Bütün masallarımın tek gerçek kahramanları annem ve babam için
1
PEŞENK
Sedat Şanver
2
MARAZi ELÇİ -Alın götürün, alın götürün bu kendini bilmezleri buradan! Derler ki; tanrı, insanları yarattığı ilk zamanlarda, onlara ölümsüzlüğü de bahşetmiş ve uzun süre hiçbirini yanından ayırmamış. Doğan her bebeğe, sonsuzluk iksirini kendi kucağında içirmiş; hepsine, kendi varlığından küçük de olsa bir parça ekleyecek kadar cömert davranmış. Böylece, bütün parçalar bir araya geldiğinde kendisinin bir benzeri ortaya çıkacaktır. Bir yaratıcı için bundan daha mutluluk verici, kendini çoğaltmaktan daha baştan çıkarıcı ne olabilir? Sevinci ve üzüntüyü, affetmeyi ve öç almayı, sevgiyi ve nefreti, yardım etmeyi ve bencilliği, paylaşmayı ve mülkiyet hırsını; hülasa, birbirinin karşıtı ne varsa insanlık hamuruna eklemiş. Siyahın karşısına beyazı, güçlünün karşısına zayıfı, kısanın karşısına uzunu, darın karşısına genişi, uzağın karşısına yakını, ateşin karşısına suyu, kadının karşısına erkeği koymuş. Bunların arasında bir tek doğumun karşıtı olan ölümü eksik bırakmış. Tanrı, ilk zamanlarda, her ne olursa olsun kullarının doğruyu seçeceklerinden o kadar emindir ki; insan soyunu ölümlü kılmayı anlamsız bulmuş. Sonsuza kadar mutlu, birlikte, yardımlaşarak şen ve esen biçimde yaşamak için bütün şartlar hazırdır, kavga etmek için sebep ne olabilir ki! İşte kışın bütün kokularını ve renklerini bastıran salebin üstüne serpilmiş tarçın, işte çayın buğusuna eşlik eden karanfil tanecikleri, kekik ve tereyağıyla bütünleşen közlenmiş patates, suya damlatılmış limon, tencerenin dibindeki defne yaprağı, peynir olan süt, şaraba dönen üzüm…
3
İşte dallardan sarkan ballı incirler, işte ağzı suya boğan kavun-karpuz dilimleri, işte üstüne boylu boyunca uzanabileceğiniz yemyeşil örtüler, işte bir tohum ekip bin başak toplanan tarlalar, işte başın üstündeki renk cümbüşü, işte elini uzatsan tutabileceğin bir başka el, öpsen zevkten çıldıracak dudak, dokunduğun anda sana sevgiyle sarılacak diğer beden, sevgi sözcüklerini içeren sonsuz sayıda dil, sende olmayanı tamamlayan farklı renkteki insan derisi... İşte gecenin karanlığını usulca yıkayıp ağartan gün ışığı... İşte günün telaşını sağaltan gece... Hüznü körelten ezgiler, çığlıklara boyun eğen uzaklar, ten yangınlarını söndüren sevgili dokunuşları… Gerçekten de çok uzun süre tek bir anlaşmazlık dahi olmamış. Yemekler ihtiyaca göre paylaşılmış, içecekler ilkin güçsüz ve küçüklere ikram edilmiş. Yağmurda aynı ağacın altında, aynı oyukta sohbet etmişler ve dondurucu soğuklarda kürklü hayvanların yanlarına uzanıp onlarla koyun koyuna uyumuşlar. İnsanın olduğu her yerde, her güzelliğin sonu olduğu gerçeği ilkin orada görülmüş. Günün birinde biri “Ben!” deyince, tüm evren sarsılır gibi olmuş ilkin. Bir diğeri başka bir zamanda “Benim!” diye sürdürmüş bu onulmaz yanlışı. Sular ikiye yarılıp dağların içinden göğün derinlerine alevler yükselmiş. En tepeden kopan küçük kar parçasının yuvarlana yuvarlana çığa dönmesi gibi sökün etmiş lanetler: Benim elmam, benim ağacım, benim toprağım, benim sularım… derken “Benim ülkem!” ve olabileceklerin en kötüsü de hemen ardından gelmiş: “Benim devletim!” Felaketler, insanlığın üstüne çöreklenmeye başlamış. İpek tenlerin üstünde onulmaz çıbanlar çıkmış. İnci dişler, sivri mızrak ucuna dönüp en yakınındakinin boynuna geçmiş. 4
Dağların içinden fışkıran alevler, göğü küle çevirip suları kaynatmış. Bulutlardan yağmur damlaları yerine ateş topları inmeye başlamış yeryüzüne. Aynı babadan olma, aynı anadan doğma kardeşlerden biri daha erken davranıp diğerini öldürmüş. Doluya koymuşlar almamış, boşa koymuşlar dolmamış. Birileri havanda su dövmüş. Birileri dövülmüş suyu eleklerden geçirip fiyatına göre ayırmış. Bir diğeri bentleri kaldırıp akmakta olanın kendi yolunu bulmasına uğraşmış. Atlılar atlarını eyerleyip dörtnala, süvariler çarıklarını sıkı bağlayıp koşar adım, ulema tüm bildiklerini sarıp sarmalayıp pürtelaş, ihtiyarlar bastonlarının ucunu sivriltip can havliyle, yeni doğmuş bebekler kundak bezinden fistan yapıp düşe kalka katılmış kavgaya. Derler ki, zaman içinde hemen yanı başında olan bitenler; gördükleri, duydukları, anlatılanlar tanrıyı o kadar şaşırtmıştır ki, insanları makamından kovması ve ıslah edebilme umuduyla onları ölümlü kılması bütün bunlardan sonradır. Derler ki, yarattıkları arasında, tanrının en büyük yanılgısı ve onu en derinden etkileyen hayal kırıklığı insan soyu olmuştur. Derler ki, tanrı insanları makamından kovarken söylediği son sözleri büyük hüzünle sarf etmiştir: -Çıkın gidin, çıkın gidin buradan. Ben sizi yarattıktan sonra kendinize eklediğiniz, üstünüzde benden olmayan ne varsa onları da alıp götürün buradan! (...) O günden sonra, insanlarla tanrısal âlem arasında bir daha da doğrudan ilişki kurulamamış. Küskünlük mü kızgınlık mı yanılgı mı; bilen olmamış bunun gerçek sebebini. Alttan alta bir şayia yayılmış âleme: Bu kirli yaratıkları her türlü zorluk, 5
bin bir farklı acı, olması muhtemel tüm ihanet, karşılaşılacak bütün rezillik, baştan çıkartıcı küllî zaaf, envaı çeşit yoklukla sınamak gerekir. Belki o zaman içlerinden bir kısmı bunlardan ders alıp kendini temize çeker ve aslına döner. Ne kadar zaman sonra olduğu bilinmez, tanrısal âlem ile müsvedde âlem arasında bir aracıya ihtiyaç duyulmuş. Bu iş için de ölüm meleği yaratılmış. Ölüm meleğinin tüm melekler içinde son yaratılan olması da işte bu yüzdendir. Melek pişirmek için hazırlanmış malzemenin hemen hemen tümünün öncekiler için kullanılmasından dolayı; bu yeni meleğin kimi eksiklerinin, aksaklıkların olması kaçınılmaz olacaktır elbette. Eksik ve yanlış malzeme, doğal olarak kimi marazları da beraberinde getirmiş. Melekler arasında en hastalıklı, en mızmız, en huysuz, en tuhaf istekleri olan melek, ölüm meleğinden başkası değildir. Bir bakarsınız canını alacağı insanın arkasında koştururken kalp çarpıntısı tutmuştur. Bir bakarsınız köşede bir yerde oturması gerekirken ilaçlarla, çubuklarla, şişme alet edevatla edepsiz işler yapmaya kalkan yaşlı birinin peşinde o da tıknefes olmuş ve bir kenara yığılmış. Be muhterem, sana mı kalmış “Cima halindeki adamın canını içeri girdiği anda mı yoksa dışarı çıktığı anda mı almak acaba daha hayırlı olur?” diye düşünmek? Senin ne işine kart zamparaların belinin boşalmasını beklemek? Randevuevi teftişinde misin mübarek? Sana ne müşteri memnuniyetinden? Mevta hazretleri ateş kazanlarına atıldığında, hizmetlerden övgüyle söz etse ne olur, yergiyle söz etse ne? Beyni kadar bedeni de sık sık arıza verir. Bazen siyatiği azar, bazen astımı nükseder; bazen de ortada sebep yokken bedeninde çürümeler, morartılar başlardı. Hele ayaklarındaki nasırların ona çektirdikleri yok mudur; ihtimal odur ki, en belalı meselesi de budur. Hatta kimi şairler aşka gelip nasır hu6
susunda şiir bile yazmışlardır. Zavallının bir defa bile ayaklarını rahat ettirecek bir ayakkabısı olmamıştır. Melekler konseyi, cinsiyeti olmadıkları için çıplak dolaşmasında sakınca görmedikleri diğer meleklerin aksine; ölüm meleği için başlıklı, yerlerde sürünen, yüz hariç her yanı örten bir giysi tasarlamışlar çözüm olarak. Yürürken destek alsın diye de uzun bir sopa vermişler eline. Bizimki buna bile itiraz etmiş; yok, kendisini çaresiz bir yaşlı gibi gösteriyormuş bu sopa. Yok, kalabalık bir toplantıya katılması gerekirse ve insanlar ona acırsaymış... Yaradılış günü etkinliklerinde melekler resmigeçidinde podyuma bu halde nasıl çıkarmış da... Ve daha neler neler... Neyse ki çözüm kolay bulunmuş, sopanın ucuna dünyadan istediği herhangi bir alet edevat ekleme sözü ile gönderilmiş sürgün âleme. Herkes sopanın ucuna balyoz ya da külünk başlığı takacağını düşünürken yaşlı bir ustadan başka kimsenin olmadığı mağarada bulduğu üstelik taşırken kendisini yormayacak, oldukça hafif bir köylü aletini, orağı tercih etmiş. Aslını bilen yok ancak ölüm meleğinin hamuruna, mecburiyetten tabii ki, insanlardan artan malzemeden katıldığı rivayeti ortalıkta hep dolaşmıştır. Böylece geçip durmuş zaman. İnsan soyu ölümlü olduğunu unutup hırs, nefret, kıskançlık, doyumsuzluk içinde yaşamaya devam etmiş. Onlara vaktin dolduğunu bildirme ve sırası geleni oyundan çıkarma işini ise ölüm meleği üstlenmiş. Ölüm meleği, bir zaman sonra yaptığı işten sıkılıp herkesin kendisinden korkmasından usanmış. Ortalıktaki bütün it uğursuzun kendi adıyla anılması da canını içten içe iyice acıtmaya başlamış. Melekler makamına çıkmak için izin alıp derdini konseye anlatmış. Ölüm kararını ve zamanını erteleme dışında, görevini yerine getirirken sonucu değiştirmeyecek küçük değişiklikler yapma ve canını alacaklarla sınırlı iletişime geçme izni istemiş konseyden. Kendilerine tahsis 7
edilen danışmanlar locasında uyuklayan emekli melekler, sebeplerini makul süre içinde yazılı olarak sunacaklarını belirterek karara şerh koymuşlarsa da uzun tartışmalar sonrasında karar olumlu çıkmış. Tam toplantı sona ermek üzereyken “Bir maruzatım daha olacaktı sayın konsey üyeleri!” diyerek söze başlamış ölüm meleği: -Bazen gerçek âlem ile müsvedde âlem arasında gidip gelmekten ve canını alacaklarımın arkasında koşturmaktan yoruluyorum. Haliyle epeyi de sağlık sorunum var. Ara sıra dinleneceğim bir mekân bulsam, izniniz olur mu? Konsey başkanı: -İnsanlarla bir arada olmamızın yasak olduğunu biliyorsun. Onlarla birlikte olursan onlardan etkilenip duygusal kararlar alabilirsin. Daha da kötüsü insan soyunun seni de diğer tüm melekleri de kandıracak kadar yalancı, hilebaz, madrabaz, dolandırıcı olduklarını bir an bile unutmamak gerekir, dedikten sonra yanındakine eğilip “Gerçi bunun bozulmak için insanlara ihtiyacı yok ya, neyse!” diye fısıldamış. Buna karşılık “Hayır,” demiş ölümden sorumlu melek; “Hayır, melekler konseyinin sayın başkanı ve değerli üyeleri! İnsanların olduğu yerlerde değil de, kekeme baykuştan başka hiçbir canlının yaşamadığı şu kanlı mabette kalmayı düşünüyorum.” Tartışmaların sonunda bu isteği de onaylanmış. Oranın ahalisi, nasılsa, kendi yarattıkları felaketten korkup binanın içine giremiyor, açıklaması etkili olmuş kararın alınmasında. Ölüm meleği, o günden sonra ölüm saati gelmiş olanlara görünüp kendini tanıtıyor ve canı bedenden ayırmadan önce zaman zaman onlarla küçük sohbetler bile yapıyordu. Bazen de onlara hayat, insanlar, yaptıkları iş, eğitimleri; varsa iyilikleri, kötülükleri ya da kendileri ve aileleri hakkında sorular soruyordu. 8
Bir süre sonra bundan da sıkılıp bunların dışında bir soru daha sormaya başladı: -Ey fani, canını almamı ertelemem için ne yapabilirsin? Bana öyle bir meziyetini söyle ki, o meziyetin yerkürede bir başkasında daha olmadığı için, senin hakkında yeniden düşüneyim. Hatta bu sefil âlem bu yetenekten, bu meziyetten mahrum kalmasın diye yerine biri yetiştirene kadar senin burada bir süre daha kalmana izin vereyim. Sorunun hemen ardından verilecek cevabı ya da sergilenecek mahareti biraz bile beğenecek olursa, ödül olarak zamanı belli bir süre geri alacağını da eklemeyi unutmuyordu. Hemen hemen her seferinde karşılarında onu gördüğü andan itibaren titreyenler, dili tutulanlar, gözlerini kapayıp dua edenler, yalvar yakar olanlar, zırıl zırıl ağlayanlar, bakışları boşluğa takılı kalanlar, az da olsa altına kaçıranlar; hatta hatta kimi kereler, yastığının altında sakladığı silaha sarılıp birkaç mermi sıkanlarda bile aniden bir canlanma ve hemen hepsinin gözlerinde bir umut ışığı oluşuyordu. Kimisi iyi şarkı söylerim, diyordu ve başlıyordu en güzel seslendirdiğine inandığı parçayı mırıldanmaya. Ölüm meleğinde bir memnuniyetsizlik, bir ekşimiş yüz ifadesi, bir tuhaf hareketler… Sanırsınız meşhur ediplerden kapris dersi almış şair... Daha önce canını aldığı mükemmel ses ve söz üstatlarının; söylediği ezgiye çöldeki her bir kum zerreciğini secde ettiren gazelhanların, gök kubbeyi delip geçen gezgin âşıkların adlarını zikrederek “Onun bile canını almıştım; sen ondan daha iyi misin ki, senin vaktini geriye sarayım?” der. Bu son söz karşısında yüzler o anda düşüyor, ister istemez teslimiyet başlıyordu. Para, altın, mücevher teklif edenlere daha önce zamanını doldurup diğer âleme göçmüş zenginler; iktidar sahiplerine 9
krallar, hükümdarlar, imparatorlar; kuvvetine inananlara efsanelerdeki yiğitler; güzelliğine güvenenlere masallardaki prens ve prensesler; çocuklarını öne sürenlere onlardan önceki ana babalar; planları olanlara ise dünyanın gidişatını değiştirmiş büyük filozoflar lisan-ı münasip ile hatırlatılıyordu. “Dünya onlarsız da dönmesini sürdürdü. Merak buyurmayın efendiler, bu âlem sizsiz de devam etmesini bilir.” diyerek tartışmaya son noktayı koyuyordu. İnsanlar bilmediğinden neden korkar ki? Belki de gideceği sonraki zaman, kavuşacağı mekân, yaşayacağı hayat, tanıyacağı varlık öncekinden çok daha güzel ve kendine uygun olacaktır. Hem nedir bu sahip olduklarımıza duyduğumuz saplantılı aşklar? Biri yıllardır kullanmadığımız, çöpe atacağımız herhangi bir eşyamıza talip olduğunda ya da onu kaybettiğinizi fark ettiğinizde nasıl da değerlenir o eşya, değil mi? Sefil, rezil, değersiz, amaçsız, rutin bir ömürde bu kadar ısrar etmek nedendir ki? İnsanın en büyük düşmanı bu acizliği ve bu saplantılı alışkanlıkları olsa gerek... Neyse… Şairler söz ustası olup şiirler okuyor, cambazlar iki direk arasına gerilmiş ipin üstünde tek ayak üstünde zıplayarak geçmeyi teklif ediyor, aşçılar en güzel yemekleri hazırlamaya başlıyordu. İnanmayacaksınız ama ömrü boyunca tek değerli yanları bedenleri olan kimi dilberler de bütün gece onunla olabileceklerini ima ediyorlardı. Hatta bir keresinde bunlardan biri abartıp işi iç çamaşırlarını bile çıkarmaya kadar götürünce ölüm meleği az daha gördükleri karşısında çeyrek dilini yutacaktı. Kuyruğu kadının çenesinin altından başlayan ve gövdesi memelerin arasından süzülüp hatunun orasında kaybolan yılan dövmesini ilk o zaman görmüştü. Hatun, sırtını dönüp de iki eliyle saçlarını toparlayınca ense iyice açılmış ve dövmenin geri kalan tarafı da ortaya çıkmıştı: 10
Yılan, kuyruk sokumu kemiğinin hemen altından; affedersiniz makat deliğinden çıktıktan sonra bel çukurunda ilerleyip kafanın arkasına kadar yükseliyordu. Ölüm meleği; sivri dişli, çatal dilli, gözleri yerinden fırlamış yılan başının tüm enseyi kapladığını gördüğü anda bir ürperti yayıldı vücuduna. İyi ki bu hatunun canını almaya arka tarafından yanaşmamışım, diye geçirdi içinden. Hırsın, dünya nimetlerinin gözü karartması; insanı kör etmesi böyle bir şey işte! Tümünü alıp götüreceğin can, size ondan kimi parçaları vererek sizi kandırabileceğine inanıyor. Diyelim ki evin sahibisiniz; kiracınız, vitrinde duran bibloların bazılarını size rüşvet olarak verip sizi ev üzerindeki hakkınızdan vaz geçirmeye çalışıyor. Böyle durumlarda, insan soyunun varlıklar arasında en kıt akıllı olduğunu düşünmez de ne yaparsınız? Yola başlarken yolun sonu olduğunu bilmiyormuş gibi davranan bu esfel-i mahlûkattan her türlü melanet beklenir. Oysa hepsine ölümlü oldukları her an hatırlatılıyor ancak yine de ölüm kapılarını çaldığında hemen hepsi ihanete uğradığını düşünüyor. İnsanların laneti de bu; kendileri, olsa gerek! Çok az da olsa, kendisini gördüğünde soylu bir sükûnet ve müteşekkir bakışlarla karşılayan ve ağzının kıyısında hafif bir çizgi oluşanlar oluyordu ki; ölüm meleği, onlara derin saygı duyuyordu. Selam verip selam alıyordu. Tek kelime etmeden uzun uzadıya konuşuyorlar ve aynı anda dünyaya sırtlarını dönüyorlardı. Bir keresinde, biri şükür ibadeti yapmak için izin istemiş ve itikadına göre yapmıştı da. “Şükür, elden ayaktan düşmeden, kimseye muhtaç olmadan bu ruh bu tenden sıyrılıyor. Şükür ki, bu emanet bedeni sahibine sapasağlam teslim ediyorum. Şükür, sahibim beni yanına alıyor.” diye bir şeyler mırıldanıyordu durmadan. Ölüm meleği, “Evet, burada arayıp da bir türlü bulamadığın sahibini, şimdi 11
orada arama zamanı… Burada bulamadığını orada bulursun umarım.” diye anlamsız anlamsız söylendi. Böylece geçti zaman; meleğimiz, bir kişi hariç, kimsenin ölüm vaktini ne geciktirdi ne erkene aldı. Küçük bir köyde, yaşını başını almış kimsesiz bir kadıncağız vardı. Evin tek kızıydı ve annesi babası öldükten sonra da ne kimseye yanaşmış ne de taliplerinden birini kabul etmişti. Ne kimseyi içeri alacak kadar zayıf ne de kendinden dışarı çıkacak kadar kudretliydi. Ne kimsenin meramını dinleyecek kadar sabırlı ne de kimseye lafını dinletecek kadar dilbazdı. Kendisi dâhil, ne tam ne eksik olduğunu bilen vardı. Evlatlık olduğuna dair rivayetler dolaşırdı köyde ancak işin aslına pek de kimse vakıf değildi. Göç eden bir kavmin kalan, kaldıkça azalan, azaldıkça çok olana benzeyenlerinden; nesebi kendiyle başlayıp kendiyle biten garibanlarından biriydi. Düğünde, sünnette, cenazede; asker uğurlarken ya da gelin karşılarken toplanan kalabalığa yemek yaparak geçimini sağlayan zürriyetsiz bir karı kocanın nüfusuna kaydedilmişti. Aynı evde çocuk olmuş, aynı evde genç kızlığa geçmiş, çok uzun yıllar aynı evde yaşamış ve aynı evde yaşlanmıştı. Bir gün penceresinden içeri girip bir daha da oradan ayrılmayan geveze bir çift muhabbet kuşuyla birlikte son demlerini geçirmekteydi. Kadın ne kadar ketum, ne kadar insanlara uzaksa bu bir çift kuş da o derece geveze ve işgüzardı. Ne bir kafes ne bir kapalı pencere olduğu halde bir türlü dışarı kaçmaz ancak evin bir yerinde de sabit durmazlardı. Kadın ne zaman mutfağa girecek olsa, onlar da aynı anda yanında bitiverirlerdi. Bazen bir tencerenin üstüne, bazen ters kapatılmış bir kahve fincanının sırtına, bazen de kapağı açık bırakılmış bir baharat kavanozunun ağzına kaşla göz arasında tünemiş olurlardı. Herkesin kuşu anneciğim, babacığım… gibi keli12
meler ya da en fazla sahibinin taraftarı olduğu futbol takımının adını, sloganlarını söylerken bu mahlukat, neredeyse tüm baharat adlarını eksiksiz tekrarlıyordu. Üstelik bunu, değme aşçılara taş çıkartırcasına, ocakta pişen yemeğe uygun biçimde ve tencereye konma sırasıyla yapıyorlardı. Diyelim ki et terbiye edilirken bir kere olsun nane ya da tuz dememişken soğuk kış günlerinin baş tacı mercimek çorbası pişip kâseye konmaya görsün. Hemencecik dişi olan nane, erkek olan tuz; sonra da ikisi birlikte nane-tuz, nane-tuz teranesini dillerinden bir türlü düşürmüyorlardı. Böyle şeylere inanacak olsanız, kuşların bu dünyadan göçmüş hünerli aşçıların ruhunu alıp dünyaya döndüğünü rahatlıkla söyleyebilirdiniz. Bu yaşlı hatun, bir gün durup dururken köyde kadın-kız namına kim varsa hepsini yemeğe çağırdı. Herkese yetip artacak kadar tavuklu patates, nohutlu pilav ve bol sarımsaklı cacık yaptı. Soğanlar kavrulup sararmaya yakınken kızgın yağın üstüne bir tutam kadar kuru fesleğen ile iki tutam kadar da kuru kekik attı. Reyhan koyduğu kavanozun boş olduğunu görünce, biraz üzülür gibi oldu. Zeytinyağlı kuru fasulye ile nohut yemeğine pek yakıştırırdı kuru reyhanı. Vardır bir hikmeti, dedi içinden. Olan kadar olmayanın da bir sebebi vardır. Yemekler bitince un helvasına geldi sıra. Şekeri orta sıcaklıktaki sütün içinde eritip bir kenara aldı. Unu bir saate yakın süre kısık ateşte tereyağıyla kavurunca harç kahverenginin hafif yanık haline döndü. Cevizleri ekleme vakti gelmişti. Şerbeti de usul usul tencereye döküp duyulur duyulmaz bir sesle besmele çekti. Ateşin harını iyice arttırdı. Tereyağda kavrulmuş un, şerbeti iyice içine çekince ocağı kapattı. Hepsini avludaki masanın üstüne yerleştirdiği tepsiye boca edip soğumaya almadan önce çok az rendelenmiş li13
mon kabuğunu eklemeyi de ihmal etmedi. Ayrı bir kapta harnup pekmezi ile bölgeye ait çam balına çok az da sızma zeytinyağı ekleyip iyice karıştırdı. Tepsidekilerin yeterince soğuduğuna kanaat getirince bu karışımı da katıp bu işten başka yerde kullanmadığı kâsesiyle hepsini özenle şekillendirip üzerlerine fıstık parçaları döktü. Helva da tamam olduğuna göre misafirlerini karşılamaya hazırdı artık. Hatunun yemeklerini herkes beğenirdi de, sırrını kimse bilmezdi. Pişirdiği yemeklere başka hiçbir mutfakta olmayan o özel tadı katan, zaman zaman da kimi hastalıkları çarçabuk iyileştiren ayrıntıların ne olduğunu kimseye söylemezdi. Bütün ısrarlara rağmen tariflerini sakladığı efsanevi defterini gören de okuyan da olmamıştı şimdiye dek. Kendisi hakka kavuştuktan sonra bu bez kaplı defter kimin kısmetiyse elbet o kişi bulacaktı onu. Emanete hıyanet etmesi ne mümkündü! Bu defter bir zamanlar kendisini nasıl bulduysa, yeni sahibini de öyle bulacaktı kuşkusuz. Vakit geldi, köyün dişi ahalisi yavaş yavaş yaşlı kadının evine gelmeye başladı. Önce odalar doldu, ardından avlu. Evde, bahçede; hatta hatta, buralara sığmayıp dış kapının eşiğinde kurulan sofrada herkes yedi içti. Karnı doyanın merakı acıktı: Bu yemek de neyin nesi? Bayram değil, seyran değil; eniştemiz neden bizi öpmeye çalışıyor? Ev sahibi kimseyi uzun süre merakta bırakmayıp dile geldi: -Ben bu hayattan sıkıldım; bilirsiniz, uzun zamandır da bu dünyaya ait herhangi beklentim de bulunmamakta… Düşündüm taşındım, buradan ayrılmakta geç kaldığımı anladım. Ahirete nail olmak isterim. Ancak bu isteğim bir türlü gerçekleşmiyor. Anlaşılan tek başıma ettiğim dualar yetersiz kalmakta... Şimdi sahibimizin beni yanına alması için benimle beraber dua etmenizi rica edeceğim. Özellikle henüz buluğa ermemiş kızçelerin daha bir içten dilemesini istiyorum. 14
Herkes birbirine bakakaldı. Uzun ömür için dua edildiğini biliyorlardı, yeni doğanların analı babalı büyümesi için edildiğini de... Kalp çarpıntısı ve afakanlar bastığında okunan dualar hususunda da fena sayılmazlardı. Ayrılanların tez zamanda kavuşması için bir iki dua ezberi olan da vardı. Hatta akşam karanlığında, evlerin arasındaki yatırların yanından geçmeye yetecek iki üç satırlık ilmi olan bile... Ancak ölüm duası konusunda ahalinin epeyi acemilik çektiği açıktı. Herkes birbirinin yüzüne tuhaf gülümsemeyle baktı. Genç kızlardan biri kendini tutamayıp kikirdeyince hemen yanında oturan annesi kızın kaba etine çimdiği basıp kulağına da diğerlerinin duyamayacağı bir şekilde “Böyle fahişeler gibi ulu orta fingirdersen kimse seni oğluna almaz; bu şifacı moruk gibi kafayı yer, ömür billah tek başına kalırsın ha!” deyiverdi. Misafir, ev sahibinin yarı malı sayılır. Yemekler, tatlılar yenmiş; üstüne çaylar, kahveler, limonatalar, koruk suları, şıralar içilmiş. Yumuşak sedirde, sırt çukuruna yastık konup rahata erilmiş… Hal hatır sorulmuş. Yaşlı kadın aksırıp tıksıran bir çocuğun annesine nane, adaçayı, bal ve zencefilden oluşan karışımdan iki tatlı kaşığı kadar bir kavanoza koyup bunu akşam yatmadan önce kaynatıp içirmesini ve sırtına da sıcak havlu koyarak uyutmasını tembihlemiş. İç çamaşırlarını da terledikçe değiştir, üzerinde kurumasına sakın izin verme, diye eklemiş. Alan alacağını alırken veren de vereceğini vermiş. Tüm bu alışların ve de verişlerin bedeli olacak elbet. Orada da aynen öyle oldu: Herkes, yaşlı hatunla birlikte dua etti. Ardından ev sahibemiz üç defa yüksek sesle sordu: -Bana olan hakkınızı helal ediyor musunuz? Üç kere, üçüncüsünde en yüksek olmak üzere, “Ediyoruz!” karşılığı yükseldi evden.
