Feda, Sedat Şanver

Page 1

Yazıya ve şiire adanmış zamanlara... Onlarsız bu hayata tahammül etmek epey zor olacaktı.

1


FEDA

SEDAT ŞANVER

2


ÇATIŞMA GECESİ -Mazlum Erdem, teslim ol! İki yıl kadar önce, toprak reformu için aylardır her köşesini karış karış dolaştığım Akçakale'den, bir haftalığına Urfa'ya gelmiştim. Haşimiye Meydanı'ndaki seyyar tezgâhlarda kahvaltımı yaptıktan hemen sonra Köprübaşı ile Sarayönü arasındaki kitapçıya ayaküstü uğramış, yeni yayınlanmış kitaplardan birkaç tane almıştım. Balıklı Göl yakınlarındaki Cıncıklı Hamam'ın kapısından girmem neredeyse öğleyi bulmuştu. Yıkandıktan sonra, Kanlı Kilise ile Cumhuriyet İlkokulu'nun olduğu arka sokaklardan müstakbel kayınpederimin Su Meydanı’ndaki evine ulaşmam da hemen hemen bir çeyrek saatimi almıştı. Arkasında Zühre’nin durduğunu adım gibi bildiğim kapıyı nasıl da büyük bir heyecan ve ürkeklikle çalmıştım. Zühre açmıştı kapıyı. O gün geleceğimi biliyordu ancak zaman konusunda tahminden öte fikri yoktu. Uzun ince bir heyecanla kim bilir ne kadar durduk kapının ağzında. Durduk ve birbirimizin gözlerine bakmaya başladık. Birbirimize bakmaya başladığımız anda doğan çocuklar büyüdü, okula başladı; kimisi, meslek sahibi olup hayata karıştı. Toprağa düşen tohum serpilip koca ağaç oldu. Fideler boy attı. Üzüm salkımlarının içi şerbet doldu. İncirler sararıp biberler kızardı. Domatesler toplandı, suyu çıkarıldı; kalaylı, geniş, bakır tepsilerde kurutulup kavanozlara istiflendi. Kayısı, kavun, karpuzlar yendi; çekirdekleri yıkanıp ayıklandı. Mevsimler değişti, perdeler açılıp kapandı. Kışlık giysiler derlenip dürüldü. Halı ve kilimler yerden sökülüp duvarlara yaslandı. Kazaklar, paltolar, şemsiyeler avlunun dip tarafındaki lavanta kokulu penceresiz odalara istiflendi. Yazlık giysiler, binlerce yıldır o anı beklemekten usanmış

3


halde kendilerini sokağa attı. Bütün bunlar olup biterken Zühre ile ben sadece birbirimize baktık. Hiçbir iş yapmadan, hiçbir işe niyetlenmeden, hiçbir işe kalkışmadan öylece baktık. Sarılıp kucaklaşmamak için gösterdiğimiz çaba dilimin döndüğü sözcüklerle anlatılabilir miydi, emin değilim. Ellerimiz birbirine değmiyordu belki, belki dudaklarımız birbirine kenetlenmemişti; ikiye bölünmüş olan kokumuz bire düşmeyip bedenlerimiz tek parça olmamıştı belki ancak bakışlarımızın bütün bunları tek başına yapmadığını kim söyleyebilirdi? İçeriden yükselen gelenin kim olduğu sorusu o derece tok ve sorgulayıcı olmasa belki daha da uzun kalacaktık kapı önünde. Kapının eşiği, bütün bir ömür sürecek sürgün yerimiz olsa gıkımız çıkmayacaktı. İlk iş ortalık yerde birbirimizin elini sıkıca tutmaktı; bunu biliyorduk, sonrası kendiliğinden oluverecekti elbette. İkindi vaktine yakın yenen öğle yemeği, kısa cümlelerin egemen olduğu sohbet, pek öyle gönülden olmasa da verilen izin… Sokağa atmıştık kendimizi. Sevgili baldızım Şefkat de katılmıştı ikimize. Küçük yerlerin masum kontrol yöntemleri işte; nişanlı bile olsalar, bir erkek ile bir kadının tek başlarına dolaşmaları pek de hoş olmazdı. Âlemin ağzı torba olsa büzülür de, torba değil! Âlemin ağzı büzülmeyince dünyanın boynu büzülüyordu. Adı gibi sevecen baldızım, gece gündüz bizimle birlikte olmaya dünden razı. Anne babasının yanında çocuk muamelesi görürken bizim yanımızda bir anda büyüyüp genç kız olmanın mutluluğunu yaşıyor. Kolay mı, on dördüncü yaş bitecek ve on beşinci yaş başlayacak. Şefkat’in her an yanımızda olmasından dolayı, evlenmeden çoğalmıştık. Şefkat, nişanlandığımızdan bu yana, hem baldızımız hem kardeşimiz hem çocuğumuzdu. Üçümüzden hangimiz Atlas Sineması'na yeni bir filmin geldiğini ve günün son aile

4


seansına yetişebileceğimizi önermişti hatırlamıyorum. Büyük ihtimal Şefkat olmalı. Benim aylardır gündelik hayatla tek ilişkim, büyük toprak sahiplerinin üzerinde görünen uçsuz bucaksız arazileri, tapu ve kadastrocuların önceden hazırladığı haritalara mesai arkadaşlarımla birlikte işlemekti. Teknik işlerden vakit buldukça da topraksız köylüleri ağalarının şiddetinden koruyacağımıza ikna etme gibi bir başka sorunumuz vardı. Bu toprakların aslında onların hakkı olduğunu, zaman içinde türlü oyunlarla onlardan çalındığını anlatmamız ise neredeyse imkânsız gibiydi. Korku dağları beklermiş. Yalan... Korku, insanları bekler. Bir an olsun insanın başucundan ayrılmaz. Korku insanı öyle hale getirir ki, insan ondan izinsiz soluk dahi alamaz. Sinemaya girmeden hemen önce bir tatlıcıda üstünde dondurma ile servis edilen havuç dilimi baklava; ardından, sinemanın büfesinden alınan portakallı gazozlar... Zühre'nin gözleri ışıl ışıl; umut dolu, güleç... Yüzünde birkaç saat içinde bitecek günün aydınlığı dalgalanıp insanların ilk çağlardan beri biriktirdiği tüm umutlar aynı anda parıldıyor. Çatalı tutarken de şişeyi kavrarken de parmakları dünyadan göğe uzanmayı sürdürüyor. Bundan eminim; tanrı kuyuya sarkıttığı güzelliği benim görmem için yukarı çekmiş. Marifet sahibi erenler, sarnıçları benim kana kana içmem için dolu tutuyor. Yeraltı nehirleri çağlayıp bana doğru akıyor. İnsanların kötülüklerinden korumak için denizlerin ortasındaki kulelere saklanmış bir kız varsa; o, Zühre'den başkası değil. Ben her kelimemde onun adını söylemek istiyorum; o, gözlerine yurt kurmuş şarkıları bana mırıldanıyor. Ancak iş konuşmaya gelince dilimizden farklı bir hayat dökülüyor: Birbirimize çalışmaların nasıl gittiğini, örgütlenmede ne gibi zorluklar çektiğimizi, yardıma ihtiyaç duyup duymadığımı soruyoruz. Ben ona; onu ne kadar sevdiğimi, onun hasretinin aklımı en

5


az kavgamız kadar meşgul ettiğini anlatmak istiyorum. Ortalığa dökülen sözcükler, kavgayı diri tutmakla meşgul oluyor. Kimsenin ne diyeyeceğine aldırmadan sözcüklerin üstüne çıkmak ve Zühre’ye erişmek istiyorum Ağzımı onu ne kadar sevdiğimi haykırmak için açıyorum. Olmuyor. Sesim fısıltıya dönüyor. Hem küçük baldızım hem günü aydınlık tutan ışıklar hem el âlem ne der korkusu sözcüklerime hükmediyor. Zühre bir ara, ağaların şerri kadar devletin oyunlarına ve şiddetine karşı da dikkatli olmam gerektiğini söylüyor. Dairedeki yönetici ve memurların çift taraflı çalışabileceğini, aşiret bağlarının tahmin edilenden daha güçlü ve içeride olanla dışarı dökülenin farklı olabileceğini söylüyor. Hemen ardından uzun yıllardan bu yana buralardan uzak kalmış olmam nedeniyle bu tür uyarılarda bulunduğunu, Urfa’nın farklı bir dili olduğunu söyleyerek gönlümü almaya çalışıyor. Masanın altından el yazısıyla çoğaltılmış bir metni uzatıyor. Hızla iç cebime yerleştiriyorum. Akşama okuyacağım elbette. Aklımı esir almış bu güzellik karşısında okusam da anlayacak durumum yok. Dünyayı kesinlikle değiştireceğiz; ne var ki, kendimizi ve ailemizi sona bırakıyoruz. Kalkıp sinemaya doğru ilerliyoruz. Abla kardeş giriş kapısının kıyısındaki duvara yaslanmış beklerken iki tam bir öğrenci bileti alıyorum. Şefkat ile birlikte Zühre'yi aramıza oturtup korumaya alıyoruz: Mücevherimize toz toprak düşmemeli... Işıklar sönüyor. Karşımızda, beyaz yağlı boya ile boyanmış kocaman bir duvar... Kenarlarına kalın siyah çerçeve çekilmiş. Arkamızdan gelen ışık huzmesi gerçeği kenara çekip daha gerçek olanı ak pak bir sofra bezi gibi önümüze seriyor. Film, tavandan sarkan ancak üzerine bir tek ampulün bile takılı olmadığı koca bir avizenin yakım çekimiyle başlıyor ve ardından tüm koltuklarının dolu olduğu koca bir tiyatro

6


salonundaki neredeyse tüm ayrıntıları göstererek devam ediyor. Yüzlerden gerginlik fışkırıyor. Kesif sessizlik, insanları esir almış tedirginliği aralıksız besliyor. Salon, hıncahınç dolu; hemen herkesin bakışlarında, biraz sonra neye tanık olacağını bilememenin korkusu... Arka taraflara doğru ilerledikçe salonun genişlediği görülüyor. Kamera, kendilerine oturacak yer bulamamış insanlara dönüyor. Bir süre sonra, sırtlarını ahşap kaplamalara dayamış seyircinin sahneye odaklanmış gözünden sahnenin alt kısımlarına ilerliyorsunuz. Sahne değişiyor ve üzerinde bornoz, başında markalı fötr şapka bulunan 27-28 yaşlarında bir adam merdivenlerden ağır ağır çıkıp özenle kapatılmış kadife perdenin tam ortasında duruyor. Yukarıdan sarkan birkaç seyyar ampul sahneyi yarım yamalak aydınlatıyor. Şehrin işlek yerlerini kaplayan sokak satıcılarının akşamları uzatma kablolarıyla sağladıkları ışıklandırmayı çağrıştırıyor. Koyu vişne kadife perde nazlanarak açılıyor ve bornozlu bir adamın yüzü görünüyor. Adamın hemen arkasında oldukça alımlı sayılabilecek, parlak bikini giymiş genç bir kadın... Olsa olsa 20-21 yaşlarında... Kadın hareket ettikçe üzerindeki bikiniye işlenmiş boncuk ve diğer cam parçacıkları ışık kırılmaları oluşturuyor. Biraz daha arka tarafta; elinde oldukça iri, sapı kurşunî soba boyası ile boyanmış balyoz bulunan smokinli bir adam... Aniden tüm salonu yüksek yoğunluklu bir müzik kaplıyor. Vurmalı çalgıları korno, trompet ve trombonlar izliyor. Viyola, çello ve kemanların ardından üflemeli çalgılara geliyor sıra. Uysal bir flüt, gittikçe azalan bir çaresizlikle bitişi haber veriyor. Şefin batonuyla havaya çizdiği son hareketin rüzgârını yüzünüzde hissedince orkestranın işinin bittiğini anlıyorsunuz. Tam o esnada salonu kaplayan bas bariton bir ses izleyicilere daha önce dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimse tarafından denenmemiş ve son

7


derece tehlikeli bir numara olan suyun altında kilitli zincirlerden kurtulma gösterisine tanık olacaklarını ekolu bir sunumla anlatıyor. Her sözcük, her ses, her harf anlatıcının ağzından çıktıktan birkaç saniye sonra aşılmaz dağlara çarpıp geri geliyor. Bornozlu adam, üstündekileri usulca çıkarıp genç kadına uzatıyor. Ona gülümsüyor; ona bir yardımcı gibi değil, bir dünya gibi gülümsüyor. Kız, utangaç; başını eğerken dudaklarının içe kıvrıldığını görüyorsunuz. Upuzun parmaklarıyla kutsal bir emaneti tutar gibi tutuyor bornozu. Fötr şapkayı yüzüne kapatıyor. Utanmasa, sahibine olan sevgisinden, şapkanın içini derin derin koklayacak. Mazlum, salonun karanlığından yararlanarak elini Zühre'ye uzatıyor. Zühre uzatılan eli sevgiyle karşılayıp ona sıcak bir "Hoş geldin." diyor. Sihirbazın yardımcısı kız, kendisine teslim edilen bornozu, sahnenin arka taraflarında duran ve askıdan çok korkuluğa benzeyen dekora özenle giydiriyor. Ardından şapkayı neredeyse sihirbazla aynı cüsseye sahip ahşap mankenin başına ağır çekim bir hareketle yerleştiriyor. Sihirbaz, salona dönüp seyirciyi selamlıyor ve tek kelime etmeden gösteri için özel olarak imal edilmiş kocaman cam hazneye doğru, üstünde sadece mayo kalmışken, birkaç adım atıyor. Tam suya girecekken duraksıyor; seyirciye dönüyor, ellerini havaya kaldırıp avuçlarını açıyor, sırtını dönerek ayaklarının altını ve bacaklarının arka tarafını gösteriyor. Kafasını öne eğerek saçlarını karıştırıyor. Saçların arasında herhangi bir nesne olmadığından herkesin emin olmasını istiyor. Ahlak kurallarına aykırı olmasa mayosunu da çıkarıp orasına da bir şey saklamadığını seyirciye gösterecek. Dışarıdan gelen sunucunun sesi, isteyen olursa sihirbazın mayosunun içini de kontrol edebileceğini söylüyor. Kadınlar ağzını kapatarak kikirdiyor. Adamlar, mayonun içinde kendi organları varmış gibi gururla

8


geriye kaykılıyor. Yerinden kalkan işgüzar bir çocuğu annesi zorla zapt ediyor. Ayıp, diyor; dünyanın bazı yerleri kurcalanmaz. Kolonya neyse de; ikinci şeker, ısrar edilse de alınmaz. İnsanların yatak odasına girilmez. Ayakkabılar eve girmeden önce çıkarılır. Yemek yerken ağız şapırdatılmaz ve daha binlerce ikaz… Ardından tüm vücut kalın zincirlerle iyice sarıp sarmalanıyor ve uçları birbirine bağlanıp asma kilidin çelik dili yuvasına sokuluyor. Çıt, sesi salonda yankılanıyor. Mazlum, Zühre'nin elini avucuna iyice hapsediyor. Tenin olmasa da elin teri birbirine karışıyor. Kilidin iyice kapandığını kanıtlamak için sahneye bir seyirci çağrılıyor. Zinciri çekerek kilidi açması isteniyor. İri kıyım adam tüm kuvvetiyle defalarca kilidi açmaya çalışıyor, nafile. Zincirin sağlamlığını kanıtlamak için sahneye bir seyirci daha çağrılıyor. Her iki seyirci de var güçleriyle zincirleri çekiştiriyorlar. En ufak bir kıpırtı ya da esneme yok. Seyirciler kilidin sağlam ve sıkı sıkıya kapalı olduğuna ikna edilince güreşçilerin giydiği cinsten kırmızı ve mavi mayo giymiş iki adam çıkıyor sahneye. Biri başından, diğeri ayaklarından tutmak suretiyle sihirbazı lebalep su dolu cam sandığın içine atıyorlar. Etrafa sular saçılıyor, sihirbazın saçları suyun kaldırma kuvvetiyle havalanıyor. Hemen ardından, başta ayakları olmak üzere tüm bedeni kıvranmaya başlıyor. Parmaklarının üstündeki tüyler bile, gergin bir kavganın ortasına düşüyor. Birkaç saniye geçiyor ve suyun içindeki adam, zincirlerinden kurtulmak için hamleler yapmaya başlıyor. Sunucunun dağlarda yankılanan sesi salondaki gerginliği parçalıyor: Zincirlerinizden başka kaybedecek şeyiniz yok! Seyirci pürdikkat... Sihirbaz, kilitten kurtulmak ve sudan çıkmak için çabalamaya devam ediyor. İlkin bileklerine sıkı sıkıya dolanmış zincirle cebelleşiyor. Biraz daha zaman geçiyor. Bileklerini saran bağlardan kurtuluyor nihayet ancak

9


kollarını kavrayıp bedenini sarıp sarmalamış zincirlerden kurtulması için kalbinin üstündeki koca asma kilidi açması gerek. Dişleriyle anahtarı ısırıyor. Ne tuhaf, gözlerinde kilidi dişleyerek açacağına dair saf inanç… Biraz daha sıkı ısırsa dişlerin un-ufak olacağı kesin… Bir süre sonra bunun boşa olduğunu anlayıp ayaklarındaki, kollarındaki ve dahi boynundaki zincirlere yöneliyor. Adamın hareketleri ağırlaşıp yüzünün rengi yavaş yavaş kırmızıya dönüyor. Su kabarcıkları daha seyrek çıkıyor ve adamda tuhaf çırpınmalar başlıyor. Bir zaman daha geçiyor. Bu sefer de izleyenler bağrışmaya başlıyor. Bir kişinin bile yerinde durması, sükûnetle gösteriyi izlemesi ne mümkün! Film olduğunu bilmelerine rağmen sinemadakiler de koltuklarında rahat duramıyor. Mazlum’un hemen önümüzdeki hizada oturan biri, iki eliyle koltukların kenarından destek alarak ayaklarını yerden kesiyor. Bir diğeri üst üste attığı bacaklarının yerlerini değiştiriyor. Bir başkası arkadaşının koluna sıkı sıkıya sarılıyor. Biri saçını, diğeri burnunu, bir başkası ceplerini karıştırıyor. Herkes, kendi suyunun içinde boğulur halde... Arka sıralardan gelen hırıltılı ve kesik soluklanmalar daha rahat duyulmaya başlıyor. Üstelik hem filmdeki hem sinema salonundaki seyircilerin yaşadıkları, sadece boğulma hissi değil. Binlerce, milyonlarca, milyarlarca göz tarafından izlendiğini bilerek boğulma hissi... Sinema salonunun sahibinin koyduğu kurallara aykırı olmasa ya da hemen kapıda duran görevlilerden korkulmasa seyirciden edepsiz hareketler dahi beklenebilir. Ne yazık ki içeridekileri esir alan korku ve merak, kimsenin ayaklanmasına izin vermiyor. Bir türlü akıl sır ermiyor; nasıl olur da bu kadar büyük kalabalıklar önünde bir kişi böyle çaresiz biçimde çırpınır? Nasıl olur da bunca büyük bir kalabalık; delice çağlayan nehirde, çıldırmış dalgaların

10


ortasında ve gemileri fındık kabuğuna çevirmiş fırtınanın göbeğinde; en önemlisi bir şehrin, bir ülkenin ve de bir dünyanın tam ortasındaki bir meydanda boğulmanızı umursamadan izleyebilir? Hayattaki hiçbir şey umurunda olmayan bir ergen, elden ayaktan düşmüş bir yaşlı ya da küçücük bir çocuk dahi elini uzatsa kurtulacaksınız. Ne var ki kurtarıcınız yok; kendinizden gayrı kurtarıcınız yok. Zühre dönüp Mazlum'a bakıyor. Gülümsüyor. Mazlum'un içini kaplamaya başlayan karanlık biraz olsun aydınlanıyor. Şefkat, pürdikkat; ablası ve eniştesi olmadan da sahnede kendine bir dünya kurabilmiş. Sihirbazın koruyuculuğunu yapan adamın elinin altındaki alet öylece duruyor. Balyozlu adam, sözüm ona tehlikeli sınır aşılacak olursa, camı patlatıp sihirbazı kurtaracak. Yüzü sakin, gözleri durgun... Başında upuzun bir şapka… Siyah takım elbisenin içine beyaz gömlek giyip siyah papyon takmış; kollar sarkık ve koca beden ileri geri hafifçe sallanıyor. Sanırsınız, sahne arkadaşı gözünün önünde çırpınıp durmuyor da, oltasına nicedir yakalamayı umduğu balık vurmuş. Sabrının mükâfatını almış avcı, hayranlıkla avını seyrediyor. Önce misinayı serbest bırakmak için hafifçe öne eğiliyor, sonra oltasına takılmış balığı çekmek için geriye kaykılıyor; balıktan çok, denizi yakalamaya uğraşıyor. Suya vurgun bir denizci dikkati ve deneyimli bir balıkçı sükûnetiyle suyun yüzündeki kıpırtıları izleyip duruyor. Yukarıdan sarkan iki kocaman karton kuş maketi; sahneyi süslemekten, sahneye hareket kazandırmaktan çok azgın dalgaların arasına geceden atılmış ağların yerlerini gösteren dubalar gibi nazlı nazlı salınıyor. Arka tarafı boydan boya kaplayan perde, yapay çiçek süslemeleri, yeteneksiz bir ressamın duvara çizdiği figürler... Sürekli hareket halinde, sürekli gülümseyen kocaman şapkalı ve yarı çıplak genç bir hatun ile bornoz giydirilince korkuluğa dönmüş giysi askısı…

11


Sizin de saatler, dakikalar bir yana; saniyelerin geçmediği zamanlarınız olmuş mudur? Arabaların vızır vızır geçtiği, herkesin can havliyle koşuşturduğu; vapur düdüklerinin ve rüzgârın sırtınıza saplanan mızrak ucuna dönüştüğü; asayişten sorumlu sirenlerin hırsızları telaşlandırıp soyguncuları paniğe sevk ettiği hengâmede; neredeyse iki büklüm olmuş bir ihtiyarın yolun karşısına geçmeye çalıştığı vakitleriniz oldu mu? İhtiyara yeşil ışık yanmaktadır. Arabalar durup bekleme hususunda oldukça sabırsız… Ne var ki bu yürüyüş temposuyla adamın karşıya geçmesinin imkânsız olduğunu herkes bilmekte... Biraz sonra yeşil ışık kırmızıya dönecek ve adamcağız yolun tam ortasında bir başına ve çaresiz kalacaktır. Siz onu görecek kadar yakın ancak yardımına yetişemeyecek kadar uzaklardasınız. Siz de herkesle birlikte yaklaşan felaketi izlemektesiniz. Geç be muhterem, ne olur biraz hızlan! Senin ne işin var bu kavga kıyametin göbeğinde? Görmüyor musun; İsrafil, Sur'a ilk nefesi üfledi, meydana toplanmış herkes yere düştü düşecek. Senin ne işin var ayakta? Tanrım ne olur bir mucize olsun da bu yaşlı beden aramızdan ayrılsın! Bu kavga ona göre değil. Onun bu karmaşa ile baş edecek kuvveti yok. Yayalara yanan yeşil ışığın süresi uzatılsın yahut hiç sebep yokken trafik kuralları değiştirilsin. Örneğin "Bu saatten itibaren arabalar sadece misafirler için kullanılacaktır. İkinci bir emre kadar evde, işyerinde, lokantada, piknikte, balkonda ya da çadırda; evlerin arka ve ön ve sağ ve de sol taraflarındaki bahçelerde misafir ağırlamak ve dahi gaz pedalını okşamak, direksiyona dokunmak, marş motoru marifetiyle ileriye doğru hamlede bulunmak, vitesi boşa alarak araçları yokuş aşağı ittirmek, sinyal çubuğu ile vites kolunu okşamak, motor kaputunu açıp

12


triger kayışının esnekliğini elle kontrol etmek, lastiklerin hava basıncını ölçmek veya ölçtürmek, ön koltukça çiklet çiğneyip çekirdek çitlemek ve dahi bilumum zaaf içeren girişimlerde bulunmak -bizim kavgamıza ait olmadığı anlaşılan bu yaşlı ve çaresiz kambur şahıs karşıya geçene dek- yasaklanmıştır. Tüm araçların, şu andan itibaren, bulundukları yerden bir milimetre bile hareket ettirilmeleri durumunda sürücüleri en acımasız biçimde cezalandırılacaktır." Sihirbaz çırpınmayı sürdürür; kabarcıklar biraz daha seyrek çıkmaya başlar, kocaman bir kaya parçası gelir yüreğinizin ortasına oturur. Umudunuz tükenmiştir. Elinde balyozla bekleyen adamın yüzündeki endişe, izleyicilerin gözlerindekinden az değildir artık. Bir şeylerin ters gittiğini anlamak için müneccim olmaya gerek yoktur. Ahali inzibat korkusunu yenip bağırmaya başlar: Kır, kır, kır; vur, parçala! Adam, ağır ağır eğilip balyozu kavrar. Kuvvet almak için iki adım geri atıp gerinir. Gerinir, gerinir, gerinir. Sanırsınız camı değil de yer küreyi parçalayacak. O kadar uzağa gider ki; bir süre sonra, uzağı görme sorunu olanlar korkulukla adamı karıştırmaya başlar. Her ikisinin de başında fötr şapka bulunmaktadır ancak sihirbazı kimin kurtaracağını kimse bilememektedir. Hangisinin korkuluk hangisinin balyozlu adam olduğu üzerine iddialar düzenlenir. Neyse ki bu muğlak durum uzun sürmez ve adam sahnenin ön tarafına yaklaşır; iki eliyle sıkı sıkıya kavradığı balyozuyla gösteri arkadaşını kurtarmaya hazırdır artık. Kadınlar bir eliyle çocuklarının gözlerini, diğer elleriyle kendi ağızlarını kapamış; erkeklerden bir teki bile yerinde oturamaz hale gelmiştir. Kimi seyirciler oturakların üstüne çıkmış, kimi ise önündekinin omuzuna tünemiş beklemektedir. Arka taraftan öne doğru ilerlemekte olan idrar sızıntılardan dolayı mendilleriyle

13


burunlarını kapatanlar olur. Anlaşılan herkesin kasık bölgesindeki kas ve dokular aynı güce sahip değildir. Gösterinin yapıldığı sahnenin altındaki orkestranın şefi ayaklarının üstüne dinelir. Böylece durmadan artan müzik seslerinin nereden geldiği de anlaşılmış olur. Sahnenin altına yuvalanmış koca orkestranın üyeleri epeyi kalabalık ve ayağa kalkan şeflerinin boyu da hayli uzundur. Şef, çıldırmış bir halde, batonuyla havaya daireler çizmektedir. Komutu alan yaylılar ileri geri gidip gelmekte, vurmalılar aşağı yukarı inip çıkmakta, üflemeliler nefes nefese koşturmaktadır. Seyirciler kendilerine doğru yaklaşan bu ölüyü diriltebilmek umuduyla birbirini çiğnemeye ant içmiş hâldedirler. Salonun güvenliğinden sorumlu rütbeli birileri acil çıkış kapılarını aralayıp kaçmaya hazırlananlara yol göstermeye başlamıştır bile. "Önce kadınlar ve çocuklar!" diye başlayan bir ses duyulur: “Önce kadınlar, çocuklar ve ölüler!” "Sakin olun; hepinizi kurtaracağız!" anonsu gelir ardından. Cılız da olsa farklı bir ses yankılanır ortalıkta: "Arkadaşlar tek başına kurtuluş yok! Ya hep birlikte ya hiçbirimiz!" Kurnaz olanlar sırtlarını duvarlara yaslar. Kimileri de giysilerini ters yüz ederek durumunu epeyce sağlama alır. Ancak büyük çoğunluk henüz tehlikenin vahametini anlamamış olmalıdır ki, ortalık yerde başı kesik tavuk gibi koşuşturmaktadırlar. "Sayın Yolcular, gemimiz su almaya başlamıştır. Fakat tehlikeli bir durum yoktur. Her şey kontrol altındadır. Filikalarda yeterli sayıda kürek, yer ve can yeleği bulunmaktadır. Müdüriyetimiz son derece deneyimlidir." Müzisyenler ellerindeki çalgıları oldukları yere bırakıp teker teker sahneye çıkmaya başlar. Su dolu cam sandığı ortalarına alacak biçimde geniş bir daire oluştururlar. Ardından usulca oldukları yere çömelip sihirbazın son anlarını izlemeye başlarlar. Seyircilerin kimileri inanarak

14


kimileri de emanet inanç ve sözcüklerle dua etmeye başlar: Tanrım sen beni koru. Milletin arasına nifak sokanları cehenneminle cezalandır. Vatanı düşman nazarından sakın. Devletin hükmünü sonsuz eyle. Ahirette bizi sağlam bir yere yerleştir. -Mazlum Erdem, etrafın sarıldı! Teslim ol! İşte tam o anda mucize gerçekleşir. Kitapta belirtilen kırklar şartı yerine gelmiş ve İsrâfil, Sûr'a ikinci kere üflemiştir. Bütün ümitsizler, yenilenler, kahrolmuşlar; üst üste yığılanlar, yatağa tek başına sere serpe uzananlar, eli ayağı boşanıp olduğu yere çökenler; velhasıl kelam, ayakları olup da yürümeyi unutanlar, yürümeyi bilip de menzili olmayanlar, menzili olup da mihmandarı bulunmayanlar, aşrı aşrı memleketlere gelin gidenler, anadan uzak yardan ırak olanlar, ellerini silah olarak ceplerine saklayanlar… düştükleri yerden silkinip kalkar. Sihirbaz, dilinin altında sakladığı anahtarı çıkarmış ve kalbinin hizasında duran kilidi açmıştır. Önce ayaklarını kurtarır, ardından kollarını... Son olarak beline bağlı ağırlıkları söküp atar. Zincirlerinden kurtulmuş ve yüzeye doğru çıkmaya başlamıştır. Suyu kendine çekip bedenini ileri fırlatır. Kaç kulaç atar kimse saymaz. Muhtemelen kimsenin ezberinde o kadar fazla sayı bulunmamaktadır. Belki bin, belki milyon kere kollar ileri gidip geri gelir. İnsan ömründe rakamların ne önemi vardır ki, sayarsınız biter gider; hapislikse yatarsınız, paraysa sayarsınız, tanelenmiş narsa yersiniz. Ölüler dirilsin yeter. Sonunda suyun üstünde kızarmış yüz, kocaman açılmış ağız, pırıl pırıl parlayan dişler, burundan fışkıran sular, sokağa fırlamış devasa dil ve ciğerlere yol alan upuzun soluk görünür. Herkes sevinçten deliye dönmüş, olduğu yerde zıplamaktadır.

15


Ahali, gösteriyi çılgınlar gibi alkışlamaya başlar. Islıklar, çığlıklar, bağırışlar... Hep bir ağızdan söylenen kahramanlık marşları ve zafer şarkıları kaplar salonu. Hatta bölücü ve ayrılıkçı bir grubun attığı sloganlara, olayın heyecandan olacak, tüm seyirciler katılır. Sihirbaz üstüne bornozunu geçirip kısa ancak oldukça ateşli bir konuşma yapar. Özgürlük ve bağımsızlığın vatan savunması ve insan onuru kadar önemli olduğunun altını değişik kelimelerle çizer. Ardından umuda ve doğacak günlerin zaferi getireceğine ilişkin uzunca bir şiir okur. Ölümü anlatır ve yeniden doğuşu... Umudun ve umutsuzluğun beynimizin parçaları olduğunu; bunlardan biri olmadan, diğerinin anlamsız olacağını... Esareti ve hürriyeti... Devletin sokaklarda hoyrat olduğu vakitlerde, insanların evlerine kapanması gerektiğini… Aşkın kudretinin ancak ayrılıkla ölçülebileceğini... Konuşmanın bitiminde seyircilerin mutluluğu için kendini feda edebileceğine kutsallar üzerine defalarca yemin edince salondan tarihte eşi benzeri olmayan tiz çığlıklar yükselir. Yeryüzünün her noktasından duyulacak kadar yüksek haykırışlar. Seyirciler sihirbazın göstereceği yolda yürüyeceklerini, gerekirse de aynı yolda ölebileceklerini haykırırlar. Tüm salon yumruklarını havaya kaldırıp ant içmeye başlar. Birileri, kapıldıkları ruh hâlinden dolayı, yanındaki yabancıya sarılırken bir diğeri kan kardeşinin suratına sıkı bir yumruk geçiriverir. Çocuğun biri annesinin paltosunu çekiştirir. Anne fark etmez bile. Çocuk bir daha çekiştirir. Anne yine fark etmez. Son seferde çekiştirirken bir yandan da annesine küçük küçük tekmeler atmaya başlar. Annesi kendisine eğilince "Gördüm." der; "Sihirbazın ağzından anahtar çıkardığını gördüm." Anne umursamaz; çocuk, bu sefer de babaya döner. Aynı cümleyi babasına tekrarlamakla kalmaz bir de düşüncesini ekler: "Bu adam

16


sihirbaz değil, sahtekâr!" Baba, daha acımasızdır; bir anlığına alkışlamayı keser ve çocuğu omuzlarından sıkıca kavrayıp hiddetle sarsar. Çocuğun suratına okkalı bir tokat aşk eder. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi diğerleriyle birlikte avuçlarını patlatırcasına alkışlamayı sürdürür; gözlerinden yaş, ağzından tükürük parçacıkları fışkırmaktadır. Çocuk, olduğu yere çöküp oturur; öndeki sırada ayağa kalkmış koca koca insanlar sahneyi kapattıkları için sonrasında sahnede neler olup bittiğini bir daha göremeyecektir. Kollarını göğsünde birbirine bağlayıp somurtur. Ayaklarıyla ön koltuğu itmeye çalışır. Başında minnacık bere, boynunda el örgüsü rengârenk atkı, sırtında akraba çocuklarından emanet palto, ayaklarında ökçesi erimiş boyasız pabuçlar... Aniden salonun her yanında güvenlik güçleri görünür. Sağda, solda, ötede, beride… Orkestranın boşalttığı koltuklar ile kuliste… -Mazlum Erdem, kaçacak yerin yok! Teslim ol! Gecenin çaresizliğini aşacak sırlar nerede yazmaktadır, bunu bilen var mıdır? Üstümüze gelen bu koyu karanlığı, günün aydınlığına kavuşturacak kadar ömrümüz kaldı mı? Ben de bir yerlere sihirli bir anahtar saklamış olabilir miyim? Ağzımdan çıkacak hangi sözcük, sıkı sıkıya kilitlenmiş kurtuluş kapısını açabilir ki? Bütün bu kırgınlıklar, üzüntüler, umutlar ve umutsuzluklar; elbette her şey, geçip gidecek. Bedenime bağlanmış prangaların açılmasını sabırla bekleyeceğim. Kısmetsiz gelinler, kaç zaman geçerse geçsin, sandıkta bekleyen çeyizlerden ümitlerini keserler mi? Düşlerim, hayallerin, umutlarım kim bilir kimin çiğneyeceği küçük bir lokma gibi bekleyecek tabakta? İşkenceler, ölüm ihtimali, küfürler, sıkıntılar kapımda dururken su kıyılarındaki rüzgârlar

17


kavakları okşayacak. Çocuklar doğacak görmeyeceğim, küçükler büyüyecek haberim olmayacak. Bayram günleri bir heyecan, bir telaş; temiz ve ütülü giysiler, taranmış saçlar, boyanmış iskarpinler hep eşikte olacak. Yaşlıların eli öpülecek, harçlıklar dağıtılacak. Gece ile gündüz eşit olacak, en kısa gün hızla geçip gidecek. Durduğum tarafta durmadan en uzun gece yaşanacak. Hapsedildiğim hücrede zemherinin en keskin rüzgârları esecek hep. Gizli bir elin koparıp götürdüğü ceviz yaprağı gibi, hayat uzağımda salınacak. Açık görüşlerde anlamaya çalışacaksın sensiz dünyada olup bitenleri. Kederi ve sevinci mektuplarda tanımaya alışacaksın. İnsanlar nereye gidiyor, kuşlar ne tarafa uçuyor, ölen kim, kelimeler neyi anlatıyor? Ağızlardaki sözü, saklıdaki bilgiyi kerpetenle sökmen gerekecek gurbetten. Ama hayat güzel, toprağa girmek o kadar kolay değil. Her zorlukta senin hayaline sarılacağım Zühre, her sıkıntıda senin aklımda kalan sözlerinde arayacağım teselliyi. İki ay önce bir arkadaşın evinde ilk defa sarıldığım bedenin ısıtacak çıplak ruhumu. Yaralarıma iyi gelen merhemin sen olduğunu asla unutmayacağım. Seni seviyorum kadınım. Orada, bir yerde olduğunu bilmek bile yetiyor bana. Seni seviyorum, bir ateş parçası gibi. Seni seviyorum, ruhunu bana rüyalarla ulaştırma telaşın gibi. Seni seviyorum, sahipsiz bir çuval parçasının ön yüzü gibi. Baharın ilk vakitleri kırlara serip üzerinde hayal kurulan kilim parçası gibi... Seni severken kendimi sevmeyi de öğreneceğim belki. Kadınım, Zühre’m, yolumu aydınlatan ışığım; sevilmek elbette güzel, hoş bir duygu. Ama sevmek, hesapsız sevmek tarif edilmez bir durum. Aşkı, körkütük sevdayı bir kayığın kendini iskeleye bağlamasına benzetmişimdir hep. Sevişenlerden birinin payına kayık, diğerine de iskele olmak düşer. Sana, senin korunaklarına sımsıkı sığınmış bir

18


kayığım ben. Kendimi sana bağlamamış olsam, denizdeki azgın dalgalar kim bilir kaç kez beni içinde alacaktı. Yutup artıklarımı kusacaktı kıyıya. Yanık odun parçaları gibi... Ama sen varsın ve ben nazlı nazlı kıpırdayıp duruyorum suyun üstünde. Kendime güveniyorum. Korkum yok bu kavgada. Paniklemiyorum. Sen orada hiçbir gücün yerinden oynatamayacağı bir ağırbaşlılıkla duruyorsun. Kendimi sana bağladığım halatlardan yana kuşkum yok. Artık suyun keyfini sürebilirim. Gönlüme göre uzatabilirim ayaklarımı. Teslim olacak mıyım, asla! Belki yakalanacağım ama asla teslim alamayacaklar beni. Karşı tepeler ilginç ve koyu bir grilik içinde. Şehrin ışıkları silinmeye başladı. Havada yağmur kokusu yok şimdilik ama yağmur bulutları da eksik değil göğün üstünde. Tanrıya bin şükür, hayat güzel ve tanrıya bin şükür senin gözlerin var her yerde. Bana içten ve sevgi ile bakan gözlerin. Bir yol bulmam lazım; seni anlatmanın, seni kendim kılmanın ve her hücremin sana ait oluşunu anlatmanın bir yolunu bulmam lazım. Senin güzelliğin kıyas kabul etmez, biliyorum. Ancak itiraf etmem gerek ki bazen delice korkuyorum. Seni kaybetmekten korkuyorum. Zaman zaman, senin beni sevdiğine inanamıyorum. Nasıl olur da senin gibi bir mucize, benim gibi dünyalı bir vasatı sever? Seni seviyorum Zühre. Bizim aşkımız, biraz da böyle bir şey sanıyorum: Çoğu zaman bir acı çekme biçimi. İnsan, aşkı yaşamaktansa içinde büyütmeyi daha çok seviyor sanki. Ağaç gibi, fidan gibi, çiçek gibi büyüsün istiyor. Sonra bir bakıyorsun; aşk, uçsuz bucaksız deniz olup yüzme bilmeyen âşıkları boğuyor. Ardından sen gelip rüzgâr oluyorsun bana, ben çaresiz fidan. Eğilip duruyorum önünde. Sen yağmur oluyorsun, ben toprak... Yeşeriyorum sana. Sen güneş oluyorsun sonunda, bense donmak üzere bir serçe... Kanatlarımı ısıtıyorsun.

19


Uçuyorum senin ışığında. Aşk, mutlaka bir felaket olacaksa yangın olmalı Zühre, âşık onu sakinleştirecek su ve toprak olmayı öğrenmeli. Ah Zühre, neredesin şu anda? Ne yapıyorsun kim bilir? Benim bu çıkmaz sokaktaki evde sıkışıp kaldığımı; mühimmatımın az, korkularımın sonsuz olduğunu biliyor musun? Teslim mi olmalıyım, direnmeli mi? Cevabı kulağıma fısıldayıp giden bir kuş olmalıydın şimdi. Bu sıcak haziran ayının yirmi dokuzuncu gününün akşamında titremelerime çare olmalıydın. Biliyor musun, bütün bu yalnızlıklar içinde tek başına üşümek bile zor. İkimize birlikte sarılıyorum. İkimizin iki ay önceki, o rica ile birkaç saatliğine boşaltılmış arkadaş evindeki, birbirine çırılçıplak sarılmış görüntüsüne sarılıyorum. Senin hayalinde kayboluyorum. Aslında ne kadar şanslı bir insanım. Tüm bunların kıymetini bilmeliyim. Şimdi bu çatışmanın ortasında tek başıma olacağıma, toprağı hakça pay etmeye çalıştığımız köylerdeki kardeşlerimiz, sen ve ben birlikte harman yerinde olmalıydık. Başakların savrulduğu yerleri yurt edinmeli ve mutlu insanların vatanını kurmalıydık. Eminim artık, benim memleketim senin olduğun topraklar. Eminim, senin olmadığın bir yeryüzünde nefes alamam ben. Tanıştığımız ilk zamanlarda seni görme umuduyla dernekten ayrılmaz olmuştum. Seninle daha uzun zaman geçirebilme umuduyla aynı komisyonda çalışmak için gösterdiğim çaba herkesin dikkatini nasıl da çekmişti. O çocukça uğraşlarımı hatırladıkça kendime gülüyorum. Sevgili baldızım o gün filme gitmeyi teklif edince senin elini tutma ihtimali aklıma gelmiş ve nasıl da heyecanlanmıştım. Daha o sabah aldığım kitaplardan birini baldızıma ödül olarak hediye etmem de elbette bundandı. Filmdeki sihirbaz gözaltına alınınca nasıl da kendi hikâyemizi izler gibi dikkat kesilmiştik.

20


-Mazlum Erdem, silahını bırakıp ellerini havaya kaldır ve dışarıya çık! Sihirbaz, çok da uzun sayılmayacak konuşmasını bitirir bitirmez güvenlik güçleri salonu dolduruyordu. Sahneye fırlayan bir görevli, asistan kıza yanaşıp mayosunu yırtarak çıkarıyordu. Seyircilerin arasında bir dalgalanma: Çocuk ve ergenlerde merak, kadınlarda merhamet, erkeklerde doyumsuz şehvet… Delikanlının biri gayri ihtiyari elini bacaklarının arasına götürüp iç çamaşırı ile pantolonun arasına sıkışan yumurtalarından birini kaşıyordu. Çıplak kalan kız, bir eliyle göğüslerini diğeriyle bacaklarını örtmeye uğraşırken ikinci bir görevli kızı arkadan sıkıca kavrayıp kıpırdayamaz hâle getiriyordu. Kızı kucaklayan adamın işinde acemi olduğu her hareketinden belli oluyordu. Bir taraftan kızı tutarken diğer taraftan tedirgin bakışlarla çevreyi kolaçan eden adamı sahneden alıp seyirci koltuklarına oturtsanız anında olduğu yere uyum sağlayacak birine benziyordu. Adamın yüzündeki ifade, gözlerindeki buğulu bakışlar; suçluları sorgulamaktan zevk alan bir sorgucudan çok, evdeki koltuğa ayaklarını uzatan şefkatli bir aile babasına yakışacak türdendi. Sahneye ilk çıkan görevli ise arkadaşının aksine son derece sakin, kararlı ve işinde oldukça tecrübeli bir görüntü sergiliyordu. Elini büyük bir hınçla kızın karnına saplayıp kızın içinden bir et parçası çıkarıyor ve seyircilere dönüp bu etin onların hakkı olduğunu bildiren kısa bir konuşma yaptıktan sonra, daha çok cenine benzeyen kanlı et parçasını seyircilere fırlatıyordu. Halk kendisine doğru fırlatılan mükâfatı yakalamak için yarışırken sahnede bir gürültü, bir patırtı, bir keşmekeş... Zühre'nin Şefkat'e dönüp "Ablacığım istersen gözlerini kapa. Senin

21


dayanman zor olabilir" sözlerini duyan Mazlum epeyi şaşkın: “Böyle ahlaksız, böyle haysiyetsiz bir kavgada bizim ne işimiz var?” sorusunu kuşanmış etrafa bakınıyor. Zühre’nin elini ne zaman ve niçin bıraktığının farkında bile değil. Şefkat, “Abla büyüdüm ben.” diyor. “Çocuk değilim. Ölümün ne olduğunu öğrenen biri, kaç yaşında olursa olsun, çocuk sayılmaz artık.” Koca bir gürültüyle birlikte tüm gözler asistan kızın sahnenin arka tarafında yatan cansız bedenine dönüyordu. Bu coğrafyada binlerce yıldır tecrübe edilmiş bir çığlık, bu coğrafyanın insanının binlerce yıldır yabancısı olmadığı bir ölüm için fırlatılmıştı bu kez de. Kimin neden ve nasıl yaptığı belli değildi fakat herkesin gözlerini bir anlığına kaçırdığı anda kızın canice öldürüldüğü açıktı. Kızın cansız bedeni, korkuluğun dibinde öylece duruyordu. Kızın bedeni beyaza, sahne kızıla kesmişti. Sihirbaz; halkı galeyana getirme, isyana teşvik, bölücü faaliyetler, insanlar arasında kin ve nefret yaratma gibi suçlamalarla kelepçeleniyordu. Ardından, seyircilerin sessiz fakat onaylayan bakışları arasında, her tarafı kapalı bir arabaya bindirilip uzaklara götürülüyordu. Dış ses, bornozun ve şapkanın ilgili kurumlar tarafından incelendikten sonra, sakınca görülmezse tabii ki, imza karşılığı zanlıya teslim edileceğini söylüyordu. Gösterinin başından beri sahnede öylece durup sadece ara sıra da ileri geri hareket eden adam havaya bir şeyler yazmaya başlıyordu. Şefkat, Zühre’nin kulağına eğilip “Abla, adam havaya kuşdilinde ‘Sihir, sevgilimizdir; unutuş örtsün bedenimizi.’ yazdı,” dedikten hemen sonra heyecanla yeniden perdeye dönüyordu. Zühre, Şefkat’in görmeyeceğini bilmesine rağmen, işaret parmağını kapalı dudaklarına götürerek kardeşinden susmasını istiyordu. Sihirbazı taşıyan penceresiz araba ilerlerken polis amiri

22


duyulur duyulmaz bir sesle yanındakine "Bütün yaptıklarını görmezden gelebilirdik de kilidi açmasını görmezden gelmemiz mümkün değildi. Bu hareketi, bardağı taşıran son damla oldu. Bizim yerimizde kim olsa, o da bizim yaptığımızı yapardı. Ağzındaki anahtarı çıkarmasına kayıtsız kalamazdık. Unutmamak gerekir ki toplumların yazılı olanlar kadar yazılı olmayan kuralları da bulunmaktadır ve bu son yaptığı da onların başında gelenlerden biri... Üstelik bu devlet, bu vatan, bu bayrak bize kimseden miras kalmadı. Sahip olduğumuz her şey, bize torunlarımızın emaneti… Yaşadığımız şu lanet coğrafyada, bunu bir an bile akıldan çıkarma lüksüne sahip değiliz." Yanı başındaki memur, başıyla amirini onayladıktan hemen sonra "Biraz saf ve salak birine benziyor, değil mi? Arkadaşlarının kendisini terk edeceğinin, kumpanyanın kendisinden sonra dağılacağının farkında bile değil. Oysaki kilide dokunmadan da yürütebilirdi gösterisini. Sanırım yargılama sırasında da en çok bu kilit başına bela olacak. Her şeye hazır olmalı, ölüm dâhil." diye ekliyordu. Bir insan ölüme nasıl hazırlanabilir ki? Evliliğe hazırlık amacıyla mesela; birileriyle aynı ev, aynı yatak paylaşılabilir. Farklı kişilerle yakın ilişkiler denenebilir. Böylece birlikteliğin ne olduğunu, el yordamıyla da olsa, öğrenilebilir. Olur olmaz konuşmalara kulak kesilerek bayağılıklara bir nebze olsun alışabilir insan. Çarşılar, mağazalar, tezgâhlar amaçsızca dolaşılarak günlük hayatın gereklerine bağışıklık kazanılabilir. Tanıdıklarla ağız dalaşına girerek muhtemel münakaşalar için antrenman dahi yapılabilir. Her ilişkiye, her duruma hazırlanmanın bir yöntemi bulunur elbette. Günlerce evin bir odasından çıkmayarak hapishaneye, kendi kendine şiddet uygulayarak işkenceye, oruç tutarak açlığa, dağ başlarına

23


sığınarak yalnızlığa hazırlanabilir insan. Dener, yanılır, ders alır; sonunda da bir miktar deneyim edinir. Oysa ölüme hazırlık için nasıl bir çalışma yapılabilir ki? Mümkün müdür böyle bir şey? Ölüm hususunda olsa olsa sınırlı ölçüde bilgi edinebilir kişi. Belki ölümün kıyısındaki birine eşlik ederek, onunla son zamanlarını geçirerek, ölenin arkasından yas tutarak, anlatılan anıları dinleyerek ölümü ve ölümün sonrasını kavramaya çalışabilir. Belki bir kurbağanın ya da serçenin başını keserek, bir sineği havasız bir yere hapsederek, bir böceği suya bırakarak ölme ve öldürme biçimleri hakkında gözlemde bile bulunabilir. Kurban kesip ölümü kutsayabilir. Ama bunların hiçbiri kimseye kendi ölüm anı hakkında tam ve doğru bilgi veremez ki! Boğulanın, yakılanın, asılanın duygularını bilmek mümkün değildir ki! O zaman "Ölüme hazır olmalıyız." sözü ne kadar saçma bir söz. Hayatta bir kere olacak bir işin antrenmanı, deneyimi mi olurmuş? Hazır olmaktan kastedilen ölümü kabullenmek ise, bunu o kadar büyütmek de neden? Bir güç, rahimden çıkmaya hazırlanan ceninlerin kulağına eğilip "Doğuma hazır ol!" diye fısıldasa ne işe yarayacak? Ceninden pılını pırtısını toplayıp trenin kalkış saatini beklemesi midir murat edilen? Aynı biçimde ölümden önceki hafta içinde ölü adayının kulağına bu bilgi fısıldansa ne değişecek? Ne işe yarayacak bu bilgi? İdamını bekleyen kişi, asılacağı günü bilmekten dolayı mutluluk mu duymaktadır? Şu üç günlük ömürde, üç gün sonra öleceğini bilmek ne işe yarar Allah aşkına? Belki de asıl önemlisi insanın ölüme rıza göstermesi, "Burası fazla geldi artık gitme vakti." diyebilmesi... Bu aşağılık insan topluluklarından kurtulacak olmaktan dolayı sevinmesi… Yaşın, yılların böyle bir yararı var işte! İlk gençlikte benliği esir alan ölüm kâbusu, yıllar geçtikçe bir kurtuluş umuduna dönüşebilmekte.

24


-Mazlum Erdem, yaşamak istiyorsan teslim ol! Mazlum'un kafasından ölüm ve hayat üzerine tüm bunlar geçerken sinemanın perdesinde "8 YIL SONRA" yazısı belirmişti. Anlaşılan o ki, geçen yıllar anlatılmayacak ve seyirciye gösterilmeyecek cinsten olaylarla doluydu. Sihirbaz; ak düşmüş saçları, az da olsa kırışmış yüzü, ağırlaşmış hareketleriyle kameranın merkezindeydi. Üstünde uzunca sayılabilecek bir palto, başında armalı eski bir fötr şapka, boynunda yıpranmış atkı... Koğuşa benzer bir yerde tek tip giyinmiş bir grup insan, adamımızın çevresine toplanmıştı. Sihirbaz, tüm arkadaşlarıyla vedalaştıktan sonra demir kapıya yöneliyordu. Bir görevli eşliğinde dış kapıya kadar götürülüyor, kapıdaki silahlı askere bir takım evraklar gösteriliyor ve bunca zaman sonra sokağa ilk adım atılıyordu. Kamera, epeyi bir süre boş sokaklarda ilerledikten sonra şehrin biraz dışında geniş bir alana kurulmuş bir sirkin albenili levhasının önünde durunca seyirci sihirbazın cebinden bir kâğıt parçası çıkardığına tanık oluyordu. Sihirbazımız bir kâğıtta yazılanlara, bir duvardaki tabelaya bakıyordu. Bunca zaman boş sokaklarda ilerlemenin sebebi anlaşılıyordu nihayet. -Adınız -Cebri Adak -Daha önce gösteri dünyasında çalıştınız mı? -Uzun yıllar Hayal Kaygısı adlı kumpanyada sihirbazlık yaptım. Sahne ismi olarak Üstat Cebri'yi kullanırdım. Belki onu duymuş olabilirsiniz. En bilindik numaram suyun içinde zincirlerden kurtulmaktı. -Kumpanya yabancı gelmiyor ancak sizin adınızı hiç

25


duymamışım. Zincirlerden kurtulma türünden numaralar maalesef insanların ilgisini pek çekmiyor artık Üstat Cebri Bey. Bizdeki gösteriler illüzyondan çok bedensel hünerlere yöneliktir. Cambazlık, ateşbazlık, akrobatlık ya da palyaçoluk yapabilir misiniz? -Hayır efendim, o türden yeteneklerimin olduğunu hiç sanmıyorum. Ancak gösteri dünyasındaki bütün işler aynı önemdedir benim için. Sirkin temizliğini, mutfak işlerini ya da hayvanların bakımlarını yapabilirim. -Maaş konusunda beklentiniz yüksek olmazsa bazı hayvan ve kafeslerin bakım ve temizlik işlerini size verebiliriz. -Çok teşekkür ederim efendim. Çalışmamdan memnun kalacağınızdan emin olabilirsiniz. -Seyahate bir engeliniz yoktur umarım. Bir eş ya da çocuk gibi ayak bağınız var mı? -Yok, hayır! Hiçbir bağım yok. Yollar, nakliye arabaları, devasa çadırlar, ipin üzerinde zıplayıp çemberin ortasından geçmeler, sütun bacaklı kızlar, pazularından enerji fışkıran cengâverler ve çeşit çeşit hayvanlar. Ancak bizim sihirbaz sabah akşam iki filin yanında... Onlarla yiyor, onlarla içiyor ve onlarla uyuyor. Onları yıkıyor, besliyor, okşuyor. Baş başa kaldıklarında da onlara durmadan marşlar öğretip şarkılar söylüyor. Uykuya dalmadan önce de durmadan hikâyeler anlatıyor. Günün birinde giysileri süslü, korumaları kılıçlı, bakışları kirli birileri gelip gösteriyi izlemeye başlıyor. Her şey hoş, çocuklar şen şakrak… Ne oluyor anlaşılmıyor birden önemli misafirlerin olduğu tarafta bir itişme, bir karmaşa… Ayağa kalkanlar, oturanlar, yere kapanıp af dileyenler… Hayvanlardan biri, dediklerine göre erkek fil, nasıl olmuşsa olmuş haşmetlilerin olduğu locaya ağzına doldurduğu suyu

26


püskürtmüş. Devletlilerin hışmından kurtulmak ne mümkün? Gösteri yarıda kesiliyor, eşyalar toplanıp yeniden yol başlıyor. Bitmeyen bir deniz ve göğün altında günlerce gemiyle yol alan kumpanya nihayet karaya çıkıyor. Kıyıda birkaç başıboş kediden başka canlı yok. İtirazlar, inerim-inmem, giderimkalırım, anlaşmamızda bu yoktu, nereden heves ettim şu sahne işine… derken gemideki eşyalar, hayvanlar karaya taşınıp sohbet başlıyordu. Pazularına dünyayı asan yiğitler, ağzından lav fışkırtan ateşbazlar, bacaklarının güzelliğiyle er namına kim varsa hepsini mest eden dişiler, cebindeki mendili kaş ile göz arasında tavşana dönüştürebilen hokkabazlar ve dahi diğerleri… kimsede zerrece umut ya da keyif yok. Üstat Cebri akşama doğru hallice bir ateş yakıp herkesi ateşin etrafında toparlıyor ve başlıyor masalını anlatmaya. “İnsanların az, otlakların bol olduğu Asi Atlar Ülkesinde çok uzun yıllar en küçük sorun olmadan geçip gitmiş günler.” diye başlıyordu biraz sıkıcı, çokça pastoral görüntülerle desteklenmiş yılkı atların serüvenlerine ve sözlerini soluksuz sürdürüyordu: Yağmur yağmış, güneş açmış, otlar yeşillenmiş. Kar yağmış, dağlar beyaza kesmiş. Güneş doğmuş, yeryüzüne bahar gelmiş. Havada bin bir çeşit böcek, toprakta türlü türlü solucan; gökte kuş, yerde doru atlar... Aygırlar kısraklara yanaşmış, kısraklar aygırlara sığınmış. Taylar, onların arasında mutlulukla oynaşıp durmuşlar. Günün birinde kimi adamlar gelip önce kendilerine mütevazı bir barınak yapmış. Ardından, tek hayvanları olmadığı halde, kocaman bir ahır... Onun da ardından toprakların her yanını çitle çevirmeye başlamışlar. Otları toplayıp ahırın zeminini sap ve samanla döşemiş, kalın ve sağlam dalları kesip çitlerin ortasına saplamışlar. Atları bağlamak için halatları ve zincirleri hazır

27


etmişler. Durmamışlar: Köstek, keçe ve derileri kesip eyer; demirleri büküp üzengi imal etmişler. Gün bitiminde hemen hemen tüm malzemeler hazırmış: koşum takımları, dizginler, yularlar, gem ve daha niceleri... Kırbaç, kamçı, kaşağı, nal, gidilecek tarafın dışındaki yönleri kapatan göz bağı, ağızları kapatan kafes... Atlar ürkek ve meraklı... Ne olup bittiğini, bu insanların neden böyle aletler ya da binalar yaptıklarına anlam verememişler. Koşmak istiyorsan koşarsın, kırbaca ne gerek var? Korunmak istersen dulda yerlere, taşların kovuğuna sığınırsın. Hava soğuksa mağaraya girer, sıcaksa nehirlerde eğlenirsin. Ahırlara ne gerek var? Çoğalmak istersen üstünde gök, altında toprak, yanında tanrının sana armağanı eşin... Haraya ne diye ihtiyaç duyacaksın? Meraklı bekleyiş bir süre sonra tersine dönmüş, insanlar atları izlemeye başlamış. Hangisi dişi hangisi erkek, hangisi cesur hangisi ürkek, hangisi memur hangisi amir? Bir sabah gün sökerken... Bütün atlar güven içinde yerlere uzanmış uyur iken... Ne kadar âdem evladı varsa ellerinde kement ve halatla sürünün çevresini sarmış. Kısraklar kaçışır, karışmazlar; taylar uzaklaşır, aldırış etmezler. Şef dışındaki aygırlar geri çekilir umurlarında olmaz. Bütün dikkatleri, varsa yoksa şef olan aygırdadır. Hepsi birden kemendini ona doğru savurur. Bir iki kement hedefini bulur ve şef olan aygırın boynuna geçer. Biri sağdan çekiştirir, diğeri soldan. Biri düğümü sıkıp ipin ucunu kayaya, bir diğeri yere çaktığı sağlam kazığa, biri de en iri ağacın gövdesine bağlar. Aygır kişner, nafile; şahlanır, boşuna; arka ayaklarıyla tekme savurur, kimin derdi? Sürünün geri kalanı güvende oldukları bir mesafeden olan biteni anlamaya çalışır. Çaresizlik böyledir işte, hem içi yakar hem derdi katmerlendirir. Boş boş bakarsın; hainin tüfeğini tanımazsın ki, onun mermisine çare bulasın. Hançerin

28


acemisi, kırbacın gurbetisin. Adamlar sonunda peşengin ayaklarına köstek bağlayıp onu kımıldayamaz hâle getirir; bu da yetmezmiş gibi, üstüne de eyer yerleştirirler. Eyerin deri sicimlerini alttan geçirip karnın altına sıkı sıkıya sabitlerler. İşleri biter bitmez de kazığa, ağaca, taşa bağladıkları ipleri çözerler, sonra da ayaklardaki zincirleri... Aygır, hayatında ilk defa yaşadığı esaretten kurtulmanın verdiği mutluluk ve enerjiyle yurduna doğru koşmaya başlar. Yurduna kavuşan şef başta, yılkısı arkada hep birlikte koşmaya başlar. Otlaklarının bitimindeki uçurumun kıyısına dek durmadan koşarlar. Karşılarına böyle devasa boşluk çıkmasa belki daha da koşacaklardır. Belki çölleri aşıp okyanus sularında yüzeceklerdir. Yurtlarının sınırında dururlar. Ne boşluk uçarak geçebilecekleri kadar kısa ne adımları boşluğu alt edebilecek kadar uzundur. Vermeyince Mabut neylesin Sultan Mahmut? Cürümleri bu olunca, menzilleri de bu kadar olacak elbet. Sürü, pür dikkat şeflerine bakmakta, onu incelemektedir. İşin aslına bakılırsa şefin bel çukuruna bağlanmış bu tuhaf şeyin dışında, şefin kendisinde de yılkının düzeninde de bir farklılık yoktur. Zaman geçip de aygır biraz sakinleyince eyeri üstünden atabilmek için hoplar, olmaz; zıplar, işe yaramaz; yerde sürünür, boşuna çaba... Bir parça keçe ve iki parça deriden yapılmış oturak, bedenine sıkıca bağlanmıştır. Sürü, o geceyi ve sonraki birkaç günü her zaman gezindikleri topraklardan ve sulardan uzakta geçirir. Ne çare, gurbette bir ömür geçmez; öyle ya da böyle memlekete dönmek zorundadırlar. Yattıkları çayır, gezindikleri otlak, içtikleri su oradadır. Bilmez miyiz; alışkanlıklarımız bir çeşit hapishanemiz, ateşinden kurtulmak için çırpındığımız cehennemlerimizdir. Sakin geçen bir zamanın ardından yine bir sabahın kör vakti ve yine çitleri yapan adamlar ve yine aynı tuzaklar... Bu sefer şefin

