziyaretçi sayısında patlama yaşandığını söyleyebiliriz. Eylül ayında da ilgi büyük. Şu ana kadar, iki ayda toplam 250 bin ziyaretçiyi ağırlamış. “Non Murakami et Cie!” ile Fransızlar yine ayakta! Bu kez sebebi bir Japon; Takashi Murakami. 22 eseri ile Fransız Sarayı’nda. Fransız aristokrasisi ve 14. Louis, manga okur muydu? Kocaman pembe Japon bebekleri, renk renk çiçekler, Kaikai ve Kiki, Boudha, mini etekli garson Miss KO2 ve diğer manga karakterleri... Sanki sarayda üç boyutlu bir manga serisi yerini almış. Bütün bu karakterler baştan çıkarıcı ve komik, Koons sergisi gibi eğlenceli ve ironik. Hem tüm karşıt görüşlere rağmen kesinlikle dikkat çeken bir görselliğe sahip. Murakami, abartılı ve neredeyse gerçek dışı bulduğu Fransızların sembolü Versailles Sarayı’nda yer almaktan son derece mutlu ve gururlu. Bence Koons, saraya daha çok yakışmıştı; ironik olduğu kadar da uyumluydu. Belki Hello Kitty kıvamındaki pembe Japon karakterlerine empati beslemediğimden, belki de Louis Vuitton üzerinde de yer alan Murakami’nin sanatını anlamadığımdan dolayıdır; sergi ne kadar eğlenceli olursa olsun, sizde daha çok Alis Harikalar Diyarı’nda masalındaymışsınız gibi bir tat bırakıyor.
parisparis, yazı ve fotoğraflar samra zeller
RIEN QUE Kitsuné! Müzik dünyasına getirdiği yeniliklerle tanıdığımız Kitsuné, zeki oyunlarla dijital ortamı, küçücük mağazasıyla Paris’in ara sokaklarını, bununla da kalmayıp rafine tasarım zevkiyle hayatınızın iplerini ele geçiriyor.
KITSUNE ADRESS: CONTACT:
ADRESS 52, RUE DE RICHELIEU, 75001 www.kitsune.fr
Kitsune, Parisliler için yanlızca remix ve derleme bir marka değil. İmaj, müzik, moda, kalite ve yaşam stilinize yön verecek her şeyi bir arada sunuyor. Colette’de satılan ürünlerinden de tanıyorsunuz aslında; Kitsuné tüm bunlardan daha fazlası! Butiği çok küçük ve ara bir sokakta...Yaratıcıları, Gildas Loaec & Masaya Kuroki. İngiltere’de mimarlık okuduktan sonra Paris’e yerleşen iki “dinamik” kişilik... Şimdi de Tokyo ve Londra dışında Barneys ile NewYork’dalar. Kitsuné moda markası deyince
aklınıza farklı, avantgard ve modern bir koleksiyon gelmesin. Klasikler yaratıyor; Lacoste ve Fred Perry’nin Polo Ralph Lauren ile buluşması tadında, ama daha umursamaz ve cool bir tarzda. Kitsuné, Japonca’da tilki anlamına geliyor. Tişörtlerin üzerindeki tilki sembolü, sizi hemen bir Kitsunéli yapıyor. Heeley markası ile ortak projesi olan mumlar ise oldukça “hip”. Ben yine de muhteşem remix’lerden oluşan derlemelerinin hayranıyım.
Avangarde lovers The Galerie 13 Jeanette
Mariani, lüksün ve sanatın buluşma noktasında, neo pop bakış açısıyla ünlenen, post-grafiti döneminin başarılı galerilerinden biri.
GALERIE 13 JEANETTE MARIANI ADRESS: 36 RUE DU MONT THABOR, 75001 CONTACT: www.galerie13jm.com galerie13jm.blogspot.com
2008 yılında, birinci bölgenin en favori sokağı, lüksün kalbindeki Rue du Mont Thabor’a taşınan The Galerie 13 Jeanette Mariani, avangard eserleri ile dikkat çekiyor. Daha çok neo-pop, popsürrealizm ve neo-punk akımına ait uluslararası sanatçıları ağırlayan galeri, bu haliyle “post-grafiti” olarak adlandırılan döneminin en başarılı temsilcilerinden bana göre. Galeride eserlerini görebileceğiniz sanatçılar arasında kimler mi var? Cindy Gravelat, Clayton Burkhart, Dana Wegman, Gavin Benjamin, Jose Garcia Cordero, Pepe Lopez, Nina Dotti, Elodie Blanchard, Todd Narbey, Gilles Cenazandotti vs… Sanatçıların temsil ettiği akımların en başarılı örneklerini sergilendiği mekanın vitrini size az çok içeride nelerle karşılaşacağınızın
sinyallerini veriyor. Koharutie’nin suluboya portreleri, Pepe Lopez’in üç boyutlu çalışmaları, Cindy Gravelat’nın fotoğraf üzerine çizimleri galerinin dikkat çeken eserleri arasında. Modern sanatın temsilcilerinden The Galerie 13 JM, pop art’la yaşanan bu buluşmayı son derece önemsiyor. Etkilendiğiniz sanatçıların çizimlerinin, boyamalarının yer aldığı özel tasarım tişörtler, dijital baskılar, objeler galeriden satın alınabilir. Afro Beat electro müzik CD’si Spritual Beats’de hem web sitesinde dinleyebileceğiniz hem de burayı ziyaretinizde edinebileceğiniz bir özel bir CD. Aileye yeni katılan sanatçıları ve işlerini takip etmek için blog’una da göz atmanızı öneririm.