15
-Ben de size, varsa tabii, hakkımı helal ediyorum. Geldiniz şeref verdiniz, yediniz şükürler olsun, dualara âmin dediniz; diliniz ve ruhunuz sağ olsun. Yaşlı kadın, artan yiyecek ve içecekleri de erkekler için, evde kap kacak namına ne varsa; tencere, tabak, tava, bardak, kâse, sürahi, maşrapa, sini, tepsi, fincan, fincan altlığı... onlara koyup gelenlerin ellerine tutuşturdu. Akranı sayılabilecek, genç kızlıktan beri didiştikleri ve günahı kadar sevmediği geçkin komşusu kırıta kırıta “Tabağı yarın erkenden taze yemekle gönderirim.” deyince “Gerek yok hemşire; yarına kim öle kim kala, tabak çanak da hatıra olsun. Senin dolu tabakların da bundan sonra boş gelsin.” diye karşılık verdi. Hemen ardından da son deminde bile bu fettan kadına laf geçirdiği için tövbe getirdi. Bütün misafirler evlerine döndü; kadının hanesinde ilaç için ne bir mutfak eşyası ne yiyecek bir şey kaldı. Tam takır kuru bakır, sen sağ ben selamet, evli evine köylü köyüne… Ölüm meleği baktı iş ciddi, kadın kararlı. Kadının bu âlemde daha bir haftası var ancak tüm hafta hava kötü, ortalık fırtına boran, sokaklar yağmur çamur... Kimse zahmete girip veya külfetine katlanıp da kadının kapısını çalmaz. Bir hafta aç açık bekleyecek bu kadın. Dayanamadı, melekler konseyine hesap vermeyi göze alarak kararını verdi ve gece vakti kadının evine yöneldi. Kadın için sürpriz olmadı; zaten, hanesine parlak ay doğduğunu falında görmüştü de onun üzerine bu yemeği düzenlemişti. Ölüm meleğinden izin istedi ve pencereden başını çıkarıp sanki tüm köy ahalisi onu dinlemek için karşısında toplanmış gibi konuşmaya başladı: -Bu dünyada sizin gibi soysuzların kahrına katlandım; inşallah öbür dünyada komşuluktan payıma insanlar değil, kurtlar kuşlar düşer. İnşallah cefamı bitirip sefaya gidiyorumdur. İnsana komşu olmak lanetim bu âlemle mahduttur inşallah. 16
Kadın, kafasını içeri çektiğinde ömrü boyunca hiç tanımadığı bir rahatlığın içini kapladığını, ilahi bir nurun yüzüne oturduğunu biliyordu. Ölüm meleği kadını sırtlayıp götürürken kapı pencereyi de ahalinin dikkatini çekmek için aralık bıraktı. Tam giderken mutfakta telaşla uçuşup bildikleri kelimeleri hızlı hızlı tekrarlayan biri dişi diğeri erkek muhabbet kuşlarını da yanına almayı düşündü. Vaz geçti sonra bu fikrinden. Benim işim insanlarla; kuşların efendisi bunlara bir çare bulur, diye geçirdi içinden. Gecenin sabahında hatunun yıkama, kefenleme, mezar işleri bitmişti bile. Hoca “Merhumeyi nasıl bilirdiniz?” diye sorunca arka sıradaki kadınların tümü şimdiye kadar köydeki hiçbir cenazede şahit olunmadık ölçüde yüksek sesle: -İyi bilirdik, dediler. Hoca ardından “Hakkınızı helal eder misiniz?” diye sorunca bu sefer küçük çocuklar bile kükreyerek “Helal olsun!” diye cevap verdi yine üç kere. Cemaat, yangından mal kaçırırcasına duaları art arda sıralayıp balçığa dönmüş toprağı bütün gücüyle doldurdu çukura. Ölü gömme yarışması yapılsa tüm mükâfatı onların kazanması işten bile değildi. Küreğin kendisine gelmesini bekleyen biri ayakkabısına yapışan birkaç tonluk çamuru bir dal parçasıyla sıyırıp biraz geriye fırlattı. İkicanlı bir kadın oraya buraya koşturmaya çalışan evladını ensesinden sıkıca yakalayıp şemsiyesinin altına çekti ve çocuğun ıslak saçlarını cebinden çıkardığı mendille kurulamaya çalıştı. Bir başkası montunun yakasını yukarı kaldırdı. Büyük ihtimal köy kuruldu kurulalı böyle yağmur, böyle fırtına görülmemişti. Kimisi yaşlı kadının iyiliğine yorup “Gökler bile ağlıyor.” gibi, kullanıla kullanıla nasırlaşmış bir cümleyi söylemekte herhangi bir beis görmedi. Kimi de, mevtanın mezar taşına ‘AÇILMADAN İADE’ mi yazsak, diye espri yaptı. Bir 17
gün önce yediği yemeği bile hatırlamayan köyün iyice bunamış eski muhtarı “Gençliğimde görecektiniz beni; bu köyde açıp okumadığım kitap, boş sayfalarına imza atmadığım defter kalmadı.” demişti ki; arkasından gelen gençten biri, büyük bir ustalıkla adamın lastikli pantolonunu çekip aşağı indirdi. Bağırış, çığırış; güneş yüzü görmemiş küfürler savruldu ortalığa. İmam, dilini ısırarak gülüşünü bastırdıktan sonra; “Muhteremler, hiç olmazsa mezarlık çıkışına kadar sabretseydiniz!” gibisinden sitem mi akıl verme mi olduğu pek de anlaşılmayan laf etti. Pörsümüş et ve yağ yığınının insanların bu kadar hoşuna gitmesi ilginçti. Yüzündeki sivilcelerden ergenliğin kıyısında olduğu anlaşılan bir oğlan, kol kola yürüyen akranı iki kızın arkalarına geçip onların kalça sallayışlarına kaptırdı kendini. Bir süre sonra parmakları cebindeki delikten yeni çıkmaya başlayan kasık tüylerine uzandı. İki kadın, akşamüstü buluşup gazetenin ekinde gördükleri kazağın modelini çıkarma konusunda sözleşti. Dört kişi, eşli tavla konusunda anlaşmışken içlerinden birinin ısrarıyla oyun tercihlerini piştiye çevirdiler. Çekirdek çitleyen birinin ağzına acı tat gelince yüzünü buruşturup mezarlara gelmemesine dikkat ederek yere tükürdü. Yağmur bu kadar sıkı yağmasa, pekâlâ keyifli bir gündü köydekiler için. Önce günler, sonra haftalar, ardından aylar geçti. Ölüm meleği, zamanı gelen nefsi alıp dünyanın çıkış kapısına bıraktı. Geri döndü, birini daha götürdü. Bazen birkaç kişiyi birden götürdü. Yol boyunca yaptığı işten durmadan şikâyet etti. Ona kalsa aşk meşk ya da evlatları gurbette koruma gibi işlerle ilgilenen bir melek olması gerekirdi. Tamamen bir zamanlama hatasının sonucu bu hallere düşmüştü. Günü gelince bunun hesabını soracaktı elbet. Ne gece ne gündüz, ne yağmur ne çamur, ne yaz ne kış, ne soğuk ne sıcak... dedi. 18
Verilen görevi sorgusuz sualsiz yerine getirdi. Her zaman değil elbette; zaman zaman, yasak olmasına rağmen insan kılığına bürünüp tanrı misafiriyim, diyerek canını aldığı insanların evlerini ziyaret etti. Ağlayanları teselli etti, dünyanın faniliği üzerine kısa konuşmalar yaptı, cemaatle birlikte dualar okudu. Taziyeye gelenlere sunulan yemeklerden yedi, içeceklerden içti. Kuzu ciğeriyle pişirilmiş iç pilavıyla zerdeyi daha çok sevdiğini fark etti. Hatta bir keresinde, safrana para yetmediği için zerdeçal ile yapılan zerdeyi yerken memnuniyetsizliği yüzünden o kadar açık anlaşılmıştı ki, cenaze sahipleri ölülerini bırakıp bu meçhul misafiri memnun edemedikleri için üzülmeye başladılar. Çok ender olarak da, bunun başına bela açacağını düşünmeden mevtanın son anlarına dair bilgileri ifşa etti. Hamurunda insandan parçalar olan birinin patavatsızlık yapması kimse için sürpriz olmasa gerek... Son anında annelerinin altına azıcık kaçırdığını ve bir miktar da gaz çıkardığını öğrenen iki oğulun elinden bu meçhul ziyaretçiyi cemaat pek zor kurtarmıştı. Ölüm meleğinin son zamanları, eskisine göre daha yoğun geçmeye başlamıştı. Sorumluluk alanındaki bu şehirde işsiz kaldığı gün neredeyse yok gibiydi. Gündüz şehrin ana caddesindeki kitapçının oradaki vakaya koşması gerekirken akşama doğru dış mahallelerin birindeki kahvehanede bulunması gerekebiliyordu. Yolcularını bazen karakolların izbe depolarından alıp götürürken bazen de aynı binanın üst katlarından atılanları zeminden kazımak zorunda kalıyordu. Planlamayı doğru yapmazsa kimileri yarı hancı yarı yolcu olarak bekliyordu. Tıpkı aynı hastanede, aynı ameliyathanede, yan yana masalarda yatmakta olan iki kişide olduğu gibi. Programına baktı; bugün kitapçıda vurulan öğretmeni ancak üç gün sonra, haziranın yirmi dokuzunda, götürebilecekti. Yanındakini de aynı gün götürürüm, diye düşündü. Spot ışıklarının 19
bol bol enerji tükettiği ve bedene değen aletlerin keskin olduğu, çalışanların aynı renk giysiler giydiği ve benzer maskeler taktığı, bakışların ve unvanların yükseklerde uçmasına rağmen mesleki disiplin ve yeterliğin yerlerde süründüğü ameliyathaneye girip her iki yolcu adayını da etkisinde oldukları narkozdan çıkarıp karşısına aldı ve bir süre “hazır ol”da beklemelerini istedi. Yorgunluktan, kenardaki sandalyeye oturmadı da yığıldı sanki. Bütün ağrılarına öyle ya da böyle dayanmayı öğrenmişti de taraklı ayaklarının ve nasırlarının ağrılarına dayanmayı bir türlü öğrenememişti. Bunca zaman gezdiği, uğradığı hiçbir yerde de ayaklarını rahat ettirecek tek bir pabuca denk gelmemişti. Bu sıcaklarda giydiği sandaletleri çıkarıp bir süre yorgun ve şişmiş parmaklarını ovuşturup ayakaltlarına masaj yaptı. Sonra babacan bir ses tonuyla konuşmaya başladı: Çok yorgunum, bu nedenle ikinize de aynı soruyu soracağım. İki üç gün kadar vaktiniz var. O zamana dek iyice düşünün. Şimdi gidip biraz dinlenmem gerek... Bu aralar açlık ve susuzluk çeken bir kızcağızla uğraşıyorum. Ben tam yüklenip götürürken kuvvetli bir el, kızı sırtımdan alıp yeniden hücredeki şiltesine yatırıyor. Hele son zamanlar… Benimle öbürü arasında gidip geliyor. Neyse... Gelelim sizin durumunuza… Sizi buradan götürürken bu âlemdeki sevdiğiniz birini de yanınıza almanıza izin vereceğim. Eşiniz, ana-babanız ya da evladınız; hiç fark etmez. Geri geldiğimde yanınıza kimi almak istediğinize karar vermiş olun. Orada yalnızlık çekmemeniz için en sevdiğiniz kişiyi de sizinle birlikte götüreceğim. Ölüm meleği bunları söyleyip “Yola kiminle çıkmak istersiniz?” sorusunun altını bir kere daha çizdikten sonra kekeme baykuşla paylaştığı kanlı mabede doğru yol aldı. Soru aslında oldukça basitti ancak varılacak yer düşünüldüğünde cevap içinden çıkılmaz hal alıyordu. 20
Ameliyat uzun sürdüğü için acıkan ve lahmacun, kebap; yanına da şalgam siparişi veren ameliyat ekibi aletleri biraz kenara çekip eski tarihli gazetenin üzerinde yemeklerini yedikleri için ameliyattaki bu iki kişi, bir süre rahattı elbette. Öğretmen ile kuşbaz tanışıp geçmiş olsun dilekleri, “Kimlerdensin?” gibi sorular ve benzer hoşbeşten sonra derin kaygılara daldılar. Böyle iş olur mu kardeşim? Yanımızda götürdüğümüz kişiye iyilik mi kötülük mü yapmış olacağız? Seçilmiş olmak, ödül mü ceza mı? Hem istediğimiz kişinin bizimle gelmek isteyeceğini nereden bileceğiz? Diyelim ki geldi; amellerimiz aynı mı ki, aynı yere düşelim. Ya onu başka, bizi başka yere gönderirlerse ne anladık bu işten? İnsanlar ölmemek için bunca uğraşır, bu âlemde bir gün olsun fazla kalabilmek için bin bir türlü takla atarken siz ona diyeceksiniz ki “Seni çok sevdiğim için yanıma alarak ödüllendiriyorum. Ne şanslısın ki, öbürlerini değil de, seni seçtim!” Deneyin de görün sonucun ne olacağını. Gidin sevgilinize, eşinize, kardeşinize, evladınıza, ana babanıza şunları söyleyin de size ne tepki göstereceğini görün: -Ayıptır söylemesi ben ölüyorum. Benimle birlikte ölecek şanslı kişi de sensin. Cevabın, muhatabınızın küfür dağarcığı ve bunları art arda ekleme yeteneği ile ilgili olduğunu tahmin etmek çok mu zor olacak? İnanmayan, denesin görsün. İnsan evladının temiz, saf olduğu yalanı bu âlemde söylenmiş, duyulmuş; maalesef ki kabul görmüş, en büyük yalandır. Siz siz olun insanları, hele hele sizin için önemli olan insanları; yoklukla, yoksullukla, yoksunlukla sınamayın. Mutlu olmak istiyorsanız sevdiklerinizi bir tek varlık zamanlarınızda yanınıza çağırın. Elinizde paylaşılacak servet, bedeninizde harcanacak takat, 21
yüreğinizde zevk verecek maksat yoksa kimseyi rahatsız etmeyin. Ve elbette sizin için önemli olan birini kaybetmek istemiyorsanız; sakın ola ki onun yanında yoktan, yokluktan, yoksulluktan söz etmeyin. Ölüm meleği, her zamanki gibi zor bir mesainin sonunda, biraz olsun dinlenebilmek umuduyla kekeme baykuştan başka hiçbir canlının yaşamadığı; bırakın yaşamayı, içine girmeye bile cesaret edemediği harabeye doğru yöneldiğinde dudaklarından her zamanki serzenişlerinden biri dökülüyordu: -Bıktım artık, biri alsın götürsün; alsın götürsün bütün bu ölüleri buradan!
22
BAŞSIZ GÜVERCİN İLE KUŞBAZ Allah, bir kuş parçasını bile anasız bırakmasın. Rüzgârda süzülen; süzüldükçe sakladıkları ne varsa ortaya dökülen bu eşsiz güzelliklerden başka güzelliğe nasıl hayran olabilir insan? Hangi şarap, insanı kuşlar kadar mest edebilir? Nasıl da yükselip alçalıyor şu paçalı. Nasıl da nazlı nazlı süzülmekte şu halhallı. Bakın semaha durmuş döneniyor yine şu dervişali. Dönenler, dalıp çıkanlar, taklacılar, makaracılar, melezler… Bir güvercinle göz göze geldiniz mi hiç? Bunu denediniz mi hiç olmazsa? Karşınızdakine kuşların gözüyle bakmayı bilmiyorsanız, doğal olarak onların kafalarını başka yöne çevirmişken anlatmak istediklerini de anlayamayacaksınız. İnsanlar, karşısındakine bakmayı aynalardan öğreniyor. Bundan dolayı da, baktıkları her yerde kendi suretlerini göreceklerini sanıyorlar. Bakmak ve görmek hususunda ezberleri böyle… Mümkündür belki böyle bir ezberi bozmak... Kuşların gözüyle bakmayı başarabilirsek elbette mümkündür. Yüzümüz karşıya dönükken belki yanımızda duranları da görmeyi başarabiliriz. Görmenin hazırlık, çaba gerektirdiğinin farkında değiliz. Uğraşmak işimize gelmiyor, canımız çalışmak istemiyor, tembellikten duyduğumuz keyif sarıp sarmalamış her yanımızı. Mesele, camların ardındaki sırları kazımakta... Belki camları ilk hallerine çevirmeyi başarırsak kendi aksimizi de mahpusluktan kurtarmış oluruz. Belki gün bitmeden camın ardında, uzaklarda neler olup bittiğini de fark ederiz. Kuşlar, sevgiliye benzer; çok kimse fark etmez bunu. Beslerken onlara ait olduğunuzu hissettirmeniz gerekir. Onların uşağı olmanız gerekir. Durmadan sevmeniz, 23
karşılıksız sevmeniz, her hal ve şartta aşkınıza sahip çıkmanız gerekir. Sevmediğinizi hissederlerse kaçarlar sizden. Siz onları sevdiğiniz sürece onlar da size şarkılar mırıldanıp kulağınıza güzel sözler fısıldarlar. Sırlarını yalnız sizin anlayacağınız bir dille açık ederler. Sonsuza dek bağlanırsınız birbirinize. Ölüm sizi ayırıncaya kadar seversiniz birbirinizi. Araya başka birilerinin girmesi, kanlı sonuçlar doğurur. Bir başka sevgiliye şarkı söylemeye kalkarsanız; bunu anlayıp susar ezgiler. Sesler kısılır, bakışlar boşluğa saplanır. Diğerlerinin sizin için söylediği şarkıları kıskanıp onlarla kavga ederler. Önüne gelenle didişir, sonsuzluğa kanat çırpar, düşman bedenine saplamak için hançerini sivriltir. Onlar kuşkusuz ki şahtır; siz, muhtemelen şahbaz. Onlar padişahtır, siz soytarı... Onlar hayatına kastedilecek sultandır, siz onları koruyacak muhafız... Zaten muhafızı ve soytarısı olmayan birinin hükümdar olduğuna kimi inandırabilirsiniz ki? Rahat ettiğim tek yer gökyüzü; belki gerçek vatanım, bir ihtimal gurbetim. Kuşlarımın yurdu, benim sığınağım. İnsan gibidir kuşlar da; her birinin ırkı, nesebi, itikadı neyse ona göre huyları olacaktır elbet. Çakmaklı, paçalı, külümsü, zeytuni, aynalı, halkalı, şebap, gümüş kanat, angut, şıhselli, şirazi, çakçurlu... Elbette en önemlisi; senin gökteki temsilcin peşenk... Hünkârın olmadığı yerde vezir, kılıcın yokluğunda saldırma, yumruk eksildiğinde tokat... Kim bunlardan birinin diğeriyle aynı olduğunu söyleyebilir ki! Kimse anlamıyor bin yıldır süren kavgayı; sürünün savaşa giden ordu düzeni içinde olduğunu görmüyorlar. İşte piyadeler, işte süvariler, okçular, fedailer, kurmay heyeti, vezir ve en önemlisi başkomutan; yani hükümdar, yani peşenk! Hükümdardır önemli olan... Bütün ordu yığılıp yere düşse ne olur ki; yeter ki şahlarını korusunlar, hükümdarlarını 24
ayakta tutsunlar yeter! Nasıl olsa ordu yeniden kurulur, elbet yeni silah bulunur ve tabii ki yeni bir kavim toplanır. Oysa kavme yol gösterecek lider bulmak kolay mı sanıyorsunuz? Önemli olan önder bulmaktır. Liderinizi, peşenginizi bulursanız sürüyü kolaylıkla bulursunuz. Gerçek komutanlara harp meydanında ne yapması gerektiği söylenmez, onlar düşmanı görür görmez nasıl alt edeceklerini de anlar. Sizin söylemenize gerek kalmadan ayartılmaya hazır bütün güvercinleri toplayıp getirir kendi ülkesine, yeniden kurar ordusunu. Sürü sahipleri arasında beni kıskanmayan var mıdır acaba? Geçen gün, kendini bilmezin biri arabasıyla peşengimi takas etmek istedi. Değil araba; üstüne ev verilse peşenk verilir mi hiç? Ben de tüm güvercinlerimle birlikte onun emrindeyiz, onun kuluyuz. Hükümdarını satan ahaliden, padişahına ihanet eden tebaadan, pirinin sözünü dinlemeyen cemaatten, beyine ihanet eden aşiretten kime hayır gelir? Benim peşengim hükümdarların hükümdarı, şahların şahı, sultanların sultanı... Elbet, sahibim... Daha dün, yakın köyden bizim dama güvercin kapıp indirdi. Kapının önünde bir adam, feryat figan… Güvercin onun sürüsündenmiş. Kuş daha yeni gelmiş de, acemiymiş de... Bir araba laf... Adam ol da kuşuna sahip çık! Bir de utanmadan yoldan çıkmış kuşunu geri istiyor. Nerede görülmüş başkasının damına inmiş güvercini geri vermek? Senin peşengin sürüsüne sahip çıkamıyorsa, kafasını gövdesinden ayır kurtul. Senin kuşun ayartılacak kadar ahlak yoksunu ise, itlerin önüne atıp rahat et. Güvercin de güvercin hani! Süt gibi bir dişi; yeni yeni uçmaya başlamış. Hemen kanatlarının ucunu kestim; yerine alışıncaya dek rahat eder böylece. Gözü geride kalmaz. Eski yuvasını hatırlayıp dertlenmez. Çok küçükken daha kuşlara 25
sevdalandığım ilk zamanlar, kuş besleyen yan komşumuzun kapısından ayrılmazdım. Bana ilk güvercinimi hediye ettiğinde kuşun bizim eve alışması için kanatlarını çekmeyi öğretmişti. Kuşbazlığın ilk kuralıymış: -Evladım; daüssıla acısını, çeken bilir. Gittiğin yerde, ayrıldığın toprağı özlemek yakıcıdır. Şimdi sen diyeceksin ki; insanlar için ana kucağından sonraki her yer bir çeşit gurbettir. El hak doğru! Ancak yine de gurbette bir yer bulup zaman zaman dinlenmek gerek. Bizi çağıran her şarkıya koşmak canımızı ağrıtabilir. O nedenle bir yerden dönmek mümkün değilse, o yere dönme fikrini öldürmek gerek ilkin... Kanat yolmasını ve bunun ne kadar gerekli olduğunu daha çocukken o komşumuzdan öğrenmiştim. Büyük acıları önlemenin tek yolu küçük acılara katlanmakmış, öğrendim. Kuşlar, kırık kanatlarının ağrısından memleket ağrısını unuturlarmış, bunu da daha o yaşta öğrendim. İlerideki evden ne güzel kokular geliyor. Ağzı açık ve ağzı yumuk yapıyorlar büyük ihtimal. Acıktım mı ne? Anacığım ne güzel yapardı her ikisini de. Köftelik kıymanın üstüne soğanı rendelerken birbirlerini daha iyi tutsunlar diye bir kaşık da un atardı içine. Et ve soğanı sadeyağda kavururken bol isot, karabiber, yenibahar, tuz; az da olsa, kimyon koyardı. Söylemezdi ama bir çimdik de tarçın attığını düşünmüşümdür hep. Pişme kokusu ortalığa yayıldığında, tarçın kendini bir şekilde gösterirdi. Ufaladığı cevizleri harcın içine salçadan da sonra katardı. Ucunu kopardığım ekmeği ona uzatıp doldurmasını istediğim zamanlarda kızar mıydı, güler miydi bir türlü anlamazdım. Yoğurtla, kimileyin de peynir tenekesinin dibinde biriken suyla yoğurduğu hamurları parçalara ayırıp bebek yumruğu büyüklüğünde bezeler yapardı. Ardından da hepsini koca adam avucu büyüklüğünde açardı teker teker. Bütün iç malzemeyi, 26
yemek tepsisinin üzerine dizdiği bu yuvarlak hamurlara eşit paylaştırırdı. Ardından yarısını bohça gibi kapatır, diğer yarısının da kenarlarını çirtik çirtik yapardı. Aslında her ikisinin de içinde aynı malzeme vardı, her ikisi de aynı hamurdan yapılırdı ve aynı kızgın ateşte pişerdi; yine de biri ilk bakışta kendini hemen ele verirken diğeri usta tat alıcının ağzında anlatırdı derdini. Ağzı açık ve ağzı yumuklar yağda kızarmaya başlayınca kokusu yedi mahalleden duyulurdu. Yakın komşuların içinde gebe kadın varsa o eve mutlaka birkaç tane giderdi. Ne olur ne olmaz; maazallah canı çeker, yiyemezse de bebeğini düşürür. Gündüz iş çoksa kimi yemekler oturduğumuz odada akşamdan pişerdi. Karanlığın erkenden çöktüğü kış akşamlarında ne güzel masallar anlatırdı. Masallardaki anaların tümünün benim annem olduğundan adım kadar emindim. Oradaki yiğitlerin yerine de kendimi koyardım. Anlatırken o sırada elinde ne varsa onu; bazen sebzelerin içini boşaltırken kullandığı oyacağı, bazen bıçağı, bazen oklavayı hücuma kalkmış piyade ordularının başkumandanı gibi ileri doğrulturdu. O anda annem gider, ortaya korkusuz kahramanlar çıkardı. Bazen bulguru elemek için kullandığı eleği benim başıma geçirir ve taç giymiş hükümdar olurdum. Kendi kafasına geçirdiği süzgeç, onu ana kraliçe yapardı. Masalların süresi ne hikmetse yemeği hazırlama süresinden ne eksik ne fazla olurdu. Yer ve gök bizimdi. Toprak ve su bizim. Nehirler, ovalar, onların içi ve dışı bizim. Dünyanın içine sığışmış her varlık; uçan, kaçan, sürünen, yürüyen, yüzen, boğulan, nefes alan her varlık bizimdi. Kim demiş; serçe, doru atı kapıp göğe yükseltemez? Kim demiş; ayağı kırık da olsa, karınca menziline varıp yangınları söndüremez? Bu hayaller ve bu 27
dil bizim olduktan sonra, masallara sığınanlara kim kötülük yapabilirdi ki? Ana kraliçe, kibe dolmasının içini doldurduktan sonra sıra işkembeyi dikmeye geldiğinde, gözlüklerini takardı. Takmışken de, biraz iğne oyası ya da kanaviçe yapardı. Bazen prensesin parmağına iğne batıverirdi de, hiç yoktan alırdın başına belayı. İşkembe parçalarını kocaman el büyüklüğünde kesmek, komutanların işiydi. İçine doldurulacak bulgur ile kırık pirinçleri, kuzunun kellesindeki et parçalarına karıp getirmek ise nedimelerden başkasına düşmezdi elbette. Onların içine tane karabiber, öğütülmemiş kuru nane, kekik, fesleğen, kimyon, çok az tarçın, bol bol isot, küçük küçük doğranmış kayısı parçaları eklemek benim gibi genç bir cengâverden başkasının haddine mi düşmüştü? Tencerenin altına kaburgaları dizmek, başka yemek yapmaya yaramayacak et parçacıklarını kibelerin üstüne serpiştirip sihirli dağlardan getirilmiş suyu eklemek de hükümdarın müstakbel eşi; dünyalar güzeli perinin vazifesiydi. Böylece anlardınız ki, bayram bayram olmaya ve ana yüreği ile oğul yüreği aynı göğüs kafesinde atmaya başlamış. Bayram sabahı, bir dahaki masala ve elbette yemek hazırlanacak uzun yeni geceye kadar oğul çıkıp sokakta oynayabilir; isterse üstünü kirletir, isterse sapanıyla kuş avlar, isterse atların kuyruğundan çektiği kıllarla fak kurar, isterse kendi içine saklanır ancak tek şey yapamaz: Ayağı taşa takılıp yere düşemez. Ana yüreği, dayanılmaz denilen bütün acılara dayanır da, oğul acısına dayanamaz işte!