29


boynuna uzunca bir ip geçirip ipin ucunu da bir kazığa bağlarlar. Önüne de bol bol ot, saman ve su koyup giderler. Bir sonraki sefer buna bir de gem eklerler. Bir dahakine gözün yan taraflarını kapatan, sadece kafanın çevrildiği yönü görebilen bir maske... Sonuncuda ise şefin toynaklarını eğeleyip ayaklarına nal çakarlar. Bu el parçası kadar demir parçanın ve toynakların fazlalıkları kâh testere kâh çekiç kâh eğe ile alınır. Şefin boyu posu, başı göbeği aynıdır da huyu epeyi değişmiştir. İlk seferde üstüne bağlanan eyeri atmak için çırpınıp duran, doğduğu andan itibaren bu uçsuz bucaksız steplerde hoplayıp zıplayan, nerede güzel kokulu ot nerede şifalı yaprak varsa arayıp bulan, suyun çıktığı ilk gözeye eğilip oradan kana kana su içen, çiftleşme sonrası toprağın üzerine devrilip yatan o değilmişçesine olduğu yerden milim kıpırdamamaktadır. Görünen odur ki, rahata iyice alışmıştır. Önüne konan yiyecek ve içecek kendisine yetmektedir. O toynaklı kartal uçup gitmiş; yerini miskin, uyuşuk, hayattan bıkmış bir beygir almıştır. Şefin tembelliği tüm bedenine sinmiştir. Yenileyin öğrendiği rahvan ve eşkin dışındaki yürüyüşleri unuttuğu gibi, koşmayı aklından bile geçirmemektedir. Adamlar bir süre sonra, doğduğu günden beri tarihi deliliklerle dolu bu hayvanı etrafını çitlerle çevirdikleri yere götürürler. Şimdi haksızlık etmeyelim, adamların pek de kötü niyeti yok gibidir. Hatta önyargılı olmazsak iyi bile denebilecek kişilerdir. Bizim şefin önünden bir gün bile su ve ot eksik olmaz. Şef, günlerini yazın çitlerle çevrili alanda, kışınsa sıcacık ahırda geçirmektedir. Sürünün geride kalanları içinse, şefe duyulan hasreti saymazsak, değişen pek bir şey olmamıştır. Başlangıçta yakalanmaktan korkup kaçan sürü, bu yeni duruma da pekâlâ uyum sağlamıştır. Hatta sürünün bir iki üyesi, zamanının çoğunu kırlardaki arkadaşlarının yanından çok, eski şeflerinin olduğu

30


çitlerin kıyısında geçirmektedir. Çitin kapısı kapalı olmasa içeri girecek ya da üstünden atlayabilseler dışarıda olmaktansa içeride olmayı tercih edecek gibi görünmektedirler. Lafı eveleyip gevelemeye gerek yok; bir zaman sonra kimi gönül rahatlığı, kimi ufak tefek teşvikler, kimi de arkadan ufak tefek itelemeyle çitlerin içinde yerini almış. Bir zaman sonra da bütün sürü, ilk aygırın peşinden, kendi gönülleriyle adamların malı olmuş. Gel zaman git zaman, ekmek patrondan su yalaktan, yılkıda bir tartışma başlamış: Kırlardaki hayatları mı yoksa şimdiki hayatları mı daha iyiydi? Öncekiler ve şimdikiler olarak iki gruba ayrılmışlar: Allah göstermesin, bunları devlet okullarında tedrisattan geçirecek olsanız, okulun en acımasız edebiyat öğretmeni bu hususta münazaralar düzenleyip atı ata kırdıracak. Öncekiler olarak adlandırılan grup; özgürlük, başına buyrukluk, geniş alanlar gibi iddialar; Şimdikiler ise kışın sıcak mekân, taze olmasa da her daim yem ve yırtıcı hayvan tehlikesinden uzak olma gibi karşı iddialarla tartışmayı sürdürmüş. İş gelmiş hürriyet ile emniyet arasında bir yerlere sıkışmış. Tartışma çekişme, soğuk sıcak, yağmur çamur derken havalar kötü olduğunda koca ahırın içinde, iyi olduğunda ise kırlarda; elbette ki üzerlerinde binicileriyle birlikte, gezip tozmaya başlamışlar. Oh, bundan iyisi Şam'da kayısı... Atlar bir süre sonra şunu fark etmiş: Binicileri onları asla belli bir hızın üstünde yürütmüyor. Biraz hızlı yürümeye ya da koşmaya kalkanları da ağızlarına taktıkları demir çubukları çekme suretiyle engelliyorlar. İlk zamanlar, içlerinden birkaçı bundan rahatsızlık duysa da buna da alışmışlar. Zaman her meselenin çaresidir, değil mi a dostlar? Alışma süresinde, ön ve arka ayaklara bağlanan kösteklerin de epeyi etkisi olmuş. Ölçünün dışında adım atmaya ya da koşmaya kalkan olursa

31


zincirler doğal olarak kuralı hatırlatmaktaymış. Yeni doğan taylarda durum biraz daha farklıymış: Tahta bir merdivenin aralıklarından her birine, taylardan birinin kafası geçirilip yan yana sıralanıyor ve daha ikinci haftaya kalmadan hepsi uysal koyun gibi aynı adımlarla, aynı hızda ve aynı hizada yürümeyi öğrenmiş oluyormuş. Hızla gitmeye çalışan da yavaş yürümeye niyeti olan da sürünün diğer üyelerinin ritmine uymak zorunda kalıyormuş. Hızlı olan yavaşlayıp yavaş olan hızlanıyormuş. Gel zaman git zaman çiftliğin çevresine yeni yeni eklemeler yapılmış. Bir lokanta, bir gezinti alanı, bir kuyu, bir değirmen ve daha neler neler. Taylar, lokantada yemek yemeye gelenlerin çocuklarını halka biçimindeki çizgi üzerinde dolaştırmaya; kısraklar, kuyunun çevresine hep aynı büyüklükte bir daire çizerek su çarkını döndürmeye; aygırlar, aynı dönüşü buğdayı una çeviren değirmen taşı için yapmaya başlamış. Bir zaman sonra kapatıldıkları ahır ve çitin içinde de hiçbiri düz yürüyemez hale gelmiş. Kapıdan girdikten sonra sol tarafa gitmeleri gerektiğinde önce sağ tarafa yönelip tam bir daire çizdikten sonra sol yana ulaşmışlar. Annesi hemen gerisinde duran tay, arkaya dönüp iki adım gitmektense bütün alanda bir daire çizdikten sonra annesinin yanına gidiyormuş. Rivayet odur ki, dünyanın yuvarlak olduğu ya da hep aynı yöne gidilirse bir zaman sonra başlanan yere geri dönülür teorisi de burada ete kemiğe bürünmüş. Atların ilk zamanlarını bilmeyenler, buradakilerin çok özel bir cins olduğunu düşünmeye başlamış. Sürüdeki atlar bir süre sonra birbirinin aynısı olmuş. Kısraklar tencereyse, aygırlar kapak… Hepsi, çitlere ilk kapatılan şefleri gibi kimi zaman yatarak kimi zaman ayakta uyumakta, onun gibi kişnemekte, onun içtiği kadar su içip yediği kadar saman yemekteymiş. Şef, ahırın hangi köşesine gidiyorsa onlar da o köşeye gidiyor; şef, hangi kısrağa

32


yanaşmışsa tüm aygırların gözü aynı kısrakta oluyormuş. Hatta geri kalan kısraklar, bir zaman sonra şefin ilgisini çekebilmek için şanslı hemcinsleri gibi yürüyüp onun gibi kalça sallamaya başlamış. İnanması zor ancak sürünün üyeleri şeflerine ölümüne itaat ve bağlılık sergilemekteymiş. Bir defasında şefin ayağındaki nallardan birinin düşmesi üzerine, yeni nal çakılıncaya kadar geçen tam bir hafta süresince, diğer tüm atlar da şefleri gibi aksayarak yürümüş. Kaderi aynı olanın akıbeti de aynı olur. Çitlere kapatılmadan önce her birinin huyu suyu ayrı olan sürü üyeleri, çitlerin içinde neredeyse aynı tornadan çıkmış, aynı fabrika tezgâhında üretilmiş gibi davranmaya başlamış. Çayırlarda dolaştıkları zamanlarda canları istediği anda çiftleşen kısrak ve aygırlar, bu işi ahırda sadece cumartesiyi pazara bağlayan akşamlarda; o da usulden gelsin, görev savuşturulsun maksadıyla yapmaya başlamış. Nerede o bütün bozkırı inleten sevişme kişnemeleri, nerede şimdiki komşular rahatsız olacak bahanesine sığınmış usulden 'ah' ile 'of'lar? Doğan taylar da öyle eskisi gibi doğar doğmaz ayaklanan cinsten olmamış. Uzun süre yan gelip yatan taylar, sanırsınız tatil sabahı yataktan kalkmakta zorlanan akşamcı taifesinin en sağlam üyeleri... Bir naz, bir işve, bir hoşnutsuzluk... Çiftlik erbabı her doğan taya isim bulmak için aralarında münakaşaya girerken taylardan biri doğduğu anda hep bir ağızdan aynı sözcüğü söyleyivermişler: Mahzun! Bu yavru, doğduğu andan itibaren o kadar hüzünlü bakıyormuş ki kendine uygun görülen ad da bu olmuş. Eskilerin ismiyle müsemma dedikleri cinsten bir huyu olmuş tayın. Mahzun aşağı, Mahzun yukarı... Mahzun, söylenenlerden birine bile itiraz etmemiş. Mahzun gel, gelmiş. Mahzun yürü, yürümüş. Mahzun dur, durmuş. Mahzun çay getir… O kadar da değil artık! Yapabilse getirmek bir yana, çayı porselen demlikte

33


acıtmadan demleyecek. Müşterilerin çocuklarını, başlarına merdiven geçirilmiş arkadaşlarıyla birlikte tren katarları gibi gezdirmiş, su çekmiş, buğday öğütmüş, herkesten az yiyip hepsinden çok çalışmış. Kâhya ya da patron ahırın kapısında görünmesin… Mahzun, yerinde duramaz hâlde… Sevinç kişnemeleri ile onlara doğru koşup çıkardığı abuk sabuk seslerle de mutluluğunu ifade etmeye çalışmış. Yetmez gibi de kirpiklerini kırpıştırıp okşamaları için başını onlara uzatmış. Yelesini adamların paçalarına sürüp onlardan el almış. Normalde müşteri çocuklarını bir tur gezdirmek yeterliyken Mahzun her seferinde fazladan bir tur daha dolaştırmış. Günler geçip gitmiş; az yiyip ölümüne çalışması yetmez gibi, pencereden kendisini izleyen müşterileri memnun etmek için de türlü türlü numaralar sergilemiş. Dişlerini gösterip uzun kirpiklerini kırpıştırmış. Kalça sallayıp arka ayakları üzerinde yaylanmış. O sırada çalan müziğin ritmine göre geri ya da ileri yürümüş. İlginç figürler sergileyip çocukları eğlendirmiş. Şaha kalkıp müşterileri selamlamış. Sanırsınız İngiliz Kraliyet ailesinin himayesinde yıllık gösterisine hazırlanan aristokrat ahırın gözde tayı... Patron ve çiftliğin kâhyası diğerlerine sürekli Mahzun'u örnek göstermiş. Mahzun gibi çalışın, onun kadar istekli olun, onu örnek alın gibi gibi konuşmalar gündelik dilin parçası oluvermiş. Patron ve kâhya Mahzun'a zaman zaman diğerlerinden iki gram fazla yiyecek, birkaç da kesme şeker vermiş. Yurdun diğer atları Mahzun'a içten içe çok kızmış ancak elden ne gelir; patronun da kâhyanın da, ara sıra da olsa, ortaya çıkan zalimlikleri dillere destan. Ayağı kırılan atı kâhya ucu demir misketlerle süslü kamçısıyla döve döve öldürmemişse; patron, belindeki Parabellum'u çekip atın alnının ortasına dayıyor ve güm... Tek kurşunla iş tamam. Bu yüzden kimse Mahzun'a kolay kolay ilişemiyor. Üstelik iyice

34


serpilip gelişen Mahzun'un şef, lider, önder, peşenk diye bellediği kimse de yok. İyiden iyiye yaşlanan şefin de Mahzun'a dişini geçirmeye kudreti yok zaten... Gel zaman git zaman; baharın ilk günleri, güneşli bir gün... Patronun canı kırlarda dolaşmak istemiş. Mahzun'u tımarlayıp eyerlemişler. Mahzun altta, patron üstte yürüyüş başlamış. Yolu eşkin, düzlüğü rahvan geçip epeyi ilerledikten sonra patronun canı biraz hız yapmak istemiş. Mahzun'u hafifçe kamçılamış. Ardından biraz daha, sonra biraz daha... Mahzun dörtnala koşunun ne olduğunu ilk o gün öğrenmiş, derler. Mahzun koşmuş, patron kamçılamış. Uzaktan uçurum görünmüş. Patron dizginleri çekmiş, Mahzun durmamış. Daha sert çekmiş, yine durmamış. Var gücüyle asılmış, Mahzun'da değişen şey yok. O kadar ki, kimileri gem demirinin ağzın kenarlarını yırtmak bir yana, çene kemiklerini kırıp bütün kafayı kana boğduğunu rivayet eder. Ancak Mahzun durmak nedir bilmemiş. Uçurumun kenarına geldiğinde tereddüt etmeden boşluğa atlamış. Bir süre de boşlukta koşmayı sürdürmüş. Boşluk izin verse orayı da yıldırım hızıyla geçip karşıya varacak ve steplerde sürdürecek koşusunu. Kimileri, Mahzun'un gaipten gelen güçle boşluğu geçip karşı çayırlara ulaşacağına kanaat getirmeye başlamış. Olmamış tabii ki! Patronla Mahzun birlikte uçurumun dibine doğru son yolculuklarına başlamışlar. Uçurum dipsiz kuyu... Göz görse belki inip patronun ölüsü çıkarılacak ancak öylesine derin bir boşluk ki kimse bunu aklının ucundan bile geçirmemiş. Bu olaydan sonra çiftlikteki hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmamış. Kâhya amir değil, memur... Ömrü boyunca emir almaya alışmış. Tek başına döndürememiş çiftliği. Düzen bozulup işler kötüye gitmiş; maliyetine satışlar, taksitli satışlar, tenzilatlı satışlar, kazançtan vaz geçtik maksat muhabbet olsun satışları dahi kâr etmemiş. Sonunda dükkânı

35


kapatmışlar. Atları da çayırlara salmışlar. Mahzun'un hikâyesi ilerleyen zamanlarda dilden dile anlatılmış. Bundan epeyi etkilenen ecnebi bir heykeltıraş uçurumun kıyısına Mahzun'un şahlanmış heykelini yapmış. Mahzun önde, yılkının kendisine hayranlıkla bakan diğer üyeleri arkada... Göğe tırmanan ön ayaklar, rüzgârda savrulan yeleler, ateş fışkıran gözler... Yelelerinde şimşekler çakıp burnunda ateşin yurt kurduğu dehşetli bir önder at: Doğuştan yiğit bir peşenk... Arka ayaklarını toprağına saplamış, dişleriyle bulutları çiğnemeye kararlı bir masal kahramanı... Herkes meşrebine göre anlatmış hikâyeyi. Kimi, Mahzun’un "Koş!" emrini, işgüzar olduğu için, "Çatlayıncaya kadar koş!" olarak anladığını iddia etmiş. Kimi de Mahzun'un zalimlerden öç almak için kendini feda ettiğini dile getirmiş. Kimi ise, Mahzun’un ödül olarak verilen şekerlerden çok yemesinden dolayı gözlerini kaybettiğini ve önündeki uçurumu göremediğini söylemiş. Hele son bir tanesi var ki, azıcık aklı olanın bile inanması mümkün olmayan hikâye... Anlatılanların içinde en uçuk olanı da kuşkusuz bu: Sözüm ona, bölgeye turist olarak gelen bir Kızılderili, Mahzun'un bakışlarını görünce ona acımış ve kendilerinin ayin sırasında kullandıkları peyote kaktüsünün kurusundan bir miktar vermiş. Beterin beteri bu ot, meğer yiyeni bildik âlemden alıp bulutların üstünde uçuran değişik bir nebatmış. Onu yiyen Mahzun, koşu esnasında ilkin gülme krizine kapılmış. Sanırsınız penceresiz hamamda duman altı olmuş külhan ya da ispirtocu keş... Durmaksızın bir tuhaf kişneme: ha, ha, ha; hi, hi, hi... Derken bir kalp çarpıntısı, bir azgınlık hali, cinnet alametleri, baş dönmesi ve sonunda da aklın baştan uçup gitmesi... Kimisi de Kızılderili’nin keş tipli olduğunu kabul etmekle birlikte, olayın hiç de peyoteden kaynaklanmadığını; üstelik Kızılderili'nin gümrükte yakalanma korkusuyla

36


makatına soktuğu üç gram malı da kontrolden geçmeden hemen önce girdiği tuvalette bağırsaklarını rahatlatırken kaybettiğini; atın bu duruma gelmesinin gerçek nedeninin sihirli mantar olarak bilinen mantarlardan bolca yemesi olduğunu iddia eder. Bu mantarlardan yiyenler, meğerse LSD almış tiplerin akıbetine uğrarmış. Maazallah bundan azıcık bile yiyenler, gerçek âlemden öyle bir koparlarmış ki kendilerine hiçbir şey olmaz halet-i ruhiyesine kapılırlarmış. Bedenlerini dağların tepesinden uçurumların dibine savurur ya da koca koca eşyaları pencereden insanların kafasına atarlarmış. Bu da yetmezmiş gibi sesleri renk, renkleri de ses olarak algılarlarmış. Olaydan epeyi sonra uydurulan hikâyelerden birinde ise kerametin Mahzun'da değil binicide olduğu söylenir. Meğer yıllar önce gizli bir tarikata iştirak edip orada "üstat-ı azam" makamına ulaşan bu adam; müritlerine ölümün de ölümsüzlüğün de insanın içinde olduğunu vaaz etmekteymiş. Meğer at çiftliği görüntüsü ile gizlenen bu yer, aslında tarikatın merkez dergâhıymış. Üstat, bu son hareketiyle de ölümsüzlüğü kanıtlamaya kalkışmış. Özetin özeti, Mahzun'un bu durumuna kimse tam bir teşhis koyamamış. Olanla ölene çare mi var? Çözümü yoksa meseleyi pek de kurcalamamak gerek... Sonuç ortada: Her ikisinin de ebedi istirahat yeri uçurumun dibi olmuş. Olan, sürünün bacaklarının dayanıklılığı ve koşmalarındaki efsanevi ünlerine olmuş. Yurdun yeni nesil atları, tarihe nam salmış ataları gibi, koşup durmayı beceremediklerinden sadece yürümüşler. Kısmetleri olan yolu, attıkları ilk adımlarıyla ağır ağır yürümeye başlamışlar. -Mazlum Erdem, bu son ihtar! Teslim ol! Sihirbazın gece boyunca arkadaşlarına anlattığı uzunca

37


hikâye sona erince; sadece masalı can kulağıyla pürdikkat dinleyen sirk çalışanlarını değil, sinemadaki izleyicileri de tuhaf bir dalgınlık ve melankoli esir almıştı. Hikâyenin bitiminde herkes birbirine şaşkın şaşkın bakarken davudi bir ses; sihirbaza görevinin bittiğini, o günün geldiğini söylüyordu. Sirk çalışanları teker teker sihirbazın elini sıkıyor, yanaklarını öpüyor, bedenini sıkıca kucakladıktan sonra çekip gidiyordu. Bir başına kalan Üstat Cebri lakaplı sihirbaz filmin son sahnesinde uçsuz bucaksız bir boşlukta elinde basit bir çanta ile yeniden görünüyordu. Giysilerinin tümünü çıkarmış halde... Etleri mosmor, yüzü gözü paramparça, kemikleri dışarıda... Boynunda küçük bir anahtar; bir de bacaklarının arasında, af edersiniz hemen hemen bamya büyüklüğünde, tenasül organı sallanıp duruyordu. Issız bir dağ başında sadece sihirbaz ve arkasında eski çağlardan kalma kasvetli boşluk... Mazlum Erdem, sinema salonunun karanlığında da zaman zaman kurşunların aydınlattığı bu karanlıkta da filmdeki sihirbaza benzetmişti kendini. Belki dış görüntüleri ve yaşları arasındaki benzerlik belki de karşılığı olmayan kahramanlık hisleri... Neden böyle düşündüğüne ilişkin o gece de bu gece de cevabı yoktu. Sinema çıkışı usul adımlarla evin yolu tutulmuştu. Şefkat, ayrılış anında eniştesine hikâyedeki tayın adıyla “İyi akşamlar Mahzun ve Mazlum enişteciğim!” diye seslenince Zühre nasıl da uysal sözcüklerle uyarmıştı küçük kardeşini. -Mazlum Erdem, son bir dakika! Teslim ol! Şimdi söyle Mazlum Erdem! Herhangi bir sihirbazlık numarası biliyor musun? Ağzının içinde, işe yarayacak

38


anahtarın var mı? Boşlukta koşacak ayaklara sahip misin? Anlaşılan bu cuma, bin dokuz yüz yetmiş dokuz yılının haziran ayının yirmi dokuzuncu, gecesi sularda sürükleneceğin en uzun gece olacak. Denize ulaşıp dalgaların arasına mı karışacaksın yoksa bir adacığın kuytusunda bir yer bulup selin sona ermesini mi bekleyeceksin? Sakin ol Mazlum, sakin olmasan da sağlıklı düşünmeyi başar. Şu anda, burada, bu çıkmaz sokağın sonundaki kuytuda tek başına olabilirsin; ancak unutma ki, sen büyük bir kavganın onurlu neferlerinden birisin. Şu anda sadece kendini değil, tüm arkadaşlarını temsil ediyorsun. Bunlar sadece seni değil, tüm Yansıtmacıları ve hareketin eşitlikçi, özgürlükçü, bağımsız dünya hayallerini de teslim almak istiyorlar. Sakince düşün; yaşayarak mı yoksa direnerek mi daha yararlı iş yapmış olursun? Duygularınla değil, aklınla karar verme zamanı. Teslim olduğun anda işkenceler, baskılar, zulüm ve kim bilir kaç zaman sürecek mahpusluk başlayacak. Ölürsen de kavgada sözün olmayacak. Zühre'nin gözlerinin ömür boyu buğulu kalması da cabası. Tarihin kesintisiz aktığını unutma. Hayat bir gün bir geceden ibaret değil. Sen ve senin arkadaşların yeryüzünde olduğu sürece bu kavga sürecek! Sonunda elbette dünyanın her yerinde insanlığın bayrağı dalgalanacak! Ağzına sakladığın anahtarı çıkar artık; bir daha dönüp bakma geriye, kısmetin olan yolu yürü. Mermi, namlunun yivlerinin arasında ilerleyip bunca zaman hasretiyle yanıp tutuşturu boşluğa kavuşur. Ortalığa yivlerde ilerleyen çekirdeğin tiz sesi yayılır. İpince bir sızının, ayaklarının ucuna basarak yürümenin, saçların pürüzsüz boyna sürtünmesinin, bir sevgilinin son kez bakışının sesi... Kapsülü boşaltıp çekirdeği ileri fırlatan barutun sesi, bütün

39


sesleri bastırır. İnsanı ölmeye ve öldürmeye çağıran bu sesin tuhaf bir cazibesi vardır. Kaçabilecekken sırf sesi sonuna kadar dinleme aşkıyla beklersiniz. Çok kısa süre sonra, merminin boşluğu geçip saplandığı yerin fıtratına göre çıkardığı yeni sesi duyarsınız. Ete saplanan ile duvara çarpıp seken mermi çekirdeğinin çıkardıkları sesler epeyi farklıdır. İlkinde tok bir suskunluğun yerini ikincisinde tiz bir ciyaklama alır. İlkinde içe akan gözyaşı… İkincisinde kendini salya sümük meydana döken çığlık... Tok sesin ardından akan kan, uysal bir nehir olarak akar gider sokağın taşları arasından. Akar, akar akar... Aktıkça hızı azalır ve bir yer gelir, mecburen durur. Oysa duvardan kopan parça, tuz buz olup havaya çoktan karışmıştır. Çok dikkatli bir bakış ya da olup biteni yaşayan bir kulak değilseniz önünden binlerce kez geçseniz de duvardaki küçücük oyuğa bir kez bile dönüp bakmazsınız. Serçe parmak ucunun bile zor sığacağı bir delikle ne işi olur ki insanın. Hâlbuki insanda açılan yara öyle midir? Yara, ne kadar ince, ne kadar narin olsa da; yarası olanın canını almadan, rahat bırakmaz onu. Ölüme tanık olmadıkça bir türlü rahat etmez. -Üç, iki, bir… -Ateş etmeyin, çıkıyorum!

40


MAHPUSLUĞUN SON GECESİ -Geçmiş olsun, Allah bir daha düşürmesin! -Sağ ol Hami Efendi... Biz yavaş yavaş tahliye oluyoruz, darısı sizin başınıza! -Bizim tahliyeye daha çok var Mazlum Bey... Çocukların okulları bitinceye kadar ufukta bize tahliye görünmüyor. Emekli olursak nasıl geçiniriz, nasıl okuturuz onları? Cebe giren belli de cepten çıkan maalesef belli değil. Her gün yeni bir masraf kapısı açılıyor. Geçen gün hanım fırında bir şeyler pişirirken çamaşır makinesini de çalıştırınca tesisat kaldırmamış. Sıva altındaki kabloların bir kısmı kısa devre yapmış. Ustalara sordum. Dediklerine göre tüm tesisatın değişmesi gerekiyormuş. Eski ev, deyip duruyorlar. Biz de eskiyoruz ancak nedense bizim kısa devre yapma hakkımız hiç olmuyor. Hükümet bu sefer de doğru düzgün zam vermedi, verdiği de iki ay içinde enflasyona kurban gitti. Esnafta hiç vicdan kalmamış zaten, malların üzerindeki fiyatlar sabahtan akşama kadar bile aynı kalmıyorlar. Neyse... Kendi derdimizle boğmayalım sizi de. Hayırlısıyla yarın sabah bitiyor, değil mi? -Evet, umarım. Bir aksilik olmazsa bitiyor. Çıkıyoruz gibi görünüyor. 7 yıl, 8 ay, 24 gün geçti de bu son gece bir türlü geçmiyor. -Hep öyle olur Mazlum Bey. Geçiyor ancak… Emin olun ki o son gece de geçiyor. Bu kapıdan girenler hep burada kalacak olsaydı, bize oturacak iskemle kalmazdı. Hapishaneler de hayatın bir parçası sonuçta... Biri doğuyorsa biri de ölüyor. Burada da aynı kural geçerli; ön kapıdan içeri aldığımızı, bir zaman sonra arka kapıdan salıyoruz. -Haklısınız, hem de pek çok haklısınız. Belki de hayatın merkezi... -Gardiyan arkadaşlar çay demlemiş, sıkılmazsanız gelip

41


bizimle oturun. Tek başına beklemektense, birlikte bekleriz gecenin bitişini. Belki böylece zaman da daha çabuk geçer. -Ne diye sıkılacağım Hami Efendi Kardeşim? Sizlerle olmaktan onur duyarım. -Bizim genç arkadaşlar bazen patavatsız oluyorlar, kusuruna bakmayın siz onların. Toyluklarına verin. Geçen gün sizin koğuşun önünde de yüksek sesle ileri geri bağırıp çağırmışlar. Ben onların kulaklarını çektim usulüne göre. Bundan sonra sizin tarafa geldiklerinde daha dikkatli olacaklar. -Rica ederim Hami Efendi... Biz kimiz ki insanların kusurlarına bakalım. Üstelik askeri cezaevleri ile E tipinden sonra yarı açıktaki gardiyan arkadaşlar, insana mahalle arkadaşı gibi geliyor. -Öyle dedin de, derdimi depreştirdin Mazlum Bey. Müdür Bey, geçen gün yeni bir uygulamadan bahsetti. Benim gibi aynı yerde 10 yıldan fazla çalışanların tayinlerinin F tipi mi, hücre tipi mi denilen yeni yapılan hapishanelere çıkabileceğinden söz etti. Öyle olursa ne yaparım ben? -Merak etme Hami Efendi, seni oraya göndermezler. Gönderseler de seni orada tutmazlar. Sen onlar için fazla iyisin. Onların işine yaramazsın. -Ben bu hayatta iyiliğin işe yaradığını hiç görmedim Mazlum Bey... İyilikten maraz doğar. Neyse, şeker ister misin? -Sağ ol, epeydir çayı da kahveyi de şekersiz içiyorum. -Dışarı çıkınca ne yapacağınıza karar verdiniz mi? -İnsanın içeride öğrendiği ilk şey plan yapmamak Hami Efendi. Ben de ilkin bunu öğrendim burada. Önce bir tahliye olalım da, sonrası kolay. Bakalım hangi derenin suyuyuz, öğrenince ona göre yatağımızı buluruz. -Tahliye olalım mı kaldı, hayırlısıyla sabaha bizi bırakıp gideceksiniz. -İtiraf edeyim ki, biri "Kal!" dese kalacak gibiyim. Dışarıdayken

42


içeri korkutuyordu, içerdeyken de dışarı korkutuyor insanı. -Hiç evlenmediniz mi Mazlum Bey kardeşim. Çoluk çocuk yok mu? -Yok, kısmet olmadı. İşimiz çoktu herhalde. O tür işlere zaman bulamadık. -Nişan ya da sevdalık da mı yoktu? -Şimdi o konulara hiç girmeyelim. Siz benden iyi bilirsiniz; insanın olduğu yerde bir iktidar etme hevesi, bir de sevdalık eksik olmaz. -Urfalı'ydınız diye biliyorum. -Evet, öyle… Lakin bizim peder öğretmendi ve ben daha ilk mektep çocuğuyken tayinini İstanbul'a istemiş. Özeti, bizimki de herkesin hikâyesi ile aynı... Peder ile valide imkânlar biraz daha fazla olur, diye düşünmüşler. Oğlan iyi okullarda eğitim alır da beladan uzak durur, diye büyük şehrin yolu tutulmuş. Tek maaş, üç nüfus... Lise ikide pederi, üniversitenin ilk yılında da valideyi kaybettim. -Başka kardeş de mi yok? -Yok üstadım. Ben doğduktan sonra valide hastalanıyor ve bir daha da hamile kalamıyor. Anne ve baba tarafından akrabalar var ama kimsenin kendinden gayrısına pek de hayrı yok. Bir de bilirsiniz; bizim oralarda akrabaların çoğu, iyi gün akrabası... Gözden ırak olan gönülden de ırak oluyor. Biz uzakta olunca dededen kalma fıstıklığa ve evlere de amcalar el koyuyor. Teyzeler, halalar ise kendi derdine düşmüş. Sonuçta el kapısındalar, seslerinin gür çıkması mümkün değil. Herkes kendi kavgasını veriyor. Kimsenin başkasına yardım edecek hâli mi var bugünlerde? -Ziraat okumuştunuz, değil mi? -Maşallah Hami Efendi, bizim hikâyemizi bizden iyi biliyorsunuz. -Ne yapalım Mazlum Bey, bizim işimiz de bu. Birlikte yatıp

43


birlikte kalkıyoruz. Yeni gelen savcı da işini epeyi ciddiye alan biri... Zaman zaman hükümlü arkadaşlardan birinin dosyasını eline alıp hepimizi ayrı ayrı imtihan ediyor. Üstelik buraya girdikten sonra ha hükümlü ha gardiyan ha müdür. Farkımız mı var? Aynı binanın içinde aynı havayı soluklanıyoruz. Bayramda seyranda akrabalarımdan çok buradaki arkadaşlarla oluyoruz. Bazen asıl akrabalarım buradakiler diye düşünüyorum. -Haklısın, çok haklısın. Bizim de en yakınlarımız sizler oldunuz bunca zaman. Evet, ziraat okudum. Ancak işin doğrusu topraktan çok insanlarla ve siyasetle ilgilendik okul zamanında. 28 yaşından bu yana da tedrisatımızı bu dört duvar arasında sürdürüyoruz. -Bizim oğlan da ziraat okuyacak Mazlum Bey. Puanı ancak orayı tuttu. Ancak istidadı pek yok gibi. Geçen gün bacaklarımın siyatik ağrıları için merhem hazırlıyordum, kilerdeki dolaptan takke çiçeği ile sedef otu getirmesini söyledim. Adam lavanta ile papatya getirmiş. -Bizim dertten sizde de mi var? Ben sadece mahpuslarda olur sanıyordum. -Olur mu Mazlum Bey, adı üstünde mahpushane hastalığı. Hükümet mi ki bu mahkûm ile gardiyan arasında ayrım yapsın. Bu her yanı çıplak bu taş binada kim yaşıyorsa bir süre sonra yakalanıyor elbet bu illete. -Doktor B vitamini ile kimi ilaçlar verdi ancak onlardaki kortizon da tansiyonu yükseltip kasları mahvetti. Bıraktım ben de. -Takke çiçeği ve sedef otunun dışında aksöğüt, kara huş ağacı, sığırkuyruğu ve sarı kantaron da iyi gelir bu hastalığa. Önceki zamanlarda söylemiş olsaydınız hazırladığım karışımlardan getirirdim size. Artık dışarıda kendinize daha dikkat edersiniz. Kaplıcalara gitmek de işe yarar, derler ama

44


nerenin suyu şifalıdır bilemem. Çok zorda kalırsanız bir soğanı ikiye bölüp bu illetin yerleştiği bölgenin iç kısımlarına yuvarlaya yuvarlaya on dakika kadar masaj yapın. Hiç olmazsa birkaç patatesi haşlayıp püre haline getirip beze yayın Mazlum Bey. Başka bir bezle de belinize sıkıca bağlayın. Soğuyana kadar orada tutun. Bunu birkaç kez tekrarlayabilirsiniz. O haplar gibi yan etkisi de yoktur, merak etmeyin. Biraz rahatlatır insanı, geçici de olsa sancıya çare olur. -Toprağa ilişkin bu kadar çok şey bilmeniz ne güzel. Tabii ben ve benim gibiler toprak veya toprakta yetişenlerle değil de, toprağı sağıp tüketenlerle uğraştığımız için bu konuda hayli cahiliz. -Toprağa ekip topraktan almayı biliyorum da; toprağı sağanları ilk sizden duyuyorum. -Ağalar, beyler Hami Efendi; ağalar, beyler; efendi görünümlü sülük ve asalaklar... Üstelik bunlar sadece taşı toprağı değil; toprağı işleyen, ekmeği soframıza getirenleri de sömürmeyi sürdürdüler binlerce yıldır. -Biz Balkan muhaciriyiz, Bulgaristan'dan. Toprakla işimiz pek olmadı. Köyün yakınlarında bir demir çelik fabrikası vardı. Hemen herkes orada çalışırdı. Çok küçük bir nüfus da hayvancılık yapardı. Bir de evin bahçesinde ufak tefek sebzemeyve... Bunun dışında da ne öyle aman aman ektik ne de ekilmişi biçtik. Orada da hükümetin emrindeydik, buraya gelince de aynısı oldu. Devlete emir kulluğumuzu sürdürdük işin doğrusu. Padişahımız asırlar önce atalarımıza "Oraya git, orada otur." demiş, bizimkiler de gitmiş oturmuş. Cumhuriyet kurulunca da reisicumhur "Geri gelin, burada durun!" demiş, gelip durmuşuz. Siz de hükümet işindeymişsiniz daha önce, değil mi? -Sayılır. Tam hükümet işi olmasa da hükümetin geçici olarak

45


kurduğu bir işte, reform dairesinde, çalışıyordum: Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığı... -Biz buraya gelmeden önce, toprak mülkiyeti ya da şahsi işletme nedir pek bilmezdik. Geldiğimiz yerde her şey devletindi. Bizim oralarda özel mülkiyet pek yoktur. Şahsi teşebbüsle burada tanıştım. Gerçi önceleri Bulgaristan'da da şahsi mülkiyet varmış fakat benim bebeklik günlerimde ihtilal olmuş. Partizanlar bizim kasabaya gelip yönetimin değiştiğini, devrim olduğunu duyurmuşlar. Herkesin ancak bir inek besleyebileceği, fazlası varsa kooperatife devredileceği söylenmiş. Köyde kimin fazla hayvanı varsa devlete vereceğine kesip konu komşuya dağıtmış. Kimi de sucuk, kavurma, pastırma yapıp kilere istiflemiş. Anlayacağın hayvanlar yine sahiplerinde kalmış. Bir farkla tabii… Sahibinin ahırından çıkıp midesine girmiş. Bizimkiler de aynısını yapmış. Önceleri dönmeye niyetleri pek yokmuş, "İdare ederiz. Geçer bu günler" diye düşünmüşler. Öyle de olmuş, ilk zamanlar karışan görüşen pek yok. Biz kasabadakiler hesapta Türk'üz ama Türkçe ile aramız pek de iyi değil... Dilimiz gibi dinimiz de oralı değil. Yeni hükümet zaten hiçbir dine sıcak bakmıyor. Bir süre sonra oranın hükümeti buranın hükümetine emir vermiş, "Sınır kapısını açın ve soydaşlarınızı alın." diye. Ben daha sekiz yaşında olduğuma göre 1950 ya da 51 olmalı. Biraz baskılar da artmış. Bizimkiler de “Vatanımıza dönelim, bu gâvur ellerinde bize hayat yok." deyip dönmüş. Buraya ilk gelenlerimizi "Bulgar Dölü" diye çağırmış mübaşir; ahali de, aklındaki deftere öyle kaydetmiş. Gönderen de "Türk Dölü" diye göndermiş zaten. İlkin bizimkilere kız vermemişler, ekmeği de ölmeyecek kadar bulmuşuz. Neyse ki bizim kimi akrabalar önceden gelip düzenlerini kurmuşlardı. Biz de onların yanına yerleştik. Üstelik ben ve kardeşlerim çocuktuk. Bir anlamda ikinci nesil muhaciriz sayılırız, çok sıcak

46


yaşamadık o günleri. Sonra her aileye nerede çorak toprak varsa bir miktar vermişler. Ne diyeceksin, sonuçta burası vatanımız. Çorak da olsa bitek de olsa bizim... -Toprak işi aslında burada da oradakinden çok farklı değil Hami Bey. Cumhuriyetten önce mülk; yani ki toprak, Allah'ın; dolayısıyla da onun bu âlemdeki temsilcisi padişahınmış. O da, tebaasını kimin aracılığıyla yönetmek istiyorsa ona veriyormuş arazileri. Kim daha çok vergi toplayacağını söylüyorsa mührü ona teslim ediyormuş. Eh mührü alan da Süleyman olacağına Yezit oluyormuş genellikle. İstenen ölçüde vergi toplanmayınca da mühür geri alınıyormuş. Cumhuriyet ile birlikte kâğıt üzerinde eşitlik ve adaleti sağlamışız da ne yazık ki kâğıtlar hayata hükmedemiyor Hami Bey kardeşim! Davul aynı, çalınan şarkı aynı olmuş. Bir tek davulcu değişmiş. Biliyorsun, cumhuriyet her ne kadar hepimize yeni bir soy sop bulmaya çalışsa da, onun hükmü de aynı olmuş. Yurttaşlık da, adalet de, eşitlik de lafta kalmış çoğunlukla. Bir sabah uyanmışız üstünüzdekileri çıkarın ve bunları giyin demişler, giymişiz. Milletçe bir gün ve bir gecede asrileşmişiz de, kimsenin haberi olmamış. Bir de tehcir edilenlerden, mübadele ile gidenlerden kalan uçsuz bucaksız yerler var. Onlar da kapanın elinde kalmış. Tabi ki kapanların hepsinin ensesi kalın, bileği güçlü, eli kanlı... Sizin konuşmalardan da anlaşılıyor ki, bu topraklarda her kim varsa, hepimiz bir çeşit muhaciriz. Siz gümrük kapılarından geçip bir ülkeden başka bir ülkeye göç etmişsiniz; biz ise çarşaftan mantoya, elifbadan alfabeye... İlkokuldayken hayal meyal hatırlıyorum da, kimi arkadaşlarımızın anneleri kafalarına bizim oralara özgü kofi denen bir başlık takardı. Yemeni sarılmış kavuk gibi bir şey... Öğretmenimiz öyle giyinenleri aşağıladığı için, arkadaşlarımın bazısı annelerini bizden ve öğretmenlerden saklardı. Bir düzen ki, insanı dilinden ve

47


annesinden utanmak zorunda bırakıyor. -Derinlere daldık, biraz yüzeye çıkalım. Çayları tazeleyelim mi? -Tazeleyelim Hami kardeşim. Ama bu bardaktan sonrakini en kısa zamanda ben sana ısmarlayacağım. Dışarıda, mümkün olursa şöyle su kenarındaki bir kahvede elbette… -Öyle olsun Mazlum Bey, öyle olsun. Buradaki çayın tadına doymuş olmalısın. -Biz dünya nimetlerine doyduk da bu ağalar, beyler toprağa doymamış bir türlü. Hükümet toprak ve tarım reformu yapmaya karar vermiş ve pilot bölge olarak da bizim ata ocağımız Urfa'yı seçmiş. Biz tabii ki genç ve idealistiz: Bozuk düzeni düzelteceğimizden zerrece kuşkumuz yok. Babamız, atamız, ceddi emcedimiz bu ağalardan çekmiş. Hâlâ da çekmekte. Yoksul aile çocuğuyuz. Biraz da bunun verdiği hırsla öyle pek düşünüp taşınmadan girişiyoruz işlere. Geçici olarak İstanbul'dan Urfa'ya gidiyorum. Sabah demeden, akşam demeden; yaz kış dinlemeden toplantılar yapıyoruz, ölçüp biçiyoruz. Köylüyle konuşup onları bilinçlendiriyoruz. Sadece toprağı değil, insanlığı da hakkaniyet ile paylaştırmaya kararlıyız. İnsan hakları, diyoruz; milletlerin kendi kaderini tayini, aynı işe aynı ücret, inanç özgürlüğü, cinsiyet eşitliği... Daha iyi yaşam, sözü ağzımızdan düşmüyor zaten. Eğitim, sağlık, barınma... dert namına ne varsa ona koşturuyoruz. Hemen bitişikteki Adıyaman'ın adı trahom hastalığından dolayı körler memleketine çıkmış. Urfa’da küçücük çocukların yüzüne musallat olan şark çıbanı denilen hastalıktan kurtulabilmek ne mümkün! Bu mikrobu çocuklukta kapan kim olursa olsun, bütün bir ömür, ortalıkta damgalı olarak dolaşıyor. Çarşıya çıktığında sanırsın ortalıkta dolaşanlar bir şehrin ahalisi değil de, sahibi tarafından işaretlenmiş sürü... Yüzümüze bakan memleketimizi okuyor. Bunlarla da savaşıyoruz. Fırsat buldukça da İstanbul'a

48


dönüyorum. İşçinin grev çadırlarına koşup gözcülük yapıyoruz. Hatta kamulaştırdığımız devlet arazilerine gecekondular inşa ediyoruz. Şehir planları çiziyoruz. Bir zaman sonra devlet, ağa ya da patron; güçlü olan kim ise halkımıza iskân-imar affı, ibadet yeri, rüzgârda yıkılacak lojman, Almanya piyangosu gibi rüşvet veriyor. Halkımız da işin doğrusu pek de kadirşinas çıkmıyor. Babasının oğlu musun, bir süre sonra sana sırtını dönüyor. Hatta seni devlete ihbar ediyor. Adamlar kendilerince haklı; kimilerinin boğaz, kimilerinin şehir manzaralı mülkü olmuş bu zaman zarfında. Düşünmeleri gereken aileleri ve daha bin türlü sebepleri... -Bizim orada bir söz vardır Mazlum Bey. Dedemin dilinden hiç düşmezdi: Halka güveneceğine Hakka güven. Hiç olmazsa divanda hesap sorma şansın olur. -Öyle galiba. Başını ağrıttım Hami kardeş. İşin özeti, reform sırasında yine ağaların ve beylerin dediği olmuştu. Aynı kişiler belediye ya da dinî nikâhlı eşlerinin, güvendiği akraba ve tanıdıklarının ya da borçlandırdığı köylünün üstüne malımülkü geçirerek yine zenginliğin tek sahibi olmayı sürdürdüler. Zaten yasanın üzerinden daha üç-dört yıl geçmişti ki Anayasa Mahkemesi de yasayı iptal etti. Biz de gün ışığı görmüş iyot gibi açıkta kaldık. Gerçi bizim gibiler için güneşe de gerek yok ya... Rengimizden ne mal olduğumuzun zaten anlaşılıyor. -Bizim hanım sefer tasına bir şeyler koymuştu. Çıkarayım da şu mide kazıntımız geçsin. -Peynirli börek değil mi bu? -Evet, bizim oralarda çok sık yapılır. Baniçka derler bizde. -Çok güzel olmuş. Yengenin ellerine sağlık… -Afiyet olsun. Daha güzellerini yapan biri inşallah sizin de karşınıza çıkar. -Bizden geçti o işler; yine de âmin, diyelim. Yanlış anlama Hami Efendi; bilirsin kimsenin işine burnumu sokmam da, şu

49


havalandırmada sürekli tek başına göğü izleyip kuşlara emir yağdıran arkadaşın durumu nedir? -Ha, üstatı soruyorsunuz. Onun durumu evlere şenlik. İnsan çeşit çeşit, yer damar damar, derler ya; tam bizim bu üstat için söylenmiş sözdür o. -Normal adı yok mu? Niçin üstat diye sesleniyorsunuz ki? -Ağız alışkanlığı işte… Adam sahte para basmakta o kadar ehil biri ki; sivil hayatta kimse kendisine adıyla seslenmiyor. Adamı adıyla tanıyan yok. Bir kısım tanıdığı ordinaryüs ancak büyük çoğunluk üstat olarak biliyor. Adam, kalpazanlık tarihini yeniden yazmış. Burada da aynı alışkanlık sürdü herhalde. Dediğim gibi bu vatandaş içeriye kumardan girmiyor fakat hapislik süresinde kumar illetine bulaşıyor ve bundan da bir türlü kurtulamıyor. Özünde de pek temiz biri değil; üçkâğıtçı, namussuzun teki. Son bastığı paraların köşesine kendi imzasını atmasa öyle kolay kolay da yakalanacak biri değil. Mıknatısın ayırt etmeden tüm metalleri kendine çektiği gibi bütün pislikleri üstüne çekmeyi biliyor. Koğuşta kumar oynatarak milletin neyi var neyi yok söğüşlemeye başlıyor. Hapishane idaresi, bıkmadan usanmadan bunun kumar oynatmada kullandığı ne varsa hepsine el koyuyor. Birinde zarlara, diğerinde iskambil kartlarına, bir başka aramada tombala takımına... Her aramada bir malzemesini kaybediyor. Yine de ıslah olmuyor ve milleti dolandırma işinde her seferinde yeni yöntem buluyor. Poker, barbut, yirmi bir, bul karayı al parayı... Zarlar ve iskambiller yakalanınca halka atma, süt şişelerine düğme sokma, üfleyerek kibrit kutusunu masadan aşağı düşürme, dairenin ortasında misket durdurma... Her seferinde değişik bir metotla kumar oynatmayı sürdürüyor. İdare de inatçı, şişe sütten açık süte dönüyor; kantinde şişe, top, karton... velhasıl kumara uygun hiçbir şey satılmıyor. Kibritler bile kutusundan çıkarılarak çöp

50


ve kav olarak teslim ediliyor mahkûmlara. Bizimki bir süre sonra kimi mahkûmları avluda toparlayıp gökyüzünü izlemeye başlıyorlar. Cümle cemaat avluda pürdikkat… İlkin kimse akıl sır erdiremiyor duruma. Hatta firar planları yapıldığı bile düşünülüyor. İşin aslı sonradan anlaşılıyor: Meğer bizim bu adam, bu sefer de kuşlar üzerinden kumar oynatmaktaymış: Avluya konacak ilk kuşun rengi, bir dakika içinde gökte görünecek güvercin sayısı, kuşun gittiği yön... İdare, bunun üzerine bizim bu kumarbazı havalandırmaya diğerlerinden farklı zamanlarda ve tek başına çıkarmaya başlıyor. Bu sefer de akşamları gardiyanların koğuşa kaç dakika içinde gelecekleri üzerine bahisler oynatmaya başlıyor. Gardiyanlar, bu zibidinin inadı kırılsın diye, kontrol periyodlarını değiştiriyorlar. Sırf nöbete kalan gardiyanların huyunu suyunu biliyorsa onlar üzerine bahisler düzenlemesin diye nöbet çizelgeleri mahkûmlardan saklanmaya başlanıyor. İki taraf da inadını sürdürürken bizimki bir ara uslanır gibi oluyor. Sükûnet içinde kendi köşesine çekiliyor. Bir süre sonra da hapishanenin avlusuna konup kalkan bir dişi ve bir erkek kargayı beslemeye başlıyor. Yönetim rahat bir nefes alıyor, hayvan sevgisi bunu uslandıracak diye. Kargalar da buna ve ortama alışıyorlar. O kadar alışıyorlar ki dişi karga havalandırmanın bir köşesine yuva yapıp yumurtalarını oraya bırakıyor. Zaman geliyor ve yavrular yumurtadan çıkıyor. Yavruların tümü uçup giderken bizim bu adam yavrulardan birini gizlice koğuşa alıyor. Yavruyu anne babasına bile göstermiyor. -Bu üstat biraz zalim çıkmış yahu! -Ne zalimi Mazlum Bey kardeşim? Zalim, kelimesi çok temiz kalır bizimkini tarif etmekte. Adam bu tür işlerde ciddi anlamda ihtisas yapmış. Dünyayı kendisi için yaratılmış kabul eden tiplerden… Derler ki bu bir çift karga günlerce, haftalarca

51


koğuşun camının önünde bağıra çağıra yas tuttu. Havalandırma penceresinin camına ve demirlerine vura vura gagalarını parçaladılar. Neyse, uzatmayayım. Bizim bu adam, zaman içinde yavruyu kendine iyice alıştırır ve akşam oldu mu gömleğinin içinden çıkarıp tüm zamanını onunla geçirir. Su ve yem koyar önüne ve kendi fıtratına göre eğitim verir. Bir zaman sonra ana baba karga çaresiz uçup gider. Yavru karga, bizimkini ana babası beller ve ortama iyice alışır. Hayvanın boyuna posuna, iki gramlık cismine bakmasan sanırsın dört dörtlük mahpus; üç müebbet yemiş, yedi ayrı cezaevinden sürülmüş kırk yıllık mahkûm. Gökte uçmak yerine avluda volta atar, temiz havayı solumak yerine günde üç paket filtresiz sigara yutar, erketeye yatar, ağır abi ayaklarında bir köşeye sinip alttan alta milleti süzer. Meğer bu kargalar inanılmaz yetenekli ve akıllı hayvanlarmış da biz bilmezmişiz Mazlum Bey. Yığınla sözcüğü söylemeyi başarıp değişik yetenekler gösterir. Hayvana ad bile koyarlar: Kader... Bir ad bir canlıya bu kadar mı yakışır! Tam bir kader mahkûmudur bizim bu yavru karga. Bir süre de öyle geçer zaman; Kader aşağı, Kader yukarı... Herkes için değişiklik olur, bu ikili hapishanenin en popüler tipleri olurlar. Kader, zaman içinde, kimi gardiyanların seslerini taklit edip mahkûmlara komutlar verir. Başkalarının zulalarını kurcalayanları müdürün sesini taklit ederek korkutur. Gömlek koluna sakladığı jokeri almaya çalışanın foyasını açığa çıkarır. Karanlıkta sübyanın birini kurcalamaya çalışan yılların oğlancısına: "Yetişin, tombalacı iş başında!" diye bağırarak dümeni bozar. Anası babası saydığı bu adam kimle kumar oynuyorsa onun elindeki kâğıtların bir bölümünü, rua, dam, vale gibi olanları, baş ve kanat hareketleriyle sahibine bildirmenin yolunu bulur. Bizim adamı çekemeyen kimi mahkûmlar idareye adamın yine kumar oynattığı haberini uçurur. İdare inanmaz çünkü ortada

52


kumar oynanacak tek bir alet yoktur. Araştırıp soruştururlar. Gerçek karşısında herkes bir zaman sus pus olur. Meğer bizim bu adam, bayram kartlarından iskambil destesi üretmiş. Ayrıca hükümlülerin üzerinde yemek yediği tepsi biçimindeki yuvarlak tahtayı eşit aralıklarla kırka bölmüş ve tümünü numaralandırmış. Ortasına da bir çark koyup rulet oynatmaya başlamış. El ayak çekilinceye kadar ortada usulca duran yemek tahtası, zamanı gelince ters çevrilip en kralından rulet masasına dönüştürülüyor. Bunu gören idare pes etmiş, karışmamış bir daha bizimkine. Ancak bir süre sonra hile yaptığı ve çarkı kimsenin oynamadığı rakamlara getirecek hızda çevirdiği anlaşılınca bu girişimi de fiyaskoyla sona ermiş. Bunun üzerine rulet tahtasını temizleyip bu sefer de yirmiye bölüp numaraların karşılarına çiviler çakıp karşılıklı ipler çekmiş. Ortaya yirmi eşit parçaya bölünmüş bir alan çıkmış. Bunların her birine de birer tane zeytin tanesi, leblebi, fındık koymak suretiyle yeni dümen kurmuş. Zeytinle, fındıkla, leblebiyle nasıl kumar oynatılır demeyin; meğer, bu alanlara yiyecekleri konduktan sonra yavru kargamız Kader sahneye çıkıyor ve tahtanın olduğu alana gelip birini alması bekleniyor. Kader, hangi numaradaki yiyeceği almışsa da o numaraya oynayanlar kazanmış oluyor. Herkes Kader'e kendi oynadığı numaradaki zeytini ağzına alması için tezahüratta bulunuyor. Bunu öğrenen idare iyice pes ediyor. Öyle değil midir Mazlum Bey, bükemediğin eli öpmek gerekir. İnatta ısrar cahillerin, kendini bilmezlerin işidir. Yol seni sevmiyorsa yolu değiştireceksin, kendini değil... Adamın kumar ısrarı, kumara olan tutkusu; bizim düzen kurma niyetimize, idare etme isteğimize baskın gelmiş sonunda. İdare pes edince bizimki daha rahat ve oldukça hoyrat yürütür dümenini. Tahtayı saklama ihtiyacı bile duymaz. Ekmek teknesini her gün temizler, kıymıklarını koparır; her yanını bardak, tabak

53


kenarıyla pürüzsüz hâle getirir. Günler geçer, geceler ilerler, herkes yeni düzene uyum sağlar. Ancak bir sabah, tam mesai başlangıç saati; sabah göreve gelenler, gececilerden tekmil alıp devir teslim yapacak. Bir feryat, bir figan... Sanırsınız yer kabuğu çatlıyor ya da kıyamet günü gelmiş de mahşerde herkes kendine yer tutmaya çalışıyor. Yetişip koğuşun kapısını açtık. Bizim bu kumarcının iki gözünden kan sızıyor. Diğer mahkûmlar bunun çevresine halka olmuş, çaresizlik ve korkuyla olan biteni anlamaya çalışıyor. Filmlerde vardır ya; şehir meydanındaki bir heykelin ağzından havuza usul usul su sızar, insanlar da dilek tutup oraya para atarlar. Aynen öyle... Ben ömrü hayatımda öyle güzel sızan kan görmedim. Hiç acelesi olmayan, keyfine düşkün bir akıntı… Dolgun, iri, koyu damlacıklar göz çukurunda bikiktikten sonra kendi deltasında ilerleyen bir nehir gibi yanaklardan çeneye doğru ilerliyor. Orada yumuşak bir kavis çizdikten sonra ranzanın ayaklarına damlıyor. Kader ise, aralık camın önünde öylece duruyor. Gagasının ucunda kanlı küçük et parçaları. Açık pencereden dışarı da uçmuyor, koğuşa da inmiyor. Olan biteni vakur ve mağrur bir biçimde izliyor. İstese iki kanat vuruşuyla hapishanenin duvarlarını aşabilir, aşmıyor. İstese sahibinin yanına inebilir, inmiyor. Bir süre sonra olan bitene vakıf olduk. Meğer gün tam ağarmak üzereyken bizim Kader, sahibini uyandırmaya çalışmış; acıkmış mı, susamış mı ne? Yanlış anlamayın lütfen, sözüm elbette sizin gibi siyasilerden dışarı; bu mahpusların bir kısmından her türlü melanet beklenir. Zaten niye beklenmesin ki; adamları tıkmışsın içeri, ne yürüyecekleri uzunlukta yolları var ne doyacağı miktar yemekleri... Ne sevecekleri bir baş ne de nefislerini köreltecekleri cinsilatif... Birileri yarı uyur yarı uyanıkken Kader ile kumarbazın tartıştığını ve kumarbazın buna elinin tersiyle bir tane geçirip duvara çarptığını; ardından

54


da, kıçını dönüp yeniden uyuduğunu söyler. Meğer bizim Kader bu duruma fena içerlemiş. Sen misin bunca zaman sana mano kazandıran velinimetine bu kadar hoyrat davranan? O anda kumarbazın her iki göz kapağına gagasıyla birer darbe indirmiş. Ben ve birkaç arkadaş aldık revire götürdük adamı. Koğuşa döndük ardından. Ortalığı temizletmek, düzeni sağlamak, milleti sakinleştirmek hayli zaman aldı. Revirdekilerin söylediklerine göre göz kapaklarındaki delik bir yana, göz akı diye bir şey kalmamış. Kumarbaz, jandarma gözetiminde ambulansla hastaneye giderken Kader de onları takip etmiş. Bir süre sonra da aniden gözden kaybolmuş. Dağın zirvesine doğru taklalar ata ata, pikeler yapa yapa ilerlemiş. Bence doğruyu söylemiyorlar ya da abartıyorlar. Ambulans hızla giderken aracın parmaklıklı küçücük penceresinden gördüğün kuşun cinsini anlamak bir yana bir de onun karga olduğuna karar vereceksin. O da yetmeyecek, o karganın da bizim Kader olduğunu iddia edeceksin. Bir de kuşun attığı takla ile pikesini diğerlerinden ayırt edeceksin! Bizim insanımız görmesi gerekene kör, bilmesi gerekene sağırken birden iş zifiri karanlıktaki siyahı görmeye gelince hepsi birden bin yıllık müneccim başı oluverir. Neyse... Bizim bu kumarbaz tilkiyi, birkaç hafta sonra hastaneden kürkçü dükkânına getirdiler. Adamımız bir uysal, bir suskun, bir efendi ki; sormayın gitsin. Birkaç zaman da pansumanı buradaki revirde yapıldı. Merhem, damla, tampon... Ama bir daha eskisi gibi göremedi. Gözünün feri söndü, yine de huylu huyundan vaz geçer mi; görebildiği kadarıyla, gökyüzünden geçen kuşlar üzerine kendi kendisiyle bahse giriyor. Kazanınca sorun olmuyor da, kaybedince durum kötü: İstihkakı olan üç günlük yemeği koğuştakilere bırakıyor; kumar borcu namus borcudur diyerek... Üç gün boyunca da aç biilaç, kafası kesilmiş tavuk

55


gibi katıksız ekmekle dolanıyor ortalıkta. -Ciddi misin Hami Efendi? -Beni tanımaz mısın Mazlum Bey. Gördüklerim, duyduklarım, aklımda kalanlar bunlar. -Peki, Kader'e ne oldu? Derdest edip hâkim karşısına çıkarmadınız mı? -Bilmez misin, adaletin gücü sadece fukaraya yeter Mazlum Bey; kanatları olanlar, adaletin elinden bir biçimde sıyrılıp kurtulur. -Bir daha gören olmadı mı Kader'i? -Yok olmadı. Bizim milletin tevatür sevdası gelişkindir, bilirsin; arkasından bol bol konuştular sadece. Kader’in bu mendeburun gözlerini uyurken gagalamasını herkes kendine göre yorumladı. Kimisi Kader’in böyle yaparak ana babasına yapılanların intikamını aldığını söyledi. Meğer bu kargaların hafızaları çok güçlüymüş ve kendilerine yapılan iyilikleri de kötülükleri de unutmazlarmış. Kimi de her zamanki gibi hayvanın oyun oynadığını; yani kazanan numaralar bu iki gözdür demek istediğini iddia etti. Kendince gözleri kazanan rakam olarak seçmiş, derler. Çenem düştü yahu... Dinleyici olunca dilin gerçekten de kemiği olmadığı gibi sınırı da olmuyormuş. Bak, bu geceyi de bitirdik Mazlum Bey. Geçmez diyordun, geçti işte. Ben kalkıp şöyle bir etrafı kolaçan edeyim. -Sağ olasın Hami Efendi... Tek başıma olsaydım bu gece böyle kolay geçmezdi. Ben de koğuşa dönüp eşyalarımı toparlayayım. Öyle de oldu. Akılda 7 yıl, 8 ay, 25 güne ait ne varsa usul usul toparlandı. İlkin iç çamaşırlar, kitaplar, dergiler, el yazısı ile tutulmuş notların olduğu büyük boy kareli defter, hâlâ zarflarında muhafaza edilen "GÖRÜLMÜŞTÜR" damgalı mektuplar ve kartpostallar, açık görüşlerde ve tek tip giysiye