kopenhag, yazı samra zeller
Kaprİssİz bİnalar Gitgide devleşen tasarım stüdyosu Sanaa’nın ödüllü
mimarlarının eserlerinin gerçeğini aratmayan maketlerinin yer aldığı sergisinin şimdiki mekanı Danimarka Mimarlık Merkezi.
DANISH ARCHITECTURE CENTRE ADRESS: STRANDGADE 27B DK 1401 CONTACT: www.dac.dk
Sanaa, son dönemlerde tüm dünyanın dikkatini çeken Japon mimarlar Kazuyo Sejima ve Ryue Nishizawa’nın 1995 yılında kurduğu ve gitgide devleşen bir tasarım stüdyosu. Bu yıl, Pritzker Mimari Ödülü’ne sahip olduktan sonra, isimlerini artık her yerde görür ve duyar olduk. Bunca başarıdan sonra, Kazuyo Sejima, 12. Venedik Mimari Bienali’ne “direktör” seçilen ilk kadın mimar oldu. Şimdilerde Danimarka Mimarlık Merkezi’nde (DAC) en göze çarpan eserlerinin maketlerini sunuyorlar. Merkezde daha önce yer alan mimarlar Frank Gehry, Santiago Calatrava, Norman Foster ve Daniel Libeskind. Sergide yer alan maketler arasında, Rolex Learning Center (Lozan), 21st Century Museum of Contemporary Art (Kanazawa), New Museum of Contemporary Art (New York), Garden and House (Tokyo) ilk göze çarpanlar… İlk bakışta eserler, üst üste konan karton bloklar gibi son derece “basit” görünüyorlar. Binaların gücü de sanırım bundan kaynaklanıyor; yani basite indirgenmiş bir estetik anlayışı ile yapılan yüksek mühendislik
harikaları olmasından… İnsan ve doğal ortam ile uyumlu. Mimar olan babamın da dediği gibi, günümüz mimarlarının “mimari kaprisleri” yok bu bina ve maketlerde. Ayrıca ona göre, bu binalar insanı “ezmiyor”. Sanaa’nın en dikkat çeken özelliği, insan ve fiziksel mekan, iç ve dış mekan arasındaki etkileşimi doğru kurması. Kazuyo, Japonya’daki açık ve geniş parklardan, parklarda aynı mekanı paylaşan farklı insanlardan etkilendiğini söylüyor. Serginin en ilgi gören maketi, Lozan’daki Rolex Learning Center. Işık oyunları makette bile kendini ortaya koyuyor; gerçeğini görme ve içinde gezinme isteği uyandırıyor. Modern ve minimalist... Bu kış mutlaka Lozan’a gitmeli; binanın içinde ve dışında dolaşıp, bu atmosfer hissedilmeli. Sergide, İtalyan fotoğrafçı Walter Niedermayr’ın Sanaa binaları yorumları da dikkate almaya değer. 1 Ekim’e kadar görülebilecek sergiyi kaçıranlara, ikilinin işlerine bir gün daha yakından bakmalarını tavsiye ederim.
kopenhag, yazı ve fotoğraflar samra zeller
Warhol after Munch
Kopenhag Luisiana Modern Sanat Müzesi, ilginç bir ikilinin sergisine ev sahipliği yapıyor. Pop art ve ekspresyonizm buluşmasında Warhol, Munch’ın karanlık perdelerini aralıyor. LOUISIANA MUSEUM OF MODERN ART ADRESS: GL. STRANDVEJ 13, 3050 HUMLEBÆK CONTACT: www.louisiana.dk
112 Munch ve Warhol’u bir arada görmek aslında sürpriz oldu. Kopenhag Luisiana Modern Sanat Müzesi’nin bir araya getirdiği bu ikili, ilginç bir seçim olmuş. Munch, 1863-1944 döneminde, iç dünyaların ve ruhun derinliklerinin ressamı, Warhol ise 1928-1987 yıllarındaki pop kültürünün ikonu. Warhol bir röportajında; “Beni tanımak istiyorsanız, resimlerime, bana ve filmlerime bakın, arkasında başka bir şey yok” demişti. Munch ise Norveçli bir sembolist ve ekspresyonizmin öncülerinden. Hayat, aşk, korku, ölüm ve melankoli üzerinde şok eden, hatta bazen de rahatsızlık veren eserlere imza attı. Munch’un en önemli eseri “The Scream”e bakıp da içimizden kopup gelen o anlam çığlığını hissetmemiş olanlar var mı? Ya da hayatın anlamsızlığını... Munch’un kötümser bir bakış
açısıyla metafizik konularını işlediği eserleri, Warhol’un iyimser renkleri ile farklı bir boyut kazanmış ama derinliğini yitirmemiş. Aslında sergiyi gezerken ortak noktaları yakalamak mümkün. Munch’un dört ikonik calışması üzerine kurulu bu serginin adı; “The Scream, Madonna, Self-Portrait ve The Brooch/Eva Mudocci”. Dikkatli bakıldığında, Munch’un baskı tekniğini ve tekrar edilen baskıları yoğun olarak kullandığı görülüyor. Bu dört eserin toplam 17 baskısı Munch tarafından tekrar edilmiş. Warhol’un ise resimlerin etrafında toplam 30 eseri var. Renklerin hafifliği ile içeriğin ağırlığı arasında güzel bir denge kuran Warhol’un bu çalışmaları ikonik olmadığı için çok göz önünde değil. Bu ilginç ikilinin kitabını Amazon’dan satın alabilmek mümkün.