28
ANA YÜREĞİ Yiğit mi yiğit, yakışıklı mı yakışıklı, akıllı mı akıllı delikanlının biri padişahın güzeller güzeli kızıyla evlenmeye talip olmuş. Padişahın imkânsız denen tüm şartlarını yerine getirmiş: Fırlattığı oku gökyüzüne bulutlarla çizilmiş dairenin ortasından geçirmiş, hançeri aslanın böğrüne saplamış, taşınmaz denilen kütükleri omzunda taşımış, boğayı tek yumrukla öldürüp kayayı dağın ardına çakıl taşı gibi fırlatmış. Sıra en önemli aşamaya gelmiş. Haşmetli padişahımız, bu delikanlıya son olarak sadakatini ispatlaması için annesinin yüreğini söküp getirmesini şart koşmuş. Meğer kızın babası olan bu zalim adam, kadınların ve yeni doğmuş oğlan çocuklarının yüreğiyle beslenen bir canavarmış. Cengâverimiz duraksamış bir an. Gözlerinin önüne onu doğuran, onun için günlerce uykusuzluklara dayanan, kendisi ağladıkça ağlayan, kendisi güldükçe gülen annesi gelmiş. Tam “Hayır!” diyecekken padişahın yanında duran bir içimlik su damlasına benzeyen kıza bir daha bakmış. Gözleri o yarısı ay, yarısı güneş olan yüze takılı kalmış. Böyle saç mı olur? Sırma, desen; sırmalar sönük kalacak. Altın, desen; altının değeri hiçleşecek. Uçurumun dibinden insanı kurtaracak sarmaşık desen koca kadırgaları fırtınada iskeleye bağlayan halatlara haksızlık olacak. Gözler ahu, boy servi, kirpikler ok, kaşlar keman yayı, endam ceylan… Şiirlerde, şarkılarda, masal ve efsanelerde söz edilen; uğruna ölünen sevgili bu olmalı. Çaresiz kabul etmiş padişahın son şartını da. Varmış baba evine. Kapıda anası, kem küm eden oğlunun sıkıntısı olduğunu o anda anlamış. Söyle, demiş oğul; söyle derdin nedir gözümün nuru, söyle ruh-u revanım? Oğlan olan biteni, yapabildikleri kadar yapamadıklarını, emin oldukları kadar kuşku duyduklarını 29
eksiksiz anlatmış. Anası sormuş: -Kızı çok mu seviyorsun, ona kavuşursan mutlu olacak mısın? Tereddütsüz “Evet!” demiş oğlan. -Evet anacığım. Hiç şüphe yok ki, evet! Ona doğru yürürken hayatın merkezine, ondan geriye gittikçe ölüme yürüyormuş gibi hissediyorum kendimi. -Al sök o zaman yüreğimi oğul. Evladını mutlu edemedikten sonra, o ananın yüreği atsa ne olur, atmasa ne? Oğlan, anasının yüreğini sökmüş ve soğumadan padişaha yetiştirmek için önüne, ardına, sağına, soluna ya da aşağı yukarı bakmadan saraya doğru koşmaya başlamış. Gözü o afet-i devrandan başkasını görmediğinden yolun üstündeki taşa takılmış ayağı ve yere yuvarlanmış. Düşme sırasında biraz ileriye savrulan ana yüreği dile gelmiş: -Ah oğlum, bir yerin acıdı mı? (...) Bu kadar şiddetlisi olmasa da, benzeri durum herkesin başına gelmemiş midir? Böyle bir düşkırımı yaşayan ya da yaşatan insan sayısının az olduğunu mu düşünüyorsunuz? İnsanoğlu çiğ süt emmiştir, sözü boşuna mı söylenmiş sanıyorsunuz? Oysa cengâverimiz, bileğine güvendiği kadar aklına ve mantığına da azıcık güvense kötü mü olurdu? Hangi insan bir diğerine feda edilecek kadar önemsiz olabilir ki? Ne ya da kim, uğruna tüm varlığınızı kurban edeceğiniz kadar değerli olabilir? Güzellik, derseniz gelip geçecektir. Şehvetin azgın baskısı, derseniz yerinde duramayan küheylanlar bir zaman sonra uysallaşıp sütçü beygirine dönecektir. İç kıpırtısı, derseniz dinecektir. İnanç, derseniz değişecektir. Onsuz yapılmıyor, derseniz yapıldığı da görülecektir. Nefesi bile onunla alıyorum, derseniz tek başına yaşamanın da mümkün olduğu görülecektir. 30
-Sevgili öğrenciler; kuşkusuz ki, insanın düşmanlarının başında, hormonları gelir. Cinsel istekler, keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur, desek ya da kimi uzuvlarımızın davranışlarımıza etkisi beynimizden, eğitimimizden, mesleğimizden, ilkelerimizden, ahlakımızdan daha güçlüdür, desek ayıp etmiş veya yalan mı söylemiş oluruz? Başınıza gelen olmadık belaları düşünün; içlerinden hangisi, azgınlıklarınızın neticesi değildir ki? İzninle burada biraz soluklanalım. Böyle bir bitişi sevmedim. Sonuçta tanrı kelamı değil, uydurma bir olay... Masalın sonunu bir miktar değiştirelim. Delikanlımızın padişahın yanından ayrılıp annesinin evine yöneldiği yere geri dönelim. (...) Cengâverimiz yolda yürürken aklı başına gelmiş. Dikkat etmeden geçse ayağının takılıp düşeceği taşa oturmuş ve kara kara düşünmeye başlamış. Bir tarafta cennetten çıkma bir huri, diğer tarafta cennetin ta kendisi anacığı… Düşünmüş de düşünmüş, saçını başını yolmuş, zaman zaman ayağa kalkıp bir ileri bir geri yürümüş, ağaçları yumruklamış, taşları avucunda parçalamış. Dağa bakmış, dağ yıkılmış; nehre dönmüş, nehir korkudan akışını durdurmuş. Biraz zaman geçip telaşı az biraz hafifleyince çevredeki kurumuş kuş ayaklarını, kuş kafalarını ve uçuşan kapkara yarasa tüylerini görmüş de pek anlam verememiş. İçinden dua etmeye, yalvarmaya başlamış. Bir çare, demiş; bu naçar kuluna bir çare! Yalvarmış, yakarmış... Kimileyin hiddetle, kimileyin sükûnetle söylenip durmuş. Yok, aklı çatlayacak gibiancak en ufak kurtuluş ümidi yok... Aslında bütün bu zaman içinde kafasını bir kerecik yukarı kaldırıp baksa kendisini bunca zaman izleyen bir çift göz olduğunu görebilecekmiş. Nedense gölgesinde oturduğu ağacın 31
dallarına bakma ihtiyacı hissetmemiş. Oysa rengârenk bir kuş, kamu mülkün maliki gibi ağacın tepesinde tüneyip durmaktaymış. Ayakları olmayan ancak kuyruğu ebemkuşağı kadar uzun ve parlak; kanatlarında ateşin içindeki bütün tonları barındıran, şimdiye kadar pek az insanın görme şansına eriştiği bir kuş... Kuş dayanamayıp seslenmiş: -Derdin nedir genç adam? Delikanlı sesi duymuş ancak geldiği yeri anlayamamış bir türlü. Etrafa bakınmaya başlamış. Ağacın tepesindeki sesin sahibini epeyi uğraştan sonra görmüş. -Sen kimsin? Öğrensen ne olacak? Benim derdimin hallinde bir kuş parçasının elinden ne gelir ki? -Ben devlet kuşuyum. Kimin kafasının üstünde konaklarsam onun dertleri anında biter; varlık, esenlik zamanları başlar. -Gel yanıma öyleyse, geç karşıma da anlatayım. -Gelemem. Benim lanetim de bu: Her taraf zindan karasına dönmeden toprağa inemem. Ancak buradan bile sıkıntı soluyan sesini duyabiliyor, umutsuzluk kokan nefesini koklayabiliyor ve çaresizlik şarkıları söyleyen ruhunu işitebiliyorum. Derdini söylemeyen derman bulamaz, söyle derdini. Oğlan bir solukta anlatmış: Kızın ne kadar güzel olduğunu ve onu ne kadar çok sevdiğini... Kavuşmak için her şeyi yapabileceğini ancak anasını da çok sevdiğini… Hayâllerini de çaresizliğini de bir çırpıda sıralamış. -Senin derdini çözerim ancak zamanı gelince senden bir isteğim olacak. O gün gelince sen de benim istediklerimi yapacağına söz verirsen çok istediğin kıza ve ikbaline kavuşmanı sağlarım. -Söyle ne istersen yapayım. -Şimdiye ait değil isteğim, sabretmesini öğren. Sabırla koruk 32
pekmez olur. Bekle burada. Dağın içinde saklanan bir kızcağız var; kimi kimsesi yok. Ailesi onu bir katırın arkasına bağlayıp buralara salmış. Kız, daha bu sabah doğum yapmış. Kızıyla evlenmek için can attığın hükümdarın bu dönemde doğan tüm oğlan çocuklarını öldürttüğünü biliyor. Oğlunu kimsenin bilmediği bir yere saklamış. Onu sağlam bir adrese emanet etmem karşılığında ne istersem yapacağına ant içti. Şimdi sen de yemin et ki, ben sana kızın kalbini getirirsem sen de zamanı geldiğinde ben ne istersem isteyeyim yapacaksın. Kabul edersen seni sevgiline kavuştururum. Anacığın da kurtulup evinde, ömrünün son gününe dek, mutlu ve esenlik içinde yaşar. Zaman içinde ülkenin yönetimini eline alır ve oranın lideri, öncüsü olursun. Oğlan, bu sefer temkinli olmak gerektiğini anlamış. Şöyle bir düşünmüş, anacığına bir şey olmayacak. Kendisi de padişahın dünyalar güzeli kızına kavuşacak. Korkacak ne olabilir ki? Dağın ardındaki suyu şehre getirmemi isterse, dağı deler suyu getiririm; ateş püsküren ejderhayı öldürmemi isterse kılıcımla tek vuruşta yere sererim diye düşünüp şartları kabul ettiğini söylemiş. Zamanı gelince isteğinin yerine getirileceği sözünü alan devlet kuşu anında yükselip gözden kaybolmuş. Döndüğünde tüylerine kan bulaşmış ve yüzü çift başlı şeytan görmüş gibi dağınıkmış. Delikanlımızın havaya kaldırdığı kollarına kadar alçalıp hâlâ atmakta olan kalbi, bir süre sonra zenginliği ve şehvetli bir dişinin mahrem yerlerini avuçlayacak ellerin arasına bırakıp gitmiş. Giderken de zamanı gelince döneceğini, sözünü unutmamasını bir kere daha tekrarlamış. O anda bu yiğit delikanlıdan mutlusu yok, dönüp de kuşun ne yaptığına mı bakacak! Delikanlı koşa koşa saraya giderken kuş, bir kadının rahminden daha bu sabah çıkmış 33
ve yeryüzüne acemi merakla bakan yılan yavrusunu kanatlarının altından çıkarıp gagasının arasına almış ve yılan ülkesinin kapısına doğru uçmaya başlamış. Kuş, daha yılan ülkesine ulaşmadan; oğlan, avuçlarında seyrek de olsa atmakta olan kalp ile padişahın huzuruna çıkmak için destur beklemekteymiş. Herkes mutluysa, herkes amacına ulaşmışsa olan biteni sorgulamaya kalkmak, bir çeşit edepsizlik değil midir ey ahali? Oğlan, hükümdarın dünyalar güzeli kızına kavuşmuş; dünyalar güzeli dilber ise, yiğit cengâvere... Günlerce süren düğün eğlencelerinde yemekler yenip içkiler içilmiş. Gevendeler ahaliyi eğlendirmiş, ahali sarhoş olup halay çekmiş. Ülkenin kadısı, halayın başından bir an bile ayrılmamış. Bu kadar yokluğun içinde herkese iyi gelmiş bu eğlenceler. Padişah, dişi bir kalp daha yediği için enerjisini almış, mutlu... Babasının şartlarından dolayı az daha evde kalacağını düşünen kız, aslan gibi bir yiğidin eşi olmuş, başı bulutlarda... Fukara halkın, acizlerin, garip gurebanın işkembesi iki üç günlüğüne de olsa tıka basa dolmuş. Devlet meselelerinden dolayı sıkılmış memleketin avenesi biraz nefes almış. Karıncalar bile kısmetlerini usul usul yuvalarına taşımaya başlamışlar. Son gün hem eğlence hem de yarışma niyetine lıklıkı köfte yapma yarışması düzenlenmiş. Sadece ülkenin maharetli hanımları değil; pala bıyıklı, savaş oldu mu koşan barış oldu mu hüzünlenen, sayısız düşman kellesi koparmış, gözlerinden ölüm fışkıran civanmertler bile simitlik bulguru yağsız, sinirsiz ve kara taş üzerinde dövülmek suretiyle macun haline getirilmiş etle hercümerç etmek için bakır leğenlerin başına oturmuş. İlk bakışta çiğköfte yoğuruyormuş gibi et, isot, salça, kimyon, karabiber, tuzu birbirine karıştırıp iyice yoğurmuşlar. Kimisi köftenin 34
hamurlaşmaması için su yerine buz kullanmış. Kimisi işin kolayına kaçıp bulguru kaynar suyla haşlamış. Hatta yahu bu hengâmede kim anlayacak ki, diyerek malzemenin birbirini daha iyi tutması için patates püresi; hazmetmeyi, affedersiniz ama defi haceti, kolaylaştırmak için de kimseye göstermeden zeytinyağı koyanlar bile olmuş. İzleyenler “Hah, şimdi de ince kıyılmış taze soğan ile maydanozu katıp marul ve turpla servis edecekler çiğköfteyi.” demek üzereymiş ki, hepsi birden devasa tavalarda bin bir türlü baharat, salça, soğan ile hafif kavrulmuş kuzu kuyruklarından kâfi miktarda alıp yeniden leğenlerinin başına dönmüşler. Kimisi iri elma, kimisi de orta halli soğan büyüklüğündeki bulgur toplarını sol avuçlarına alıp sağ işaret parmaklarıyla bir güzel oymuşlar. Rengi tutsa, yarışmayı heyecanla izleyen halk, bu hararetli aşçıları acur dolması yapıyor sanabilirmiş. Hazırladıkları köftelerin oyuklarını tavadan aldıkları kuyruk yağıyla az biraz doldurup başparmak ve işaret parmağıyla bir güzel kapamışlar. Avuçlarını hafifçe ıslatarak meşreplerine göre kimisi minik top güllesi, kimisi de iri kaz yumurtası şekli vermiş. Kimisi kızartıp kimisi haşlayıp sıcak sıcak servis yapmaya hazırlanırken arkalarından yanaşan yeni yetme oğlanlar birer tane yürütüp anında mideye indirmişler. Kendilerine kızıldığında inkâr etmişler etmesine de; ne çare, çene altından göbek deliklerine kadar süzülen kırmızıya dönmüş yağ izleri suçu açık etmekteymiş! Pişen köfteler jürinin önüne geldiğinde tattan önce koku, sıkılık, sallayınca çıkması gereken lık lık sesindeki tokluk, renkteki yağız kahverengilik ve daha birçok husus değerlendirilmeye alınmış. Kazananlara mükâfatları verilmiş, kaybedenler "Bir dahaki sefere... Mesele kazanmak değil, katılmak ve yarışmak..." gibi boş sözlerle teskin edilmiş. Gün olmuş gece olmuş. 35
Daha iki ay bile olmadan prensesin hamile olduğu duyulmuş. Damat, devlet ricalindeki yerini daha bir sağlamlaştırmış. Soyunun devam edecek olması padişahımızı da epey memnun etmiş haliyle. Kim istemez ki kendinden olanın devam etmesini? Dağ başındaki kimsesiz ot bile, kuruyup yok olmaya yakınken tohuma durup kendinden sonrakini var ediyor. İnsanların da tek meziyetleri budur belki: Üremeyi sürdürmeleri... Belli mi olur, bakarsınız bir zaman sonra iyi insanlar doğmaya başlar da, bugüne dek ortalıkta dolaşan defolu serinin sadece üretim hatası olduğu anlaşılır. Neyse… İktidara giden yolu gece çalışmalarıyla hızla geçen damat, kısa sürede kayınbabasının hemen hemen tüm işlerini devralmış. Daha yenilikçi olan damadın önerisi ile kameri takvim sisteminden şemsi takvim sistemine geçilmiş. Şehrin meydanına devasa yuvarlak mermer sütun yerleştirilmiş. Sütun o kadar genişmiş ki, bir düzine insan el ele tutuşsa ancak çevresini sarabiliyormuş. Hatta kimi hesaplamalara göre, taşın çapı ile yüksekliğinin eşit olduğu sonucuna varılmış. Mesai sistemi bu abidevi taşın gölgesine göre belirlenmeye başlamış. Gölge batıya düşmeye başladığı anda esnaf tezgâhlarını hazırlıyor, doğuya geçip süvarilerin kışlasının üstüne geldiğinde ise dükkânlar kapanıyormuş. Taşın gölgesinin akşama doğru kışlaya düştüğü noktaya hayli büyük bir muvakkithane inşa edilir. Kimi zındıklar, aslında bu taşın damat beyin şeyini; anlayın işte, kendine ikbal sağlayan devasa uzvunu, temsil ettiğini ileri sürüp muvakkithanedekilerin de ibadet saatlerinden çok damat beyin orasının enini boyunu hesapladıkları hususunda dedikodu yapmaya başlayınca; idareci taifesi, sorunun çözümü için ülkenin saygın âlimlerine, kalburüstü sanatkârlarına, seçkin edip ve şairlerine, namlı tüccar ve esnafına, remil atanlara, ilim müptelalarına ve müneccimlere 36
ve dahi değişik zanaat erbabına başvurmuş. Âlimler, ilimleri; din adamları, itikatları; tüccarlar, servetleri; askerler, tüfekleri ile halka gerçeği anlatmış: Aslında bu taş, soylu milletimizin ezelden beri bağımsızlığını ve kendi ayakları üzerinde yaşayarak sonsuzluğa ulaşma isteğini temsil etmektedir. Nitekim bayrağımızda ve kutsal mekânlarımızın girişinde yer alan dikey semboller de bunu desteklemektedir. Zaman, tüm sorunları çözdüğü gibi bu sorunu da çözmüş. Hatta ilerleyen yıllarda, çocuğu olmayan kadınlar dörderli yahut sekizerli; azami on altışarlı, kıtlık günlerinde otuz ikişerli, harp zamanı altmış dörderli gruplar halinde bir araya gelip el ele tutuştuktan sonra çocukları olsun diye kasıklarını topluca taşa sürmeye başlamışlar. Bir yandan taşa sürünürken bir yandan da kutsal maniyi tekrarlamışlar: Ceviz getir kıram Aç koynunu girem Sabah akşam öp beni Erkek olduğun görem Akşamları işten yorgun argın eve dönen adamlar, bu işler için o civarda özel olarak hazırlandığı söylenen macun ve merhemlerden satın almaya başlamış. Burayı bu maksatla ziyaret ettikten sonra çocuğu olan kadınlar, dileklerinin kabulünden dolayı, şükranlarını belirtmek için ahaliye künefe, katmer, kalburabastı, küncülü akıt, şıllık gibi tatlı yiyecekler dağıtmaya başlamış. Hatta bir süre sonra arka sokaklarda; el altından, su zımparasıyla kaymak hale getirildikten sonra keramet sahibi âlimler tarafından okunmuş, şimşir ağacından mamul zıbık ticaretinin başladığı bile rivayet edilir. Ritüele göre öncelik sırası şöyle belirlenmiş: İlkin parmaklar ve dil, ardından zıbık, son olarak da cismani taarruz... Damadın önderliğinde yeniliklerin ardı arkası kesilmemiş. 37
Devlet erkânı tarafından kullanılan giysi tarzları da değişimden payına düşeni almış. Halka açık törenlerde, at inme ve at binme esnasında, geniş kadife eteklerin altına iç çamaşır giymeyen eratın durumu sorun olmaktaymış. Genç zabitlerin kıraathanelerde entarilerini kucaklarına toplayıp hasır kürsülere ulu orta oturduklarında da ortaya çıkan manzara pek hoş değilmiş. Kimilerinin tenasül organları her zaman olmasa da açığa dökülmekteymiş. Süvarilerin, kendilerine zimmetli atlarından bu konuda yardım aldıkları ya da onlardan parça kesip kendilerine ekledikleri üzerine tevatürler dahi dolanmaya başlamış ortalıkta. Cahil halkın kıyaslama huyu dedikodu mekanizmasını de harekete geçirmiş elbette. Falancanınki kemer patlıcan, filancanınki ise çorbalık bamya kadar... Aslı astarı olmayan konuşmalar sıradan sohbete dönmüş bir süre sonra. Kendini bilmez, patavatsız, eçhel-i cühela kimi kadınlar kocalarının orasıyla dalga geçmeye başlamış. Bunun üzerine ordunun tüm fertlerine sulh vakitleri şehirde dolaşırken iç çamaşır giyme ve sandalyeye oturma zorunluğu getirilmiş. Alaylılar, işi daha sağlama alıp bir de pantolonun üstüne kuşak bağlamaya başlamış. Böylece kilo aldım iki dikiş açalım, kilo verdim iki pile daraltalım sorunu da ortadan kalkmış. Mekteplilerin üniformalarına ise sağ omuzlarından başlayıp sol koltuk altlarına uzanan sağlam halatlar eklenmiş. Rivayet odur ki, vezire ihanet etmeleri ya da savaş meydanından kaçmaları hâlinde bu sicimle asılacakları da kulaklarına fısıldanmış. Statü farkları iyice belirginleşsin diye göğüs bölgelerine farklı renklerde bez şeritler dikilmiş. Üniforma altına sutyen benzeri bir aparat ekleme işi ise bütün bunlardan sonra gerçekleşmiş. Uzun seferler sırasında göğüs bölgesine içeriden bağlanması için tasarlanan bu iç torbacıklara tütsülenmiş et, tuzlu peksimet, kuru meyve parçaları 38
muhtemel yaraları dağlamak için bir miktar barut, bir parça kav, bir iki tane kibrit çöpü, iğne iplik gibi kimi gerekli malzemeler konmuş. İlk zamanlarda, sırf bunları taktıktan sonra ortaya çıkan görüntüleri nedeniyle, talim sonrası kışla yatakhanesinin karanlığında kaşar piyadeler tarafından tecavüze uğrayan tıfıllar olduğu söylense de, kararlardan geri adım atmayan kadro sayesinde asrileşme faaliyetleri harfiyen uygulanmış. Evleneli daha birkaç ay olan damadın keyfi yerinde... Göz nuru kızını hoş tutarak kayınbabasını, zaman zaman dağıtılan bahşişlerle de ser askerleri kendi tarafına çeken damat, yerini her geçen gün biraz daha sağlamlaştırmış. Saraydan beslenenlerin sayısı artmış, vergi toplama işi sıkı kurallarla düzenlenmiş. Ahalinin arasına karışmış hafiyelerin sayıları çoğaltılıp hepsi sorgulama eğitimlerinden geçirilmiş. Hatta çalışmalarını daha verimli ortamda yapmaları için sarayın altında özel odalar düzenlenmiş. Halat, zincir, kalas, kızgın demir için kömür ve körük, diş çekmede ve et koparmada kullanmak üzere uzun saplı kerpeten... gibi envaı çeşit alet edevat hazır edilmiş. Köyde tek başına oturan anacağız uzak akraba olarak tanıtılıp sarayda oda sahibi olmuş. Ayrıca kimsenin bu yaşlı akrabaya ilişmemesi, onun hoş tutulması da tüm çalışanlara sıkı sıkı tembihlenmiş. Güneş doğmuş, ardından gece inmiş. Bir gecenin bitimine doğru bir oğlan çocuğu doğduğu haberi gelmiş. Damat sevinsin mi üzülsün mü karar verememiş. Kayınpederi, bu yıl doğan tüm erkek çocuklarını öldürtmüştü ancak öz torununu öldürtecek kadar zalim olamazdı herhalde. Önceden kullanılan kameri takvim sistemine göre yıl bitmiş sayılsa da, şemsi takvime göre yılın bitişine az biraz vakit vardı. Taze baba, evladını görmek için doğum yapılan yere koşmuş. 39
Odaya girdiğinde sevinçten çok sessizlik ve şaşkınlık hâkimmiş ortama. Göbek bağı daha yeni kesilmiş ve kundağa sarılmak üzere olan çıplak bebeğe yanaşmış. Sizin de mutlaka dikkatinizi çekmiştir; bebekler dünyaya geldikleri ilk günlerde gerçekten de çirkin olurlar. Ucube gibidirler. Hatta onları leyleklerin değil de uzaylıların getirdiği söylense pek de şaşırtıcı gelmez kimseye. Ya da ilk hallerinin müsvedde olduğu, henüz temize çekilmedikleri iddia edilse... Kim itiraz edebilir ki böyle bir düşünceye? Ancak bu çocukta başka türlü bir tuhaflık varmış. Çocuğun bedeninin hiçbir noktasında, ilaç niyetine olsun, tek tüy yokmuş. Üstelik anne sarı, baba kızıl saçlı ve her ikisi de beyaz tenli olmasına rağmen oğlan marsık gibi kapkaraymış. Göz kapakları, gözlerini kapatmaya yetmeyecek kadar küçük ve avucunda geldiği âlemin en büyük sırrını saklıyormuş gibi parmakları sımsıkı kapalıymış. Sevgili okuyucular, şimdi usta edipler gibi davranıp babaya yaklaşalım ve onun ne yapacağına daha yakından bakalım: Genç baba beşiğe yanaşıp evladına doğru eğildiğinde; herkes, babanın bebeğin kulağına ismini fısıldayacağını ya da kucağına alıp bahtının açık, kaderinin temiz, şansının bol olması için dua edeceğini düşünmekteydi. Hiçbiri olmadı. Dünyanın en ağır cümle kapısını açıyormuşçasına bebeğin sıkı yumruğunu açtı. Avuçtaki kuş tüylerini görünce bir nebze olsun şaşırmadı. Sanki bu an için defalarca prova yapmışçasına parmakları teker teker kapattı ve sırtını dönüp odadan çıktı. Dış avluya, oradan da has bahçeye yürüdü. Gün, usuldan ışımaya başlamıştı. Böyle anlarda insanın içini uhrevi sessizliğin ve dinginliğin kaplaması gerekirken onun yüreğinin ortasında insanlık tarihinin en kanlı meydan savaşlarından biri başlamıştı. Her daim kuş seslerinin, rüzgâr uğultularının, gül yaprağı hışırtılarının egemen olduğu 40
bahçede tek bir sesin olmadığını fark etti. O gün tanık olacağı felaketin sadece doğan bebek olmadığından emindi artık. Yürüdüğü her tarafa bir kere daha baktı, dikkat ettiği her köşeye biraz daha dikkat kesildi, dokunduğu her gül goncasına bir daha dokundu. Sonunda ağacın birinin tepesinden parlak renklerin aksettiğini fark edince oraya yöneldi. Dalların arasında daha sekiz dokuz ay önce, ormanda, derdine çare bulan kuşu gördü. İki usta silahşorun, iki yenilmez pehlivanın, iki acımasız kılıç ustasının ve elbet iki kıskanç şairin kavga öncesindekine benzer bakışlarıyla birbirlerini tarttılar bir süre. Her ikisi de, onurlu savaşçılar gibi, ilkin karşısındakinin silahını çekmesini bekledi. Ne kadar zaman geçti bilinmez; bu arada, iki komşu devletin vatandaşları, iki düşman dinin inananları, iki farklı mezhebin mensupları sorunlarını kıyam ile çözdüler. Herkes, sonraki kavgaya kadar, kendi tanrısına koştu. Tam bu arada kuşun sesi duyuldu: -Oğlunu almaya geldim. Genç adam, bir kere daha böyle çaresiz olduğunu hatırladı. O zaman da gün ışığında toprağa inemeyen bu kuşla karşılaşmış ve öyle ya da böyle sorunları çözülmüştü. Delikanlı yaptıklarının bedelini, o zaman da bir başkasına ödetmişti. Ne olacak sanki bu dünyadaki tüm suçların cezasını ve külli günahların kefaretini hep ilgisiz birileri ödemez mi zaten? Şimdi neden aynısı olmasın ki? Usulca fısıldadı: -Al!... Al ve götür onu buradan. (...) Kapı çalınıp da birileri kuşbaza seslenmeseydi önce ile sonra, gece ile gündüz, ten ile ruh, anlam ile saçma, düş ile gerçek 41
arasında bir yerlerde yaşayan bu adamın yeryüzüne dönmeye pek de niyeti yoktu. Kapı çalındı ve birileri güvercinlerden başka kimsesi olmayan kuşbaza seslendi: -Kuşçu, kuşçu! Damdan aşağıya eğilip baktım. Beyin ortanca oğlu… Yanında yirmi-yirmi beş yaşlarında, çelimsiz, başı yerde, bu sıcaklarda tüylü ceket giymiş, kapkara biri… Sırası mı şimdi hayatı bölmenin? Bilmez misiniz; kuşlarla geçirilen zaman kutsaldır. İbadetin parçasıdır. Sen yerde, onlar gökte uçarlar. Kimisi takla atar, kimisi süzülür, kimisi dem çeker, kimisi yükseldiği yeri beğenmeyip daha da yukarı tırmanır, kimisi gök kafesi delip geçer ve öte âlemle tanışır. Zaman dışında kimse yerinde durmaz. Bir tek zamandır kıpırdamadan beklemekte olan. Evler, sokaklar, mahalleler, şehirler, ülkeler; en arkada insanlar, geçip gider zamanın üstünden. Biri merak edip de dönüp geriye baksa görecektir; seher vakti olduğu yerde durmaktadır. Öğle de öyle, ikindi de, gecenin karası da… Zaman, geçip gidenlerin ardından hüzünle bakakalmıştır. Gidenlerin neden gittiğinden çok, gelenlerin neden geldiğine akıl sır erdirememektedir. Belki de bir tek bu yüzden; hayatın içinden zamanı çıkarırsanız, geriye kalanların tümü tepe taklak aşağıya yuvarlanacaktır. Düşünün ki dün ve yarın yok. Önce veyahut sonra yok. Bugün ve şimdi, tek başına ne işe yarar? Merdivenden inip kapıyı açtım. -Hoş geldin, hayrola… -Hayırdır, hayır… Babam selam söyledi, bu arkadaş birkaç gün senin evde kalacak. Şerefsiz patron. Valide öldüğünden beri yalnızlığımızı kullanıyor. Ne zaman köyde saklayacağı biri olsa, o yer bizim babadan kalma ev oluyor. Ne zaman pis iş yapacak olsa aklına bizim köydekiler geliyor. Seçim dönemleri, açılış 42
günleri kadrolu alkışçı olduk. -Tamam, kekê; emirdir. İçeri buyur kardeş. -Ben gidiyorum kuşçu. Babam dedi ki, misafirden kimseye söz edilmeyecek. Ortalıkta da görünmeyecek. Yarın ikinize bir hafta yetecek nevale ve biraz da para getireceğim. Sen de misafir burada olduğu sürece çalışmaya gelme. Çavuşun haberi var. Ona mukayyet ol. -Başım gözüm üstüne, hayırla git. Beyimize saygılar... Puşta bak! Lan senin şerefsiz babanın çevirmediği dümen mi var? Şehirdeki amcık ağızlı kodamanların pis işlerini babana yaptırdığını cümle âlem biliyor. Sonra da banka kredisi, devlet arazini zapt etme, bürokratlarla iş çevirme... Al takke ver külah. Bizim başımızı belaya sokmanın karşılığı ise açıktan verilen birkaç günlük yevmiye... Böyle giderse bu dünyada olmasa da öbür dünyada yardım yataklıktan sigaya çekileceğiz. Senin babanın avradını... -Gel kardeş, dama çıkalım. Nispeten serin olur. Güvercinlere giden yol kısadır. Birkaç basamak çıkarsın... İşte yeniden vatanın hudutlarından içeri girdin. İşte yine cennet bahçesine ulaştın. İşte yine kendindesin. -Aç mısın, bir şeyler hazırlayayım mı? -........ -Çay içer misin? -....... Bu şerefsiz psikopat da kim yahu? Tek kelime etmiyor, dilsiz mi ne? Keyfimizin içine edecek. Bütün nefretini göz bebeklerine sığdırmış. Bütün kırgınlıklar yüzünde oturuyor. Hâlbuki ne güzel sarmışsın ağır cıgarayı. Kuşlarınla birlikte dağın sularında batıracaksın güneşi. Sen dumanı çektikçe gün serinleyecek. Efil efil esecek şarkılar beyninin içinde, hatıraların damarlarında dolaştığını kimse fark etmeyecek. Masalların önünden akıp gittiğini, kahramanların gözünün 43
önünde koşuşturduğunu... -Gel, mindere otur. Toprak dam... Yıllardır loğ yapıla yapıla betona dönmüştür. Damın dulda kısmı… Hasır kürsü insanın götünü terletmez hiç olmazsa... Sütbeyaz şebap yere dökülen kısmeti bulmuş bile. Paytak paytak dolanıyor. Kafayı bir türlü dik tutamıyor. Sersemliğinden belli, bu akşam dökülen esrar kırıntılarını gagalayan şanslı nefes o olmuş. Peşenk, boynuna takılmış gerdanlık ve ayaklarındaki gümüş halhallarla damın uç kısmında dolanıyor. Kursağında milyonlarca buğday tanesi saklanmış gibi; boynu uzun, başı mağrur, tırnakları keskin, gözleri fıldır fıldır, tüyleri parlak... Uçmuyor, boydan boya voltalıyor damı. Voltaladıkça övgü istiyor, bir güvercin ömrü kadar mülk istiyor. Mülkünüz şen olsun efendiler; malikiniz daim, efradınız kaim olsun. Bu iki yol arkadaşı, gece boyunca tek kelime konuşmadı. Sadece ağır dumanı paylaştılar. Karanlık çöküp kuşlar pinlerine girince kuşbaz kapıdaki çengeli yerine geçirdi. Ön cephesi ince telli, tabanı tahta ızgaralı, sulukları diz yüksekliğinde, içerideki havanın kolaylıkla temizlenebildiği ve gün boyu güneşi bol, rüzgârı az alacak biçimde ayarlanmış güvercin yuvalarından sükûnet ve kuşların kendilerine özgü kokuları yükseliyordu. Kuşbaz, kürsüye oturup yumuşak sarma tütünüyle bir sigara daha sardı. İlk nefesten sonra ikram etti. Sigaranın ateşi yol yapıp ilerlemeye kalktığında işaret parmağını tükürükle hafifçe ıslatıp alıp başını giden dumanın yolculuğuna ket vurdu. Misafirin tedirgini, ev sahibini de tedirgin eder. Komşu ürkerse ev sahibi de ürker. Acemi yolcu, belinde soğumaya fırsat bulmamış silah taşıyan yol arkadaşından iki kere ürker. Kuşbaz, ilerleyen saatlerde kenarda duran yastığı; bu tüysüz, 44
bu kapkara, bu yarım göz kapaklı misafire belindeki silahı işaret ederek uzatır. Misafir, uzatılan yastığı alıp dirseğinin altına gelecek şekilde yün döşeğin kenarına iliştirir. Tabanca, belden çıkıp altlarda yerini bulur. Öne kaykılarak oturdukça sırta batan silah da iki büklüm bel de dinlenmeye başlar. Namlu, soğumaya vakit bulur nihayet ancak korku ve tetik milim kıpırdamaz olduğu yerden. Şarjördeki eksik üç mermi tamamlanır. Böylece kuşçu da, tüysüz de, silah da; birlikte işret edecek herkes, yeni maceraya hazırlanır. Esrar, kendi halinde bir yerlerdedir. İsterseniz sır verir; bütün bildiklerinizi ortalığa faş eder; istemezseniz, kendisi sır olur. Bazen dostları birbirine düşman eder; bazen, düşmanın kim olduğunu gösterir insana. Yeter ki, insanın esrardan öğrenmeye niyeti olsun. Yeter ki, insanın karşısındakine göstermek istediği yarası olsun. Güvercinin biri, ağzında bir çift yılan gözü ve bitmeyecek bir intikam hırsıyla durmadan uçar. Pır pır atmakta olan yürekle dereler, tepeler, şehirler geçilir. Mümkün olsa bütün ömür havada asılı kalacaktır bir çift kanat. Ölene dek durmaksızın uçabilse bir an tereddüt etmeden uçup duracaktır. Öyle olmaz elbette... Ağzında kanlı emanet taşıyan her nefes için eninde sonunda göğün bittiği bir yer olacaktır. Kuşbazın damı, yavrularını korumayı başaramayan dişi güvercin için göğün bittiği yerdir. Akşamüzeri taklacılar, halhallılar, perdeliler, dem çekenlerden oluşan sürünün içine karışıp onlarla birlikte o da iner damın kıyısına. Su kabına eğildiğinde, herkes onun kana kana su içeceğini ve nimetten payına düşen kısmetini alacağını düşünmektedir. Kanatların kat ettiği yolu herkes kendi endazesiyle ölçecektir. Kimisi gaganın ucunun kap içinde kaldığı vakte, kimisi göğe dikilen başa, kimisi de taşlıklardaki gurultuya bakacaktır. Ancak öyle olmaz. 45
Yavrularını kaybetmiş güvercin suluğa yanaşır yanaşmasına... Ancak oradan uzaklaşması uzun sürmez. Sudaki kıpırtılarda, bir yılanın bin bir zahmetle ağaca kurduğu yuvasına tırmandığını ve yumurtadan henüz çıkmış iki yavrusunu yutmak üzere olduğunu görür. Bildiği en sitemkâr sesle "Bir yılanın gözlerini ve yüreğini yerinden söküp öyle başladım sahibimi aramaya." der. Sözü söyler söylemez de ayrılır su kabının başından. Kapta, kan içinde, iki küçük kara boncuk tanesi yüzmektedir. Hiçbir güvercin, bir daha, o kaptan su içmez. Ta ki; peşenk ve mülkü kuşbazın gazabına uğrayana dek. Bir kuş hangi yana kanat vurur, bunu bilmeden büyüdüm, dedi tüysüz velet. Bilsem tersinden uçardım. Uykularımda durmadan uçtuğum yerlere... Yarı yolda terk ettiğim otuz kuş ile birlikte... Dünyanın diğer yarım küresinde kış mevsimi hüküm sürmekteydi. Yiyecek bulmakta zorlanan bir kuş, şehir meydanında, boynunu sırtına çevirip tanımak istediği insanların yanına yaklaştı. Gözü yanda... Ve arkada... Ve hep tedirgin… O esnada ne olduysa oldu; güvercin, aniden gözlerini kısıp dünyanın diğer tarafında olan bitene dikkatle baktı. Kanatları gövdesinin, hayâlleri kuşkularının üstünü örttü. Kursağı çukurlaştı. Eğilip yerdeki buğday tanelerini topladı. Yaratıcıya sığınıp göğe yükseldi. Tam o sırada biri, dağılan tespihinin tanelerini yeniden ipe dizip imameyi yerine sıkı sıkıya bağladı. İmame dile geldi: Bir tek insanlar küçük görünür yukarıdan bakıldığında. İnsanlar da kendilerine kuşların gözüyle bakmayı bilmeli; mümkünse, tüm dünyaya da o gözle bakmalılar. Sevdiklerine onların sesiyle seslenmeli ve ağır yükleri onların kanatlarıyla taşımayı öğrenmeliler. Yer ve yerin üstündekiler elbette biçaredir. Gök ve onun 46