56


karşı yapılan açlık grevinin dördüncü haftasında çekilmiş birkaç fotoğraf, kurutulmuş zeytin çekirdeklerinden yapılmış tespih, Zühre'nin ölüm haberini veren gazete kupürü, emanet edilmiş ucu kesik dolma kalem, yayınlanan şiirlerinin olduğu dosya... Her eşya can kazandı, dillendi, bakışlarını Mazlum Erdem’e çevirdi. Olması gereken sevincin yerini hüzün kapladı. Toparlanmak gerekiyordu, Mazlum da toparlandı. Hapishaneden bedenle birlikte tahliye olması gereken her şey, kantinden üç ay önceden alınıp ranzanın altına konmuş karton kutuya yavaş yavaş yerleştirildi. Kalem pille çalışan fm bandı küçük el radyosu, hiç giyilmemiş yedek eşofman takımı, yıpranmamış havlular, temizlik malzemeleri, ihtiyacı olanlar için, masaya derli toplu kondu. Hayaller, planlar, umutlar, mücadeleyi kaldığı yerden sürdürme azmi, Zühre'nin yiyemediği yemeklerin görüntüleri, konuşmadığı dilin kelimeleri yüreğin ve beynin en mutena köşesine yerleştirildi. Son olarak kavgada ölen arkadaşlara ilişkin bir iki fotoğraf ve Ayrım Şiir adlı edebiyat dergisinde yayınlanmış Zühre’ye ithaflı şiir duvardan özenle söküldü; katlanıp kutuya kondu. Tıraş olmak iyi olurdu; jilet, tıraş fırçası ve sabununu hazırladı. Havluyu boynuna doladı. Kimsenin uykusunu bozmamak için bir süre daha bekledi. El, kendiliğinden kutuya uzanıp şiiri aldı; göz, kendiliğinden bir daha okudu. Son birkaç aydır uyumadan önceki her seferde olduğu gibi umut ve hüzün karışımı bir iç sesle... SEVDALI KAVGA, ORTAK YAZGI Zühre'ye Koşun çocuklar; yakın ışıkları, aydınlansın evren Çiğneyip geçelim çelik adımlarla bu karanlığı

57


Avuçlarımızda parçalansın esaretin köhne zinciri Biziz yeryüzünün yiğit ve yenilmez oğulları Cesur kızları biziz bu hoyrat kavganın Biziz ufukta boy gösteren kurtuluş bayrağı Dünyanın yörüngesi; güneşi, ayı, yıldızı bizleriz Gözlerimiz, zifiri geceyi ağartacak ateş böceği Silahımız sevgilimiz, gökyüzü örter çıplak bedenimizi Ve elbette dağın ateşi aydınlatır yürüdüğümüz yolu İntikam değil aradığımız kayıp hazine Sokakta kaybettiğimizi düşte arıyoruz Kalbimizde arıyoruz eksiğimiz ne varsa Bu, aşkın kavgası şüphesiz; yenilmeyeceğiz Bu, kaybettiğimiz ömür; elbette teslim olmayacağız Kalkın, uysal adımlarla sevinç ülkesine yürüyelim Çakıl taşlarıyla suyun zırhını yırtıp kıyıya çıkalım Kana kana içtikleri içki bizim kanımız Koşun ve börtü böceği davet edin kavgaya Okyanustaki damlayız, suyun kendisi değil Suların içindeyiz, okyanus dışımızda değil Yiğit kadınların ellerinde rengârenk çiçekler Soylu sevdaların zulasında mavzer ve aşk Katillerin karşısında hep beraber bir gün Kendi şarkılarımızı çalıp söyleyeceğiz Hazırız adlarımızı uçurumlara haykırmaya Marşlarımız keskin, yeminlerimiz hırçın Şiirleri sivriltip sözcükleri namluya sürdük Göz bebeklerimizde yaşıyor toprağa düşen ortaklar Onlar soylu acıların ayrılmaz parçası oldular mazide Bu yiğit, bu yenilmez, bu bıçkın ülkenin Göğüs göğse çarpışan evlatları oldular her daim Dağ, ateşini yükseltti; haber, menzile ulaştı Kardelenler ağlamayı unuttu halk kendini zulümle sınarken

58


Kaçmadık, korkmadık, savrulmadık Sokakta adımız oldu hep, unutmadık Gün batımında kavgaya düşer elbet gölgemiz Kalkın artık, kalkın ve uyanın bu lanet uykudan Ufukta göründü isyanın o güzel şafağı Toparlayın umudu ve zafer şarkılarını Çıkarıp meydana koyun kalbinize saklı hançeri Bu toprakların mazlum çocukları olarak Çıplak ayaklarla yürüyeceğiz o güzel sabahın üstünde Yenilmedik, yenilmeyeceğiz; kırgınız sadece dünyaya Biz böyle öğrendik tarihi: Kahramanlar ölüme mecbur Tutsak yaşamak, korkakların laneti Ve elbet biz tâ kendisiyiz yenilgilerle büyüyen bu zaferin Şiirin yayınlandığını derginin geldiği günü hatırladı. Kaçıncı ölüm orucuna yatmışlardı, hangi talepleri kabul edilmişti hangileri ret edilmişti hatırlamaya çalıştı. Dergideki şiir hapisliğin ilk yıllarına ait olduğuna göre, tek tip giysiye karşı ve açık görüşün talep edildiği direnişlerden birinde yazılmış olmalıydı. O günlerde, yaşanan bu gecenin geleceğine inancı olmamasına rağmen hep bunun hayalini kurduğunu hatırladı. Aradan geçen yıllar, dışarıya ilişkin umutları azalttığı gibi yeni bir hayat için gereken enerjiyi de yutmuş gibiydi. İçerinin insana verdiği rehavet kolay geçer miydi? Bol zaman hastalığından kurtulmak gerekecekti bir an önce. Ömür denen hakeme daha özenli davranmanın yolunu bulmalıydı. Dışarı çıkınca güne erken başlayacaksın, bu ilk kararın olsun. Sonra açık havada asla geriye dönmeden yürüyüşler yapacaksın. Nereye kadar yürüyebilirsen o kadar yürüyüp yere yığılacağın zaman bir arabaya binip döneceksin, dönmen gerekiyorsa eğer. Ancak gittiğin yolu kendi adımlarınla asla geri gelmeyeceksin. Daha az sinirlenip daha çok düşünerek

59


alacaksın kararlarını. Yemeklerin tümünün bir arada olduğu şu çelik tabldot benzeri tabaklarda asla yemek yemeyeceksin. Bir de açlıktan kırılsan bile krem peyniri yarım ekmeğin içine sürüp doyurmayacaksın karnını. İlk fırsatta Zühre'nin mezarını ziyaret edip onun için yazdığın şiirleri okuyacaksın ona. Senin gülmeni seviyordum ben, diyeceksin adının yazdığı taşa; senin sonsuz gülmeni. Gülerken göz bebeğinin büyümesini, ardından gözlerini kısmanı... Gözlerini kısarak gülmeni... Gözlerini kısarken başını öne eğmeni... Parmaklarının uzunluğunu… Çocuksuluğunu... İki ara bir derede bana ulaşma isteğini... Kendini bana anlatmak için verdiğin yarım kalan uğraşları... Bütün bunlardan sonra “Hatırlıyor musun, yıllar önce fark etmeden terk etmiştin beni.” diye sitem edeceksin. Ardından güzelliğini ve direnişini övüp şımartacaksın ölüyü. Kavga yıllarında dolaştığın sokakları bu sefer tek başına, başın yine dik dolaşacaksın. Doğduğun evin önünden geçmeyi ihmal etmeyeceksin. Medeni cesaretin yeterse yeni sahiplerinden izin isteyip bir kere daha gireceksin o kapıdan. Ertesi sabah, gün doğmadan uyanıp sabahçı kahvelerinde çay içeceksin. Belki çarşıdaki camide sabah namazını kılarsın üç beş kişiyle. Bayram sabahlarında babanla gittiğin zamanların çocukluğunu hatırlarsın belki o avluda. Ardından fırına gidip üzerinde buharı tüten ekmeklerden alırsın. Kabarmış, pamuk gibi yumuşak, pofur pofur, sıcacık francalalar... Kokuları ve görüntüleri baştan çıkartır seni. Ardından, hemen fırının yanındaki esnaftan aldığın yoğurt, pekmez ve balı birbirine karıştıracaksın. Tatlı baymasın diye birkaç damla da limon sıkarsın içine. Ekmek parçalarını kaşık haline getirip kahvaltını yaparken eskilerden biriyle karşılaşıp kucaklaşırsın belki de. İş bulman gerekecek elbette; kira ödeyeceksin, karavanadan yeme hakkın bitti. Ziraat fakültesi

60


diploması yeter mi acaba derde deva olmaya? Yansıtmacıları toparlayıp ikna edebilirsem yayıncılık işine mi girsek acaba? Ben insanları toparlama işine bakarım; Sadık ile Şefkat de yayınların basım ve dağıtım işine bakarlar. Ne de olsa gazetecilik okudular. Girmeden önce ölüleri uğurlamakta epey deneyim kazanmıştık. Elbet acıları erteleme ve cenaze kortejlerinin disiplini hususunda da ustalaşmış sayılırdık. Bunca yılda da mahpusluğu öğrendik. Bakalım yeni hayat neler öğretecek bize? Serbest dolaşmayı, özgürlüğü kaç zamanda öğreneceğiz. Daha önemlisi, öğrenebilecek miyiz? -Mazlum Erdem... -Buradayım Hami Efendi, hâlâ buradayım. -Geçmiş olsun. Allah bir daha düşürmesin. -Sağ ol Hami Efendi, çok sağ ol. Tuhaf gelecek ama sana bir sır vermeliyim. -Buyurun Mazlum Bey. -Dışarı çıkmaktan korkuyorum gibi. Sanki izin verseler ya da böyle bir hakkım olsa biraz daha burada kalacağım. -Bu, çok normal Mazlum Bey... Hiç tuhaf değil, üstelik bu ruh halinin sadece sizde olduğunu da düşünmeyin. Tahliye olmanın hüznünü birçok mahpusta gördüm. Alışkanlıklar işte, asıl hapishanelerimiz belki de onlar. Kaygılanmayın. Emin olun dışarıya da inanamayacağınız kadar kısa sürede alışacaksınız. Hem bundan sonraki çaylar sizden olacaktı, sözü unutmak yok. -Ne demek Hami Efendi kardeşim; keşke bütün meselelerimiz çayın demi, kahvenin telvesi kadar koyu olsa... Sonunda bitti. Tamı tamamına 7 yıl, 8 ay, 25 gündür beklenen masalın sihirli kelimesi duyuldu: Açın kapıyı! Ardından imza, mühür, sarı bir zarf içinde tahliye evrakları... Kapıdaki

61


nöbetçiler bir kâğıtlara, bir tahliye olan mahkûmun gözlerine baktılar. Her birinde farklı hikâye vardı ancak kimin umurunda. Önemli olan mühür ve imzanın tamam olması... Durma, yürü bakalım Mazlum Erdem! Kendi yolunu yürü; atacağın ilk adım seni nereye götürecek göreceğiz. Bu kadar da çok sık dönüp bakma geriye.

62


ÖZGÜRLÜĞÜN İLK GÜNÜ Mazlum Erdem dışarıya ilk adımını atıp kapıda göründüğünde hapislik süresince kendisini arayıp soran üç beş kişiden biri olan Sadık Sağlam, onu Yansıtmacılar Hareketi'ne özgü selamlamayla karşıladı. Sol el, gevşek bir yumruk olarak sağ elin içine sığınmış ve sağ omuz hizasına kadar kaldırılmıştı. Bu duruş, Yansıtmacılar Hareketi'ne bağlı olanların önemli zaman ve anmalarda kullandıkları özel bir ritüeldi. Gerçi hareketin önde gelenlerinin önemli kısmının Avrupa ülkelerine ilticası, ülkede kalanların da tutuklanması ile sonuçlanan sıkıyönetim ilanından hemen önce kendilerinden ayrılıp adlarını Yenilikçi Yansıtmacılar olarak değiştiren grup ile bu selamlama biçimi üzerine epeyi yıpratıcı bir tartışma süreci yaşanmıştı. Yenilikçiler'e göre bir elin diğerine sığınması, mücadelecilerden çok teslimiyetçilere yakışırdı. Üstelik söz konusu selamlama biçimi, ciddi anlamda öykünmeler de içermekteydi. Yenilikçiler, her iki elin de yumruk haline getirilip yere paralel olarak karşıya uzatılmasını önermekteydiler. Böylece düşmana şöyle bir mesaj daha açık verilebilirdi: Sağ yumruğumla seni yere yapıştırmış olamayabilirim. Ancak çok da rahat olma çünkü sol yumruğum suratında patlamaya hazır... Hareketin önderliğine ufak tefek eleştiri getirmelerine rağmen hareketten kopmayan üçüncü bir grup ise, söz konusu selamlama biçiminin golf oynayanların vuruş yapmadan hemen önceki görüntülerinden yürütüldüğü eleştirilerine uzun bir karşı bildiri ile yanıt vermişti. Hareketin tepe kadrolarının, benzer eleştiriler hatta iftiraya varan karalamalar karşısında, dirayetli duruşu sayesinde bu özel selamlama biçimi değiştirilmemiş sadece bir süre bu selamlama biçiminin kullanımına ara verilmesi kararı

63


alınmıştı. Selamlamanın özellikle taşradaki sempatizan kadrolar tarafından da benimsenmiş olması, bu sancılı sürecin tahminlerden de hızlı biçimde atlatılmasını sağlamıştı. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, derler. Yansıtmacılar Hareketi'nin selamlama biçimine getirilen eleştiriler de pek öyle yabana atılır cinsten değildi. Nitekim hareketin önderi olarak kabul edilen ve örgüt üyeleri tarafından Üstat olarak adlandırılan kişinin gençlik yıllarında ülkesini uluslararası bir spor organizasyonunun 9 delikli golf müsabakasında temsil etmiş olması, duman çıkan yerin ateşine delalet etmekteydi. Üstadın yarışmadan sıfır puanla dönmüş ya da beraberinde götürdüğü topların tümünü, sopaların da önemli kısmını son akşam içtiği barda kaybetmiş olması yetkililer tarafından pek öyle sorun edilmemişti. Serbest güreşte kazanılmış bir gümüş ve paralimpik oyunlardaki üç bronz madalya, gazetelerin ilk sayfalarını DÜNYA BAŞARILARIMIZI AYAKTA ALKIŞLADI/ TÜRK GİBİ KUVVETLİ/ SAYISI AZ AMA ANLAMI BÜYÜK MADALYA gibi manşetler kapladığı için "Golf ya da diğer dallardaki durumumuz nedir?" sorusu kimsenin aklına gelmemişti bile. Ülkede golf oynayanların sayısı bir yana, golf hakkında bilgisi olanların bile sayılı olduğu da ayrı bir gerçekti. Durum böyle olunca da, bu tür spor alanlarında başarı beklemek, boş hayalcilikten öteye gitmeyecekti. Üstelik tesis imkânları herkesin malûmuydu. Tüm bunların çözümü, şüphesiz ki Yansıtmacıların iktidarı ile mümkün olacaktı. Mazlum Erdem; üstatla, henüz çiçeği burnunda bir ziraat mühendisiyken rastlantı sonucu tanışmıştı. Gündelik hayatını idame ettirebilmek için değişik işlerde çalıştığı zamanlarda, çiçeklerin bakımı için boğaza nazır aile apartmanına çağrılmış ve üstatla da ilk o zaman

64


karşılaşmıştı. Görünüşüyle bir yazar ya da politikacıdan çok filmlerindeki kötü adam tiplemelerini akla getiren üstat, işin doğrusu ilk anlarda Mazlum'a epeyi itici gelmişti. Mazlum, belki de kafasındaki zengin eşittir tehlikeli insan imgesinden ötürü, bir anlığına da olsa, evden kaçıp gitmek istemişti. Karşısındaki oyma ceviz masaya kurulmuş bu kişi, aydınlanma çağının önemli filozoflarının birinin yazdığı toplum sözleşmesinin çevirisiyle cebelleşen mütercimden çok; filmlerde, genç kızların gazozuna ilaç atan tecavüzcü tiplemesine daha yakın durmaktaydı. Üzerinde bal rengi robdöşambr, ayaklarında inanılmaz parlak siyah rugan pabuç, ütülü gabardin pantolon, boynu sarıp sarmalayan parlak vişneçürüğü fular, ince uzun parmaklarının arasında altın kaplama ucu kesik dolmakalem... Gür kızıl saçlar geriye taranmış, mağrur ve kendinden emin bakışlar sonsuzluğa saplı... Daha çok, site devletlerinin senato kapılarında görebileceğiniz türden heykellere model olacak dik ve kararlı bir oturma biçimi... Açıktı ki; üstat, hayatta golftakinden daha başarılı ve de şanslı biriydi. Birkaç neslin biriktirdiği anlaşılan kütüphanenin önündeki masada çeviri yaparak hayatını idame ettirebilmekteydi. Odanın duvarlarını, üstadın Avrupa ülkelerinin önemli mekânlarında çektirdiği çerçeveli fotoğraflar süslemekteydi. Mazlum, evde bakımlarını yaptığı bitkilerden bir kısmını fakülte yıllarında kitaplarda görmüştü görmesine ancak gerçeklerini görmek, denize nazır bu evde kısmet olmuştu. İlk iki gün bahçe, balkon ve verandadaki bitkilerin yaşlanmış dallarının budanması, hastalıklı olanların ilaçlanması, ihtiyacı olanlara toprak takviyesi ve köklerin gelişimini engelleyen saksıların değişimi; ayrıca, hizmetlilere hangi çiçeğe ne kadar ve hangi aralıklarla su verileceği gibi konulardaki uyarılarla geçmişti. Mazlum, üstadın odasındaki

65


çiçeklere bakım işine ancak üçüncü gün gelebilmişti. Ziraat fakültesi mezunu olduğunu öğrenen üstadın kendisiyle eğitim sistemleri, siyasal gelişmeler, toplumların dönüşümünde öncü fikir ve bireylerin kitle üzerindeki önemi gibi konularda sohbet etmesi, Mazlum'un işini bitirmesine yakın içilen kahve esnasında olmuştu. Kahvenin yanında sunulan kısa saplı kadehteki bir parmak brendinin tadı, işin doğrusu kahveden çok daha çekiciydi. O akşam o evden ayrılırken Mazlum'un kolunun altında üstadın başyazılarını yazdığı bir derginin kimi sayıları, çevirdiği birkaç kitap örneği ve aklında üstadın anlattığı teoriler ile Asya tipi toplum yapıları üzerine söylediği sözler vardı. Elbette kendisi bir öğrenci, üstat ise bir öğretmen değildi ancak üstadın tam da söylediği gibi sanat da bilim de filozofi de, tıpkı zanaatkârlık gibi, usta çırak ilişkisi ile başlar ve gelişirdi. Ustası olmayanın hüneri, hüneri olmayanın eseri olamazdı. Böylece günlerce, gecelerce, saatlerce, dakikalarca üstat anlattı Mazlum pürdikkat dinledi. Masa başında başlayan aydınlanma ve aydınlatma; köşkün geniş salonunda, ardından bahçesinde, ardından da boğaz kıyısındaki sadece üyelerin girebildiği özel kulüplerde birer kadeh rakı eşliğinde sürdü. Üstat işaret etti Mazlum gözlerini o tarafa çevirdi. Üstat gösterdi Mazlum gördü. Üstat kendi lisanıyla anlattı, Mazlum kendi diline ait kelimelerle dinleyip anladı. Üstat kendi hayatından deneyimlediği örnekleri art arda sıraladı, Mazlum bunlardan herhangi biri ile samimi ilişki bir yana, tanışık bile olmadığını açık etmedi. Üstat, şehrin tepelerinde olan bitenleri bir mühendis edasıyla çözümlerken Mazlum, sel sularını içine almak yerine üstünden geçmesine razı olan sert ve kıraç topraklara uygun bir sükûnetle vaktin gelmesini bekledi. Kitapçılarda pek kimsenin ilgilenmediği kitapları aradılar. O esnada üstat kitap seçti, Mazlum seçilmişleri cebindeki son

66


paralarla alıp okudu. Sık tekrarlanan, tekrarlandıkça yerlileşen, yerlileştikçe doğruluğu sorgulanmadan kabul edilen birçok ecnebi kavrama vakıf oldu. Viyana'nın neden müzik, Paris'in neden resim olduğunu anladı. Berlin ve Londra'nın düzyazı, İstanbul'un ise şiir olduğunu fark etti. Gezegenlerin yörüngeden çıkmadan da kendilerini yaşam merkezi kılabileceklerini öğrendi. Sıcak günlerde üstat boğazın sularında serinledi, Mazlum denizin kıvrımlarını hayranlıkla seyretti. Üstat kimi kavramları İngilizce, Fransızca hatta Almanca söyledi; Mazlum'un kulağına çocukluktan kalma Arapça ve Kürtçe sözcükler değdi. Din konusu hariç, hemen tüm konularda üstadın sözleri Mazlum'un tam da duymak istediği türdendi. Mazlum, sofu biri sayılmazdı ancak zor zamanlarda yardımına koşan tanrı ile de herhangi sorun yaşamadığı açıktı. -Dine bakışın nasıl, namaz kılıyor musun? -Ara sıra, rahatlamak istediğim zamanlar. Bir de bayram namazları ile cumaları kaçırmam. -Din ile aramıza gerekli mesafeyi koymamız önemli. Gelişkin ülkelerin tümüne bakın, hepsi dini sınırlamayı hatta kenara koymayı; daha doğrusu, ona sınır çizmeyi başarabilmişlerdir. Alkol gibidir din. Belli miktarda içildiğinde insana dinginlik, huzur, rahatlık verir. Ölçü kaçtığında ise arıza çıkması an meselesidir. Sabahın köründe kapınızın önünde nara atan külhanbeyleri yahut berduşlar görmek istemiyorsanız meyhaneye yakın yerlerde oturmamanız gerekir. Ancak çok da uzakta olmamalısınız ki, içinizi hafakanlar bastığında iki kadeh parlatabilmelisiniz. Kimileri için bu dünyanın kahrına dayanmak başka türlü mümkün değil. Bunun için de, hem dinsel mekânları hem dini temsil edecek kişileri kendinize tabi kılmalısınız. Dini devletten ayrı düşünmek ya da dinin

67


bağımsız olarak işlemesine göz yummak Afrikalı-Asyalı toplumların mahvından başka sonuç üretmez. Bizim gibi toplumların ayağındaki en önemli pranga sınıfsal çelişkilerden çok dinsel ve kültürel bağlardır. Yeni bir dünya yaratmanın tek yöntemi vardır: Yeni bir kültür yaratmak... Bu aralar çevirdiğim kitapta dinsel cemaat ve değişik inanç gruplarından söz ediliyor. Cemaatlere ait aile hukukunun kendi içlerinde uygulanmasının kabul edilebilirliğini anlatan bölümleri özellikle çevirmedim. Cemaatlerin sivil toplum örgütü, bağımsız yönetim birimleri olarak kabul edilmesine bizim ülkemiz henüz hazır değil. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmemek gerek... Gelişimini tamamlamamış toplulukların hedeflerinin ve o hedefe ulaşacak yolların ne olacağına kendilerinin karar vermesi mümkün değildir. Onlar, yürüyüş hızını ayarlayabilirler ancak. Bizlere düşen onların ayaklarındaki geleneksel ahşap nalınları çıkartıp daha hafif iskarpinler giymelerini sağlamaktır. Tüm bunlar olup biterken, tüm bu sözler bir ağızdan çıkıp bir kulağa girerken, bir ışık bir karanlığı aydınlatırken, bir bitki kendine uygun saksıyı bulurken, bir isim diğer ismin yanında anlam kazanırken, bir çiçek kendinden olan tohumu toprağa bırakırken, bir yalnızlık kendine yakışan kalabalığı bulmuşken dünya sayısız kere döndü, ay onun çevresinden bir defa bile ayrılmadı ve nihayet güneş doğdu, etraf aydınlandı. Bir kadın yoldan karşıya geçti, okul çağına yaklaşmış oğul onu izledi. Bir baba eve erken döndü. Kapıdan girer girmez de disiplini bozuk aile efradını azarladı. Bir sandal, suların gelmesi sırasında kıyıya yanaştı; gitmesi esnasında, işin doğası gereği açıklara gitti. Mazlum'un denizi yukarıdan gören saray yavrusu bir evde başlayan bu yolculuğu, birkaç yıl içinde doğduğu ancak daha çocuk

68


yaşlarda göç yollarına düştükleri kıraç topraklarda devam etti. Üstadın teşviki ve dava arkadaşlarının da oluruyla Mazlum'un hareket adına sahaya inmesine karar verilmişti. Bunun için önlerindeki reform seçeneği de oldukça iyi bir fırsat sayılırdı. Hükümetin topraksız köylüyü toprağa kavuşturma projesi kapsamında oluşturduğu Toprak Reformu İdaresi'ne Mazlum'un sözleşmeli personel olarak başvurması ve başvurunun kabulüyle Urfa yollarına düşmesi çok kısa bir zaman içinde gerçekleşti. Harem Garı'ndan bineceği Cesur Turizm'in muavininin kitap dolu bavulu bagaja koyarken söylediği "Abi mermi mi var bunların içinde?" sözü ve Mazlum'un verdiği "Evet, dikkatli ol! Kötülüğü ve karanlığı yok edecek aydınlatma fişekleri var içinde." sözü hem muavinin hem Mazlum'un aynı anda gülümsemesine yetmişti. Muavinin üstteki ön dişlerinden üç tanesinin altın kaplama olduğunu da o esnada fark etmişti Mazlum. Muavin, ayaküstü sohbet sırasında Mazlum Erdem'in kimlerden olduğunu, ne iş yaptığını, Urfa'da nerede kalacağını öğrenmekle yetinmemiş; taksi işletmeciliği yapan amcazadelerinden birini tanıdığı da koluna girerek söylemişti. Seyahat boyunca, muavinin Mazlum Erdem'e ikram sağanağı durmadı. Kolonya, çay, kahve; diğer yolcuların muavine, muavinin de bir parçasını Mazlum Erdem'e ikram ettiği lahmacun, patlıcan kebabı, içli köfte, ağzı açık ve ağzı yumuk sırasıyla midede yerini aldı. Daha yolculuk yarılanmadan, çanta ve torbalardan çıkarılan yolluklar otobüsün içini en baba kebapçı dükkânına çevirmeyi çoktan başarmıştı. Mazlum'un kaptan ve muavine Antep Otogarı'ndan aldığı ikişer paket filtreli kaçak sigara samimiyeti daha da sağlamlaştırdı. Hatta Birecik'te arabaya alınan gevendelerin arabanın ön sıralarına yerleşmesi ve tenekeden bozma

69


keman ve darbuka eşliğinde söylendikleri Urfa'nın Etrafı Dumanlı Dağlar şarkısı sırasında bu üçlünün keyfi, benim diyen akşamcının iki tekten sonraki keyfine eşitti. Bilmeyen birinin bu üçlünün ilk defa bu yolculukta karşılaşmış olmasına ihtimal vermesi pek de mümkün değildi. Tam Fırat geçilirken Mazlum'un gözü, tepeyi kaplayan kelaynaklara takıldı. Binlerce yıldır göç yolunda bırakılan izlere... Bin yıllık jandarma postalları, çocuk korkuları, kadınsı kaygılar ve erkeksi ürpertiler nehrin üstünde birlikte yüzmeyi sürdürüyordu. Bir hüzün kapladı bedenini. Anlatılması mümkün olmayan bir ruh hali, ezilmişlik hissi ile büyüyen bir isyan hali… Dünyanın başka hiçbir yerinde görülmesi mümkün olmayan sarının bu tonu yeryüzünün tek rengi olmuştu. Kurak toprağın kahverengi ile yangınların kızılının içiçe geçmesinden oluşmuş ve hiçbir renk kartelasında olmayan tuhaf bir sarı… Belki de adı henüz konmamış yeni bir renk… Ayaklarını çalı çırpının altına saklamış kötürüm bir dağ öylece yığılmıştı nehrin kenarına. Bulutların kolu kanadı kırık, binlerce yıldır dayak yiyen toprağın ufacık bir çocuğun diklenmesine bile direnecek gücü kalmamış. Kuşlar, uçmaktan çok düşmemek için çabalar halde... Çocuklar, babalarından bir adım; babalar, tarihin binlerce metre gerisinde yürüyor. Nefes alan kim varsa korkuyu, eziyeti, itilmişliği, imkânsızlığı soluyor. Kimlik kontrolü için durduruldukları noktada tüm yolcular derin sessizliği çekti içine. Kimliklerin ardından bagajdaki yükler ortaya çıktı. Denk yapılmış yatak ve yorganlar, hediyelik üç beş parça paket, büyük kısmı yenmiş poğaça ve börek, akrabaların eski giysileri ve kullanmadıkları kimi eşyaları… Muavin, cebinden çıkardığı sigara paketini elinde silah olan herkese tuttu. Konuşup gülüştüler. Altın dişin biri ışıldadı ve araba yolcuları ve kontrolden kaçırılmış kimi yükleriyle hareket etti.

70


Mazlum, çocukluğunda Birecik Köprüsü'nden ilk geçişini hatırlar gibi oldu. Asla sonu gelmeyecek bir köprü... Bir nehirle birlikte bir coğrafyanın bitip yenisinin başladığını kanıtlayan bu çelik parçaları gelmiş geçmiş tüm iktidarların gözünü kamaştırmış ve hâlâ da kamaştırmaktaydı. Bir köprü uzunluğundaki mesafede bir dünya bitip başka bir dünya başlıyordu. Adı değişmese de yeni bir ülkeye girildiği toprağın kokusundan ve renginden hemen anlaşılıyordu. Bu tuhaf duygular Mazlum’un benliğini Urfa'ya kadar esir aldı. Tüm bedenini durgunluk kapladı. Şehre geldiklerini, Akabe’ye yaklaşırken gevende çocukların para toplayıp dönüş yolu için arabadan inmeye hazırlanmalarından, anladı. -Geçmiş olsun Mazlum Abi. -Sağ ol Sadık, çok sağ ol kardeşim. Bir dostu kucaklamak, hiç ara verilmemiş gibi sohbete kaldığı yerden devam etmek, tek söz etmeden yaşanmış bütün sıkıntıları, bütün hüzünleri anlamak kadar anlatmak da mümkündür. Kavgadan uzak olmak, kavga fikrinden uzak olmak anlamına gelmez. İnsanlar yenilmeye savaş meydanında başlamaz. Yenmek de yenilmek de ilkin kafada başlar. Kavganıza olan inancınız kaybolunca kaybetmeye başlarsınız. Kazanmak için elinizde tek güç, tek silah vardır: Ahlaki üstünlük... İnancınız, ahlakınız değişince her şey anlamsızlaşır. Anahtar döner, motor gürültüyle çalışır, egzozdan çıkan duman, sallanan mendiller, uğurlamaya eşlik eden gözyaşları geride kalır. Kilometreler geçtikçe renkler değişir. Renkler değiştikçe yüzler, kokular, diller değişir. Kendi kavrukluğunuza benzer toprak damları görününce anlarsınız; nihayet gurbet bitmiş, sıla başlamıştır. Şehir bıraktığınız gibi değildir. Bir çocuk naifliğiyle,

71


oyuncakların kaybolmasından şikâyet eder gibi, dillendirirsiniz farklılıkları: Bu binaları kim koydu buraya? Bu caddeler ne vakit bu kadar kalabalık oldu? Nereye gitti teneke kutulardan imal edilmiş bahçeler ve onlara özgü lavanta kokuları? Başını balkondan aşağı sarkıtan hanımeli salkımları kimin arkasına saklandı? Gazete-dergi aldığımız büfe ne vakit külfet oldu şehre? Otobüs beklerken çay içip sohbet ettiğimiz çay ocakları hangi emirle lüks kafeteryaya döndü? İnce belli çay bardaklarının kenarına dökülen susam taneleri neden ağır geliyor caddelere? -Şefkat nasıl, sağlığınız yerinde mi? -İyiyiz abi, her şey yolunda... -Üstat hâlâ Fransa’da mı? İçerdeyken ondan pek haber alamadım. -İsveç'e geçmiş. Darbeden hemen önce Paris’e geçmişti zaten, biliyorsun. Bizlerle pek ilişki kurmak istemedi sanırım. -Hiç haberleşmediniz mi? -Hayır, gelen gidenden duyuyoruz. Birkaç kere selam gönderdik ancak karşılık gelmedi. Danimarkalı bir hanımla evlenmiş. Malmö'de bir aracılık şirketinde çalışıyormuş. Buralardan giden işadamlarına rehberlik ve danışmanlık hizmetleri veriyorlarmış. Binalar, arabalar, marketler, vitrinlerin parlak ışıkları, devasa reklam panoları... Koşup duran, koştukça birbirinin içinden diğer caddelere geçen sokaklar... Sokakları süsleyen vitrinler, vitrinleri kesen kaldırımlar, kaldırımlarda birbirine durmadan omuz atan insanlar… Pirinç çuvalının içindeki aynı boydaki beyaz çakıl taşları gibi iyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış, mazlum ile katil, erdemli ile hayâsız iç içe geçmiş: Çüş lan ayılar, elindeki şarap şişesini paltosunun içine

72


saklamış geçkin evsizler, tiner çeken ergenler, kâğıt mendil ve çiklet satan çocuklar... Sileyim abiciler... Üç gündür boğazımdan tek lokma geçmedi, bir ekmek parası Allah rızası içinciler... Lokanta önlerinde esmer hanutçular, seyahat firmalarında simsarlar, arka sokaklarda soteye yatmış torbacılar, yaşı da kurusu da oğlanı da kızı da aynı bunların diyen pezevenkler, İzmir torbası ile dolaşan tombalacılar, bu sefer köşeyi kesin döndükçüler, bir yerden bir mal ayarladım yemin billah götünden nefes alacaksıncılar, bar kapılarında düşkünlerin ağzını burnunu kırarak ruhunu tedavi eden kabadayılar, haftalığını üçüncü sınıf meze ve ispirtosu bol rakıyla birkaç saatte tüketen tamirciler, bu parayla ancak ananı götürürsün diye patlayan nikotin kaplı çığlıklar, hadi evladım kaldır şu aleti yoksa ben kaldırıp arkana geçeceğim babalanması ile ortalıkta dolaşan şehrin hünsa sakinleri, bu ay da kirayı ödemezseniz yemin olsun çoluk çocuk dinlemem hepinizi kapı önüne koyarımcılar, ne zaman sana borç taktık abicimciler, memleketten para gelince hepsini birden kapatacağızcılar, vurma kocacımcılar, Allah’ıma kitabıma içmedimciler, olsa dükkân seninciler... Hayat dönüp dolaşıp öyle ya da böyle herkesi hak ettiği yere yerleştirecekti. Öyle de oldu. Kimini içeri aldı, kimini sokağa attı; içeridekiler dışarı çıkmak istedi, dışarıdakiler içeri girmek için çırpınıp durdu. Yarası olanlar şifa bekledi, bıçağı keskin olan yara açtı. Sadık, binanın girişindeki panoya uzanıp evin ziline bastı. Otomat sesinin ardından kapı açıldı. Mazlum, merdivenleri acemilikten kaynaklanan ürkeklikle ağır ağır çıktı. Şefkat, bin yıllık eniştesini gördüğü an gözleri ışıldadı. Belki ablasının yıllar öncesinde durduğu kadar uzun zaman durmadı eşikte, belki onun gibi bakmadı ancak yüzyıllarca önce olan biten tüm olayları hatırlamasına yetecek kadar uzun müddet kalakaldı kapı aralığında.

73


Eniştesini kucaklarken ablasının açlık grevinde tükenen bedenini, o bedenin taşındığı tabutu, o cenaze kortejinde ön sırada bir an bile yere bırakmadığı çerçeveli fotoğrafı, bir zamanlar delice sevdiği insanları, bitmeyen bekleyişleri, umudu ve umutsuzluğu aynı anda kucaklıyor gibiydi. Üçü de bir süre öylece durdular kapı önünde. Şefkat, ağlayışı bastıran bir sesle sordu: -Niye böyle geç kaldınız? Sadık trafiğin yoğunluğundan, bürokratik işlemlerin uzamasından söz ederken Mazlum kast edilenin 7 yıl 8 ay 25 gün olduğunu bilmenin verdiği ezilmişlik ve çocuklara yaraşır masumiyetle karşılık verdi: -Özür dilerim, bir daha olmayacak. (...) -Geçmiş olsun Mazlum Bey -Sağ olun beyefendi! -Çok özür dileyerek... Sözünüzü keseceğim ancak yemeğe geçmeden kitabın yazarı olarak okuyucularıma kısa bir teşekkür etmek istiyorum. Sevgili okurlarım, ilk romanım Peşenk'e gösterdiğiniz ya da gösterme girişiminde bulunduğunuz ilgi nedeniyle sizlere nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. O nedenle burada Mazlum ve Sadık Bey ile ev sahibemiz Şefkat Hanımefendi'den af dileyerek böyle bir girişimde bulunuyorum; umarım, hem siz okuyucularım hem evlerinde misafir olduğum bu üç güzel insan benim bu hareketimi hoş karşılarsınız. Bu romanımda da üçüncü romanım Haz ve Kefaret’te de şiirlerimden alıntılar

74


yapacağımı baştan söylemeliyim. -Bu arkadaş kim Sadık? -Hatırlaman lazım abi, Urfa'dan… TÖB-DER başkanı Reşat Hoca'nın oğlu… Sedat bilmem ne... Soyadı yerine ikinci adını kullanıyor. Şiir yazıyordu epeyi zamandır ancak yazdıklarını pek kimsenin okuduğu yok. Yazdıklarını okutmaya inat etmiş. Şiirlerini araya katmak için roman yazıyor. Bu aralar da bizim hikâyemize kafayı takmış. -Romanın yazarı olabilir. Sanata ve sanatçıya elbette saygımız var lakin aradan çekilmezse biz hikâyemizi nasıl anlatacağız? Daha önemlisi bundan sonraki hayatımızı nasıl yaşayacağız? Son yıllarımız devletin tasarrufundaydı, bugünümüzü de bu romancıya bırakmaya hiç mi hiç niyetim yok doğrusu. Eğer böyle olacaksa ben yeniden mahpushaneye dönerim, baştan söyleyeyim. -Sen rahat ol enişte, Sadık halleder şimdi. -Sedat Bey, rica etsem şöyle kenara çekilebilir misiniz? -Aslında kısa bir şeyler daha söyleyecektim ama nasıl olsa yazar benim. Olmazsa kalanları da sizlere söyletirim. -Anneniz Günser Hanımefendi söylerdi de inanmazdık. "Benim oğlum iyi hoş da, biraz saf. Her hıyarım var, diyene bir avuç tuzla koşuyor." Allah yattığı yeri nur etsin, dünyalar iyisi biriydi. Ancak babanız genç yaşta öldürülünce tek başına kaldı. Anlaşılan sizi yetiştirmeye gücü de ancak bu kadar yetti. Kendi sözlerinizi bize söyleteceğinizi sanıyorsunuz ha! Pek hoşsunuz! -Haydi beyler yemek hazır! Konuşmak için daha bol bol vaktiniz olacak. Enişte gel bak senin en sevdiğin çorba da var. Romancı için de masaya tabak koyayım mı Sadık? -Hayır hatun, üç kişilik hazırla. Beyefendi gitmek üzere... Siz masaya oturun. Ben kendilerini kapıya kadar uğurlayıp geliyorum.

75


-Sadık Bey, sizi diğer kahramanlardan daha kahraman yapsam istediklerimi söyler miydiniz acaba? -Beyefendi lütfen. Gereğinden fazla ısrarcı olduğunuzun farkında mısınız? Hem size yakışıyor mu böyle rüşvet tarzı tekliflerde bulunmak? Hikâyemiz bitene dek yanımıza bir daha yaklaşmamanızı güzellikle son kez uyarıyorum. Beni başka türlü konuşmak zorunda bırakmayın! -Gitti mi? -Gitti, gitti. Bu yazarçizer taifesi nedense kendilerine gereksiz güçler vehmediyorlar. -Hoş görmek gerek, bunlar da bir tür hasta. Bizim orada ne derlerdi bilirsiniz: Her deli gömleğini mi yırtar? Herkesin deliliği başka çeşit işte! Babasının hatırına birkaç söz söylemesine izin mi verseydik acaba Sadık? -Yok yahu abi, bu tipleri iyi tanırım. Sazı ellerine aldıklarında dur durak nedir bilmezler. -Sadık! -Efendim karıcığım? -Şu romancı şiir de yazıyorsa bizim işyerinin üst katındaki reklam ajansına yönlendirsek ya… Bu ara tüm şairler oradan buradan çaldıkları imgeleri ters yüz edip reklamcı oluyor. İşin doğrusu bizden de iyi kazanıyorlar. -Bir yazısında okumuştum. Sanatçıya yakışmazmış böyle işler. -Kendisi bilir, böyle düşüyorsa okuyucusunun olmaması normal zaten. Beyler bu arada ikinizin de, ara sıra da olsa, şiir yazdığınızı unutmayın. Sadık, senin bana yazdığın şiirleri hâlâ saklıyorum ona göre. Şair-yazarlar hakkında daha dikkatli konuşun bence. -Benim şairliğim senin gönül kapından içeri girene kadardı karıcığım. Mazlum Abininki de bir nevi mecburi hizmet,

76


zorunlu askerlik... Dur bakalım, dışarıda yazmayı sürdürecek mi? -Haklısın sanırım Sadık! Şiirin bizim için yoldaki durak mı yoksa üstüne evimizi kuracağımız yurt mu olduğunu zaman gösterecek -Neyse… Enişte lebeniye çorbası yaptım, severdin sen. Rahmetli anneminki kadar olmasa da umarım hoşuna gider. Rahmetli annem... Ne kadar kolay söylüyorum şimdi bu iki kelimeyi. Rahmetli annem, rahmetli babam, rahmetli ablam... Oysa hiçbir zaman aram iyi olmadı bu sözcükle. Sevdiklerimin adını bu sıfatla anmak, adlarının önüne bu sözcüğü eklemek ölümü kabullenmenin en önemli belirtisi gibi gelmişti hep bana. Rıza göstermek gibi... Sanki bunu söylemeseniz bir sabah serinliğinde hepsi birlikte bir yerlerden çıkıp gelecekler. Bu sıfatı kullanmazsanız ölümü tescillemiş olmayacaksınız. Oysa ne kadar uğraşsanız da çırpınışlar işe yaramıyor; içinizdeki hiçbir ölü, gerçekten ölmüyor. Ya da siz ölülerden önceki siz olmuyorsunuz bir daha. Ablamdan sonra ne annem ne de babam hayatla barışabildi. Çocukları açlıktan ölen anneler, tencerenin altının tutmasına aldırmazlarmış; doğruymuş. Yemekleri, el hünerleri, gönlü gibi geniş sofrası dillere destan o kadın ablamdan sonra bir daha asla mutfağa istekle girmedi. Ablamdan sonra evin içinde tencere tavaların şehvetli sesleri bir daha duyulmadı. Kevgir de süzgeç de asılı oldukları çivide durdular hep. Hiçbir baharat hiçbir yemeğe bir daha eskisi kadar yakışmadı. Evin mutfağından sadece bir tabak değil de, sofranın kendisi eksilmişti sanki. Her öğün bir öncekinin diyeti, her kurulu sofra açların kefareti oldu evimizde. Tencerelerde soğandan çok lanet kavruldu, intikam isteği kaynadı, pişmanlık pişti.

77


Ablamın eniştemle birlikte evimize ilk gelişinin her anı hâlâ aklımda. Varlıkları birbirine bağlı iki gezegen gibi ne uzak ne yakın; ne elleri birbirine değiyor ne bakışları birbirinden ayrılmaya niyetli... Ne biri diğerini çokça çekiyor ne diğeri öbürünü fazlaca itmeye istekli... Aynı anda birbirinin çevresinde dönen parlak iki güneş... Gece de gündüz de parlamayı unutmayan iki ateş topu... Birbirini izleyen rakamlar kadar uyumlu, şarkıların nakaratı kadar kulakları okşayan iki insan: Mazlum ile Zühre... Her ikisinin de içinde yeryüzünün söylenmiş ilk sevda sözü saklı. Yan yana duruşları bin bir anlam taşıyor. Birbirlerine kaçamak bakarken bile bütün coğrafya sarsılıyor. Birlikte yürüdüklerinde ayakların altındaki toprak sessizce gurbete çıkıyor. Birbirlerine herkesten saklı iki söz fısıldadıklarında tüm evren onların sesiyle sarsılıyor. Konuşmaya başladıklarında şehrin ahalisi kulak kesiliyor, bu sefer hangi sihirli kelime duyulacak diye... Eniştem sessizce oturup dururken bir yandan da gözleriyle ablamın saçlarını tarıyor. Kimsenin anlayamayacağı bir ustalıkla saçın örgüsünü açıp dünyanın nimetlerini bir kere daha kokluyor her telde. Dağ başlarındaki sahipsiz rüzgârlar ablamın zülüflerini savuruyor, hiçbir yüreğe sığmayan mutluluk tel tel ortalığa dökülüyor. Sanırsınız nefes almıyorlar, birbirinin havaya savrulmuş kokusunu içlerine çekiyorlar. Bir dağ yerinde dururken bir deniz tüm sularını onların bedenine taşıma gayreti ile çırpınıyor. İnsan, sevdasını saklamak zorunda kalır mı? Sevdasının büyüklüğünün anlaşılmasından utanır mı? Her ikisi de hem saklıyor hem korkuyorlar. Sevdaları bilinecek, duyulacak diye... Ablamın yazdığı mektubun sonunda ilk defa böyle bir cümle görüyorum: Sen benim sırrımsın, diyor. Sen benim bu hayatta taşıyabileceğim en büyük ve tek sırsın. Senden gayrı

78


her şeyim aşikâr. Her ikisi de annem babamdan hem utanıp hem mümkün olan tüm zamanlarda gözlerini buluşturuyorlar. Hem ıssızlığa kaçıp bir başına kalma sevdası hem kavgadan uzak düşme korkusunu aynı anda yaşıyorlar. Kendi mutluluklarının, kendi hayatlarının diyetini ödemeye canıgönülden hazır her ikisi de. İnanıyorlar, tüm yürekleriyle inanıyorlar: O güzel günlere bir an önce ulaşacaklar, hemen ardından da elleri bir daha ayrılmamak üzere birleşecek. Azıcık dayanmak gerek sadece. İnançlarının bedelini ödeyip düşlerinin kefaretini hesaptan düşecekler. Yaşadıklarının zekâtını ömürleriyle ödeyecekleri bir an bile akıllarından geçmiyor. Hayat, o kadar anlayışlı olmadı elbette. Üstelik sadece onlara değil, hiç kimseye... Hep başka bir plan dayattı. Hayat en umutsuz olduğumuz anda yepyeni bir yol gösterecek kadar şefkatli oldu; bu doğru ancak en mutlu olduğumuz anda da tüm planlarınızı alt üst edecek kadar zalim olmayı unutmadı. -Ellerine sağlık Şefkat, yemeklerin hepsi çok güzel olmuş. Anneninkiler kadar leziz bence. -Afiyet olsun enişte. Ne o ablamız öldü diye, bizim baldızlık da mı öldü? Sen bana adımla seslenmezdin pek. -Olur mu öyle şey yahu? Dilimizin sürçmesini ürkekliğimize, hayattaki acemiliğimize ve hayata katılma telaşımıza ver. Baldız! -Hah şöyle enişte! Baldızlarımızın kıymetini bilelim beyler! -Fırın yemeğini ben yaptım ama. -Sağ olasın Sadık. İkinizin benim için yaptıklarınızı nasıl unutur, haklarınızı nasıl öderim! -O ne demek Mazlum Abi! Kavlimiz bundan başka türlü olabilir miydi ki!

79


Evet, olmaz. Senden böyle öğrenmiştik Mazlum Abi. Urfa'da senin sözlerini hayranlıkla dinlerken, yaptıklarını pür dikkat izlerken, senin arkanda yürürken, iletilmesi gereken mesajları kimsenin ruhu duymadan yerine ulaştırırken öyle öğrenmiştik. "Sadık benim en önemli, en güvenilir parçam." dediğin zamanlarda hayatın kahramanı benden başkası olamazdı elbette. Yansıtmacıların kavli paylaşmak, paylaştıkça üretmektir. Ürettikçe çoğalmaktır. Ama hayat pek de öyle söylenenler gibi olmadı. Herkes cebindekini saklarken sen ceplerinde, koynunda, kalbinde ne varsa hepsini çıkarıp ortaya koydun. Paylaşarak çoğalacağını sandın. Oysa seninki paylaşmak değil, ısmarlamakmış. Herkes parasını pulunu saklarken sen ruhun dâhil neyin varsa açık ettin. Şu şehre geldiğimiz ilk zamanlar ne zorluklar çektiğimi bir ben bilirim. Bir paket makarna ile elli gram yağın ne kadar ulaşılmaz olduğunu yaşayarak gördüm. Otobüse binmek için abonman bileti olmadığı için yürüdüğüm yolları ayaklarım bilir. Leğende yıkanmayı, tüpte ısıtılmış tavayla ütü yapmayı, tencerede pişirip kapağında yemeyi öğrendim. Basın yayının ikinci sınıfının daha başlarında Şefkat gelip elimden tutmasaydı, çekip çıkarmasaydı düştüğüm kuyudan, ayağa kaldırmasaydı; çok büyük ihtimal, kaderi benimkine benzeyen birçok arkadaşım gibi ya gasptan ya da darptan içerideydim. Belki de mezarda... Onunla birlikte bir tas çorbayı iki kaşıkla içip bir dilim ekmeği ortasından bölerek karın doyurmasaydık bu sofrada enişte ile baldızın yanında kim bilir kim oturacaktı? Şefkat'im, güzel kadınım; kafam çalışmadığında kafamın zembereğini kurdu, ruhum boşaldığında eksileni doldurdu. Kadınım, ruh-u revanım benim; yüzüne karşı bağırmalıyım ama utanıyorum; ne olur bil, senin bana tüm bir dünya, tam bir hayal olmanı

80


seviyorum. Sana bir hayat borcum var benim. -Sadıkçığım hayrola, daldın. Pek bir melul mahzun bakıyorsun. Masayı beğenmedin mi? -Olur mu hatun, bu dünyada senin yaptığın neyi beğenmezlik yapabilirim ki ben? -Abartıya başladın yine. Eniştem de, seni gözü benden başka yana bakmayan biri sanacak. -Öyle değil mi zaten hatun? Sana bakmadığım zamanlarda bile baktığım yerlerde sen duruyorsun. -Abartma da eniştemin tabağına bir parça daha söğürme ile lolaz koy. Hapishanedeyken hep bunların özlemini çekmedin mi Mazlum? Porselen tabakta yemek yiyip cam bardakta su içmek… Hayalini kurduğun en büyük lüks bunlar olmadı mı? Daha önemlisi yemek sırasında yanında sevdiğin insanların olması... Hiçbir şey konuşulmasa da birbirinizi anladığınızdan emin olduğunuz insanlarla aynı havayı solumak... Bu değil miydi aklında süslediğin yemek masaları? Kurmak istediğimiz dünya; eşitlik, özgürlük, adalet, hakça paylaşım dediğimiz tüm bu uğraşlar da, böyle bir yeryüzü yaratmak için değil miydi? Mesele düzen yıkmak ya da düzen kurmak değilmiş aslında; mesele, mutluluğa erişebilecek ortamı, o büyük günü beklemeden yaratmaya uğraşmakmış. Görünen o ki, bizimkiler kendi devrimlerinin bir kısmını başarmışlar. Aferin ikisine de... -Enişte konuşmuyorsun ancak yüzündeki yarım gülüşlerden yemeklerimi beğendiğini düşünebilir miyim? -Elbette, baldız; kesinlikle düşünebilirsin. Düşünmek de en doğal hakkın. Çok güzel olmuş hepsi. Merakımı bağışlayın,

81


şu pencere kenarına tünemiş muhabbet kuşlarınızın kafesi yok mu? -Onlar çok ilginç yaratıklar abi. Aslında bu kuşların sahibi biz değiliz. Sahiplerinin kim olduğunu da bilmiyoruz. Binadakilere sorduk, “Bizimdir.” diyen olmadı. Yakınlardan bir yerlerden kaçmışlar büyük ihtimal. Bir gün işten gelince evde bulduk her ikisini de. Yaz günü, bizde pencere açık, kafes de yok ancak nedense bizim salondan ayrılmıyorlar. Bir haftadan beri misafirimizler. Şefkat, pencerenin önündeki mermere eskiden beri çay tabağında köftelik bulgur ve kâsede su koyardı. Belki ona geldiler. Her akşam eve döndüğümüzde evde bulmayız diye düşünüyoruz ancak bir yere gittikleri yok şimdilik. Korkutup kaçırmak da işimize gelmiyor. İşin doğrusu evi kirlettikleri de yok. Acıktıkları ya da susadıklarında dışarı çıkıp pencerenin önündekileri yiyip içiyorlar, ardından gerisin geri içeri giriyorlar. -Ne kadar da dikkatle izliyorlar bizi. -Aa, bizim kuşlarımız çok meraklı enişte. Araştırmacı gazeteci olacaklar büyüyünce. Ancak bunların merakları yemek süresince... Sofra toplanınca arkalarını dönüp ya uyukluyor ya da sokağı izlemeye başlıyorlar. -İşleriniz nasıl? İkiniz de hâlâ aynı gazetede mi çalışıyorsunuz? -Yok enişte, gazetecilik artık eskisi gibi gazetecilerin işi değil... Yazar olmak için bilgi ve fikir sahibi olmaktan çok, iş takipçiliğinde yetenekli olma şartı aranıyor. Ayrıca bir süredir gazeteler lotarya, pazarlama, taksitli satış merkezlerine dönüşmüş durumda. Ayrıca iktidarlara yakın olmanın ilk şartı, gazete sahibi olmak… Bu sebeple parası olan hayali ihracatçı, mafya bozuntusu, kapkaççı, kaçakçı... kim varsa Babıali’ye tezgâh kurdu. Patronlarımız, yöneticilerimiz bize kızdıklarında ayağımızı kaydırmıyorlar artık, ayağımıza

82


sıktırıyorlar. Ben kimi ajanslara parça başı iş yapıyorum. Sadık da kenti dönüştürmeye mi değiştirmeyi mi yıkmaya mı çalıştığı tam belli olmayan büyük bir inşaat firmasının basın ve tanıtım bölümünün başına geçti. -Kutlarım Sadık, sahada olup işçi kardeşlerimizle birlikte olmak yaramıştır sana. -Tabii öyle de denebilir ancak yeni bir çağ başlıyor galiba abi. Üretim biçimleri değiştiği gibi paylaşım biçimleri de hayli değişiyor. Mavi yakalı beyaz yakalı ayrımı da on yıl öncesi kadar keskin değil artık. -İlk geceden sohbeti politikaya kurban etmeyin lütfen beyler. Bu, uzun zaman sonra birlikte oturabildiğimiz ilk gecemiz. Bunun keyfini çıkaralım. Kaldırın bakalım şu kadehleri... -Yaşanan ve yarım kalan her şeyin şerefine... -Sonramız öncemizden iyi olsun. -Aramızda olmayanların anısına... Bu iş hep böyle olur. Önce bir tohum düşer toprağa. O tohum kabuğunu çatlatıp asma çubuğu, buğday ya da arpa sapı veyahut da bir başka nebat olarak boy verir. Sonra o çubukların ya da sapların boyu uzar, serpilip güzelleşirler. Uçlarında başak tanesi, koruk salkımları asılı durur. Bir zaman sonra toprağın hakkını ödemek için hep birlikte meyveye dönerler. Birileri gelip o meyveleri koparıp yer; bir diğerleri bu meyveleri fıçılara, mahzenlere hapseder. Bir başkası çıkıp beklemekten bıkıp usanmış, ezilip büzülmüş meyvelerin sularını testilere ya da fıçılara doldurur. Bir zaman sonra ise yakında veya uzakta, kederli veya sevinçli, iyi veya kötü haber almış kim varsa bir araya toplanır. Şişenin kapağını açıp içindeki mahpusu ortalığa salıverir. Kupasını dolduran başlar başlangıçta tohum olan maiyi içmeye.

83


Bardağı tutan el bazen merhamete, bazen felakete, bazen şehvete, bazen firkate sebep olur. Kederli olanların kimisi şen şakrak kahkahalar atar. Kimi dertliler ise daha koyu bir kederi demler. Suskunun dili çözülür, dili olanın ağzı mühürlenir. Sır ortalığa dökülür, ortalığa dökülen herkesin olur. Kimileri içtikçe çoğalırken kimileri de bir başına kalır, kendi ücrasına çekilir. Uğruna ölünecek acı, bir zaman sonra unutulur. Şıra, bazen onulmaz yaraya merhem olurken bazen de sapasağlam yüreği yara eyler. Koskoca kralları, namlı delikanlıları, devasa orduları yere yıkar. Ağzın içine sığınmış mırıltılar kükremeye döner, dişlerin parçalamaya yetmediği çığlıklar mühürlenir. Kimileyin bıçağın ağzını köreltirken kimileyin kelimeleri keskinleyip dostun teninde yarıklar açar. Başlangıçtaki o zerrenin bazen derde deva, bazen çareye zehir olacağını kim tahmin edebilir? Aslında tohum mu büyüktür biz anlamayız yoksa insan mı küçüktür biz fark etmeyiz? Mazlum yarasına deva olacak iksiri masada aradı, bulamadı. -Ajans dediğin haber ajansı değil mi Şefkat? -Biraz farklı enişte... Sadece haber toplamıyoruz artık, her türlü bilgiyi biriktirmek bizim işimiz... Sonra da bu bilgilere dayanarak stratejiler hazırlıyoruz. Ardından da, müşteri bunların hayata geçmesi için bizden ne tür bir talepte bulunuyorsa ona göre seçenekler ve politikalar üretiyoruz. Aynı araştırmanın sonuçları kullanılarak açlık çeken bölgelere erzak gönderilmesi de gönderilmesinin engellenmesi de mümkün olabiliyor. Şimdilerde daha çok kısa tanıtım filmleri, reklam çekimleri ve sipariş belgeseller üzerine parça başı çalışıyoruz. Bugünlerde bahtımız hayvanlardan yana açık sanırım. Şu iki şebelek hayli uğurlu geldi bize. Epeydir işsiz dolaşıyordum, bunların geldiği

84


günün akşamında bir telefon... Ege Bölgesi'ndeki deve güreşleri üzerine belgesel sipariş etmiş birileri. Benden de metin yazarlığı ile deve sahipleri ile röportaj yapmam istendi. Bütçeleri de hayli iyiymiş. İstediğim rakamı tartışmadılar bile... Kitabî araştırmaları ise bizim ajansta ayaklı ansiklopedi olarak takıldığımız kız var, onunla yaptık. Önümüzdeki kış da bir iki haftalığına oralara gideceğiz. Selçuk, Yenipazar taraflarına... -Vallahi benim develer hakkında tek bildiğim kurban edilebilir olmaları bir de bizim bu coğrafyanın önemli ilk kavgalarından birinde adlarının geçmesi... -Doğru söylüyorsun, barışta olduğu kadar savaşta da çok önemli işler yapıyor bu hayvanlar. Günümüzde faytonlar gibi turistik bir görüntüye kurban edilseler de saatte 40-50 kilometre hızla koşabildiklerini ve günde 100 kilometre yol alabildiklerini biliyor musunuz? İnanılmaz miktarda su içebilip çöl tozlarına karşı üçüncü gözlerini kullanabilmeleri mesela... Benim için çok şaşırtıcı oldu bütün bunları öğrenmek... -Bizim hatun bu aralar develerle yatıp develerle kalkıyor abi. Bir süre sonra hörgücüm yok diye beni dikkate almayacak diye korkuyorum. Bazen kızdığımı anlatmak için ağzının yan kısmını şişiriyorum. -Tabi enişte, Sadık'ın da kızgınlık kesesi var bir süredir. Sebat ederse vücudundaki yağlarla epeyi bir süre açlığa ve susuzluğa dayanmayı da öğrenecek. Ben de yemek yapma zahmetinden kurtulacağım. -Senin yemeklerin böyle güzel oldukça ben kilo almaya devam edeceğim hatun, hiç kilolarıma laf atma. -Develer üzerine çalıştıkça her gün yeni bir şey öğrendim. İtiraf etmeliyim ki, develerde en çok şaşırtan husus ne ısı değişimlerine dayanmaları ne de diğer özellikleri. Sabırlı

85


olmaları etkiledi beni en çok. Yapacaklarını unutmayıp sabırla bekliyorlar. Bu nedenle yazdığımız bölümlerden birindeki hikâyenin adını da Çatlayan Sabır Taşı koyduk. -Ne yani şimdi develerin tıpkı insanlar gibi iyilikleri ve kötülükleri unutmadığını mı söylüyorsun? -Daha ileri bir aşamayı söylemek de mümkün olabilir diye düşünüyorum. Sanırım müşfik oldukları kadar kindar da olabiliyorlar. Sıkılmazsanız size anlatayım. -Ne demek yahu, anlatacaklarının bizim tartışmalarımızdan daha keyifli olacağından da emin olabilirsin. -Deve güreşleri, bizim bu coğrafyada bundan iki asır kadar önce başlıyor. Tıpkı koşu atları gibi güreşçi develerin soyu da farklı... Daha doğrusu güreşecek olanların böyle bir geçmişi olan soydan gelmeleri önemli. Tek hörgüçlü dişi develerle çift hörgüçlü develerden doğan erkek develer alınıp yetiştiriliyor. Bu işe gönül vermiş varlıklı biri, adını unuttum ancak Enderun'da önemli bir konuma sahip ve saray-ı hümayun hocaları arasında da "üstat" olarak anılan biri... Adam, bu amaçla Arabistan çöllerinden bütün bu özelliklere sahip güreşçi bir erkek deve getirtiyor. Hem hayvan yalnız kalmasın hem de yeni tülüler üretebilsin diye bir de dişi deve buluyor bir yerlerden... Tire-Ödemiş civarında Bozdağ diye üzerinde krater gölü de olan bir bölge varmış. Bölgenin zirvesinde olduğu için de havası epeyi soğuk. Anlatılana göre, kışın başından yazın ortasına kadar yerden kar kalkmıyor. Bu bir çift deve oradan birilerine emanet ediliyor. Amaç güreş için hazırlıkların tam olması... Dayanıklı olsunlar diye de kar üzerinde eğitilecekler. Yazın yaylalarda, kışın karlı kışlaklarda kuvvetlerinin artması için çeşitli eğitimler veriliyor, türlü imtihanlardan geçiriliyor. Kimileyin devasa bir kayayı, kimileyin çamura saplanmış koca kağnıları çekmesi isteniyor. Kimileyin de asırlık ceviz ve

86


meşe ağaçlarını kökünden sökmesini... Hatta kimileyin erkek ile dişi deveyi birbiriyle kavgaya tutuşturuyorlar. Olan bitenden sonra hayvancıkların bütün ödülü ise iki teneke arpa ile kardan eritilerek elde edilen 10-15 litre su... Ne erkek ne dişi devede tek itiraz belirtisi mevcut; sakin, uysal, tamahkâr ve sabırlı her ikisi de... Sanki dünyaya çile çekmek gelmişler, sanki tek işleri beklemek... Bir zaman sonra bir erkek yavruları oluyor. Adı: Kurban... Yavru acayip yetenekli… Deve yetiştiricisi, bunlara da savran deniyormuş, bakıcılarıyla konuşup anlaşıyor. Baba olan deveden çok bu yavruyla ilgilenmeye başlıyor bütün ekip. Daylak güreşi denen sadece yavru develerin katıldığı bir müsabaka çeşidi varmış, araştırmalar sırasında öğrendim. Bu çeşit hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Diğer daylaklar güreş sırasında bir iki oyun sergileyebilirken bizim Kurban'da güreş tarihinde görülmüş ve dahi görülecek tüm numaralar mevcut: Bağ, tek, çengel, makas, kol atma, kol kaldırma, çatal, çırpma, arkaya dolanıp katmerli puan alma... Bir süre sonra bu velet arenaya çıktığında kendisine rakip bulunmuyor. Kimileyin tek rakip yetmeyince akranı iki üç deve çıkarılıyor karşısına, yine de sonuç değişmiyor. Kurban, hepsini teker teker alt ediyor. Kurban'ın ünü dilden dile, şehirden şehre yayılıyor. Bütün deve sahiplerinin hayallerini süsleyen, diğer tüm daylak sahiplerinin ise rüyalarını kâbusa çeviren efsaneye dönüyor bir süre sonra. Baba deve iyice gözden düşüyor. Ana deve ise sanki bu âlemde hiç olmamış. Bu yaşlı iki deve varla yok arasında yiyecekle yetinirken bizim cengâverin yeminde kırık yumurta kabuğu, arpa, buğday, burçak unu eksik olmuyor. Havutçuda üstünde adının yazılı olduğu en gösterişli havut onun için hazırlatılıyor. -Havut ne demek bilmiyorum. -Atlardaki eyerin ya da eşeklerdeki semerin karşılığı enişte...