24:00 HER CUMA
DANCEFLOOR CHART
KONUK SANATÇI: ONUR UYAR HAZIRLAYAN: LEYLA GEDİZ
dasistbobo.com
Vanity... For Who? Transformation DRAWING LAMP HOUSE IN NEVER NEVERLAND
design, yazı ertürk ural fotoğraflar jeff dow
Vanity... For Who? Las Vegas’da, Hard Rock Hotel &
Casino bünyesinde açılan Vanity Club, şehrin gece hayatını kıskandıracak kadar göz kamaştıran bir ortama ve mimari açıdan önemli birçok detaya sahip. VANITY CLUB PROJECT: LOCATION: PROJECT TEAM: CONTACT:
NIGHT CLUB VEGAS MR.IMPORTANT DESIGN, CALIFORNIA www.mrimportantdesign.com
125 Vanity Club’ın tasarımı da ancak iç mimarlık stüdyosuna tasarladığı mekanlar kadar gösterişli işler yapan, “Mr. Important Design”a adını veren Charles Doell’a emanet edilebilirdi. San Francisco’lu iç mimar, Nike, Levi’s gibi ünlü markaların mağazalarının tasarımlarına imza atmış olmanın yanı sıra, yeme-içme sektörüne kazandırdığı Blush, Motif, Dolce Social Lounge, Gitane gibi mekanlarla da adından söz ettiren bir tasarımcı.
Las Vegas’da Hard Rock Hotel & Casino bünyesinde açılan ve Diddy’nin de ev sahipliği yaptığı, açılışından beri adını görsel ve yazılı basında sıkça duyuran Vanity Club, şehrin gece hayatını kıskandıracak kadar göz kamaştıran bir ortama ve mimari açıdan önemli birçok detaya sahip. Mekana girer girmez elmas kesimini andıran altın varaklı seramiklerle kaplı kıvrılan koridor, konukları içeriye yönlendiriyor.
Mekana girildiğinde tavanda yaklaşık 111 metrekarelik bir alanı kaplayan 20 bin programlanabilir LED’in oluşturduğu görkemli avize, dans pistinin üzerinde etrafa güçlü bir ışık saçıyor ve bu görünümüyle Las Vegas’ın meşhur “Strip” caddesinin ışıltısına kafa tutuyor. Bir bulut ve bu buluttan beslenen hortumları anımsatan tasarımdaki her bir LED, özel olarak şekil verilmiş kristallerle kaplı. Tavanda ve bazı duvarlarda
design
birbiriyle keskin açı yapan, parlak ve soğuk malzemeler kullanan Doell, sedir, karşılıklı oturma grupları ve bar sandalyesi gibi oturma elemanlarında, ‘70’li ya da ‘80’li yılları anımsatan renkli ve bir o kadar da sıcak malzemeleri tercih etmiş. Risk almanın yeme-içme sektöründe büyük oynayan tecrübeli isimler için artık alışılagelmiş bir durum olduğunu belirten Doell, mücevher kutusunu andıran tasarımı Vanity ile limitleri zorluyor. Ünlü mimarın mekanda
yarattığı ışık yansımaları ise değişken renkleriyle gözlere ziyafet çekiyor. Islak hacimlerin, içinde bulundukları mekanın geri kalanıyla bir bütün olması gerektiğine Amerikalı iç mimarlar arasında en çok önem verenlerden biri olarak gördüğüm Doell, Vanity’de bu sefer kadınları can evinden vurmuş. Karşılıklı iki duvarı, moda fotoğrafçısı Miles Ulrich’in, lamine cam üzerine dev boyutlarda basılmış, göz ve dudak fotoğrafları süslüyor.