sakinleri mutlaka kudretli... Şahin ve atmaca görkemli; kartal, azametli... Her kuş, sadece kendine benzer; kendi kavminden, kendi kuvvetinde olanla birlikte uçar. Herkesin kısmeti, göğü kadardır. Serçeler yuvalarını ağaca emanet eder. Kırlangıçlar çatı altlarını mesken tutar. Baykuş, ölüme bekçi olmak için yaratılmıştır. Böylece uçtu, yavrularını yılana kaptıran dişi güvercin. Durmadan uçtu. Yuvası olmayan her kuş gibi… Ta ki, kendisinden olan yirmi dokuz kuşla karşılaşana dek. Onlarla birlikte uçtu. Kim kimin yolunu değiştirdi, hangisi diğerini kandırıp kendine kattı, bu bilinmez. Sürü mü onu içine aldı; o mu sürüye yol gösterdi, bunu onlardan başkası bilemezdi. Bu yeni katılanla birlikte sayıları otuza ulaşan sürü; dünyayı, içinde ne varsa hepsini, herkesi ve her şeyi sırtlayıp uçtular. Hepsi birden kanat çırpmaya çalıştı yol boyu. Eksikleri tam olmuştu. Hiçbirinin kanadı, diğerine değmedi. Kimse, diğerinin göğüne girmedi. Hayali çizgilerle ayrılmış farklı ülkelere uçtular. Bulutlar tuhaf biçimlere dönüp durdu. Annesi olmayanlar için anne, evladı olmayanlar için evlat... Acıkanlar için ekmek, çölde kalanlar için su… Herkes göğe kendi ihtiyacını çizdi. Yola başladılar. Yola çıkan herkes gibi, varılacak menzil ilkin onları da korkuttu. Yürüdükçe ayaklarının ağrısı ve ağırlığı geçti, tüy olup uçuştular. Ayaklarıyla birlikte ruhları da ağır prangalardan kurtuldu. Aslında hep böyle olmaz mı: Dönüş, gidişten daha kısa olur. Hele hele işin içine ölüm karışmışsa... Yeryüzüne yukarıdan bakarsanız eğer, dünyayı anlamanız epeyi kolaylaşır. İnsanları anlamak istiyorsanız yukarılara; sıkıntının ve zevkin üstüne çıkmanız gerekir. Uzakta olan her şey parıltılıdır. Işıklarla süslenmiş kocaman binalar, uzun ve geniş yollar, komşunun tavukları, binlerce insanın biriktiği stadyumlar, her türlü sebze ve meyvenin 47
satıldığı pazar yerleri, arabaların içinde sabırsız insanların beklediği konvoylar; plajlar, kayak merkezleri, saraylar, cami mahyaları, kilise ve havraların cennette kapladıkları alanlar, teleferikle çıkılan dağlar, uçakla geçilen bulutlar, şirket armaları, rüzgârgüllerinin rengârenk kanatları… Her şey, cürmü neyse o kadar ancak insanlar, bir tek insanlar küçük görünür yukarıdan aşağıya bakıldığında. Gün bitti, gece oldu. Yatıldı kalkıldı, sabah oldu. Bu tüysüz kara oğlan, kuşbaz ve peşenk… Üçü birden dağın içinden bir mağaraya geçtiler. Her tarafı yara bere içinde, cüzzamlı bir adam, rengârenk bir kuşa hararetle bir şeyler anlatıyordu. Kuş bir taraftan adamı dinlerken bir taraftan da adamın yaralarını yemeyi sürdürüyordu. Anlaşılan o ki, ikisinin kudreti birbirine denkti; yoksa nasıl olur da aynı yolu yürümeye cesaret etmiş olabilirlerdi. Kenarda köşede birçok alet... Kazma, kürek, balyoz, keski ve dahası... Mağaradaki her eşyanın ayrı hikâyesi vardı. Bedeninde tek bir tüy bile bulunmayan bu delikanlı, bu kapıya geldiğinde katildi. Kapıdan sürünerek çıkarken de değişen olmamıştı. Kuşbaz, hikâyenin sonunda kafasına sıktığı ancak sıyırıp geçen kurşun nedeniyle yıpranmış bir battaniyenin içinde hastaneye götürülecekti. Peşenk, kendine uygun başka mezar bulmak için boşluktan payına düşene razı olmuştu. Üçü birden mağaranın karanlığında duran siluete baktı. Ağzı kanlı güvercine... Onun su kabına bıraktığı yılan parçalarını görenler, sonraki hayatlarındaki her şeye de aynı gözle bakacaklarını şimdilik bilmiyorlardı. Esrarın etkisiyle damda uykuya daldı herkes ve her şey. Çift sigara kâğıdının içine bolca konulmuş tütünü içine çekenler gibi yere dökülen parçacıklardan kısmetini alanlar da rüya 48
gördü. Paylarına kırıntı düşen kuşlar, bir süre sonra paytak paytak yürümeye başladı. Menzile varmaları bu nedenle az biraz gecikti. Tüysüz delikanlı, kaç uykusuz gecenin ardından derinlere daldı. Kuşbaz, bedenini uçurdu. Her biri başka âleme geçti: Şebap, beyaz giysiler giyinip kuşların efendisinin makamına varmış; ondan dilekte bulunmaktadır. Efendinin işi başından aşkın... Bir tarafta yeryüzünün bütün göç yolları, diğer tarafta kelaynaklar; bir tarafta serkeş taklacı ve yokluğa doğru uçmak için izin isteyen yoldaşları… Genç güvercinlerden biri, yolunan teleklerinin yerine çıkanlar için teşekküre gelmiş. Tavus kuşunun başı dik, yangının ortasında mağrur; her yanını alevler sarmış, yine de gıkı çıkmıyor. Kekeme baykuş, ustasına yalnızlığını anlatmak için sırasını bekliyor. Herkesin derdi büyük ve herkes efendisinin makamında olmanın edebiyle dem çekiyor. Gün ışığında toprağa yanaşamayan devlet kuşu; pirinin kapısına, bir yerlerden kimi kimsesi olmayan evlat getirip bırakmış. Kuşların efendisi her tarafa ulaklar salmış. Bu öksüz oğlanın hâli hâl değil... Vücudunda tek tüy bile bulunmadığı için soğuktan marsık gibi morarmakta... Ceket dikilecek. Her kuş, bedeninden bir tüyü koparıp elçiye vermeli. Elçiler, gittikleri her kapıdan tüyleri alıp dönüyor. Bülbülün kapısı hariç... Kuşların efendisi bülbülün makamına gelmesini emreder: -Neden bana karşı gelirsin? Neden tek tüyünü bile vermekte bu kadar nazlanırsın? -Efendiniz, malumunuz şimdi yaz ama önümüz kış, yavrularımı kanadımın altına toplayıp ısıtmam gerek. Uzaklara uçup onlara yiyecek bulmam lazım. Benim o tüylere bu kara oğlandan daha çok ihtiyacım var. -Ama senin kanatlarında, kuyruğunda, kuyruk altında ve 49
kuyruk üstünde ve elbet başında yeterince tüyün de teleğin de var. Üstelik tüm bunları sana bahşeden de benim. Senden istenen bunlardan sadece bir tanesi… -Ya efendimiz saygıda kusur ediyorsam bağışlayın ancak onların her birinin ayrı görevi var. Biri yavrularıma yiyecek taşırken rüzgâra direniyor; diğeri, gök yol vermeyince yolu açıyor. Biri bedenime hız katarken biri doğru yerde durmamı sağlıyor. Bir tanesi aşk sarhoşuyken dengemi sağlıyor. Bazılarıyla sesimin kederini taşırken bazılarıyla da yavrularımın üstünü örtüyorum. Uzun olanlarla afetlerden uzak durup kısalarıyla kederi savuşturuyorum. Açık renkli olanlar güneşi okşarken koyu renkliler gecenin karanlığını anlamama yardım ediyor. Öndekiler mutlu günlerimde, arkadakiler ise kötü zamanlarımda yoldaşım oluyor. Benim payıma kala kala, başımın tepesinde duran tek bir tüy kalıyor. Onunla da bedenimi süslüyorum. Soyumu sürdürecek eşi buluyorum. Sesimin güzelliğine, yüzümün güzelliğini katıyorum. Şimdi siz benden, bana ait tek tüyü de alırsanız ben nasıl eş bulurum? El âlemin içine nasıl çıkarım? Neyime güvenip de şarkılarımı ulu orta söylerim? Âleme sizin güzelliğinizin bende tecelli ettiğini nasıl iddia ederim? Kararı siz verin; isterseniz benden çok sizin güzelliğinizi temsil eden o tüyü şu anda koparıp alın. Sahibim sizsiniz; kuşkusuz ki ben, size biat etmiş bendeniz, aciz kulunuzum. Yarayı açık etmek bizden, yaraya merhem sürmek sizden... Efendi ne yaptığını ve yaptığının ne anlama geldiğini anlar. Birinden bize göre küçük bir şey isterken bir daha düşünmemiz gerekmez mi? İstediğimiz bizim için önemsiz diye, karşımızdaki için de önemsiz mi acaba? Kuşların efendisi, bütün tüyleri sahiplerine iade edip hasta çocuğu göğsüne yaslar ve duaya başlar. Var edenin bildiği vardır ki, bu sabiyi de böyle var etmiştir. Her hikmetin ayrı sebebi 50
vardır; siz buna nasıl karışırsınız? Dünya denen bu hengâmeye kafa tutan bu serkeş cüretiniz nereden geliyor? Öyle değil midir: Âlemi yaratan kudret, illeti verdiği gibi şifayı da verir. Siz kim olursunuz da onun karşınıza çıkaracağı vekillere ve sebeplere isyan edersiniz? Bre melun, bre kendini bilmez kişi; sen hele yolunu yürümeye bir başla. Başlangıçta yanına yakışacak yoldaş bulamadın diye, sonda da bulamayacağını mı sanıyorsun? Üstümüze yapışmış bu ürkeklik, bu korkaklık, bu zavallılık da nedir? Nedir dilimize pelesenk olmuş soru: “Yola kiminle çıkmak istersiniz?” Yol sizi çağırıyorsa kendinizden gayrı kiminle çıkabilirsiniz ki? Kuşların efendisi, bir ara çocuğun avucunda sıkı sıkı tuttuğu tüyleri gördü. Bu tüysüz oğlan, avucunda, doğarken getirdiği tüylerin yanında sahiplerinin gelip de almadığı tüyleri de saklamaktadır. Kalanların birazı tavus kuşuna aittir. Kuyruğundan yolup verdiği tüyleri, renklerinin zekâtına saymıştır. Yarasa, meğer istenir istenmez, bedenini kaplayan bütün tüyleri göndermiştir ve dönüp almaya da pek niyetli görünmemektedir. Üstelik elçi aracılığıyla gönderdiği sözler de yenir yutulur cinsten değildir: -Verdiğini geri isteyene, bahşettiğinde gözü kalana "Efendi," denmez. O, bundan sonra benim efendim değildir. Verdiği ne kadar tüy varsa al götür kendisine. Üstümde kalan bu çıplak ten yeter bana. Kuşların efendisi, ceza olarak onu karanlığa; geceye, mağaraların dibine, nefes almakta zorlanan harabelere hapsedip kayıt düşer: -Yarasayı kavmimden kovuyorum. Korkuya ve karanlığa; farelerin içine sürüyorum. Hem onlardan olsun, hem onlara uzak dursun. Gagasını sökün yüzünden, kanatları laneti olsun: Dünya, ters dönsün. Yerleri gök, gökleri yer olsun. Benim hükmüm sürdükçe de bir daha ayakları üstüne 51
doğrulmasın! Ardından yarasadan kalan tüyleri bulutların üstünden toprağa, bir taşın üstünde oturmuş durmadan söylenen şişman adamın üstüne, serper. Tavus kuşunun tüylerini ise, zalim hükümdarın kendisine karşı çıkanları yakmak için hazırlattığı ateşe atar. Kudreti başka ceza vermeye yetmez. Tavus kuşunun kavmi o günden sonra sürekli yanar. Korkudan kimse de bir tas su dökemez ateşe. Tavus, şöyle doyasıya ağlayabilse kendisi ile birlikte kavmini de yakan ateşi elbette söndürecektir ancak neden bilinmez, bir türlü ağlamak gelmez içinden. Efendi, bağışladıkları tüyleri miskinliklerinden dönüp almayan kelaynakların ellerinden yerlerini, yurtlarını alır. Vatansız kalanların başına ne gelirse onların başına da o gelir: Azaldıkça azalırlar. Dillerini unutup diğerine karışırlar. Çok olanın kapısına kul, yağmacı olanın sofrasına aş olurlar. Kuşların efendisi, kendi içine çekilir; bir daha da hiçbir çıplağa don biçmeye kalkmaz. Son olarak kelaynaklara göç etmeden önce mutlaka yanına uğramalarını sıkı sıkıya tembih eder. Bu hengâmede asıl şanssız olan, bu işten en büyük zararla çıkanlar; kuşkusuz ki, kelaynaklardır. Efendi, tüy toplamak için haber saldığında bu topraklardadırlar. Nasıl olsa önümüz yaz; yazın en sıcak günleri, nehrin kıyısına da yerleşmişiz, kışa daha çok var... Bu aralar ne işimize yarayacak ki diyerek kafalarının üstündeki bütün tüyleri elçiye teslim edip kaygısızca nehrin üst tarafındaki tepede konaklarlar. Ancak ne olursa olur. O yıl toprağın üstündeki insanlar arasında bir kavga, bir gürültü başlar. Daha kalabalık olanlar, daha az olanlara hiç sebep yokken ellerine ne geçerse fırlatmaya başlar. Hatta bazı silahlı adamlar gelip çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek, ergen kız yiğit delikanlı demeden 52
evlerinden çıkartır. Çıkmak istemeyenler tekme tokat dövülür; kadınların kol ve parmaklarındaki ziynet eşyaları tutanın elinde kalmaktadır. Yüklü bir kadının, ihtimaldir ki yüksek tansiyondan, bedeninin her tarafı şişmiş; nikâh yüzüğü çıkmakta inat etmektedir. Kadim komşusu akıl verir: -Komşum, parmağı sabunla ov. Olmazsa yağ sür, yine olmazsa bizim adamın kemik makasıyla yüzüğü keseriz. Sabun işe yaramaz, yağ çare olmaz. Son umut, yüzüğün kesilmesi kalmıştır. Buna da şükür; görmedik ama görenlerin yalancısıyız, bu devirde sırf iki bilezik için kolu kesilen kadınların olduğu anlatılmaktadır. Küpeleri usulüne göre çıkarmak yerine, zorla çekip alırken kulak memesinin de koparıldığı gözümüzün önünde canlanabilmektedir. Kuğu boyunları süsleyen kolyelere sıra hiç gelmesin lütfen... Kadın iki yüzük, bir bilezikten oluşan servetini apış arasına saklayıp güvende olduğunu düşünür. Sizde de olmuş mudur: Bazen, kuşların aklıyla insanların aklının eşit olduğunu düşünürsünüz. Ha şu karşıda boş boş pinekleyen kelaynaklar ha şu tehcir edilen komşular... Makas sahibi komşu akıl verir kendince: Hemşire, sel güçlü geldiğinde mağara, yarık, çizik dinlemez; kimini doldurarak kimini yıkarak kimini de süpürerek geçer. Ufak ihtimal en dipte olanlar kurtulabilir. Sen de çok zorda kalırsan, mülkünü derinlere taşımaya çalış. Bir de daha yeni ayaklanmış şu kızın yola dayanmaz, üstelik görünen o ki gebesin; biri karnında, biri kucağında iki sabi... Heba edersiniz kendinizi. Sizi de beylerinizi götürdükleri yere götüreceklermiş. Orada erkeğinle buluşursunuz. Bir zamana kadar da sular durulur. Şu ufak kızı bize bırak, ona kendi öz evladımız gibi bakacağımıza yemin ederiz. Ateşin harı azaldığında nasıl olsa evinize dönersiniz, bu sabiyi de tehlikeye atmamış olursun. Bilirsin ki benim işim düğünlerde, 53
cenazelerde yemek yapmak. İşimin de ehliyimdir. Eh, karım da bu hususta benden geri kalmaz. Siz dönene kadar bütün bildiklerimizi ona öğretmek de sözümüz olsun. Hak vaki olur, siz dönmeden ölürsek de bu ev ve yemek sırlarımız da onun olur. Gelip bu evde bulursunuz onu. Bütün gözler, dağlar taşlar, ev ve mutfak eşyaları eriyip çeşmenin yalağından nehirlere akar. Zaman olduğu yerde oturmuş yeni bir göç hikâyesini seyretmektedir. Dayanamaz dile gelir: Bu topraklara kimler gelip kimler buralardan gitmedi ki? Kimler kimler bu duvarların dibinde ağlamadı? Başta çocuğunu, evini, yurdunu bırakanlar… Ardından bedeni kaldığı hâlde ruhu gidenler… Sonsuz hasrete sürgünler… Ne olduğunu anlamamasına rağmen annesi ağladığı için koroya katılan sabiler… Evin ahırına bağlı katırlar… Damda akşamı bekleyen kuşlar… Evlerin pencereleri, perdelerin üzerindeki kanaviçeler, masa örtüleri, yumurta kaynatılan sahanlar, zeytinyağlı sabunlar, nar ağaçları, üzüm asmaları… Ben diyeyim yerin altı ve göğün üstü, siz deyin gök ile yer arasında kalan ne varsa... Sonunda kelaynaklar da kafayı kaldırıp neden olduğunu bilmeden ağladı. Onların gözyaşları da nehrin sularına karıştı. Vakit doldu ve insanlar güneye doğru topluca yürümeye başladı. Yarım akıllı kelaynaklar, bunu yazın bittiğine; insanların da sıcak ülkelere göçtüğüne yordular. İçlerinden biri “Bu yıl yaz kısa sürdü.” dedi. Bir diğeri "Yaz bitince yol başlar." mealinde bir şeyler mırıldandı. Sonuncu "Kısmetimiz bu kadarmış." dedikten sonra uzun uzun iç çekti. Bu seferki göç de böylece başladı işte. Herkes ve her şey hep birlikte güneye doğru gitti. Onların yerine kuzeyden, batıdan, doğudan; hatta haritalarda yer almayan yönlerden insanlar geldi. Karınca kolonileri gibi sürekli ve bitmez bir telaşla yer değiştiriyordu 54
insanlar. Yolda tanışıp birbirini selamlayanlar, yolda karşılaşıp birbirine âşık olanlar, yolda karşılaşmasa da birbirini öldürmeye niyetlenenler, yolda olduğunu hayâl edenler, evde oturup yolu arşınlayanlar... Görünmez bir el, kimi kavimleri alıp başka coğrafyalara bırakıyor; ardından da daha uzağa fırlatıyordu. Suyun kıyısındaki diller, dağın altındaki dinler, göğün içindeki yüzler sürekli değişiyordu. Bu telaşla, geride herkes kendinden bir şeyler bıraktı: Anneler küçük kızlarını, oyun çocukları çamurdan yaptıkları oyuncaklarını, daha büyükleri kan kardeşlerini, erkekler taş oyma duvarlarını, sevdalı kızlar yemenilerini, delikanlılar kemik saplı bıçaklarını, yaşlılar mezar haklarını, kelaynaklar da başlarındaki tüylerini… Kalanlar, amelleriyle kaldılar bir başlarına. Herkes şunu iyice öğrendi: Yenilenlerin vatanı, bedenlerinden başka bir yerde değildir. Sessizlik ve zulmettir; vakti gelmişse isyandır. Kelaynaklar gitmeden önce tembihlendikleri gibi efendilerinin huzuruna çıkıp son emirleri ve elbet hayır duası almak istediler. Efendi, bu kapkara ve tüysüz oğlanın kendilerine benzemediği için diğer kuşlar tarafından dışlandığını; anne kuşların da, yavrularının kısmetlerini yediği için onu sürekli gagaladıklarını söyledi. Üstelik kimse onunla oynamaya da yanaşmamaktadır. Bu tüysüz oğlan ise inatçı mı inatçı çıkmıştır ve kuşların dilini öğrenme hususunda ayak diremektedir. Kuşların efendisi, kapısını kendisi dâhil tüm âleme kapatmadan önceki son sözü belli belirsiz duyulur: -Alın götürün, alın götürün bu tüysüz sabiyi buradan! (...) Bedeninde tek bir tüy dahi bulunmayan misafir, gecenin ilerleyen vakitlerinde esrarın da etkisiyle, oturduğu minderin 55
üzerine uyku ile uyanıklık arasında durmadan gitti geldi. Gördüklerinin rüya olduğuna inansa rahatlayacak, gerçek olduğunu fark etse müdahale edecekti. Kilit taşı olmayan köprünün boşluğunda bir zaman daha durdu. O, bu haldeyken kuşbaz, bu sefer boş bir sigara sardı kendine. Güvercinler de sahipleriyle birlikte bu dünyada haklarına düşen son nefesleri içlerine çektiler. Yemeğin üzerine tatlı yemek için ara verildiğinde bile adam öldürebilen bu kara kuru, bu tüysüz velet rüyasında o gün işlenen bir cinayeti gördü: Oturduğu sandalyede elindeki kitaba eğilmiş, kırklı yaşların başında, zayıf, uzun boylu, saçlarına yer yer kır düşmüş, bıyığının sağ yanında bölgeye ait çıban izi olan, parmaklarının arasındaki kesik uçlu dolma kalemle not alan biri… Kendine çok benzeyen biri, kitapçının önündeki ağacı siper alıp belinden silahını çıkarır ve adama ateş etmeye başlar. Şarjördeki yedi ve namluya sürülmüş sekizinci mühimmatın tümünü boşaltma hevesi, karşıdakinin elini beline atması nedeniyle yarım kalır. Kitapla dolmakalem yere düşer. Kendisine doğru bir iki adım attıktan sonra adam da... Geri dönüp ara sokaklardan şehrin su satılan meydanına doğru koşmaya başlar. Koşar, koşar, koşar. Ömrü boyunca koşmadığı kadar uzun mesafeyi koşar. Bir türlü buluşma noktasına erişemez. Dalaklarının şiştiğini, ayaklarının büyüdüğünü, dilinin bir köpeğinki kadar dışarı uzadığını hisseder. Önüne gelen ilk kapıyı çalıp su ister. Genç iki erkek birlikte açar kapıyı. Biri inanılmaz güzellikte gelinlik giymiş, diğeri ise yüzünü tamamen örten duvak takmıştır. Özür dileyerek su veremeyeceklerini söylerler. Evdeki tüm suyu, yakın zamanda öldürdükleri mahallelerinden bir kızın cenazesini yıkamak için kullandıklarını söyleyip kapıyı usulca kapatırlar. Ardından çaldığı kapıda önce yaşlı bir kadın, hemen ardında da aynı yaşlarda bir adam görünür. 56
Onlar da ezile büzüle, çok uzağa gidecek yolcuları olduğunu ve bütün sularını onun ardından dökecekleri için kendisine su veremeyeceklerini söylerler. Hemen ardından da büyük bir utancı saklama telaşıyla kapılarını sıkı sıkıya kapatırlar. Tüysüz oğlan, son gücüyle yeniden koşar. Su satan esnafa yanaşıp cebindeki tüm parayı onlara uzatır: “Su, bir damla su verin yeter.” Küplerin tahta kapakları teker teker açılır. İlki silme kan doludur. Diğerine geçer, tıka basa kuş bedeni... Üçüncüdedir sıra: Elleri ve ayakları yok denecek küçüklükteki adamlar, gözlerini dikmiş küpün içinden ona bakmaktadırlar. Bir diğerinde yarasa tüyleri... Sonuncuya yanaşır, kapağı açmasıyla dünyanın tüm yangınları göğe yükselir. Atak davranıp geri çekilmese olmayan tüyleri de derisiyle birlikte ütülenecektir. Tam yere yığılacakken motosikletli biri yanaşıp binmesini emreder. Dar ve gölge sokakları kullanarak mezarlığın arkasında bekleyen arabaya yanaşırlar. Binmesini emreden kişi, bu sefer de inmesini emreder. “İn!” der; o da iner. “Bin!” der; o da biner. Beyaz bir arabanın yanında durmuşlardır. Arabanın içindeki tuhaf kılıklı biri, arabaya girmesini işaret eder. Arka koltuğa oturur. Elini geriye attığında parmak uçları arka camın kenarına yerleştirilmiş pelüş oyuncakların altındaki telsiz antenine değer. Antenden değil de, sentetik oyuncaktan nedensiz yere ürker. Araba onu çok da bilmediği coğrafyada durmadan dolaştırır. Kimileyin araçtan inip gösterilen hedeflere ateş eder ve ardından arabaya biner. Böyle sürüp gider yolculuk. Yeni yere gidilir, silah patlatılır. Ardından arabaya binip başka yere gidilir. Ucuna pamuk takılmış harbi ile silah temizlenir, namlu yağlanır. Tetiğin boşluğu alınır. Son gün arabadaki telsizden yolun bittiği, tüm vazifelerin iptal edildiği anonsu duyulur. Nasıl olduğunu anlamadan hapishane hücresinde bulur kendini. Hiç sebep yokken 57
hücreye kapatılmıştır. Üstelik en küçük yaramazlık yapmadığı halde... Anlamaz neden orada olduğunu. Bütün kırgınlıklar, sıkıntılar, yılgınlıklar, hüzünler der top olmuş kendisini çıplak betondaki şiltede beklemektedir. Hiç olmazsa herhangi bir insan kadar hata yapma hakkım olmalıydı; doğar doğmaz geçmişim elimden alınmamalıydı, der duvara. Duvar dile gelir: -Haline şükret, yarının da olmayabilirdi; buna da şükret! Demir parmaklıklar, bilgece tonlamayla: -Dünya yeniden dağıtılsa varlıktan payımıza bu kadar da düşmez! Kapı mazgalı paslı sesle sürdürür: -Gelip bizi kurtaracak kahraman kalmadı! Yeryüzü, bu kara kuru çocuktan ne olmasını bekliyordu acaba? Annelerinin kanatlarının altında ruhları ısınan kuş yavrularını delice kıskanan ve asla bir kanat altına sığınma şansı olmayan bu marsığın insanlardan nefret etmesine ve onları kolayca öldürebilmesine gökyüzü neden şaşırıyordu? Göç yollarında kelaynaklar tarafından büyütülmek, kimin dölü olduğunu bilmemek kimin canını acıtmaz ki? Ortaya çıkan sonuçta herkesi bu kadar şaşırtan ne? Sirke küpünden bal akıtmaya kalkarsanız günah küpte olmaz, değil mi? Şilteye uzanıp gözünü diğer yana çevirir. Biri, karanlıkta, yüz yıllardır aynı işi yapmanın verdiği rahatlık ve kararlılıkla kuşların kafasını çekip koparmaktadır. Yılanın gözlerini ağzında taşıyan kuş, mağaranın kenarında olanları izlemeye devam eder. Kuşun biri su kabına iki göz bırakınca su aniden kızıla döner. Kalp çarpıntıları olan bir başkası, uğur getirmesi niyetiyle, ölü peşengin bir ayağını kesip gömlek cebine koyar. Niyeti, kuruttuktan sonra deri sicime geçirip boynuna asmaktır. Kekeme baykuş olan biten her şeyi görür. Hayra yorması için gördüklerini kuşların efendisine anlatmaya 58
başlar: Dün gece rüyamda kafese kapatıldığımı ve birinin arkadaşlarımın kafasını kopardığını gördüm. Yakalanıyordum ve her seferinde bir başkası dövüyordu beni. Benim kimi öldürdüğüm onların hiç mi hiç umurunda değildi. Ama ben onların gösterdiği birini kurşunlamaya devam ediyordum yine de. Uykularım kan doluyordu. Çıkıp dolaşmak istiyordum. Daracık ve karanlık yerdeyim. Karşılaştığım herkese; gardiyana, müdür yardımcısına, sorguculara, polislere, muhbir hücre arkadaşıma sürekli aynı şeyi söylüyordum: -Ben devletim için yaptım ne yaptımsa. Vatan için öldürdüm. Kimse dinlemiyor, tuhaf tuhaf bakıyorlar sadece. -Lan ibne! Devlet, elinden tutup tetiği mi çekti? diyor biri. -Vatanı korumak senin gibi tüysüz hamam oğlanlarına mı kaldı puşt? diyor başkası. Ayağı kırık karınca ile karşılaşıyorum. Onun arkasından ilerliyoruz; dar geçitlerden geçip elleri ve ayakları minnacık olan birileriyle çadırda saklanıyoruz. Halay çekenlerin olduğu bir sahnenin altındaki tünelden sürünerek geçiyoruz. Esmer, kıvırcık saçlı, komşu kavimlerin hançeresine sahip biri günün moda şarkısını söylüyor: Bir mumdur/ İki mumdur... Devasa biri, müzikle beraber birkaç adım ileri gidip ardından bir adım geri geliyor. Esmer kadınlar, iri burunlu adamlar, uzun kara saçları örülmüş kızlar ve yaralı delikanlılardan oluşan ucu bucağı olmayan kafile bana doğru yaklaşıyor. Yoldaki, meydandaki, sahnedeki tüm ahali tam ayağıma basacağı anda sıçrayıp uyanıyorum. (...) Bedeninde tek bir tüy bile bulunmayan misafir gerçekten de üstüne çöreklenen kâbustan sıçrayarak uyandı. İlk iş olarak yastığının altına koyduğu tabancaya uzandı. Karanlıkta el 59
yordamıyla önce yastık ile döşek arasında, sonra döşeğin altında, daha sonra da kenarlarında aradı silahını. Toprak damı el yordamıyla dolaşmaya başladı. Ayın devrildiği şoseye doğru, yeni emeklemeye başlamış çocuk gibi ilerledi. Ne yaptıysa tabancasını bulamadı. Onun yerine bol bol gövdesinden ayrılmış kuş kafası geldi avuçlarına. Kafasının dumanlı olmasından mı, bir refleks mi bilinmez; kopmuş kafaları bir araya toplayıp saydı. Tam otuz kuşun kafası onundu artık. Ne tuhaf, kendisi de bundan yirmi yıl kadar önce tam da bu kadar kuşun korumasına verilmiş ve yarım kalan göç yollarına onlarla başlamıştı. Kaderin cilvesine bak, diye düşündü; kaderin cilvesine bak ki, bugüne dek tek bir kuşun kanadının altına bile sığmamış ellerime, şu anda tam otuz kuş kafası sığıyor! Kuşçu, misafiri uykuya daldıktan sonra boş bir sigara daha sarıp yakmıştı. Niyeti, sigaradan sonra kuşların mırıldandığı ninniyle uyumaktı. Öyle de oldu. Uyudu. Rüyasında annesini gördü. Annesi yerin altında, inanılmaz derecede temiz bir örtünün kapladığı bir meydanda, tuhaf bir kalabalığın içindeydi. Bütün yılanlar, ağzının kıyısında sakladığı son dişi çıkarıp oyun alanındaki sonsuzluk hanesine koyarak oyuna dâhil olmaktaydı. Annesi de oyunda hızla ilerleyip fedakârlık ile hazzın birleştiği haneye ulaşmış, doğum yapmaya çalışan kadınlara yardım etmekteydi. Elleri ayakları katıra bağlanmış bir kadın doğurmak için çırpınırken her tarafı morarmış ve zayıf bir kızcağız evladını içine saklamaya uğraşıyordu. Annesi, ilkin elleri ayakları bağlı kadının içine ellerini sokup evladını çıkarıyordu. Kadına, "Bir oğlun oldu." diyor ancak kadının kucağına kundağa sararak verdiği sabi, bebekten çok yılana benziyor. Gözleri kapkara iki boncuk tanesi... Üstelik tespih habbesine benzeyen gözleri kapatacak küçücük örtü bile yok etrafta. Annesi bir yandan bebeğin 60
ağlaması için kıçına küçük şaplaklar vururken bir yandan da sevecen sesle onunla konuşuyor: -Ne bu telaş ne bu acele? Dünyaya yetişmekteki bu şehvetli hal nedir evlat? Merak etme, hiçbir şeye geç kalmadın; istediklerin kadar istemediklerini, beğendiklerin kadar beğenmediklerini, hoşuna gidenler kadar gitmeyenleri de göreceksin. Ardından, evladını içine saklamaya çalışan gencecik kadına yönelip eliyle çocuğun çıkacağı kapıyı çamurla sıkıca kapatmaya çalışıyor. Nafile! Ondan çok daha güçlü iki adam, annesinin bütün ellerini çekip alıyorlar. Saklambaç oynadıklarını; saklanan kim varsa hepsini ebeleyeceklerini söylüyorlar. Annesi kendisinin de ebe olduğunu, izin verirlerse bebekleri bulma işinin kendisine ait olduğunu söylemesine aldırmıyor adamlar. Gerçek ebenin kendileri olduğunu ve saklanan herkesi bulup ebeleyeceklerini tekrarlayıp duruyorlar. Kuşbaz, annesine kendisinin de oraya gelmek istediğini ısrarla söylüyor. Anne bir türlü kabul etmiyor. -Kuşların var senin. Sen olmazsan onlara kim bakacak? Sen de onların annesisin. -Sen de anneydin. Ben de, senin evladındım. Sen evladını bırakıp gittin ama. Beni bırakıp gittin. -Sen yeterince büyümüştün ve benim burada olma zamanım gelmişti. -O zaman beni de al yanına. -Bekle biraz, sabret; elbette o gün de gelecek. Sen şimdi evlatlarına iyi bak. Onları sahipsiz bırakma. Kuşbaz uyanır. Uyanıp anlar; kimsenin koruyucusu olmaya kalkmazsanız, derdiniz de pek büyük olmaz bu dünyada. Kuşbaz, döşekten kalkıp pinin kapısındaki çengeli yukarı kaldırıp açtı. Güvercinleri dışarı çıkarıp göğe salmaya çalıştı. 61
Biri bile yerinden kıpırdamadı. Sürüde uçmayı bilen kuş kalmamıştı. Adı gibi emindi ki; ne yaparsa yapsın, kuşlarından hiçbiri ne başka sürüye katılacak ne de başka yuvaya gidecekti. Bir şahinin pençesinde parçalanmaktan ya da başka sürüye kuma olarak gitmektense, bu küçücük yerde açlıktan ölmeyi tercih edeceklerdi. Adlarını, huylarını, cinslerini, yediklerini, içtiklerini ezbere bildiği evlatlarının kimsesiz, sahipsiz, öksüz kalmasına gönlü razı olmadı. Tünedikleri yerden teker teker avuçlarının arasına aldı yavrularını. Hepsini tek tek öptü, kanatlarını okşadı. Sol eliyle gövdeleri kavrayıp sağ elin baş ve işaret parmaklarıyla hepsinin kafasını teker teker çekip kopardı. Gövdeler, şoseden tarafa; kelleler, misafirin uyuduğu tarafa düştü. Karşı dağın eteklerindeki göletin kıyısında yaşayan kızıl angut, rüzgârın arkadan geldiğini fark etmedi. Tam yere konacakken yuvarlandı. Kalakaldı eşinin başında. Kafası koparılan eşinin başında... Öylece; kıpırtısız, renksiz, korkusuz… Ta ki, kendi başı da yere yuvarlanıncaya dek. Biraz çırpındı, biraz da boynunun koptuğu yerden kanadı. Rahattı, başında bekleyeceği kimse kalmamıştı. Dünya da rahat olmalıydı, kimsenin de kendi başında beklemesine gerek kalmamıştı. Kuşbaz, bir sigara daha sarıp yaktı. Sabahın sökmesine yakın, yastığın altından usulca misafirin silahını aldı. Ayağa kalkıp köyün bittiği yerden geçen asfalta doğru öylesine baktı. Çok seyrek de olsa nakliye kamyonlarının geçip gitmelerini izledi. İç ışıkları kapalı, farlarıyla karanlığı yaran yolcu otobüsünün geçişinden az sonra egzoz patlamasına benzer ses duyuldu köyün boşluğunda. Kurşun sağ kulağın üst kısmından saçlı bir deri parçasını koparak yükseldi göğe. Kuşbaz, hayatında çocukluktan sonraki en güzel uykusuna daldı. Tabanca, birbirini hiç tanımamış ancak kaderleri aynı 62
iki yolcunun sonlarını belirlediği için utandı. Tüysüz misafir, el feneri ile dama çıkan adamlar arasında kendisini bugün, bu eve getiren delikanlıyı görünce rüyanın bittiğini anladı. Her tarafı kuş kellesi, kuş gövdesi, kuş kanı kaplamıştı. Susuzluktan dili damağına yapışmış, canı inanılmaz derecede soğuk bir şeyler içmek ve tatlı yemek istiyordu. Kuşların suluğuna yaklaşıp bir yudum su içti. Kabın içine dolmuş kanı görünce gayri ihtiyari kendini geri attı. Kâbus devam ediyor, diyebildi sadece. Aşağıdan gelen patırtılar, gürültüler artıkça arttı. Kendisini getiren oğlanın söylenip durduğunu fark etti. Bu oğlan, bu kadar uzun boylu muydu? diye düşündü; ortalıkta uçuşan diğer sözleri pek anlamadı. Dizlerinin üzerine dinelmeye çalıştı. Kalk, diyordu beyin oğlu durmadan; “Kalk, gitmeliyiz. Birazdan jandarma gelecek.” Yürüdü mü, sürüklendi mi; kendisi de anlamadı. Birileri, başından kan sızmakta olan birkaç saatlik arkadaşını, uzunca bir arabanın koltuklarını öne katlayıp boylu boyunca bagaja yatırıyordu. “Kahpe evladı psikopatın günün birinde böyle bir şey yapacağı belliydi zaten!” diye bir söz duydu. Arabanın marş motoru bir iki boş hamleden sonra çalıştı. Şanzımandan yükselen ince ıslık ötüşüne benzer ses, bağırtıların bir kısmını bastırıyordu. Rulman dağılmış, diye düşündü, neden böyle düşündüğünü bilmeden. Yanındaki, durmadan bağ evine doğru gittiklerini söylüyordu. Geceyi kaplayan örtünün altından hem bağırıp hem arabanın kaportasına vuran adamın sesi duyuluyordu: -Alın götürün, alın götürün bu götveren esrarkeşi buradan!