87


Özetle Kurban'ın yediği önünde yemediği arkasında... Aradan epeyi zaman geçiyor; iyi bir güreşçi deve, on yaşından aşağı olmazmış. Kurban, güreş öncesi yorulmasın diye yarışmaların yapılacağı yere kapalı kasa arabalarla götürülüyor. Arabaya da kimileyin ana ile baba birlikte kimileyin de ayrı ayrı koşuluyor. Sanırsın cihanşümul imparatorluk tahtının varisi şehzade... Kurban'ın önünden yem, ana babasının bedeninden de sivri uçlu demir çubuk eksik olmuyor. Sebebi nedir bilinmiyor, sahipleri bir gün ucu demirli kırbaçla saatlerce ana babaya vuruyor. Dişi devenin gözünün biri kör oluyor ve kanama bir türlü kesilmiyor. Çiftliğin ayak işlerini de yapan eleman, üç beş baş ayı sarımsağını dövüp bir tülbentle devenin yaralı gözüne sarıyor. Ancak, nafile! Ananın da babanın da işi hayli güçleşiyor. Baba bitap, anne kör... Günler geçiyor ve bu genç devenin başarı hikâyeleri katmerlenerek etrafa yayılıyor. Günlerden bir gün bu üstat denen adamın bir şölen düzenlenmesi gerekiyor. Oldukça önemli bir gün... Adam taltif mi almış, paye mi edinmiş, makam mı yükselmiş? Her neyse... Bunu yazmıyor kaynaklar. Koca meydan, deve müsabakası için hazırlanıyor. Hizmetkârların elbirliğiyle hazırladıkları bin bir çeşit nevale tertemiz örtülerin üstüne yerleştiriliyor. Ocaklar yanıp mangallar tütüyor. Ateşin üstünde etler butlar, çeşit çeşit av hayvanları, döne döne gösteri sonrasındaki ikram için hazırlanıyor. Bir taraftan içecek ikramı yapılırken diğer taraftan hokkabazlar, cambazlar, ateşbazlar, sihirbazlar hünerlerini gösteriyor. Hatta iki fil bakıcılarıyla birlikte o kadar sıra dışı gösteri yapıyorlar ki, gösterilerini uzatmaları için ahali dakikalarca tezahüratta bulunuyor. Ancak bakıcı, fillerinin zarar görmemesi için azar işitmeyi göze alarak gösterilerini tekrarlayamayacaklarını kibarca söylüyor patrona. Patron

88


bunun hesabını sonra soracağını söylese de, öyle pek sinirli görünmüyor. Sadece bakıcının armalı şapkasını kafasından alıp yere fırlatıyor. Sıra ikram sahibi beyin medar-ı iftiharı devesi Kurban'a geliyor. O gün Kurban'ın karşısına çıkarılan rakip epeyi yaşlı bir tülü... Cazgırın ateşli bağırış çağırışının ardından güreşçiler meydana çıkıyor. Bizimki ateşli... Koşa koşa rakibin üzerine saldırıyor. Niyeti yaşlı başlı demeyip iki hamlede rakibini diz çöktürecek ya da kaçırtacak. Ne oluyor, neden oluyor bilinmez. Bizim bu parlak şehzade tam rakibinin önüne geldiğinde bir mucize oluyor ve aniden duruyor. O, her karşılaşmada biraz daha canavarlaşan velet, süt dökmüş kedi gibi öylece olduğu yere çakılıyor. Kurban'ın ününü duyup da cismini hiç görmemiş olanlar birbirlerine tuhaf tuhaf bakıyor: "Bu mu o yere göğe sığdıramadıkları mahlûk?" Cazgır bağırıp çağırıyor, iki deveyi de dürtüyor; yok! İki güreşçide de en ufak hareket yok. Çay ocağından bir tavla, iki de kahve gönderilse; hayır, demeyecek gibiler. Sanırsın kavga meydanında değil de mahalle meydanında sohbetteler. Herkes seyir konusunda epeyi keyifsizlenip sırtlarını develere dönecekken bizim bu Kurban, yavaş yavaş sahibinin oturduğu özel bölüme doğru ilerliyor. Sahibi ayağa kalkmış, şaşkınlık içinde, olan biteni anlamaya çalışmakta... Bir an karşı karşıya duruyorlar. Kurban sakince eğilip sahibinin boynunu dişlerinin arasına alıyor. Adamın şah damarından tazyikle fışkıran kan beş metre öteye kadar sıçrıyor. Bizim bu velette en ufak bir telaş yok, yüzlerce yıldır ayrı işi yapmanın verdiği bir alışkanlık ve rahatlıkla öylece durup adamın yere yığılışını sakince seyrediyor. Birkaç saniye geçmeden geri dönüp rakibinin yanına geliyor ve ağzında kanlı et parçalarıyla olduğu yere çöküyor. Başını uslu bir mahkûm gibi celladına uzatıp bekliyor. Herkes

89


şaşkın, herkes ürkek, herkes meraklı... Gören her göz kendi kavlince olan bitene anlam vermeye çalışıyor. Uğultular, bağırışlar, haykırışlar ortalığı kaplamış. Adamın çoluk çocuğu, misafirlerin bir kısmı, tababet ilminde ihtisas görmüş kim varsa ölünün başına toplanmış. Kimi bezle, kimi avucuyla kanı durdurmaya çalışıyor. Kan, belli belirsiz sızmayı sürdürüyor ancak adamda en ufak bir kıpırtı yok. Hekimlerin dediğine göre daha Kurban ısırır ısırmaz adamın şah damarı kopmuş ve ortalığa fışkıran kan miktarına bakılırsa hemen hemen hiç acı çekmeden ölmüş. Allah taksiratını affetsin, ölüleri hayır ile yâd etmek gerekir. Mevta temizce yıkanıp paklanmış, kefenlenip büyük bir caminin haziresine defnedilmiş. Başına da ebcet hesabıyla doğum ve ölüm tarihleri kazınmış. Son olarak da mezarın baş kısmına, ulema kabri olduğunu belirtmek için, usulüne uygun taş dikilmiş. Hakkında epeyi şey söylenebilir ancak ne işe yarayacak? Günahı da sevabı da divanda sorulur elbet. Kurban'ın sahibine neden bunu yaptığına kimse akıl sır erdirememiş. Hâlbuki canı hangi otu istemişse önüne o konmuş, sıcak samanların üzerinde yatırılmış, kızıştığı mevsimde yapılan her dövüş sonrası uygun dişi bulunup cima maksatlı koynuna konmuş. Olaydan sonra söylentinin bini bir para... Kimi, bu velet kendine yeterince güçlü rakip bulamayınca sahibini rakip bellemiş, demiş. Büyük savaşçılar, rakipsiz kaldıklarında ya kendilerini ya komutanlarını alt etmeye çalışırlarmış. Bu tür savaşçı hayvanlar da, zaman zaman rakiplerini değil de sahiplerini alt edince kendilerini gerçek şampiyon gibi hissederlermiş meğer. Kimileri ise hayvanların da insanlar gibi çift kişilikli oluşları üzerine tezler öne sürüp bu devenin de aslında kişilik bozukluğu yaşadığını söylemiş. Ancak bunların dışında kimsenin emin olmadığı bir iddia da var ki, en ilginç olanı da

90


o: Meğer bu davet için gereğinden çok masraf ettiğine inanan ev sahibi, yemeklerde kullanılacak eti kasaplardan borca almaktansa Kurban'ın ana ve babasını kestirip misafirlere ikram etmiş. -Baldız, sen bizi belgeselden çok masal diyarlarına götürdün inan. -Hatun senin yazı çizi yeteneğine hep gıpta etmişimdir, bilirsin. Şu belgeselciliğe de kesinlikle yeni bir boyut katacaksın sen. -İnanın gizemli tarafları biraz törpüledim. Belgesel, asıl olarak Avrupa'da gösterilecek. Zaten bize bakışları yeterince oryantalist, bir de biz bu hastalıklı yaklaşımlara çanak tutmayalım, diye düşündük. Adamlar, bizim hâlâ cilalı taş devrinden kalma balta ve oklarla kavga ettiğimizi sanıyorlar. Oysa biz uzun zamandan beri onların bize sattığı silahlarla birbirimizi öldürüyoruz ama oralarda yaşayanların bundan haberi yok. Biraz çok mu konuştum ne! Yarım kadeh bile benim çenemi bu kadar düşürdüyse, iyi bir içici olsaydım haliniz ne olurdu beyler? Aslında devenin içine şeytan kaçtığı iddia edildiği için yaşananlar var ki, onlara inanmak hiç mümkün değil. -İsteğin varsa anlat. Görünen o ki Mazlum Abi de ben de durumdan şikâyetçi değiliz. -Yok, yeter; bu gecelik bu kadar! Eniştemi ilk geceden hapisten çıktığına pişman etmeyelim. Mazlum yemek boyunca ne zaman dalgınlaşsa bazen tuzluk bazen biberlik yardımına koştu; tabağa durmadan hapishanede geçen günler, içi yakan hasretler, yarım kalan hayaller, kırgınlıklar, ümitsizlikler serpildi. Farkında bile olmadan ruhunu sıkan, içini kaplayan ne varsa karabiber,

91


kekik, reyhan ve nihayet tarçın aracılığıyla dışarı atıldı. Bir süre sonra Zühre'nin saçları, bakışları, ellerinin inceliği, parmaklarının narinliği, teninin uysallığı döküldü minyatür şişelerden. Döküldü, döküldü, döküldü. Şefkat, "Abi baharatlarla aran eskiden de iyiydi de tuza biraz fazla düşkün olmuşsun." demeseydi, tabakta yemekten boşalan kısımları baharatlar dolduracaktı. -Enişteme kooperatif işinden söz ettin mi Sadık? -Hayır hatun, dünya bir gün bir gece değil ya... Önümüzde daha çok uzun günler ve geceler var. -Kooperatif işi ne Sadık? -Yarın iş çıkışı eskilerden birkaç arkadaşla buluşacağız. Elbette sence de sakıncası yoksa. Orada hem arkadaşlarla görüşür hem projeyi konuşuruz. -Haydi beyler, siz kalkın isterseniz. Enişte, yatağın hazır... Ben de masayı toparlayayım. Yarın da kısmetimiz olan yolumuz ne kadarsa o kadarını birlikte yürürüz.

92


YANSITMACILARLA İLK BULUŞMA: DENİZE DİKEY UZANAN TOPLANTILAR SİLSİLESİ -Kim arıyor diyelim? -Mazlum Erdem... -Sadık Bey'in misafiri var... Mazlum Erdem Beyefendi... Tamam, anlaşıldı. Mazlum Bey, mümkünse bir kimlik alabilir miyim? Teşekkürler... Bu ziyaretçi kartını binamızdan ayrılıncaya dek yakanızdan çıkarmamanızı rica edeceğim. Kimliğinizi çıkışta size iade edeceğiz. Şuradan efendim... 12. kat, güvenlikçi arkadaş size eşlik edecek. Uzun uzun zamanlar öncesinde, tanrı ile yolunu ayıran ilk insanlar bir süre sonra tanrının eksikliğini hissetmiş. Bir araya gelip kendi aralarında kimin tanrı olması gerektiği konusunda tartışmaya tutuşmuşlar. Sorunu çözmek için yarışma düzenlemeye karar vermişler. İlk yarışma bedenlerin dayanıklığı üzerinden yapılmış. Başlamışlar birbirlerine vurmaya. Baba, oğul dinlememiş; kız, kendisini doğuran anneyi tanımamış. Daha az önce aynı tabaktan yiyip aynı tastan su içenler gram acımadan bir diğerini, eline ne geçtiyse onunla, öldüresiye dövmüş. Erkekler kadınlarla, kadınlar çocuklarla, ergenler yaşlılarla, sakatlar hastalarla, kederliler sevinçten başı göğe değenlerle, sarı renkliler gün ışığında kararmış olanlarla, açık tenliler gecenin karasına saklananlarla, kırmızı olanlar beyaz olanlarla bu soluksuz kavgayı sürdürmüş. Bir zaman sonra ayakta tek bir kişi bile kalmayınca bu yöntemin işe yaramayacağı anlaşılmış. Ayakta kalmış olsa da; ayağı kırık başı yarık, kulak zarı patlak burun kemiği çatlak, kolu çıkmış omzu incinmiş, yüzünde tırnak izi çenesinde yumruk morartısı olan yaralı bereli bir tanrı kimin işine yarayacak ki? Yücelik yarışmasını,

93


her yarışmacının kendi üretimi tuzak tasarımı üzerinden sürdürme kararı almışlar. Tuzağın, insanın en yakın arkadaşını bile en kısa sürede avlayacak derecede donanımlı olması şart koşulmuş. Her yeni yarışmacı kendisinden öncekinin kurduğu neredeyse mükemmele yakın, daha iyisi olamaz denilen tuzaktan daha üstün ve iyisini, daha gelişmişini icat edince bunun da işe yaramayacağı kısa zamanda anlaşılmış. İnsan evlatlarının tuzak işinde gösterdiği başarının onları uzaktan izleyen semavi güçlerin gözlerini yaşarttığı rivayet edilir. Bırakın arkadaşı; çoluk çocuğu, kardeşi, ana-babayı bile anında ketenpereye getirmek hiç de güç olmamış onlar için. İçlerinden biri, yüceliğin aynı zamanda yükseklikle ilişkisi olduğunu hatırlatmış. Kovulduğumuz yeri hatırlayın, demiş; kovulduğumuz yerin yüksekliğini. Eklemiş: Yüce kişi aynı zamanda yüksekte olan kişidir. Bu görüş herkes tarafından kabul edilince yurdunu en yükseğe kuracak kişinin yücelik makamına oturması konusunda görüş birliğine varılmış. Derler ki oradaki herkes, ardından onlardan olma çocuklar, daha sonra çocuklarından doğma torunlar, torunlarının olma torunlar ve dahi onların da torunları... o günden beri yarışmanın birincisi olabilmek için çalışmalarını hiç durmadan sürdürmüş. Kimileri piramit yapmış, kimi mabet, kimi saray, kimi kule... Her yeni yapı, bir öncekinden yüksek olunca bir türlü kalıcı tanrıya ulaşamamış insanlık. -Sadıkçığım itiraf etmeliyim ki, bunca yıllık hayatımda çıktığım en yüksek makam burası. -Yok abi, benim de üstümde müdürler; onların da üstünde patronumuz var. -Ben kat sayısını kast etmiştim. Urfa'da stadyumun yanına 8 katlı bir apartman yapmışlardı da, biz onu gökdelen olarak

94


adlandırıyorduk. -O binayı hatırlıyorum abi, yapıldığı zamanlarda çocuktum ama hatırlıyorum. Hayatımda ilk defa asansöre de orada binmiştim. Bir arkadaşımın halası oturuyordu binada hatta Urfaspor'un kimi maçlarını onların balkonundan seyrederdik. -Bu kadar yüksekten aşağıdaki işçileri görebiliyor musun? -Artık çalışanlardan çok müşterilerle ilgileniyorum abi. İşçilerle ilişkileri yeni mezun mimarlar ve mühendisler düzenliyor. İş bölümleri çok net... Ancak böyle inşa edebiliyoruz yeni kentleri, galiba başka türlüsü de mümkün değil... -Bu gecekonduların yıkılmaması için direndiğimiz zamanları hatırlıyorum. Şimdi sizin yıkmanıza direnen yok mu? -Yok abi, kimsenin itirazı da olamaz. Olmamalı da zaten... Yıkıyoruz ancak fazlasını vermek için... Bizimki yıkımdan çok dönüşüm... -Tapuları var mıydı bunların? Devlet o yıllarda insanları buralardan çıkarmak için epeyi uğraşırdı. -Kâğıt üzerinde, tek bir eksikleri bile yok. Her seçim dönemi bir ayıpları kapatıldı. İlkinde su, ikincisinde elektrik, üçüncüde yol-okul-cami, bir seferinde de harç-vergi işleri halloldu. Oyu doğru yere verdiler ve tapularını doğru yerden aldılar. İki taraf da kazançlı çıktı anlayacağın. Kimse taş atmadı ki kolu yorulsun. -İnsanları kendi dünyalarından, komşularından, kültüründen koparmış olmuyor musunuz? -Abi arsaya para mı saydılar? Sen benden daha iyi bilirsin; bütün bu binaları, devletin arazilerine kuruş ödemeden bir gecede üç at arabası briket, dört beş tabaka teneke ile yaptılar. Şimdi de durmadan kat üstüne kat çıkıyorlar. Temel yok, kolon-kiriş yok, proje yok... Tesisatları bile sıva üstünden çekilmiş. Üstelik onları da adam gibi döşememişler.

95


Sisteme biraz yüklenince kablolar kısa devre yapıyor. İddia ediyorum hiçbirinde fırın ile çamaşır makinesini aynı anda çalıştıramazsın. Biz, mühendis eli değmemiş, omuz atsan yıkılacak bu binaları dönüştürüyoruz abi. Adamın kazanma aşkı, mülk edinme hırsı gözünü karartmış. Yalnız kendilerini değil; çocuklarını, eşlerini, kiracılarını da ölüme sürüklüyorlar. Her biri senden benden zengin şu anda... Onlara sıcak suyu olan, kaloriferli, kapıcılı, orası çatlayıp burası patlamayan evler veriyoruz. Üstelik kiminin payına bir yerine iki, üç daire düşüyor. İşte şimdi sahiden sınıf atlıyorlar. Sadece evleri değil; semtleri, komşuları, alışkanlıkları, giyim kuşamları, konuşmaları; hatta hatta, kimlikleri değişiyor, zenginleşiyor abi. Kızlar annelerinin koca popolarından, oğlanlar babalarının yengeç yürüyüşünden kurtuluyor. Yeni nesil çocuklar, bodur bitkiler gibi yerlerde sürünmüyor artık. Hemen hepsi sırım gibi... -Neyse... Bu uzun bir tartışma... Dün gece yemekte Şefkat'in sözünü ettiği kooperatif işi ne? -Oraya gideceğiz zaten şimdi. Sürprizimiz var sana. İstediğin zaman kalkabiliriz, ben bugünkü işlerimi senin için sabahtan ayarladım. -İyi akşamlar Sadık Bey! -İyi akşamlar arkadaşlar, soran olursa bugün dönmeyeceğimi söyleyin lütfen. Önemli bir husus olursa da sekreterime iletin. -Tabii efendim, emredersiniz. -Sadıkçığım beni daha fazla merakta bırakma da anlat bakalım, nedir bu sürpriz. -Abi, sonda söylenecek sözü başta söyleyeyim. Arkadaşlarla zaman zaman yaptığımız fikir teatileri sonucu bir kooperatif

96


kurma fikri çıktı ortaya. Hayata geçirmek için de senin tahliyeni bekledik. -Ben kooperatif işinden ne anlarım Sadık? Daha sokaklarda doğru düzgün yürümeyi bile bilmiyorum. Hâlâ karşıma bir duvar çıkacak da geri döneceğim, voltayı yarıda keseceğim hissini yaşıyorum her adım atışımda. Takip eden var mı, diye üç adımda bir arkamı kolaçan ediyorum. -Hepsi olur abi, hepsine alışıyor insan. Kısa mesafe yürümeye alıştığı gibi, maraton koşmaya da alışıyor. Üstat gibi yeşilliklerde, kortlarda delik aramadık ancak korkudan koşa koşa bacak kaslarımızı hayli güçlendirdik. -Bırak üstada laf sokuşturmayı da gideceğimiz yer uzak mı, sen onu söyle. -Pek değil... Hava güzel, yarım saat kadar yürürüz değil mi? Yorgunsan taksiye de binebiliriz. -Yok, yok iyiyim. Ben bu yürüyüşü yapabilmek için epeyi bekledim zaten. Biraz anlat bakalım şu projeyi... -Abi zaman geçiyor, hem de yıldırım hızıyla. Tanıştığımızda 20'li yaşlarının başlarında olan hepimiz neredeyse yolun yarısına gelmek üzereyiz. Düşündük taşındık, hem bizden olan insanlarla bir arada olabileceğimiz hem de yaşlılığımızda birbirimizi koruyup kollayabileceğimiz bir kolektif oluşturalım istedik. Böylece yaşlandığımızda çocuklara yük olmayacağımız gibi yaşlı evlerine de mahkûm kalmayız. Birbirimizin eli ayağı oluruz. Aslında kurmaya çalıştığımız yapı ile eskiden siyaset aracılığıyla yapmaya çalıştıklarımızın temel mantığı aynı; bu iş bir anlamda, günümüz şartlarında hayata geçirilmiş bir komün olacak sonuçta. -Yahu Sadık, biz komün işini mülkiyet üzerinden hiç düşünmemiştik ki! Daha çok mülkiyetin reddi üzerinden kendimizi ıslah etmeye uğraşıyorduk.

97


-Evet, abi haklısın; zaten burada da, bireysel mülkiyetten çok toplu bir sahiplenme; daha doğrusu, aidiyet olacak. Hiç kimse, "Küstüm; topumu verin, gidiyorum." diyemeyecek. Kimsenin bütünün içinde parça hakkı yok; aksine, herkes o bütünün bir parçası... Herkesin payı aynı, herkesin söz hakkı eşit... Herkesin oturacağı kendine ait yer olacak ancak kimsenin bireysel olarak tapusu olmayacak. Özellikle de mülkün ferdileştirilmesinin ancak tüm ortakların eksiksiz oluruyla yapılabileceği ana sözleşmede değiştirilemez madde olarak yer alacak. Kooperatif formülü de bize bu imkânı tanıyor. İşlerimizi neredeyse bir ömür bu biçimde sürdürebileceğiz gibi görünüyor. -Kimse evini satamayacak mı? -Yok abi, satış yok. Sadece kooperatifin tüm üyelerinin onaylayacağı kişilere hisse devir hakkı var. Genel kurulda oy birliğiyle onaylanmadıkça da hisse devrinin yapılamayacağı yine ana sözleşmede belirtilecek. Zaten bizim arkadaşlık ve Yansıtmacılık kültürümüz bunun dışındaki bir davranışa da cevaz vermez, değil mi? -Bilmiyorum Sadık. Söz konusu insan olduğunda eski günlerdeki kadar iman ve inanç sahibi değilim artık. Kendime dair bile ciddi kuşkularım var artık. Sen benden daha yalın görebiliyorsun hayatı. Sana güveniyorum. İşin içinde kimler var? -İşte o konuda ağzımdan tek laf alamazsın abi. Ser verilip sır verilmeyen konuları senden öğrendik. Zaten üye olması muhtemel arkadaşlardan birçoğunu büroda göreceksin. İletişimde olduğumuz tüm arkadaşlar sabırsızlıkla seni bekliyor. Ayrıca büroyu senin konut olarak kullanabileceğin biçimde de düzenledik. Küçük ama bağımsız bir çalışma alanı ile ayrı bir yatak odası bile mevcut. Üyeler, salonun dışına girip çıkmaz zaten.

98


-Büroyu değil de, bürodakileri merak ettim şimdi. -Az kaldı zaten; hatırlarsın, bizim derneğin olduğu sokağın köşesinde bir amele lokantası vardı. Onun olduğu binanın üçüncü katındaki daireyi tuttuk. O bölgedeki tüm evler türlü türlü işletmelerin büroları oldu. İkamet amaçlı kullanılan pek kalmadı gibi. -Lokantayı da sahibini de hatırladım, çok hoş ve kalender bir adamdı. Yemekleri de tek başına yapardı galiba. Sabahın ilk saatlerinde hazır ettiği tas kebabının tadı hâlâ damağımda... Yemekleri o kadar güzel mi hâlâ? -Yok abi, geçen ay kapandı orası. Narkotik gelip mühürledi. -Lokantanın narkotikle ne ilgisi var Sadık? -Abi, o tek tabanca usta bundan iki yıl kadar önce vefat etti. Hatırlar mısın bopstil bir oğlu vardı? -Hayal meyal hatırlıyorum, dernek zamanları kapının önünde bisiklete binerdi galiba. Adını hatırlamıyorum ama... -Ben de hatırlamıyorum. Daha doğrusu o zamanlar herkes çocuğa "Üstat!" diye seslenirdi. Çocuk da adam yerine konduğu için pek hoşlanırdı bu seslenmeden. -Hayal meyal hatırladım. Daha dün gibi... Biraz çelimsiz bir çocuktu, değil mi? -Çocuklar çabuk büyüyor abi. Babası öldükten sonra askerden yeni dönmüş bu oğlan geçti işin başına. Bizim oralarda yapmış askerliğini. Kurşun da yemiş galiba bir çatışmada. Öyle öldürücü değil ama gazi sayılmasına yetecek kadar bir yara... Erken terhis, biraz tazminat, bir de üç otuz da olsa ömür boyu maaş... Bu oğlan ilk zamanlar işinde gücünde, efendice sürdürdü işleri. Bizler de yolumuz bu taraflara düştükçe uğrayıp yemek yiyoruz. Babasının yemekleri kadar damak tadımıza uygun olmasa da fiyatları bu bölgeye göre oldukça makuldü. Şefkat ile oraya her yemek yemeye oturduğumuzda senin ve Zühre Abla'nın

99


kulaklarını kim bilir kaç kere çınlatmışızdır. Pardon yahu... Senin kulakların çınlamıştır da, Zühre Abla'nın... Neyse, anlaşılan benim pot kırma günüm bugün. Sonra bir gün geldiğimizde baktık dükkân kapalı, içeride tadilat yapılıyor. Bir dahaki uğradığımızda ise tüm mekânın değiştiğini gördük: Girişte yemeklerin durduğu kalaylı bakır tencereler, soğuk mezelerin olduğu çelik küvetler kalkmış; rengârenk bir yer olmuş. Dış cepheyi ağırlıklı olarak da bizim Urfasporun renkleri, sarı yeşil kaplamış. Baştan sona camdan ve aynalardan müteşekkil bir yer. Tabelada da kocaman harflerle "ÇABUK YE, HIZLI YAŞA, AZ ÖDE" yazılı... Anlayacağın bizim o amele lokantası, birkaç hafta içinde bildik ayaküstü yemek yenen bir yer oluvermiş. Döner, sandviç, hamburger, pide, börek gibi hazır yemeklerin satıldığı bir yer... İçeriden ne baharat kokusu yükseliyor ne de yemeklerin buğusu... Fritözden yükselen yağ kokusuna kesif bir parfüm kokusu eşlik ediyor. Ustanın oğlu hırslı, atak, cevval bir delikanlıymış meğer. Bu bölgeler için yeni trendin hafta içinde uzun uzadıya oturulan lokantalar değil de, paket servisi yapılan ve ayaküstü yemek yenen yerler olduğunu fark etmiş. Kısa yoldan zengin olmaya, köşeyi hızla dönmeye kararlı... Masaların tümü atılmış, duvarlara daracık tezgâhlar monte edilmiş ve müşteriler yüksek ayaklı oturaklara oturup yüzlerini duvardaki aynalara çevirmişler. Herkes önüne ya da aynaya bakarak kendisine pakette sunulan yiyecekleri öğütüyor. Müşterilerin tümü aynadaki suretiyle yemek yarışına girmiş, lokmaları hızlı hızlı işkembeye indiriyor. Oğlan sürekli yenilik peşinde... Daha ikinci yıla varmadan epeyi de para kazandı anlaşılan. Canı sıkıldıkça araba ve sevgili değiştiriyor. Araba değiştirdikçe dükkândaki cam şişeler plastik şişelere dönüyor. Sirke, limon ve baharatların yerini ketçap, mayonez, hardal alıyor. Sevgili değiştikçe ise

100


tabaklar atılıp antetli kâğıt konmuş tepsi üzerinde servis başlıyor. Oğlan ayrıca bir çift Doberman cinsi köpek almış; nereye gidiyorsa onları da yanında götürüyor, hayvanları bir dakika yanından ayırmıyor. Bir zaman sonra bunlardan yavru üretip onları da satmaya başlamış. -İyi de Sadık, bu anlattıklarınla narkotiğin ilgisi ne? Belediye, sağlık bakanlığı, hayvan severler ya da lokantacılar odası bastı desen anlayacağım. -Abi sabırlı ol. Hikâye şimdi başlıyor. Meğer bizim bu oğlan her gün bu iki köpeği eğitime götürüyormuş. Dur, yürü, koş, yakala, bekle... Köpekler köpeklikten çıkıp sustalı maymuna dönmüş bir süre sonra. Çenelerine de özel kafes yaptırmış, sadece besleyeceği zamanlarda açıyor ağızlarını. Söyleyenlerin yalancısıyım, ses tellerini de mi aldırmış ne? Köpeklerde ne havlama, ne dişleme, ne esneme... Bir süre sonra birinden duydum ancak inanamadım. Siparişleri de köpeklerle teslimata başlamış. -Anlamadım Sadık... Hangi sipariş, hangi teslimat? Sonra kim bir köpeğin ses tellerini aldıracak kadar vahşi olabilir yahu? -Ne diyorsun abi, ses telleri de bir şey mi? Bunun kısırlaştırması, koltuklara zarar vermemesi için tırnakların sökülmesi bile var ancak bu konu, bizim şu romancıya göre, hikâyenin dışında şimdilik. Meğer bizim bu oğlan zaman zaman da haplanıyormuş. Kimileyin gözlerinin şiştiğini, kızardığını görürdük de işin doğrusu bunu yorgunluğa ve askerlikte yaşadıklarına yorardık. Efkârlandı, iki kadeh yuvarladı, diye düşünürdük. Bir gün kafa iyiyken evde kendisini bekleyen sevgilisi telefon açıp acıktığını söyleyince bir şeyler yaptırıp paketlemiş ve köpeklerin sırtına bağlayıp göndermiş. Sabah olup da sevgiliyle sohbet edince olanlara kendisi de inanamamış. Köpekler inanılmaz bir hızda ve

101


hiçbir şeyi kırıp dökmeden eve ulaşmışlar. Yemeklerin buğusu hâlâ üzerlerindeymiş. -Yapma yahu? Olur mu hiç öyle şey? -Olmuş Abi... Dur, sonrası daha ilginç... O anda oğlanın kafasında şimşekler çakmış; kuryelere verdiği haftalığı, motorların yedek parça masraflarını, benzin parasını ve teslimatta geçen zamanı düşününce siparişleri köpeklerle göndermeyi kafaya koymuş. Bu sefer de köpekleri bu amaçla eğitmeye başlamış. Hayvanlara her sokağı ayrı bir meyvenin adını komut olarak kullanarak belletmiş. Elma denince başka, armut denince başka sokağa gidiyor köpekler. Önce yakın yerlerde denemeler, sonra biraz daha uzak yerler... Derken neredeyse bütün mahalle ve ardından da semtin her köşesi köpeklerin kapsama alanına girmiş. Hayvanların sırtlarına meşin kemerlerle özel taşıma kutucukları bağlanıyor, kod söyleniyor ve köpekler düğüm olmuş trafikte bile en geç 10 dakikada adrese ulaşıyor. Teslimat süresi de en az yarı yarıya kısalıyor. Oğlanın keyfi yerinde, müşteriler memnun, gazetelerde boy boy haberler... -İnsanlık bu kadar vahşileşti mi yahu Sadık? Bu sömürü sistemi daha nereye kadar gider Allah aşkına? Bu duruma "Dur!" diyen birileri olmamış mı? -Ne diyorsun Abi? Dur, demek bir yana; herkes siparişini köpekler getirsin diye sıraya girmiş. İş iyice güzelleşmiş; telefonla siparişler alınıyor, hazırlanıp karton paketlere konuyor, ardından da köpeklerin sırtlarına yüklenip gönderiliyor. Müşteri de parayı aynı yere koyup geri gönderiyor. Hatta kimileri neredeyse sipariş tutarı kadar bahşiş bile bırakmaya başlamış. Patron, köpekleri de tıpkı diğer personel gibi kabul edip bahşişleri paylaştırırken köpeklerin payına düşenleri de, çalışanlara dağıtmak yerine, kendi cebine indiriyormuş. Bu iki köpeğin bir zaman sonra

102


yavruları olmuş. Oğlan âlemci ya; kendince abi kabul ettiği kişilere yavruları hediye etmiş, biri hariç. Onu kendine ayırmış, bu işlere hiç karıştırmıyor. Adını da biraz hayran olduğu gece âleminden esinlenerek koymuş: Fedai... Her şey yolunda, her girişim başarılı, keyifler tıkırında... Fedai, el bebek gül bebek... Sanırsın ağzında gümüş kaşıkla doğmuş İngiliz asilzadesi... Üstüne erguvan moru hırkalar alınıyor, tarağı özel, mamaları en pahalı marka, diş kaşıntıları için yurtdışından getirilmiş oyuncak kemik, tasmasında parlak taşlar, bokunda boncuk... -Narkotik neden karışıyor Sadık, ben hâlâ anlamış değilim. -Uzatmayayım abi... Meğer bu oğlana kazandığı bu paralar da yetmemiş. Söylenenlere göre gece hayatını abartıp kumara da bulaşmış. Dükkândan kazandığı yetmeyince köpeklere uyuşturucu kuryeliği yaptırmaya başlamış. Şifreli mesajla verilen siparişlerin teslimat işini de yaşını yeni doldurmuş yavruya yüklemiş. Ana baba yemek siparişlerini, Fedai ise uyuşturucuyu adrese teslim ediyor. Sonradan anlatılanlara göre bir yıla yakın da böyle sürmüş düzen. Yalnız Fedai'nin sırtına kutu bağlamak yerine boynuna geçecek şekilde tek kullanımlık askılar yapılmış, müşteri paketi dışarıda açmak zorunda kalmıyor. Para da değişik biçimlerde tahsil ediliyor. Bazen bizim bu oğlanın borçlarından düşülüyor, bazen de "büyük abiler"in adamları adresleri teker teker dolaşıyor. Kumpas sağlam anlayacağın... Müşterilerin hemen hepsi sosyeteden... Epeyi varlıklı ve tanınmış kişiler... İçlerinde sanayici, tüccar, şarkıcı, üst düzey bürokrat, artist... Kalburüstü kesimden kimi arasan var. Gazetelerin magazin sayfalarını kaplayan bütün bohem takım bu işten haberdarmış meğer. Sorguya alınınca da hepsi aynı savunmayı veriyor: "Biz hayvan severiz, köpeği kapımızın önünde görünce sadece sevdik ve hayvan

103


merkezlerine katkı olsun diye de biraz bağışta bulunduk." Devlet de bu ekâbir kesimin üstlerine fazla gitmemiş ya da gidememiş. Neyse... Gelelim işin foyasının açığa çıkmasına... Şans bu ya, daha o hafta narkotik şubeye atanıp o bölgeye yeni taşınan zehir gibi bir komiser yardımcısı, mekânının ününü duyuyor. Merak edip acılı lahmacun, közlenmiş patlıcan, şalgam siparişi veriyor. Her zamanki gibi sipariş hazırlanıp anne köpeğin sırtına yükleniyor. O sırada Fedai için de acil bir teslimat çıkıyor. Neden bilinmez; Fedai, kendi siparişini bırakıp annesini takip ediyor. Söylenene göre, bir önceki akşam anne köpek mahallenin çete halinde dolaşan başıboş köpekleri tarafından kovalanıp hırpalanmış. Fedai, belki de annesini savunma ya da başka sebeple orada... Kim bilebilir ki? Komiser yardımcısının kapısına önce anne köpek, ardından da oğul yanaşıyor. Oğul biraz geride... Söylenenlere göre; Fedai, annesinin dükkâna sağ salim geri döndüğünü gördükten sonra fırlayıp kendi teslimatını yapacak. Komiser yardımcısı şehrin acemisi, buradan da ilk defa yemek ısmarlamış. Annenin sırtındakini alıp telefonda tarif edildiği gibi parayı kutuya bırakıyor. İkram sanıp Fedai'nin boynuna asılı olan paketi de alıyor. Eve girip paketi açıyor; domdom kurşunu ağır iki sigara, envaı çeşit hap, iki tüp sıvı kimyasal, paketlenmiş tek kullanımlık şırınga takımı, sapı düzleştirilmiş kaşık, üzerinde hapy birthday ve long live yazan mumlar, kolu sıkıp damarı ortaya çıkaran lastik şerit... Kısacası haplar, otlar, kimyasallar gırla gidiyor. Genç komiser yardımcısının en fazla şaşırdığı paketteki malzemeler değil. Oğlan, bunlarla her gün karşılaşıyor neredeyse. Onun anlam veremediği işletme sahibinin bu işlerde özel olarak kullandığı anlaşılan kartviziti. Kartta bizim bu lokantacının adı ile sadece bu iş için kullanıldığı düşünülen telefon numarası...

104


Kartın üst kısmında ise afili unvan: MUTLULUK KOÇU... Komiser yardımcısı böyle bir girişimci ile ilk defa karşılaşıyor, haliyle epeyi şaşkın... Oğlan açlığı, yemeği unutup uyuşturucu paketiyle merkeze gidiyor. Tüm personel uzun süre paketi şaşkınlık ve hayretle seyrediyorlar. Dediklerine göre polisler bizim bu "üstat" diye seslendiğimiz oğlanı içeri alırken ona kendisiyle tanışmaktan onur duyduklarını ve böyle güçlü girişimcilerin bulunduğu bir topluluğun üyesi olmaktan dolayı bir kere daha gurur duyduklarını itiraf edip sorguda çay, sigara, poğaça ikramını sağlam tutmuşlar. Hatta içlerinden birkaçı kendilerini yeniden tanımlama ihtiyacı hissetmiş ve buldukları ilk fırsatta bir matbaaya gidip yeni kartvizit bastırmışlar. Biraz esinlenmiş gibi olmuş ancak ne sakıncası olabilir ki. Hemen hepsi, adlarının altına unvan olarak EMNİYET KOÇU yazdırmış. (...) Sadık ile Mazlum, büroya girmek için ne anahtar çıkarmaya ne de kapıyı çalmaya gerek duymuştu. İkinci katın aralığını dönen Mazlum, başını kaldırdığında azıcık yıpranmış, birazcık ağarmış da olsa 8-10 yıl önce çekilmiş bir fotoğrafa bakıyordu. Büronun girişinde; saçlar, gözler ve yüzlerdeki ufak tefek değişikliklerin dışında çok bildik bir manzara asılı duruyordu. Sarıldılar, sarmalaştılar; kucaklaşıp sıkıca tokalaştılar. Ardından hep birlikte, tıpkı on yıl önceki Yansıtmacılar Kurultayı'nda olduğu gibi, kendilerine özgü selamlamayla, bu dünyada olmayan Yansıtmacıların anısına büyük bir onur ve ciddiyetle saygı duruşunda bulundular. Bu kavgada ölüm dâhil hiçbir gücün Yansıtmacıları korkutamayacağını; sevgiliden, ana-babadan, gülüşten ve öpüşten uzakta olmaktan bir anlığına bile şikâyet

105


edilmeyeceğini anlatan, hemen hemen hepsinin ezberindeki marş okundu. "Silahım sevgilimdir, gökyüzü örter çıplak bedenimi" mısraı esnasında sol eller hafif sıkılmış yumruk halinde sağ ele sığındı ve sağ omuz hizasına kadar kaldırıldı. Kimse ağlamadı ancak atmosferde mebzul miktarda hüzün bulunmaktaydı. Herkes derin derin geçmişi soludu. Çaylar, kahveler, sigaralar içildi. Tespihi olanlar tespih çekti. Kimisi bıyığını sıvazlarken kimisi ağzın içine giren bıyık parçalarını dişleriyle kırptı. Sözü olan sözünü söyledi. Hatırası olan anlattı. Sorusu olan sordu. Cevabı olan cevapladı. Bankalarda, vergi dairelerinde, hapishanelerde, kışla ve yatılı okulların idari odalarında ve dahi devlete bağlı tüm binalarda mesai bitmeden başlayan bu sohbet, yeni günden birkaç saati de içine aldı. Büronun telefonu birkaç kere çaldı. Telefona çağrılan hemen herkes "Tamam karıcığım, beni beklemeyin, siz yiyin, ben geç geleceğim, gelince konuşuruz, çocuk muyum ben, ayıp oluyor ama..." gibi sözlerin birini, ikisini; belki de üçünü, duyduklarımızın yalancısıyız dördünü, el âlemin ağzı torba mı ki büzesin, belki de tümünü kullandı. Büronun karşısındaki Traditional Turkish Pizza yazılı yerden lahmacun sipariş edildi. Siparişleri getirecek köpeğin cinsi üzerine tahminler yapıldı, gülüşüldü; konuyu bilmeyenlere işin aslı bir kere de farklı sözcüklerle ancak kesinlikle daha kısa ve öz olarak anlatıldı. Lahmacunları getiren ve daha ilk bakışta "bizim oralı" olduğu anlaşılan koyu esmer çocuğa Kürtçe teşekkür edildi, oğlan yarı Türkçe yarı Kürtçe gülümsedi. Ardından arkasını Arapça dönüp Ermenice yürüdü. Bir ara geriye Rumca bakıp Boşnakça uzaklaştı. Yansıtmacılar, bu coğrafyanın geride kalan bütün dillerinde geçmişe ilişkin sohbete daldı. Çayın demine geleceğe ilişkin umutlar eşlik etti; kooperatif fikri üzerinde mutabık kalındı. Mazlum Erdem'in örgütlemenin başına

106


geçmesi gerektiği hususunda daha da mutabık kalındı. Büronun caddeye bakan balkonuna çıkan Yansıtmacılar köşedeki karpuzcuyu, kaldırımdaki midyeciyi, duvara yaslanmış söğüşçüyü, mangal karıştıran köfteciyi, camları buğulu tavuk-pilavcıyı, sehpası alçak simitçiyi, tekerlekli sandalyesinde piyango ve abonman bileti satan emekli kadastrocuyu, çakmaklara gaz dolduran köse adamı, saçları gür ayakkabı boyacısını, gitar çalmaya çalışan gençlerin kimilerini, aynı yoldan iki kereden fazla geçenleri, ceketinin altında şişkinlik olanları, yan ve düz bakanları, elinde gazete ya da dergi tutup okuyormuş gibi yapanları, kumaş pantolonun altına asker botu giyenleri, saçı sakalı düzgün dilencileri ve daha birçok insanı "sivil" olabilir zannıyla baştan aşağı süzdü. Tüm Yansıtmacıların bir sonraki toplantıya, kolektifte yer alabilecek üye önerileri ve yapılacak işler hususunda, hazırlıklı gelmeleri istendi. Arabası olanlar, olmayanları coğrafi yakınlık kriterine göre o gecelik eylem arkadaşı seçti. Mazlum Erdem'e büronun demirbaşları arasında bulunan tek kişilik yatak, yorgan, yastık, nevresim takımı ile dış ve iç kapı anahtarları teslim edilip bir daha kucaklaşıldı. Harekete özgü selamlamaya sevgiyle gülümsemeler eşlik etti. Yansıtmacılar Hareketi'nin eski ve efsanevi saha lideri ve dahi sınırlı sorumlu kooperatifin yeni başkanı nedense o gece duvarların arasına bir türlü sığmadı. Büro olarak kullanılan bölümle yatak odası arasında birkaç adım attı. İş ile ev arasındaki mesafenin bu kadar kısa olması Mazlum Erdem’i biraz rahatsız etti. Eski politik lider, yeni kooperatif başkan adayı bir süre sonra hem çalışıp hem barınacağı bürodan çıkıp sokakları arşınlamaya başladı. Aklında kalan kestirme yollardan denize indi. Denize yaklaştıkça Zühre'ye, onun kendisinde kalan kokusuna da yaklaştığını anladı. Deniz kıyısında bir banka ilişip göğe

107


bakınca doğru yerde olduğundan emin oldu: Her zamanki gibi Zühre'nin yüzünü göğün en geniş yerine asmışlardı. Geniş alnı, kalın kaşları, ince ve yayvan dudakları, çıkık elmacık kemiği ve içeriye kavisli avurtları, upuzun boynu; kirpikleri, dişleri, gözbebekleri hepsi yerli yerinde durmaktaydı. Uzun uzun seyretti bu güzelliği. İçinde kıpırdayan yaşama sevdası renk olup gözlerine, gevşeme olup dudaklarına, ürperme olup tenine yerleşti. Bugüne dek yaşadıklarını, bundan sonra yaşama ihtimali olanları ve yaşayamadıklarını yan yana koyup hasar tespiti yaptı. Olmayanları olanlardan çıkarmaya kalktı. Unuttuklarını hatırladıkları ile topladı. Gerçekler ile düşleri birbiriyle çarptı. Geceyi güne bölüp eksik ayları fazlalara ekledi. Aklındakilerin sağlamasını yapınca açıktı ki sadece matematikten değil, hayat bilgisinden de sınıfta kalmıştı. Çocukluğu geldi aklına, babası: Her an tutuşmaya hazır çıra gibi ince ve uzun, saman alevi gibi parlayıp hemen ardından da sönen ve elbet dünyanın tüm dertlerinde erinmeyip kahırlanan, tüm hatalarında kendine ait pay arayıp bulan bir adam… Annesi, yürüdükçe ayaklarıyla birlikte derisinin altından fırlayan kemiklerin de güle oynaya yürüdüğü bir kadın… Eksik kiloların, iğne iplik olmanın dünyada bir başkasına asla bu kadar yakışma ihtimalinin olmadığı esmer bakış... Dünyalar güzeli bir anne ve baba... Her ikisinin de hayatla olan tek bağı biricik oğulları: Mazlumlar'ı... Her ikisinin de ortak tek tarafı, bu hayatta hep kiracı olmaları... Hiçbir yerde oralı gibi durmayıp hep gurbete aitmiş gibi yaşamaları... Boşluktan başka hiçbir yere yakışmayan bir çift cam vazo gibi ikide bir yere düşüp parçalanmaları... Sözlerinde asla ne erinme ne sitayiş... Ne üstlerinde aba ne ellerinde değnek... Arkalarında ne dost ne düşman... Ve onların yoldaki tek kazancı; sen, biricik oğul Mazlum Erdem...

108


Kadim zamanın birinde, bir bahar günü; kelaynaklar, evlerinin yakınındaki nehrin yolunu kesen tepeleri siyaha boyadığında, eli silahlı birileri gelip onları evlerinden çıkarmış. Usulca başka yere gitmişler. Bir başkası gelip oradan da çıkarmış. Sonra eli sopalı bir başkaları gelip yeni yerleştikleri bu yerden de çıkarmış. Bu nedenle birileri bizimkilere "Azıcık öteye git." dese, her ikisi birden denklerini toplayıp anında yola revan olacak halde yaşadı hep. Bin yıldır yolda olmaktan dolayı da yolun tüm zulmüne alışık göründüler. Yalnızlığın içinde kaybolmaktan çok, yalnızlığı memleket kıldılar. Ne susuzluktan şikâyet ne sıcağa tek laf... Ancak gönüllerinden ölene dek şu umut zerrece eksilmedi: "Bir dahaki sefere, kesinlikle doğru yeri bulacağız. Son seferde varacağımız yerde; kimse, bize kim olduğumuzu ya da nereden geldiğimizi sormayacak. Vardığımız yerde bizi bizim gibi olanlar kucaklayacak." Bu inançla öldü her ikisi de. Belki de o yeri bulmuşlardır, belli mi olur? Gençlik yılları; devasa bir şehir, içinde boğulmanın her an mümkün olduğu tanımadığın bir kalabalık, kime yanaşsan elini senin cebine sokmaya çalıştığı insan kümeleri; simitler ekşi, sular sert, martılar yaygaracı... Adının anlam bulduğu bir kavga ile ilk selamlaşma... Uluslar kendi kaderlerini tayin ederken insanların oturacağı evi seçme hürriyetinin ellerinden alınması... Kitaplar, mecmualar, bildiriler... Ne kadar anlatırsak anlatalım, halkımız tam anlamıyla ne demek istediğimizi bir türlü anlamıyor. Şehrimizin sakinlerinin zerrece umurunda değiliz. Mahalleli bizi görünce yolunu değiştirip kafasını çeviriyor. Sokağın köşesindeki bakkal karanlıkta kalmaya yemin etmiş. Kesin kararlıyız, ayırt etmeden kurtaracağız tüm halkımızı. Biri cesaret edip soruyor: -Kimi kimden kurtaracağız?

109


Cevap anında geliyor: -Herkesi kendisinden kurtarmakla başlayacağız işe! Avuçlarımızı patlatırcasına alkışlıyoruz. Tüylerimiz diken diken oluyor. Gözlerimiz ikide bir dolu; bıraksak, iki yakanın tüm ezilen gözyaşları aynı yanakta birleşecek. Bizi geçmişe bağlayan tüm zincirleri kırıp atmakta kararlıyız. Ortalık biraz karışıyor. Bir iki itip kakışma, sonrasında belki çelik parıltıları... Namlunun yivleri daha işe karışmamış ancak onun da eli kulağında. Üniversite kapısında yepyeni bir dünya bekliyor hepimizi. Yangın kulesinden gelen çağrıya uyup o kocaman kapıdan girerken herkes kekliklerce ürkek, hep birlikte meydana çıkıldığında efsanedeki kahramanlar kadar kararlı... Forumlar, paneller, yürüyüşler, mitingler; derken ihtilal haberleri, kavga patırtı herkesin yolunu bir şekilde kesiyor. Bir zaman sonra talebeler geceleri gecekondulara kiremit, gün ışığında grev çadırlarına ince belli çay bardağı taşımaya başlıyor. -Abi, çayımız demli ve sıcak... -Anlamadım. -Çayımız abicim, daha yeni dem tuttu. Buyur bir bardak çayımızı iç. Biz de de siftah yapalım. Mazlum geçmişe takılı kalmış gözlerini yerden kaldırdığında günün ağardığını, gittiğinden farklı yoldan geriye dönmüş olduğunu, seyyar arabasında kahvaltılık atıştırmalıklar ve çay satan adamın kendisine plastik iskemleleri işaret ettiğini, boş şarap şişesi ile birlikte kaldırıma yığılmış adamın gözlerindeki vıcık vıcık "Bir bardak da bana ısmarla." bakışlarını gördü. Sabahın ilk ışıklarında gecenin artıklarını süpüren temizlik işçileri ile selamlaştı. İki simit, küçük bir dilim tulum peyniri alıp seyyar çay tezgâhının yanındaki

110


oturaklardan birine çöktü. Ağır amonyak kokusunu duyunca bir an yeniden hapishanede olduğu hissine kapıldı. Seyyar arabanın hemen kıyısından başlayıp adamın pantolonunun ağ yerinde biten ıslaklığı gördü. Gözleriyle "Arkadaşa da benden bir çay ver." dedi. Çaycının "Hemşerim memleket neresi?" sorusunu duymazdan geldi. Pek de sohbet havasında değildi. Adamın ikinci defa sorması üzerine "oralıburalı" dedi. Adam, yüzünde alaycı gülüşle " Artık hepimiz hem oralı hem buralıyız." diye karşılık verdi. Biraz önce geçtiği caddedeki kitapçının vitrinini süsleyen Balzac'ın kocaman portresinin altında yazan "Paris, taşradaki gençleri öldürmek için kendine çağırır." sözü geldi aklına. Umarım burası Paris değildir, deyiverdi. Yenilen içilenin parasını ödedi. Yürüdü, büronun olduğu binanın kapısında bir süre bekledi. Yılların verdiği alışkanlıkla kapının açılmasını bekledi bir süre. Dışarıda olduğunu hatırladı. Elini cebine atıp anahtarı çıkardı. Bir süre anahtarı inceledi. Açmakta mı kilitlemekte mi kullanacaktı? Hayranlık ve korkuyla baktı bu küçük metal parçasına. Bu seferlik açacaktı. Açtı ve ilk adımını attı. İki kat çıkıp büroya girdi. Caddeye bakan pencerenin önünde durdu. Gün, gecenin hızını kat be kat aşmıştı. Ortalık tamamen aydınlanmış, hayat başlamıştı. Yatağa girdi. Uyudu. Büronun bir süre sonra çalan telefonu Mazlum Erdem'i uyandırmakta pek de zorlanmadı. Son üç gecesini üç ayrı mekânda geçirmiş kim olsa Mazlum kadar şaşırır, onun kadar nerede olduğunu anlamaya çalışırdı. O da öyle yaptı. Üç gün önce demir parmaklıkların sınır koyması nedeniyle, ondan sonraki gece Şefkat ile Sadık'ı uyandırma kaygısıyla, bu sefer de üstüne sağanak halde yağan yeniliklerin verdiği acemilikten dolayı yatağın ucunda oturdu bir süre. Telefon yeniden çaldı, gidip açtı. Telefondaki ses partiler ve seçmen

111


tercihleri, kullandığınız ya da kullanmayı düşündüğünüz çamaşır deterjanı, erkekseniz tıraş bıçağınız kadınsanız hijyenik pediniz; bunlar üzerine konuşmak istemiyorsanız çiklet çiğneyenler, farklı cinsel tercihleri olanlar, Çingeneler, Kürtler, Afrikalılar, üniter veya federatif yönetimler, dinler, peygamberler, evliyalar, inançlar, TV programları, aşk mı para mı, dünyanın diğer yarı küresinde yaşayan hayvanlar, ıssız adaya düşerseniz alacağınız üç şey veyahut da tercih edilecek herhangi bir husus hakkında anket düzenlediklerini ve cevaplayanlar arasında çekilecek kurada bir kişinin 15 günlük devre mülk kazanacağını söylüyordu. Anlamadı, anlamayınca sustu. Telefondaki ses birkaç kere "Alo... Alo..." dedikten sonra kapattı. Bütün bunlar hakkında gerçekten ne düşünüyordu Mazlum Erdem, bunu şimdilik kendisi de bilmiyordu. Ancak en kısa sürede tümünü yanıtlayacağından kuşkusu yoktu. Biraz zamana ihtiyacı vardı sadece. Hayatın sorusu varsa, insanların da elbette cevapları olacaktır. Bundan adı kadar emindi. Yeter ki zaman insanlara biraz anlayışlı davransın, her sorunun karşılığı bir şekilde elbet bulunurdu. Zaman yine bildiğini yaptı; kendini o kadar uzakta gösterdi ki, ne vakit yanlarından hızla geçip gittiğini Mazlum Erdem dâhil kimse anlamadı. Toplantılar birbirini izledi. İlk toplantıda başkanlığa Mazlum Erdem oybirliğiyle teklif edildi ve yine tüm üyelerin oylarıyla seçildi. Yönetim kurulu, denetim kurulu, ortaklarda aranacak özellikler belirlendi. İkinci toplantıda kooperatifin ana felsefesi tartışıldı. Üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve on altıncı ve dahi yüz on altıncı toplantılarda bu tartışma devam etti. Tartışmaların sonunda ortaya çıkan sonuç şöyle özetlenebilirdi: Kurulacak Sınırlı Sorumlu Yansıtmacılar Yapı Kooperatifi, konut üretmekten çok, Yansıtmacılık Kültürü'nü taşıma görevi

112


üstlenecektir. Yapılacak binalar birer yazlık konut olmaktan ziyade, Yansıtmacıların yaşlılıklarında da birlikte olup dayanışacakları biçimde tasarlanacaklardır. Sitenin sokaklarında bir ressamın günbatımını resmettiği, kafeteryalarında bir şairin yeni şiirlerinin düzeltmelerini yaptığı, plajlarında bir romancının son romanını kurguladığı, sosyal tesislerinde şiddet içermeyen tüm politik görüşlerin hiçbir kısıtlamaya uğramadan dillendirildiği; insan haklarına saygılı, cins ayrımı yapmayan, ekolojik değerlerin öncelendiği; ısıtmanın alttan, mutabakatın üstten, muhalefetin yandan ve müzakerelerin karşıdan yapılacağı örnek bir kent yaratılacaktır. Elbette her birim kendi içinde bağımsız olsa da hiçbir organ genel yapıdan ayrı olarak düşünülemeyecektir. Herkesin kendini özgür hissetmesinde sakınca bulunmamakla birlikte tüzel kimlik söz konusu olunca birey özellikleri geçici olarak askıya alınabilecektir. Deyim yerindeyse Yansıtmacılara özgü site devletin ilk harcı, yaklaşık on yıl önce düzenlenen kurultayda kazılmış olan temele, bu proje ile birlikte atılmıştır. İşin felsefesinde anlaşıldıktan sonra işlerin çok daha kolay olacağı tahmin edilmekteydi. Ne de olsa felsefe, hayatın temelidir. Yapının temeli sağlam bir biçimde kurulduktan sonra üst katları çıkmak pek de zor olmasa gerek... Arsa arayışında Yansıtmacıların şansları yaver gitti ve bu konuda pek yorulmadılar. Toplantıların birinde, hoş bir rastlantı sonucu, harekete son günlerde katılmış üyelerden birinin dededen kalma bir arsasının olduğu öğrenilmişti. Yansıtmacılar da, projelerini hayata geçirmek için, bu arazinin satın alınmasına karar vermekte pek zorlanmadılar. Gerçi hareketin üyelerinden kimileri tarafından söz konusu arsanın oldukça ıssız bir bölgede olduğu, yapılaşmaya uygun ve de imar izinlerinin olup olmadığının bilinmediği öne