Makyaj ve ruj, mekanın renk tonuyla uyumlu. İç mekan, ayrıca kadınların rahatlıkla kullanabilecekleri, 185 metrekarelik bir alana simetrik olarak yerleştirilmiş açılı boy aynaları, oktagonal, kendinden aydınlatmalı büyük pirinç çerçeveli makyaj aynaları, Jaime Hayon tasarımı abajurlu lavabolar ve püsküllü, frambuaz renginde kadife yumuşak puflar ile donatılmış. Doell, Vanity’nin kelime anlamını Hard Rock Hotel & Casino’daki bu gece kulübü tasarımıyla hayata geçirmeyi başarmışa benziyor.
design, yazı sedef kırdök fotoğraflar gabriel urbanek
Transformation Uyduruk plastik bir
kovanın, pırıl pırıl parlayan lüks bir tasarım objesine dönüşümü nasıl mı olur? Kıvrak bir tasarım zekasıyla, Berdych yorumuyla...
BUCKET VASE DESIGN: QUBUS DESIGN STUDIO/Jacub Berdych CONTACT: www.qubus.cz Obje tasarlamanın tanımlarının ve müşteri beğenilerinin farklılaştığı, endüstriyel objeye bakış açısının değiştiği bir dönemden geçiyoruz. Önceki yıllarda tasarlanan minimal ve fonksiyonel objeler, bugün de yerlerini kimseye bırakmış değiller ama rakip olarak karşılarına çıkan farklı grupların oluşumunu gözlemliyoruz. Tasarımcıların ruh hali ve alışkanlıkları, günlük hayatta karşılaştıkları kullanım sıkıntıları tasarıma yön vermeye başladı. Droog Design ile başlayan bu akım, etrafına birçok mürit toplamaya devam ediyor. Bahsettiğimiz kriterleri tasarımlarında kullanan tasarımcılardan biri olan Maxim Velcovsky ve Jakub Berdych ilgimizi çeken isimler arasında. Onlarla tanışıklığımız St. Bartholomew Kilisesi için yapmış oldukları restorasyon ve iç mimari projesi ile başladı. Tek bir dokunuşla yaptıkları bizi etkilemeye yetti. Tasarımcı olarak hepimiz, ele aldığımız mekanlarda Eames ve Phantone sandalyelerini bolca kullanıyoruz. İşimiz sadece alıp yerleştirmek; onlara yeni bir ruh katmak, kendi tasarladığımız mobilyalarla ilişki
kurmak değil. Bahsettiğimiz projede, bu sandalyelere minik müdahaler yapılmış ve ultra modern sandalyeler bir anda tarihi değeri büyük olan bu kilise içinde kilisenin kalbi, tasarımın can damarı olmuş. Bu yazıyı okuyan kaç kişinin bu kiliseyi ‘Google’layacağını merak ediyorum. Bu tasarımı sizlerle paylaşmıyorum çünkü bu girişin nedeni başka bir objeyi anlatmak. Hikaye, bir kova koleksiyoncusunun birkaç sene, farklı türlerde kovaları toplaması ve bunlardan birine -ama en çirkin olanına- aşık olması ile başlıyor. 40 senedir tasarımı degişmeyen bir kova bu; çirkin ama Jakub Berdych’i çelişkiler içine sürüklüyor. Hatta onu kullanarak bir enstalasyon yapmak istiyor. Düşünüyor, taşınıyor, geziyor ve tasarımını bir çiçekçi dükkanının önünde sonlandırıyor. Plastik kovayı, rengarenk cam kapaklarla vazo haline getiriyor; vazo ve içindeki çiçekler, çiçekçi dükkanında sergileniyor gibi görünüyor. Uyduruk plastik bir kovanın, pırıl pırıl parlayan lüks bir tasarım objesine dönüşümü nasıl mı olur? Kıvrak bir tasarım zekasıyla, Berdych yorumuyla...
design, yazı irem başer
DRAWING LAMP Çizerlerin çalışma alanlarını aydınlatmak için
tercih edecekleri bu tasarım, sadeliğin çoğu zaman kaçınılmaz güzellikte olduğunun ve bu tarz tasarımların ne kadar sofistike görünebileceğinin bir kanıtı.
DRAWING LAMP DESIGN: Thomas Feichtner DETAILS: Steel, LED, 500 x 280 x 140 mm CONTACT: www.thomasfeichtner.com Feichner’in kendi kullanımı için yarattığı bu çizim lambası “Drawing Lamp”, özellikle çizerlerin çalışma alanlarını aydınlatmak amacıyla tasarlanmış. Bu lambayı, masaya iki temel pozisyonda yerleştirmek mümkün. Dik pozisyonda, daha geniş bir alanı aydınlatırken, öne yatar pozisyonda, daha konsantre bir ışık veriyor. Daralan ve genişleyen açı oyunlarıyla sağlanan fonksiyon değişimleri, tasarımın basit duruşuna dinamizm katıyor. Çizim lambası, sadece ışığın gerekli işlevini yerine getirmesini sağlamak için tasarlanmış; minimalist ve ihtiyaca odaklı LED teknolojisi reflektör kullanımı gerektirmediği
için oluşumunda tek bir kablo ve içinden LED’leri geçirebileceğiniz metal bir tüp yeterli. Drawing Lamp, sadeliğin çoğu zaman kaçınılmaz güzellikte olduğunun ve bu tarz tasarımların ne kadar sofistike görünebileceğinin bir kanıtı.