63
SAVCI İLE TOPAL KARINCA Sayın savcımızı da halaya bekliyoruz. Arz ederim. Tey, tey, tey… Bir mumdur, iki mumdur, üç mumdur Dört mumdur, on dört mumdur Nereden çıktı bu zevzek yahu! Buraya gelmek başlı başına eziyet değilmiş gibi; şimdi bir de hiçbir samimiyetimin, tanışıklığımın olmadığı, ter kokan insanlarla kol kola girip ileri geri gideceğiz. Şarkıcı kılıklı zübük de bizi oynatıp başımıza saçılacak paraları toplayacak. Bu yeni ayakkabıyı da nereden giydim yahu! Bazen çocuklaşıyor muyum, ne? Uzun olacağı baştan belli bir geceye ilk defa giyilen ayakkabı ile mi gidilir! Böyle tedbirsizlik, böyle acemilik yapmazdım ya ben, neyse! Üzerindeki parlak metal toka, topuğun yuvarlanışındaki yumuşaklık bir yana; asıl derinin ipeksiliği cezbetti sanırım beni. Nasıl da uysal bir deri bu! Kunduracıya sırrını sordum, söylemedi. Usta aşçılar da, sırlarını kendilerine saklarmış. Meğer biz ayakkabıyı değil de, ayakkabı kendisini giyecek kişiyi seçip bulurmuş. Zanaatkârların hemen hepsinde böyle çekilmez taraflar oluyor. Kendilerini ürettiklerine fazla kaptırıyorlar. Ayak, gün boyu şişip de bu meret böyle sıkı gelmeseydi daha iyi bir gece olurdu elbette. Gerçi dükkândaki sayacı, “Sayın savcım, üst kısımlarına bir sünger parçasıyla bir fincan kadar zeytinyağı sürün ve pamuklu yumuşak bir çaputa sarın. İki üç gün doğrudan güneş almayan yerde beklettikten sonra giyin. Hem deri çatlamaz hem ayağı sıkmaz.” diye uyarmıştı beni, hakkını yemeyelim. 64
Çepik, çepik... Sünnet düğününün sahibi, halayın başına davet edilen savcının eline kırmızı ve beyaz renkli iki mendil tutuşturmayı ihmal etmedi. Şehirdeki esnafın ve hükümet dairesinin ileri gelenlerinin hemen hemen tümü salondaydı. Tapu-kadastro, nüfus dairesi ve banka şube müdürleri, vali yardımcısı, jandarma komutanı, yerel gazeteciler, parti başkanları, emniyet amiri, sağlık grup başkanı… Herkeste bir heyecan, bir gösteriş merakı... Süs ve takılarda fazla var, eksik yok. Değirmenin suyu nereden geliyor kim bilir? Kimi kadınların üstünde bir, kimilerinin üstünde iki kiloya yakın altın var yahu! Şu orta yaşı geçmiş erkeklerin saçlarını boyatmalarına da bir türlü alışamadım. Yahu hazret; yüzün, tavuğun gerisi gibi kırış kırış... Orta bir yol bul renk seçiminde; hiç olmazsa siyahın en koyu tonu olmasın ilk tercihin. Hele hele sünnetlik çocuğun anası olacak şu kadana… Oğluna şehzade kostümü giydirilince kendisi de doğal olarak haseki sultan oluyor. İnsan, hiç olmazsa bu göt göbeği biraz saklayacak giysi seçer. Halaya katılacağız, kurtuluş yok... Savcımıza kuvvetli alkış lütfen... Reis Bey bu düğüne katılmamı özellikle emir rica karışımı bir biçimde istemeseydi, nöbetçi olduğum gece ne işim vardı benim burada? İyi ki tayin çıkar çıkmaz hatunu getirmemişiz. Lojman talebinden bir süre vaz mı geçsem acaba? Misafirhanede idare ediyorum. Ben, öyle ya da böyle; adliye, dosyalar, tahkikat, mesai... derken şehir kulübünde briç ve maç sohbeti ile geçiriyorum zamanı. Nazenin sevgilim benim... O, bu katmerli sıcağa ve bu derece büyük kültürel 65
uçuruma uyum sağlayabilir mi acaba? Tililili… Alkışlamayanın nenesi ölsün. Halaydakiler üç ileri gidip önce sağ, ardından sol ayaklarını havaya hafifçe kaldırdıklarında savcının ayakkabısının altına yapıştırılmış fiyat etiketi, pisti tam karşıdan gören noter kâtibinin gözüne takılıp duruyordu. Emniyete zaman zaman parça başı iş de yapan kâtibimiz yerli ve saygın bir ailenin mensubu olmasaydı, şimdiki statüsüyle böyle seçkin toplantılarda kendine yer bulması mümkün değildi. Evladın cebine kimlik koymak mümkün de, kişilik koymak imkânsız galiba. Ailenin yüzünü her fırsatta kara çıkaran kumarbaz, dedikoducu, sevmedikleri hakkında isimsiz ya da sahte isimle şikâyet dilekçeleri yazan türedilerden biriydi. Üniversiteyi kazanamayınca, parayı verenin paso aldığı iktisat ve ticaret akademisi gibi bir okula kayıt yaptırmış, iki üç yıllık başkent macerasının ardından da kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp gerisin geri memlekete dönmüştü. Baba hacı, anne namazında niyazında; kız kardeşlerin ikisi de öğretmen okulu mezunu olup henüz reşit bile olmadan memleketlerinin gözde ilkokullarına atamaları yapılmış, ilk birkaç ay maaşlarını babalarının velayeti ile almış; henüz mesleklerinin ilk yıllarındayken biri eczacı, diğeri de devlet ihalelerini pek de başkalarına kaptırmayan bir ailenin müteahhit oğlu ile evlenmiş parmakla gösterilen bir aile... İlla erkek evlat bulacağım diye çırpınan hacı baba, kızların küçüğünün ortaokula başlayacağı yıl dünyaya gelen ve babasının adını koyduğu bu veledi kucağına aldığında dünyalar onun olmuştu. Daha güçlü, daha diri, daha işe yarar hissetmişti kendini. Oğlunun ilk adımlarında, pedala ilk bastığında, ilk araba kullandığında, ilk sakal tıraşı olduğunda 66
hep yanındaydı. Dinen küfür olmasa ilk içki ve ilk kerhanesinde de yanında olacaktı ancak bu kadarı yakışmazdı mümin insana. Tefritten ifrata dönen yolda durmayı bilmek gerekir. Dükkândaki kalfalardan birinin; oğlunu, ciğerinin parçasını, bir cumartesi akşamı meyhaneye götürüp bir kadeh içirdikten sonra şehre yeni gelen sermayelerden birinin odasına soktuğunu, para kendi cebinden çıktığı halde, bilmezden gelmişti. Haydi, elleri görelim… Bana bir bade doldur, bu ne güzel düğündür, ha ninna! Sünnet çocuğunun babası emniyet amirini masasından kaldırıp birlikte halayın sonuna geçtiler. Elinde salladığı parıltılı, sarı-yeşil pullarla süslenmiş mendil, eşinin kaftanıyla aynı kumaştandı. Adamın üstünde, yüz yıllardır hiç durmadan bu oyunu oynuyormuş gibi bir hava vardı. O dönemin ünlü şarkıcılarından biri ile özdeşleşen bu parça, çocukluğunu anlatan ritimlerle doluydu; belki de bundan, pek hoşuna giderdi bu şarkıda halay çekmek. Üç sağa, hafifçe durakla; sol ayak hafif havada, şimdi de sıra sağ ayakta… Omuzları biraz öne çıkarıp aşağı sarkıttıktan sonra kafayı da hafifçe salladın mı, iş tamamdır. Bir de bizimkiler, buralara uyum sağlayıp sağlayamayacağım konusunda kuşku duymuşlardı. Ne var ki bunda? Valide sultan, tayinimin buraya yapıldığını duyunca elinde eski fotoğraf albümleriyle kapıyı nasıl da telaşla çalmıştı. Rahmetli peder henüz genç teğmenken buraya yakın yere atanmış. Hatta emekliliğinde, nadir de olsa kurulan çilingir sofrasında efkârlandığında, o günlere dönerdi. Güzel güzel anlatırken iş bir isyan konusuna gelince susardı her seferinde. Biz devletimizin emirlerine uyduk, bizim 67
günahımız yok; cümlesini duyunca anlardık ki peder masayı bırakıp yatağa gidecek. Yarım kadeh içmiş valide alırdı sazı eline: Ne güzel komşuları olmuş, ne yemekler yenmiş, ne hoş yerler görülmüş. Ama temizliğe dikkat etmeliymişim, bir de yanımda her zaman buralıların dilini bilen biri olmalıymış. Bu kadar pimpirik olmaya hiç de gerek yokmuş. İşin doğrusu öyle ahım şahım zorluk çekmedim. Okullarda, dairede, memurların olduğu hiçbir yerde anlaşmada sorun çıkmıyor. Biraz bozuk, biraz farklı vurguyla da olsa; dilimizi pekâlâ konuşuyorlar. Çarşıda pazarda birden çok yerel dil konuşuluyor, ona da yapacak bir şey yok. Zaman içinde o da halledilecek elbette. Okullar, öğretmenler ne diye var? Yeni yetişen nesiller, bir gün tam anlamıyla bizlere benzeyecek elbette. Öğretmen deyince... Öğleye doğru, çarşının ortasında, bir öğretmen derneğinin temsilcisini vurmuşlar bugün de. Ülkemizin kimi şehirleri, daha çok atış poligonuna dönmüş gibi... Mesleğin daha ilk günlerinde böyle bir soruşturma da nereden düştü bana, şans işte! Vurulan şahıs kitapçıda otururken tüysüz, tıfıl, çelimsiz, yirmili yaşlarda, kara kuru biri yanaşıp üç el sıkıyor. Adam elini beline atıp silahını çekecek gibi yapınca fail kaçıyor. Yaralı şahıs, o hâliyle bir iki adım daha atıyor galiba. Dükkânın camına yaslanıp durduktan bir süre sonra da yere yıkılıyor. Şüpheli şahıs korkup kaçıyor. Yoksa hemen orada, o anda hedefinin kafasına kalan mermileri de sıkacak. Olayda büyük ihtimal, yedi altmış beşlik silah kullanılmış. Vurulan şahsın üstündeki silah nerede? diye sorduğumda; şahsın silahlı olmadığını söylediler. Önceki yıllarda aldığı tehditler üzerine kendisine verilen silah ruhsatının emniyet tarafından önceki hafta iptal edildiği rapor edilmiş. Büyük ihtimal karşıdakini korkutmak ya da refleks olarak elini ceketinin altına atmış olmalı. Boş kovanlar nerede? diye 68
sorduğumda; tahkikatı yapan personel, kovanların kalabalıkta kaybolduğunu söylüyor. Kitap evinin sahibinin oğlu karşı gruptanmış. Oğul neredeyse bulun onu getirin, dedim. Cevap benzer: Bulamıyoruz. Aslında hastanede ameliyata alınmış yaralıyı da ortadan kaldırsalar, soruşturulacak bir şey de kalmayacak ve herkes rahat edecek. Söylenene göre, kitap evinin sahibi ile öğretmen çocukluk arkadaşı... İkisi de şehrin yerli ailelerine mensup… Hemen her gün öğle vakitlerinde bir araya gelip sohbet ediyorlarmış. Kitapçıyı sorguladım, pek de işe yarar bir şey söylemedi. Kitaplar hakkında konuşma, çay-kahve ve güncel konularda sohbet... Oğlunun da bir süredir buralarda olmadığını, nerede olduğunu da bilmediğini söylüyor. Mesai bitimine kalmadan baş şehrimizden valiliğimiz, valiliğimizden adliyemiz aranmış. Reis Bey, lisan-ı münasiple anarşinin bu kadar yaygın olduğu dönemlerde, kimi siyasi olayların faillerinin bulunamamasının haliyle normal karşılanacağını, bizim asıl işimizin devletin uyum içinde çalışmasına yardım etmek olduğunu, davayla ilgili sorduğum sorulardan ve hatırlı kişilerle uğraşmamdan yukarıdaki birilerinin rahatsızlık duyduğunu söyledi. Çocuklarımızı pistten uzak tutalım lütfen. Başlarına kaza gelmesin. Biraz sonra onlar için ayrı sürprizlerimiz var. Gevendeye bak! Kurnaz tilki! Aklınca başımıza atılan paraları çocukların toplamasını engelleyecek. Şu gevende sözcüğünü de masaya oturmadan az önce öğrendim. Müzisyenlere ait, biraz da küçümseme yollu, yerel bir adlandırmaymış. Bir sözcük, daha duyar duymaz birinin bu kadar mı hoşuna gider yahu? Çok sevdim. Keşke bu gece 69
de sözcükler kadar naif ve keyifli olsa. Tahammül edelim bakalım. Adliyemiz adına alınmış altını takıp buradan kurtulmak vardı ya, şehirde daha yeniyiz; biraz kalalım. Birkaç yıl mecburi hizmet yapacağımız bu yeni memleketimize ilişkin belki ilginç üç beş şey bile öğrenebiliriz. Kî zava? Kî zava? Yek mûmik, du mûmik, sê mûmik Çar mûmik, çarde mûmik... Şu ana babaların çocuklarını doğar doğmaz evliliğe hazırlamaları da tuhaf. Ben de böyle bir baba mı olacağım acaba? Yok yahu, benim böyle saçmalamam mümkün değil. Çocukluklarını yaşamalarını isterim onların. Anaokulunda, daha beş ya da altı yaşında, gelinlik giydirilmiş kız annelerinin hüngürdeyerek ağlaması hep komik gelmiştir bana. Oldum olası bütün o süslemelere, abartılı giyimlere bir türlü anlam verememişimdir. Sanırım kadınlarda doyurulması asla mümkün olmayan bir evlilik sevdası var. Eşleri kendileri için haftada iki kere nişan, üç kere söz, beş kere de evlilik töreni yapsa yine de itiraz edeceklerini sanmıyorum. Kızlarında, torunlarında, yeğenlerinde; hatta, tesadüfen geçtikleri caddede gördükleri gelin arabalarında bile uzaklara dalıp gidiyor birçoğu. Hemen hepsinin gözleri buğulanıyor. Sünnet çocuğuna damat muamelesi yapmak, onu damat olarak çağırmak da neyin nesi! Kapı girişinde telaş... Birileri gelip birileri gidiyor. Düğün sahibini de yanlarına çağırdılar, yine kulaktan kulağa... Bu ekâbirin böyle telaşlı hâllerini pek hayra yormak mümkün değil ya, neyse... Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu 70
çıkmamış. Bunlarınki o kadar da sürmez, yakında öğreniriz neler olup bittiğini. Düğün sahibi beyefendi şimdi de sağlık grup başkanı ile bizim adli tıpta görevli doktorun olduğu masaya yanaştı, ağız kapatılıp kulağa bir şeyler söyleniyor. Bunlar bir halt yiyor ya, bakalım ne? -Haydi, haydi... Sayın savcımızla birlikte hareketleniyoruz. Elektrosaz ve kanun çalan arkadaşlarımız uykuya dalacak neredeyse. Sayın misafirler, sözlerimiz yanlış anlaşılmasın; kanun, dediysek çalgı olanı kast ettik. Yoksa halayımızın başında dağ gibi savcımız varken çalmayı bırak, kanuna dokunmak kimin haddine! Şebeğin yediği herzeye bak, iki tane şarkı zırlıyor diye kendini şarkıcıların piri sanıyor. Haline göre espri yapmayı da biliyor. Fakültedeki efsane hocalarım gelip o parlak öğrencilerinin bu hâlini görmeli. Hukukun üstünlüğü, sosyolojinin ağırlığı altında eziliyor. Bugünkü vaka ne kadar tuhaf yahu… Düşündükçe şaşkınlığım daha bir artıyor. Karşıdaki masada durmadan içip pişmiş kelle gibi sırıtan şu noter kâtibi birkaç ay önce emniyete ihbarda bulunmuş. Bizim düğün sahibinin bağ evinde içkiler içilip kebaplar yenmiş. Ardından beyimiz kafayı bulunca siyaset tartışmasında gaza gelmiş ve bu dernek başkanı öğretmenin yakında halledileceğini bunun kulağına fısıldamış. Yakın illerden birinden getirilecek tüysüz mü, köse mi olan birinin adı geçmiş. Sözünü ettiği kişi, nedense yakalanamayan gezici katillerden biri olmalı. Her siyasi grup, kendi içinde böyle iş bölümleri yapmaya başladı bugünlerde. Kimsenin, kendi ideolojileri dâhil, hiçbir konuda en ufak bilgisi yok. Daha çok şiddet üretebilen daha haklı… Ne oluyor bu 71
insanlara? Kolektif delilik yaşıyoruz sanırım. Vurulan şahıs da tuhaf biri! Be adam, neredeyse bütün şehir senin saldırıya uğrayacağını biliyormuş. Millet, neredeyse senin vurulacağın zaman hakkında, askerlikte tezkere sayan erat gibi çetele tutmuş. Sen gidip şehrin göbeğinde, en kolay hedef olacağın yerde, bir kitapçıda hemen hemen her gün aynı saatlerde oturuyorsun. Dükkân sahibi arkadaşın olsa da, oğlu senin kanına ekmek doğramak isteyenlerin tarafında... Bu tip hareketler hayata kafa tutmak ya da cesaret değil ki, bir tür intihar biçimi. Bunca insan arasında öncü olmak, önde yürümek sana mı kaldı? Şimdi de benden bu dosyayı usulüne göre yürütmemi istiyorlar. Belalı bir durum bu; iki cami arasında kalmış beynamaza döndük. Yarım gün araştırsam neredeyse vuranın vukuatlı nüfus örneğini, saklandığı yeri, azmettireni, yardım yataklık yapanı, suç aletini elimle koymuş gibi bulacağım. Hukuk adamı olarak bunu yapmam gerek ancak savcı olduğum kadar, devletin de memuruyum. Devletimin çıkarlarına aykırı nasıl davranabilirim ki! Hukuk, toplumdan ve devletten ayrı bir sistematik değil ki! Biz, aslında elinde devletin en sağlam sopasını tutan muhafızlardan öte birileri değiliz ki! Bu soruşturmayı hakkıyla yapmaya kaksam; ilkin ihbarda belirtilen tarihte bağ evindeki eğlenceye katılan ağır ceza reisini, jandarma komutanını, emniyet müdür yardımcısını, hastanemizin başhekimini, tapu kadastro müdürünü ve elbette pişmiş kelle muhbirimizi soruşturmam gerekmez mi? Nasıl yapabilirim ben bunu? Eşyanın tabiatına aykırı bu... Birçoğunu sorgulamama yasalar izin vermez zaten. Düğün sahibimizin köyü için arama emri çıkartmaya kalksam, hangi hâkim imzalar bu kararı? Üstelik bütün bunlardan sonra benim sicilim, geleceğim ne olur? Hak hukuk adına sürgüne, tenzili rütbeye, hatta dünyalar güzeli sevgiliye uzak kalmaya 72
razı oldum diyelim; can güvenliğim ne olacak? Daha iki ay önce, devletin içindeki, resmi kayıtlarda bulunmayan kimi örgütlenmeler üzerine dosya hazırladığını duyduğumuz komşu ilin en kıdemli cumhuriyet savcısı ağabeyimizi evinden çıkarken karısının gözünün önünde, makam arabasına binemeden, korumasıyla birlikte güpegündüz öldürmediler mi? Halayımıza; özellikle de halay başımız savcımıza kuvvetli bir teşekkür alkışı bekliyoruz. De hadi, ne bekliyorsunuz? Şükran, şükran! Buralarda yar seven vallahi verem olur Savcı Bey, halayın başında uzun süre ileri geri gitti geldi. Halaydakilerle birlikte belki binlerce, belki on binlerce, belki de yüz binlerce adım attı. Kafilenin kat ettiği mesafeyi hesaplayacak alet olsaydı ne kadar uzağa gittiklerini elbette hepimiz öğrenirdik. Bu tür ölçüm aletlerinin yalnızca uzay istasyonlarında bulunduğu söylenir. Durmadan gittiler; evlerin, dükkânların arasından geçip şehrin dışına ulaştılar. Dereleri geçip nehirleri aştılar, dağlardan atlayıp tepeleri savuşturdular. Yollarının üstüne tüm evreni küle döndürecek ateşler çıktı, aldırmadılar; sürgün kafilelere rastladılar, umurlarında olmadı. Bir ara diyabet hastası savcının başı döner gibi olunca yavaşladılar. Herkes kendi göbeğini açıp bedenine insülin zerk etti. Yola birlikte çıkanların kaderleri de bir olur, dedi davul. Hem zurna hem tokmak kavillerince onayladılar bu sözü. Kafile, yukarıdan bakıldığında kıvrılarak ilerleyen bir yılana, aşağıdan bakıldığında usta bir peşengin yol gösterdiği kuş sürüsüne benziyordu. Savcı sürünün yol göstericisi, önderi, lideri, peşengi; ardındakiler ise gerçeği arama sevdasına kapılmış kuşlardı. Kafileye, geçtikleri yol 73
boyunca, öncü kuşun kudretine kapılarak katılanlar oldu. Onlar bu yolu gide dursun, salonda bulunan çocukların anneleriyle olan kavgaları, ucuz içkileri aç karnına gizli gizli içen delikanlıların tuvaletteki kusmukları, daha ilk regllerini olmuş kızların çöpe attıkları pamuk parçaları; yan bakmalar, dik bakmalar, hülyalı bakmalar, manalı bakmalar, boş boş bakmalar, sevgi ve sevinçle bakmalar, eve gidelim ben sana gösteririm tipi bakmalar bir kenarda durdu. Tehcire gönderilen komşularının mallarına ve kızlarına üç otuza el koyan dedeler, et yemekten bıkmış kebapçılar, ateşi körükle kışkırtan demirciler, keçeyi hamamda göğüslerinde terletirken bir yandan da çıraklıktan kalfalığa yükselmiş oğlan çocuklarını kurcalamayı ihmal etmeyen keçeciler, ipliği kimi zaman dam altında kimileyin mağaralarda rutubet yardımıyla eğiren kendirciler, ipek kozalarının sırrına vakıf kazazlar, zamanın namlı eşkıyaları, gümüşü durmadan incelten; incelttikçe kendisi de incelen telkâriciler, cami önünde cumayı bekleyen kolu kırık dilenciler; körler, topallar, şaşılar, pepikler; sesi berbat destan okuyucuları, gazelhanlar, oymacılığı ustasından öğrenme şansına ermiş hakkâkiler; nalburlar, tenekeci pazarında duvarlara çarpa çarpa ilerleyen keşler, topçu kışlasının yanındaki meydanda müşteri bekleyen otomobil tamircileri, su satılan meydanda top oynayan liseli çocuklar, değirmenin arkasındaki kışlada talim yapan askerler, lağım akan dere kenarında yer kapmış seyyar satıcılar, bostana salatasını yaz sıcağında kalıptan kopardıkları buzla hazırlayanlar, paluzaya gül suyu dökenler, meyan şerbetini köpürterek satanlar, şehrin çıkışında nar toplayanlar; hepsi, ama hepsi kendilerinden beklenen en önemli işi yapıyorlardı: Rezilce yaşıyor, şahit oldukları eziyetleri en kısa sürede unutuyor, vakti gelince de ölüyorlardı. 74
Bunların hepsini düşündü savcı. Davul, durmadan gümledi; zurna, füy füy öttü. Zılgıtlar yükseldi. Tililili… Güm, güm, güm… Ooh, çiğ köftemiz de neredeyse hazır... Efendim, aramızda yabancı misafirlerimiz de var. Onlar için şanımızı bütün cihana yayan çiğ köftemizin ortaya çıkışını anlatalım: Geçmiş zamanlarda bir gün memleketimizin avcılarından biri, ceylan avlayıp evine getirir. Karısına “Bunu pişir.” der. Ancak zalim hükümdar kendisine karşı çıkanları ateşte yakmak için ağaç ya da ağaç mamulü her şeyi toplatmıştır. Karı koca tartışır; kadın hiddetlenir ve eti kara taşın üstüne koyup o sinirle dövmeye başlar. Tokmakla vurdukça et yumuşar, erimeye başlar. Et, tahta tokmağa yapışmasın diye tokmağı ara sıra suya batırır. Taşa yapışan etleri de bir bıçakla sıyırıp yeniden döver. Bir taraftan döverken bir taraftan da konuşur: Babamın evinde bir elim balda, bir elim yağdaydı… Bir şikâyet, bir tokmak… Deyim yerindeyse sakıza dönen etin sinirlerini de elindeki bıçakla ayırıp salça ve bulgurla yoğurmaya başlar. Ardından isot, karabiber, tuz, kimyon, tarçın ve yakışan daha ne varsa… Yoğurur da yoğurur. Yoğurdukça siniri geçer. İyice sakinleşince tadına bakar. Eh böyle bir yemeği yeşilliklerle taçlandırmak gerekmez mi? Taze soğan ve maydanozu ise diri kalsınlar diye sona saklarmış meğer bu muhterem hatun. Sıkım sıkım yapıp yanına turp, domates, nane, tere, marul yaprağı da koyup kocasının önüne getirir. Adamın keyfine diyecek yok tabii ki! O mendebur, o mızmız, o huysuz adam meleğe döner. Şimdiki kuvvetli alkışlar da çiğköfteyi yoğuran hemşerimiz için… Korkmayın alkışlayın, hükümet vergi almıyor 75
alkışlardan. Savcı Bey’in ayakkabısının altındaki fiyat etiketinin bir ucu yapıştığı yerden ayrılmış ve altına ince, küçük, iplik parçasına benzeyen siyah şerit yapışmıştı. Bunun oradan geçmekte olan karıncanın ayaklarından biri olduğunu kim bilebilirdi ki? Şehirdeki tüm odun parçaları, ağaçlar, dallar, çalı çırpı ve daha ne varsa bir araya toplanıp yakılmış ateşi söndürmeyi iş edinmiş karınca, buraya kadar ağzındaki o bir damla suyu nasıl da dikkatle taşımıştı. Sünnet düğününün yapıldığı yere sağ salim ulaştığında rahatladı. Su satılan meydandan aldığı yükünü sahnenin ortasında yanmakta olan devasa ateşe püskürttü. Kurumuş tütünü harmanlayan tecrübeli tiryaki edası ile... Yüzlerce yıldır sevgiliyi öpmek için hasret çeken kısık bir çift dudak ile... Binlerce yıldır yorgun bir evliyanın başında yanmakta olan kısmetsiz mumu rahatlatma niyeti ile... Ateş, belli belirsiz bir dalgalanmanın ardından aynı hiddetle yanmayı sürdürdü. Karınca, bu narin bedenle yola çıkarken kilit taşı olmayan köprülerden kuşların yardımıyla geçeceğini nereden bilecekti? Yılanların ülkesinden geçerken meraklı yavru fare ile sohbetlemiş olmasaydı onun yurdunu terk etme sebebini de öğrenemeyecekti. Çarşıda, kitapçının önünde toplanan kalabalıkla birlikte, yaralı birini taşımaya kalkmasaydı belki daha erken yetişebilecekti menziline. Ancak hayatta her şey planladığımız gibi olacak diye bir kural mı var? Ne derler; kâr ve zarar, zafer ve mağlubiyet kardeştir. Anladı ki yolu buraya kadar. Ateşi söndürmek, bu seferlik kısmeti değilmiş. Yine de elinden geleni yapmış olmanın verdiği mutlulukla bunca zaman karnında kutsal emanet gibi taşıdığı kokulardan birini ortalığa salıp olduğu yerde durdu. 76
Kısa bir süre daha sürdü düğün. Savcı Bey, müziğin ritmine epey uyum sağlamıştı. Bedeni bir zamandır kendi kendine hareket ediyor gibiydi. Ayakkabıya da alışmış mıydı, ne; bir zamandır, pek de öyle sıkıyor gibi değildi. Attığı adımları da saymıyordu artık. Sağ, sol, yine sağ… Sol ayak havaya, şimdi de sıra sağ ayakta... Kafasındaki sorular bile uçup gitmişti. Gözlerinin önüne fakültenin ilk günü kampüsün ön sırasına oturmuş kız geldi: Altı aydır nikâhlı eşi olan dünyalar güzeli; mürdüm eriği gibi açan, ince sızı gibi konuşup daldan düşmüş kuş gibi bakan karısı… Doğacak çocuklarını hayâl etti. İlki erkek, ikincisi kız olacaktı; bundan neredeyse adı gibi emindi. Öyle olmasını canı gönülden isteyince olurdu herhalde. Doğup büyüdüğü şehre tayini çıkacak, emekli olunca da eşinin açtığı hukuk bürosunda birlikte çalışacaklardı. Belki torunlarla deniz kıyısında yürüyüş yapmak bile kısmet olabilirdi. Belki torun çocuklarının doğumunda kapıda beklerdi. Yok, daha neler; yüz yıl mı yaşayacaksın kardeşim? İki kadeh içtin diye gevşeme hemen! Gardını sağlam tut. İşine odaklan. Kurtlar sofrasındasın; sofraya oturanlardan mı, sofraya konacaklardan mı olduğuna dikkat et! Gün içinde davayı inceleme yöntemleri hususunda kendisine yöneltilen uyarılar kafasını karıştırınca fakültenin son yıllarında ailece samimiyetleri iyice artmış babasının gençlik arkadaşı da olan hocasını aramış ve onunla uzun uzun konuşmuştu. Ancak bu sohbet kafasını netleştireceğine, sorunları daha karışık ve içinden çıkılmaz hâle getirmişti. Hocasının üstü kapalı ve ince göndermelerle söylemek istediği ile derslerde anlattıkları arasında uçurumlar söz konusuydu. Hocası, hukukun kimi zaman esneyebileceğini ve güçler arası ilişkilerde kurucu iradenin ve onun felsefesinin; tabii ki 77