113


sürülmüşse de; hem arsanın fiyatının uygunluğu hem sahibinin arkadaş oluşu bu kadar hızlı karar alınmasında oldukça etkili olmuştu. Arsa, mübadele sonucu Ayvalık'a gelen aileye geldikleri yerlerde bıraktıkları topraklara karşılık verilmiştir. Arsa konusundaki kimi eleştiriler, sakin kafayla düşünüldüğünde, pek de yersiz sayılmaz. Söz konusu yer biraz kıraç, ot bitmez, su çıkmaz, tek bir insanın bile yaşamadığı bir adacıktadır. Daha doğrusu orta halli bir kayalık parçasının bir bölümünü kaplamaktadır. Belki allanıp pullanarak arkadaşlarına güvenen bu insanlara hak ettiğinden yüksek fiyata satılmıştır ancak hiçbir alışveriş, tereddüt ile geçirilecek zamandan daha pahalı olamaz. Bir sonraki toplantı, arsanın satın alınmasına karar verilen toplantı kadar rahat geçmemiştir. Mazlum Erdem'in kooperatif başkanı olarak gittiği bakanlık temsilciliğinde karşılaştığı durumlar epeyi bir umutsuzluk yaratmıştır. Bürokrasi, rüşvet, iltimas, hediye, iktidar partisi, komisyon gibi sözcükler havada uçuşmaya başlar. Sorunların başkentteki eski Yansıtmacı, yeni muhafazakâr parti mensubu arkadaşlar tarafından çözülebileceği, kooperatifin işlerinin daha hızlı ilerleyebilmesi için gerekirse rüşvet verilmesi gerektiği, bu işle ilgili memurların pavyonda ağırlanması gibi cümleler, ilk olarak toplantıya danışman kimliğiyle katılan muhasebeci tarafından kurulur. Benzer durumdaki kooperatiflerin sorunlarının çözümü konusundaki tüm duyumlar da aynı yöndedir. Üstelik bunu sadece kooperatifin muhasebecisi değil; bu konuda deneyimi olan herkes, toplantıda kullanılanlara epey yakın sözcüklerle dile getirmektedir. Herkesin aynı çözümü önerip aynı çıkışı göstermesi projeyi ahlaki yönden az da olsa tartışmalı hâle getirir. Mazlum başta olmak üzere, kimi Yansıtmacılar muhasebecinin bıraktığı yerden farklı ve ciddi

114


bir muhasebeye girişir: Bunun için mi tarihimizde bu kadar çok ölümüz var? Bunun için mi bunca zaman mahpusluk çilesi çekildi? Kaçmalar, göçmeler, sürgünler, gizli saklı seyahatler, aynı yerde iki geceden fazla kalmamalar, ana ocağından yar kucağından uzak zamanlar... hep bunun için miydi? Çok daha uzun tartışmalar sonucunda, bataklığı geçmek için bataklığın kurallarına uyulmasının zorunlu olduğu üzerinde görüş birliğine varılır. Benzer durumlardan da anlaşılacağı üzere, içine düşülen kuyudan kurtulmak için kuyunun taşlarını basamak olarak kullanmak, kötü olanlar arasında iyi sayılabilecek bir seçenek olmalıydı. Nasıl ki cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülmüşse, cennete giden yol için de işlenmesi zorunlu günahlar olabilirdi. Yeni kurulacak bu ülkeye giden yolun ilk metrelerini arızalı taşlarla örmek zorunlu olmuştur ve Yansıtmacılar hep birlikte ortak ilk günahlarını işlerler. Biraz rüşvet, biraz tanıdık, biraz hediye, biraz ilkelerden feragat... Kooperatif tescillenir, arsa kooperatifin tüzel kişiliği üzerine tapulanır, kadastro ölçümleri yapılır, inşaat alanına ilk demir çubuklar çakılır, ozalitler çekilip özenle katlanır. Ancak en önemlisi toplantılar asla kesintiye uğramaz, akla takılan her husus tüm ayrıntılarıyla tartışılır. Konu, ada üzerinde Yunanlı Yansıtmacıların da hakları olabileceği noktasına gelir. Nasıl ve elbet kim tarafından tartışmaya açılmıştır, bilinmez ancak önemli olan böyle bir hakkın olup olmadığıdır. S.S. Yansıtmacılar Yapı Kooperatifi üzerine tescillenen bu arazi, coğrafyada kapladığı alandan daha büyük alanı ahlakî ilkeler ve Yansıtmacılık hukuku üzerinde kaplamaktadır. Tartışmalar epeyi bir zaman alır. Kimileri inşaata başlamalarının etik olmayacağını, enternasyonal yardımlaşma ve dayanışma ilkesinin zarar göreceğini dile getirir. Uzun tartışmalardan sonrasında yakın, orta ve uzak; pek yakın, orta yakın ve uzak

115


yakın tarih meraklısı bir Yansıtmacı ortağın akademik araştırmalar sonucu aslında buranın ilk sahiplerinin yok olmuş bir kavim olduğunu ve geride bıraktıkları anıtsal kayada kavga etmemek ve eşit paylaşmak kaydıyla bu toprakların yeni sahiplerine hayırlı olmasını dilediklerini ve bunu da adanın en yüksek noktasına diktikleri taş ile somutladıklarını belirtmesi tüm üyelerin rahat bir nefes almasını sağlar. Zamanında bir yanardağın külleri ile tarihte bir süre dinlenme pozisyonu almış kavimden kalma bu yer, artık bir insanlık mirasıdır ve kendilerinin de tüm insanlık gibi burada hakları bulunmaktadır. Söz konusu kaynak kitabın bilimsel geçerliği konusunda kuşkuların olması ve kitabın yazarının devletin değişik örtülü ödeneklerinden beslenen bir araştırmacı olduğunun dile getirilmesi kuşkuların yeniden çoğalmasına neden olur. Üstelik sözü edilen taş, hiç de insan gücüyle oraya dikilmiş gibi değildir. Adadaki diğer kaya parçalarından farklı tek özelliği de bulunmamaktadır. Bu hususun tam anlamıyla açıklığa kavuşması için Mazlum Erdem ile Sadık Sağlam'ın arsanın karşısındaki adaya, Midilli'ye, gidip oradaki Yansıtmacılar ile görüşmesi kararlaştırılır. Tam sular duruldu derken yapılan toplantıların birinde bölgenin askeri yasak bölge ilan edilmesi hususunda çıkan dedikodular üzerine direnme çağrıları yapılır. Militarizme karşı mevzilerde direnme önerisi ile konuyu uluslararası alanda dayanışmaya açma çağrısı, tartışmaların merkezine oturur. Mazlum Erdem'in bu hususta kaleme aldığı bildiri eskizleri bir süre elden ele dolaşır. Eğer olur da direnmek gerekirse direniş süresince gerekecek ne varsa; uyku tulumları, konserve yiyecekler, kamp ocakları, su geçirmez çadırlar, tabak çanak ve daha bilumum malzeme adaya depolanır. Sonunda bu haber de asılsız çıkar. Aradan geçen

116


iki yılda işler istendiği gibi ilerlememiş olsa da; Ayvalık ile Edremit arasında, yaşlı eşekler ve inatçı keçilerden başka pek canlının yaşamadığı, ot bitmez su çıkmaz küçük bir adanın neredeyse yarısını oluşturan elli dönüme yakın arazi kendi tasarruflarındadır. Hayaller, resmi kâğıtların üzerine aktarılır. Ortak yaşam alanlarının tümü merkeze yerleştirilir. Bunları çepeçevre saran kişisel mekânların tümü proje üzerinde kendine yer bulur. Hayat, merkezden çevreye yayılır. Ardından da çevreden merkeze döner. Adada kurulacak yeni hayat hakkındaki yaratıcı öneriler birbirini izler. Deniz suyunu damıtarak içme suyu olarak kullanma ve kullanılmış atık suların arındırdıktan sonra sulama işlerinde sarfetme planları İspanyol Yansıtmacılardan istenir. İtalyan Yansıtmacıların dokümantasyon ve arşivleme işlerinde iyi olduğu bilinmektedir. Üstelik yerel yönetim konusunda da hayli deneyimlidirler. Bilgi toplama ve biriktirme konusunda İtalyan Yansıtmacılık ekolü temel alınacaktır. Yapıların doğayla ve insan bedeniyle uyumlu olması hususunda İskandinav ülkelerine iltica etmiş Yansıtmacılara mektuplar yazılır, üstada özel selamlar gönderilir. İç işleyişi düzenleyen sözleşmeler, İspanya iç savaşı yıllarındaki komün yapılanmaları incelenerek kaleme alınır. Tam her şey yoluna girip de temel atmaya sıra gelmişken yüz yılın en sert kışlarından biri yaşanır. Küresel ısınmanın etkisinden söz edenler olsa da, Behramkale’deki balıkçı barınağında tanıştıkları yaşlı bir tekne sahibi bunun hemen hemen her kış olan rutin olay olduğunu söylemesi, güçlü bir dalgakıran yapılmadıkça da o adada taş üstüne taş konamayacağı iddiaları kafaları biraz karıştırır. Küresel ısınma, sert kış, adanın kuzeyli fırtınalara açık olması, gelgit olayı ya da sebebi her ne ise adanın büyük kısmını su kaplamış ve temel atma işini ertelemek mecburiyetinde kalmışlardır. Baharın

117


başlamasına yakın; bir pazartesinin bir öğleden sonrası, bayındırlık işlerinde görevli iki memur gelip adanın mühürlendiğine ilişkin kararı kooperatifin yetkili kişisine; bu, Mazlum Erdem'den başkası değildir elbette, tebliğ eder. Aynı kararın özeti ile birlikte, sayı ve numarasının da yazıldığı bir tabela da, adanın girişine bir hafta önce yerleştirilmiştir. Birkaç ay sonra, kooperatifin almış olduğu yapı izin belgesinin askıya alındığını bildiren karar da aynı adrese tebliğ edilir. Adanın ikinci derece sit alanı olma ihtimali ortaya çıkmıştır. Soyu tükenmekte olan altın dişli kalamarların üreme sahalarının adanın çevresinde bulunduğuna ilişkin emareler bulunmaktadır. Tüm bu tartışmalar yaşanıp tüm bu toplantılar silsilesi devam ederken Mazlum Erdem hariç herkes kendi yaşantısını öyle ya da böyle sürdürür. Kimileri yeni ev alır, kimileri boşanıp yeniden evlenir. Kiminin çocuğu olur, kiminin kedisi yavrular. Bir kısmı yeni iş kurarken bir kısmı farklı alanlarda girişimlerde bulunur. Kiminin saçları dökülür, kiminin saçları ağarır. Ancak hemen hemen hepsinde ortak olan taraf, kooperatifin bürosuna uğrama sürelerinin azalmış olmasıdır. İlk zamanlar her gün, ardından gün aşırı, sonra haftada bir, ardından ayda ya da iki ayda bir araya gelen Yansıtmacılar, şimdilerde sadece yılda bir yapılan genel kurul toplantılarına katılmaktadırlar. Ödenen aidatlar ise büronun kirasıyla, başkanlarına bağlanmış olan asgari ücretlik maaşı ancak karşılamaktadır. Üstelik başkanlarının yaşantı biçimi hakkındaki kimi dedikodular, zaman zaman özel sohbetlerde kızgınlıkla dile getirilmektedir. Başkan, Sadık Sağlam başta olmak üzere birçok üyeden borç almış, ne yazık ki hiçbirini ödeyememiştir. Şefkat Sağlam ayda bir kendi temizlikçisini büroya gönderip temizlik yaptırmasa büroya girmek bile mümkün olmayacaktır. Şefkat'in sevgili "eniştesi"

118


başkanlarının kullandığı buzdolabı yine onların evinden gelmiş ve içi de iki üç haftada bir de olsa yine "baldız" tarafından tıka basa doldurulmaktadır. Üstelik başkanları, geceleri üyelerden habersiz büronun olduğu binanın yakınlarında hastalık ya da başka nedenle işe gelemeyen kimi taksici ya da köfteci, midyeci, tavukçu, poğaçacı, kâğıt helvacı, baloncu, pamuk şekerci, içli köfteci, pilavcı, turşucu, çaycı, tulum tatlıcı, süt mısırcı, kestaneci, balık ekmekçi, kokoreççi gibi seyyarların tezgâhlarında gecelik yevmiye karşılığı durmaktadır. Hatta bir keresinde sokağın başında erketeye yatmış gencin uyarısını acemilikten anlayamamış ve zabıtaya yakalanması yetmiyormuş gibi el konan malzemelerin parasını tezgâh sahibine ödemesi de sıkıntılarına tuz biber ekmiştir. Bu da yetmezmiş gibi bölgedeki kimi mafya gruplara haraç vermek istemeyince dövülüp hastanelik edilmiş ve Şefkat'in iki haftaya varan bakımı sonucu ancak ayaklanabilmiştir. Hapisten çıkarken yanında getirdiği siyatik ve böbrek ağrılarına söz geçirmek de epeyi zamandan beri mümkün olmamaktadır. Alkolü zaman zaman abartması sonucu karaciğerdeki yağ değerlerinin limitlerin çok üstünde çıkması ise kimse için şaşırtıcı olmamıştır. Kooperatif bürosundan uzatma kablosu ile aşağıdaki seyyarlara zaman zaman, birkaç ampullük de olsa, elektrik vermesi sonucu kooperatif bürosunun faturasının kabardığı da ayrı bir husus olarak değerlendirilmektedir. Sadık'ın kooperatif üyelerini telefonla teker teker arayarak tümüne bildirdiği; Midilli'ye gidilip Yunanlı Yansıtmacılar ile arsanın konuşulacağı haberi, Mazlum Erdem için kaygılanan Yansıtmacılara ilaç gibi gelmiştir. Bu fikrin gerçek sahibinin Şefkat olduğunun tahmin edilmesi çok da zor değildir aslında. Midilli gezisi, eniştenin hem beden hem ruh sağlığına iyi

119


gelecektir. Adaların temiz havası, ciğerlerin biraz da olsa iyileşmesinde yararlı olacaktır kuşkusuz. Büyük şehrin kirliliği ve telaşı herkesi öyle ya da böyle etkilemektedir. Sadık'ın işyerinden on günlük izin koparması pek kolay olmasa da ısrarlar sonucu bu gerçekleşmiş ve kooperatifin başkanı ile yönetim kurulunun en önemli üyesinin bilgilenme amaçlı Midilli gezisi bir cuma akşamı Şefkat'in yolcular için hazırladığı paketlerin arabanın bagajına yüklenmesiyle başlamıştır. Sadık'ın direksiyonda olduğu İstanbul'dan Ayvalık'a uzanan yoldaki sohbet, geçmişi tazelemeye yetmeyecek kadar kısaydı, olsun; bunun daha Midilli'ye kadar gemi ile olan bölümü de vardı. Öyle de oldu, gemi Zühre'nin saçlarından yapılmış halatlarını çözüp iskeleden ayrıldı. Köpüklerin arasında saklanmış Zühre siluetini Mazlum'dan başkası görmüyordu belki ama gemiyi bir süre takip eden martıların çıkardıkları sesleri dikkatli dinleyen herkes, Zühre'nin onları birkaç mil geriden de olsa izlediğini anlayabilirdi. İnsanlar isterlerse bir pervanenin köpürttüğü suyun içine tüm hayatını saklayabilirler. Bir bulutun içine... Ay ışığına ve incir çekirdeğine... İnsanlar akıllarını kaplayan soruları gerekirse bir başka sefer dönüp almak üzere sulara, dağlara, ağaç ve çalılara emanet edebilir. Kimselere söyleyemediği sırları... Şarkıları, mısraları, verilmiş sözleri... Düşkırımlarını... -Abi hayrola, vapura bindiğimizden beri dönüp dönüp geriye bakıyorsun? -Arkada bir şeyler bırakmış gibiyim Sadık. Sadece şimdi değil, hep böyle bir halet-i ruhiye kaplamış benliğimi. Durmadan geçmişi yürümekten önümdeki yolda bir türlü tek adım atamıyorum.

120


YARIN YAPABİLECEĞİN İŞİ BUGÜN YAPMA ÖLMEK DÂHİL! Yaklaşık iki saatlik yolculuğun ardından adanın iskelesine yanaşan feribottan yolcular teker teker inmeye başladığında, Sadık kalacakları pansiyonun adresinin bulunduğu notu cebinden çıkarmıştı bile. Bu kâğıt parçasının, bir hafta kalacakları pansiyonunun yerini bulmakta Sadık'ın yarım yamalak İngilizcesinden daha çok işe yarayacağı baştan belliydi. Tipik bir Ege kasabası evinden pansiyona dönüştürülmüş binanın kapısına geldiklerinde içeri girmektense bir süre çevrede oyalanıp kendileriyle ilgilenecek birilerine bakındılar. Kesme taş ve ahşap malzemelerle inşa edilmiş iki katlı binanın kapısındaki kuzu, keçi gibi küçükbaş hayvanlara özgü çıngırağı ve çıngıraktan aşağı uzanan ipi görünce geldiklerini bunu kullanarak bildirmeleri gerektiğini anladılar. Sesin duyulmasının hemen ardından, üst katın merdivenlerinde adalı kadınlara özgü telaşıyla, pansiyonun sahibesi göründü. Her hareket ettiğinde hoplayan zıplayan etleri ve giysilerin önemli bölümünü zapt eden kalça ve memeleri kadına ayrı bir sevimlilik katmaktaydı. Her fırsatta yenen böreklerin katkısıyla oluşan gergin cilt, bulutlu havalarda bile çevresini aydınlatmaya yetecek enerji ve ışıltıya sahip görünüyordu. Pansiyoncu kadın, deyim yerindeyse aşağıya yuvarlanarak indi. Karbonhidrat fışkıran yanaklarına yayılan gülümseme ile ellerini sıktı. Sevimli telaşıyla becerebildiği ölçüde adlarını telaffuz ettikten sonra bir şeyler daha mırıldandı. Söylenenlerin tek kelimesini anlamadılar ancak kadın sırtını dönmeden önce etli el ile yapılan gel işaretinden onu takip etmeleri gerektiğini anladılar. Üst katta onlar için hazırlanmış odaya gidene kadar, bir haftalık yuvalarına ait tüm bilgileri

121


işaret diliyle edinmiş bulunmaktalardı. Tuvalet, banyo ve mutfak ortaktı. Kadının her iki sözcüğünden biri, Şefkat'in daha önce burada kalmış gazeteci arkadaşının adıydı. Anlaşılan kendilerinden önce pansiyonda kalan gazeteci, buradaki insanlar üzerinde oldukça iyi izlenimler bırakmıştı. Adaya gelmeye karar verdiklerinde, Şefkat'in araya girip kalacak yeri ayarlama işinin kendine düştüğünü söylemesi anlaşılan bundandı. Yarım saatlik bir yerleşim, temizlik ve giysi değişimi sonrası aşağı indiklerinde pansiyonun sahibi ile de tanıştılar. Adam, ağzıyla burnu arasında yaklaşık üç yüz kiloluk bir bıyık kütlesi taşımanın verdiği karizmayı sonuna kadar kullanmaya kararlı görünüyordu. Gerçek bir amele sınıfı bıyığının kırçıllı telleri arasından sarkan gülümseme, adama ayrı bir samimiyet ve sevimlilik katıyordu. Bu orta halli otoriterliğe ek olarak kadın gibi adamdan da fazla kilolar fışkırmaktaydı. Ne var ki kadının tüm coğrafi bölgelerine eşit biçimde yayılan kilolar, adamın ağırlıklı olarak göbek bölgesinde toplanmıştı. İnce bacaklardaki top top olmuş mavi ve yeşil damarların üst katlardan gelen ağırlıktan epeyi şikâyetçi olduğunu anlamak için tıp eğitimi almaya gerek yoktu. Göbek o kadar iriydi ki; adamcağız, gömleğinin ancak üstteki dört düğmesini kapatabilmişti. Alttaki üç düğmeyi iliğe geçirmek için gömleğin yırtılmasını veyahut ciddi bir süre nefesi tutmayı göze almak şarttı. Adam Mazlum ile Sadık'a, kendine özgü gülümsemesiyle, Şefkat'in arkadaşı olan gazetecinin kendisi hakkında yaptığı haberin çerçevelenip duvara asılmış kupürünü gösterdi. Gazetedeki tanıtımda bu pansiyondan, adadan söz edildikten sonra asıl ağırlıklı olarak pansiyon sahibi adam hakkında bilgiler yer alıyordu. Gazetenin magazin ekinde neredeyse bir tam sayfayı kaplayan haberin ortasındaki epeyi geniş bir alan, adamın göbeği açık fotoğrafı için ayrılmıştı. Habere göre,

122


gençler arasında o yıl yayılan göbeği açıkta bırakma modasının bu ada ve bu adam aracılığıyla başladığı rahatlıkla söylenebilirmiş. Meğer tatilini adada geçirmekte olan posbıyık bir modacı, sabaha karşı taverna çıkışında adamı görüp açık düğmelerin sebebini sormuş, adam da bildiği tek tük İngilizce sözcükten biri olan "Freedoom!" deyince modacı bunu "Beden benim, karar benim." biçiminde anlamış. Böylece göbek bölgesini açıkta bırakan modanın felsefi zemini de ortaya çıkıvermiş: Göbek özgürlüktür. Özgürlük ise kilitlenmeyi hazmedemez. Yine haberde söylenenlere göre soruyu soran modacı, eğer fettan bir dişi olsaymış adamın cevabı elbette ki "Love!" olacakmış. O zaman da felsefi yorum kuşkusuz ki şu şekilde değişecekmiş: Göbek, aşkın barınağıdır. Ve aşk, örtülerle saklanamaz! Özetle, habere göre bu yıl tüm dünyayı kasıp kavuran göbek bölgesini açıkta bırakma modasının ortaya çıkışı, tamamen naif bir yanlış anlamadan öte bir şey değilmiş. Ve işte söz konusu modanın ilham kaynağı da karşılarında duran bu şahıstan başkası olamazmış. Sadık ile Mazlum haberin tümünü okuyunca epeyi bir gülüştüler. Ardından da beden diliyle adamla koyu bir sohbete giriştiler. Adam da kahkahalar atarak gazetecinin adını zikredip durdu. Her iki cümle arasında göbeğini sıvazlamayı ihmal etmedi. Gazeteci ile birlikte çilingir sofrasında çektirdikleri sarmaş dolaş fotoğrafları bile gösterdi. Büyük gazetelerin birinde hafta sonları güncel konularda röportajlar yapan kendi kuşaklarından bir gazeteciydi. Söyleşi için tercih ettiği isimler de genellikle düşüncelerinden çok, giyim kuşamları ile ilgi çeken kişiler olurdu. Gazeteci, bildik eğlence dünyası haberlerini düşünsel boyutu varmış gibi sunmayı başarmakta oldukça mahir biriydi. Doğal olarak her seferinde söyleşi yapılan

123


kişinin ilgili olduğu şirketin koca bir reklamı da aynı nüshada yer alırdı. Görsel medyadaki programlarında ise konuğuna soru sorarken aralara bol bol serpiştirdiği suskunluk anları ile boşluğa bakma seansları programa felsefi bir derinlik sağlamaktaydı. Her gazeteci gibi işsiz kaldığı zamanlarda yazmış olduğu bir romanı da olmalıydı ancak ne Mazlum'un ne de Sadık'ın öyle aman aman izledikleri yazarlardan biri sayılırdı. Pansiyoncu adam kartvizitini uzatıp telefon numarasını gösterdiğinde her iki arkadaş da adamın söylemek istediğini anında anladılar: İhtimal ki, zorda kalınırsa bu numara aranacaktı. Pansiyondan çıktılar ve kendilerini çağıran seslere doğru yürüdüler. Denize bağımlı yaşayan tüm kentlerde olduğu gibi şehrin ana meydanı bulmak için iyot kokusunu izlemek yetmişti. Küçük bir koy etrafında biçimlenmiş meydanda, ağırlıklı olarak içki içilecek ve basit yemekler yenebilecek kafeterya, lokanta, taverna gibi yerler ağırlıktaydı. Birkaç hediyelik eşya satan küçük dükkân ise aralara serpiştirilmişti. Kapısı mavi beyaz boyanmış şapel ise önünde kalabalığın olmadığı tek yerdi. Hemen yanında ise amblemden anlaşılacağı üzere Yunan Yansıtmacılar Hareketi’nin binası... Adada kullanılan alfabeye yabancı olsalar da; binanın duvarındaki amblem ve hareketin devasa bayrağı, bu iki arkadaşı bir mucize gibi selamlamaktaydı. Uzun yıllar birlikte yaşayıp bir sebeple uzakta kalmış iki dostun karşılaşması idi bu. Kimliklerini birbirlerine ödünç vermekte sakınca görmemiş iki komşunun kucaklaşması... Bülbül ile gülün, gül ile gülistanın, gülistan ile bahçıvanın buluşması… Bunca zaman bu iki ülkenin Yansıtmacıları birbirine ayna olmakta herhangi bir beis görmemişti. Binanın girişindeki tahta panelde, gülümseyen genç bir erkek Yansıtmacının temsili resmi çiziliydi. Delikanlının

124


kafasında; kırsal kesimlerde kullanılan cinsten bir kasket, geniş gömlek, ayak bileklerini açıkta bırakan çuha kumaştan mamul pantolon ve omuz hizasına kadar kaldırmış avuç içinde yumruk... İkisi de, o ana dek yabancısı oldukları bu adada bir arkadaşı, bir dostu, kendilerinden olan birini, bir bakıma kendilerini görmenin verdiği rahatlıkla çevreye daha güvenle bakmaya başladılar. Omuzları daha kalkık, başları daha dik, kolları daha gergin ve ayakları daha kararlıydı. Turist değil, misafirlerdi artık. Belki misafirden de öte, kan bağıyla olmasa da ruh bağıyla bağlı kardeşlerinin evinde kendilerine ayrılmış köşedeydiler. Binanın çatısından alt katlara sarkan hareketin bayrağını çevredekilere aldırmadan büyük bir ciddiyetle selamladılar. İki arkadaş, meydanın kuzey tarafındaki kafeteryaya oturduklarında artık adaya gelme amaçları olan kooperatif arsası hakkında kiminle konuşacaklarını bulmuş olmanın verdiği gönül rahatlığı ile yapacakları işin sorumluluğunu aynı anda yaşamaktaydılar. Meydana girer girmez Yansıtmacılar Hareketi'nin binasıyla karşılaşmaları ve böylece Yansıtmacılık ruhunun kendilerini selamlaması her iki arkadaşı da epeyi etkilemişti. -Gidip tanışsak mı? -İstersen yarına bırakalım abi. Nasıl olsa bir hafta buradayız. Öncesinde biraz bilgi de edinmiş oluruz. -Ne bilgisi Sadık? Farklı bir ulustan da olsalar öncelikle Yansıtmacı onlar... Sen, ben neysek onlar da o. -Tamam da hangi dilde anlaşacağız abi? Biz onların onlar bizim dilimizi bilmez. Baksana pansiyondaki homini gırtlak ailesi ile anlaşabilmek için bile bedenimizde oynamadık yer kalmadı. -Sen fakültede yabancı dil öğrenmedin mi?

125


-Öğrendik de, bir türlü "Come here Ali" dışında bir şey kalmadı aklımda. -Ali’yi bizim saflarımıza bir türlü getirememişiz anlaşılan. -Haklısın abi. Biz getiremediğimiz gibi Ali de gelmek istemedi herhalde. -Aslında onlar da bizim gibi enternasyonalist değil mi? Elimizle, kolumuzla; olmadı gözlerimizle anlaşırız. Kelimelere mecbur muyuz? -Yahu şimdi aklıma geldi: Dünya Yansıtmacılar Devrimi'ni gerçekleştirmiş olsaydık hangi dilde anlaşacaktık? -Tabii ki Seşai Dili ile… -Hiç duymadım. -Üstadın üniversite yıllarından beri üzerine kafa yorduğu bir çalışma bu. Biraz Esperanto gibi... Doğadaki sesleri temel alması en önemli özelliği... Nesnelerin hareket esnasında çıkardıkları sesleri temel tutuyor. Örneğin kaynamak yerine "fokur", akmak yerine "şırıl" sözlerini öneriyor üstat. Kuram, temelde hareketimizin yansıtma mantığına dayalı... Nesnelerin hareket halindeyken çıkardıkları sesleri taklit ederek onları yeniden adlandırmayı önceliyor. Bizim Yansıtmacılık kültürümüz de aslında aynı evrensel mantığa dayanmıyor mu? Asıl olan hayattır; hayatta yeri olmayanın, düşüncede de yeri olamaz. Hayatı, evreni ve tanrıyı taklit etmektir önemli olan. -Biraz realistlerin romanı yol boyunca gezdirilen aynaya benzetmeleri gibi yani... -Ayna değil de mikrofon; belki de hayatın her yanındaki seslere tutulmuş kayıt cihazı... -Diğer dilleri konuşanlar da bizler de sıfırdan yeni bir dil öğrenmektense var olan yaygın bir dil üzerinde anlaşsak nasıl olur? -Üstat o tip çözümlere bir kültürün diğer kültürleri

126


baskılaması söz konusu olur, diye karşı çıkardı. -Gerçi pansiyondaki gibi kol ve kas gücü; beden diliyle yani, anlaşmak da mümkün. Ancak hadi biz anlaştık diyelim; engelliler, çocuklar, hastalar, güçsüzler nasıl anlaşacak? -Bazı konularda haklı olabilirsin. Galiba bu konuyu biraz daha düşünmek gerekecek. Korkarım ki, üstadın bunca yıldır epeyi mesai harcayarak kurguladığı gramer sistematiği ile oluşturmaya çalıştığı sözlük boşa gidecek? -Olur mu öyle şey abi, çalıştığı süre içinde üstadı mutlu etmişse az kazanç mı bu? Bak mesela, hikâyemizi anlatmaya çalışan şu zıpır şairin de pek okuyanı yok. Yine de gece demeden gündüz demeden bir ömürdür yazmayı sürdürüyor. -Biz acaba büyümek yerine küçülmeyi mi düşünmeliyiz Sadık? Bütün dünyayı ıslah edeceğimize, bütün dünyayı düzelteceğimize öncelikle kendimizi mi tornadan geçirmemiz gerek? Dünyayı bağımsızlaştırmaktansa herkesin bağımsız bir dünya olduğunu kabul etmek daha mı doğru? Tüm yeryüzünü teslim almaya çalışmak yerine, tek bir insana teslim olmak daha mantıklı olmaz mı acaba? -Bütün bunların yanıtlarını bulacak kadar ömrümüzün kaldığına inanıyor musun gerçekten? -Bulmamız şart mı ki? Bulmaya çalışmak neyimize yetmiyor? -Özür dilerim, istemeden sohbetinize kulak misafiri oldum. Türkiye'densiniz sanırım? -Evet, İstanbul'dan. -Sizlere birer kadeh uzo ısmarlamama izin verir misiniz? -Rica ederiz, bize katılmak isterseniz buyurun lütfen. Ancak bizim konuğumuz olmanız hususunda ısrarcı olacağız. -Teşekkür ederim. İnsan uzun yıllar vatanından uzak kalınca dilini konuşanları görmek ve dilinin seslerini işitmek daha bir

127


hoşuna gidiyor. Mazlum ile Sadık'a katılan doğarken İstanbullu, serpilip geliştikçe Berlinli bu kırklı yaşlarını yaşayan akademisyen, masasındaki birkaç parça eşyasını alıp iki arkadaşın yanına oturdu. Oturduğu sandalyenin kenarına astığı file içindeki çelik termos benzeri kavanozu da yine aynı özenle masanın boş köşesine yerleştirdi. Oturur oturmaz da kendinden emin bir ses ve benzeri mekânların müdavimlerine özgü rahatlıkla baş ve serçe parmağını avucuna saklayıp ortadaki üç parmağını havaya kaldırdı ve Almanca üç uzo diye seslendi. Daha beş on dakika geçmişti ki, Mazlum Erdem de aynı el işareti ve dili döndüğünce İngilizce olarak üç uzo deyiverdi. Aralarında kimse kronometrenin başlatma düğmesine basmamıştı ancak Sadık'ın Türkçe ve yine aynı üç parmakla üç uzo demesi için de hemen hemen aynı aralıkta bir süre geçmişti. İçkinin dillere vurulmuş kilitleri açması, sırları koruyan muhafızları kenara çekmesi, temkinli olmayı bir kenara atması pek uzun sürmedi. Eski İstanbullu yeni Berlinli beyefendi masaya oturduğu ilk anda, bu iki arkadaşın konuşmalarına tanık olmaktan olacak, 1971 yılının 12 Mart'ında siyasi nedenlerle ülkeden kaçtığını söylemişti söylemesine ancak ilerleyen uzolarda asıl sebebin bu olmadığını da ağzından kaçırmıştı. Eh, ne demişti ünlü şair: “Sırrın varsa dilin olmayacak.” ya da “Dili olanın sırrı olmaz.” Meğer bizim bu değerli abimiz, İstanbul'da Almanca tedrisat yapan bir liseyi bitirdikten sonra üniversite için Almanya'ya gitmiş. Ne var ki oradaki ateşli dilberlerin ilgisine fazlaca mazhar olunca uzun bir süre ailesiyle ilişkisini, her seferinde daha yakıcı olmak üzere, parasızlıktan şikâyet ettiği mektuplar aracılığıyla sürdürmüş. Gel zaman git zaman üniversite uzamış, valide hanım vefat etmiş. Peder Bey, uzak

128


akrabalardan birinin kendinden epeyi genç kızıyla evlenmiş. Bir süre sonra da torunu da olabilecek yaşta nur topu gibi bir evladı olmuş. Tekne kazıntısı bebek, diğer çocuklar gibi bizim Berlinli'yi de unutturmuş. Berlinli'yi bir süre sonra memlekette pek hatırlayan da kalmamış. Askerlik dairesi hariç... Tam o yıllarda da şu anda sınırları dâhilinde bulundukları Yunan devleti ile Türkiye'nin geleneksel bilmem kaçıncı seçim öncesi vatandaşların gözünü boyama ve askeri savunma adıyla yenen rüşvetleri örtbas etme dalaşmalarından biri yaşanmaktaymış. Beyimiz de biraz korkudan, biraz o yıllardaki gençlik hareketlerinden etkilenip "savaşma seviş" ilkesi uyarınca yapılan çağrılara uymamış. 12 Mart döneminde kurulan teknokrat Erim Hükümeti de bizim bu kardeşimizi bakanlar kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkarıvermiş. Yıl 1971, beyimizin başında kavak yelleri... Aşk acılarının dahi kıymeti bilinmiyor. Oysa ne kadar önemlidir değil mi sevdanın insana yaşattığı acılar? İnsanı nasıl da hızlı olgunlaştırır ölüm ve aşk sancısı! İnsan bunun kıymetini yaşlılıkta anlar. İnsan toyken bazen o kadar kör yaşar ki, adam akıllı hüzünlenmeye bile zaman bulamaz. Beyimizin de günleri söz edilenlerden farklı değildir. Neyse ki epeyi zamandır bulunduğu ve dilini neredeyse aksansız konuştuğu Federal Almanya, vatandaşlık talebini kabul etmiştir. Gel zaman git zaman, biraz da yaş almanın verdiği olgunlukla beyimiz durulup bir üniversitenin sosyolojik suçları araştırma bölümüne kapağı atar. Daha çok Türkiye kökenlilerin işlediği adli suçları kapsayan eyalet destekli araştırmaların önemli bir şahsiyeti kabul edilmektedir artık. Hem Alman güvenlik dairesinin kimi görevlilerine Türkiye sosyolojisi üzerine brifingler veriyor hem suça karışmış Türkiyelilerle polis gözetiminde diyalog kurup mahkemelerde tercümanlık yapmaya başlıyor. Bu çevrelerde haklı bir üne

129


sahip oluyor. Her vakayı, bir punduna getirip Türkiye toplumunun ilkel, barbar, orta çağdan kalma aile yapısına bağlamayı bir şekilde başarıyor. Ağzını her açtığında, şehirleşmeyi başaramayan köylü toplumların bayağılıklarını tafsilatlı biçimde arka arkaya sıralıyor. Sıkıştığı ya da çıkmaza girdiğinde de Avrupalı oryantalist sosyologları yanına alarak çıkışı buluyor. Mahkeme esnasında, hukuki kararlardan çok bilimsel terimler sökün ediyor yargılananların üstüne. Türkiye’deki inanç, akrabalık, aşiret, üretim ve paylaşım sistemlerine en sıkı eleştiri yine asilzademizden geliyor. Beyimizin en ilginç hikâyesi ise bütün gece sandalyede asılı duran termosa benzer metal kavanozda saklı. File içindeki ağzı kapalı kabın sırrı da gecenin sonuna doğru anlaşılıyor. Hamburg Üniversitesi Türkoloji bölümünde görevli Herta adında, Ege'nin hem kıyılarını hem de insanını çok seven bir hatunla bundan daha iki yıl kadar önce yine kriminal bir sorunu çözmek için gittiği sosyal pedagogun yanında karşılaşıp tanışıyor. Zaman içinde samimiyetleri artıyor ve evleniyorlar. Ne var ki birliktelikleri hatunda bundan daha birkaç ay önce teşhis edilen ve son derece agresif ilerleyen meme kanseri nedeniyle uzun sürmüyor. Hastalık, meğer tüm bedeni ele geçirip kemikleri ağaç kurdu gibi yemeye çoktan başlamış. Kadının vasiyeti, öldükten sonra bedeninin yakılması ve küllerinin defalarca geldiği Ege kıyılarına serpilmesi... Bizim bu ağabeyimiz de Türkiye'ye gelmekten hafiften de olsa tırsınca Midilli'ye gelir. Sonuçta karşısı da burası da Ege... Suyu aynı, tuzu aynı, balığı aynı... Dili aynı olmasa da insanı aynı... Adam, külü bu akşam denize serptikten sonra sabah erkenden feribotla ilkin Selanik'e, oradan da bir yolunu bulup Berlin'e dönecek. Havayollarında grev mi var, doğrudan uçuş mu yok ne! Gecenin ilerleyen vaktine kadar depolarını uzo

130


ile fulleyen bu muhteşem üçlü, mekândan kalkıp yalpalaya yalpalaya da olsa tepeye ulaşırlar. Sakin bir koyu gören kayalıkların üzerine oturur ve bir süre geçmişlerini seyre dalarlar. Bir tarafta Ayvalık'ın, bir tarafta ise Asos'un ışıkları belli belirsiz görünmektedir. Yanlarında getirdikleri şarabı plastik bardaklarda usul usul içmeye başlarlar: Önce prost, ardından şerefe, sonra da hayat bize bunu yapmayacaktı aşaması... Sadık, aklında kalan kavga marşlarından birkaçını mırıldanır. Mazlum, ölümsüzlük üzerine şiirler okur. Herta'nın Almanca toprak anlamına geldiğini öğrenen Mazlum, küllerin bir kısmını oldukları yere gömmeyi önerir ve öneri kabul görür. Kavanozun içinden avuca dökülen bir miktar kül, parmakla eşilen derinliğe gömüldükten sonra yine toprakla örtülür ve bir çocuk parmağı büyüklüğündeki taş parçası mezarın başına yerleştirilir. Üçü birden ölen tüm Yansıtmacılar ve dostların anısına çevreden topladıkları ot ve sapları çiçek niyetine denize atarlar. Herta'nın kalan külleri Ege'nin sularına büyük bir saygı ile savrulur. Mazlum, aklına o an gelen mısraı yüksek sesle okur: Hatıralar tek silahımız; sevgili sarsın artık bu soğuk, bu çaresiz teni. Herta, gerçek bir Yansıtmacı gibi uğurlanır. Berlinli kardeşimiz, hayatında ilk defa sorumlu olduğu bir mesele karşısında kaçmayıp görevini yerine getirmiştir. Truva savaşına hazırlanan kahraman bir Spartalı savaşçı edasıyla ayağa kalkıp karşılara bakar. Silueti, ay ışığında hiç de gerçek yaşını göstermez. Sadık, kendini Şefkat ile tanıştıkları günde yakalar. Sırt üstü uzanır ve karanlık geceyi izlemeye başlar. Mahzun, gözlerini yumup en küçük ayrıntıları bile atlamadan Zühre'nin yüzünü gözlerinin önüne getirir. Yıldızların suya düşen aksinde Zühre'nin ellerinden tutup usulca dudaklarından öper. Gece biter, yıldızlar kendi ülkelerine döner ve gün ışır. Bu iki arkadaş öğleye doğru nasıl

131


geldiklerini hatırlamadıkları pansiyon odasında uyanırlar. Her ikisini de sıkı bir baş ağrısı ve koyu yorgunluk beklemektedir. İlk işleri, hâlâ üstlerinde olan bir önceki günkü giysilerini çıkarmak olur. Neredeyse soğuk suyla yapılan duş ve geniş pamuklu giysileri üstlerine geçirmeleri hayli zaman sonradır. Berlin'den gelen arkadaşın gecenin sonuna doğru adadaki parti binası ve siyasi hareketler hakkında söyledikleri kafalarını oldukça karıştırmıştır. Her ne kadar Berlinli beyzadenin bedeni, azıcık da olsa, yaşlanmış ve bel bölgesi iyice genleşmiş görünse de dili meşin kırbaç gibi kıvrak, çifte su verilmiş çelik bıçak gibi keskin ve yaralayıcıdır. Kafaların epeyi yükseldiği bir vakitte, adanın merkezinde oturdukları kafeteryanın yakınında yer alan görkemli Enternasyonal Yansıtmacılar Hareketi binasının gerçek bir yapı olmayıp görüntüden ibaret olduğunu, arkasında koca bir boşluktan başka hiçbir şeyin bulunmadığını, bu tür düşünce ve örgütlenmelerin refah seviyesi yüksek toplumlarda epeyi arkaik sayıldığını dile getirmiştir. Ona göre Türkiye’de bu işlerin hâlâ bu kadar ciddiye alınmasının nedeni toplumun köylü kültüründen kurtulamamış olmasıdır. Sanayileşme ve kentlilik arttıkça Türkiye toplumu da Avrupalılar gibi önceliklerini değiştireceklerdir. Hâlbuki Mazlum da Sadık da hareketin ambleminin asılı olduğu binayı ilk gördüklerinde nasıl da duygulanmışlardı. Hemen ardından da ilkin Mazlum, ardından Sadık geleneksel işaretleri olan sol ellerini sağ avuçlarının içine sığıştırıp sağ omuz hizasına getirerek saygı duruşunda bulunmuş ve birbirlerinin fotoğraflarını da hemen o anlarda, o ruh halinde ve o heyecanla çekmişlerdi. Selamlama, anlamak isteyen için ne kadar çok mesaj içermektedir: Her Yansıtmacı doğuştan itibaren siperden

132


sipere haber taşıyan atletler kadar korkusuz, namludan fırlayan mermi gibi hızlı, hücum emrini almış nefer kadar cesaret sahibidir. Selamlamanın temsil ettiği düşünceler, günü gelince elbette bir şimşek gibi tüm dünyayı kaplayıp derin gök gürültüsüne benzer uğultusuyla ölüleri bin yıllık uykularından uyandıracaktır. Berlinli arkadaşın anlattığına göre karşıdaki üç katlı bu bina; aslında, demir profillerle desteklenmiş bir panodan başka bir şey değildir. Üstelik sadece ön cephesi böyle renkli ve görkemlidir. Yunanistan'daki Albaylar Cuntasını konu edinen bir film için zamanında bu bölgeye plato kurulmuş ancak adaya gelen kimi turistler bu parıltılı dekorlara o kadar ilgi göstermiştir ki, bölge esnafı ve ahalisi de bu ilgiyi satışa dönüştürmekte vakit kaybetmemiştir. Platodaki maketlerin orada tutulmasının bir diğer nedeni de, şehrin sorunlu kimi bölgelerinin üstünü örtmesidir. Arka taraflarda fuhuş ve uyuşturucu açısından sorunlu yerler bulunmaktadır. Ayrıca, adaya şişme botlarla gelen Asya ve Afrika kökenli kimi mülteci grupların çerden çöpten kurdukları kamp ve barınaklar da buralardadır. Suç vakalarının pek sık yaşandığı bu yerlere park, bahçe, spor alanı gibi belediye hizmetlerini götürmek bir yana; bölgenin elektrik, su gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak bile mümkün olamamaktadır. Ne zaman bir ekip oralara girse ya arabalarının lastikleri patlatılmakta ya görevliler darp edilmekte ya da kimi alet edevatlar ortadan kaybolmaktadır. Merkezi yönetim tarafından adaya ayrılmış bütçe kısıtlı, çözülmeyi bekleyen sorunlar çok ayrıca meselenin üstüne gitmeye de kimsenin pek niyeti yok... Üstelik göçmen akınına dayanmak da mümkün olamayacağına göre, herkesi kendi başına bırakmanın daha doğru bir seçim olduğuna karar verilmiş. Bir bakıma kol kırılır, yen içinde kalır. Sadece parti binaları

133


paravanları mı; bölgenin diğer tüm cilalı duvarları, mağaza vitrinleri, afişleri, bayrakları şehrin saklı kalması gereken taraflarını kapatmaktadır. Pek kimse de tahta pano ve camlara asılmış görkemli bayrak ve amblemlerin arkasını merak etmemektedir. Turistlerin kimileri bunu bilip ancak umursamayarak kimileri de bilmeyerek buralarda eğlenmesini sürdürmektedir. İnsanlara görünen taraflar yeter; görünmeyeni ne diye merak ederler, bu anlaşılır gibi değildir. Diğer coğrafyadaki gibi burada gösterilenler de eğlenmeye yeterli manzaralardır. Sonuçta tatildesiniz ve mutlu olmanız gerek. Şimdi ne diye kalkıp panolarda yazılana çizilene değil de, panoların arkasındakilere meyledilir; bu, anlaşılır gibi değildir. Bu tür memnuniyetsiz ya da meraklı turistlere zaman zaman da olsa rastlanırmış. Adaya hâkim olan atmosferden kimileri o kadar duygulanırmış ki; gözleri dolanlara, ağlayanlara bile rastlanırmış. Bir keresinde epeyi duygulanan bu eski tüfeklerden birinin zıpır torunu, büyük babasının elinden tutup bu panolardan birinin hemen yanına kadar götürmüş. Bizim bu eski tüfek panonun arkasının boş olduğunu, sadece destek için konmuş birkaç inşaat direği ile demir çubuğun bulunduğunu görünce yaşadığı hayal kırıklığından az daha küçük dilini yutacakmış. Adamcağız tatilin son iki gününde kimseyle tek kelime konuşmamış. Az yemiş, çok içmiş. İzmir’e, Bornova'nın tepelerindeki evine dönünce de, ilk iş gençliğinden beri kısık sesle dinlediği radyo kanalını değiştirmek olmuş. O günden sonra adamın sadece müzik kanallarını, onların da sesini sonuna kadar açarak, dinlediği söylenir. Mazlum Erdem ile Sadık Sağlam o gün de tıpkı bir önceki gün yaptıkları gibi aynı meydana gelip aynı kafeteryada ve

134


galiba aynı masada oturdular. Uzun bir süre, tek söz etmeden, aynı binaya bakmaya başladılar. Ne kadar zaman geçti; kaç şişe su, kaç fincan kahve, kaç bardak limonlu soda içildi, kaç kere tuvalete gidildi, baş ağrısına iyi gelir diye kaç tane kan sulandırıcı ilaç alındı bilinmez. Epeyi bir zaman sonra Mazlum Erdem konuşmayı başlatmasaydı Sadık Sağlam'ın böyle bir işe niyetli olduğu pek de söylenemezdi. -Hayata bir baba, bir anne, bir evlat ya da bir sevgili ölüsüyle başlamak... İlk ve en önemli eksiğimiz; belki de bahtsızlığımız bu oldu bizim. Onlarla birlikte öldüğümüzü itiraf edemedik kendimize. -Haklı olabilirsin ancak bir insanın serencamını sadece bir olayla sınırlamak mümkün mü? -Neden olmasın Sadık? İnsanlar ya da nesneler kendi cisimlerinden daha büyük öyküler anlatabilir bize. Bazen bir bardak, bir kaşık takımı bile bize umulmadık hikâyeler anlatabilir: Onu imal edenler, o dönemde yaşananlar, malzemenin özellikleri, yeme içme alışkanlıkları… hakkında onların da anlatacakları olabilir. Biz nedense kitaplara ve önemsediğimiz insanların söylediklerine dikkat kesildik. Hayatın kendisine yüzümüzü çevirmeyi unuttuk. Bizim büronun arkasındaki antikacıyı bilirsin. Eskiden derneğe de ara sıra uğrardı. Geçen gün önünden geçerken davet edince birkaç dakikalığına içeri girdim. O inanılmaz işçilik harcanmış eşyaların arasında alelade bir çay bardağı gördüm. Üzerine fiyat konmamış olsa, çay ocağına ait herhangi bir bardak olduğunu düşünüp dönüp bakmayacaktım bile. Camında hava kabarcığı ve kabarcığın içinde de küçük bir kan damlası olan bir çay bardağının antika sayıldığını ve oldukça yüksek bir fiyata satıldığını duyunca şaşırmıştım. -Ne olacak ki abi, bu iş biraz böyle. Ölüm herkesin değil de pek az insanın kapısını çalacak olsa, onu bile pazarlarlar bu

135


dünyada. -Orası doğru ama insanın bu tip yanlarına ket vurması gerekmez mi? Zamanında nemli, karanlık, izbe atölyelerde verem olup kan tüküren cam işçisinin trajedisini paraya dönüştürmek, o insanların çaresizliklerini herkesin kendi vitrininde sergilemeye ve ondan paye kazanmaya çalışması çok da insani olmasa gerek. -Artık herkesin acısı kendini ilgilendiriyor abi. Acılar son derece şahsî... Bir diğerini asla ilgilendirmiyor. Sevinçler kamuya açık ama. Herkes mutluluğunu karşısındakinin gözüne sokmaya kararlı... Üstelik bunu da karşısındakini mutsuz etmek ve ona üstünlük sağlamak gayesiyle yapıyor. Amacı yaşadığı mutluluğu yakınlarıyla paylaşmak değil, kendi mutluluğuyla onları mutsuz etmeyi amaçlıyor. Üstelik acı çeken kim olursa olsun dönüp o tarafa bakmak kimsenin aklına bile gelmiyor. Varlığı ve sevinci yağmalamak içinse herkes birbiriyle yarışıyor. Ben ve Şefkat... Bazen canımız sıkılırdı ya da ufak bir derdimiz olurdu. Biriyle paylaşmak istersin ya... Öyle zamanlarda bu şehirde bizi dinleyecek bir kişi bulamazdık. Senin hapiste çektiklerin de bizimkilerden az değildir elbette. Kabuğuna hapsolmuş çekirdeğin başına gelenler, bir tek çekirdeğin meselesi galiba. -Haklı olabilirsin ancak yine de bu durumu kabullenmeyi başarmam mümkün olmayacak gibi görünüyor. -Biz yine de şanslıydık, iki kişiydik ve ölü de olsalar bizim arkamızda duran pek çok kişi vardı. Sen hep bir başınaydın. Her görüş sonrası sana hayranlığımız bir kat daha artardı. Biz seni avutmaya gelirdik ancak avutulmuş olarak çıkardık. Herkesin diline düşmüş işkencelere, hücrelere nasıl dayanabildiğine hep şaşırırdık. -Kendine ve kavgana güvenin tamsa işkencelere dayanıyorsun Sadık. Ancak hücrede uzun süre tek başına

136


kalmak oldukça yıpratıcı. Bir vakitten sonra hayaller görmeye başlıyorsun. O hayallerle baş edebilmek zor asıl. Kaç basamak olduğunu bilmediğin bir merdivenle acının kuyusuna iniyorsun. Tam dibe ulaştım, derken; tam bu son basamaktır, bir sonraki adımda artık zemine basarım, derken yeniden bir upuzun merdivenin başladığını hissediyorsun. İnanmayacaksın ama konuşmayı unuturum korkusuyla kendi kendine konuşmaya başlıyorsun. Hücredeyken kendime biri baba, diğeri oğul olmak üzere iki kahraman yaratmıştım ve beynimde sürekli onları konuşturuyordum. Yarattığım hikâyelerin birinde babayı öldürüyorlardı. Ardından oğul, şiirler-hikâyeler yazarak babasını anlatmaya çalışıyordu. En sonunda baba oğula şunları söylüyordu: "Ne kadar farklı anlatıyorsun hikâyemi. Oysa sen de ben de biliyoruz ki, ölümüm o yıllarda çok yaygın devlet cinayetlerinden sadece biriydi. Ve ben de diğer binlerce insan gibi öldürüldüm. Niye bu kadar farklı anlatmaya çabalıyorsun yaşananları? Ölümü efsaneye, beni de kahramana dönüştürmeye niçin çalışıyorsun?" Hatta biraz da sitem ediyordu. Hikâyedeki oğulun söyledikleri hayatta karşılaştığım tüm oğulların söylediklerinden daha insaniydi. Oğul, babaya şunları söylüyordu: "Evet, belki sen binlerce insanın öldüğü gibi öldün. Ama bir çocuğun kafasındaki baba, hiçbir zaman hayattaki kadar kolay ölmez. Hiçbir çocuğun babası küçük ya da önemsiz ölmez, ölmemeli. Sen öldün, bunu biliyorum. Öldün, bedenini yıkadık, kefenledik ve gömdük. Hep birlikte dualar okuyup mezarı kapattık. Kapatır kapatmaz da cemaat dağıldı. Bir başıma kaldım. O günden beri de hiçbir şey değişmedi. Bundan sonra da değişmeyeceğini biliyorum. Kaç yaşıma gelirsem geleyim, o mezarın başındaki çocuktan bir adım ileri gitmeyeceğimi artık biliyorum. Ayrıca bütün bu yaşananların intikamını

137


almadıkça iyileşmeyeceğimi de biliyorum. Sorun da tam burada: Kimi cezalandırarak intikam almam gerekiyor, bu konuda en ufak fikrim yok. Kendimden başka kimseye gücüm yetmiyor ki benim. Cezalandırılması gerekenleri sıralamaya başladığımda kendimden başka kimsenin ismi gelmiyor aklıma. Bırak da, hayattan hakkım olan intikamı yazarak, anlatarak almaya çalışayım hiç olmazsa." İşte böyle Sadıkçığım, onları kafamda yaratan ve konuşturan ben değilmişim gibi, merakla ne söyleyeceklerini beklerdim. Biri biraz uzun sustuğunda meraktan çatlardım. Ardından verilen cevaplara o kadar şaşırırdım ki, sonra da bu şaşıran ruh halime şaşırırdım. -Bundan sonra bizi anlayacak birileri olur mu acaba abi? -Çocukken de gençken de hep naif bir tarafın vardı senin Sadıkçığım. Görünen o ki bundan sonra da bu özelliğini yanından ayırmayacaksın. Hiç kimse anlamayacak bizi, buna ne kadar erken alışılırsak o kadar kârlı oluruz. Daha doğrusu boş yere beklentiye girmeyiz. Ben bu taraftan umudumu kestim, ya öteki taraftakiler de anlamazsa diye endişeleniyorum. -Farklı davransaydık sonuç daha iyi olur muydu acaba? Biraz daha cesur davranabilir miydik geçmişte? Mesela onlar bizi cezalandırmaya kalktığında biz de onları cezalandırmayı deneyecek kadar cesur olabilir miydik? -Cesur olan kişi; kalabalıklarda, kitlenin içinde öne çıkan, kendini herkese gösteren kişi değildir ki Sadıkçığım. Cesur odur ki, hiç kimse ortalıkta yokken, herkes korkudan bir köşeye pusmuşken, herkes korkudan ya da kaygıdan bir yerlere saklanırken yapılması gereken bir iş varsa elini kaldırıp "Ben yaparım." diyebilendir. İtiraz edilmesi gereken yerde, herkes susarken tek başına “Hayır!" diyebilen kişidir. Kalabalıkta hepimizin sesi gür çıkıyordu da, tek başımıza

138


kaldığımızda hepimiz bir köşeye pısıp kaldık galiba. Kavga etmesi için hep yanımızdakine bakıp durduk. Herkes ilk taşı fırlatması için başkasını bekledi. Oysa ilk taşı sen fırlatmayacaksan kimse de fırlatmayacak demektir. Bizim meselemiz biraz böyle oldu: Kendimiz hariç herkesin kahramanı olmaya çalıştık ve galiba bir dönem bunu başardık. El âlemin masalının kahramanı olduğumuzu bile fark etmedik. -Çok umutsuzsun abi. Eminim ki gelecek geçmişten iyi olacaktır. Öyle olmak zorunda... İnsanlık bunu başarmak zorunda... -Belki... Haklı olabilirsin ancak şu anda bütün ümitlerini çeyiz sandığına kilitlemiş geçkin kızlara benzemiyor muyuz Allah aşkına? Ya da karnında kırk tane hasat zamanı saklayan çiftçilere? Bütün tasarımlarımız geleceğe ilişkin, o büyük güne ait… Bir tek misafir gelince ortaya çıkarılan porselen yemek takımları gibi tıkıldığımız dolapta zamanımızın gelmesini tevekkülle bekliyoruz. Ancak nedense o gün bir türlü gelmiyor. Neredeyse hepimiz aynı sözcüklerle, aynı kavramlarla ve hep aynı ezberle konuşuyoruz. Ölen arkadaşımızı yıldızlara gömüyoruz, yoksullara balık vermektense balık tutmayı öğretiyoruz. Kumsaldaki denizanasını suya fırlatınca tüm evren kurtulmuş oluyor. Karanlığın en koyu olduğu an hep ışığa en yakın olduğumuz an... Onurlu yenilgiler tarihimiz ve daha binlerce standart hikâyemiz var. Hepimiz bu derece kendi ayakları üzerinde durabilen bağımsız bireylerken nasıl oluyor da fikirlerimiz, sözcüklerimiz ve en önemlisi hikâyemiz hep aynı oluyor? Böyle düşünmeye başladığımda arkadaşlarıma, tarihimize ve kavgamıza ihanet mi ediyorum diye düşünüyorum. Değil galiba! İhanetten çok inançlarımı yitiriyorum; kavga içinde biçimlenmiş, kavgaya hapsolmuş kimliğimin dışında bir

139


kimlik arıyorum sanırım. Bütün bu arayışlarım yeni bir Mazlum Erdem bulma uğraşı belki de ve belki de biz değil, kavga bize ihanet etti ancak biz bunun farkında olmadık. -Abi, iyi ki kooperatifte bizim ekibin yanında yapmıyorsun bu konuşmaları. Milleti bir arada tutmamız iyice imkânsız olur. Seni tanımasam, karşımda oturanın sen olduğunu görmesem Mazlum Abiyi ele geçirmişler diye düşünürdüm. -Tümüyle haksız mıyım Sadık? Biz, daha çok birbirimizin yanında anlam kazanmıyor muyuz? Hepimiz birey kimliğimize durmadan vurgu yapıyoruz. Kararlarımızın tamamen kendi tercihlerimizin sonucu olduğu iddiasındayız. Bizden farklı konumda olanları cahil ve bağnaz diye eleştiriyoruz. Hepimiz aydın olma iddiasındayız. Oysa aydının, entelektüelin görevi inanmak değil ki! Onun asıl işi ezberlerden ve inançlardan kuşkulanmak… Bizim görevimiz iman tazelemekten çok, imana dönüşmüş düşünceleri bozmak olmalı. Ben her geçen gün biraz daha imanımın azaldığını, inancımın yittiğini seziyorum. Baktığım her tarafın arka yüzünü merak ediyorum. Bu inançsızlığın beni yok edeceğini, bunun benim sonum olacağını bile bile yürüyorum. -Niçin kendini bu kadar tek başına hissediyorsun ki abi? Bak hâlâ çevrende, çevremizde yığınla insan var. -Kuşkum tam da burada Sadık! Bilmem farkında mısın bizimkilerin arasında da derdini birbirine açan kişi pek kalmadı. Kimse yarasını diğerine göstermiyor. Göstermeye korkuyor belki de. Hemen hepsi en ufak sıkıntısında mağazalara koşuyor. Bunun bir hastalığa dönüştüğünü ve böyle yaparak hastalıklarını azdırdıklarının farkında bile değiller. Kronikleşmiş ağrılarını her seferinde daha çok tüketim ve israf ile sakinleştiriyorlar. Oysa iyileşmenin tek yolu ihtiyaçları azaltmak... Her şeyden önce de ihtiyaç fikrini azaltmak. Elbette iyileşmek için eşyalara değil, insana

140


sarılmak. Oysa hemen hepimiz artık karşımızdakinde kendimizi görmek, karşımızdakini severken onda kendimizi sevmek istiyoruz. Meğer baştan beri çok azmışız aslında. Baştan beri çok yalnız... Belki dönünce şu projelerimizi ve ilişkilerimizi yeniden değerlendirmeliyiz. -Ne diyorsun abi? Bu kadar yol aldık. İmtihanda geçer not aldık. Bütün zor aşamaları öyle ya da böyle geçtik. Şu binanın gerçek olmama fikri seni çok etkiledi. Bu kadar önemseme binaları. Sonuçta kum, çimento ve demir buldun mu yıkar yenisini yaparsın. Hem de daha yeni teknikler ve daha iyi malzemeyle... Meleklerin, azizlerin ya da sahabelerin kutsadığı tanrı mabedi değil ya şu kahrolası bina? Üstelik diyelim ki, dediklerinin tümü doğru. Diyelim ki aslında kimsemiz yok, yalnızız. Biz doğrunun zaman ve mekânla ilgisini senden ve üstattan öğrenmiştik abi. Sırrın ehil olmayana verilemeyeceğini... Bu işe senin, benim gibi yeterince güçlü sarılmadıkları için tüm hareketi hiçleştirmek doğru olur mu şimdi? -Hiçleştirmiyorum, bendeki değerlerini dile getirmeye çalışıyorum sadece. Yanılmışız Sadık. Azından ben yanılmışım. İnsanız ve hatalarımız var. İyi ki de var. Biz sadece kabul gören doğrularımızda ısrarcı olmamalıyız. Kabul görmeyen fikirlerimizi de aynı dirençle ve aynı samimiyetle savunmamız gerekli ki, hatalarımızın görünür olmasına izin vermeliyiz. Hatayı bulmak, doğruyu bulmaktan daha önemli belki... Gerçeğe, doğruya uzanan kestirme ya da direkt bir yol bulunmayabilir. Ancak yanlıştan doğruya giden bir yol mutlaka olmalı. Yanlıştan doğruya giden yolu bulmak, ilk anda doğru yolu bulmaktan daha önemli... Başka türlü aradığımız gerçeğe ulaşma şansımız yok gibi... -İçerideyken ya da önceki yıllarda kendini bu kadar tek başına hissetmezdin. Ne oldu sana abi?