Tasarımcı hakkında:
Thomas Feichtner, Avusturya’nın Linz şehrinde Sanat ve Endüstriyel Tasarım okudu. Mezun olduktan sonra birkaç yıl burada eğitmenlik yaptı. Ardından kendi tasarım ofisini kurdu. Ürün tasarımlarıyla çeşitli ödüller kazandı, yarışmalarda ödüllere aday gösterildi. Bunlar arasında; IF
Design Award, The Swiss Design Prize, The Cannes Lion (aday), The German Design Prize, The Red Dot Design Award, The European Design Award and The Josef Binder Award yer alıyor. Tasarımcı olarak Head, Tyrolia, Fischer ve Blizzard firmalarındaki etkinliklerde bulundu. Swarovski Optik, Adidas Eyewear ve tasarımcı Ron Arad ile görsel komünikasyon alanında çalışmalar yaptı. Endüstri tasarımcısı olarak yakaladığı erken başarı, onu sonraki dönemlerdeki işlerinin sanatsal yönleri üzerinde durmaya yöneltti ve daha deneysel bir yaklaşımla seri üretim ve küreselleşme üzerinde çalışmalar
yapmaya başladı. Vitra ve FSB ile işbirliği yaptı. Tasarımları, Triennale di Milano, Prague - National Gallery, Ljubljana Endüstriyel Tasarım Bienali, Stuttgart - The Design Center, New York - The Ganseworth Gallery, Tokyo Tasarım Haftası ve MAK Vienna’da yer aldı. Feichtner, şu anda Almanya’nın Kiel şehrinde Muthesius Güzel Sanatlar ve Tasarım Akademisi’nde Tasarım Profesörü olarak görev yapıyor.
design, yazı sedef kırdök fotoğraflar miguel de guzman
HOUSE IN NEVER NEVERLAND İbiza yakınlarında
bu konut projesi, kendinizi Peter Pan ile birlikteymiş gibi hissedebileceğiniz bir mekan olmasının yanı sıra tasarımını özel kılan birçok özelliği nedeniyle de bahsedilmeye değer.
Çocukluğumuzun sonsuz metaforu Peter Pan ve Tinkel Bell’in diyarı, İspanyol mimar Andres Jacque’ye ilham vermiş olmalı ki İbiza yakınlarında rüya gibi bir konut projesi gerçekleştirmiş ve projeyi de “House in Never Never Land olarak adlandırmış. Proje, gerçekten kendinizi Peter Pan ile birlikteymiş gibi hissedebileceğiniz bir konut olmasının yanı sıra tasarımını özel kılan birçok özelliği nedeniyle de bahsedilmeye değer. House in Never Never Land, sadece doğanın doğru kullanıldığı, yeşilin mekanın içerisine empoze edildiği klasik bir yamaç evi değil. Tefrişine doğadan başka Akdeniz’in, Akdenizli insanların yaşam kriterlerinin karar verdiği yöresel olmayan ultra modern bir ev. Avlular, teraslar, teraslardan kolayca ulaşılan havuzlar, bir alt kotta buluşabilecekleri komşular söyleyebileceklerimizin birkaçı. Yapıda renk olarak yeşil, mavi ve beyazın hakim olması ve bu tonların tipik Akdeniz evindeki gibi kapıda bacada kullanılmaması da iyi kurgulanmış detaylar arasında. Evlerin tasarımında Akdeniz insanı için yapıldığını gösteren en etkileyici ayrıntı ise gözünüzü kapatabileceğiniz her yerde yatabilecek bir obje bulmanız. Ayrıca adanın gelecekteki ekonomik verilerinin ya da ev sahibinin mali durumunu değişebileceği düşünülerek, evin bazı bölümlerinin bağımsız olarak kiraya verilebilecek olması da bu yapıyı farklı kılan yönleri arasında. Duygusal ve ekonomik tasarım değerlerini bir yana bırakıp daha mimarı detaylara geri dönersek, karşımıza oldukça sıra dışı formlara sahip bir kütle çıkıyor. Bu kütlenin
neye benzeyeceğine doğanın yapısı ve ağaç gövdelerinin şekilleri karar veriyor. Bolca kullanılan çelik kolon ve metal trapez döşemelerle yaratılan ev, hiç yerel malzeme kullanılmamasına ve doğayla kontrast içinde olmasına rağmen, yapı sanki hep o yamaçtaymış gibi görünüyor. Bu da mimari grubun ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi bence.