bunun takipçisi olan kurumların, ayrıcalığı olacağını söylemeye getirmişti. Tam ikna edemediğini düşünmüş olmalı ki, kendisine trafikte itfaiye araçlarının geçiş üstünlüğünü anlatmıştı. Ne yani, ileride ev yanıyor ve içinde çocuklar var; bu durumda otoritenin trafiği kesme hakkı yok mu? Yangını söndürmeye giden araçlar zaman zaman ters yöne girilebilir, kimi kuralları ihlal edebilir. Ufak tefek hak ihlalleri ise elbette olacaktır. Felaketleri engellemenin doğasında kural dışılık yok mudur? Sonuçtur önemli olan, olağan dışı zamanlarda metot ayrıntıdır. Acil durumlarda sürücülerin kimi haklarını geçici olarak askıya almanın ne sakıncası olabilir? Kamu araçlarının geçiş üstünlüğüne kim itiraz edebilir? Zaman zaman, kazaen elbette, birileri de ezilebilir. Kamu yararını düşünerek bunları hukukun içinde telakki etmeliyiz. Konuşmanın sonuna doğru söylediği, aralarında kendisinin de olduğu kimi öğrencilerin dosyalarını onlar daha öğrenciyken kimi makamlara olumlu kanaat notlarıyla bildirdiklerini; hatta, aralarında kendisinin de olduğu birçok dönem arkadaşının mezuniyetin hemen ertesinde merkezi yere atanmasının bir sebebinin de, hocaların kendileri hakkındaki referansları olduğunu söyleyecekti. Hocanın kendisini en çok etkileyen sözleri; kuşkusuz ki, telefonu kapatmadan hemen öncekilerdi: -Devlet sizi besledi, büyüttü, okuttu. En hassas makamları, güvenip sizlere teslim etti. Şimdi sıra sizin devlete olan borcumuzu ödemeye geldi. Kimi özel durumlarda hukuk hocası, cumhuriyet savcısı ya da kürsü hâkimi olmamızın hiçbir önemi yoktur. Hepimiz devletimizin emir eri, hizmetkârıyız. Bu gerçeği, bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu göreve atananlara adlarının önündeki “cumhuriyet” tanımlaması boşuna atfedilmemiştir. Buradaki ‘cumhur’un sözlük anlamıyla en ufak ilgisi yoktur. Böyle 78
düşünürsen ya da böyle olmasını beklersen sükûtu hayâle uğrarsın. Cumhur, dünyanın her yerinde en cahil, en işe yaramaz, en kolay kandırılabilir gürûhtur. Önüne katanın istediği yere sürükleyebileceği koyun sürüsüdür. Onlar, hiçbir zaman ve elbet hiçbir yerde tek başınayken doğruyu göremezler. Birilerinin onlara doğruyu göstermesi gerekir. Cumhura doğruyu göstermek ve onun doğrunun yanında durmasını sağlamak devletin memurlarının görevidir. Mesleğe atfedilen cumhuriyet, yönetim biçimine delalet etmektedir ve bizler de bu cumhuriyetin fedaileriyiz. Sevgili öğrencim, bu da sana son dersim olsun: Taraflardan biri devlet-i âliyyemiz ise hürriyet, uhuvvet, müsavat; elbet adalet, laf-ı güzaftan ibaret! Tey, tey, tey… Tililili… Çepik, çepik… Saçma sapan bir dünya burası… Ve biz onun içinde; çaresizliğimizden, zavallılığımızdan, hiçliğimizden sıyrılarak mutluluğu arıyoruz. Ne kadar çok acı çekersek o kadar anlamlı, ne kadar çok sıkışırsak o kadar özgür, ne kadar ölüm görürsek o kadar yaşam dolu, ne kadar toprak olursak o kadar deniz ve su ve balık ve yosun ve kumsal sanıyoruz kendimizi. Hayat bir yanılgılar toplamı oysa başta da biz insanlar... Sonuçta gerçek olan şu: Üstümüzde görebildiğimiz kadar gökyüzü ve altımızda dolaşabildiğimiz kadar toprak parçası var. Yukarıdan gelenden beslenecek, alttakine ise gömüleceğiz. Hayatı gereğinden fazla abartıp ona gereğinden çok anlamlar yüklüyoruz. Üstelik tüm bunları da kendimizi daha önemli ve vazgeçilmez kılmak için yapıyoruz. Bu uğurda meslekler seçiyor, kariyer edinmeye uğraşıyor, han-hamam sahibi olmaya çalışıyoruz. Saçlarımızı boyatıp gözlerimize rastık çekiyoruz; yetmiyor, 79
parlak kumaşlardan giysiler geçiriyoruz bedenlerimize. Bütün bu yapay kimliklerle kendimizi tanımlama uğraşı, mahvımıza sebep oluyor. En yakınımızdakilerle giriştiğimiz ölümcül rekabet ve hep daha iyi olma hırsı bir zaman sonra hepimizi kör ediyor. Hakikati görememeye başlıyoruz. Mutlu olmak adına, sürekli mutsuzluğun kapısını aşındırıyoruz. Hayat oldukça basit oysa: Üreme, beslenme, güvenlikte olma, soyunu sürdürmenin dışında bir hiç. Üstelik bu ilk gün de böyleydi, binlerce yıl sonra da böyle olacak. Ürettiklerimiz bizi baştan çıkarıyor. Tıpkı putperestler gibi, yaptıklarımıza tapınmaya başlıyoruz; kendimizi eşyaların içine hapsediyoruz. Arkasında yaşadığımız camları durmadan silip temizliyoruz. Eşyalar, giysiler parladıkça kendimizin de ışıldadığını sanıyoruz. Vitrinleri düzenli tutarak içimizdeki yıkıntıları mesire yeri olarak göstermeye çabalıyoruz. En kötüsü, bir zaman sonra buna biz de inanıyoruz. Yaşadığımız her günü, yeryüzünün ilk ve en büyük mucizesi sanıyoruz. İşimize geliyor böyle düşünmek. Bir süre sonra kahraman ve eşsiz olduğumuza kendimizi o kadar çok kaptırıyoruz ki, bir daha da iflah olmuyoruz. Biz arındıkça dünya kirleniyor. Varlıklı arkadaşlar ediniyoruz, dostlarımızın unvanlarını öne çıkarıyoruz. Birbirimize ihtiyacımız kalmadığı anda film bitiyor. İlkin arkadaşlarımız, ardından dostlarımız değişiyor. Önceleri tanrı makamına oturmaya çalışıyoruz, olmuyor. Bir süre sonra peygamberliğe dikiyoruz gözümüzü. Sonra halife ya da havari olmaya uğraşıyoruz. Nihayetinde elinden hiçbir şey gelmeyen çaresiz zavallılar olarak başladığımız yere dönüyoruz: Hiçliğe... Savcı bir an boş bulunup irkildi; halaya yeni biri girmişti. Sol elinin daha sert tutulmasından anladı bunu. Birden kendine geldi. Kafasındaki tuhaf fikirleri sildi. Şahsı adliyede müteakip kereler gördüğünü hatırladı. Haziranın son günleri 80
yahu; bu sıcakta bu ceket de ne? Sözüm ona takım elbise giyilerek silah saklanıyor. Son birkaç dakikadır şarkıcı da tuhaflaşmıştı. Ya yorgunluktan ya da ilgi çekme isteğinden ağır devirde çalan plaklarınkine benzer sesler çıkarıp duruyordu. Aynı anlarda düğün sahibinin bir akrabası, askerliğini ordu evlerinde yapmış olmasına rağmen komando unvanıyla anılan kişi, içeri girdi. Salonun temizliğinden sorumlu hizmetliler, söylenme ile lanet okuma arası bir dille tuvaletleri paspaslamaya başladılar. Gündüz yediklerinden midesi bozulmuş tuhafiyeci, usulca gaz çıkarınca nispeten rahatladı. Kokudan rahatsız olanlar, pencerelerin kapatılmasını isteyip çöplerin geç toplanmasıyla ilgili sohbete girişti. Bunların hiçbiri, yanındakine odaklandığı için, savcının dikkatini çekmedi. Düğün sahibi içeriye giren amcazadesini görünce bir şeylerin ters gittiğini anlayıp halaydan çıktı ve telaşla dışarıya yöneldi. Adli tıpta görevli doktor ile sağlık grup başkanının düğünden ayrılmalarının üzerinden hayli zaman geçmişti. İhtimal şu dakikalarda hastaneye ulaşmış olmalıydılar. Jandarma komutanı, mavi-kırmızı sirenlerinin yanıp söndüğü araçla şoseden ayrılıp köyün toprak yolundan damını kuş kellelerinin kapladığı evin önüne yanaştı. Halaya yeni katılan ve savcının sol elini tutmaya devam eden kişi kendini jandarma istihbaratta astsubay üstçavuş olarak tanıtıp intihar girişimi olduğunu, şahsın ameliyata alındığını ve nöbetçi savcı olduğu için kendisini rahatsız ettiklerini söyledi. Müzik bitti. Müzik bitince masadakiler halaydakileri, halaydakiler masadakileri alkışladı. Kimileri mendilleriyle, kimileri gömlek kollarıyla, kimileri de ellerinin tersiyle terlerini sildiler. Herkesin yüzünde memnuniyet belirdi. Atalarımızın 81
dediği gibi: Düğünde oynayıp terlemeyen, gerdek gecesinde tir tir titrer. Karınca, tekkeye yeni kabul edilmiş derviş; cem esnasında mersiye dillendirmeye aday âşık gibi bekledi bir süre. Döndü bulutlar ve yağmur; çöl ve güneş döndü. Bütün sesler, toprak yuvanın ağzından aşağıya süzüldü, bütün kokular bir ayağı eksik olarak sahnenin ortasında durdu. Ortalıktaki tüm kokuları ayırt etmeye çalıştı. Ağır ter kokularının yanında, korkuya ait olanlar bekliyordu. Onların yanında çekingenlik, ürkeklik, önemli ve bilinir olmak duruyordu. Sünnet artığı et parçasının, sentetik boyalarla renklendirilmiş kumaşların, daha çok kazanmalıyım diyen memurların kokuları arka sırada duruyordu. Karınca, bütün bu kokuların arasında fare sidiği kokusu duyunca biraz rahatladı. Farelerin olduğu yerde kendisine rahatlıkla yer bulacağını biliyordu. Fare sidiği ve ölüm kokusunun yükseldiği ayakkabının sahibine yaklaştı. Ne olduysa o anda oldu. Savcı kapıya yöneldi ve ilk adımı attı. O ilk adımı atmadan önce ayağını rahatsız eden şeyin ne olduğuna bakması gerekirdi aslında. Kimse adını koyamasa da, hemen herkes olması gerekenlerin dışında bir şeylerin olmaya başladığını seziyordu. Epeydir herkesin ayağının altındaki bir şeylerin kayıp gittiği, önemli bir şeylerin aksadığı apaçık belliydi. Karıncanın ayağı, terbiye edilmiş kösele ile ucu kalkmış etiket arasında kalmıştı. Karınca, kopan ayağının tanımadığı biriyle, bilmediği ülkelere gittiğini görünce ters tarafa yöneldi. Kalan ömrünün aksak ilk adımını attı. Dünyanın birçok bölgesi sarsıldı. Bu sırada bedeninden yayılan koku, kavmine bir şeylerin yolunda gitmediğini; tehlikenin ciddi olduğunu anlatmaya yetecek kadar keskindi. Onun öncülüğünde yürümeye hazırlanan kavim, yanlış yolda olduğunu anlayıp yönünü değiştirdi. Hep birlikte insanlardan uzağa ilerlemeye başladılar. Gecenin sonunda devlet de, 82
yurttaşların arkasında yürümeye başlamıştı. Sünnet çocuğu şımarmayı ve nazlanmayı kesti. Annesi, salonun arkasında tören sahipleri için ayrılmış odaya gidip üstündeki frapan abiyeyi çıkarıp torbadaki yedek giysisini giydi. Noterde çalışan kâtip orada kaldı. Ta ki, son misafir gidene kadar... Biraz içki ağırlığı, biraz merak masada oturttu onu. Ayakkabının altına yapışan o etiket hep orada kaldı. Savcı, ayağını sıktığı için o ayakkabıyı hemen hemen hiç giymedi. Zamanla modası da geçti işin doğrusu. Parlak tokalı ve yumurta topuk deri ayakkabılar, yerlerini başka modellere bıraktı. Dolapta, karton kutunun içinde, uzun zaman kendisini giyecek yeni sahibini bekledi. Yıllar geçti, ortalık biraz sakinleşti, şark hizmetinin ardından memleketine tayini çıktı savcının. İki çocuğu oldu gerçekten de. Ancak ikisi de kızdı. Beklenti ilkinin erkek olmasıydı, ne olacak ki; ha kız ha erkek, hayırlı ve sağlıklı olsunlar yeter. Kızlar evlenmedi ama. Kendilerine uygun kısmet çıkmadı; çıkanları da onlar beğenmedi. Torun göremedi savcı, haliyle torun çocuğu da... Dünyalar güzeli karısı, öldüğü günün akşamına doğru, kocasının giysilerini yoksullara dağıttı. Etiketi üzerinde duran ayakkabıyı da, âdet olduğu üzere, ölü evinin kapısına bırakmıştı ki daha dönüp kapıya anahtarı yerleştirmeye fırsat bulmadan nereden geldiği belli olmayan biri yanaşıp ayakkabıyı eline aldı. Evirip çevirdi, şöyle iyice inceledi. Tereddütsüz kendi ayağındakileri çıkarıp onları giydi. Çıkardığı sandaletleri de boş kalan yere koydu. Geldiği gibi yürüyüp gitti. Tanık olduğu rahatlık, avukat hanımı bir süre kapı önüne çiviledi. Adamın davranış biçimi, oradan buradan bir şeyler toparlayan eskici ya da dilenciden çok; uzun zaman önce verdiği siparişi teslim alan kalantor müşteriye yakışır tarzdaydı. Biraz şaşırdı bu hızlı değiş tokuş 83
karşısında. İçinden şunları söyledi: Kime niyet kime kısmet... Rahmetli, eşyalarının kıymetini pek de bilmezdi aslında. Ancak böyle yepyeni ayakkabıları varken neden yüzü gözü dağılmış ayakkabılar giydi hep? Eskimesini mi istemedi acaba. Hâlbuki savcı; eskimesin diye değil, rahat edemediği için giymezdi o ayakkabıyı. Giydiği her seferinde içini rahatsız eden, ayaklarından çok ruhunu sıkan bir şeyler olmuştu. Bu ayakkabılar, her seferinde, farklı bir ölüye ve değişik bir ölüme götürmüştü kendisini. Atalarımızın dediği gibi: Ayakkabınızı siz seçmezsiniz, ayakkabınız sizi seçer. Savcının karısı ve kızları; babalar günü, bayram, vefatın sene-i devriyesi gibi özel zamanlarda mezarlık ziyaretlerini asla ihmal etmediler. Yine böyle bir gün, küçük kızın arabasıyla mezarlıktan dönerken yerel bir radyoda anlatılan ve sözüm ona savcımızın ilk görev yerinde yaşanmış bir hikâyeyi pür dikkat dinlediler. Hatta evin önüne geldiklerinde hikâyenin sonunu merak ettikleri için bir süre park yerinde, arabada oturdular. Büyük kız, küçükken babasının da buna benzer bir masal anlattığını söyledi. Avukat hanım böyle bir masalı kocasından hiç duymadığını, üstelik onun ilgi çekici ve sürükleyici de olsa böyle safsatalara asla inanmadığını söyledi. Eve girdiklerinde anne kendine küçük bir kadehte nane likörü koydu. Büyük kız, masalı babasından dinleme konusundaki ısrarını sürdürdü. Hatta birkaç yıl önce yağmurlu bir akşamüstü, sırf yağmurdan sığınmak için babasıyla birlikte rastlantı sonucu girdikleri kitapçıdan aldıkları ve kendisinden önce babasının okuduğu öncü kuşları anlatan romanı raftan alıp annesine ve küçük kız kardeşine gösterdi: -Bakın, bu kitapta da benzer bir hikâye anlatılıyor. Neden bilinmez, anne bu ısrar karşısında biraz sinirlendi. 84
Konuşmayı kestirip attı ve üstünü değiştirmek için yatak odasına yöneldiği sırada gereğinden biraz yüksek bir sesle tartışmayı bitiren sözleri söyleyip odanın kapısını sertçe kapattı: -Uzatma lütfen ve al götür; al götür o çeşit kitapları bu evden!
85
SU SATILAN MEYDANIN HİKÂYESİ Memleketin birinde, bir meydanda, haftanın altıncı ve üçüncü günlerinde su pazarı kurulurmuş. El değmemiş kaynaklardan, göğe yakın derelerden, tertemiz çakıl taşlarının arasından, ulu dağlardan, kutsal nehirlerden... sızan, süzülen, fışkıran veyahut da akan sular küplere doldurulup burada satılırmış. Kimisi sert, kimisi hafif acımsı, kimisi kekre, kimisi diğerlerinden daha yoğun, kimisi içene huzur verip onu sakinleştiren kimisi içeni alıp başka diyarlara götüren; özetle, her birinin tadı asla diğerine benzemeyen sular… Bu meydana yakın evlerden birinde de güzel mi güzel bir kız yaşarmış. Her parmağında ayrı bir marifet... Dikiş diker, iğne oyası yapar, kasnak işler; yemeklerin en lezizi, ev işlerinin kıyas kabul etmez hızı ondan sorulurmuş. Gün gelmiş görücüler kızın baba evinin kapısını çalmış: Tık, tık, tık; tak, tak, tak... Er vakitte düğün dernek: Pat, pat, pat; çat, çat, çat... Kapı önünde davul zurna: Tey tey, tey; füy, füy, füy... Bol yeme, çok içme: Hapur hupur ve de şapur şupur… Önde bayrak, başta çeyiz tepsisi, arkada şekerle kandırılmış çoluk çocuk, daha arkada kedi köpek: Oğlan bizim, kız bizim; çatlasın kaynanalar... Kızcağız, ar ve namusuyla baba evinden koca evine gitmiş. Ne olmuşsa olmuş; kimi damat becerememiş, kimi zar esnekmiş, kimi kız korkudan kendini kasmış… demiş. Kimsenin günahını almayalım. Damat, daha gün ışımadan ana-babasının yanına gidip “Bu, kızoğlankız değil.” demiş. Böyle haber evin içinde kalır mı; kapı aralığından sokağa sızmış. Oradan da seyrek döşeli taşların arasından ilerleyerek kızın baba evine ulaşmış. Sabahın köründe, kıza kara çarşaf giydirip yalın ayak bırakmışlar sokağa. İt eniği olsa, insan önüne bir kap su koyup iki üç parça da kemik atar. Kız aç, biilaç... Oysa daha 86
bir gün bile olmadan beyazlar içinde çıkmıştı bir kapıdan ve bir suna gibi süzülmüştü diğer kapıya. Şimdi, peçesi dâhil, simsiyah bir giysi ile çıkıp mangaldan avuç avuç alınmış kül ve kömür tozuyla kaplanmış yüzüyle utanç içinde giriyor yine bildik bir kapıdan. Bir gün, iki gün… Üçüncü güne ermemiş ama. Kızın babasının yük taşımada kullandığı katırın beline, iki bileğinden bağlanmış kız. Semer yeri boş, hayvanın ayakları koş babam koş. Yapmayın, etmeyin; iş bildiğiniz gibi değil, demiş; kimse dinlememiş. Kızı, gün boyu sokaklarda sürüklemişler. Akşam olmuş ne katır ne kız dönmüş eve. Evin ahırından katır, avlusundan sülün eksilmiş. Önce geçmez denilen dakikalar geçmiş. Ardından her saat başı pencerede bekleyen bakışlar... Sonra acaba şimdi nerede ve ne yapıyor, diyen geceler geçmiş. Hiç durmadan bütün haftayı kaplayan gözyaşları geçmiş. Aylar ayları, yıllar yılları kovalamış; zemherinin en insafsız olduğu günlerden günün beterden beter karanlığı... Avlulu evin tahta kapısı garip şekilde çalınmış. Bir et parçası ya da kösele kayışla tahtaya vurulur gibi ses... Ardından uzun uzun tıslamalar, ıslıklar. Bir, iki… Kesilmemiş ne ses, ne nefes... Yaşlı kadın, kocasına seslenmiş: -Bey, korkma da; gel, şu kapıya bakalım. Ellerinde ışık, kapıyı açmışlar: Kimse yok. Kapatmışlar hemen. Geri dönüp "Şükür, kurtulduk; yanlış duymuşuz." bile diyemeden yeniden aynı ses ve ardından aynı tıslama… Sanırsın gecenin rahminde ne varsa birleşip kapının önüne yurt kurmuş, çalgı çalıp âlem yapıyor. Mecbur, kapıyı yeniden açmışlar. Karşılarında kafasını neredeyse kendi hizalarına kadar kaldırmış dipdiri bir yılan... Gözlerini dikmiş onlara bakıyor. Ey gayb erenleri; üçler, yediler, kırklar! Sen aklımızı koru Allah'ım, Celle celalühu! Yılan kılığına girmiş melek mi bu? Nasıl güzel, nasıl endamlı… Yeryüzünde 87
olmayan renkler, ışıltılar; göz alıcı azamet, şatafat ve temaşa onun cisminde buluşmuş. Gözlerin karası ve iriliği, sürme çekmiş on yedilik fettan kızdan daha afat… Ağzın içinde duramayan çatal dilin ala rengi, terzi tezgâhına düşmüş kadife gibi dalgalanıyor. Damarlardaki tüm kanı oracıkta kazanda kaynatıp pekmez ya da nar ekşisi niyetine şişelere doldurup güneşe bıraksanız öyle parlamaz. Uzatmayalım. Yılan dile gelmiş: -Ben sizin torununuzum. Yaşlı karı koca kapının önünde öylece kalakalmışlar. Ya kapıyı kapatıp gidip yatağa girecek ve bu konuda birbirine bile tek laf etmeyecekler ya da bu tuhaf tanrı misafirini içeri buyur edecekler. Tanrı misafirini geri çevirmek kimin haddine? Çaresiz içeri buyur ederler. Elden ne gelir; dedikleri doğruysa, yılan da olsa evlat evlattır. Hele hele evladın evladı... Hangi yürek kendinden kopan parçayı kapı önünde atabilir ki... Gece uzun, uzun olsun. Söz sonsuz, sonsuz olsun. Merak bitip tükenmez, tükenmesin. İşlenmiş günahın kefareti payımıza düşmüş, düşsün. Öksüz yılan olan biteni, başından geçenleri bir bir anlatır: Annem olan kadın; yani bu iki insanın kızları, zamanında iftiraya kurban gitmiştir. Baba evinden koca evine giderken de koca evinden baba evine, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış zavallı sokak iti gibi, dönerken de saf bir bakiredir. Damat olan sözde er kişinin çocukluktan beri gönlü bir kere olsun herhangi bir dişiye meyletmemiştir ki, onların kızına meyletsin. Onu döllemeye kalksın. Onun gönlü, her daim kendine benzeyenlerde olmuştur. İşin doğrusu bu beden de bu gönül de şimdilerde askerde olan birine; iki sokak ötede oturan dülgerin oğluna adanmıştır. Ahit 88
vermişlerdir birbirine: Biz, ya birbirimizin ya kara toprağınız. Damat, bütün gece bu durumu açık açık anlattıktan sonra çare bulması için kızlarına yalvarmış, dülgerin oğluyla olan aşklarının büyüklüğüne ispat olsun diye sol göğsünün altındaki dövmeyi bile göstermiş. Gövdesi ortadan kesilmiş, yarım yılan dövmesinin kuyruk kısmıdır bu. Niçin yarım olduğunu soran kıza, yılanın baş tarafının sevgilisinin göğsünde olduğunu söyler. Cüzdanından hiç çıkarmadığı fotoğrafı gösterir kıza. Gömleklerini çıkartıp belden yukarısı çıplak fotoğraf çektiren bu iki arkadaş, fotoğrafçı kalfasını da şaşırtmıştır ancak ileri sürülen sebep sağlamdır: İkisinden biri askerde şehit olacak olursa, diğeri doğacak oğluna arkadaşının adını verecektir. Çocuk adını aldığı kişiyi merak edecek olursa kan kardeşlerden geride kalanı evladına fotoğrafı gösterecektir. Yılan dövmesinin izahatı daha kolaydır: Muhacir olarak yola düşmeden önce yaşadıkları yerde, çocukluktan ergenliğe geçen delikanlılara, topluluğun ileri gelenleri tarafından bunun gibi dövmeler yapılır. Kız, şaşkın... Şaşkın olduğu kadar çaresiz... Çaresiz olduğu kadar hayran... Hayran olduğu kadar bahtına kızgın... Fotoğrafı çevirince pek de düzgün olmayan el yazısıyla yazılmış sözü görür: Bizim bu naçar suretimiz, ezeli aşkların kefareti olsun! Oğlan, bütün gece bıkmadan usanmadan anlatıp durmuş: Her fırsatta sebep yaratıp sevgilisinin evine koştuğunu, zaman zaman onun evinde misafir kaldığını, onun gözünün içine bakarken dünyanın döndüğünü, bir tek birlikte baktıkları yerde tanrıyı gördüklerini, ayrıyken nabızlarının düştüğünü, birlikte oldukları gecelerin sabahında yüzlerindeki ışıltının gün ışımasından daha keskin olduğunu, kelimeleri sadece 89
onunla konuşurken tam olarak telaffuz edebildiğini... kâh soluksuz kalarak kâh kekeleyerek anlatıp durur. Dülgerin oğlunu anlatırken gözü ışıldar, hasreti anlatırken ağız kenarları sarkar. Bahtsız gelin bütün gece dinlediği bu aşkın karşısında ne yapacağını şaşırır. Doğrusu şudur ki; kendisi, burada duyduklarının binde biri ölçüsünde bile yaşamamıştır aşkı. Anlar ki; tanrı, kullarına yetenekleri de kısmeti de belayı da; elbette acıyı ve sevinci de farklı dağıtmıştır. Anlar ki, onun payına aşk değil, aşkın ağrısı düşmüştür. Anlar anlamaz da, “Elbet vardır bunun da bir hikmeti.” diyerek usulca kabullenir. Çevresindekilere bu gece, bu odada, bu dilden duyduklarını anlatacak olursa iki sevgilinin katline sebep olmakla kalmayacak; aynı zamanda, ömrünün sonuna kadar adının üstündeki şüpheyle baba evinin duvarları arasında yaşamaya mahkûm olacaktır. Oysa kara çarşaflar giydirilerek döndüğünde de başına gelecekleri mahallenin çocukları bile bilmektedir. Ancak emin olduğu tek gerçek vardır: Bu âlemde ölü bir aşktan yeni bir aşk doğurtabilecek kadar mahir ebe yoktur. Kaderine rıza gösterir. O anda, mumla aransa, yer kürede bu kızdan huzurlusu bulunmaz: Aşkı yaşamak kısmeti olmamıştır ama aşkın cisminin nasıl olduğunu görmek nasip olmuştur. Gece uzun olur; hem de çok uzun. Ancak bitmeyecek kadar uzun olan ne olabilir ki? Her şey biter; bitmez denen hasret, sonu görünmeyen firkat, atadan dededen intikal eden servet... Uçsuz bucaksız denizler, kavimden miras acılar ve elbette en ağırı; aşklar da biter. Böylece gece de bitip gün ışır; kız, bir gecelik kayınvalidesinin uzattığı kara çarşafı itiraz etmeden giyer. Kendiyle akran görümcenin mangaldan aldığı ıslak kül ve kömür tozuyla yüzünü sıvamasına ses çıkarmaz. Yüzü karadır artık. Geride ömrünü bırakarak baba evine doğru 90
yürür. Gelinliğini de bu iki sevgiliye hediye eder. İsterlerse kavuştukları ilk gece giysinler, isterlerse hatıra olarak saklasınlar. Kapıdan çıkarken bir gecelik kocasının kulağına, fotoğrafın arkasına bu iki âşıktan büyük ihtimal gidenin yazdığı dileğin benzerini fısıldar: Benim bu naçiz hatıram, ebedi aşkın zekâtı olsun! Yılan anlatır, büyük anne ile baba dinler. Kendisi kimden olmuştur? Bunu kendisi de bilmiyordur. Büyük ihtimal babası yoktur. Kız, geride iz bırakabilme umuduyla kendi kendini döllemiş olmalıdır. Kızları şimdi nerededir? Bunu da bilmiyordur. Kendisinin hikâyesi, yılan ülkesinin girişinde “Yerin bin kat altına sürgün ülkenin kapısına terk edildiğimde çırılçıplaktım.“ cümlesiyle başlamıştır. Tek bildiği budur. Bunun dışında önceye dair ne fikri ne de bilgisi vardır. Dişi bir yılan tarafından büyütülmüştür. Koçerler gelince bedenine dövme yaptırmıştır. Ardından ayna hanesine geçmiş, orada uzun süre kalmış, sonra da aynayla münakaşaya girmiştir. Sinirlenen aynanın, kendisinin diğer yılanlar gibi dişi bir yılandan değil; çaresiz bir bakireden doğduğunu, büyük anne ve babasının da karşısında duran bu iki kişi olduklarını söylemiştir. Anlatılanlara inanmayınca, bu adresi verip isterse gerçeği kendi gözleriyle görebileceğini söylemiştir. Bir susar bir konuşur bu üç nefis… Bir ara dedeyle nine avluya, oradan da dama çıkarlar. Haziranın son günleri... Gece, sessiz ve sıcaktır. Bunalan insanlar damda, mahremi perde ile örttükleri tahta sedirlerde yatmaktadırlar. Karanlıkta bir kuşun uçtuğunu görürler ya da gördüklerini sanırlar. Gün ışımadan kuşlar pek de sık görülmez buralarda. Dedeye göre yarasa, nineye göre güvercindir. Kadın, öyle ya da 91
böyle torunları olduğu için yılanı sokağa bırakamayacaklarını söylemektedir. Adam, yılanın belki de ayna kılığındaki bir cin tarafından, kızlarını iyice dinlemeden karar vermelerinin cezası olarak kendilerine gönderilmiş bela olduğunu iddia etmektedir. Aynaların sizi de yoldan çıkardığı olmamış mıdır hiç? Bu sırlı cam parçaları, kimileyin yüzünüzün gülmesine kimileyin de sarkmasına neden olmamış mıdır? Üstelik her aynanın gerçeği gösterdiğini kim iddia edebilir? Siz siz olun, bir aynanın söylediklerini başka ayna tarafından kontrol etmeden dikkate almayın. Sakın ola, söylenenen ilk söze kanmayın. Misafirliğe gittiğiniz yerde, evin sahipleri köşeye çekilip hakkınızda gizli saklı konuşmaya başlamışsa; misafirlik bitmiş, ayrılma zamanı gelmiş demektir. Ne demiş ecnebiler: Misafir balık gibidir, ikinci günden sonra kokmaya başlar. Yılan, büyük anne-babasının “Konu komşu ne der?” kaygılarından ve kendisinin gerçekten torunları olup olmadığı hususundaki kuşkularından dolayı kendisini kabul edemeyeceklerini anlayınca evden çıkar. Karanlıkta, su küplerinin arasından süzülerek hastaneye giden yolun kıyısındaki ağaçların arasından ilerlemeye başlar. Mezarlık taşlarının sökülüp çelik silindirlerle düzleştirilen ve yavaş yavaş betonarme binalarla dolmaya başlayan meydanın sonuna doğru, çamlık alanda, bir ağaçta yumurtadan yeni çıkmış iki güvercin yavrusu görünce yuvaya doğru ilerlemeye başlar. İyi ki de ilerlemiştir. Yoksa kafası yerde, ayakları gökte, elleri ceplerine sığmayan bıyıklı bir meczup, bilmeden kendisini ezecektir. Yavrulara doğru ilerlerken evden çıkmadan önceki kızgınlığı geçiverir. Gün, kendini ucundan da olsa göstermeye başlamıştır. Yılan, yumurtadan yeni çıkmış yavruları ağzına alacakken az önce yanından 92
geçen bıyıklı meczubun bağırtısı şehrin üstünde yankılanır: -Alın götürün, bu ölüm mevsimlerini bir an önce alın götürün hanemizden!