141


-Bak içerideyken yaşanan bir başınalığı anlatayım sana. Hapishanede o kadar yalnızsın ki, biri karşına çıksa ve seni dövse sırf biriyle öyle ya da böyle temas sağladığın için şikâyet etmek yerine sevineceksin. Öylesine mutsuzsun ki, sana yapılan kötülükleri hatırlayıp mutlu oluyorsun. Çünkü öyle ya da böyle, kötülük bile yapıyor olsa, karşında bir insan var. Stadyumda, trafikte, sokakta birbirine küfredenleri özlüyorsun. Sonuçta küfür de bir insan sözü, insan sesi... Küfürlerdeki estetiği yakalamaya başlıyorsun. Öylece bekliyorsun; zamanı bitirmek pahasına... Ne kadar olduğunu ve daha ne kadar süreceğini bilmeden bir başınasın. Bir süre sonra çıldırmaya başlıyorsun. Az ya da çok çıldırıyorsun. O hücreden herkes mutlaka delirerek çıkıyor. Hücreden çıkanlardaki tek farklılık da bu zaten, çıldırma oranları... Tutsaksın, tecrit edilmişsin, esaret altındasın. İşkence, bir de bu biçimde devam ediyor. Koğuşta, havalandırmada, ranzada, volta atarken maltada, sabah ve akşam içtima esnasında tek sıra dizildiğin avluda... devletin bütün marşlarını; sivil ya da askeri fark etmiyor, önemli söylevlerini ezberliyorsun. Yetmiyor; kurucu önderin hayatını kendi hayat hikâyenden iyi bilmek zorundasın. Koğuşta uyulması gereken kuralları, tuvalette uyulması gereken kuralları, havalandırmada uyulması gereken kuralları, yemek yerken uyulması gereken kuralları, su içerken uyulması gereken kuralları; hatta hatta, uyurken uyulması gereken kuralları ezberliyorsun. Otorite seni öylesine ele geçirmiş, öylesine korkutmuş ki, ilk zamanlar direnmek ya da ölerek bile olsa kurtulmak aklına gelmiyor. Tanrı için zamandan ve mekândan münezzeh olduğu söylenir ya, aynen öyle... Her an tanrıyı arıyorsun. Sonra biraz zaman geçiyor ve batırdıkları sudan küçük bir soluk alacak kadar çıkarıyorsun başını. Bazen okuman için kitap veriliyor. Okuma izninin

142


olduğu kitap sayısı da topu topu iki, üç zaten. Aynı kitabı okumaktan, bir süre sonra hangi sayfada ne yazdığını ezberliyorsun. Tek bir harf bile aklından çıkmıyor. Kitaplardaki sadece yazılanları değil, yazım hatalarını bile unutmuyorsun. Mesela mecliste yapılan konuşmaları içeren ZABITLAR adlı kitabın seksen dördüncü sayfasında "Pek Muhterem Mebuslar," diye başlayan konuşmanın beş satır sonrasında aynı seslenme "muhterem" yerine yanlışlıkla "muhteşem" olarak yazılmıştı ve canım sıkkın olduğunda o bölümü açıp yeniden yeniden okurdum: Pek Muhteşem Mebuslar... Her seferinde inanılmaz mutlu olurdum. Kendilerini iyileştirici, bizi hasta olarak tanımlayan bu adamların mükemmel olmadıklarını kendime her seferinde yeniden kanıtlardım. Bizleri hizaya sokup bıkmadan usanmadan tekrarladıkları "Buradan iyileşmiş olarak çıkacaksınız." sözlerine kendimce karşılık vermiş olurdum. Hasta, sakat ya da kötü olmadığımızı kanıtlamış olurdum. Onları yenmiş olurdum kendimce. Ancak bak kaç zamandır dışarıdayım, kaç zamandır sözüm ona bana hükmedemiyorlar; yine de beynimin içinde kendimden çok onlar dolanıyor. Anlayacağın, onların ölçütlerine göre şu anda senin karşında iyileşmiş biri oturuyor Sadıkçığım. Fark ettin mi bilmem kimi isimleri, kimi tarihleri, kimi bilgileri unutabiliyorum ancak benden şu anda hangi marşı okumam istenirse istensin anında teklemeden okuyabilirim. Mesela kütüphanelere girmesi yasak olan kitaplar ve gazeteler listesini bir solukta eksiksiz sayabilirim. -Geçti abi, artık seni kontrol eden de sana emir veren de yok. -Hiç sanmıyorum Sadıkçığım. Dışarıda olduğumdan da emin değilim artık. Biri çıkıp "Hepiniz içeridesiniz!" diye bağırsa, hiç şaşırmayacağım. Hapishanenin duvarlarını biraz ileri taşımışlar sadece.

143


Hapiste o kadar çok emir almaya alışıyorsun ki, bir zaman sonra kendi başına yapman gereken işleri yapıp yapmamak hususunda tereddüt geçiriyorsun. Bizim davadan değil ancak benzer suçlamalarla tutuklu biri vardı. Uzun zaman uyku sorunu yaşadı. İlaç aldı, kâr etmedi. Ihlamur içti, bana mısın demedi. Sonunda çözümünü yine kendisi buldu. "Işıklar sönecek!" komutuyla ışıklar kapanıyor, "Yatağa gir!" komutu verilince de yatağa giriyormuş ancak "Uyunacak!" denmediği için uyuyamıyormuş. Bunu fark edince de kafasında çift yıldızlı bir komutan yaratmış. Son iki emri ona verdirip rahatça uyumaya başlamış. İlk emir: "Gözler kapatılacak, kapat!" Ve elbette ardından da son emir: "Uyunacak, uyu!" * Bu iki arkadaş, adada kaldıkları bir hafta boyunca hiç aksatmadan öğleden sonra hemen hemen aynı saatlerde, aynı meydana, aynı kafeteryaya gelip aynı masaya oturdular. Benzer konuşmaları bıkmadan usanmadan yaptılar. Üstelik tembel işletmecinin sıralamasını bile değiştirmediği kasetlerden aynı şarkıları aynı kulaklarla dinlediler. Adadaki son günlerinde, Yalan Söyledin Anacığım Hellas şarkısında; her ikisi de, tek kelime Yunanca bilmemelerine rağmen, şarkıdaki hüzne eşlik eder hale gelmişlerdi. Meydanı çevreleyen işletmelerde çalışanların huylarını sularını öğrendiler. Mesela sağ taraftaki Dişi Tavşan Tavernasının sahibinin oğlu, önüne çıkan herkesle az çok lafladıktan sonra babasının yanına gidiyordu. Hediyelik eşya dükkânındaki kızın müşterilerine satmaya çalıştığı ilk eşya, şair Sappho'nun portresi oluyordu nedense. Ekmek ve tuzlu hamur ürünleri satan fırında çalışan delikanlı her fırsatta şiirden çok şaire hayran bu kızı süzüyordu. Ne var ki kızın, bir kere bile ne ona ne de başka bir oğlana yüzünü çevirdiğini

144


görmüşlerdi. Kız, dükkâna yaklaşan kadınlara kendinden olanı sevme şehvetiyle ve tüm vücuduyla gülümsüyordu. Güvercinlerin ne kadar yiyip serçelerin ne kadar içtiğini ezberlediler. Adadaki martıların şehirdekilere kıyasla daha pes sesli olduğunu fark ettiler. Köpeklerin kıvrılıp yattığı köşeleri ezberleyip kedilerin kadın turistlere daha çok sürtündüklerine tanık oldular. Ve kapısına bir kere bile yanaşmadıkları Enternasyonal Yansıtmacılar Hareketi'nin binasına sık sık kaçamak bakışlarla baktılar. Ancak bir kere bile gidip o kapıyı açmayı denemediler. Ya Berlinli arkadaşlarının söylediği gibi bina bir reklam panosundan ibaretse... Ya dedikleri gibi Yansıtmacılar Hareketi’nin arkası boş veya şehre sığmayan ne varsa hepsi oraya istiflenmişse... Aynı işi, aynı saatte ve aynı biçimde yaptıkları için birbirlerine "Ada Memuru" yakıştırması yaptılar. Sadece sondan bir önceki gün biraz geciktiler. Sadık uyandığında Mazlum'un odada olmadığını görmüş ve lavaboda olabilir diye bir süre beklemişti. Bekleyiş normalden fazla olunca iki adım ötedeki banyo kapısını tıklatıp içerinin boş olduğunu görünce de aşağıya inmiş ve pansiyon sahibesinin sunduğu çeşit çeşit otlarla yapılmış böreklerden tattıktan sonra arkadaşını sormuştu. Kadından arkadaşının epeyi bir zaman önce dışarı çıktığını öğrenince çevreyi kolaçan etme amacıyla pansiyondan ayrılmış ancak çok da vakit geçmeden, daha ilk sokak başında Mazlum ile karşı karşıya gelmişti. Biraz dolaştığını ve bir iki yere hediye birkaç küçük parça eşya aldığını söyleyen Mazlum Erdem, adaya geldikleri günün ertesinde arka sokaklarda dolaşırken gördükleri iki yüzyıl öncesine ait kimsesiz caminin bahçesinde namaz kılıp dua ettiğini nedense Sadık'tan saklamıştı. Gerçekten öyle mi oldu, bilinmez; Mazlum Erdem camiden çıkarken kendini biraz daha iyi hissetti. Sadık'ın

145


"Nerelerdeydin abi?" sorusunu gülümseyerek "Daha çok çocukluk, ilk gençlik günlerinde görüştüğümüz ancak uzun zamandır ihmal ettiğim bir dostun yanından..." diye yanıtlaması bundan olabilirdi. Yüzme bilmemesine rağmen koltuğunun altındaki plaj hasırını açıklamak için cümle kurması ise o kadar kolay olmayacaktı. Bilmez miyiz, tartışmayı bitirmenin en kestirme ve en kolay yolu ertelemektir. Mazlum da öyle yaptı. Yolda konuşuruz, cümlesi en iyi geçiştirme cümlelerinden biri olacaktı. O da buna benzer bir cümle kurdu. Mazlum ile Sadık, adadaki son gecelerini her gün oturdukları mekânın hemen sağ tarafındaki tavernada geçirmek istediler. Bir önceki gece kandili sabaha karşı söndürenlerin henüz ayılma uğraşıyla limonlu soda, sade kahve, bol su içtikleri ikindi vakti; bu iki arkadaş çiroz, ahtapot, kalamar gibi deniz ürünlerinden oluşan üç beş meze ile orta halli irilikte bir karafaki dolusu uzoyu masalarına getirtmişlerdi bile. Sadık, ilerleyen vakitlerde yeni bir şeyler sipariş etmek üzere arızalı İngilizcesini ortaya çıkardığında her gün görmeye alıştıkları mekân sahibinin oğlu Türkçe bildiğini söyleyip yanlarına yanaştı. Genç adam Türkçe ve Yunancanın dışında İtalyanca, İngilizce, Almanca ve Fransızca da bilmektedir. Anadolu’da yaşamakta olan Rumlar üzerine bir proje kapsamında iki yıl kadar önce Aydın-Nazilli taraflarına gelmiş ve kimi saha araştırmalarına katılmıştır. Genç adamın samimi kişiliği ile damarlarda dolaşan alkol ve de adalılara özgü rahatlık, sohbeti kısa sürede ilerletti. Sadık, duvarda ve tabelada yer alan tavşan figürünü merak edip sordu. Genç adam, konuşmayı şehvetle seven tipik Akdenizliler gibi sorulan kadar sorulmayanı, merak edilen kadar edilmeyeni, ilgi çeken kadar çekmeyeni, uluorta konuşulacaklar kadar saklı kalması gerekenleri de faş etti.

146


Ailesinin bu adadaki ilk temsilcisi olan dedesi, daha ilk gençlik yıllarında,1923 mübadelesiyle Çandarlı'ya yakın köylerden birinden gelmiştir ve ömrünün sonuna kadar da hem ayrıldığı yerin hem geldiği yerin devletlilerine küfrü bir gün olsun dilinden düşürmemiştir. Konuşmanın bir yerinde Mazlum ile Sadık'a barın yanındaki çekmeceden aldığı dedesinin siyah beyaz bir fotoğrafını getirir. Adamın kucağında bir tavşan oturmuş havuç yemektedir. -Bizim dede biraz, belki birazdan da fazla hayalciydi. Ne birazdan fazlası yahu; ıslah olmaz, müzmin, tam bir hayalci bile denebilir. Sizin oralardan geldikten sonra burada kendisine verilen barakaya yerleşmiş ve ana karadan, Yunanistan'dan gönderilen yardımlarla idare etmiş. Devlet adadakilerden vatandaşlıktan çok bekçilik bekliyor zaten. Ufak tefek yardımlar bugün bile sürüyor. Nüfus olmayınca vatan olmuyor ya... Devletler de toprak bulunca nüfus arayışına başlıyorlar, biz insanlar başka türlü akıllarına pek gelmiyoruz. Bizim dede de daha çok gelen yardımlarla yaşamış, hemen hemen hiç iş yapmamış. Hükümetin başlangıçta verdiğinin dışında bir santimlik toprak parçası bile mülk edinmemiş. Edinmek için de kılını kıpırdatmamış. Sadece dağlarda, kırlarda yürümüş ve hayvanlarla dost olmuş. Bir de dinleyici bulunca kafasındaki hayalleri söze döküp durmuş. Küçük kentlerde mahallenin delisi denen tipler vardır ya, bizim dede onlardan biriydi işte. Adanın delisi… Çalışmadığı için kendisini eleştirenlere hep aynı sözleri söylerdi: "Sonra da yapabileceğin işleri asla şimdi yapmaya uğraşmayın. Yarın önemsiz olacak bir işin peşinde bugün koşacak kadar aptal olmayın." Herkes onunla dalga geçip anlattıkları da masalları kikirdeyerek dinlerdi. Söylediklerine ne inanan ne gücenen ne de güvenen olurdu. Az daha evliliği bile erteleyecekmiş de, bizim büyük anne

147


açıkgöz. Bakmış bakanı, soranı, isteyeni yok. Bu gidişle de baba evindekinden başka yatak görmeden tohuma kaçacak. Adadaki genç erkek sayısı da belli... Sağdan saysan on bir, soldan saysan on iki… Bizim dede yarışta ancak on ikinci olabiliyor. Bir gece ortalıktan el ayak çekilince bizim deli dedeyi eve alıyor ve birbirlerinin gönüllerini hoş tutuyorlar. Sonra da dırdırıyla evliliğe ikna ediyor fukarayı. İlk günden şu hususta anlaşıyorlar ancak: Dedemin bedeni gündüz kendine, geceleri ise nineme ait... Çok güçlü fırtına ya da deli yağmur olmadıkça evden sabahın köründe çıkıp ancak gurup vakti dönüyor eve. Yaşlılıklarını görmeliydiniz her ikisinin de. Bir didişmeleri, bir atışmaları vardı; dillere destan. Benim diyen sahne sanatçıları öyle rol yapamaz. Ancak bütün o ateşli atışmalar; birdenbire, ya bir gülüşme ya da işveli bir bakışlarla bitiverirdi. Bizim dede kışın uzun gecelerinde beni ve tüm torunlarını dizinin dibine toplar uydurduğu hikâyelerden anlatırdı bizlere. Kendini, neden bilinmez, bu adaya ait hissetmedi bir türlü. Doğduğu köyün dar sokaklarını, tek katlı yığma binalarını, asma dallarını ve koruk şerbetini; en çok da seslerini anlatırdı. Hayvanların, erkeklerin, kadın ve kızların ve de çocukluk arkadaşlarının seslerini... Oysa onu karşıdan gönderen yetkililer kadar buradakileri karşıya gönderen yetkililer de, tüm bu insanların nereye ait olduklarına çoktan karar vermişlerdi. Kimse onlara "Nerede kalmak istersiniz; gideceğiniz yerin dilini, âdetlerini, insanlarını biliyor musunuz?" diye tek bir soru bile sormamış. Buradan sürgün ettikleri ahaliyi de kâğıt üstünde anında sizin oralı yapmışlar. Belki de bundandır, bizim dede kendini asla adanın yerlisi olarak tanımlamadı. Sanırım kendisinin de, tıpkı besleyip yoldaşlık ettiği tavşanlar gibi, normal üreme biçimiyle değil de; laboratuvarda, bilim insanları tarafından üretilmiş olduğuna inanmıştı.

148


-Bu nedenle mi Dişi Tavşan koydunuz mekânın adını? -Öyle sayılır. Babam bu tavernayı açmaya karar verdiğinde bana ve tüm akrabalara babasını hatırlatacak, gittiği yerden burayı görüyorsa acısını azaltacak bir isim koyma önerisi getirmişti. İşte o günlerde ortaya çıktı bu isim. İşletmemizin adını Dişi Tavşan Tavernası koyduk ve logomuzu da 62'den yapılmış tavşan olarak belirledik. İki arkadaş daha güzel günlere, sağlığa, mutluluğa ve hatıralarda kalanlara kadeh kaldırdıktan hemen sonra tavşanın laboratuvarla ilgisini anlamadıklarını yarım ağızla da olsa itiraf ettiler. Soruların kimini merakları, kimini dilleri, kimini de kana karışmış uzo sordu. Çekirdekten ve dededen hayalci genç adam hiçbir soru sorulmasa da anlatacaktı ya, böylesi daha güzeldi elbet. Merak hikâyenin ateşidir, demişler. Kimse dememişse de birinin demesi gerekirdi bunca zaman. -Bizim dedenin hayal gücü... Gerçek olması mümkün değil elbette... Bizimki, oradan buradan duyduklarını kendine göre biçimlendirip anlatırdı. Ona bakarsanız yerin altına saklanmış ağaçları, otları, çiçekleri melekler iterken gökteki tanrılar da tüm bu bitkileri yukarı çekiyor. Yerin altındaki melekler ve gökte oturan tanrılar olmasa yeryüzünde yeşillik adına tek ot-çöp olmazmış. Kimsenin çıplak gözle göremediği demir ustaları gece gündüz çalışmasa yeryüzü bir anda sular altında kalırmış. Meğer dağların içinde, suların taşmaması için nehirlerin geçtiği yerleri düzeltip dağların kenarlarını çukurlaştıran hayalet demirciler yaşarmış. Bunların sihirli aletlere sahip olduklarını duymak kimse için şaşırtıcı olmaz, değil mi? Tavşan olayı da şöyle: Zamanında, bir grup araştırmacı bizim buraya adanın bitki ve hayvan popülasyonunu kayıt altına almak ve kimi deneyler yapmak amacıyla gelmiş ve adanın arka taraflarında kimsenin

149


yaşamadığı bölgelere küçük bir laboratuvar kurmuş. Şu kimi fen bilimcilerin dünyanın ve insanın gizemlerini bulacağız saplantıları uğruna pozitivizmi din haline getirdikleri sapkınlıklar vardır ya... Biraz öyle bir şey... Başlarında "Üstat" kabul ettikleri şefleri... Adamın tüm dünyası bilim ve araştırma... Ne eğlencesi var ne eğlenceye niyeti... Üstadın akşam uzandığı yatağa, dudaklarında gonca gül açmış iki bakire ile iki deney hayvanı koy; adam, tenleri misk ü amber kokan dilberlere yanaşmak bir yana gözünü onların tarafına çevirmiyor bile. Kokarca gibi kokup şimendifer gibi gaz çıkaran deney hayvanları ile meşgul oluyor tüm gece. Şefleri böyle de ekibin diğer üyeleri farklı mı? Ne gezer? Ne eğlence ne içki ne bizimkilerle sohbet... Araştırmacılar ada kültürüyle uyum sağlayamadıkları için de bizimkilerden biraz uzak durmuşlar. İçlerinden biri ara sıra gelip esnaftan yiyecek içecek alıyor. Birçok ihtiyaçları, haftada bir deniz kuvvetlerine ait bir tekneyle ayaklarına geliyor zaten. Bunlar çalışmayı ibadet kabul edenlerden... Zamanları boşa gitmesin diye cinselliği bile, üreme faaliyetlerinin dışında, gereksiz görüyorlar. Oysa biz adalılarda en bol bulunan şey, zaman... Zamanı bitirmek içinse konuşmanın dışında pek de seçenek yok. Bu adamlar hakkında herkes kendine göre bir şeyler uydurup onlara bir şeyler yakıştırıyor. Bizim dede de bunların yaptığı araştırmaların bir kısmını ahaliden duymuş, büyük kısmını da kendi kafasından uydurmuş. -Laboratuvarda yaptıkları iş ne? Fare, maymun, tavşanlara uygulanan bildik işkenceler mi yoksa? -Öyle olduğunu sanıyoruz ancak bu hususta çok da kesin bilgimiz yok. Tesislere bizden kimseyi almıyorlar. Aslı nedir bilmiyoruz ancak dedemin anlattığı hikâyede bu sefer hayvanlar öçlerini alıyorlar. -Nasıl?

150


-Başlangıcı bildik hikâye... Hastalığın birine çözüm bulma bahanesi ile biri dişi, diğeri erkek olmak üzere iki tavşan laboratuvarda incelemeye alınır. Her türlü davranışları gözlenmektedir. Zekâları, korkuları, güdüleri, alışkanlıkları, hücre yapıları falan da filan... Dişiyi bir cam kutuya koyup kutunun anahtarını ise başka bir yerde cam bir kâsenin içine saklarlar. Erkek, dişinin yanına gidebilmek için çanağın içindeki kilit işlevi gören çubuğu alıp kutudaki deliğe sokması gerekmektedir. Birkaç güdüleme çalışmasından sonra erkek tavşan seks yapabilmek için çubuğun önemini anlar ve bu işe ihtiyaç duyduğunda da ilkin çubuğu çıkarıp anahtar bölümüne sokar. Bir başka deneyde ise hayvanlara dişleriyle kıramayacakları sertlikte kabuklu yiyecekler verirler. Hayvanların bunları yiyebilmeleri için önce yiyecekleri yüksekçe bir yerden atarak kırmaları gerekmektedir. Denekler bunda da başarılı olurlar. İşi ilerletirler: Kimi hayvanların tüylerinden ve derilerinden kürk yapılan tesisler vardır, bilirsiniz. Deneklere kendi cinslerinden olanların kafalarının nasıl kesildiğini, derilerinin nasıl yüzüldüğünü ve temizlenip nasıl son derece pahalı kürk haline dönüştürüldüklerini anlatan filmler seyrettirirler. Sonra da benzer kürk giyinmiş bir görevli hayvanları kucağına alıp sever. Amaç, böyle bir durumda hayvanların vereceği tepkilerin kayıt altına alınması... Böyle böyle bin türlü deney ve gözlem... Araştırma ekibinin başındaki üstadın bilim kariyeri inanılmaz başarılarla dolu... Adam, bilim tarihine adını geçirmeye daha ilk gençlik yıllarında karar vermiş biri. Hani çocuğunun doğumuna gitmektense bir buluş daha yapabilirim diye kendini mikroskoplar dünyasına hapseden aklı evvellerden... Yaşamın gizini bulmak uğruna yaşamı ıskalayanlardan... Adamcağız, zaman içinde çok hızlı üreyen bu hayvanların üreme konularına kafayı takar. Laboratuvar

151


ortamında doğmuş yavruların tümünü dışarı atıp sadece ilk gelen dişi ve erkek tavşanı laboratuvarda tutar. Amacı normal dölleme dışında, sınırlarını kendisinin belirleyeceği bir dölleme, gebelik ve doğum sürecini gerçekleştirmek ve bunu bilim dünyasına tanıtmaktır. Bu iki tavşanın doğal döllenmelerine izin vermez. Anahtara giren çubuğu kırıp atmakla başlar işe. Suni döllemeyle, tüp bebek yöntemine benzer bir biçimde, yapay olarak bir yavru yaratmanın yollarını arar. Erkek tavşandan aldığı spermi mikroskop camına yerleştirir. En sağlıklı spermi seçmektir niyeti. Ne var ki bir süre sonra niyet değişir. Camın üstündeki hangi dölü, hücreyi, kromozomu seçeceğine karar veremez. Onlarca seçenek arasından hangisini var edeceğini düşünmeye başlar. Birini seçmek aynı zamanda diğerlerinin ölümü anlamına gelecektir. Bir trajik açmaz, bir büyük tereddüt... Kendini işe ne kadar kaptırdığını fark etmez bile. Ancak bir süre sonra yaratmaya çalıştığı varlığın aslında kendisinin bir parçası olacağını anlamıştır. Tanrı da olsa, kendini yaratmak için ancak bu kadar özenirmiş, derler. Sonunda kendi spermlerinden ve kanından da belli bir miktarı dişi tavşanın bedenine şırınga eder. Doğacak yavrunun görünüşü adamda ciddi bir takıntıya dönüşür. Sürekli cevapsız sorular dolaşmaktadır kafasında: Yavruyu süt beyaz mı kırçıllı mı yoksa benekli mi yapsam? Kulaklarının boyutu nasıl olsun? Bir grafikerden yardım almayı bile düşünür. Kuyruğunu ne kadar büyük yapsam? Top mu yoksa küt mü olsun? Göz rengi ne olsa daha hoş olur? Değişiklik olsun diye pembe ya da mor yapsam garipsenir mi acaba? Ayak parmaklarından birini eksik yapıp adını da Eksik Parmak mı koysam? Tırnakları çıksın mı çıkmasın mı? En önemlisi dişi mi erkek mi olsun? En iyisi sabahtan öğleye kadar dişi, öğleden akşama kadar da eril özellikler taşısın. Gözlerin arasındaki

152


boşluk, burun ile yüz orantısı, kulakların sarkma biçimi... Sonunda hayvanın derisi için grafik dergilerinde gördüğü pötikare bir deseni seçer ve karelerin arasına da tüm kaligrafi hünerini kullanarak kendi adının yanına hayvanın da adını yazar: ELLEZ... Dikkatli bir göz tersinden yazılmış ismi, ayna tutmak suretiyle rahatlıkla okuyabilecektir. "Tanrı dünyayı altı günde yaratmış, yedinci gün dinlenmiştir." der kimi inançlar. Buna göre, bu bilim adamı kalan ömrünü tatil yaparak geçirse hakkıdır. Kendi bencilliği ve kendine tapınmasından dolayı yavru tavşan dış görünüş olarak mükemmel fakat ruhen hastadır. Doğan yavru, son derece saldırgan ve sadisttir. Ayrıca insan ile tavşan bedeni arasındaki uyumsuzluklar nedeniyle yavru tavşanın hemen hemen tüm iç organları sorunludur. Beden küçük fakat iç organlar bedene sığmayacak kadar iri olmuştur. Akciğer ile karaciğer birbiriyle yer kavgasına girmiş, kalp midenin içinde kendine yer bulmuş, böbreğin biri ayak bileklerine kadar sarkmaktadır. Bütün bunlara rağmen zaman içinde bizim bilim adamımız ile yavru tavşan arasında tuhaf bir bağ oluşur. Daha doğrusu bilim insanı yavruya inanılmaz düşkün olur. Kör âşıklar gibi bağlanmıştır yavruya. Ne derler bilirsiniz: Kirpi, yavrusunu "Pamuğum..." diyerek severmiş. Aynı odada kalmaya başlarlar. Akşamları iş çıkışı birlikte dışarı çıkarlar. Adam bir fincan kahve içerken tavşana havuç suyu ikram edilmektedir. Gecenin sonunda da adam önde, tavşan hoplaya zıplaya arkada lojmanın yolunu tutmaktadırlar. Adamın yavruya düşkünlüğü o derece artar ki, aynı yemek masasına oturabilmek için vejetaryenliği tercih eder. Bir süre sonra da aynı yatakta uyumaya başlarlar. Sabah adamın mesaiye başlaması ile yavru tavşanın kendisine ayrılan bölüme girmesi aynı anda olur. İlk zamanlar bu görüntüyü hayret ve şaşkınlıkla karşılayanlar bir süre sonra bu farklı

153


ikiliye alışır. Hatta bir süre sonra üstadın çağrıldığı toplantıya adamın adının hemen yanına yavru tavşanın adı bile yazılır. Böylece geçer günler. Önceki yavru ve anne-baba tavşanlar ortalıkta sürünüp derileri kapanın elinde, etleri pişirenin sofrasında kalırken bilim adamının kanından olan tavşanın bir elinde havuç bir elinde ayna, umurunda mı dünya? Tavşan rahatına düşkün... Gamsız, anlayışsız, elinden iş gelmez; hepsinden de önemlisi, gevrek gevrek yaşayıp yapması gereken işleri hep sonraya erteleme huyuna sahip... Bilim adamı ise zıttı... Telaşlı, hırslı, gergin, akıllı, ehil... Tasarım aşamasında bir yerde bir yanlışlık yapılmıştır ancak ne çare, olan olmuştur; olan ile ölene çare yok. Üstat yine de pes etmez; hatasını düzeltmek ve tavşanı elden geldiğince kendinde benzetmek için yapmadığı numara, denemediği yöntem kalmaz. Hemen her gün tavşandan aldığı bir enjektör dolusu kanı kendine, kendinden çektiği kanı da tavşana şırınga etmektedir. Bir süre sonra her ikisinin huyları suları neredeyse birbirinin aynı olur. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş, diye bir söz vardır ya; aynen öyle... Mazlum bir ara adamın sözünü kesip aslında tencere ile tava benzerliğinin, ilişkilerin başlangıcına ait olmayıp birlikte yaşamadan kaynaklı olduğunu söylemeye niyetlendi. Üstüne sinen "Nasılsa hayatta hiçbir şeyi değiştiremeyeceksin, bu yüzden rahat ol!" sükûneti onu bu isteğinden vaz geçirdi. Hafta boyunca misafir bir coğrafyada bulunmanın çekingenliği, deniz havasının dinginliği, biraz da içkiyi abartmış olmanın etkisiyle anlatılanlarda aklının almadığı ve karşı çıkacağı bölümler olsa da fikrini kendinde sakladı. -Tavşan, bir süre sonra adamın bakışlarının aynısına sahip olur. Hatta onun gibi kısa ve hızlı adımlarla yürüyüp onun gibi

154


soluklanır. Çok kısa zaman sonra da adamın asistanı gibi kimi işlere koşturmaya başlar. Sanırsınız adamın hırsı, aç gözlülüğü, elde etme isteği daha da güçlenerek tavşana sirayet etmiş. Kısa zaman sonra da bu kan alma işini herkes kendi damarından yapmaya başlar. Tavşan kendinden çektiği kanı adamın çalışma bölümündeki boş beherin içine bırakır, adam da kendi damarlarından çektiği kanı tavşanın kafesindeki bu iş için ayırdıkları kısma bırakır. Çalışma arası verildiğinde ya da kan ihtiyacı hissettiklerinde ise her biri diğerinin kanını kendine şırınga ederek bedenlerindeki eksikleri tamamlarlar. Ne olursa olur; bir gün, bilim adamı kendisine tavşanın kanını şırınga ettikten sonra kuduz köpekler gibi yere yığılıp çırpınmaya başlar. Ağzından köpükler çıkar. Kollar, bacaklar; ardından da tüm beden kasılıp kalır. İlk anda epilepsi nöbeti sanılır. Nabız alınamayınca kalp masajı yaparlar ancak tüm çabalar beyhude... Üstat, üzerinde son nefesini verdiği sedye ile gemiye, oradan da otopsi yapılmak üzere Atina'daki adli tıbba götürülür. Adamın kanında sokak hayvanlarını zehirlemede kullanılan striknin maddesine rastlanır. Kargabüken ağacının tohumlarından elde edilen bu madde meğer laboratuvarın bir köşesinde hep bulundurulurmuş. Anlarsınız işte; deneylerde kullanılan hayvanların gereğinden çok çoğalması durumunda onları telef etmek üzere... Daha önce tavşan yavrularının kimilerinin hallinde de kullanıldığı söylenir. Ancak kilitli dolapta, ağzı mühürlü kapalı şişenin içinde saklanan zehrin adamın kanına nasıl ulaştığı bir türlü anlaşılamamış. Soruşturmaya Atina'dan gelen polis ve savcılar el koymuş. Personel, çocuklar dâhil tüm ada halkı, yiyecek içecek getirip götürenler sorgulanmış. Adamla arasında husumet olanlar araştırılmış, yok. Yanlışlıkla kullanma ihtimali üzerinde tartışmalar yürütülmüş

155


ancak kilitli dolap açılacak, söz konusu ilaç onlarca ilaç arasından aranıp bulunacak; yetmeyecek, bir de ağzı sıkı sıkıya kapalı ve üzerinde uyarı etiketi bulunan şişedeki zehir şırıngaya çekilecek... Hadi bunlar oldu diyelim, nasıl olur da adamın damarlarına zerk edilecek? Bu ve benzeri sorulara kimse yanıt veremez. Üstadın geleceğe dair yığınla projesi olmasa “Bunaldı, intihar etti.” denecek oysa üstat, asla bunu yapacak biri değil. Üstelik intihar edecek adam son anlarında dahi önündeki iş ile mi cebelleşir? Adamın boşandığı karısı sorgulanmış, yok. Kadın, çoktan kendine sevişmekten başka düşüncesi olmayan bir delikanlı bulup eve kapatmış; dönüp de kadınlardan çok deney tüplerine ilgi duyan eski kocaya mı bakacak? Bizim dedeye göre, bütün bunları yavru tavşandan başkası yapmamıştır. Dedemin masallarına bakarsanız bu tavşan aslında tavşan değil de tavşan kılığına girmiş soylu bir kahramandır. Yenilmez bir cengâver... Ateşten gemiler yapıp buluttan ülkeler fetheden tanrısal bir yiğit. Ona göre yavru tavşan, kendini ve ailesini doğal hayatlarından koparıp kendisi gibi yaşamaya mecbur eden bu adamdan öcünü almak için şırıngaya zehri doldurmuş. Bir süre sonra laboratuvar kapanmış, araştırmalar iptal edilmiş, araştırmaların ilk aşamaları hakkında yayınlanmış çok az sayıdaki yazı ise kütüphanelerin akademik hakemli dergiler bölümüne hapsolmuş. -Bütün bunlar bu adada mı geçmiş yani? -Yok canım nerede? O yıllarda, burada bırakın bu boyutta araştırmalar yapacak büyüklükte bir merkez olması, doğru dürüst bir hastane bile yokmuş. Sözü edilen o ilk araştırmaya gelenler de bir süre sonra üniversitelerine dönmüşler zaten. Üstelik kayıtlarda ne savcılık soruşturması ne polis araştırması ne de böyle bir vaka var. -Peki dedenizin kucağındaki tavşan nereden gelmiş?

156


-Nereden olacak, bu adada dağ taş tavşan dolu. İhtimal o ki, bir kaya dibinde ya da bir oyukta bulduğu bir yavruydu. Zaman içinde tavşan dedeme o kadar alışmıştı ki, eğitimli köpek gibi onsuz tek adım dahi atmazdı. Üstelik de son demlerinde dedemden bile daha tembel olmuştu. Dedemin temel düsturu olan "Ölmek dâhil, sonra yapabileceğin hiçbir işi şimdi yapma."yı haklı çıkartırcasına ortalama tavşan ömrünün neredeyse iki katı yaşadı. Genç adam yan masaya gelen müşterilerin siparişlerini almak için yanlarından ayrılırken Sadık'ın Mazlum'a söylediği cümle, iki arkadaşın sonraki kadehi kurtarıcı tavşanların hatırasına içmelerine sebep oldu: -Keşke bizim hareketten biri de zamanında kendini feda edip bizi içine tıkıldığımız laboratuvar ve bizim üstattan kurtarsaydı. Mekândan özel üretilmiş ve üzerinde dede ile tavşanın resminin olduğu armağan bir şişe kırmızı şarapla kalkan bu iki arkadaş biraz yürümek isteyince ayakları onları Berlinli hemşerileriyle birlikte çıktıkları tepeye götürdü. Aşağıdaki koydaki suyun üstünü yarı yanık ağaç parçaları ile ince kül tabakasının kapladığını gördüler. Plastik bardaklardan biri, içine konmuş taş parçaları nedeniyle hâlâ orada duruyordu. Şarabı şişeden içmek de pekâlâ iyi bir seçenekti. Mazlum ile Sadık külleri gömdükleri küçük mezarın yanına geldiklerinde üzerinde Herta yazan metal kavanozun da bir kenarda durduğunu fark ettiler. Sadık, bu metal kavanozun bir anlamda tabut olduğunu; bu nedenle de, külleri sulara teslim ettikleri gibi onu da kayalıklara emanet etmenin doğru olacağını savundu. Mazlum, emanetleri geride bırakmanın Yansıtmacılara yakışmayacağını ileri sürerek yanlarında götürmeleri gerektiği üzerine uzun ve teorik yanı güçlü bir

157


konuşma yaptı. Ardından kıyıya vuran tomruklar hakkında sohbete daldılar. Sarhoşun mektubu okunmaz, derler; doğrudur. Epeyi uzun bir konuşma oldu. Akarsuların adanın tepelerinden sürükleyip getirdiği tomrukların bir kısmı okyanuslara doğru yol alırken diğer kısmı neden adanın kıyılarına sığınmaktadır? Konuşma, bir süre de eşyaların bilinci ve kaderi üzerine oldu. Eşyaların da korkak veya cesur, sinirli veya dingin, kumarbaz veya temkinli, çekingen veya patavatsız olabileceğini tartıştılar. Bir zaman da mistik sularda kulaç atıp nesnelerin de doğabildikleri gibi ölebileceklerini ve dahi doğurabileceklerini iddia ettiler. Kozalakların aslında hamile çam ağacı olduğu hususunda mutabık kaldılar. Mazlum, kendilerini akarsuyun denize, oradan da okyanuslara sürüklediği kütüklere benzetti. Sadık, bu görüşe pek katılmadı ve bilimin geldiği nokta itibariyle tüm evrenin insanların istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda değiştirilip dönüştürülebileceği hususunda uzun uzadıya konuştu. Yüzlerini çevirdikleri taraftan gün ışımaya başladı. Babakale-Akçay çizgisindeki ışıklar ya söndü ya etkilerini kaybetti. Sabah kendini gösterdi. Herta'nın mezarının hemen yanından yabani bir otun boy verme gayreti içinde olduğu görüldü. İnsanların sözü varsa hayatın da sözü olduğu konusunda uzlaşarak pansiyona gidildi. Çok az uyundu. Kalkılıp duş alındı. Kahvaltıda pansiyoner kadının şen şakrak gülüşü ve koyu kahvesinden destek talep edildi. Giysiler çantalara tıkıştırılıp feribota ucu ucuna yetişildi. Bu sefer geminin kıç tarafında duruldu ve geride kalanlara hüzünle bakıldı. Ayvalık'a yaklaşılırken geminin sancak tarafına geçildi. Sadık arabanın anahtarını çantanın fermuarlı bölümünden bulup çıkardı. Araba şosede ilerlerken Mazlum "Tatilin en çok neyini seversin?" diye sordu. Sadık bir an düşündü, araba biraz daha hızlandı, tekerlekler

158


kısmeti olan yolu bir miktar daha yürüdü. -Yahya Kemal'in dediği gibi "Eve dönüşünü." dememi bekliyorsun anlaşılan. Evet belki bu doğru! Ama bunun da ötesinde, yaşadığın yeri terk ederken umursamadığım hatta seni boğan tüm sıkıntılar, ayak bağları, üstüne yük olan statü; velhasıl ne onlarla ne onlarsız yapabildiğin, geride seni bekleyen her şey; tatil dönüşünde daha sevimli, daha katlanır oluyor. Tatile çıkmadan önce seni boğan her şey, tatil bitip de dönüş yoluna geçtiğinde biteviye gülümseyen, içinde öldürmekten gayrı tek kötülük olmayan bir cellat gibi şehrin ufkunda kollarını açarak seni bekliyor. Ayrılışta kelepçe olup bileklerini morartan tüm bağlar gönüllü bir birliktelikmiş gibi, sevecen bir kucakmış gibi "Hoş Geldin!" diyor. Uzattım belki ama aynen böyle: Kırk satırla kovulduğun şehirden, kırk katırın sırtında ve zafer kazanmış komutan olarak dönüyorsun. İnsan bir süre kendini kazanan tarafta hissediyor. Tabii ki şair tümüyle de haksız da sayılmaz yani! Hâlâ da Ankara'nın en güzel yanı, İstanbul'a dönüşü değil midir Allah aşkına? Ben de olsam Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü severdim. -Bu konuda haklı olabilirsin de ben bu kıyaslamada Ankara'ya epeyi haksızlık yapıldığını düşünmüşümdür hep. Daha doğrusu Ankara'yı döverek diğer kentleri temize çekme çabası görmüşümdür bu iddiada. İstanbul da hayal kırıklıklarına en çok yakışan şehir değil midir? Bu kadar çok ve bu kadar sık başka hangi şehirde hayal kırıklığı ile karşılaşma ihtimaliniz vardır? Ya da İzmir! Çürümek için daha uygun bir yer var mıdır bu coğrafyada? -Abi hatırlar mısın, bizim derneğin yanında spor malzemeleri satan bir esnaf vardı. Kazançtan gayrısını görmezdi gözü. Yine de konuşurken bu dünyaya ait değilmiş gibi bir havası vardı. Yaşarken son derece dünyevi olmasına rağmen sıra

159


yaşadıklarını anlatmaya geldiğinde nedense uhrevi bir dili tercih ederdi. Aynı malı asla iki kere aynı fiyata satmazdı. Tabii ki hep yukarı olurdu fiyatlar. Gelen giden kadın ve kızların orasından burasından gözlerini ayıramazdı. Yine de dini yönden bu sapkınlığını nasıl da akılcılaştırırdı kendince. Ne kadar kendiyle barışıktı, değil mi? -Şehirlerden, hayal kırıklıklarından derneğin yanındaki ayakkabıcıya nasıl geldik Sadıkçığım? -Bilmiyorum abi, acaba şu bizim romancı fark ettirmeden içime girip kendi düşüncelerini bana mı söyletmeye başladı? -Yok canım daha neler? Daha yeni döndük memlekete. Adamın pasaportu bile yok, bizi nasıl takip etmiş olabilir ki? Ayakkabıcıyı hatırlıyorum ama... -Bir zamandır neden bilmiyorum bir süredir her yeni tanıştığım insanda o ayakkabıcının yüzü, konuşmaları, davranışları ile karşılaşıyorum. Neyse yahu, sıkıldıysan ya da bir iki adım atmak istersen mola verelim. -Yok, iyiyim. Yolun üstünde bekleyerek yol bitmez. Gücün yettiği kadar yürümek gerek.

160


TEKLİFSİZ GİRİN EVİME, MAHREMİM KALMADI Sadık ile Mazlum, İstanbul’a vardıklarını gösteren tabelanın olduğu yerden oturdukları semte neredeyse Ayvalık’tan İstanbul'a geldikleri sürede ulaştılar. Elde avuçta, bağda bahçede, çatıda bacada ne varsa bir araya toparlanır. Önce büyük ve değerli parçaların paketlenmesinin ardından daha az önemli ve daha küçük parçalar bir kenara yığılır. Örtecek kadar yorgan yatacak kadar döşek, işe yarar giysiler, kutusunda uyuklayan çatal bıçak takımı, kadife kılıfında Mushaf, solmaktan usanmış fotoğraf albümü hazır edildi ilkin. Üç beş parça ziynet eşyası, küçük bir keseye konup güneş yüzü görmemiş memelerin arasına özenle yerleştirildi. Kırılacak kalpler gazete kâğıtlarına sarıldı. Son olarak insanlara geldi sıra. Teneke ibriklerde sular ısıtılıp çocukların derisi yüzülünceye kadar yıkanıp paklandı. Büyükler küçükleri, küçükler eşyaları kucaklarına oturtup yola çıktı. Geride ağaçlar, tek göz odalı evler, çocuklukta dikilmiş ağaçlar, baktıkça gözü yaşartan taşlar, bin bir türlü bekleyiş kaldı. Köyler, kibar ve medeni olmaya uğraşıyordu. Öyle de oldu. Büyük veya küçük demeden tüm ilçelerdeki, kasaba veya mahallelerdeki, kenar veya merkez semtlerdeki, dar veya geniş caddelerdeki, mezra veya köylerdeki, yerdeki veya gökteki ahali, özel olarak üretilmiş huninin geniş bölümüne doldurulup bu iş için özel üretilmiş şişenin içine yavaş yavaş dolması beklendi. Huninin uç kısmı epeyi dar olduğundan akışın tahmin edilenden ağır ilerlemesi normaldir. Üstüne uhrevi tevekkül sinmiş insanlar, şişeye düşeceği zamanı beklemekten sıkılmışa benzemiyordur. Şimdilik uzakta duranlar; adlarını bekleme sırasına yazdırıp biletini almış, yükünü hazır

161


etmiştir. Kadınlar, erkekler ve dahi çocuklar müstakbel bir şehirli olmanın vakarıyla, adlarının okunacağı gün hususunda oldukça umutludurlar. Şişenin çeperlerindeki kan izlerini görmek için gençlerin işe girmesi beklenecektir. Her şey özenle toparlanır. Görünürde, şehrin kapılarına yüklenmiş kalabalığı, dünyevi karmaşanın dışında, engelleyecek güç pek yok gibidir. Ortalığı kaplayan darmadağın düzenin bekçiliğine aday biri, kendisine tahsis edilmiş kalenin gözetleme kulesinden başını çıkarır ve kapıya yüklenenlere müstehzi ifadelerle bakar. Sırf iş olsun diye aklına gelen ilk soruyu sorar: -Bir şehre hangi kapıdan girilir? Her soruyu ve her sorunu ciddiye almasıyla bilinen biri, baş kulenin nöbetçi zabiti, karşılık verir: -Hangi kapıdan çıkmışsan o kapıdan girmek zorundasın. Yıktığın köprü, yaktığın gemi, kırdığın kalbi tamir etmedikçe ayrıldığın yere dönmene izin verilmez. Kadim şehirler, kadim semtler, kadim sokaklar ve elbette kadim binalar hariç; ülkelerin de şehirlerin de sevgililerin de tahammül gücü farklı farklıdır. Bazısı hırslı, bazısı kibirli, bazısı ise açgözlüdür. Hemen hepsi insana görgüsüz zenginler gibi tepeden bakar. Yeniyetme telaşlar giyinip ergenlik arızalarını kuşanırlar. Neredeyse tümü, kapıdan içeri ilk adımını atacak sahipsiz yolcuyu oltasının ucuna takacağı yem olarak görür. Yolcu, onlara doğru daha ilk adımı atmışken dayanamayıp birbirleriyle kavgaya tutuşurlar: Kurbandan büyük parçayı almak için birbirine terslenen celepler gibi... Bıçak kınından çıkarılır, masat askıdaki çengelden alınır, ip toprağa bırakılır. Eşyalar bile sabırsızdır. Şehirler, tarih denen cellat ve elbette insan soyu bu hayatın hem bahtı hem bahtsızlığıdır. Zaman, bu hengâmeye,

162


kafasını çevirip bakmaz bile. O, bildiğini okur. Toprak dayanamaz; yaşlanır, yorulur ve ölüm uykusuna yatar. Ardından birileri gelir ve üstünde ne varsa yıkıp daha yükseğini inşa eder. Her yeni gelen, şehrin kötü bir kopyasını üretir. Ateşler yakıp şenlikler düzenler. Hükümranlığını buyurur. Sokak aralarında, caddelerde, bulvarlarda kalabalıklar toplanır. Kimse, mahşerin fazla parçasının kendisi olduğunu bir türlü kabullenmez. Kimse, fazla ya da artık olmaya rıza göstermez. Oysa bu meczup kalabalığın içinden herhangi bir kişiyi bile çekip alıverseniz; şehir kuşlara, kedilere, köpeklere ve bin bir renkli çiçeklere kalacaktır. Omuz vurulmadıkça dönüp bakmayan her kim var ise bunu bir türlü öğrenmek istemez. Şehir, intikamını alacağı vakti sabırla bekler. Şehir, insanlara bir hayat vaat etmez; şehir, insanlara cehennemi sunar. Cehennemi ve dehşeti... Kan ve irini… Nefreti ve intikamı… Taciz ve tecavüzü… Bir zaman sonra lodos eser ve denize ait olmayan tüm atıklar kıyıda toplanır. Bir zaman sonra da sokaklar insanları kusmaya başlar. Kerhaneler, külhanlar, kumarhane ve meyhaneler, banka ve borsa binaları, hükümetin bok ve püsür dairesi, okullar, karakol ve nezarethaneler, medeniyet meydanları ve apartmanlar ve yine apartmanlar ve bir daha apartmanlar çöpünü dışarı atıverir. Merak, arkamızdan gelmeyi bir türlü bırakmaz. Müsvedde halindeki bir şiirin son sözü duyulur: Sıranın sana geldiğini anla ve fırlatıp at içindeki tüm kötülüğü. -Abi, adada ortadan kaybolup kolunun altında plaj hasırıyla döndüğün gün nereye gittin? Bildiğim kadarıyla senin yüzmeyle aran pek yoktur. -Adaya vardığımızın ertesi günü çarşı civarında dolaşırken epeyi eski bir hamam ile cami görmüştük, hatırladın mı; karşı

163


karşıya inşa edilmişlerdi hani? Caminin bahçesinde biraz zaman geçirmek istedim Sadık. -Hayrola abi? Senin dinle aran o kadar da sıcak değildi. -Ne bileyim yahu, yaşlanıyorum galiba. Biraz çocukluğa, babamla gittiğimiz bayram zamanlarına dönmek istedim. İnsan, bir yaştan sonra kaybettiklerini bulmak istiyor sanırım. Nerede kaybettiysek de orada aramaya başlıyoruz. Kaybettiğimizi nereye koymuş ya da ona son nerede rastlamışsak aramaya da gezinmeye de oradan başlamamız doğru olmaz mı? Bir de şunu fark ettim; tanrı fikri beni ahirete hazırlamaktan çok, bu dünyaya bağlıyor. Ona yaklaştıkça, onunla kavga etmeyi bıraktıkça başıma gelenlere daha sakin ve hoşgörüyle bakıyorum. Tanrı bana günahlarımı taşıyabileceğimi, günahlarımla birlikte yaşayabileceğimi vaaz ediyor. Göz açıp kapayıncaya dek geldim kırkıma... Gelecekten çok geçmişe doğru yürüyorum son yıllarda; aklımda; yaşanacaklardan çok yaşananlar, planlardan çok pişmanlıklar var. Yaş ilerledikçe daha iyi anlıyorum; bu hayata tahammül etmek, o kadar da kolay değilmiş meğer. Hele ezberlerimizi kaybedince tümüyle imkânsızlaşıyormuş. Din bize bu konuda yardım edebilir ancak ilkin dinleri kahramanlardan kurtarmak gerek galiba. Farkında mısın bilmiyorum, dinlerin kendilerine ait kahramanları öne çıktıkça, çoğaldıkça ya da büyüdükçe tanrı daha da diplere bir yerlere itiliyor. Peygamberlere, evliyalara, azizlere, ulu kişilere yer açıldıkça tanrının kapladığı alan azalıyor. Özellikle iktidarlar, tanrı ve tanrının temsilcileri arasındaki pastadan pay alma kavgasını durmadan körüklüyorlar. -Haklı olabilirsin abi. Biz dini daha çok öte tarafı garantiye almak için kullanıyoruz galiba. Üstelik hayatı da yaşayarak değil de ona tahammül etmenin yollarını arayarak bitiriyoruz. Sen kırk oldun da biz tanıştığımız günlerdeki gibi 18'de mi

164


kaldık. 30'dan epeyi gün aldım. Hay ile huy arasında geçiriyoruz ömrü. -Sadık, yanılıyor muyum; insanların kurtuluşu ve kendimizce ideal düzeni tesis edebilmek için siyasetten başka yöntem gelmedi bizlerin aklına. Çözümü siyasetin meydanında ve felsefenin kapısında aradık hep. Ortak bir insanlık ideali kurgulamaya çalıştık. Erdemin önemli olduğu bir ahlak anlayışını egemen kılmaya çalıştık. İhtimal ki en doğrusu da buydu. İşin doğrusu gönlümün sesi de hâlâ benzer şeyler söylüyor. Ama insanları ıslah etmenin daha kolay ve daha akılcı yolu din ve dinsel kültür olamaz mı? Cennet mükâfatları ile cehennem korkularının kurduğu ahiret düzeni, insanın doğasına daha kolay sirayet ediyor gibi... İnsanlar da toplumlar da bilinmezden korkuyor ve korkuları sürdükçe de meçhulü; yani tanrıyı, kandırma iştahıyla kurallara uyuyorlar. Tedirgin olduklarında, tehlike anlarında, delice korktuklarında da en yakınlarındaki tanrıya sarılıyorlar. Yakınlarında tanrı yoksa hemen o an, yeni bir tanrı doğuruyorlar. -Abi, dediklerin çokça tartışmalı bence. Elbette tartışmalıyız da ancak unutmamak gerekir ki korkuları azaldığı ya da bittiği anda da tanrıyı oracıkta öldürüyorlar. Bu kadar kolay doğan ve bu kadar kolay ölen bir tanrı ile kalıcı düzen sağlamak mümkün mü? -Neyse, bu aralar benim de kafam çok net değil bu konuda. Başka bir gün bu konuyu konuşalım. Ancak eve gitmeden önce şu yeni açılan alış veriş merkezine uğrayabilir miyiz? -Hayrola abi? -Bir dergi almak istiyorum. -Mahalledeki gazete bayiinden neden almıyorsun? -Yasak! Evden önceki ayrımdan çıkıp mağaza yoluna sapan Sadık tedirgin bir sesle:

165


-Abi, artık yasak yayınlarla uğraşmamız doğru tercih mi acaba? -Yok be Sadıkçığım senin anladığın anlamda yasak değil. Alacağımız derginin basımı, okunması ya da bulundurulması değil; dağıtımı ve satışı yasak. Daha doğrusu kendi kurdukları dağıtım şirketi dışında bir dağıtımcının dağıtması ve kendileriyle sözleşme yapmamış bayinin satması yasak. -Abi, nasıl olur öyle bir şey? Satarsa gelip adamı dövecekler mi? -Elle, sopayla değil de parayla dövüyorlar Sadıkçığım. Satıcı senin dediğin gibi davranırsa; tekelleşmiş bu şirketler, kendi dağıttıkları yayınları oralara bırakmayarak cezalandırıyor bayiyi. Böylece senin mahallendeki bayi de, dükkân kendine ait olsa da, büyük balık kaçmasın diye küçük balığı kulağından tutup kendi eliyle sokağa atıyor. -Peki mahalledeki gazete bayiine neden bırakmıyorlar? -Uzun bir konu bu Sadıkçığım ancak sanırım kendi marketlerine bizi sopayla sokamayacakları için havuçla sokuyorlar. Böylece başka ürünler de pazarlayabiliyorlar bizim gibi özgür ve kentli bireylere. Gazete için giren kaset alıyor, kitap için giren buzdolabı; okuma lambası için girene de yeni hayat tarzı pazarlıyorlar. Bir de sanırım yazı ve şiir miadını yavaş yavaş dolduruyor. Edebiyat dergilerini alan da okuyan da pek kalmadı. Bunlar da yayınları her tarafa dağıtmakla uğraşacaklarına, belli sayıdaki okuyucuyu aynı yere toplayarak sorunu çözüyor. Mazlum ile Sadık dergiyi aldıktan sonra mağazanın kafeterya olarak kullanılan bölümüne geçip kahve söylediler. Mazlum, sayfaları hızla çevirirken bir yerde durdu ve yayınlanan şiirini hızla gözden geçirdi. Sadık dergiyi isteyince şiirinin yayınlandığı sayfa açık biçimde ona uzattı.

166


Sadık şiirin ilk mısralarını okudu: Her şeyin aslı çekip gitti, geride gölgesi kaldı aşkların Bir yüzü işlemeli çuvalların içine saklanma zamanı Telaşlı sevgilinin kendisi de ortalıkta yok epeydir Mazide kalan hayallerle idare edilecek kalan ömürde Belki de yüzümüzü tanıdık kâbelere dönüp Seccadelere adımızı yazma vakti Sadık, şiirin kalan bölümü daha iyi sindirmek ve şiire haksızlık etmemek bahanesiyle evde okumak üzere hızla diğer sayfalara geçti. Reşat Erdem imzalı Son Sayfaya Gelmişken başlıklı derginin kapanış sebepleri üzerine yazılmış satırları da o sırada gördü. Yazı; azalan edebiyat okuyucusu, kültürün dönüşümü, tek tipleşen insan tercihleri üzerine oldukça didaktik görüşler içeriyordu. Sıralı cümleler bağlaçlarla ve noktalama işaretleriyle birbirine bağlanarak özellikle uzatılmış, günümüzde kimsenin pek tercih etmediği kelime ve tamlamalar yazının geneline serpiştirilerek bir tür edebi gövde gösterisine girişilmiş hatta kimi yerlerde kinayeli anlatım abartılarak ince zekâ gösterileri yapılmaya uğraşılmış ve okuyucuya da gizliden gizliye “Sen salaksan bizim de salak olmamız mı gerekiyor?” türünden mesajlar verilmişti. Yazının sonundaki imzaya bir daha baktı: -Abi; bu imza, sen hapisten çıktığında bizim evde, biraz önce de yolda hikâyemizi yarıda kesip araya girmeye çalışan şairin müstear ismi değil mi? Mazlum dergiyi Sadık'tan alıp imzaya, ardından da yazıya bir de o baktı. -Haklısın Sadık, aynı kişi... Bu adam böyle yapar ve ikide birde her işe burnunu sokmaya çalışırsa bizi iyice zıvanadan çıkaracak.

167


-Ben çözümü biliyorum abi. Sadık garsonu çağırıp hesabı istedi, ödedi ve tuhaf bir öç alma sırıtışıyla Mazlum'un elindeki dergiyi aldı. Buruşmasına aldırış etmeden dergiyi ortadan ikiye katlayıp mağazanın adının basılı olduğu poşete koydu. Poşetin ağzını da sıkı sıkıya bağladı. Yetmedi, kasaya yanaşıp aldığı ataş ve lastiklerle poşetin açık tüm kısımlarını iyice kapattı. Torbanın içindeki malum şahsın, suya şnorkel ile dalan yüzücü dahi olsa, uzun süre orada sağ kalabilmesi mümkün değildi. -Şimdi konuşsun da görelim. -Sadık farkında mısın; sen bu şairle mücadele işinde bayağı tecrübe edindin. Evden kovmaktan daha kolay başardın bu sefer. İki arkadaş gülüşerek birbirinin koluna girdi ve birlikte park yerine doğru yürüdüler. Gücü gittikçe azalan iniltiye benzer bir iki ses geldi poşetin içinden ancak çok geçmeden tümüyle kesildi. Kapıyı açan Şefkat başka bir heyecan ve sevgiyle; gözleri ışıl ışıl, giysileri özenli, saçları arkadan derlenip toparlanmış olarak karşıladı onları. Kocasına sevgiyle ve her zamankinden biraz fazla sıkı sarılmış olmalı ki Sadık'ın ağzından "Hatun, beni bu kadar özleyeceğini bilseydim tatile daha önce çıkardım." sözleri döküldü. Karşılamadaki ilgi çağlayanından payına düşeni Enişte Mazlum da aldı. O da kucaklandı ve hayli övgü dolu sözler duydu. Oldukça özenle kurulmuş sofrayı gören Sadık'ın hemen yemeğe başlama teklifi; Şefkat'in yapılacaklar listesinde tatilde giyilenleri kirliler sepetine atma, duş alma ve tıraş olup doğru düzgün giyinme sıralamasından sonra geldiği için reddedildi. Mazlum da Sadık da o gece dördüncü bir kişinin misafirleri olduğu haberini de o sırada aldılar. Emir büyük yerden, rica

168


kırılmayacak kişiden... Şefkat'in yapılacaklar listesi harfiyen uygulandı. Masaya oturuldu, "Misafir beklenmeyecek mi?" sorusuna "Sizin beklemenize gerek yok." yanıtı alındı. "Misafirin tabağı niçin masada değil?" sorusuna karşılık "O, benim tabağımdan yer." gibisinden pek de anlam verilemeyen söz duyuldu. İkinci kadehte Şefkat'in önerisi ile ortalıkta görünmeyen misafirin şerefine ve de sağlığına kadeh kaldırıldı, "Sen neden içmiyorsun?" sorusuna Şefkat Hanım tarafından "İçince dağıtıyorum." yanıtı verildi ve hep birlikte gülüşüldü. Sohbet bütün gece böyle sürüp gitti. Mazlum, iki muhabbet kuşunun yemek boyunca pencere pervazından evdekileri izlemeyi bir adım ilerlettiklerini ve bu iş için köşedeki sehpayı kullandıklarını fark etti. Şefkat, durmadan tatile ilişkin sorular sordu ancak çoğunlukla sorduğu soruların yanıtlarıyla ilgilenmedi bile. Hatta kimi soruları defalarca sordu, onlar defalarca benzer yanıtlar verdi. Hiç de yabancı ülkeye gitmiş gibi değillermiş de farklı bir dil konuşulmasa pekâlâ Ege'nin sahil ilçelerinden birinde olduklarını düşünebilirlermiş de; rüzgârı aynı rüzgâr, taşı aynı taşmış... “Kooperatif arsası üzerinde hak iddiası olan var mıymış?” sorusu iyi ki hiç sorulmadı. Bunun cevabı ne adaya gitmeden önce vardı ne adadan döndükten sonra... Mazlum'un kalkma talebi hem Sadık hem Şefkat tarafından reddedildi. Hatta gecenin son ikramı limonlu ezme helva masaya konurken çocuk odasının kendisi için hazırlandığını öğrendi. Sadık'ın "Hatun bizim evde çocuk odası mı vardı?" sorusuna Şefkat'in "Şimdi yerinize sıkıca oturun bakalım beyefendiler, konuşma sırası misafirimizde. Assolistler gibi geç de olsa sonunda misafirimiz karşınızda..." diye başlayan şen şakrak konuşması başladı: -Evet efendim assolistimiz nihayet geldi ve de karşınızda.