Yapıyı oluşturan kütlelerin çelik kurgusu ve yerden kopuk olması da sadece konseptle alakalı değil. Yalıtım ve toprak kayması gibi problemler düşünülmüş ve bu öngörüyle mevcut çözüm üretilmiş. Yapı altındaki taşıyıcı bacakların çarpık olması da tamamen bölgedeki ağaç gövdeleri ile ilintili. Modern malzeme ile doğaya uyumlu şekiller kurgulanması kütleyi her ne
kadar hırçınlaştırmış da olsa, burayı huzurlu yapan bir renk dengesi mevcut. Övgünün bitmeyeceği bu tasarım İspanyol mimarların başarısının altını çiziyor. Bu da aldıkları zahmetli eğitimin bir sonucu olmalı. Buraya gitmek, bir dönem yaşamak, hatta dönmemek istiyoruz!..
HOUSE IN NEVER NEVER LAND PROJECT: KONUT PROJESİ LOCATION: CALA VALDELLA, IBIZA, SPAIN ARCHITECT: ANDRÉS JAQUE ARQUITECTOS CONTACT: www.andresjaque.net
CAMPER& FRIENDS Goran Bregovic MEHMET ALİ UYSAL FELIX DA HOUSECAT JAKUP FERRI
agenda, orkun bozdemir - etkinlikler sarp dakni - sanat
KONSER
XXXXX
Goran Bregovic 8 Ekim Küçükçiftlik Park
Balkan müziklerine düşkün olduğumuz söylenemez, Goran Bregovic hayranı da değiliz. Hatta Balkan müzikleri furyası ve bu furya kapsamındaki etkinliklerde göbek atan insanları görmemiz nedeniyle durumdan iyice soğuyoruz. Ancak bu ayın “ustalara saygı” kontenjanında Goran Bregovic’e yer verdik. Hatta sağımız solumuz belli olmaz; konsere bile gidebiliriz, göbek atan olursa da çıkar gideriz. Nasılsa Küçük Çiftlikpark şehrin en orta noktasında.
KONSER
XXXXX
Hercules & Love Affair 23 Ekim Babylon
Aslında bir gay marşı olarak tanımlanabilecek, ancak bir mekanda çalındığında koca koca racon adamların bile bağıra çağıra söyleyerek enteresan görüntüler oluşturduğu hit parçaları “Blind” ile uluslararası bir çıkış yakalayan Hercules & Love Affair, aslında Blind’ın çok ötesinde bir geçmişe ve geleceğe sahip. Geçtiğimiz yıl, Otto Santral’de DJ setini izlediğimiz, New York disko sahnesinin önemli grubu, canlı performansıyla bunu bir kez daha göstermeye çalışacak. Bu yıl anlaşılması ümidiyle…
SANAT
134
XXXXX
Jakup Ferri 30 Ekim’e kadar Outlet İhraç Fazlası Sanat
Yine yanılmadık. Pakistanlı Hamra Abbas’la yapılan gösterişli bir vedanın ardından böyle şaşalı bir merhaba bekliyorduk doğrusu. Outlet ekibi bu kez Priştina, Kosova’ya uzanıyor ve o diyarlardan cımbızla tutup çektikleri çok yetenekli genç bir sanatçıyı özenle huzurlarımıza sunuyor. Ferri’yi 9. İstanbul Bienali’nin en genç sanatçısı olarak hatırlayanlarınız olabilir. Ya da “İngilizce konuşmayan sanatçı, sanatçı değildir!” adlı olaylı videosunu hatırlıyorsunuzdur. Jakup Ferri, şehrimizdeki bu ilk solo sergisinde “el emeği, göz nuru hem de ev yapımı” desen, fotoğraf, mozaik ve video çalışmalarını sunuyor. Afiyet olsun!
PARTİ
XXXXX
Felix Da Housecat 15 Ekim 360 İstanbul
Yüksek enerjili dans müziğini popülerleştiren ancak popülerleşmek için illa kalitesizleşmek gerekmediğini de kanıtlayan afro kafalı süperstar-prodüktör Felix Da Housecat, Red Bull Flight Club gecesine özel disco seti için 360 İstanbul kabinindeki yerini alıyor. Her daim kötü olan müzikleri nedeniyle şehrin en güzel mekanlarından olan 360 İstanbul’a gidip eğlenememekten şikayet edenler için eşsiz bir fırsat.
SERGİ
XXXXX
Mehmet Ali Uysal 21 Eylül - 30 Ekim Pi Artworks
KONSER
XXXXX
Tortured Soul 29 Ekim Babylon
Günümüzün iyice çirkinleşen house müzik trendleri, akıl yoksunu electro tınıları, 10 senedir değişmeyen trance melodileri arasında, house müziğe zeki ve ruhani dokunuşlarla caz ve soul’u kazandıran Tortured Soul, belki de dans müziğinin en modern halini ortaya koyuyor. Üç kişilik ekibin canlı performansları ise hem house hem de cazseverlerin beraber dans edeceği, iyi müziğin kutsama gecesi haline geliyor. Ancak önerecekleri yeni bir şey yoksa, daha yüksek not veremeyeceğim.