93
GERİ HİZMETE ALINMIŞ BEKÇİ Biri bu kanı temizlesin! Böylesine gür ve tok bir sesin verdiği emri duyup da ona itaat etmemek mümkün olabilir mi? Mesleğe mahalle bekçiliği ile başlamış; ne yazık ki, daha ilk yılını bile tamamlamadan kalpteki ritim bozukluğu nedeniyle sorgulama timinin ayak işlerini yapmak üzere büro hizmetlerine alınmış genç adam, atık bez parçalarından yapılmış paspas ve su dolu kova ile geldi hücrenin kapısına. Dışı bayrak kırmızısına boyanmış kovanın üstünde beyaz yağlı boya ile yazılmış kocaman bir N harfi vardı. Yangına müdahale etmek için hazır tutulan, yan yana dizildiklerinde YANGIN kelimesini oluşturan altı kovadan biriydi. Ancak ilk N mi yoksa ikinci N mi olduğunu kimse bilmiyordu. Bir önceki yıl, yurtdışından gelecek uluslararası bir insan hakları heyetinin karakolları teftiş edeceği haberi üzerine, maaş bordrosu genel merkezde bulunan ve yerel hiçbir amiri olmayan büronun özel ekibi, teftiş sonuna dek zorunlu izne çıkarılmıştı. Büronun zimmetine gayri resmi kayıtlı manyetolu telefonlar, düşük voltaja ayarlanmış regülâtör maşaları, haydar olarak da anılan meşe ağacından sopalar, kol altlarına deri kayışlarla geçen askılar, dardan genişe doğru tasarlandığı için makata ya da vajinaya sokulurken kullanımı daha kolay olan ünlü bir kola markasına ait bir düzineye yakın boş şişe, zaman zaman ekmek kesmek zaman zaman da sorguya alınanların bedenlerine devletin baş harflerini kazımak için kullanılan kemik saplı açılır kapanır sivri uçlu iki adet çakı, zımbalanmış evrakları ayırmaya yarayan ancak meme uçlarını sıkıştırmak için de kullanılabilen tel sökücüler, el ve ayakları bağlamakta daha 94
sağlıklı sonuçlar veren yüzde yüz pamuktan mamul halatlar, sanayideki esnafın hediyesi eski model caraskal ve motor gövdelerini taşımada kullanılan kalın zincir takımı; velhasıl kelepçeler, kayışlar, kafaları sıkıştırmada kullanılan sanayi tipi et ızgaraları, el ve ayak parmakları için kargaburun, göğüs uçları için kâğıt kıskaçları ve penseler, gözaltındakilerle tokalaşmadan evvel parmaklarının aralarına yerleştirilen kalem şeklinde epeyi çelik mil, baştan geçirilip kolları ve bedeni cendereye alarak sorgudakileri kıpırdayamaz hâle getiren çıkma araba lastikleri, kesiklere sürülecek yarım çuval kadar turşu tuzu, sorguya alınanların kafalarının batırıldığı büyücek banyo küveti ve daha nice malzeme ortalıktan kaldırılmıştı. Hücreler temizlenmiş, tuz katılmış kireçle duvarlar boyanmış, zemindeki bilumum lekeler kazınmış, ışık sistemi elden geçirilmiş, hücrelerin dip kısmına gideri ve taharet muslukları olmayan asri tuvalet taşları göstermelik olarak konup teftiş heyeti beklenmeye başlanmıştı. Bu tartışma da o günlerde ortaya çıkmıştı. Nasıl başlamıştı ya da kim tarafından başlatılmıştı, hatırlayan yoktu. Üzerinde N harfi bulunan bu iki kovadan hangisi ortada, hangisi sonda durmalıdır? Soru oldukça basitti: Kurallara göre YANGIN'daki iki N'den hangisi önce, hangisi sonra gelmelidir? Maalesef yanıt için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildi. İşsizlik böyledir işte: İnsanı gereksiz uğraşlara sevk eder. Şiirleri pek okunmayan ünlü şair boşuna dememiştir: Durgun su şeytan büyütür. Resmi gazetenin ilgili sayısı bulunmuş ve mükerrer sayfalar tartışmaya katılan taraflarca altları çizilerek defalarca okunmuştu. Yangın, savunma, ilk yardım ve devlet büyüklerine ilişkin köşeleri düzenleyen nizamnamelerin tümü arşivden çıkarılıp harf harf, satır satır, paragraf paragraf, 95
sayfa sayfa hafızaya nakşedilmişti. Buna göre kürekler, kancalar ve itfaiye baltaları simetrik olarak yerleştirilmeli ve materyaller, her iki taraftan da eşit miktarda boşluk bırakılarak (yirmi santimetreden az, kırk beş santimetreden fazla olmamak üzere) panoya sabitlenmeliydi. Zemine eşit yükseklikte (ikisi solda, ikisi sağda, ortada ise diğerlerinin iki katı genişlikte olmak üzere) beş beton basamak yapılarak soldaki iki basamağa Y ve A harfleri, ortadaki diğer basamakların iki katı genişlikteki tek parça yükseltiye N ve G harfleri, sağdaki iki basamağa ise I ve N harfleri yazılı kovalar yerleştirilmeliydi. Karşıdan bakıldığında YANGIN kelimesinin okunur olması mutlaka dikkate alınmalıydı. Panonun tepe kısmında, ortalı olmasına özel ihtimam gösterilmek suretiyle, devletimizin kurucusu ulu önderimizin temiz ve hasarsız biçimde çerçevelenmiş portresinin olması ve alt kısımda da yine ulu önderimizin konuyla alakalı vecizelerinden birinin yazılması zorunluydu. Nizamname özetle böyleydi. Yayınlanışının üstünden yaklaşık elli yıl geçtikten sonra, sadece dili sadeleştirilmiş ve şu iki madde eklenmişti: Bir: Yerleşimi uygun olan birimlerde, giderler yerel kaynaklardan sağlanmak kaydıyla, ulu önderin portresi yerine büstü de konabilir. İki: Kovaların su veya kumla doldurulması coğrafi şartlar gözetilerek karakol amirlerinin inisiyatifine bırakılmıştır. Tartışma büyüyüp de personel iki kampa bölününce akademiden yeni mezun bir komiser yardımcısı, konuyu ita amirlerine sorma fikrini ortaya attı. Tartışmanın uzamasından sıkılan, biraz da bundan tedirgin olan önceki kuşak personel bu öneriyi hemen onayladı. Tartışmayı, elden geldiğince sarih ve özlü biçimde anlatan yazı ile, ilçe emniyet müdürlüğü makamına taşıdılar. İlgili dilekçe ilçe emniyet müdür yardımcısının masasına geldiğinde, ilkin ne 96
anlatıldığını anlamadı adamcağız. Müdür yardımcısı, emniyet amirliğinden dördüncü sınıf emniyet müdürlüğüne daha o ay terfi etmişti. Terfi ile birlikte odası genişlemiş, masası büyümüş, tavanda ağır ağır dönen vantilatörü bile olmuştu. Odanın her tarafı gerçek ve yapay çiçeklerle doluydu. Hoş geldiniz törenlerinin ardından hayırlı olsun ziyaretleri de neredeyse bitmek üzereydi. Sıra, "Uygunsanız bu akşam bir-iki kadeh parlatalım." ile "Bizim filancanın hayta oğlunun ufak bir vukuatı olmuş abisi." buluşmalarına gelmek üzereydi. Taze müdür yardımcısı, ilk anda, bunun yeni atananlara yapılan sıradan şakalardan biri olduğunu düşündü. Ek sayfadaki damgayı, sayı-tarih-konu gibi teknik bilgilerin olduğu antetli üst yazıyı kontrol etti. Tümü gerçekti. Olması gerektiği gibi üst yazıda sadece ıslak imza bulunmaktaydı. Fotokopi ile çoğaltılmış yangın köşesi şemasının üstünde ise aslının aynıdır yazısı, silik de olsa, bulunmaktaydı. İmza tamam... Kırmızı mürekkepli ıstampaya basılmış, ortasında ay yıldızın ve cumhuriyetin ilanına atfen bin dokuz yüz yirmi üç rakamının yazılı olduğu mühür… O da tamam, herhangi eksiklik ya da usulsüzlük yok. Kâğıdın gramajını bile kontrol etti, dışarıdan müdahale mi söz konusu diye. Hayır, o da normal; altmış gram, birinci hamur, beyaz dosya kâğıdı... Üst yazı için ortadan yatay olarak ikiye bölünerek elde edilmiş kâğıt, çift nüsha yazılması zorunlu olduğu için biraz daha ince, elli beş gram... Baba mesleği matbaacılık, benzeri birçok durumda yardımına koştuğu gibi şu anda da yanındaydı. Bunda da sorun yok... Karbon kâğıdının yazının arkasında bıraktığı lacivert leke, tamam... Gözünün önüne yangın köşesini getirdi; kim bilir kaç yerde böyle bir köşeyi gördüğünü ama bu hususa hiç dikkat etmediğini fark etti. Hatta bir an, sırf bu yüzden, tam bir emniyetçi olmadığı 97
düşündü. Bir emniyetçinin gözünden hiçbir şey kaçmamalıydı. Ayrıntıyı önemsemeyen, vatanını da önemsemez; diye düşündü. Hatta bu düşüncesini pek beğenip ileride birinci sınıf emniyet müdürü olursa, atanacağı ilin emniyet binasının girişine yazdırmak üzere, yanında sürekli taşıdığı ve önemli notlarını aldığı deftere, kalın ve koyu siyah keçeli kalemle yazdı: AYRINTIYI GÖZETMEYEN POLİS MEMURU VATANIN NAMUSUNU DA GÖZETMEZ! Yerinden kalkıp iki kat aşağıda, bina girişindeki yangın köşesini incelemeye gitti. Altın sarısı büstü ve “YANGINLAR MAZİMİZİ DEĞİL, ATİMİZİ YAKAR!” özlü sözünü tam ortalayarak durdu. Üç adım geri çekildi, yakın durduğu için ayrıntılara hâkim olamayabilirdi. İlk ve ikinci N’ye baktı bir süre. Büyüklüklerine, yazım biçimlerine, renklerde tonlamanın olup olmadığına… Yanında getirdiği elli santimetrelik çelik cetvelle genişlik ve yüksekliklerini ölçtü. Yok, herhangi bir fark yok… Belli ki aynı şablonla yazılmış. Sağ taraftaki harflerin sol taraftakilere göre biraz daha mat olduğunu fark etti. Çok geçmeden bunun sebebini de çözdü; akşam güneşi, binanın girişindeki nöbetçi kulübesinden dolayı, sol taraftaki kovalara pek denk gelmiyordu. Sağ yana doğrudan vuran gün ışığı, sondaki harfleri tedrici olarak matlaştırmıştı. Batı ve güney-batı cepheli vitrinlerde de benzer sorunla sık sık karşılaşıldığını hatırladı. Binaya girmekte olan hizmetliyi fark etti. Efendi, dedi; buralardan siz mi sorumlusunuz? Adam, esas duruşa yakın bir duruşta: -Evet amirim, bütün gün durmadan temizleyip düzenliyoruz. Oysa hemen tüm sivil memur ve hizmetlilerin hatırlı tanıdık sayesinde işe girdiklerini ve her fırsatta işten kaytardıklarını; 98
hatta kiminin maliyeye eş dost adına kayıtlı, ufak tefek de olsa, dükkânları olduğunu bilmeyen yoktu. Binanın göz önünde olan yerlerinin dışındaki tüm alanlarını; affedersiniz, bok götürmekteydi. Hatta bodrumdaki farelerin büyüklüğünün kedilerin boyunu geçtiği şehrin çocuklarının bile diline düşmüştü. Bir ara bodrumu temizletmek için belediyenin ilgili dairesine yazılan yazıya verilen cevaptaki “İlgili talep için bu yılki bütçede ödenek bulunmamaktadır.” açıklamasının aslında “Personelimiz arasında, o bodruma girecek kadar aptal eleman bulunmamaktadır.” anlamı taşıdığı ortadaydı. Öne sürülen sebep, bürokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan kişiler tarafından dahi anlaşılabilecek bahaneydi. Fareler temizlenemeyince çözüm olarak oldukları yerde beslenerek üst katlara çıkışları engellenmeye çalışılıyordu. Yemekhane sorumlusu, akşamları binadan ayrılmadan önce, öğle yemeğinden artanları havalandırma boşluğundan bodruma döküyordu. Bir süre sonra farelerin ünü, ayakkabı-terlik üreten esnaf arasında da yayılmıştı. Derilerin tabaklanmasında fare sidiğinin köpek dışkısından daha iyi olduğuna inanan bir ayakkabı imalatçısı, işleyeceği ham derileri belli aralıklarla bekçiler aracılığıyla bodruma inen merdivenlere koyduruyordu. Farelerin canına minnet, gün aydınlanıncaya dek rahat ve sıcak yatak ve elbette temiz tuvalet. Elbet zaman zaman ufak tefek isteklerle imalathaneye giden bu bekçileri hoş tutmak, anlaşmanın yazılı olmayan kurallarından biriydi. İlçe müdür yardımcısı, amir olarak adlandırılmaya bozulduğunu fark ettirmemeye çalışarak omzunu gösterdi: -Amirim değil, müdürüm diyeceksin. -Kusura bakmayın müdürüm, alışkanlık. -Şu yangın kovalarını neye göre diziyorsunuz? 99
-Anlamadım müdürüm! -Efendi, bunda anlaşılmayacak ne var; kovaları nasıl sıralıyorsunuz? Karşıdan bakınca “yangın” kelimesinin doğru sıralanmış olmasını, üstlerinin tozsuz ve içindeki suyun kokmamış; sinek, böcek, izmarit gibi pis şeylerle kirletilmemiş olması gibi bir şeyler anlattı hizmetli. Bırakılsa uzun uzadıya konuşmaya devam edecekti ki… -N’lerden hangisini orta, hangisini son basamağa koyuyorsunuz? -Neyin nesi müdürüm, anlamadım. -N harfi koçum; iki tane N harfi yok mu “YANGIN”da; hangisinin ilk, hangisinin ikinci olduğuna nasıl karar veriyorsunuz? Bazen böyle olur dünya; bir bakarsınız, yeryüzünü ayağınızın altından çekip göğü üstünüzden almışlar. En kötüsü de, kafatasınızı sizden habersiz açıp içinde ne var ne yok yürütmüşler. Yüzmeye çalışıyorsunuz, su yok; uçmaya çalışıyorsunuz, kanadınız kırık; adım atıyorsunuz, yol çürük; nefes almaya çalışıyorsunuz, hava tükenik... Öylesine çaresiz olursunuz. Hayat, o anda; sizin ne kadar işe yaramaz, ne kadar cahil, ne kadar boş; atsan atılmaz, satsan satılmaz biri olduğunuzu hatırlatır. Hizmetli tam da böyle bakmış olmalı ki, müdür yardımcısı tek laf etmeden dönüp odasına yürümeye başladı. Merdivenleri çıkıp döner koltuğuna kurulduğunda kararını vermişti: Dilekçeyi üst makama sevk edecekti. Ne diye sorumluluk alıp riske girecekti ki! Dilekçenin yolculuğu sürdü böylece: İlçeden ile, ilden bölgeye, bölgeden genel müdürlüğe, genel müdürlükten içişleri bakanlığına, bakanlıktan teftiş ve eğitim dairesinin danışma kuruluna, oradan da akademi kitap yazım ve müfredat geliştirme konseyine… İlgili bölümden de devletin 100
dil ve tarih bilincini geliştirmeyi amaçlayan kurumun özel kalemine ulaştı ilk dilekçe ve beraberindeki sevk yazıları. Yolculuğuna bir yarım, bir de tam dosya kâğıdıyla başlayan tartışma; ortaya, epeyce yarım kapaklı dosya ve yüzlerce sayfa evrak içeren koca bir klasör çıkarmıştı. Devletin resmi dil ve tarihinden sorumlu kurum üyeleri uzun süre tartıştılar. Sayfalarında yayınlanan yazıları müellifi, mürettibi ve musahhihi dışında pek kimsenin okumadığı ancak yazarlarının dolgun telif ücreti, çalışanların ise hatırı sayılır maaş aldığı dergide konuyu tartışmaya açmayı teklif eden dahi oldu. Toplantılardan birinde eski alfabeyle sorunu çözmeye çalışan ve ilk n’nin kef; ikincinin ise nun ile yazıldığını iddia eden bilim adamına bir diğer bilim adamı itiraz etti: Azizim her ikisi de nun ile yazılır. Oradaki kef harfi, yangının g’sini karşılamaktadır. Yüksek sesle söylemediancak yanında oturan kendi kuşağından akademisyene fısıldadığı, “Mirim bunlara kariyer verende suç. Ben bunların gözüyle okuyamadıklarını inanın götümle okurum.” sözü duymak isteyenler için yeterli yükseklikteydi. Ardından, biraz daha duyulabilir sesle, şiir ile musikiyi birleştirmede çığır açmış şairin terkib-i bendinden bir beyit döküldü dilinden: İkbâl için ahbâbı siayet yeni çıktı Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı Devletin dil ve tarih kurumundaki yapıyı değiştirmek isteyenancak üçlü imza ile atanmışları görevden almanın neredeyse imkânsız olduğunu bilen kültür, tarih, demiryolları ve ahlak gelişiminden sorumlu yeni bakan, konseydeki üye sayısını iki katına çıkartan kararnameyi kabine üyelerine imzalatmayı başarmış ve kendi ekibinden akademisyenleri konseyde ancak bu biçimde görevlendirebilmişti. O günden beri de “yeni yetmeler-dinozorlar” olarak adlandırılan; eski 101
hükümetlerin atadıkları ile yeni hükümetin atadıkları arasında gizli gizli çekişme ve toplantılarda herkesin kendi grubuyla birlikte hareket etme refleksi baş göstermişti. Neyse ki, kimse bu kontrollü tedirginliği ileri götürmüyordu. Ne olur ne olmaz, dışarıdan küçük bir partinin desteği ile şimdilik dengede görünen hükümetin ömrünün ne kadar süreceğini kimse bilemezdi. Beyiti duyan genç ekibin cevval olanlarından biri yanındaki arkadaşına söylüyormuş gibi ancak masadaki hemen herkesin duyacağı biçimde şu ikiliği okudu: Ey mürtekib-i har bu ne zillet ki çekersin Birkaç guruşa müddet-i ömrünce hacâlet Bitirir bitirmez de “Bu beyit de aynı şairimizin, aynı eserinden efendim.” dedikten sonra, akademide ders anlatırken takındığı yüz ifadesiyle sürdürdü: -Dilimiz, sesi önceleyen dillerden olduğu için “yangın”daki fiilden isim üreten -gın ekinin kef ile değil de, gayn ile yazılması fonetik zorunluktur. Önceki kuşaktan olanların birkaç kuruşluk çıkar için alçak eşeğe benzetilmesi oldukça ağırdı ağır olmasına ancak bütün ömrünü bürokraside geçirmiş komisyon başkanının böyle durumlardaki tavrı her zaman yatıştırıcı olurdu. Toplantının sona erdiğini ve yeterli mutabakatın oluşmaması sebebiyle konunun alt komisyona sevk edildiğini; ayrıca kef ve gayn tartışmasının da gündem maddeleri içinde bulunmadığı için bu toplantıda ayrıntılı olarak konuşulamayacağını, gelecek toplantının tarih ve saatini kayıtlara geçirdi. Konseyin işleyiş tarzına göre, ilk üç toplantıda karar verilemeyen hususlarda alt komisyon kuruluyor ve sorun oraya sevk ediliyordu. Oradan gelen raporlara göre, geldiği pek görülmemiştir ya, yeniden gözden geçiriliyordu. Başkan toplantıyı bitirdiğini açıkladıktan hemen 102
sonra, arkasında ayakta beklemekte olan özel kalem müdürüne masada kendisine ait dosyaları gözleriyle işaret edip salondan çıktı. Müdür, dosyaları muntazam biçimde toplayıp başkanı izledi. Koridorda kendisini beklemekte olan kıdemli yardımcısına dosyaları teslim ederken “Alt komisyona sevki için gereken formu doldurtup imzaya şahsen getiriniz.” demeyi ihmal etmedi. Neyse ki ayda üçdört defa yapılan toplantılardan biri daha nispeten az hasarla bitmişti de herkes biraz rahatlamıştı. Üyeler, kendi odalarına geçip değerlendirme yapmaya hazırlandılar. Genç ekip, yaşlı ekiptekilerin prostat sorunlarından dolayı, toplantılara gelmeden önce altlarına bez bağladıklarını ve bu hastalık nedeniyle yapılan kontrollerde; çok affedersiniz, makatlarına sık sık parmak sokulup kurcalandıkları için paytak paytak yürüdüklerini dillerine dolamışlardı. Toplantı bitişinde onları seyredip gülmek için dosyaları toplama işini ağırdan alıp tümünün çıkışını beklediler. Yaşlı ekip de karşı ekiptekilerin görev aldıkları fakültelerde taşradan yeni gelmiş kız öğrencileri ders bahanesi ile odalarına çağırdıklarını, not korkusuyla onları sıkıştırdıklarını fark etmiş ve odasına kız öğrenci giren karşı cephenin elemanlarının odalarına yanlışlıkla ya da bir şey sormak bahanesiyle kapıyı çalmadan ani dalışlar yapıyorlardı. Dışarıdan bakan bir göz, sonradan duyan bir kulak bu didişmeyi hoş bile bulabilirdi. Yeter ki, sirke küpü çatlatacak kadar keskin olmasındı. Neyse ki toplantı bitmiş, konu alt komisyona sevk edilmiş ve mesele çözülmüştü. Dil ve tarih konseyindeki kıdemli müdür yardımcısı; göreve kendi referansı ile başlamış uzaktan akrabası genç memureye, ilgili tüm dokümanları teslim ederken işin acil olduğunu ve mutlaka ek-19 ile ek-79 formlarını da doldurması gerektiğini söylemeyi ihmal etmedi. Yazıcı 103
kadrosundaki kız, iki dosya kâğıdının arasına karbon kâğıdı koyup daktilonun merdanesini harekete geçirdi ve çarkı bir tık ileri attırdı. Düzgün olduğuna kanaat getirince daktilonun kolunu birkaç kere kendine doğru çekme suretiyle hazırlıklarını bitirdi. Artık tek parmakla da olsa “sayı iki nokta, konu iki nokta...” ile başlayacak o günkü görevine tam anlamıyla hazırdı. Alt komisyon kurulmasının önünde, daktilonun ağır işleyişinin dışında, pek de engel kalmamıştı. Tahmin edilenden daha çabuk kurulan komisyon, görevine pek hızlı başladı. Atalarımız ne der, bilirsiniz: Yeni testi suyu soğuk tutar. Alt komisyon başkanının üniversitelerin dil ve tarih bölümlerine bu konuda yazı gönderip onların da düşüncelerini sorması ile tartışma daha da tuhaf biçim kazandı. Kimi akademisyenler harf devrimi yapan kadronun aceleciliğinden, üstü kapalı olarak elbette, dem vurup alfabeye nazal n sesini karşılaması amacıyla üstü çizili n harfinin girmesini ve bunu da ikincil n olarak adlandırılmasını öneriyordu. Üstünde çizgi olmayan n’nin de birincil n olarak adlandırılabileceği belirtilmekteydi. Ancak rapora muhalefet şerhi yazan başka bir akademisyen, birincil ve ikincil adlandırmalarına karşı çıktığını; onun yerine g’de olduğu gibi ‘yumuşak n’, ‘kalın n’ olarak adlandırmanın daha yerinde olacağını söylüyordu. Kimileri de eski alfabedeki kaf’ın yerine geçmesi için Q harfinin de mutlaka alfabeye eklenmesi gerektiğini raporlaştırmıştı. Bir kısmı da, yeni alfabemizin temel özelliğinin her sesin tek harfle karşılanıyor olması hasebiyle ‘ks’ seslerini de tek harfle karşılamak gerektiğini ve bu maksatla müttefikimiz muasır ülkelerin alfabelerindeki “X” harfinin de alfabedeki harflerin arasında bulunması gerektiğini şiddetle öneriyordu. Bunlar belki anlaşılabilir önerilerdi; ne var ki, coğrafyamızda anadilimizin dışında bulunan yerel dillerdeki kimi sesleri 104
karşılamak maksadıyla çift ‘V’; yani dabıl W’yi öneren imzasız bir yazının olması, alt komisyon üyelerini hop oturtup hop kaldırmıştı. Mektubun üstündeki damgayı, pulun yapıştırılış biçimini, yazıda kullanılan daktilonun kimi harfleri daha koyu basma özelliğini iyice inceledikten sonra muhatabı bu komisyon olmadığı için önergenin imhasına karar verilmişti. Sadece bir üye, suç duyurusunda bulunduktan sonra yazının savcılığa teslim edilmesi gerektiği hususunda ısrar etmişancak oy çokluğuyla bu teklif de reddedilmişti. Özgürlüğün; hayır efendim hayır, edepsizliğin bu kadarı olamazdı! Sonuncu hariç tüm raporlar kronolojik olarak tasnif edilip tartışılacağı toplantı gününe dek, üzerinde Yangın Anında İlk Kurtarılacak yazan metal dolabın alt rafına kondu. Epeyi zaman geçti, soruyu soranların bir kısmı emekli olup köyüne döndü. Kalanlar da ev ve araba taksitlerinin enflasyondan daha hızlı artmasından dolayı neyi sorduklarını unuttular. Kimse de dilekçenin karşılığı geldi mi diye merak edip dosyaları karıştırmadı. Böylece unutuldu gitti “n” harfleri arasındaki hiyerarşi meselesi. Hayatta müruruzamana uğrayan tüm tartışmaların başına gelen, bu tartışmanın da başına gelmişti: Önemsizleşip unutulmuştu. Arşivden sorumlu memur, devletin malzeme atölyelerinde üretilmiş yarım kapaklı dosyaların içindeki belgeleri, bulaşık eldiveni takmasına rağmen, kedi köpek pisliği gibi uçlarından tutup çuvallara doldurdu. Kirli siyah karton klasörlerin içini teker teker boşalttı. Klasörleri ve dosyaları kolileyip eve götürdü. Çok yıpranmış olanları kullanmaları için komşu ve akraba çocuklarına dağıttı. Tartışılan bütün fikirler ise, öğütülmek üzere, resmi plakalı arabalarla devletin banknot ve evrak yakmak için kurduğu tesislere yollandı. Kimi öğretmenler bu dosyaları; daha doğrusu dosyaların 105
üstü ve klasörlerin sırtlarındaki “Yumuşak N-Sert N, Saylav Karşılama Tüzüğü, Tayyare mi Uçku mu, Günaydın mı Tünaydın mı” gibi yazıları biraz garipsediler. Lakin öğrenciler kitap ve defterlerini kapladıkları gibi bunları da kaplayınca sorun kendiliğinden halloldu. Kimi kaplama kâğıtları şarküteri, tuhafiye, ayakkabı dükkânlarına aitti ancak elden ne gelir, bu kadar kusur kadı kızında bile olurdu. Milletçe tasarrufun önemini kavramalıydık. Bekçilikten ayak işlerine geçmiş personelimizin aklına o günler gelince hoş bir gülümseme yayıldı yüzüne. Tartışmanın tüm boyutlarını bilseydi yine de gülümseyebilir miydi acaba? İki sorgu polisinin askıdan indirip kollarından sürükleyerek dipteki hücreye götürdükleri genç kızı görünce biraz utandı gülümsemesinden. Erkeklere yapılanlara, onların çığlıklarına alışmıştı da; neden bilinmez genç kızların çığlıklarına, çıplak bırakılmalarına, önlerine ya da arkalarına şişe sokulmasına hâlâ alışamamıştı. İki çocuğunun ikisinin de kız olmasından olabilir miydi acaba bu? Göreve başladığı ilk zamanlar onun da aklına gelmişti bu soru. Hatta uzun bir çalışma akşamında, amirlerinden birine bu kaygısını sezdirir gibi olduğunda aldığı cevap kendisini biraz da olsa rahatlatmıştı: Buraya gelen kızlar yoldan çıkmış kişiler… Anası babası olmayan ya da onların söz geçiremediği orospular. Seninkiler insan evladı; anası var, babası var. Senin sözün evde geçiyor mu, geçiyor. İşte fark burada... Sen erkek adamsın, evine helal ekmek götürüyorsun. Senin, benim gibi kursağından haram lokma geçmeyen insanların çocukları yolunu şaşırmaz. Rahat ol, bizimkiler zamanı gelince teli duvağıyla kapımızdan çıkacaklar. Rahatladı. Bir süre, evdekilere yüksek sesle emirler yağdırdı, sık sık evin reisi olduğunu dile getirdi, sonra normale döndü 106
ama. Özellikle kızların küçüğü gelip de dizlerine oturunca, hele hele bir süre sonra kıvrılıp da kucağında uyuyunca, bekçimiz sinirleri alınmış çiğköftelik ete dönüyordu. Kız sorgu odasından çıkarılınca; bekçi, atık bezlerden yapılmış paspası kovaya daldırıp yerleri temizlemeye başladı. İçinden kendisini okutmayan ana babasına sitem etti. Kendisi de okuyup bu beyzadeler gibi olabilirdi. Bunların yaptıkları iş ne kadar zor olabilirdi ki! Eli kolu, gözleri bağlı birilerini sana teslim ediyorlar; sen de öğrenmek istediklerini söyletinceye kadar onları hırpalıyorsun. Öğrendiğin zaman da işin bitiyor. Beylerimizin ek mesai ücretleri, maaşları bizimkinin kaç katı… Bizim gibi vücutta değdiği yeri dağlayan üçüncü sınıf kumaştan dikilmiş üniformalar giymeye mecbur değiller. Şehirde yedikleri, içtikleri, aldıkları hep tenzilatlı... Her gittikleri görev için aldıkları yolluklar da cabası… Biz de onların burada bıraktıkları pisliklerle uğraşıyoruz. Yerleri temizlemek normalden biraz uzun sürdü bu sefer. Her zaman bu kadar kanama olmazdı. Kız, muayyen gününde miydi acaba? Ama âdet kanından başka bir şey var bunların arasında. Kanın içine et parçası karışmış gibiydi. Şu parça, oyuncak bebek kafasına ne kadar da benziyor. Düşük mü yaptı acaba? Bırak yahu, bokla püsürle uğraşmayı, temizle gitsin etrafı. Sen bir bekçi parçasısın, delilenip durma kendi kendine. Neyse ki bu akşam arkadaşlarla toplanıp sohbet edilecek. Hikâyeler anlatılacak, şarkılar söylenecek. Geçen seferki sıra gecesinde anlatılan anasız yılan hikâyesi ne kadar hoştu. Hikâye dinlemek de anlatmak da çocukluktan beri seni hem mutlu etmiş hem rahatlatmıştır. Söylenip durma kendi kendine, işini bir an önce bitirip çık git evine: -Temizle gitsin, temizle gitsin bu kanı buradan!