169


Kaç zamandır kuşkulanıyordum ancak emin değildim. Önceki gün doktora gidip kan verdim, sonuçları da bugün aldım. Sadık Bey hazır olun baba oluyorsunuz. Mazlum Bey siz de dayı olunca sağlığınıza biraz daha dikkat etmelisiniz, bunlara hazır mısınız beyler? Geçen yıl bir film izlemiştim: Genç bir adam, sabaha karşı bir saatte, doğumhanenin önündeki koltuklardan birine oturmuş sessizce beklemektedir. Derken kapı açılır ve adam müjdeli haberi alır. Adam, haberin ne öncesinde ne de sonrasında hiç de öyle klasik sevinç hareketleri; hoplayıp zıplama, haberi getiren ebe-hemşireye sarılma ya da sigaraları uç uca ekleyip içme gibi davranışlar sergiler. Sanki bütün ömrünce yana yakıla aradığı gizemli sorunun karşılığını bulmuş gibi uhrevi bir sükûnetle hemşireye bakmaktadır. Yakın çekimde, adamın kalın çerçeveli gözlüğünün ardındaki gözlerinin donduğu görülür. Oldukça yorgun, hayata dair en ufak çabası olmayan, alacağını alıp borcunu ödemiş insan bakışları… Boncuk boncuk gözlerde en ufak bir tepki sezilmemektedir. Sevinçli mi, kızgın mı, hüzünlü mü, minnettar mı, şaşkın mı? Hiçbir ifade yok... Bir sinema karesi için hayli uzun bir zaman geçtikten sonra; adam, arka cebinden cüzdanını çıkarıp açar. Kamera seyircilerin gözünden cüzdanın içini görür; cüzdanda, öyle ahım şahım miktarda bir miktarda para bulunmamaktadır. Adam özenle seçtiği bir banknotu hemşireye uzatır. Haberin karşılığından çok, yenen içenin hesabını ödeyen müşteri havalarında... Hemşirenin gözlerinde, istemem yan cebime koy ifadesi... Adam da öyle yapar; parayı hemşirenin önlük cebine tıkıştırır. Bir süre daha öylece durur. Yeni doğmuş bebekten çok hemşireye bakmaktadır. Utanmasa paranın üstünü isteyecek gibidir. Ardından bebeğin kulağına eğilip kimsenin

170


duymadığı bir şeyler fısıldar ve sırtını dönüp koridorda ilerlemeye başlar. Merdivenleri ağır ağır inmeyi sürdürür. İlerledikçe hastanenin neredeyse tüm birimlerinin tabelaları görünür: Doğum, dâhiliye, hariciye, ortopedi, kalp-damar, nöroloji, geriatri, genel cerrahi ve son olarak morg... Morgdan dışarı uzanan kamera, yakın çekimle hastanenin bahçesine kadar adamı birinci göz tekniğiyle izledikten sonra ağaçların arasından yükselerek doğmakta olan güneşi yakın plana alır. Güneşin parlaklığından dolayı, doğadaki tüm nesneler silinip gider. Sallanan dallar, yaprak hışırtıları, kuş cıvıltıları, insandan arınmış doğanın ve güne henüz başlamanın verdiği dinginlik seyircilere iyice hissettirildikten sonra kamera tam turunu tamamlayarak başladığı yerde, adamın yüzünde durur. Adamın ağzı kıpırdar ve filmin sonuna geldiğinizi bildiren bilgiler perdede akmaya başlar. Perde iyice karardığı anda adamın son sözleri duyulur: -Ölümün neden bir mecburiyet olduğunu şimdi anladım. Kalabalığa kalmamak için sahnede "SON" yazısı görünmeden yerlerinden kalkıp salondan çıkanlar bu sözden mahrum kalıyorlardı. Filmin son cümlesi, sabırla bekleyen seyircinin ödülü gibiydi. Oysa film, o son cümle olmadan da pekâlâ sıkıcıydı. Hani olur ya, zevk almak için değil de; izledikten sonra bir yerlerde oturup üzerinde sohbet etmek için görülmesi gereken vasat işler vardır. Bu da onlardan biriydi sonuçta. Filmde, dövme yaptırmak isteyen bir yılanın neden yer aldığını anlamadığınız gibi; ameliyat sahnesinin ikide bir seyircinin gözüne sokulmasının, ıssız adadaki obur insanların, gökten durmadan yağan kuş tüylerinin, halay çekmeyi bilmediği halde halay başı olmuş savcının ve ikide bir genç bir adamın ıssız sokaklarda boş boş yürümesinin

171


sebeb-i hikmeti pek anlaşılmıyordu. Hatta film süresince filmden çok yanındaki kızın eteğinin altından tombala çekmekle ilgilenen delikanlının biri, tenasül organını nispeten rahatlattıktan sonra ağır işleyen akıştan sıkılıp küçük bir şekerleme bile yapmıştı. Tembellikten sanat sayfası yazarı olmayı tercih etmiş gazeteci, "Nasıl olsa kimsenin izleyeceği, izleyen ukalaların da benim yazılarımı okuyacağı yok; canımın istediğini yazarım, itiraz eden de olmaz." deyip film daha gösterime girmeden, kolejden arkadaşı olan filmin yönetmeninden duyduklarına dayanarak film hakkındaki yazısını yazıp sayfa sekreterine teslim etmişti. Yazı şöyle bitiyordu: İşte bilinç akışını ustaca tersyüz eden gerçek bir sinematografi, modern sanatın ayak izleri ve dehasını defalarca kanıtlamış sanat insanının son eseri… Mazlum Erdem ile Sadık Sağlam'ın tepkileri hiç de filmdeki adam gibi olmadı. Kalkıp önce Şefkat'e, ardından birbirlerine sarıldılar. Sadık'ın gözlerinden önce kıvılcımlar, ardından dalga dalga alevler, sonunda da lav kütleleri fışkırdı. Mazlum, bir türlü yerinde oturmayı beceremediği gibi her iki sözünden biri de "Harika, muhteşem!" oldu. O dakikadan sonra masaya hizmet işini gereksiz yere Sadık üstlendi. Şefkat'in sırtına yastık koydu. İçkiden her yudum alışında karısının gözlerine bir kere daha "Sen olmazsan ölürüm." diyen uysal ve yaralı ceylan gibi baktı. Bakışları doldu. Gecenin sonuna kalmadan taze baba karısından ilk uyarısını aldı: -Sadık kötürüm değil, hamileyim. Ve de emin ol, bu bebeği sen değil ben doğuracağım. -Sen öyle san hatun, benim karnımda şimdiden tuhaflıklar başladı. İçeride birileri tekmeler atıyor gibi. -Beyefendi onlar gebelikten değil, üşütmedendir büyük ihtimal. Üstelik de bu gece bu evde son içki keyfiniz. Anason

172


kokusu şimdiden midemi kaldırmaya başladı, haberiniz olsun. Şefkat bu iki erkeğin ısrarları karşısında daha fazla dayanamayıp yatağa gitti. Mazlum ile Sadık, sessiz olmaya büyük özen göstererek masayı toparlayıp bulaşıkları fırçaladılar. Sadık yatak odasına geçerken Mazlum da çantadan o gün aldığı dergiyi alıp şimdilik misafir, yakında ise çocuk odası olacak odaya geçti. Uyumadan önce Zühre'yi düşündü. Şefkat'in yerine Zühre, Sadık'ın yerinde kendisi olsa nasıl olurdu? Gözlerini kapadı, Zühre'nin dalgalı simsiyah saçları kapladı bütün manzarayı. Onun sesini duydu ve ardından kokusunu hissetti. Uyudu. Şefkat ile Sadık, o sabah mutfaktan gelen tıkırtılar ve buharlaşan karanfil kokusu ile uyandılar. Mazlum, erkenden uyanıp evin yakınlarındaki fırına gitmiş ve kahvaltıda yenebilecek tüm yiyecekleri almış gibiydi. Çay demlenmiş, tabak çanak masada yerini almıştı. Hazırlığın ikisi için değil de, gelecek yeğen için olduğunun altı çizilince karı koca arasında bebeğin cinsiyeti üzerine keyifli bir atışma başladı. Genetik geleneklere uygun olarak bebeğin cinsiyeti Sadık'a göre erkek, Şefkat'a göre kız olacaktı. Sadık'ın evden çıkmayı canının istemediği anlaşılınca Mazlum ile Şefkat birlikte çıktılar. -Enişte bizim ailedeki herkes inat etmekte oldukça istikrarlı; çantayı neden evde bırakmadın? Çamaşırları dere kenarında tokaçla yıkamıyorum. Hepsini makine yıkıyor artık. -Sağ ol Şefkat, bana verdiğiniz merdaneli makine de aynı işi görüyor. Üstelik artık senin sorumluluğun iki katına çıktı. Kararlarını kendi başına alma lüksün yok. Yeğenimle birlikte

173


alacaksınız. Yaptığın her iş onu da etkiliyor sonuçta. -Sen de Sadık gibi oldun enişte, sen yapma bari... İşin yoksa benimle alışverişe gelir misin, çocuk için birkaç parça giysi ve eşya almam gerek. Hem biraz sohbetleriz. Şefkat, otobüs durağına yürürken Mazlum ani bir hareketle elini kaldırıp geçmekte olan taksiyi durdurdu. Hamilelikle birlikte baldızlıktan kız kardeşliğe terfi eden Şefkat'in bütün itirazlarına rağmen arabanın arka kapısını açıp ilkin onun binmesini bekledi. Hamile kardeşinin çarşıya otobüsten çok turşu kutularını andıran araçlarla gitmesine gönlü razı olamazdı. Kooperatif binasının alışveriş merkezlerine yakın oluşu böyle durumlarda işe yarıyordu. Araçla gidilecek en yakın noktaya kadar gidip araçtan indiler. Büronun olduğu yer, birkaç dakikalık yürüme mesafesindeydi. Şefkat aşağıda çok beklemesin diye Mazlum merdivenleri iri adımlarla çıktı. Valizi odaya fırlatıp çıkacaktı ki, aniden dönüp çantayı açtı ve üzerinde Herta yazan metal kavanozu çantadan çıkarıp yatağın ucunda duran sehpanın üzerine özenle yerleştirdi. Toplamda iki dakika bile geçmeden abi kardeş yeniden yürüyüş halindeydi: -Enişte alışverişten sonra işin yoksa ajansta birlikte kahve içelim mi? -Olabilir. Ancak istersen sana burada bir şeyler ısmarlayayım. Urfa'dan yeni gelmiş iki kardeşin açtığı küçük bir dürümcü var. Özellikle tike kebabı ile bostanayı çok iyi yapıyorlar. -Bu aralar sokak yemeklerinden biraz uzak durayım bence. Malum küçük hanımefendinin damak tadı hakkında bilgimiz yok henüz. -Kız olacağı kesin mi Şefkat? -Yok enişte ya, şimdiden belli olması imkânsız zaten. Dilimin söylediği, gönlümde yatan aslan...

174


Şefkat ile Mazlum caddeyi baştan sona arşınladılar. Ağırlıklı olarak bebek ve hamile malzemeleri satan mağazaların bulunduğu handan bozma bir çarşıya girdiler. Şefkat alışveriş yaparken Mazlum geniş avluda oyalandı. Alışveriş ile oldum olası arası pek de iyi değildi ancak bugün dükkânlardan uzak durmasının asıl nedeni, alışveriş sırasında Şefkat'in rahat davranmasına imkân tanımaktı. Bebeğin ihtiyaçları kadar kendi ihtiyaçları için de bir şeyler almak isteyebilirdi. Kadınlıktan anneliğe geçiş, beraberinde kutsal bir dokunulmazlığı da beraberinde getirir ya da getirmesi gerekir, değil mi? İçinde hâlâ birkaç yüzyıllık kokular barındıran iki katlı yapının üst katının çıkmalarını ayakta tutan revakların birinin altında, biraz da dipte köşede bir yerde; oldukça zayıf, açık tenli, ince bıyıklı, gençten biri hem ufak tefek çocuk oyuncakları satıyor hem de kukla oynatıyor gibiydi. Yanaştı, adamın oynattığı kuklanın canlı bir kaplumbağa olduğunu da adamın para atılması için yere koyduğu küçük teneke kutuya iyice yanaşınca anladı. Bildiğimiz kara kaplumbağalarından biri genç adamın hemen önünde duruyordu. Her ne kadar kabuğunda kocaman bir yanık izi olsa da kanlı canlı; hiç olmazsa az da olsa kanlı canlı bir kaplumbağa... Bu tür görüntülere daha çok ana cadde ve eğlence mekânlarının ağırlıklı olduğu yerlerde rastlanırdı. Bu işin böyle bir yerde yapılması oldukça tuhaftı. Çarşının başka bir yerle bağlantısı olmadığı gibi girdiklerinin dışında kapısı da yoktu. Genç adamın durduğu nokta, basbayağı kör bir noktaydı ve para kazanmaktan çok uyuklamak için tercih edilecek bir köşeydi. Birkaç adım daha yanaşıp dikkatli bakınca para kutusunun gemicilerin tütünlerini saklamak için kullandıkları cinsten bir kutu olduğunu fark etti. İçinde de tedavüldeki en düşük

175


madeni paralardan sadece üç adet... Tümüyle bir simit bile alınamazdı ancak böyle bir yer için oldukça iyi bir hasılat sayılırdı. Bir süre adamı izledi. Genç adam, sağ elini sol kolunun altına yerleştirmiş öylece duruyordu. Parmaklarının arasında çarpı biçiminde çakılmış küçük bir tahta parçası... Daha önce sokaklarda gördüğü kadarıyla bu tahta ile kukla arasında kuklayı oynatabilmek için bağ olmalıydı. Ne kadar dikkatli baktıysa da kuklayı oynatmak için gerekli ip ya da misinaları göremedi. Birkaç dakika durdu karşılarında. Ne adamda ne kaplumbağada görünür bir hareket yoktu. Merakını yenemeyip sordu: -Oynuyor mu bu? -Kendi başına oynamıyor. Ama kutuya bir şeyler atarsanız ben oynatabilirim. Mazlum elini cebine attı, taksicinin para üstü olarak uzattığı bozukluklardan bir ikisini çıkarıp kutuya attı. Atar atmaz da adam yaslandığı duvardan ayrılıp dik durdu, elindeki tahta parçasını kaplumbağanın tam üstüne gelecek biçimde tuttu. Nasıl olduğunu kimsenin anlayamayacağı bir biçimde adam serçe ve baş parmaklarını oynattıkça hayvanın arka ayakları kıpırdıyor, orta parmağını yukarıya kaldırınca da başı içeri girip çıkıyordu. Sürse sürse iki dakika sürmüş gösteri boyunca Mazlum hayatının önemli şaşkınlıklarından birini yaşadı. Ne hayvana ne de tahtaya bağlı ip bulunmamaktaydı ancak hayvanın hareketleri ile adamın tahtayı oynatma biçimleri arasında kesinlikle uyum vardı. Serçe ve baş parmaklar ayakları, orta parmak ise kafayı kontrol ediyordu. Gösteri bitti, adam eğilip Mazlum'un kutuya attığı bozuklukları alıp cebine koydu, yarım ağızla da olsa teşekkür etti. Kutuda yine aynı üç madeni para kaldı. Yeniden ilk

176


pozisyonu olan duvara yaslanması da belli ki "Baylar bayanlar, matinemiz sona ermiştir suarede görüşmek üzere… Karşımızda dikilip durmayın, dağılın artık." anlamı taşımaktaydı. Oysa bu müşteri, merakından dolayı, çakılı olduğu yerden ayrılmaya niyeti var gibi görünmüyordu. Mazlum, şaşkınlıkla bakakaldı her ikisine de... Dayanamadı: -Hayvana hiçbir şey bağlamamışsın ancak yine de onu istediğin gibi oynatabiliyorsun. Nasıl olabilir böyle bir şey? -İpler nesneleri oynatmaya yarar beyefendi, canlıları oynatmak istiyorsanız eğitmeniz gerekir. -Ne yani, kaplumbağanın okullu olduğunu mu söylüyorsunuz? -Ne ilgisi var? Okullar insanların yeteneklerini, kişiliklerini bulmak ya da geliştirmek için değil, öldürmek içindir. Okullu, demedim; eğitimli dedim. Bu hayvanı eğitmişler. -Kim eğitmiş? -Bilmiyorum, o gelip buldu beni. Hukukumuz şimdilik bu kadar. O bana birkaç kuruş kazandırıyor, ben de ona yiyecek ve su veriyorum. Üstelik vatandaşın ev kirası gibi bir derdi de yok… Yanımda ne kadar kalır, ne zaman çekip gider; bunu şimdilik ben de bilmiyorum. -Elime alabilir miyim? -Kutuya biraz öncekinden daha çok olmak kaydıyla bir şeyler bırakırsanız neden olmasın? Ancak biraz dikkatli olun, sanırım zamanında birileri tarafından elle beslendiği için parmakları dişleyebiliyor. Parmak görünce kendisine yiyecek uzatıldığını düşünüyor. Mazlum elini pantolonunun arka cebine atıp üç-beş kâğıt paranın ikinci küçüğünü çıkarıp kutuya koydu. İki eliyle birden küçük kaplumbağayı kavrayıp yerden kaldırdı. Avuçlarını yukarı çevirince hayvanın küçücük ayakları, tuhaf

177


başı, pörtlek gözleri, beyazımsı karnı iyice ortaya çıktı. Ardından usulca yere bıraktı ve kabuğuna birkaç kere parmak ucuyla dokundu. Sırtındaki yanık bölümü tırnağıyla hafifçe kazıyınca tırnaklarının altına yanık deri parçacıkları girdi. Mazlum Erdem, avucunda, hemen bütün tüm kırsal alanlarda görülebilecek cinsten kaplumbağalardan birini tutuyordu. -Adı var mı? -Var, Mazlum! Ya da ben öyle çağırıyorum. Benim gibi birine sığındığına göre yeterince zulüm görmüş ve oldukça çaresiz olmalı... Herkes öylece durdu bir süre. Gün ve gece, şehir ve sokak, delikanlı ve kaplumbağa, rastlantı ve unutuş… Yansıtmacı Mazlum Erdem şaşkınlıktan, ev sorunu yaşamayan Mazlum bitkinlikten, miskin kaplumbağa oynatıcısı ümitsizlikten… Kimse yeni bir soru daha sormadı. Arkadan Şefkat'in dokunuşu olmasa Mazlum'un oraya geçici olarak konmuş bir heykel olduğunu düşünebilirdiniz. Tarih boyunca orada olmayan, kısa bir süre sonra da tarih sahnesinden silinecek bir devlete ait heykel. -Hayrola enişte, bizi çabuk unuttun. Yürüdüler, daha çok Şefkat konuştu. Birkaç parça, üstelik de oldukça da hafif sayılabilecek, eşyayı Mazlum taşıdı. Ajansın kapısından girmeden önce Şefkat, Mazlum eniştesinin üstünü başını biraz toparladı. Bu da yetmedi; eniştesinin saçlarını, çocuğuymuş gibi, parmaklarıyla taradı. Mazlum, yemek ve kahve bahanesiyle girilen Şefkat'in odasında kendinden epey genç bir kadınla baş başa

178


bırakıldığını fark ettiğinde yılda bir iki kere tekrarlanan çöpçatanlık girişimlerinden biriyle daha karşılaştığını anladı. Demek bütün alışverişler, büroda yemek teklifleri hep bunun içinmiş. Sadık'ın evde kalmak istemesi bile komplonun parçası olabilirdi. Kız, oldukça hoş ve epeyi konuşkandı. Daha ilk dakikada ailesinin tüm üyelerini ve ajansta yaptığı arşiv ve araştırma işleri hakkındaki tüm bilgileri damat adayına anlatmıştı bile. Damat adayı da "Nasıl geçti tatiliniz, ilginç şeyler gördünüz mü?" sorusuna sırf ayıp olmasın diye birkaç kısa cümle ile cevap vermişti. Neden bilinmez, kızcağız sormadığı halde, sırf edepsizlik olmasın diye ettiği üç beş kelimenin içine biraz önce gördüğü kaplumbağa oynatıcısını da sıkıştırmıştı. Bu seferki gelin adayımızın, arkadaşları tarafından Ayaklı Ansiklopedi diye çağrıldığını ve birçok konu gibi kaplumbağalar hakkında da epeyi bilgi sahibi olduğunu öğrenmesi de bunların ardından olmuştu. Meğer bu hayvanlar, asla ortak yaşantıya kalkışmaz veya birliktelik olarak adlandırılacak hiçbir girişimde bulunmazlarmış. Seviştikten sonra dahi, dişi ile erkek farklı yerlerde yüzer ve dişi kaplumbağa erkeğin spermini yıllarca bedeninde saklayıp ihtiyaç duydukça kullanabilirmiş. İnsanlarınki gibi ölümün kıyısında yaşamazlarmış. Şehirliler gibi neden yalnız yaşamayı tercih ediyorlar da neden köylüler gibi yumurtalarını bırakmak için hep aynı zamanı ve aynı yeri seçtikleri bilinmiyormuş. Erkeklerin kuyruğu dişilere göre uzun, ağırlıklarının yarısı da kabuklarıymış. Yiyeceklerini de eşlerini de kokularından tanırlarmış. Kızcağız, kaplumbağaların kış uykusuna yattıklarını ve daha birçok bilgiyi arka arkaya sıralamak için soluklandığında Mazlum Erdem usulca araya girdi: -Kaplumbağalar üzerine ne kadar çok şey biliyorsunuz.

179


-İlginizi çektiyse Kaplumbağa Aşçısı'nı da anlatabilirim. -Öyle bir lokanta mı var? -Buralarda değil, Uzakdoğu ülkelerinin birinde. Mazlum Erdem'in sessizliği, Ayaklı Ansiklopedi gelin adayı tarafından "Sükût ikrardan gelir." olarak yorumlandı. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; develer güreşir, atlar tepişir, muhabbet kuşları sevişirken... Memleketin birinde yemek işlerinden hoşlanan adamın biri yaşadığı dağlık yerde hangi kökü buluyorsa ateşe tutup pişiriyor, hangi otu buluyorsa kaynar suya atıp haşlıyormuş. Gel zaman git zaman; şehirde yeme içme işleriyle uğraşan zengin bir ailenin araçları, o bölgede bozulur. Yollarını kaybeden aile, korku içinde, dağ başında sığınacakları tek yer olan bu adamın kulübesinin kapısını çalar. İlk andaki korku geçip de acıktıklarını fark ettiklerinde adam önlerine o gün için hazırladığı yemeklerden koyar. Türlü türlü otlar, yağlı sütlerden imal edilmiş peynirler, şöminede tütsülenmiş etler, kurutulmuş yabani meyveler... sofrada yerini alır. Hepsi güzel hoş da içtikleri çorbanın tadını tarif, lezzetini kıyas etmek mümkün değil... Sormuşlar, öğrenmişler. O bölgeye ölmeye gelen kaplumbağa etlerinden yapılan çok özel bir çorbaymış. Ortalıkta zaman zaman dolanan kaplumbağaların sebebini de böylece anlamışlar. Meğer adam nasıl ki toprağı sürdükten sonra ona tohum ekiyor; ektiklerini nasıl suluyor ve de çapalıyorsa çevresindeki hayvanları da öyle besleyip onlara aynı özeni gösteriyormuş. Zamanı gelince de emeklerinin karşılığını topraktan, ağaçtan, havadan ve dahi hayvanlardan alıyormuş elbet. Tüm bunlara rağmen adamın kaplumbağalarla olan bunca sıkı ilişkisine akıl sır erdirememişler. Adam marul yaprağı gibi yiyecekleri

180


kaplumbağaların gitmesini istediği yerlere bırakıyor. Kaplumbağalar tam bunları yiyeceği sırada adam parmağını şıklatıp yiyeceğin yerini değiştiriyormuş. Adam parmak şıklattıkça kaplumbağalar da yön değiştiriyormuş. Yiyeceği koyduğu yeni yeri göstermek için de sağ elin işaret parmağı hayvanın iki gözünün arasına tutarak onlara yön duygusu kazandırıyormuş. Akşamları da sırtlandıkları kabuklarının üstüne mum dikerek ya da küçük bir kâsede yağ koyarak evin her yanını aydınlatıyormuş. Kaplumbağalar adamın peşinden gitmeyi o kadar kanıksamışlar ki, evin içinde ağır ağır ilerleyen fener alayından adamın nerede olduğu kolayca anlaşılıyormuş. Aile, şaşkın ve delice meraklı; sormuşlar: -Çorbayı bunlardan mı yaptınız? -Ne münasebet! İnsan, bir canlıyı öldürür mü hiç? Bunlar benim misafirlerim. Yemekleri ölü kaplumbağalardan yapıyorum. Sözünü sürdürmüş: -Çocukken dedemden dinlemiştim; o da kendi dedesinden dinlemiş. İhtimal ben de kendi torunlarıma anlatacağım. Dünyada sadece bizim bu bölgede görülen ve Sırtı Yanık diye adlandırılan bir kaplumbağa türü varmış ve nedeni bilinmez, dünyanın kurulduğu günden beri yumurtalarını bırakmaya da ölmeye de bu dağ başına gelirlermiş. Ölmeye gelenler, yumurtaların gömülü olduğu çukurların kıyısında durup yavruların yumurtadan çıkışını izlerlermiş. Yavrular toprağı üzerlerinden atıp gün ışığına ulaşınca da; ölüme gelen yaşlılar, yavruların içinden çıktıkları yumurta kabuklarını son yemekleri olarak yer ve onların boşalttıkları çukurlara girerek ölümü beklemeye başlarmış. Sanırsınız dünya bir kaplumbağayı daha taşımayacak kadar yüklü ya da bir yumurtanın sığamayacağı kadar tıka basa dolu…

181


Yumurtadaki yavru dışarı çıkmadıkça onu bekleyen yaşlı kaplumbağa da dünyadan ayrılamazmış. Öylece durup beklermiş. Ne tuhaftır ki yumurtalarını saklamak için delice uğraşan bu hayvanlar, ölülerini öyle ulu orta ve girdiği çukurda bırakırmış. Bizim ailemiz de, kendimizi bildik bileli, yumurtaları diğer canlılardan korur ve çukurlardan topladığımız ölü kaplumbağalardan da çorba yaparız. Bir anlamda aile geleneği, aile yemeği... Zengin aile, kaplumbağaların hem bakıcısı hem yoldaşı hem muhafızı olan bu adama kendileriyle birlikte şehre gelmesini ve kendi tesislerinde çalışmasını teklif etmişler. Dolgun maaşa ek olarak kalacak yer, yeme içme, her ay belediye otobüsleriyle sınırsız seyahat hakkı ve sigorta bile teklif etmişler. Hatta sigortası olanların kız bulmasının ve evlenmesinin daha kolay olduğunu, kız analarının bu hususa büyük ehemmiyet verdiklerini bile eklemişler. Adamın cevabı "Azıcık aşım, kaygısız başım." olmuş. Yetmemiş, "Ağaç kendi toprağında, kendi köküyle gürler." demiş. Ayrıca şehirli kızların gündüz işte çok yoruldukları için akşamları hep başlarının ağrıdığını eklemiş. Zengin aile, ertesi gün adamın da yardımıyla arabayı tamir edip şehre dönmüşler. Şehirli ailenin aklından yedikleri çorbanın tadı ve kaplumbağaların hünerleri bir türlü çıkmamış. Ailenin babası, zaman zaman çetrefil işlerini çözen itten kopuktan oluşan ekibin şefini yanına çağırıp yolu, yeri, adamı tarif etmiş. Emri vermiş: -Ne kadar kaplumbağa varsa hepsini toparlayıp buraya getirin. Bir veya iki vakit geçmiş ancak kesinlikle üç vakit olmadan adamlar arabalarının bagajında ağzına kadar dolu kutularla

182


dönmüşler. Gidenler kaplumbağaların bakıcısını hangi metotla ikna etmiş, kaplumbağaları nasıl öyle düzgün istiflemiş, nasıl kazasız belasız dönmüş... bunu ne bilen ne duyan olmuş. Patron sormamış, mübarekler de söylememiş. Şehirli adam, kaplumbağaları daha ilgi çekici hale getirmiş. Her birinin kabuğunu farklı renge boyanmış, hepsinin üzerine özel mumlar konup farklı tütsüler yakılmış. Sık sık çerağ eğlenceleri düzenlenmiş. Lokantanın ünü şehrin sınırlarını aşıp ülkeye yayılmış. Bir zaman sonra ülkeye de sığmayınca kapılarını dünyaya açmışlar. İşletmeye, dünyanın en yetenekli aşçılarına sahip lokantalar listesine girmek yetmemiş. Lokantaya özgü yemekler de kısa zamanda yıldız sıralamasında kendilerine, pek tabii ki, zirvede yer bulmuş. Hele hele kaplumbağaların kendi kabuklarında, altın tozu serpilerek sunulan çorbaları, sadece çok zengin ve çok güçlü insanlar için özel olarak hazırlanmış. Hatta isteyen müşteriler, ücretini ödemek kaydıyla, kâse olarak kullanılan kaplumbağa kabuklarını yanlarında hatıra olarak götürebilmişler. İşletme sahibi çorbanın sırrını kimseye söylememiş. Ancak el âlemin ağzı torba mı ki büzesin. Meğer bu yemek, doğum yapmış kadınlardan; tedarik edilemezse eğer deve, kısrak ve köpekten taze sağılmış sütle terbiye ettikleri trüf mantarıyla yapılmaktaymış. Kaplumbağaların kafaları kesilip ayrı yere alındıktan sonra geriye kalan etleri yaklaşık 4 derece ortalama sıcaklığa sabitlenmiş nemli ve loş bir yerde kırk gün kadar dinlendirilirmiş. Ardından da, ağzın içinde neredeyse erime kıvamına gelmiş bu etler; karabiber, acılı sos, yatay doğranmış kuşkonmaz sapı, limonda bekletilmiş taze zencefil ile ağır ateşte pişirilip servis yapılırmış. Elbette hayvanların bir ömür sırtlarında taşıdıkları kabukları çanak haline getirmek suretiyle de olaya nokta konurmuş.

183


Yenmeden hemen önce de, müşterinin isteğine göre, ince kıyılmış biberiye ile rendelenmiş kuru havyar eklenirmiş. Etin yağlı-baharatlı kısımlarının tadını dengelemesi içinse masada, Merlot veya Şiraz cinsi üzümlerden imal edilmiş kırmızı şarap eksik edilmezmiş. İnanmayacaksınız, sırf bu çorbayı içmek için kim bilir kaç bin kilometre uzaklıktan özel jetleriyle gelen ne ağırbaşlı şahsiyetler, ne hayırsever hanımefendiler, ne vakıf yöneticileri, ne din adamları, ne politikacılar, ne sanatçı ve de kim bilir kaç şirket yöneticisi varmış. Sonuçta lokanta sahibinin keyfi yerinde, işletmenin ekonomisi tıkırında... Gece boyunca parmak şıklatıldıkça oradan oraya giden kaplumbağalar; gün ağarınca, bahçede bir köşeye pusup hâlâ üstlerinde yanmakta olan mumların sönmesini ve yeniden mesailerinin başlayacağı saati beklemeye başlarlarmış. Günler böylece geçip gitmiş. İşçiler çalışmış adam ev almış, kaplumbağalar pişmiş adam araba değiştirmiş. Ancak ne olmuş bilinmez; günün birinde içlerindeki en küçük kaplumbağa, üzerinde hâlâ yanmakta olan mum ile işletmenin arşivine girmiş ve işletmede fiş, fatura, hesap defterleri, gelir gider kayıtları gibi belgelerin olduğu ve belki de en önemlisi mucizevi çorbanın sırrını saklayan tarifin de yer aldığı odayı ateşe vermiş. Elbette kapının üstünde ateşle yaklaşmayınız ve sigara içilmez işaretlerinin bulunduğu bir yermiş bu oda. Kimileyin işletmenin muhasebecisi, patronunun kendisine emanet ettiği yedek anahtarla burada girip çalışırmış. Söyleyenlerin yalancısıyız; bazen de herkesten gizli, ağır sigaralar tüttürürmüş. Kapıyı o gün açık bıraktığı ve çektiği otun etkisiyle uyuyakaldığı söylenir. Ancak dağ yanıp kül olduktan sonra kime hesap sorulacak? Arşivde başlayan yangın, çok kısa süre sonra işletmenin her yanında yayılmış.

184


Aralarındaki en ufak olanın yaptıklarını gören diğer kaplumbağalar da isyan çıkarmış. Kendi meşreplerine göre slogan atıp marş söylemişler: Biri nereden öğrenmişse öğrenmiş "Dağlar sevgilimiz, nehirler yurdumuz, bütün cihan memleketimizdir/ Soylu kabuklar kaplar çıplak bedenimizi" sözünü göz açıp kapayıncaya dek yemek salonunun tam ortasına kanıyla yazmış. Sonunda da her bir kaplumbağa ayrı bir masanın örtüsünün altına girerek o bölümü tutuşturmuş. Akşama doğru ortada ne işletme ne de efsane yemek namına bir şey kalmış. İşte o yangından sonra bütün kaplumbağaların küle dönmüş etlerini ve kömüre kesmiş kabuklarını bulmuşlar da, o en küçüklerinin; binanın beyni sayılabilecek arşive girip yangını başlatan o yavru kaplumbağanın en küçük parçasını dahi bulamamışlar. Yangının en şiddetli yaşandığı yer olduğu için kabuk dâhil tüm cimsin ateşte eridiği düşünülmüş. Bu uzun ve bir kadınla erkeğin ilk buluşmasına hiç de yakışmayan sohbetin sonunda, kızdan izin isteyip kapıya yürüyen Mazlum Erdem'in yoluna Şefkat'in çıkması rastlantı mıydı, bilinmez ancak birlikte geldikleri bürodan yine birlikte çıktılar. Epeyi bir süre sessizce yürüdükten sonra Şefkat'in biraz da sitem dolu soruları arka arkaya geldi: -Enişte neden yeni bir hayat kurmaya bu kadar tepkilisin? Niçin önüne çıkan tüm kadınları daha ilk anda tersliyorsun? Neden biriyle birlikte olmanın fikrine bile tahammülün yok? -Ben zaten biriyleyim Şefkat. Ablan hâlâ benim kalbimde, onu dışarı çıkarmadan başkasını nasıl içeri alabilirim? Zühre, hâlâ benim içimde salınıyor; saçları, gözleri, yüzü gözümün önünden bir an eksilmiyor. Yolumu yitirdiğimde hâlâ ona bakarak yönümü buluyorum. İş böyleyken ve ben hâlâ

185


ablana aitken bir başkasına sarılırsam hem kendime hem sarıldığım kişiye haksızlık etmiş olmam mı? Hapisteyken de dışarıdayken de bu konuyu hiç düşünmediği mi sanıyorsunuz? Kim bilir kaç kere kafamda bir başkası ile başlayan senaryolar yazdım. Onlarla sinemaya gidip ince belli bardaklarda buğusu üstünde çaylar içtim. Onların ellerini tutup kıyıda saatlerce yürüdüm. Gözlerinin içine bakarak şiirler okudum fakat iş gelip de seslenmeye, adlarını söylemeye geldiğinde ağzımdan hep aynı isim çıktı: Zühre... Bana şunu söyle Şefkat; sence bir kadın, erkeğinin gönlünün kendine ait olup olmadığını anlamaz mı? Bir kadın, kendisine bakan gözlerin içindeki anlamı daha ilk anda fark etmez mi? Sadık'ın kalbi uzaklara ait olsa sen anlamaz mısın? Sadık'ın gözlerinde bir başkası olsa sen fark etmez misin? Şimdi herkes benim gözlerimin yanlış tarafa baktığını düşünüyor. Belki sen dâhil herkes haklı; doğrudur, gözlerim belki yanlış tarafa bakıyordur. Ancak ne yapabilirim, elimden ne gelir? Benim sevgilim hâlâ o tarafta duruyor. Şefkat ile Mazlum; enişte ile baldız, abi ile kardeş, aynı cephenin birbirine ölümüne güvenen iki savaşçısı, aynı anda hem kazanıp hep kaybeden iki yoldaş olarak sessizce yürüdüler. Bir daha bu konuda tek laf etmediler. Ancak dünyada olan biten ne varsa hepsi hakkında konuştular. Kafalarının içinde, bebekler ve onların geleceği üzerine, dünyada bilinen tüm mutlu hikâyelerden fazlasını yazdılar. Şefkat, evin temizliğine yardımcı olmaya gelen elemanları, ara sıra da olsa, kooperatif bürosundan çok Mazlum Erdem'in ikametgâhı olarak kullanılan yere gönderdi. Hiç olmazsa ayda bir kere kıyı köşe, dip bucak, tavan taban, giriş çıkış denmedi; her taraf, tepeden tırnağa aklanıp paklandı. Akşam iş çıkışı yapılan alışverişlerde her daim dalgınlıkla

186


fazla yiyecek ve mutfak malzemesi alındı ve tüm bu yanlış alınan malzemeler kooperatifin mutfağındaki dolaplara kondu. Gerekli gereksiz evin eşyaları değişti. Evin eşyası değiştikçe kooperatifteki eşyaların eksikleri tamamlandı. Evin duvarları boyanırken bir el de bürodaki ahşap zemini cilaladı. Çocuk odasının perdesi değiştiği gün, Mazlum Erdem'in çarşafları yenilendi. Mutfaktaki aletler iki gün Şefkat ile Sadık için çalıştıysa bir gün de Mazlum Erdem için çalıştı. Büro masası, döner koltuk, kapıdaki tabela olmasa orada bir büronun olduğu kooperatif üyeleri tarafından bile çoktan unutulmuştu. İşin doğrusu büronun kirası Sadık Sağlam tarafından karşılanmasa onca insanın geçmiş değerleriyle ördükleri gelecek hayallerinin sığındığı bu apartman dairesi icra marifetiyle çoktan boşaltılmış olurdu. Çevredeki seyyar satıcılar, işletme sahipleri, garsonlar, kuryeler, günü birlik ya da gece boyu çalışanlar; hatta hatta sivil polisler, adresi tarif ederken kooperatiften çok Mazlum Erdem'in adını kullandı: Mazlum Abi'nin evinin üstü, Mazlum kardeşimizin binasının girişi, Kooperatifçi Mazlum'un yan tarafı, eski hükümlü Mazlum Erdem'in ikametgâhından sağa dönünce... Hatta bir süre sonra Mazlum'un içine kapanışı, Mazlum'un gereğinden çok içki içişi, Mazlum'un Urfa'ya dönüş hayalleri... dillere pelesenk oldu. Mazlum Erdem'e ait her şey; yenilgiler, şehre sığmayışlar, uykusuzluk ve sabahlara kadar kaldırımları arşınlamalar, kaçma planları dilden dile yayıldı. Şehrin Mazlum Erdem'i dışarı atması, kusması beklendi. Derken... Erken sorulmuş "Bir şehir hangi kapıdan yol verir insana?" sorusunun karşılığı bulundu: -İnsan hangi kapıdan çıkmayı gözüne kestirmişse o kapının kilidini cebine koymuş demektir. İster açarak ister kırarak o kapıdan çıkacaktır artık.

187


Mazlum Erdem'in adı, kalabalıklarda hançereler zorlanarak birlikte söylenen bir marştan çok; lirik şarkı gibi ıssızlıkta, utanılan sır gibi sessizlikte bir süre daha söylendi. Mazlum, kış uykusuna yatmış kaplumbağalardan daha fazla içine çekilmişti. Günden çok geçmişi yaşayan, bir yandan da geçmişle kavga eden Mazlum Abi; bir akşam, epeyi içtikten sonra kaplumbağa oynatıcısı adamı bulmak için hanın kapısına gitti. Kapı duvar... Ertesi gün yeniden... Genç adamı epeydir buralarda gören olmamıştır. Dükkân sahiplerinden birinin şikâyeti sonucu han idaresi tarafından köşesinden uzaklaştırılmıştır. Tam ayrılacakken kaplumbağanın bir köşeye sığınmış olduğunu görür. Sorar, soruşturur; kimi kimsesi, sahibi var mı? Soruyu duyanlar gülümser. Kaplumbağayı götürmek istediğini, adam gelip sorarsa adresinin şurası olduğu söyler. Kimse tınmaz. Bir şeyler almak bahanesiyle girdiği bebek giysileri ve malzemeleri satan dükkâna adresini bırakır. Mazlum Erdem, çarşıdaki en suskun duvara dayalı yaşayan bu genç adama herkesin "Üstat!" diye seslendiğini ancak böyle seslenmenin sebebini kimsenin bilmediğini, ihtimaldir ki çantasında sürekli yabancı dilde basılmış kitaplar taşıdığı için böyle denmiş olabileceğini, üstadın karton bir kutunun üstünde basit bebek oyuncakları satmaya çalıştığını, maalesef bugüne dek tek bir tane bile satış yaptığının vaki olmadığını, kaplumbağanın da bu çarşıda ondan başkasına sığınmasının mümkün olamayacağını ve daha gerekli gereksiz birçok malumatı orada edinir. Girilen dükkândan eli boş çıkmak yakışık almaz diye, doğacak yeğene erguvanî bir zıbın ve aynı renkte biberon, çıngırak ve emzik takımı alınır. Pek kimsenin duymaması gereken kör bir çığlıkla "Asaletimiz duvarlarımızın boyasından değil, giydiklerimizin ve ağzımızdakilerin renginden anlaşılsın." der. Satıcı, olan

188


bitenden pek de bir şey anlamaz. Adres yazan kâğıda bakınca kendince karşılık verir: -Ne kadar hoş, kaplumbağayla adaşmışsınız. Arkanızdan Mazlum, diye seslensek acaba ilkin hanginiz dönüp bakar? Mazlum, ilk defa rahat bir nefes alır. Hayat, nihayet bir benzeriyle karşılaşmasına izin vermiştir. O andan sonra epeyi kalabalıklaşan mazlumlar, kısmetleri olan yolları yürümek için gerekli ilk adımı birlikte atarlar. Yüksekçe bir yerden uçurumun dibine atlar gibi... Rahat ve kaygısız...

189


ÖLÜM, MECBURİYETTİR Bu şehr ne şehr-i dil-sitândır Bu bağ ne bağ u bûstandır Hüsn ü Aşk, Şeyh Galip

Çölün ortasındaki köylerden birinde yaşayan bir adam varmış. Biraz tembellikten biraz sıcaklardan biraz da çalışma zorunda olmamaktan bütün gün uyuyup gece boyunca da çöllerde dolaşırmış. Ömrü hayatında bir gün bile para gayesiyle iş tutmamış. Atadan kalan geniş araziler, babadan kalma hurma ağaçları, sevgili zevcesinin çeyizindeki altın ve gümüş; maişetine yetmiş de artmış. Yaş ilerledikçe bu gezme işi, daha çok pinekleme biçimine dönmüş. Adam, karanlık çöküp ortalıktan el ayak çekilince köyün biraz uzağında bir yerlere çömelir ve bütün gece bir an bile gözünü kırpmadan yıldızları izleyip gökyüzünde gördüklerini kumlara işaretleme uğruna çırpınıp dururmuş. Karanlıktaki göğü tam anlamıyla yere işaretlemeyi başarırsa evrenin haritasını da eksiksiz biçimde çıkaracağına canıgönülden inanırmış. Ne var ki, hemen her seferinde sabaha karşı esmeye başlayan ve ortalıkta ne varsa dağıtan çöl rüzgârları çizdiklerini de siler süpürürmüş. Adamın bu inadı gecelerce, haftalarca, aylarca, yıllarca sürmüş. Her gün bununla yatıp her akşam bununla kalkmış. Kimileyin üstündeki esvabı çıkarıp işaretlediği yerleri korumaya çalışmış. Kimi zaman başındaki kefiyeyi bir yıldız kümesini işaretlediği yerin üzerine kapatmış. Kimileyin de kendini siper etmiş yıldız haritasının üstüne. Ne çare, o son çizgiyi çekmek bir türlü nasip olmamış adamcağıza. Gün ışığı sadece karanlığın, sadece yıldızların, sadece sessizliğin ve serinliğin değil; dervişin çizdiklerinin de

190


hükmünü sona erdirmekteymiş. Gece boyunca kumlara çizilen burç haritasını gün ışığında görmek adama bir türlü nasip olmamış. Çok uzun yıllar geçmiş; siz deyin yüz, biz diyelim bin... Bir başkası abartsın: milyon... Adam neredeyse elden ayaktan düşmüş, herkesin dalga geçtiği aciz bir ihtiyara dönmüş. Kokusu ağırlaşıp teni ölümün kapısına yaklaşmış da içindeki ruh, basbayağı babayiğit çıkmış. Sanırsınız pörsümüş tenin bir yerinde on sekizlik bir civanmert saklı... Adamın her ne kadar hareketleri ağırlaşıp gözleri körelmiş, kulakları duymaz olup ayaklarını ağrılar sarmışsa da; huy ve alışkanlıkları bir nebze olsun farklılaşmamış. Adam, karanlık çökmeye yakın evinden çıkıp ıssız çöle geliyor; yıldızları seyretmeye, ardından da gökteki görüntüyü elinden geldiğince kumlara nakşetmeye başlıyormuş. Ömrünün son deminde, bir gün batımına doğru, yine evden çıkıp kendi dünyasının merkezine gelmiş. Gecenin olup karanlığın çökmesini beklemiş. Akşamın eli kulağındayken uzaktan bir kafile görünmüş. Eşeğin başı çektiği deve kafilesi ve iki elin parmaklarından bir iki fazla ahali... Kervan adama yaklaştıkça adam sağdan saymış on iki, soldan saymış bir eksik. Bir daha saymış yine aynı... Bir var bir yok nüfusu, gözünün kendine oynadığı oyun kabul etmiş. Kafile, yaşlı adamın yanına gelince selam sabahın ardından orada konaklamaya ve geceyi adam ile birlikte geçirmeye karar vermiş. Derviş sormuş: -Nereden gelip nereye gidersiniz? Kafiledekiler: -Elçiyiz ve kendimiz gibi olmayanlardan uzaklaşıp kendimize benzeyenlerin olduğu yerlere gideriz. -Doğru yere ve sizden olanlara ulaştığınızı nasıl anlayacaksınız?

191


-Onlar bizi dilimiz, dinimiz, cinsimiz; biz onları renkleri, mülkleri, nesepleri hakkında sigaya çekmeden yan yana durabiliyorsak doğru yerde olduğumuzu anlayacağız. Dervişin merakı devam etmiş: -Kimin elçisi olursunuz? -Öğrenmenin elçileriyiz; öğrenmenin ve ayıbın ve dahi utanmanın. Kısa bir hoşbeş ve birkaç sohbet cümlesinden sonra kafiledekiler adamın böyle ıssız bir yerde tek başına bulunma sebebini duyup öğrendiklerinde ona yardım teklif etmişler. Adam, çocuk gibi sevinmiş. Derdini tafsilatlı biçimde anlatmış. Rüzgârdan, bilhassa da bad-ı sabadan şikâyetini dillendirmiş. Kafilenin bir görünüp bir kaybolan on ikinci sakini "O iş kolay!" demiş. Gece boyunca, yıldızların ışığı körelmesin diye, ne ateş yakmışlar ne uykuya dalmışlar. Gökteki her ışığı, çölün yüzüne büyük ihtimamla işaretlemişler. Haritada yıldızlardan bir teki bile eksik kalmasın diye canla başla uğraşmışlar. Semadaki her cismi, kumun üstüne cismin şavkına uygun büyüklükte işlemişler. Yaşlı adam, sabaha karşı kafiledekileri uyarmış: -Birazdan rüzgâr çıkacak ve bütün çabalarımız uçup gidecek. Meraktayım, çareniz neyse söyleyin. Kafilenin tüm üyeleri, bu uyarı üzerine üstlerindeki geniş ve tüm bedenlerini baştan ayağa kaplayan entarilerini çıkarmışlar. Adam hariç tüm ahali anadan üryan kalmış. Mahremlerini örtmeye yeltenmeden; utanmadan, sıkılmadan, başlar açık tenler çıplak halde haritanın çevresinde daire olmuşlar. Giysilerini birbirine ekleyip çöle çizdikleri çizgilerin çevresini sarmışlar. Çemberin etrafını o kadar sağlam tahkim etmişler ki; ne içeriye bir kuvvetin dâhil olması ne dışarıya herhangi bir günahın kaçması mümkün olmuş. Rüzgâr esmiş esmesine, ne gam! Milim dokunamamış işaretlere. Yere

192


kondurdukları tek çizgi, tek halka, tek nokta bile etkilenmemiş. Gökteki asılları nasılsa kumdaki suretleri de öylece, milim kıpırdamadan durmuşlar oldukları yerde. Adam çocuk gibi mutlu, uğrunda bir ömür harcadığı maksadına nihayet nail olmuş. Bir o kadar şaşkın, karşısında kadınlı erkekli bir grup insan ve hepsi çırılçıplak. O şaşkınlıkla teşekkür etmeyi dahi unutarak sormuş: -Nasıl olur da mahreminizi birbirinize bu kadar rahat açık edersiniz? Nefsiniz bir diğerine hiç mi uyanmaz? -Yola başlarken ve dahi yolu yürürken başlangıçtaki maksadını unutmazsan nefse hükmetmek zor olmaz. Biz gözümüzü yolun sonunda durandan, bizi orada bekleyen sevgiliden bir an olsun ayırmadığımız için dönüp de birbirimizin edebine bakmak aklımıza gelmez. Adam nasıl mutlu, nasıl teşekkür edeceğini bilemez ve dahi nasıl yorgun argın... Üstelik yaş yetmiş... Her yanını saran heyecandan dolayı tir tir titriyor. Utanmasa çocuklar gibi ağlayacak. Gözünü bir an kapatsa anında uyuyacak. Adamlar halini görüp dinlenmesini istemişler. "Merak etme." demişler, "Gönül rahatlığıyla uyu. Bad-ı saba geçip gidene kadar biz buradayız. Senin bunca yıldan sonra kavuştuğun mahremi korumak artık bizim vazifemiz. Ve bize hakkını helal et! Senden çok şey öğrendik.” Adam şaşkın, kafiledekiler kendisinden ne öğrenmiş olabilirler ki! Yorgunluk, heyecan, maksada nail olma izin verse belki düşünüp anlayacak söylenmek isteneni ne var ki “Şimdi bunun vakti değil.” deyip gönül rahatlığıyla uyumuş. Kuş uykusu, denecek bir süre... Belki hafif bir şekerleme, ne kadar sürdüğü bilinmeyen bir kendinden geçme hâli... Olsa olsa bir Kıtmir uykusu... Kalkmış bakmış, etrafta kimse yok.

193


Yerdeki yıldız işaretleri olmasa, aklında kalanlara rüya diyecek ve gülüp geçecek. Büyük bir heyecanla yıldızların işaretlendiği noktaları birleştirmeye başlamış. Önce iri ve parlak olanları kendi içlerinde buluşturmuş, ardından daha az görünenleri kümelemiş. Birbirinden ayrılmayanları, tek başına kalmış olanları, Kervan Yıldızı’nı uçlarından tutup birbirine eklemiş. Hepsini tamam etmiş; Büyükayı’yı, Küçükayı’yı, kepçe görünümlü takımyıldızlarını... Gece boyunca beyaz bir tabak gibi tepelerinde duran dolunayı da kusursuz bir yuvarlak olarak baş kısma oturtmuş. Son olarak Zühre Yıldızı'ndan kendine doğru bir çizgi çekince işi bitmiş, haritası tamam olmuş. Başarmanın keyfiyle birkaç adım geri çekilip ortaya çıkan manzaraya bakmak istemiş. Bakmış da... Bir süre gördüklerine pek anlam verememiş. Ortaya çıkan görüntü, bir haritadan çok bir gölgenin resmi gibiymiş. Bir zaman gördüğüne inanmak istememiş. Meğer adam ağrılarına iyi geldiği için çöle her geldiğinde sırtını akşam güneşine dönüp oturmayı huy edinmiş. Bu nedenle her seferinde gölgesi gözünün önüne düşermiş. Cisminden çok daha uzun gölgesi... Aslından daha iri sureti... Yere çizilen yıldız haritası da, bu yaşlı adamın kendi gölgesinden başka bir şey değilmiş. Adam biraz kızgın ancak daha çok kırgın: -Bunca yıl, göğün derinlerinde bunca yıl; bu kadar yakınımda duran, bende olan bir sırrı mı aramışım?" deyip köyüne yürümüş. Rivayet edilir ki, ölene dek bir daha da havanın kararıp yıldızların arz-ı endam ettikleri vakit kafasını dışarı uzatmamış. -Abi bu kitabını nereden buldun? -Bir şey mi söyledin Sadık? Suyun sesinden duyamadım. -Bu kitabı abi, bu kitabı nereden buldun? -Hangi kitabı Sadık?

194


-Kendi Gölgesini Arayan Derviş -Kapıdan bırakmışlardır Sadıkçığım. Bu aralar herkes bir diğerini kendine benzetmek için misyoner olmuş anlaşılan. İş merkezlerine yakın yerlerde kalmanın böyle bir dezavantajı var işte: Kapıyı günde beş-on kez pazarlamacılar, birkaç kez de değişik inançların temsilcileri çalıyor. Hepsinin temel özelliği aynı: Kapıyı açtığınızda yüzünüze gülümsüyorlar, ilgilenmediğinizi söyleyip kapıyı kapattığınızda ise arkanızdan küfrediyorlar. -Kapıya, "Pazarlamacılar, Dilenciler ve Misyonerler Giremez!" diye yazsana... -Ne bileyim, yapamıyorum bir türlü. Sonuçta insan; bırakalım da, o kadarlık rahatsız etme haklarını kullansınlar. Pek öyle aman aman zararları da yok. Kapılara konulan o türden yazılar bana ayrımcılığın, ırkçılığın ilk basamağı gibi geliyor. Kimileri ürünlerinden numuneler kimileri de böyle kitapçıklar bırakıyorlar işte. -Abi girdiğimden beri soracağım unuttum; köşedeki tosbağa canlı değil, değil mi? -Canlı, canlı... -Hiç kıpırdamıyor da... Kendini kabuğuna hapsetmiş gibi... Bizim kooperatifin yeni üyesi mi yoksa? -İyi söyledin de üyelik kesmez onu, başkanlığa aday olacak gibi görünüyor. -Tam bizimkileri temsil edecek hayvanı bulmuşsun. -Dur, işimi bitirip geliyorum. Hikâyesini anlatırım sana. Fazla yüz vermiyorum; dünyanın bin türlü hâli var, kerata kendine yetmeyi öğrensin. Bak orada daha ilginç bir kitapçık var. Sarı kapaklı olan... Üzerinde cüce fillerin olduğu... -Sirkte Doğan Cüce Fil mi? -Evet, evet... Filler gerçekten cüceleşiyormuş bir zaman sonra. Ada cüceleşmesi, denirmiş bu duruma. Adada

195


yırtıcılar olmadığı için filler küçülüyorlar ya da büyüyemiyorlarmış. -Olur mu öyle şey yahu! Olsa olsa hayali adalarda olur öyle şeyler. -Oluyormuş ama! Önce benim de aklım pek almamıştı. Kıbrıs, Girit ve yakın adalarda binlerce yıl önce yaşamışlar. Boyları da bir metreyi pek fazla geçmezmiş. Oku istersen, ben tıraş olup geliyorum. Uzun yıllar önce, insanların kendi hallerinde yaşayıp alışverişlerini mağazalardan çok tezgâhlardan yaptıkları zamanlarda; şımarık bir şehzadenin gazabına uğrayan bir sirk, tüm mensupları ile birlikte, Akdeniz'deki adalardan birine sürgüne gönderilmiş. Sirkte çeşit çeşit eğitimli hayvan; aslan, kaplan, fil, maymun, papağan, köpek, zebra... İşinin ehli baytarlar, dediğim dedik yöneticiler, türlü huylara sahip hayvan terbiyecileri, uysal bakıcılar… Değişik hünerleri olan sanatkârlar; ateşbazlar, cambazlar, akrobat ve trapezciler... Emir demiri keser, pılılarını pırtılarını toplayıp adanın yolunu tutmuşlar. Bindikleri gemi çeşit çeşit badireleri atlatıp nihayet adaya ulaşmış. Sirkin çalışanları şaşkın; iskelede kendilerini bekleyen ne bir erkek ne bir kadın ne bir çocuk... Sadece birkaç kedi dolanmakta ortalıkta... Onlar da kısmetlerine bir parça balık düşer diye gelenlerin yüzlerine boş boş bakmakta... Sanatçı kesimi ilgiyi, gösterişi sever. Alkış eksik olursa arıza çıkar. Kimi "Ben gemiden inmem." kimi "Nerede kırmızı halı?" kimi de "Çiçeklerle donatılmış tak olmasa da birkaç demek çiçek de mi yoktu?" diye ileri geri konuşmuş. Patron anasının gözü, "Beş dakika içinde gemiden inmeyen yüzerek geri dönmeyi göze alsın." diyerek tartışmayı kesip atmış. Birkaç sızlanma ve itiraz da benzer biçimde atlatılınca iş gelmiş hayvanların tahliyesi ile malzemelerin taşınmasına.