Sağa kaçıyorum olmuyor, sola kaçıyorum olmuyor; “mimarlık temasından” kurtulamıyorum! Sebebini geçen sayıyı okuyanlar zaten biliyor. Siz bana aldırmayın. Şehirde bu tip sanat faliyetlerinin olması bendenizi ziyadesiyle memnun ediyor aslında. Mehmet Ali Uysal, Pi Artworks salonlarını tamamen kanatları altına almış. Zira kendisinin bize anlatacak farklı hikayeleri var. “Askıda” adlı sergi gösterişli çerçeveleri hedef alıp sanatsermaye ilişkisini bıçak altına yatırırken, “Tedbilibeden” ise beden/ten ikilisini mimari yapı/duvar ikilisi ile karşı karşıya getiriyor. Göz atın!
agenda
SANAT
XXXXX
Devabil Kara 1 Ekim - 22 Kasım Pg ArtSpace
Sizce dilin kemiği var mıdır? Eğer eskilerin söylediği gibi “dilin kemiği yoksa” ağzımıza geleni istediğimiz kişiye istediğimiz yerde söyleyebiliyor muyuz dersiniz? Nerdeee... Ne yazık ki günümüz standartları dilimize kocaman bir kemik takıyor, bir de hastane duvarlarındaki meşhur sarışın hemşire gibi “sus” diye işaret ediyor. Devabil Kara tam da böyle düşünüyor olmalı ki geçtiğimiz dönemde “Dilin Söyleyemedikleri” adlı serisine başladı. Sanatçı çalışmalarını mekanların duvarlarına müdahale ederek sunuyor. Bu kez başrolde neon ışıkları da var. Serinin en popüler çalışması üç metrelik kocaman “Beyaz Balina” burada da karşımızda.
KONSER
XXXXX
WhoMadeWho 23 Ekim Tamirane
İyi iş yapan gecelerin kısa süre sonra tekrarlanması onaylamadığımız bir durumdur ancak söz konusu WhoMadeWho gibi özel bir grupsa istisna yapabiliriz. İlk dinleyişte epey tuhaf gelen WhoMadeWho’nun asıl sihri zaten bu tuhaflığında gizli. Az sayıdaki hayran kitlesine rağmen, hemen hepsinin Santralistanbul’a kadar gitmesini sağlayabilecek nadir gruplardan.
PARTİ
XXXXX
Lovef ingers & Lee Douglas 13 Ekim Otto Tünel
Ekim ayının en XOXO tarzı etkinliği hepimizde özel bir yeri olan Otto Tünel’de gerçekleşiyor. New York underground disco sahnesinin en önemli iki ismi olan ve daha önce geldiklerinde herkesi kendilerine hayran bırakan Lee Douglas ve Lovefingers’ın DJ’lik yapmasının yanı sıra Otto Tünel’in 5. yılının kutlanacak olması da gecenin önemini arttırıyor. Ufakcık mekanda dev eğlenceleri, ikramları ve sürprizleri severiz, Otto’yu severiz, Lee Douglas ve Lovefingers’ı da severiz… Ne kadar sevgi dolu bir gece! Çarşamba gecesi olması da her açıdan iyi bir seçim; “ertesi gün iş var”cı dayanıksız bünyeler ve hafta sonu ortamcıları yerine, gerçek parti hayvanlarıyla dolu bir geceye olan özlemimiz bu sayede sona erecek.
PARTİ, SERGİ, MODA TASARIM, FOTOĞRAF, SOKAK SANATI, ENSTALASYON, SÖYLEŞİ
Camper&Friends 22-23 Ekim
Enerji Müzesi - Santralistanbul Uzun süredir bu kadar çok disiplin ve temanın tek bir konsept altında toplandığına şahit olmamıştık. Fotoğraf sanatçıları, moda tasarımcıları, Urban Art ve grafiti sanatçıları, illüstratörler, mimarlar, DJ’ler ve çok daha fazlası 22-23 Ekim tarihlerinde Santralistanbul’daki Enerji Müzesi’nde, Camper&Friends kapsamında buluşuyor! Tunç ‘Turbo’ Dindaş yönetimindeki Urban Art sanatçıları, Türkiye’nin öncü yeni isimlerinin fotoğraflarındaki gerçekliği yeniden keşfederken, Erkut Terliksiz yönetimindeki illüstratörler ise seçilen özel Camper’ları kendi dünyaları içine entegre ediyor. Diğer tarafta ise Türkiye’nin mimari alanındaki iki yeni yüzü SuperStudio özel olarak tasarladıkları “Camper Store” ile mağazacılığa yeni bir yorum getirirken, Building çatısı altındaki genç moda tasarımcıları, Camper’lara en iyi gidecek kıyafetleri ilginç bir yöntemle sergileyecekler. 22 Ekim’de siz tüm bu tasarımları yakından görme fırsatı bulurken, bir yandan parti alanı için hazırlanacak eğlenceli aktivitelerle eve eliniz boş dönmeyeceksiniz. Belvedere, Carlsberg ve Red Bull’un da destekçileri arasında yer aldığı özel partinin konuğu ise Crazy P. Onları zaten tanıyorsunuz! Camper&Friends’in bir başka sürprizi ise ilginç söyleşileri. Moda, mimari ve eğlence alanında kendini ispatlamış üç büyük isim düşünün; bu etkinlik kapsamında dünyaca ünlü üç isimle buluşuyor. Bu keyifli buluşma yine Santralistanbul’da, bu kez 23 Ekim’de gerçekleşecek. Enerji Müzesi’nde bir önceki gün kurulan sergiyi, bir de gündüz gözüyle gezmek için de uygun bir fırsat! Daha fazla bilgi yakında www.xoxothemag.net’te!