196


Kumpanyanın bir kısım çalışanları sirkin koca çadırını kurup sahneyi bir an önce hazır etme telaşına girişmiş. Bakıcılar, hayvanların bakımını yapıp onları beslemekle uğraşıyor. Hayvanlar deniz iklimine pek alışık değiller; kimi miskin miskin uyukluyor kimi midesindekini çıkarmaya bahane arıyor. Patron mola vermiş ve hemen döneceğini söyleyerek adanın merkezine doğru yürümeye başlamış. Milletin canına minnet; patron yoksa çalışma da yok... Herkes olduğu yere kıvrılıp uyumuş, haliyle yol yorgunluğu... Bir gün, iki gün, üç gün... Kalan erzak ile idare edilerek geçmiş. Bu arada patrondan haber yok. Fillerin bakıcısı hepsini toplayıp türlü türlü masallar anlatıyor onlara. Gülüp eğlenerek, yatıp uzanarak, yiyip içerek bir haftayı tamam ediyorlar. Patrondan hâlâ ses yok. Meraklanıp telaşlanmışlar. Herkül ile cambazı, patronu araması için adanın merkezine göndermişler. Bir zaman, onlardan da haber çıkmamış. Son olarak yağız atlara bir sıçrayışta binen sütun bacaklı kız ile palyaçoyu göndermişler. Elbette onlar da gayba karışmış. Derken mesele anlaşılmış, adalılarla tanışan her kim olursa olsun; o da anında, adalılar gibi kaygısız, rahat ve keyfine düşkün oluyormuş. Patron uyanık, buradakilerin sirkin gösterilerini izlemek bir yana, önünden geçmeye bile niyetleri olmadığını adalılarla tanıştığı ilk anda kavramış. Durum böyle olunca mola vakitleri uzamış. Biten molayı başlayan molalar izlemiş. Çalışmak gerekirse diye molaların arasına kısa çalışma molaları koymuşlar. Adada geçen belli bir zaman sonra; başta patron ve yöneticileri esir alan rehavet, ardından sirkin diğer çalışanlarına, sonunda da hayvanlara sirayet etmiş. İşin doğrusu adalılar öyle tembel, öyle rahatına düşkün insanlarmış ki gösteriyi evlerinde yapsanız bile izlemeye niyetli görünmüyorlarmış. Bir süre sonra, payitahttan gönderilen paradan paylarına düşen bölümü almak için,

197


yılda birkaç kere yapmaları gereken gösterileri bile yapamaz hale gelmişler. Tahsis edilen istihkakı alabilmek için eksik faaliyetler, kâğıt üzerinde tam gösterilmiş. Yönetici, sirki açık tutabilme ve personeli bir araya getirme hususunda umudunu yitirince istifasını ilkin patrona, ardından da ilgili makamlara ulakla iletmiş. Kumpanyanın tüm üyeleri; ateş yutan ateşbaz, onlarca seyircinin bindiği arabayı dişleriyle çeken Herkül lakaplı yiğit, tek hamlede ata binip tek hamlede atın üzerinde amuda kalkan sütun bacaklı kız, ipte yoldakinden daha rahat yürüyen cambaz, kocaman domates burunlu palyaço ve dahi ekipte daha kim varsa hepsi teker teker adanın muhtelif yerlerine dağılmış. Kimi kayıkta, kimi kayalıkta, kimi saman yatakta, kimi de sıcak yârin koynunda kırk yıllık adalı gibi yaşamaya; daha doğrusu, pineklemeye başlamış. O sütun bacaklı kız evlenip çoluk çocuğa karışınca içinden inanılmaz derecede cazgır bir cadı çıkıvermiş. Her yanı kas yığını olan Herkül lakaplı adam, kahve köşelerinde ergenlerin oyuncağına dönüşmüş. Çelikten sağlam kaslarının sarkması neyse de, bağırsaklarından gelen hava akımlarını kontrol edemeyip olur olmaz yerde dışarı salıvermesi kendisini itin uğursunuz diline düşürmüş. Ömrü biten hayvanlar da teker teker mezarlık niyetine denize gömülünce geriye azimli ve hırslı bir fil terbiyecisi ile biri dişi biri erkek iki fil kalmış. Sirkin güvenliğini sağlamaktan görevli cengâver bile vazifesinin ne olduğunu unutup kendini adanın kuzey yöresindeki sahipsiz bir fenerin memuru tayin etmiş. Akşam olup karanlık çöktü mü etraftaki ayak takımıyla işret eylemeye başlamış. İyi olan taraf, kandili yaktıkları yerde efendice söndürmeyi bilmişler. Gecelerini adanın üzümleriyle yapılmış şaraplara, günlerini ise kulenin karanlık mahzeninde uykuya vakfetmiş. Filler ve disiplinli fil terbiyecisi de olmasa; ortalıkta, sirkin oraya kalebentliğe

198


sürgün edildiğine dair tek işaret bulunmayacakmış. Er zaman zor zaman, geç zaman güç mekân... Aradan üç beş asır kadar daha geçmiş. Masal bu ya; adanın ne doğumla nüfusu artmış ne ölümle sakini azalmış. Herkes kendi boyunda posunda, bütün otlar kendi uzunluğunda, bütün böcekler kendi cisminde olurken bu iki fil küçüldükçe küçülmeye başlamış. Dört metrelik boyları inmiş bir metreye... İki tonluk ağırlıkları inmiş üç yüz, dört yüz kiloya... Uzaktan görenler bunların fil olduğuna ihtimal vermemeye başlamış; filleri ata, mandaya, öküze benzeten dahi olmuş. Meğer tabiat ana her şeyi kendine benzetme kuralını burada da işletirmiş. Nasıl ki yüksekteki yaprağı yemek zorunda olan zürafaların boynu uzamak zorundaysa düşmanları kalmayan fillerin de cisimleri küçüldükçe küçülmüş. Küçülmeye küçülmüşler de eğitimden bir türlü kurtulamamışlar. Sabah akşam, sıcak soğuk, yaz kış, gece gündüz; velhasıl zaman mefhumunu tanımayan, işini kendinden çok seven, şahsi kıymetini unutup kendisine mesleğinin sağladığı kimliği sahiplenen bakıcıları hep başlarında durmuş. Aslında, işini hayatından çok seven bu adam da olmasa iki fil de adanın diğer sakinleri gibi günlerini gün edeceklermiş. Ancak her şey; denizin ateş, ateşin bulut, münafığın mümin, müminin müşrik olması mümkünmüş de terbiyecinin huyunun değişmesi mümkün değilmiş. Son derece sorumluluk sahibi ve işine sadık bu bakıcı, gün gelir de sirk yeniden eski şaşaalı günlerine döner ümidi ve dahi filler işsiz kalır korkusuyla eğitim işini bir türlü bırakamamış. Sanırsınız; sahneye, hemen o gece dünyanın en önemli gösterisini yapacak kumpanyanın üyelerini hazırlıyor. O derece disiplinli, ciddi ve burnundan kıl aldırmaz vaziyetlerde... Filler ağırlaşıp yeteneklerini yitirmesin diye sürgün öncesi zamanlardaki gibi sabahın köründe kaldırılıyor; bakımları yapıldıktan sonra

199


yemek ve su ihtiyaçları gideriliyor ve eğitim kaldığı yerden devam ediyor. Günün birinde dişi filin yediği içtiği miktar değişip davranışları farklılaşmış. Bir süre sonra da hamile olduğu anlaşılmış. İki yıl boyunca karın şişmiş de şişmiş. Tam kış öncesi yağmurların başladığı, göğün aralıksız şarladığı zamanların birinde nur topu gibi bir yavru dünyaya gelmiş. Yavrunun öyle sert, öyle kararlı, öyle dik, öyle meraklı ve öğrenmeye öyle istekli bakışları varmış ki; sanırsınız tarihin her anını not alma uğraşında bir vakanüvis... Bakıcı yavruya, biraz da bu durumundan ötürü, Şahit adını koymuş. Yavru, bir iki gün sendelese de, haftasına varmadan ayaklanmış. Ayaklanmasına ayaklanmış da annesinin yanından epeyi bir zaman ayrılmamış. Anne nereye, yavru oraya... Annesi hangi otu yiyorsa ardından o da aynısını yemeye başlıyor. Yetmiyor annenin memesinden çölde susuz kalmış derviş, meyhanede meysiz kalmış ayyaş, pirinin sesinden yoksun kalmış keşiş gibi ağzını şapırdatarak süt içiyor. Yaşına girmeden hortumunu kullanmayı, onunla susuzluğunu gidermeyi öğrenmiş öğrenmesine de, yine de anne memesini bir türlü bırakmamış. Bir yaşını geçmiş sütü kesmemiş, iki yaşı geçmiş memeden uzak durmamış, üç yaşına gelmiş hâlâ gözü annede... İş böyle olunca fil terbiyecisinin canı sıkılmış, işini yapamaz hale gelmiş. Canından çok sevdiği yavrunun dikkatini eğitime toplamak maksadıyla kimi davranışlarını değiştirmiş. Her fırsatta okşayıp sevdiği yavru ile arasına mesafe koymuş. Yavru fil şaşırmış; ailesinin bir üyesi bildiği bu dünyalar iyisi adam neden kendinden uzak durmaktadır? Aslında Şahit, pek de öyle âsi ya da hırçın sayılmazmış. Birçok fil yavrusunun beş altı yaşına gelmeden yapamadığı tahta tekneden suyu çekip ortasında ateş yanan çembere fışkırtma numarasını o daha

200


iki-üç yaşındayken yapmaya başlamış. Sadece bunu mu; özel olarak yapılmış davulun üzerine sakince çıkıp arka ayakları üzerinde havaya kalkmayı, çalınan ritimlere kuyruğuyla uyum sağlamayı, kulaklarını bakıcının gösterdiği yöne göre oynatmayı pek de sorunsuz ve mucize denecek kadar kısa zamanda öğrenmiş. Ancak bu kadarı adama yetmemiş. Can çıkar huy çıkmaz; adam, yavrunun eğitim işini hızlandırmak için anne fili uzak bir yere götürüp bırakmış, ne fayda! Her ikisinin de feryatları yeri göğü inletmiş. Böylece de yerlerini belli edip birbirlerini bulmuşlar. Buluşunca da anne sakin, yavru keyifli... Beslenme işi kaldığı yerden sürmüş. Bakıcının niyeti kötü değil; gayesi ve yöntemi farklı sadece... Zaten istese de hayatının bir parçası olmuş ana baba fil ile kendi evladı saydığı yavruya nasıl kötü gözle bakabilir? Ancak yavruyu eğitmeyi kafasına koymuş bir kere. Çözüm olarak anne filin memesine yaprak sarıp üstüne de yağlı hamur yapıştırmış. Bunun da yararı olmamış. Şahit, adamın memeye özene bezene sardığı yaprak parçaları ile kurudukça taşlaşan hamuru küçük bir hareketle çekip mideye indirmiş. Adam kızmış ve anne filin meme ucunu ateşte kora çevirdiği demir parçasıyla dağlayıp süt kanallarını köreltmiş. Dişi filde bir çığlık, bir feryat, bir haykırış, bir yaygara... Sanırsınız yeni doğmuş bebeğin etleri kerpetenle sökülüyor. Sanırsınız bülbülün gözü toplu iğne ile deşiliyor. Sanırsınız avcıların tekmili birden ceylan yavrusunun üstüne çullanmış. Anne kaçıp gitmiş uzağa, yavru da arkasından... Yavru, süt için memeye yaklaştıkça anne canının acısından uzağa kaçmış; yavru, memeyi soğurdukça anne soğuk terler dökmüş. Şahit dilini memeye değdirdikçe yanık et parçasına, kokladıkça is kokusuna yakın olmuş. Süt emme işi sona ermiş ancak o günden sonra ne anne fil ne Şahit eğitime bir daha gönülden yanaşmış.

201


Anne fil kendi içine sığınırken yavru fil herkesten, her şeyden, her yerden uzağa gitmeye başlamış. O dağ senin bu tepe benim, o yaprak asmanın bu yaprak dutun diyerek gezmiş. O önde, terbiyeci arkasında dağda çayırda dolaşmışlar. Bakıcı, türlü numaralarla yanına çağırmış, Şahit ondan uzak durmuş. Biri masallar anlatmış, öbürü dinlememiş. Adam yiyecek vermiş, Şahit yememiş. Daha da beteri şu ada cüceleşmesi denilen illet, Şahit'e de sirayet etmiş. Şahit, günler geçtikçe büyüyüp serpileceğine küçülmeye başlamış. Zayıflamış; ayakları çöpe, derisi baklava yufkasına dönmüş. Bir gün ne olmuş bilinmiyor; her akşam o önde, bakıcı arkada dönen bu ikili de eksiklik olmuş. Şahit, o akşam yuvaya tek başına dönmüş. Adam, ortalıkta görünmemiş. Uzun zaman sonra bir gün adamın cesedini neredeyse çürümek üzereyken bulmuşlar. Adamın üstündeki yırtık pırtık giysilere, zamanında fötr olduğu sanılan komik şapkaya, ayağına epeyi büyük ayakkabılara anlam verememiş kimse. Biraz ileride samanla doldurulmuş korkuluğu görünce işin aslını anlamışlar. Meğer bakıcı kendi giysileri ile korkuluğun giysilerini değiştirmiş. Giysiler çıkarılınca asıl dehşet çıkmış ortaya: Adamın bütün bedeni mosmor... Vücutta ezilmemiş, parçalanmamış yer yok. Orasını ellemişler çürük, burasına dokunmuşlar patlıcan moru... Gömleğini sıyırıp göğüs kafesine bakmışlar, kaburgaların tümü dışarı fırlamış. Pantolonu çıkarınca görmüşler ki, kaval kemiği paramparça. Kaslar uzun süre kaya altında kalmaktan lif lif ayrılmış. Kokusu desen, evlerden ırak: Ha hayvan leşi ha bu kokuşmuş mevta... Giysiler ayrı rezillik... Boynunda deri sicimle asılı bir anahtar sallanıyor ve bir tek bu anahtar sağlam... Oracığa defnetmişler adamı, uzaktan kendilerini izleyen Şahit'i yanlarına çağırmışlar; boşuna! Yavru, olan biteni hareket etmeden öylesine izlemiş.

202


-Okudun mu Sadıkçığım? -Bitmedi abi ama böyle saçma masal mı olur? -Nerede kaldın? -Adamı, üstünü taşlarla örterek, defnettiler. Baş kısmına diktikleri taşa da onca zaman göğsünde sakladığı anahtarı astılar. Yavru fil de tek başına uzakta durmuş onları izliyordu. -Sonu oldukça ilginç bitiyor; istersen kitabı yanına al, sonra okursun. Bu arada ben hazırım, istediğin zaman çıkabiliriz. -Tamam abi, çıkalım. Yok yahu, okumama gerek yok. Hayat böyle saçmalıkları kaldırmayacak kadar kısa. -Nasıl istersen Sadıkçığım. -Abi, sen de buralardan taşınsan mı artık? Böyle tuhaf tuhaf durumlar oluyor ve de tekinsiz adamlar dolaşıyorsa sana daha sakin bir yer mi bulsak? -Benim pek şikâyetim yok Sadıkçığım. -Hayır, epeydir büronun kirasını ödemekte de zorlanıyoruz. Daha kenar bir semtte, daha mütevazı bir yer tutabiliriz. Aslında epeydir formalite gereği bir adrese ihtiyacımız var. Arkadaşlardan da ne gelen var ne soran... Sadık ile Mazlum dışarı çıkıp yürüdüler. Daha çok Sadık konuştu. Mazlum, kendi sesini dinledi. Malumun ilanıydı Sadık'ın söyledikleri. Ortakların kooperatife ilgisizlikleri, hayatın pahalılığı, kimi insanların kimi işlere hiç bulaşmaması gerektiği, bilindiği gibi bir çocuğu olacağı, bir baba adayı olarak daha sorumlu davranma zorunluğu, düşüneceği bir boğaz daha olduğu, bütçesinin biraz zorlandığı, Şefkat'in bir süre ücretsiz izne ayrılacağı... Hayat böyle anlarda, istemeden de olsa, ne kadar acımasız olur, değil mi? Bin yıldır yanınızda olan kişi; sevgiliniz, karınız,

203


kocanız, arkadaşınız, evladınız, ananız ya da babanız... Bazen kardeşiniz, bazen canınızdan bir parça arkadaşınız, sizin için kurşunların önüne atılıp bıçağın altına yatmış bir kavga yoldaşınız... bir anda sizin patronunuz oluverir. Yıllardır yüklendiğiniz, taşımaktan kamburunuzun çıktığı kimlikler aniden değişmiştir. Bunu yapan karşı komşu olsa insanın içi acımaz. Günlerce sizi sorgulayan polis amiri olsa bu kadar iz bırakmaz. Okulda öğretmeniniz, fabrikada şefiniz, askerde çavuşunuz olsa kırılmazsınız. En yakınınızdaki birinin bir anda, sırf parası var diye, sizin sahibiniz olması dayanılır gibi değildir. Susarsınız, elinizden pek de bir şey gelmez. Her şeyin en iyisi, en doğrusu, en haklısı, en müsait ve münasibi, koydu mu oturtanı, vurdu mu yere yıkanı, el attı mı halledeni, küreklere asıldı mı engin denizleri aşanı ve daha bilcümle kazanan tarafta duranı ondan başkası değildir. Ve ona meşruiyeti sağlayan sihirli değnek, paradan başka da bir şey değildir. Siz yenilen tarafta durmaktasınızdır. Roller farklı dağıtılmış olsaydı siz de öyle mi davranırdınız? Belki! Bunu kimse bilemez. Belki siz de gücün, o paranın, o dayanılmaz akıntının girdabında kaybolurdunuz. Bu konuda kimin garantisi var ki? Bu devirde kimin ahlakına kefil olunur? Böylece yürüdü iki eski arkadaş. Yeni patron ile onun personeli... Gerçek amir ile suskun memur... Yürüdükçe konuşma uzadı, konuşma uzadıkça yeni dertler ortaya çıktı. Biz, her kim ise bu biz! Ya da kim bilir kimleri kapsayan bu biz! Biz, başaramamıştık ancak bu işten kârlı çıkma şansımız hâlâ vardı. Devir fırsatlar devri... Her taraf, krizlerden başarı hikâyeleri çıkaran kahramanlarla dolu... İnşaat kâhyaları müteahhit, müteahhitler parti başkanı, parti başkanları milletvekili, milletvekilleri bakan, bakanlar başbakan oluyor. Arabanızın markası dünya görüşünüzden çok daha önemli... Adisyona bıraktığınız bahşiş ne kadar saygın olacağınızı

204


belirliyor. Hayatın bekleme odasında uzun zaman oturmaya, orayı bu kadar uzun süre meşgul etmeye kimsenin hakkı yok. Zaten gereğinden fazla oturmanız hâlinde, odanın görevlisi gelip sizi dışarı atıveriyor. Kimse de "Kimsiniz, necisiniz, kimlerdensiniz, derdiniz nedir?" diye sormuyor. Ayrıca gözünüzün yaşına bakan da pek yok. Nihayet dilin altına sığmayan bakla da ağızdan çıkar: Birileri kooperatifin arsasına taliptir. Tüm hisseleri değerinin üstünde devralabileceklerini söylemektedirler. Kooperatifin her ortağına, Sadık'ın çalıştığı inşaat şirketinin yapımına yeni başlayacakları siteden, birer daire ve sıfır bir yerli araba teklif edilmektedir. Tüm arkadaşların bir evi ve arabası olacaktır. Mazlum'un bile... Hem böylece yeni bir hayata başlama şansı da ortaya çıkabilecektir. Sırtını sağlam bir kayaya yaslamadan ateş etmek, cahil eşkıyaların işi... Dibi görünmeyen suya atlamak aptalların marifeti… Çocuklarımız bizim yaşadığımız zorlukları yaşamamalı, onlara sağlam bir gelecek hazırlamak bizim vazifemiz. Mazlum Erdem şaşkın... Sorularla durumu anlamaya çalışan sudan çıkmış balık... Kanatları yolunmuş serçe yavrusu… Sadık, sağlam yanıtlar ve oturaklı ses tonuyla tereddüdü yok etmeye kararlı "gelecek zamanlar koçu"... -Adada kat sınırlaması var, o kadar yüksek katlı yapıya nasıl imar çıkaracaklar? Askeri yasak alan işi ne olacak? Hepsine tamam, diyelim; peki, Altın Dişli Kalamarların üreme alanları raporunu nasıl değiştirecekler? -Bu adamların öbür âlem hariç her yerde adamları var. Hatta büyük ihtimal orada da adamları var? Baksana kendilerinin karşısında duranların kaderini değiştirip itiraz etmeye kalkanların ecellerini öne çekebiliyorlar. Üstelik onların kasalarındaki altınlar, denizlerdeki tüm kalamarların

205


yuvalarını değerli metallerle donatmaya yeterli... Yönetim kurullarının yarısından fazlası emekli generallerden oluşuyor. Askeri şûrada bile bu kadar çok yıldız yan yana oturmuyor. -Bizim projemizi mi sürdürecekler? -Hayır! Bizim projeye dönüp bakan mı kaldı? Güldürmeyin adamı! Bırakın projelerimize; babasının hayrına, kimse yüzümüze bile bakmıyor. Çok uluslu bir turizm şirketi... Bünyesinde beş yıldızlı otel zincirleri de bulunuyor. Buraya da, Avrupa ve Amerika’daki otellerinin benzerini yapacaklar. Ayrıca adamlar, turizmin ölü sezonunda da olsa, kooperatif üyelerine bir haftalık indirimli konaklama imkânı bile tanımaktalar. Bölge belediyesine, bir kısmı makbuz karşılığı bir kısmı da açıktan bağışta bulunarak yüksek kat hususunu halletmişler bile. -Nasıl olur da bizim projemiz orta yerde dururken böyle işler yapabilirler? Bunlar bizi hiç mi tanımıyorlar? -Tanıyorlar, eminim ki bizi bizden iyi tanıyorlar. Belki de o nedenle bu kadar rahatlar zaten. -Bu sefer yenilmemeliyiz, hiç olmazsa bu sefer yenilgiyi kabul etmemeliyiz. Burayı; bu adayı, bu arsayı, bu birlikte yaşama fikrini ve bu hayali savunmamız gerek. Yoksa kalan ömrümüzde yapacağımız hiçbir işte samimi olamayız. Daha önemlisi hiç kimseyi içten kucaklayamayız. Birbirimizi bile... En önemlisi de, kendimizle barışmamız bir daha mümkün olmayabilir. -Nasıl sözler bunlar? Nasıl ilkel bir bakış tarzı? Ne yenilgisi, ne barışması... Farkında olmamız gerek artık! Dünya, dolayısıyla ülke, değişiyor. Üstelik değişen sadece ülkenin ekonomisi değil; binaları, sokakları, parkları, mağazaları değişiyor. Yetmiyor, insanları... Onların değer yargıları, dilleri, yemekleri, zevkleri, aşkları, sevme ve sevişme biçimleri değişiyor. Paran varsa başarmış yoksa yenilmişsin demek.

206


Yeni ahlak bu! Tek geçerli akçe bu! Hareketin zeki ve kurnaz bütün elemanları farklı yerlere savruldu, hepsi daha iyi bir hayata sahip artık. İktidardaki partinin elit kesimini bizim arkadaşlar veya benzer gelenekten gelenler oluşturuyor. Yanımızda kalanlar, deyim yerindeyse, Yansıtmacı artıkları… Posası, paryası, işe yaramazı… Muteber insan olmanın tek ölçüsü var: başarmış olmak… Hangi hususta, hangi yöntemle ve neye mal olursa olsun başarmış olmak… Başka da ölçüt yok, inan buna. İnan ve kendini kapattığın kabuktan çık artık. Sen hâlâ gezdiğin her yerde Zühre Abla'yı arıyorsun. Ölüleri diriltmeye çalışıyorsun. Ölüleri sevmekten vaz geç artık. Ölüleri çok yıkamamak gerekirmiş. Çok yıkanırsa kokuları çıkarmış. Zühre Abla öldü, onunla birlikte ona ait her şey de öldü. Kendini bir kavgaya vakfedenlerin devri kapandı. Devir, kavgayı kendine ait kılanların devri… Düştüğün yerden bir avuç toprak alarak kalkmak önemli… Sen hariç herkes kabullendi bunu. Sen de kabul et ve hatıralarda yaşamayı bırak. Kaç sene oldu hapisten çıkalı? Beş... Beş koca yıldır dışarıdasın. Hapiste geçen 8 yılı da sayarsak 13 yıldır kimseyle birlikte olmadın; sevişmedin, öpüşmedin, kimseyi koklamadın. Kimsenin de seni koklamasına izin vermedin. Sana bu gözle yaklaşanları görmezlikten gelerek kapıdan kovdun. Biz hepimiz üstümüze düşeni yaptık, sen hariç. Sen hariç abi. Biz hepimiz hayat kavgasının bir ucundan tuttuk. Şefkat, küçük kız kardeş olmaktan çıkıp anne oluyor. Ben binaları yıkıp daha yükseğini yapıyorum. Şimdi gidip uğruna hapis yattığın adamlara, gecekondu sahiplerine gidip "Bu iki adamdan hangisi daha iyi?" diye soralım. Evleriniz yıkılmasın diye hapis yatan Mazlum Erdem mi yoksa üç kuruşluk kıçı kırık evlerinizi alıp size asansörlü daireler veren Sadık Sağlam mı? Olacak olanın önünde kimse duramayacağı gibi biz de

207


duramayız. Bak, istesek de istemesek de uçaklar havalanıyor, trenler ilerliyor, vapurlar okyanusları durmadan aşıyor. Kutuplar bile eriyor abi. Ancak ne hikmetse bir tek senin içindekiler erimiyor. Bencillik sadece kendi için istemek, kendine ait kılmak veyahut mülkiyet güdüsüyle olmaz. Kendi tarafında olanların haklarını engelleyen kişi, bireysel olarak hiçbir şey elde etmese de, bencildir abi. Hepimizin arasında en büyük kavgacı, en büyük direnişçi, en inançlı her daim sen oldun ya da biz seni öyle kabul ettik. Oysa sen yerini değiştirmek, bir adım öteye gitmek için bile kılını kıpırdatmadın. Yüzmek için berrak nehir, içmek için duru su aradın. Sıcaklar kavurucuysa yüzecek, dudakların çatlamışsa içeceksin abi, kural bu. Suyun soyunu sopunu, gelmişini geçmişini, meziyetini ya da düşkünlüğünü tartışmak zenginlerin işi. Bize, suyun elden geldiğince temiz yerini bulup oradan susuzluğumuzu gidermek düşer. Sonrakileri düşünüp suyun kaynağını kirletmemek bile erdemli hareket sayılıyor artık. Geridekilere ne kadar temiz bir yer bırakabilirsek o kadar iyi. Sen de gel ve hepimizin su içtiği çeşmeden susuzluğunu gider artık. Bütün bir ömür kıyıda oturup nehrin akışını, denizin dalgalarını izleyemezsin. Kimsenin böyle bir lüksü yok abi, tanrının bile yok. Bak tanrılar, dinler, peygamberler bile çağlara, coğrafyaya göre değişiyor. Hiç mi fark etmiyorsun; birileri seni öldürmek isterken birileri senin için ölmeye hep hazır oldu. Oysa senin kendine hükmedebilecek kuvvetin bile kalmamış. Kendine bile söz geçiremiyorsun. Sen hariç hepimiz öyle ya da böyle kirlendik, pislikten payımıza düşeni aldık. Sözüm ona sen temiz kaldın. Sana göre bütün arkadaşların, ben de dâhil, kavgaya ihanet ettik; bir tek sen bağlı kaldın geçmişe. Kimseye ihanet etmedin belki ancak kimsenin yolunu da açmadın. Farklı yere yürümek isteyenlerin yoluna set oldun

208


Bir tek sen temiz kaldın. Maalesef bu dünyada kimsenin bu kadar temiz kalma hakkı yok abi, hiç kimsenin yok. Adı Mazlum Erdem olsa da yok. Zühre'nin hatırasına tapınan yeryüzünün son sadık sevgili olsa da... Sadık, bu sözlerin ne kadarını içinden ve ne kadarını Mazlum Erdem'in yüzüne söyledi, bilinmez. Üstelik Mazlum Erdem de bu sözlerin ne kadarını dinledi ve ne kadarını binlerce yıldır üzerinde taşıdığı koruma kalkanları sayesinde savuşturdu, bu da bilinmez. Mazlum Erdem, sadece herkesin Zühre'yi öldürmeye çalışmaktaki bu telaşına şaşırdı. Oysa devlet bile, onun günden güne kendi etinden yiyip kendi kanından içerek ölüme yürüyüşünü sabırla beklemişti. Mazlum bin yıllık arkadaşının, kavgasının en önemli kalesi Sadık Sağlam'ın, kendi ayıplarından ve mahreminden gözlerini ayıramadığını fark etti. İki insan, iki kardeş, iki kader arkadaşı birbirinin ayıbına, mahremine bu kadar dikkat kesilmişse işler pek de yolunda gitmiyor demektir. Varmak için birlikte çıktıkları yol çatallanmıştır da, kimsenin bunu itiraf edecek gücü olmamıştır ya da etmek işine gelmemiştir. Mazlum'un aklına fillerin hikâyesinin sonunu Sadık'a anlatmak geldi, vazgeçti. Anlatsaydı konuşmanın akışı farklı olur muydu, pek de umutlu değildi bu konuda. Sadık hikâyenin sonunu okusaydı, yine de aynı konuşmaları yapar mıydı, bunu da kimse bilemeyecek elbette. Meğer fillerin terbiyecisi, namı diğer Üstat Cebri, olur da bir gün sirk yeniden gösterilerine başlarsa, sorumluğu altındaki filler kenara köşeye atılmasın diye bunların peşini bırakmaz. Yavru da ortalık yerde kalmasın diye ona da yeni numaralar öğretme çabasını sürdürür. Uzaklara kaçan yavruya kimileyin rüşvetle kimileyin zorla yeni numaralar öğretme

209


gayretini bir an terk etmez. Bu numaralardan biri de içi samanla doldurarak hazırlanmış korkuluk üzerinde zıplama numarasıdır. Fil terbiyecisinin hazırladığı mizansene göre, sahnenin ortasında başında şapka, üzerinde yırtık pırtık giysiler bulunan bir korkuluk durmaktadır. Sahneye üst kısımdan oyuncak kuşlar sarkmaktadır. Kuşlar tarlaya doğru alçaldıkça korkuluk hareket etmekte ve tohumları kuşlardan korumaktadır. Kuşlar, korkuluk nedeniyle tohumlara ulaşamayınca, aç kalmaktadırlar. Bir süre sonra, kahraman filimiz, kapatılmış olduğu cam sandığın içinden çıkıp korkuluğu yere yıkmakta ve ardından da üzerinde tepinerek onu saf dışı bırakmaktadır. Aynı anda yukarıdan kocaman bir ulusal bayrak sarkmakta ve seyircilerle birlikte bağımsızlık marşları okunmaktadır. Hemen arka tarafta duran anne ile baba fil, çocuklarının bu muhteşem gösterisi karşısında arka ayakları üzerinde dinelip çevreye sular fışkırtmaktadırlar. Çıkardıkları keskin ve şen çığlıklar da cabası… Bundan böyle aç kuşların kursaklarını rahatça doldurmaları mümkün olacaktır. Ancak bakıcı ne kadar uğraşmışsa da Şahit'in korkuluğun üzerinde tepinmesini bir türlü sağlayamamıştır. Ne verdiği yiyecekler ne ettiği güzel sözler ne de anlattığı masallar yavruyu harekete geçirebilmiştir. Bu nedenle son gün korkuluğa giydirdiği giysileri kendi üzerine geçirip başındaki armalı şapkayı da korkuluğun kafasındaki eski şapkayla değiştirmiş ve kırk yıllık korkuluk gibi kollarını yana açıp Şahit'in kendisini yere yıkıp üstünde tepinmesini hareketsizce beklemiştir. Şahit, bakıcıya usulca yanaşıp bir süre beklemiş ve hemen ardından da bakıcının üstünde tepinmeye başlamıştır. Kitapta söz edilen ikinci sonda ise durum biraz daha farklıdır. Bakıcının ölümüne Şahit'in en küçük dahli dahi olmamıştır. Adam, sirkin geleceğinden umudunu kesmiş ve işgüzarlığından dolayı anne ile baba fil

210


gibi yavruya da haksızlık ve kötülük yaptığını nihayet anlamıştır. Ne yazık ki sorumluluk duygusu ve alışkanlıkları kendisinin bir kenara çekilmesini engellemektedir. Huyunu değiştiremeyeceğini anlayınca da, korkuluğun giysilerini üzerine geçirip kâh bedenini kayalara çarparak kâh yüksekten jiletten keskin taşların üzerine atlayarak kâh da eline geçen sopalarla bedenine vurarak hayatına son vermiştir. Bütün bunları gören Şahit'in dili olsa işin aslını anlatacaktır elbet. Belki iniltileriyle anlatmaya uğraştığı da aslında budur, nereden bileceğiz? Ne yazık ki, adanın altındakilerin de üstündekilerin bu iniltileri anlamaya hiçbir zaman niyeti olmamıştır. Mazlum, bunların hiçbirini anlatmadı ancak Sadık'tan epeyi şey öğrendi. Devletle ve suç çevreleriyle ilişkili tüccar kılıklı birileri, adadaki kooperatif arazisinin dışında kalan devlete ait bölümleri 49 yıllığına üstelik üç otuz paraya kiralamıştır. Kooperatife ait araziyi de alırlarsa yeni tesislerini inşa etmek için önlerinde engel kalmayacaktır. Sadık'a ulaşmaları, çalıştığı sektör itibariyle pek de zor olmamıştır. Sadık, patronunun odasına çağrıldığı zaman böyle bir teklifle karşılaşacağını bilemezdi elbette. Cehaletin verdiği şaşkın bakışlarla dinledi şirketin avukatlarını. Avukatlar sordu, Sadık yanıtladı. Adamlar işin Mazlum'da bittiğini anladı. Sadık, Mazlum Erdem ile aralarındaki dostluğun, aynı ailenin ferdi olmanın, yılların pekiştirdiği arkadaşlığın altını birkaç kere çizdi. Avukatlar, Yansıtmacılar Hareketi'nin amaçlarının ne olduğunu sorması üzerine uzun yıllar öncesine döndü. Gençlik günlerine ve hatıralarına... Aşklar geçti ilkin gözünün önünden, ardından kavga... Kol kola girmeler, sloganlar, protestolar, uykusuz ve aç günler, kitaplar, dünyayı değiştirmekteki o bitip tükenmez inat... Sadık, Yansıtmacılar

211


Hareketi'nin hayatının miladı olduğunu ilk o anda anladı. Ekmeği bölüşüp suyu paylaştığı arkadaşlarını hatırladı. Parasız ancak güçlü, ekmeksiz ama tok, bir başına fakat kalabalık olduğu sokakları... Patlayan silahları, afişlere eksik yazılan sözcükleri, duvarlardaki iri yarı harfleri, kimlik sorgulamalarını, saklanmaları, kortejlerde taşınan fotoğrafları... Birden durdu, Zühre Abla'nın cenazesi geldi aklına. Önde Şefkat, ardında tüyden hafif tabut, peşleri sıra gelen bir şehir... Önce şehir akıp kayboldu, ardından şehrin ahalisi... O ilk gençlik yıllarını yaşayan Sadık tüm bunlara bakıp durdu. Bütün bunları bıçkın bir delikanlı olarak seyretti ancak konuşmaya başlayınca olgun bir adam olarak konuştu. Sorumluk sahibi, yakında baba olacak, üstünde bir ailenin yükü olan gerçek bir erkek olgunluğuyla... Yansıtmacı Sadık, cenaze kortejiyle birlikte gözden kaybolmuştu. Büyük projeleri hayata geçirmeye kararlı bir şirketin tanıtım ve pazarlama bölümünün başındaki Sadık koltuğa iyice yerleşti. Hatırladıklarından ziyade, böyle ortamlarda hatırlanması gerekenleri anlattı. Sadık'ın patronu ile şirketin avukatları aynı biçimde, aynı tarafa bakarak hafifçe gülümsediler. Biri kendisinin de gençken saçlarını uzattığını ve gitar hevesi olduğunu söyledi. Bir diğeri Avrupa'da okuduğu yıllarda, öğrenci yurtlarında kız ve erkeklerin birlikte kalması için kimi gösterilere katıldığını anlattı. Sadık'ın patronu bile dile gelip komşularından gayrimüslim bir kıza âşık olduğu zamanları ve aile büyüklerinin bu konuda haylazlık yapmaması konusunda kendisini nasıl da usulünce uyardıklarını söze döktü. Böyle kalkışmaların gençlik yıllarında pek hoş olduğu üzerinde herkes mutabık kaldı. 1990'lı yılları idrak ettiklerini, yirmi birinci yüzyılın kapıyı çaldığını, toplumsal değişim ve dönüşümlerin ve daha birçok yeniliğin çok daha hızlı olarak onları beklediğini, artık kimsenin tek başına karar

212


veremeyeceğini, hiçbir işin kendi bildik kurallarıyla yürümeyeceğini... Gerçek iktidarın ve onun tüm kurumlarının; mahkemelerin, karakolların, orduların, bankaların, reklam şirketlerinin dünyadaki büyük devletlerin ve onlardan da büyük şirketlerin her yerde olduğunu anlattılar. Tam olarak tarif edilemese de yeni bir iktidar oluşmaktaydı ve aklı olan herkesin bu görünmez gücün yanında yer alması gerekiyordu. Sadık da ne eksik ne fazla, anladığı neyse kendi lisanıyla, hepsini Mazlum Erdem'e nakletti. Tetikçilerin yerini gazete yazarlarının, mafyanın yerini hâkim ve savcıların, komisyoncuların yerini siyasilerin aldığını söyledi. Herkesin kim oldukları tam olarak tarif edilemeyen ancak "Yüzde On" olarak adlandırılan bu komisyoncular aracılığıyla görünmez bir güce pazarlandığını, her müşkülün bunlar aracılığıyla ücret mukabili halledildiğini, dosya takipçiliğinin fikri takipçilikten çok daha muteber sayıldığını; kafayı koparmak, ayağa sıkmak, dalağı alıp ciğeri sökmek, mermi manyağı yapmak... gibi buyurgan dilin şiirlerdeki imgelerden çok daha etkileyici olduğunu ve daha birçok sözü arka arkaya sıraladı. Konuşmanın kasveti gökyüzünü kararttı, sıkıntılar bulutları bir araya topladı, şemsiyeler açıldı, şehrin sakinleri koşarak bir yerlere yetişmeye çalıştı ve nihayet beklenen oldu: Yağmur bardaktan boşanırcasına yağdı. Yağdı, yağdı, yağdı. Kimse dokunamadı bu ıslaklığa. Yalnız, terkisinde düş taşıyan bir adam; sırf toprak zedelenmesin diye, yağmur damlalarını daha havadayken yakalamaya çalıştı. Yakaladıklarını ceplerine doldurdu; gömleğinin içine, pantolon paçalarının kat yerlerine, çoraplarına... Yükünün tamam olduğuna kanaat getirince herkesi geride bırakarak kimsenin bilmediği yurtlara yürüdü. Sadık, evin ihtiyaçlarını almak için parlak ışıklarıyla herkesi içine çağıran alış veriş merkezlerinden birine, Mazlum ise

213


balık satılan tezgâhların arasından içkilerin neredeyse bayii fiyatına satıldığı ve bölge sakini alkoliklerden başka kimsenin uğramadığı tek tekçiye girdi. Aynı koca bardakta iki birayı arka arkaya içti, gözü kapının önünde tahta kasaların üstünde limon ve yeşillik satan adama takıldı. Kenara atılmış bir kaç yırtık marul yaprağını alıp cebine koydu. Büroda kendisini bekleyen adaşının bugünkü nevalesi de hazırdı artık. Daha ne kadar içti bilinmez, ortalık kimsesizlere kalmışken çıktı ve yürüdü. Kutsal bir geceyi idrak etmekte olduğunu, böyle zamanlarda zıkkımlanamayacağını, zıkkımlanacaksa da ayağını kırıp evinde oturması gerektiğini yanından geçmekte olan iki sorumlu yurttaş tarafından atılan omuzdan öğrendi. Herkesin inancı kendisine, benim tanrım içimde gibi bir şeyler söylemek istedi. Adamlar, dertlerini tam anlatamadıklarını düşünmüş olmalılar ki; az önce anlattıklarını önce tokat, ardından yumruk, sonra da tekme ile bir daha anlattılar. Siren sesleri, çakar lambalar, penceresiz araçlar ve nihayet üniformalar... Polis memurları; kutsal gecelerde leş gibi kokmamak gerektiğini, halkın kutsal değerlerine saygı gösterilmesinin önemini, buranın salyangoz satmak için uygun bir mahalle olmadığını, halkımızın böyle zamanlarda kolaylıkla galeyana gelebileceğini, sorumlu yurttaş davranışlarının böyle zamanlarda daha çabuk ortaya çıkabileceğini yasal bir dille zabıtlara geçirdi. Ardından karakola birileri gelip birileri gitti. Birileri gelip gittikçe memur beylerin tavrı değişti. İlkin lavaboyu kullanma izni çıktı Mazlum Erdem'e. Nöbetçi amir, çekmecesinden yüzde yüz pamuktan imal beyaz bir havlu uzattı. Ne diye hücrenin buz gibi zemininde oturmaktaydı ki; pekâlâ odadaki koltuklardan birine de oturabileceği söylendi, çay ikram edildi. Kaç şeker istediği soruldu. Mazlum şekersiz içtiğini söyleyince, kısa olmasa da ancak öyle uzun da

214


sayılamayacak bir süre, şekerin zararları ve çayın gerçek deminin porselen çaydanlıkta olabileceği üzerine sohbet edildi. Sabaha karşı, kendisini hırpalayanlarla barışma seçeneği gündeme geldi. Öpüp koklaşarak, yetmezse biraz da başı öne düşürerek sulh yolu bulunabilirdi. Bu cahil halkın Mazlum Beyimiz gibi münevver insanları anlamayacağı, bu tip gecelere gereksiz ehemmiyet atfedildiği, af etmenin büyüklükten kaynaklandığı, bu seferlik büyüklüğün Mazlum Beyefendi'de kalması gerektiği defalarca tekrarlandı. Mazlum Erdem, barışma konusunda aracı olanların ve bütün gece karakola girip çıkanların aynı kişiler olduğunu; bu kişilerin aynı zamanda kooperatifin hisselerini almaya çalışan şirketin de avukatlığını yaptığını, söz konusu hukukî mümessillerin rastlantı sonucu karakolda bulunduklarını, Mazlum Erdem'in adının son derece saygın çağrışımlar taşıyıp böyle it kopuklarla yan yana gelmesinin hiç de hoş olmadığını, şirketin buralara çok yakında olan birkaç yıldızlı otelinin çatı barında kutsal geceler dâhil olmak üzere istediği zamanlarda içkisini kendilerinin ikramı olarak yudumlayabileceğini ve hayatını kolaylaştıracak daha birçok değerli bilgiyi sabaha karşı karakol amirinin odasında şekersiz çay içerken öğrendi. Anladı, burası Paris'ti ve bütün bunlar bir taşralının başına sadece Paris'te gelebilirdi. Gün ağarırken kendisini öldürmeye çağırmış şehrin sokaklarını bir kere daha arşınladı. Büronun önüne geldi. Anahtarı çıkardı ve dikkatlice baktı: Açmak için mi kilitlemek için mi kullanacaktı. Karar verdi, uygun zaman gelince kilitleyecekti. Yukarı çıkıp adaşının yanında durdu. Cebinden marul yapraklarını çıkardı. Yaprakları yere, kendini koltuğa bırakıverdi. Mazlum Erdem, bin yıllık hareket arkadaşı Sadık'a kendi

215


hissesini devretmeyeceğini söyledikten sonraki günlerde, rastlantı sonucu olarak adlandırılan, birçok kaza yaşadı. Bir seferinde genç bir adamın kullandığı araba, fren hidroliği boşaldığı için elbette, hafifçe çarptı. Bir seferinde sahilde otururken birileri ile yan bakmadan dolayı tartışıp onlardan bayağı bir azar işitti; dövüldü, yüzü gözü kan içinde kaldı. Uyuşturucu sattığı şüphesiyle sivil polislerce içeri alındı, adını "nezakethane" olarak değiştirdiği nezarethanelerde daha sık sabahladı. Vakitli vakitsiz; kimileyin gece yarısı, kimileyin günün ilk ışıklarında, başka bir numara veya adresle karıştırıldığı için, büronun telefonu ve kapısı çalınır oldu. Dayanma gücü azaldı, gitme vaktinin geldiğini anladı. Âşıkların buluştuğu tepedeki çayhaneye geldi. Kapının girişine kırık kalp parçalarını, gerçekleşmemiş hayallerin artıklarını, verilip tutulmamış sözleri, daha fazlası mümkün olduğu için eskisi hükmünü yitirmiş umutları serpiştirmişlerdi. Paris'in çağırdığı bütün taşralı gençlerle birlikte kenardaki sandalyelerden birine ilişti. Kendisi gibiler için ayrılmış ücrada sabırla beklemeye başladı. Garsonun ters bakışları altında ezildi. Masanın, kendisinden sonra gelecek mağluplar için rezerve edilmiş olduğunu öğrendi. Hemen kalkacağını söyleyerek manzaraya son bir defa baktı. Bu işler için neden diğer boş masaların değil de, kendi oturacağı masanın önceden ayırtılmış olduğunu hiçbir zaman anlamadı. Her zorlukta kaçtın, dedi kendi kendine. Her sorunda, her zor durumda kaplumbağalar gibi kendine saklandın. Durup da direnmek gelmedi aklına. Enerjini kavga etmektense kaçıp saklanmada harcadın. Belki de doğrusu buydu. Hiç değişmeyecek, asla farklı olmayacak boş bir sonuç için ne diye kavga edecektin ki? Ne diye kendinden başka dünyaların sorumluğunu üstlenecektin? Ne diye

216


kaldıramayacağın yükün altına girecektin? Hayat kendi yatağında akan bir dere, kendi nehrinde yüzen balık... Vakti gelince sevişecek, vakti gelince yumurtlayacak, vakti gelince de öleceksin. Bağırsan ne değişecek, çağırsan yardıma kim gelecek? Ölürken mutlu olarak ölmeyi başarmalısın. Zengin ya da başarılı olarak ölmek senin işin değil. Gözü çöplükte kalmış bir adam olarak hayata veda etmek sana yakışmaz. İhanete uğramak insanın o anda canını tarif edemeyeceği kadar acıtabilir ancak yine de son nefesi ihanet etmiş biri olarak vermemelisin. Senin kaderin kazanan değil yenilen tarafta olmak... Bu hayatın ölüm dışında da bir kefareti olmalı. Belki de mutsuzluk, acı çekmek, kahır tüm bunlar hayatın kefaretidir. Sen bu hayatın kefaretini fazlasıyla ödedin, rahat ol. Garson masaya yanaşıp dibinde bir yudum çay olan bardağı aldı; biraz bekledi, hesabı istedi, masayı cebinden çıkardığı bezle sildi, müşterisinin gidişini büyük zafer kazanmış komutan olarak izledi. Mesaisi bittiğinde de, her günkü gibi, kazanmanın verdiği vakar ve gururla durağa yöneldi. Mazlum, epeyi bir süre hedefi olmadan yürüdü. Bir araba klakson çalıp uyandırmasa daha da yürüyebilirdi. İrkildi. Adamın biri ona eceline mi susadığını soruyordu. Eğer susamışsa, kendisine büyük zevkle yardımcı olacağını ve leşini hemen oraya gömebileceğini epeyi ağır kelimelerle ifade ediyordu. Kafasını kaldırdı. Mezarlığın önünde olduğunu fark etti. Arabaların tümünün geçişini bekledi, bir süre daha yürüdükten sonra bekçi kulübesinin önünde durdu, anne ve babasının mezarların yerlerini hatırlamaya çalıştı. "Mezarlarınız Değerinde Alınır. Ölüleriniz İslami Usullere Göre Defnedilir" yazan ilanı ve altındaki telefon numarasını

217


da o anda gördü. Bir daha okudu fakat yine de ilandan murat edileni anlamadı. Gömülmüş birini yeniden gömmenin gerekliğini kavrayamadı. Bekçiyle konuştu, Günahkârlar Hayratı'nın ne tarafta kaldığını öğrendi. Tam yürüyüp gidecekti ki dayanamayıp ilanın ne anlama geldiğini sordu: -Ölüleri yeniden kim gömmek ister ki? -Eski ölüleri yeniden gömmüyorlar beyim. Epeyi zamandır buraya gömü yapılamıyor. Yer yok, her taraf ağzına kadar dolu. Ancak kimileri, boğaz manzarası ve şehrin merkezine yakın olmasından dolayı, buraya gömülmek istiyor. Paraya ihtiyacı olan mirasçıları arayıp buluyorlar. Onlara neredeyse bir ev parası vererek mezarlar satın alınıyor. Alınan yerler de birleştirilip aile mezarlığı yapılıyor. Kimi komisyoncuların yeni işi bu: Mezar toparlamak... Toplanan yerler de varlıklı insanlara pazarlanıyor. -Mezardakileri ne yapıyorlar peki? -Ayıptır söylemesi, çıkanları bize teslim ediyorlar. Biz de kemikleri kıyıda kenarda kalan boşluklara dini usullere göre yeniden defnediyoruz. Bazen de yeni açılan kabristanlara kendileri götürüp defnediyorlar. Girişte gördünüz mü, bilmem; siyah mermerlerle kaplı kocaman aile mezarlığı var. -Gördüm, gördüm. Daha çok Hıristiyan mezarlarına benziyordu. Hatta fotoğraflı taşları ve heykelleri görünce şaşırdım. -Metal teknoloji işleriyle uğraşan büyük bir şirketin sahipleri önceki yıl yalı dairesi fiyatı ödeyip aldı o bölgedeki mezarları. -Ortalama ne kadar ödüyorlar? -Yerine göre değişiyor beyim. Yol üstü olanlar, deniz görenler, yakınında ünlü biri olanlar daha çok para ediyor. Sizinkinin ne kadar ettiğini öğreneyim isterseniz? -Yok, yok... Sağ ol... Daha ben de gelip burada yatacağım, benden sonra satarsınız artık.

218


-Hakkınızda hayırlısı olsun beyim, tamamı olmaz da sizin adınıza biraz avans alabilirim isterseniz. -Sen mi yapıyorsun bu işleri? -Yok, beyim böyle akçeli işleri bize bırakırlar mı? Şu fakirin payına arada bir üç beş kuruş düşüyor sadece. -Dur bakalım, bir düşüneyim ben. Bir dahaki gelişimde kendi ayaklarımla gelirsem konuşuruz. Mazlum Erdem bir süre anne ve babasının mezarlarının kıyısında oturdu. Çevredeki tek tük ziyaretçinin hatim indirip dua okuduklarını görünce o da ellerini hafifçe havaya kaldırıp bildiği duaları okudu. Kendi anne babasının diğer anne babalardan ne eksiği vardı? Öte âlem, dedi; öte âlem mutlaka olmalı. Azından burada eksik kalan kısımları tamamlamak için olmalı. Sevdiklerimize sarılmak kadar düşmanlarımızı yumruklamak için de olmalı. Böyle düşünmenin doğru olmadığını, geleceği yaşamamı engellediğini ve hastalıklı bir ruh hali olduğunu biliyorum. Yine de kendimi böyle düşünmekten alıkoyamıyorum. İşin açığı şu ki; benim tanrıya olan ihtiyacım, tanrının bana ihtiyacından daha fazla. Taşların kıyısında bir zaman daha oturdu. Bir zaman daha dalıp gitti uzaklara. Ellerini yüzüne sürdü, ardından mezarlardaki ayrık otlarını yolup çöken toprağı olabildiğince tesviye etmeye çalıştı. Her iki mezardan da birer avuç toprak alıp cebine koydu. Hayata döndü, ileri doğru yürüdü, kendine gitti. Mazlum Erdem, kooperatif bürosuna döndüğünde gece epeyi ilerlemişti. İlk iş, cebindeki toprakları üzerinde Herta yazan metal kabın içine koydu ve kabın ağzını sıkıca kapatarak yolda yanına alacağı çantaya yerleştirdi. Birkaç

219


dosya kâğıdını aralarına karbon kâğıdı yerleştirerek daktiloya taktı. Klavyede basılan ilk tuşlar Sadık ve Şefkat'e ilişkindi. Mazlum onları çok sevdiğini, her ikisinin de kendisi için sandıklarından çok daha önemli olduklarını, bir süreliğine uzaklara sığınacağını, böyle habersiz ve ani gidişi nedeniyle üzgün olduğunu, kendini dinlemek için zamana ihtiyaç duyduğunu, bir süre sonra dönmeyi düşündüğünü ancak olur da dönüşünde aksilik olursa ekteki isteklerini bir nevi vasiyet olarak kabul etmelerini, bir örneğini kendilerine bıraktığı yazının bir kopyasını noter aracılığıyla devletin ilgili dairesine postalayacağını yazı makinesinde üç nüsha olarak yazdı. Son olarak da bütün bu sözlerinin hem hukuken hem ahlaken vasiyeti olduğunu, yer yer duygusallıklar içeren ifadelerle, not olarak bir daha belirtti. Yazdıklarının bir kopyasını özenle katlayarak zarfa koydu. Zarfın üzerine Şefkat ile Sadık'ın adlarını bir açık görüş sırasında kendisine emanet edilen ucu kesik dolmakalemle özenerek yazdı. Mazlum Erdem “VASİYETİMDİR” başlıklı yazıda; özetle, hayatta maddi değeri olan tek varlığını, Sınırlı Sorumlu Yansıtmacılar Kooperatifi'ndeki hissesini, Şefkat ile Sadık'ın doğacak çocuğuna bıraktığını; çocuk reşit olana kadar, anne babası da olsa, kimsenin bu miras üzerinde işlem yapamayacağını ifade ediyordu. Mazlum Erdem, kooperatifteki payını çocuğa bırakarak en doğru işi yaptığına inanıyordu. Kendini hep borçlu hissettiği Şefkat ile Sadık'a verecek armağanı hiç olmamıştı; belki bu hisse onlar için olmasa da, çocuk için anlamlı olabilirdi. Geleceği birine emanet etme hissi veyahut geride bir iz bırakmaktı isteği Mazlum'u hayli rahatlatmıştı. İşin başındayken başaramadıklarını; belli mi olur, işten uzaklaşarak başarabilirdi. Bunca yıl beklemeyi öğrenmişti; ihtimal o ki, herkesten daha iyi öğrenmişti. Artık bekleme

220


sırası kooperatif üyeleri ile çok uluslu otel zinciri temsilcilerine, altın dişli kalamarlar ile dalga kıranlara, denizin gelmesi ile gitmesine, belediye koridorları ile devlet dairelerine, dünyanın her yerindeki Yansıtmacılar ile gölgesi kendine düşen dervişlere gelmişti. Çocuk 18 yaşına ulaşana dek kepenkler ve bayraklar yarıya inmişti. Eşyalarını toplamaya başladı. Hapishaneden kalma alışkanlıkla birkaç giysiyi geride bıraktı. Buraya yerleştiği ilk günlerde Şefkat'in verdiği eşyalardan biri olan keçi yününden dokunmuş ve neredeyse seccade ölçülerindeki kilimi yanına almayı düşündü, kısa bir tereddütten sonra vazgeçti. Kilim, kendisine hediye edilmiş olsa da kendisine ait olmamıştı hiç. Kilimi kayınpederinin evinde gördüğü ilk günü hatırladı. Görür görmez ilgisini çekmiş ve incelemişti. İlgisini fark eden müstakbel kayınbabası, kilimin aslında bir çuvalın ön yüzü olduğunu anlatmıştı. Meğer eskiden çuvalların bir yüzünü eve gelen misafirler görür de ayıp olur diye halı, kilim biçiminde dokumak âdetmiş.. Bu çuval yüzü de, kendilerine dedelerinden kalmış; ihtimal ki, kendilerinden sonra da torunlarına kalacakmış. Eşyaların ömrü, sahiplerinin ömründen daha uzunmuş diye düşündü. Oysa şimdilerde hemen hemen her yıl koltuk takımları, halılar, tabak çanaklar en az bir defa değişiyor. Kimse yaz gelince halıları dürüp arasına güvelere karşı lavanta koymuyor. Kimse onları ucuz pazenlerden dikilmiş kılıflara yerleştirip duvara dikine yaslamıyor. Ve kışın ilk günleri kabul edilen kasım ayının ilk pazar günü onlarla yeniden buluşmuyor. Daha üzerinde kimse yürümeye fırsat bulamadan çocuklar yuvarlanmıyor halıların üstünde. Eşyaların ruhu ile insanların ruhu birbirine tanış olmuyor ve iki taraf da birbirinin huyuna göre davranmıyor. İnce kilimler serildiğinde her şey daha hercai, kalın perdeler ve halılar açıldığında daha oturaklı olmak

221


gerektiğini herkes çoktan unutmuş. Yerler taşın çıplaklığındayken zamanın karpuz mevsimi, sobalar çıtırdarken kestane kokusu olduğunuzu kimse bilmiyor. Eşyaları vaktinden önce eskitmek ayıp sayılmıyor artık. Hemen hemen her mevsim, her gün, her an aynı koku yayılıyor evlerden. Mevsimlerle birlikte evler de değişmediğinden olacak, insanlar değişmeye pek fırsat bulamıyor. Belki değişiyorlar da biz doğru tarafa bakmadığımızdan değişiklikleri göremiyoruz. Belki de bir tek sen yeterince hızlı değişmiyorsun Mazlum Erdem. İnsanların beklediği süratte değişmediğin, diğer insanların süratine ulaşamadığın için olduğun yerde durduğunu sanıyor herkes. Belki de seni eleştiren herkes haklı, belki şimdiye dek hayatı hep erteledin. Belki de, onların dediği gibi, hayali bir kavga peşinde koştun. Belki de tüm yapmak istediğin kendini önemli kılmaktı. Belki de pazar tezgâhına gizlice kurulup müşterilere meziyetlerini göstermek ve hep kendinden daha önemli biri olmak istedin. Belki de bunca yıl, sadece kendinden daha önemli biri olabilmek için hayatını feda ettin bir tek. Şimdi sıra sende, ceplerine lavanta sapları koyup kılıfa girme zamanın geldi. Senin için hazırlanmış sandığa gir ve sana ayrılmış bölüme git. Sıranın sana gelmesini bekle. Yükü tamam olanın göçü başlar, yol hazırsa elbet yolcu bulunur. Mazlum için de aynısı oldu. Ceplerindeki tüm anahtarları masanın üstüne bıraktı. Adaşını, delikler açtığı karton kutuya özenle yerleştirdi. Ardından aile mezarlığının bulunduğu çantayı omuzuna asıp yola çıktı. İlkin, yaşanan gece bitti; ardından, onu izleyen sabah... Derken öğle, ikindi ve akşam... Epeyi bir süre Mazlum'dan haber alınamayınca kimi az, kimi çok meraklandı. Mazlum

222


Erdem, ne zamandır sözünü ettiği memlekete dönüş hayalini gerçekleştirmiş olabilirdi. Başına bir kaza gelmiş veya kaybolmuş olabileceği gibi, adaya sığınması da pekâlâ mümkündü. Bütün ihtimaller kontrol edildi. Sonuçlar pek de tatmin edici değildi. Urfa'daki tanıdıklar, kıyıdaki balıkçılar, sudaki balıklar, yurt dışındaki Yansıtmacılar, sokaktaki seyyar satıcılar harekete geçirildi. Hastanelerin morgu ile karakolların nezarethaneleri kurcalandı. Söylentiler, tahminler, niyetler faş edildi: Kimileri coğrafyanın ateşe kesmiş dağlarına, kimileri de daha yukarılara bakmak gerektiğini öne sürdü. Zaman geçti ve bir süre sonra yokluğu kabul edildi. Herkes işine, tezgâhının başına döndü. Kim vardır ki sonsuza dek aranır ya da üzerine ağıt yakılır? Sonuçta ölüm Allah'ın emri ancak ayrılık durmadan yakıyor insanın etini. Arayışın ve bulma umutlarının iyice azaldığı bir günün akşamında; takvimlerin yıllardan bin dokuz yüz doksan ikiyi, aylardan haziranı ve yirmi dokuzuncu güne denk gelen pazartesiyi gösterdiğinde, tam pencere kenarındaki iki muhabbet kuşunun yemlerinin eksiği tamamlanıp suları değiştirilirken Şefkat'in doğum sancıları artar. Sadık'ın bir kolunda Şefkat, diğer kolunda aylar öncesinden hazırlanmış doğum çantası... Evden çıkılır. Güzergâh aylar öncesinden bellidir: Hamilelik süresince anneyi ve bebeği izleyen doktorun çalıştığı özel hastanede Şefkat'in rahatlaması için sadece Sadık değil, ebe hemşireler de seferber olur: -İlk doğum mu? -İlk ama sanki bir tane değil de binlercesini aynı anda doğuracağım gibi... -Hep öyle olur, rahat olun lütfen. Ekibimiz ve hastanemiz son derece yetkin ve donanımlıdır.

223


-Sizden yana kuşkum yok. Acemi olan benim. -Aklınıza güzel şeyler getirin; denizleri, ormanları mesela... Oraların temiz havasını derin derin içinize çekin. -İçimdeki nehirler denize karıştığından beri aklımda sudan başka şey yok zaten. -Böyle şakacı olmanız ne kadar hoş. Ne iş yapıyorsunuz? -Şaka yapmıyorum aslında. Basın mensubu diyelim. Bir ajansta belgesel işinde çalışıyorum. -Filmleri düşünün o zaman; size yakın sayılır, değil mi? -Aklıma şu anda tek film karesi dahi gelmiyor. -Çocukken falan gittikleriniz dahi mi? Çocuklukta izlenenler pek unutulmaz çünkü. -Ablam, ben ve eniştem çok uzun yıllar, on-on beş yıl kadar öncesinde gittiğimiz bir film vardı. Sihirbazın biri, gösteri için özel yapılmış camdan kocaman bir kutunun içine üstünde sadece mayo varken giriyordu. Girmeden önce de ellerini havaya kaldırıp avuçlarını açıyor, sırtını dönerek ayaklarının altını, kafasını öne eğerek saçlarının arasını seyirciye gösteriyordu. Adabı muaşerete aykırı olmasa mayosunu da çıkartıp kilidi açacak anahtarı orasına da saklamadığını gösterecekti. Ardından tüm bedeni kalın zincirlerle bağlanıp asma kilit kapatılıyordu. Sihirbaz tam boğulacakken ağzında sakladığı anahtarı çıkarıp zincirlerinden kurtuluyordu. Onun anahtarı çıkardığını seyircilerden sadece bir çocuk görüyordu. Çocuk annesinin paltosunu çekiştirerek "Gördüm." diyordu; "Sihirbazın ağzından anahtar çıkardığını gördüm." -Şefkat Hanım, şu anda burada bulunan bunca insan arasında sihirbazlık yetenekleri olan tek kişi de sizsiniz işte. Biraz sonra sakladığınız anahtarınızı çıkarıp "mucize" kapısını açacaksınız. Üstelik bize mayonuzun altına ne sakladığınızı söylemenize de gerek yok, kilidi açacak

224


anahtarın orada olduğunu hepimiz biliyoruz. -Her hastaya böyle iyi davranıyor musunuz? -Siz hasta değilsiniz ki Şefkat Hanım. Biraz sonra anne olacak son derece sağlıklı bir kadınsınız. Tüm bunlar olurken dünya iyice kasıldı; toprak gerilip gök esnedi. Sular ve rüzgârlar sinirlendi. İnsanlar, başlarına gelecekleri kaskatı kesilmiş halde bekledi. Bulutların bir kısmı ileri giderken kimi geride kaldı. Gün, doğmakla doğmamak arasında bir yerlerde durup bekledi. Kimi yıldızlar, fırsattan istifade edip ayaklarını karanlığa uzattılar ve bir süre daha istirahat ettiler. Anneler geç kalan oğullarının ayak seslerini duymak umuduyla sessizliğe kulak kesildiler. Dar ve karanlık sokaklarda bıçaklar çekildi; çelik parladı, kan aktı. Banyodaki su sızıntısı nedeniyle üst kat komşusu ile kavgalı ev kadını; su tesisatını döşeyen ve seramikleri yapıştıran ustalara, derzi imal eden firmaya ve bayındırlık bakanlığına, vurdumduymaz kocaya ve dahi yeryüzünde suyun akışkanlığını sağlayan bilcümle Âdemoğlu ve Havva kızına iki mahalle ötedekilerin bile duyacağı sağlam bir küfür salladı. Yeni emekli bir infaz-koruma memuru, ikramiyesinden kalan son parayla elektrik tesisatını yenilemenin yolunu aradı. İşçiler, sıvanın altındaki kabloları ustalıkla çekip çıkardı. Çektikçe eskimiş, incelmiş, kısa devre yapan kablolar kenara istiflendi. Nihayet yerlerine yeni kablolar yerleştirildi. Bakır kabloların koruyucu plastikleri yer yer erimişti. Tesisat tamamiyle yenilenince evdeki tüm aletler aynı anda sorunsuzca çalışabilecekti. Oğulları ziraat okuyan öğretmen ile eşi, aradıkları yeri bulmuş olmanın mutluluğu ile gülümsedi. Ebe hemşire, doğumhanenin kapısında bekleyen Sadık'a kundaklanmış bir hayat uzattı. Sadık'ın gözlerindeki donukluk iyice belirginleşti. "Ölüm, mecburiyettir." dedi dış

225


ses. Sadık, bebeğin kız olacağını öğrendikleri ilk andan itibaren, Şefkat ile birlikte söylemeyi şehvetle istedikleri o sözcüğü bebeğin kulağına fısıldadı: -Zühre!

226


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.