agenda
SANAT
XXXXX
Arzu Akgün 15 Eylül - 15 Ekim Merkür Sanat Galerisi
Sevgili RuPaul en çılgın videosunda izleyiciye, “How do i look?’ diye sorar; izleyici cevap verir: “Gorgeous!”. Önce kendi şehri İzmir’i büyüleyen Arzu Akgün, şimdi “Look” sergisiyle İstanbul’da karşımızda. Ve tıpkı RuPaul gibi onun çalışmaları da “muhteşem” görünüyor. Akgün, eserlerini ahşap üzerine kazıma ve boyama tekniği ile yaratıyor. Amacı psiko/sosyal bir eleştiri ortaya koyabilmek. Belki bir tesadüf olur, kendisini de galeride yakalar oturup iki kelam edersiniz. Böyle eleştiriye can kurban...
ENSTALASYON
XXXXX
Devrim Kadirbeyoğlu 25 Eylül - 22 Ekim ALANistanbul
Bunca şapşallığıma rağmen bugüne kadar Kayıp Eşya Bürosu’na yolum hiç düşmedi. Belki de kaybettiğim yüzlerce eşyanın akibetine aldırmadığım ya da onları bulacak gücüm olmadığı için. Bazen kaybedilen şeylerin sahibinden kurtulmak isteyen enerjiler olduğunu düşünürüm. Bahsedeceğimiz bu oldukça kişisel enstalasyon, Devrim Kadirbeyoğlu imzasını taşıyor. Yetenekli sanatçı New York sokaklarında düşürülen ve kaybolan eldivenleri toparlayıp onları ses ve ışığa duyarlı robotlara giydirmiş. Onlar üşümemek için ellerini birbirine sürterken siz modernizmi sorguluyor olacaksınız. Ne ikilem ama!
PERFORMANS
XXXXX
Terry Francis
138
8 Ekim 11:11
Tech-house dendiği zaman dünyada olmasa bile 909 ekibi sayesinde ülkemizde ilk akla gelen isimlerden biri Terry Francis. Crystal döneminden beri hemen her sene, -hatta senede birden fazla da olabilir-, ülkemize gelen ve her geldiğinde ortalığı birbirine katması sayesinde sürekli yeniden gelmesi dört gözle beklenen tecrübeli DJ bir kez daha en iyi bildiği kitlenin karşısında, en iyi bildiği işi yapacak.
fotoÄ&#x;raflar onur solak
It should not be so hard to find us...
360 42 8 Istanbul ADA MÜZİK Adem&Havva AL JAMAL All Sports Ara Cafe ARZU KAPROL Assk Cafe Backhaus BAHAR KORÇAN Bebek Kahvesi BEBEK KORU KAHVESİ BuIldIng BUKA BUTİK CasIta Cezayir CİHANGİRHANE CORVUS Cuba Cuppa Da MarIo DelIcatessen Den Der DIe Das Derin Dot Dükkan Burger EBİL SAÇ TASARIM ECE AKSOY Flamm FLAVIO Fol Galerist GARAJİSTANBUL GATE TATTOO Gezi Pastanesi Gölge Cafe Groove Haaz HabItat Harvard Cafe HelvetIa House Apart House Cafe House Hotel Istanbul CullInary INSTITUTE KAKTÜS Kantin Kiki Kırıntı KItchenette KÖŞE BRASSERIE Kulp La BrIse Lastik Pabuç LaUndromat Lazy BoutIque LE PAIN QUOTIDIEN Leb-i Derya Lokal Lucca Lush Hotel LushE BUTİK Mahalle MangerIe Mavra Meyra MIdpoInt MIss PIzza Momo Münferit NAR PERA OFF PERA OlIvIa Otto Santral Otto Sofyalı Otto Tunel OUTLET Pandora Kitapevi ParIsTexas Patika Kitabevi PI ARTWORKS PIcante PIctures&StorIes PIola PoInt Hotel Porte Rafineri ROBINSON CRUOSE Salomanje Simurg Kitapevi Smyrna Soda Sosa Sugar Susam SushIco Şimdi/ Now Tabe Kıyamet Tamirane TAPS TGI FrIday’s Touchdown Ugly ULUS29 Urban Ümit Ünal Vogue W KItchen W HOTEL WhIte MIll WhIte SUITES HOTEL YILDIRIM ÖZDEMİR Zanzibar Zazie Zencefil
On top, ask for us at cool hair salons and innovative art galleries!