107
ÖKSÜZ YILAN Yerin bin kat altına sürgün bu ülkenin kapısına terk edildiğimde çırılçıplaktım. Öksüz yılan, doğar doğmaz, ayakları olmayan kuş tarafından yılanların yaşadığı şehrin kapısına bırakılmıştı. Su satılan meydana yakın bir evin ahırındaki katıra bağlanıp ıssızlığa gönderilen bakireden doğma olduğu biliniyordu. Doğuran olduğuna göre dölleyen de olmalıdır, değil mi? Ancak öksüzün bu âleme gelmesine sebep dölün sahibi hakkında en ufak bilgisi olan yoktu. Kapıdaki muhafızlar, bu çelimsiz fukarayı sabahın ilk ışıklarında eşikte buldu. Ülkenin bilgeler kurulu toplanıp kendi neseplerinden olmayan yavruyu içeri alıp almamayı tartıştı. Evladı olmayan dişi bir yılan, tüm sorumluluğu üstlenerek bu yersiz yurtsuzu yurt sahibi yaptı. Onun ülkenin kurallarına harfiyen uymasını sağlayacağına ve kutsal oyun meydanında kendine yer buluncaya kadar onu yanında tutacağına; hülasa, öksüze kefil olup onun gerçek bir yılan olması için gereken tüm sorumlulukları üstleneceğine söz verdi. Öyle de oldu; yemedi yedirdi, giymedi giydirdi, eğlenmedi eğlendirdi… Saçlarını süpürge, gözlerini bekçi, kuyruğunu yol yapıp bu kimsesiz yavrunun hizmetine verdi. Sabırla onun dilinden dökülecek ilk sözcüğü; bu sözcük tabii ki “anne” olmalıydı, bekledi. Bu işin sonunun tuhaf olacağı daha o zamanlardan belliydi aslında. Yavru yılan, zamanı gelince, konuşmaya başladı başlamasına ancak ağzından ilk seferde, tek bir sözcük değil de, adamakıllı cümle çıkmıştı: -Ben, kendime âşığım. Analık yılanın ilk hayâl kırıklığı bu oldu. Bir şeylerin ters gittiğini anlayıp bir süre yavruyu ortalığa pek çıkarmadı. 108
Kendi aklı ve bilgisiyle olan bitene anlam bulmaya çalıştı, olmadı. Bir öğle vakti, yemeğin hemen ardından, öksüzü de kucağına alıp yüzüne de saf beyaz peçe örtüp istihare uykusuna daldı. Gece vakti uzun ve tenha bir yolun başında buldu kendisini. İlerledikçe karanlık arttı. İçindeki umut ile sezgi karışımı beklenti, zaman geçtikçe yerini âlemin ilk ve son gününe ait kaosa bıraktı. Umudu oydu ki, elindeki her kapıyı açan iskelet anahtarı ile kilitleri açacak ve yeryüzünün gül bahçelerine kavuşacaktı. Süründükçe derisi soyulacak, ulaştığı yerde ölümsüz parıltılara kavuşacaktı. Toprağın yumuşaklığı yavrusu için yaratılmıştı. Göğün parlaklığı yavrusu içindi. Ağaçlardaki meyveler, tarladaki başaklar onları mutlu etmek için olgunlaşıyordu. Yüzü görünmeyen yılan durmadan kendini taşlara vurdu. Kuyruğunu, gövdesini, başını… Rahmini gökyüzüne uzanan silindirik taşa sürdü. Börtü böcek kaçıştı. Geçtiği yolda nebat kalmadı. Başını yukarı kaldırıp yukarı doğru dinelince ağzından insan soyuna ait günahlar dökülmeye başladı. O söyledi, gevendeler müzikle eşlik etti. O yoruldu, gevendeler terini sildi. O usanıp bıraktı, gevendeler inat etti. O biat etti, gevendeler isyan... İşin aslı budur: Aslında bütün dünya bir gevendenin ağzından çıkmış küçük bir hikâyedir. O yüzden biz yaratılanlar her yenilgide müzik dinleriz. Müzikli konuşuruz. Sihrimizi müzikle yaparız. Şifamızı müzikte buluruz. Ve o yüzden ölmeye dilimizden başlarız. İlkin sözcükleri gömeriz mezarlara. O yüzden de toprağın derinlerinden durmadan aynı ses gelir: Dem… Dem… Dem bu dem… Ağlayan ve ağlatan, gülen ve güldüren... Eksik iken tam, tam iken eksik olan... Yokken var, varken yok sayılan... Hep iken hiç, hiç iken hep olan... Annelerin biricik kızı, babaların yiğit oğlu... Dem bu dem... Çevirin ve görün, bakın ve anlayın, toparlayın ve dağıtın, 109
hazırlayın ve ikram edin. Ne duruyorsunuz; ağlayın ve ağlatın. Halife hazretleri çıkıp sordu: -Nedir bu gürültü mekânımda? Analık: -Koçerler teşrif eyledi ya halifem! -Daha arkadakiler kim? -Tüm ırklar onların gerisinde duruyor efendimiz. Çekik gözlüsü, uzun boylusu, kısa saçlısı, iri dudaklısı… Oynayanı yerinde duranı, yere basanı basmayanı, nefes alanı almayanı; karası beyazı, sineği böceği, yerin altındaki ve de üstündeki… Bildiğimiz veyahut bilmediğimiz dillerde konuşanlar, ateşe tapanlar, güneşe inananlar, taşları üst üste koyup altından geçenler, dolunayı karanlığın esaretinden teneke çalarak kurtaranlar, sıçrayıp ebemkuşağının üstünden atlayanlar, derine dalıp köprülerin altından geçenler, uzağı sürükleyip yakınımıza getirenler... -Koçerleri sürün gitsin, diğerleri kalabilir? -Koçerleri alttan çekersek tüm insanlık yere düşecek ya halifem! Biz, dağı yükseltip yeri derinlere gömdük; toprağı yaşamak, uzağı tapınmak, suyu boğulmak için kendimize ayırdık. Elimizin altındaki güneşi ve ay ışığını yoldaş olacak sanıyorduk. Yükseklere çıktık ve bütün efsanelerimizi oraya gömdük. Ateşi okşadık, köze boyun eğip yüzümüzü külle sıvadık. İçimizde nefsi emmareliğe hapsolmuş olan var mı, diye baktık; mümkünü yok... Olsaydı ensemizdeki göz görür, avucumuzdaki kulak duyar; elbet, gözümüzün içindeki dil söylerdi. Ateşin ve suyun birbirine karışıp korkuyu yarattığı kıyıya vardık. Arkamız duvar, önümüz uçurum. İçinde devindiğimiz boşluğun nerede başlayıp nerede bittiğini kim 110
bilebilir? Hapsolduğumuz bu kuyunun sahibi kim? Kimin ipine sarılıp kurtulacağız lanetlerimizden? Her gün bir parçasını koparıp nefsimizi doyurmaya çalıştığımız bedenin sahibi nerede? Sonsuzluk uğruna dağın içini kazıp durduk. Dişlerimizi, kemiklerimizi, kalbimizi ceplerimize sığıştırdık. Giysimizin altına sakladığımız antika parçaları el altından pazarladık. Gün bitti. Yaşlılar, kafileden ayrıldı. Çocuklar, hayalin peşine düştü. Böylece başladık hakikati aramaya... Dönüp ardımıza bir kez olsun bakmayarak... Heybemize herhangi bir hatıra koymadan… Çıplak bedene dölümüzü akıtarak... Kekre şarabı içemeden ayrıldık irşat makamından. Manimiz kalmadı, kendimize dair görkemli efsaneler uydurmaya başlayabiliriz artık. Nasılsa hiçbirimiz bu hayatta neyin gerçek neyin uydurma olduğunu asla öğrenemeyeceğiz. Kimin sahih, neyin sahte olduğu kulağımıza fısıldanmayacak. Bilen olmayacak misafirliğimizin sebebi ne? Kimse yalanlarımızı anlayacak kadar uzun yaşamayacak. Başımıza gelenleri taşın üstüne yazdık. Suyun, ateşin, sesin üstüne nakşettik naçar suretlerimizi. (...) Analık yılan uyandığında, yavrusunun kendisinden önce kalkmış olduğunu gördü. O iki kapkara boncuk tanesi göz, kendisini alt etmek maksadıyla inceler haldeydi. Gözlerimizi örtecek perdenin olmaması ne kötü, diye geçirdi içinden. Rüyayı hayra yordu. Anladı: Bu sabi, asla ne bir kutsala bağlı kalacak ne de bir ilaha itaat edecek. Anladı: Sadakat kelimesi bu yavrunun lügatinde kesinlikle yer almayacak. Anladı: Evlat, ana babanın kaderidir. Cennet olabilecekleri gibi cehenneme de dönüşebilirler. Büyük şans olabilecekleri gibi, hiç bitmeyecek lanet de olabilirler. Anladı: Onunla aynı 111
görüntüye sahip, aynı kavmin bedenine sığınmış bu yavru da kendisinin kaderi... Kaderi ve laneti... Kaderden kaçıp saklanamayacağınız gibi, laneti de bir yerlere hapsedemezsiniz. Yataktan çıkıp kapıya ilerledi. Gel, dedi; beni takip et! Kendi önde, öksüz arkada şehrin meydanına yöneldiler. Ayıpları neyse açık olacaktı, olsundu. Ağzının kıyısına sakladığı son dişini çıkarıp sonsuzluk hanesine koydu ve oyuna dâhil oldu. Kaderine teslim olup anlatmaya başladı: Yılanların vatanı, yaradılış esnasında tanrı makamındaydı. Tüm yaratılanlar; insanlar, hayvanlar ve bitkiler ile birlikte... Ta ki, atalarımız insanoğlunun sözlerine kanıp dünyevi zevkler için tanrının emirlerinden ayrılıncaya dek... Tanrı, işlediği günahta insana yardım ettiğimiz için yurdumuzu yerinden oynattı. Dağı tuz, suyu buz etti; kayaları aşağılara yuvarladı. Suları köpürttü, yerin altından ateş denizleri fışkırttı… İnsanlar yerin üstüne, yılanlar altına sürgün edildi. İnsan evladı kurnaz ve akıllı… Dağın içinden ateş fışkırdığında sulara koştu, taşlar yuvarlanırken mağaralara saklandı, sular köpürdüğünde yükseklere çıktı, ağaçların üstünde uyudu; ot bulduğunda ot, et bulduğunda et yedi. Kavmi lanetlendiğinde üzüldü ancak ders almadı. Mülk için kardeşini öldürdü. Daha çok toplamak için toprağı yağmaladı. Sonsuza dek kendisine kollarını açan ağacı bir an ısınmak için yaktı. Atı ıslah edip kendini taşıttı. Köpeği terbiye edip kölesi eyledi. Yanına uzanıp soğuktan korunduğu hayvanı öldürüp postunu üstüne geçirdi. İnsan fark etmedi ancak onun en büyük laneti ve en büyük meziyeti rahata kolayca alışması ve acıyı çabucak unutması oldu. O ölürse ben de ölürüm, diyenler kısa zaman sonra ölenin ismini unuttu. Bu zulmü asla kaldıramam, diyenler; bir zaman sonra benzersiz zalime dönüştü. Yaşayamam, katlanamam, 112
mümkün değil, o kadarına kimse dayanamaz sözleri; söz konusu insan olunca uçup gitti. Bunca zaman, yüz binlerce yıl, gece gündüz müzik sesleri yükseldi. Bitkiler, arıları kovup birbirini yılanlar aracılığıyla döllediler. Büyüdüler, büyüdükçe içine sığmadıkları gömleklerini çıkarıp meydana bıraktılar. El birliğiyle birbirine eklediler. Önce meydanları, ardından sokakları, sonra tüm dünyayı kapladılar. Kendilerinden olmayana kapıyı kapattılar. Yaşamak için söze sığındılar. Analık yılan da, öksüz evladının acılarını biraz azaltabilmek, kimsesizliğini unutturabilmek ve onu ülkenin diğer üyeleri gibi donanımlı hâle getirebilmek için durmadan hikâyeler anlatıp öğütler verdi; küçük oyunlarla sınadı evladını. İnşa etmenin aslında bir yıkma işi olduğunu sezdirmeye çalıştı. Felaketi yıkmadan meziyeti, eskiyi yıkmadan yeniyi tesis etmenin mümkün olmadığını anlatmaya çalıştı. Kalan ömrünü, kendi rahminden kopmuş olmasa da, bir evlada feda etmesinden daha doğal ne olabilirdi ki! Değil midir; her insan, aslında kendinden önceki birinin eksik bıraktığı ömrü tamamlamaya çalışır. Tüm canlılar tanrının kendilerine verdiği nefesi diğerine üfledikten sonra çekip gider. Birçoğu da, zır cahilliğinden elbette, bilmeden yapar bu işi. Ana yılan durmadan konuştu; sarıp sarmaladı öksüz evladını. Kötülükten uzak tutup meziyet kapısından sürünerek girmesini, oradan da ayaklanarak çıkmasını umut etti. Bir süre sonra oyundaki hırs hanesine geldiklerinde, ana yılan tam mimar ve şakirtlerini anlatan hikâyeye başlamak üzereydi ki; evladının, yolunu şaşırıp ülkelerine girmeye çalışan fare yavrusunu yemeye çalıştığını gördü. Biraz kızgınlık, biraz da tevekkülle seslendi: -Bırak gitsin, bırak gitsin buradan. Henüz kısmetimiz olamayacak kadar küçük; bırak, mahkûm olduğu kadere gitsin!” 113
KİLİT TAŞINDAN KORKAN MİMARIN HİKÂYESİ Zamanın bir yerinde, uzak memleketlerin birinde; çalışkan, zeki, öğrenme aşkıyla yanıp tutuşan oğlan çocuğu varmış. Hangi ilmi tahsil etse kısa zamanda onun sırrına vakıf oluyor, hangi hüner gösterilse inceliklerini anında kapıyormuş. Dülgerin yanında rende tutmayı, kumaş dokuyan basmacının yanında ipliğe düğüm atmanın en hasını, nalburda kör başlı çivi üretmeyi, sayacının yanında ayağı sarıp sarmalayanancak gram sıkmayan çarık yapmayı, bileyicinin yanında keserin ağzını usturaya dönüştürmeyi, dökümcünün yanında kılcal damarlara kurşun akıtmayı, duvarcının yanında taşlara kenet ve zıvana saplayarak onları yekpare kaya parçasına çevirmeyi, lehimcinin yanında demir ile bakırı birbirine yapıştırmayı ve daha birçok hüneri henüz buluğa ermeden öğrenmiş. Gün olmuş, hükümdar adına acemi oğlan devşirmekten sorumlu ağalardan biri gelmiş memleketlerine. Sormuş soruşturmuş, memleketin ahvali hakkında havadis edinmiş. Zanaatkârların mekânlarına uğrayıp hepsini teker teker izlemiş. Giderken de birkaç usta ile birlikte, bu genç adamı da yanına katıp götürmüş. Başşehre geldiğinde de, daha bıyıkları bile çıkmamış bu sabiyi, iç oğlan çavuşlarından birine teslim etmiş. Gel vakit git vakit; oğlan, her türlü eğitimden geçirildikten sonra imaret ve kanal açma işlerinde kullanılmak üzere lağımcılar ocağına tayin edilmiş. Kısa zamanda ocağın en cevval adamlarından olmuş. Tedrisatını tamamlayıp mimarlığa terfi etmiş. Kısa zaman sonra da hassa mimarlar ocağına kabul edilmiş. Orduyla çıktığı daha ilk seferinde kumandanların, ardından sadrazamın, sonunda da sultanın dikkatini çekmiş. Nasıl çekmesin ki; sanırsın imar ilminden çok simya ilminin tahsilini almış. Surların altına 114
giden tüneli en kestirme ve herhangi bir engele takılmadan açmak, nehri geçmek için kıyının her iki yakasındaki ağaçları halatlarla birbirine bağladıktan sonra iki ağacı da aynı anda kestirerek ilk iskeleti oluşturup gün daha bir kere dönmeden üzerinden süvarilerin dahi geçebileceği geçitler yapmak ve daha bin türlü durumda tabiatı parmağında oynatmak onun payına düşmüş. İnşa ettiği kulelerin, kalelerin, sur duvarlarının benzerini yapmayı kimse hayal bile edemediği gibi yapıları da nasıl bu derece hızlı ve sağlam yaptığına akıl sır ermiyormuş. Bencillikten mi başka sebepten midir bilinmez, ilminin kimi ince noktalarını asla kafasından dışarı çıkarmazmış. Kimileri mimarın geçitlerin mukavemetini arttırmak için denge noktalarında küçük değişiklikler yaptığını ve böylece asıl ağırlığı eklerle tahkim ettiği yerlere tevzii ettiğini öne sürseler de bu hususta delili ya da ispatı olan ademoğlu bulunmamaktaymış. Ayrıca yükün oturduğu ayakları çatallı, yolu ise kavisli inşa etmesinin; ayrıca, eğimleri de ters taraflara vermesinin işini kolaylaştırdığı dilden dile dolaşmaktaymış. Bu kadar yetenekli mimarın bir kusuru varmış ancak. İş, taş işçilik gerektiren köprü yapmaya gelince sabah uykusundan uyandırılan çocuklar gibi hırçınlaşıyor ve kinin bekleyen sıtma hastaları gibi tir tir titreyerek yatak döşek yatıyormuş. Kimse anlam veremiyormuş bu duruma. Yıkılmaz denilen surların en zayıf yerini bir bakışta keşfeden, aşılmaz denilen dağları ıslah edip orduyu noksansız ileriye taşımanın yolunu bulan bu adam; iş taş köprüye gelince bir bahane bulup kendinden sonra gelen mimarlara sevk ediyormuş vazifeyi. Yanına kabul edeceği çıraklarda da mimariye olan ilgilerini, bu husustaki ilgi veyahut yeteneklerini bir nebze olsun önemsemiyormuş. Varsa yoksa çırakların görüntüleriymiş dikkate aldığı... Nerede olabildiğince kısa boylu, çekik gözlü, 115
başıkabak, küçük kol ve bacaklara sahip; dolayısıyla minnacık ayakları ve elleri olan ucube görüntülü erat varsa himayesine aldırıyormuş. Açıklaması da hiç değişmezmiş: Dehlizlerde ilerlemeleri ve ellerini kullanmaları daha kolay… Mimarın himayesinde yer alan imaret işlerinden sorumlu ocak mensuplarının taş köprü hususundaki merakları zaman geçtikçe daha da artmış. Ustalarının bilgi ve yeteneğinin yanına yanaşamayan; üstelik, ocağa henüz kabul edilmiş mimarlar bile beş on kulaç genişliğindeki suların üstüne kavisli yekpare köprüler yapabilirken kendi ustalarının bu işten bu kadar uzak durmasının elbette sebebi olmalıydı. Büyük bir sefer sonrası, çok önemli zafer kazanmış orduya, sultan tarafından, üç günlük fetih hakkı tanınmış; ibadethanelere, tarihi binalara karışmamak ve gelirin beşte biri devlet hazinesine kalmak şartı ile, geri kalan ne varsa kılıç sallayıp ok atanların; taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan yiğitlerin paylarına düşmüş. Hakkın olduğu yerde hukukun da olması şarttır. Âdemoğlu ölümü göze alarak zapt ettiği yerde kendi hukukunu da tesis eder elbette. Üstelik ölümü göze alanlara ilahi sebep; elinizde bu yoksa dünyevi mükâfat sunmanız şarttır. Kim yok yere ölümü göze alacak kadar aptal olabilir ki? Şehre sabahın ilk ışıklarıyla kımıl gibi giren ordu, akşama doğru gerek yediği içtiğinden gerekse de yaptıklarından hayli yorgun düşüp kenarda köşede yarı ölü gibi yatıp durmaktadır. Bu, daha ilk seferi olan tıfıllar, acemilik ve aç gözlülüklerinden, önlerine çıkan dişi niyetine kim varsa istisnasız hepsiyle o kadar çok cima yapmışlardır ki; hiçbirinin parmağını kıpırdatacak kadar bile kudreti kalmamıştır. Şu saatte önlerinden kaçışan körpe hurileri dahi gözleri görmez olmuştur. Mimarbaşımız ve yanındakiler şehrin dışında kurdukları 116
çadırda üç günlük sürenin bitmesini beklemeye başlamışlar. Ustanın dışındaki herkes, şehre dâhil olma hevesiyle yanıp tutuşmaktaancak bunu ustalarına bırakın söylemeyi böyle bir girişimde bulunmaya dahi cesaret edememektedirler. Ustanın emri kat’idir: İlim ve hak erbabının işi, yaratıcıyı bulmak değildir. Onların asıl vazifesi, yaratıcıya giden yolu bulup bildirmektir. Bizim işimiz de şehre giden yolu gösterip girilecek kapıyı aralayıncaya kadardır. Sonrasında tek adım dahi atmak bizim haddimize düşmez. Bu âlem varsa öte âlem de var. Zevk ü safa varsa akıbet ve hesap vermek de var. Hamt etmeyi bilmeyen çileye hazır olmalıdır. Mimarın emrinde olanlar her ne kadar ustalarına saygı duyup ondan korksalar da, her ne kadar biçimsiz ve küçük bedenlerine saklı erkeklikleri varla yok arasında olsa da; sonuçta, müzekker her lisan gibi onların da içinde müennes kelimeleri telaffuz etme sevdası bulunmaktadır. Mimarbaşı, emri altındakilerin sözünden çıkmayacaklarından emindir ancak yine de nefsine yenik düşüp şehre meyleden olur diye üç gün boyunca ne kendisi uyur ne de kimsenin uyumasına izin verir. Bu üç günü eğitimle ve oruçla geçireceğiz, der. Eğitimle ilmimizi tahkim edecek, oruçla bedenimizi ıslah eyleceğiz. Başlangıçta fizik, hendese, riyaziye, mukavemet... derken ilk gün biter ve akşam olur, iftar edilir; ardından sohbet başlar, konu açılır, merak edilen soruya gelir sıra: “Ustamız neden taş köprü işine bulaşmaz?” -Bre zındıklar, kapatın bu konuyu. Sizi gidi kefere dedikoducular. Sizin başka işiniz mi yok? Uzatmayın; yoksa, bütün vücudunuza zırnık sürüp yolunmuş tavuğa çeviririm hepinizi! Benzeri daha birçok geçiştirme hamlesinin hiçbiri işe yaramaz. Hele hele şakul ve gönye işinde epeyi ustalaşmış 117
yamağın söylediği söz karşısında herkes bir süre susmak zorunda kalır: -Ustaların ustası, mimarların hası, biz biçarelerin hakiki ve kâmil mürşidi ve elbet bizi balçıktan çıkarıp pirüpak eyleyen babamız! Sen, sen bize bir ganimet borçlusun. Bakınız, sultanımız ordusuna üç günlük dünyevi haz hakkı tanıdı. Sen de bize ilmi anlamda bir fetih hakkı borçlusun. Bizim ganimetimiz de senin anlatacakların olsun yoksa öbür dünyada senden alacaklı oluruz. Cismani olmasa da ruhani nefsimizi doyurman, bu suretle haz hakkımızı ödemen şarttır. Gecenin ilerleyen vakitleri cümle kapıları kırılarak açılmış bu şehri ne nispette hercümerce gark etmişse de; surların dışındaki bu çadırın kısmetine, karmaşa ve temaşadan çok sükûnet ve istifham düşmüştür. Şehrin içindeki ateşler ne kadar kudretli ise çadırın köşesindeki kandil o derece hastalıklı ve titrektir. Şehrin dört bir yanından yükselen dünyevi vaveylalar ne kadar kulakları yırtıyor olsa da içerideki fısıltılar ahaliyi o derece uhrevi meraka davet etmektedir. Mimarbaşı, biraz durup düşündü; gözleri daldı gitti, ta çocukluk yıllarına ve ilk ustalarından birinin yanındaki çıraklık zamanlarına uçtu ruhu. Açık havaya çıktı, söylenenleri düşündü; döndüğünde, yüzünde günlerdir süren tedirginlikten eser kalmamıştı: -Haklısınız, size bir fetih hakkı borcum var. Sünnet olsaydı belki diyetini ödeyerek kurtulabilirdim ancak bu borç, şu andan itibaren farz olmuştur. Merak buyurmayın, borcumu ödeyeceğim. Mimarbaşı, çadırın baş kısmına kendisi için hazırlanmış mindere usulca ilişti. Konuşmaya başlamadan önce boşluğu işaret ederek anlatacağı hikâyenin ilk sözlerini dışarıdaki karanlığa fısıldadı: 118
-Alın götürün, alın götürün boğazımı sıkan sırları buradan.
119
MÜKEMMEL İŞ Alın götürün, küçücük bedenlerinizi esir almış bütün ayıpları alın götürün buradan. Günün birinde tekdüze hayatlarından ve hep aynı işi yapmaktan sıkılmış kimi demir, bakır, kalay ve taş ustaları birleşip yeryüzünde saf olarak bulunmayan yeni maden yaratmak isterler. Bunun için herkes elindeki malzemeyi diğerlerinin sahip olduklarıyla döllemeye başlar. Dölleme, dediysek; aklınıza hemen kötü çağrışımlar gelmesin. Niyetiniz halis olsun ki, akıbet de halis olsun. Taş ustaları taşı, demirciler demir niyetine ne varsa onu… Bildikleri ne kadar maden varsa eritip birbirine katar, tanıdıkları ne kadar taş toprak varsa öğütüp erittikleri madenlerin içine atarlar. Yetmez, ağaç parçalarını da ufalayıp koyarlar malzemenin harcına. İçlerine sinmez, bin bir dereden getirilmiş suları alevin üstüne püskürtüp kor ateşi soğutmaya çalışırlar. Kışladaki kılıç ustaları demiri macun haline getirip iki kere su veriyorsa; bunlar iki yüz kere tekrarlar aynı işi. Şehirdeki demirci, körüğe iki nefes dolduruyorsa bunlar iki bin nefes doldururlar. Çarşıdaki çekiç örse bir vuruyorsa bunlar bin vururlar. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları izler. Teker teker hepsi vazgeçer bu sevdadan. Biri hariç... Çocukken anne sütünden bedenine cüzzam bulaşmış; ne çocuklukta arkadaşı ne ergenlikte sevgilisi ne olgunlukta eşi ne de arastada ortağı olmuş demirci ustalarından biri hariç. Bu usta, bıkmadan usanmadan kalan ömrü boyunca hayalindeki malzemeyi aramaya devam eder. Dağı delip öte tarafa geçer, tepeleri aşıp ovaları arşınlar, yükseklere tırmanıp bulutların üstünde dolaşır, suların dibine dalıp kumları avuçlar. Nafile! 120
Geride bekleyeni, evde özleyeni, sokakta merak edeni, mahallede adını bilen olsa o da bir an durmayacaktır buralarda; ne yazık ki, kendinden başka seveni olmayan her beşer gibi o da çaresiz kendi elleriyle kendini sever durmadan. Epeyi bir zaman sonra biraz şans, biraz da sebat etmenin neticesi hayali gerçekleşir. Sonunda tabiatta saf olarak bulunmayan yeni bir madde yaratmıştır. Yarattığı maddeyi kazana doldurup kışın ısınmak için istiflediği odun ateşiyle eritmeye kalkar, madde erimez. Önce kendi yöresindeki, sonra yakın yörelerdeki, daha sonra ise ülkedeki odun ve odundan yapılmış ne varsa toplar. Ne evlerde kapı-pencere, ne medreselerde sıra-dolap, ne de çarşı esnafında tezgâh-raf kalmıştır. Kazanın altındaki ateşi körükleyip maddeyi eritmeye çalışır. Yok; madde, olduğu gibi durmaktadır. Yeri göğü yağlı is tabakası kaplar. Coğrafyanın sıcaklığı birkaç derece artar. Kelaynaklar bu nedenle o yıl göç yoluna erken çıkar. Nafile! Tam bu işten umudunu kestiği sırada renk renk kuş tüyleri dökülmeye başlar ateşin üstüne. Ateş şenlenir, ucu yanık odunlardan feryatlar yükselir. Duman ve isten siyaha kesmiş kazan, kızıl kor parçasına döner. İniltiler arşa yükselir. Anlar ki, erime başlamıştır. Usta, potadaki eriyiği mermer ve granit kalıplara döküp üstlerini kumla kaplar. Kazma, kürek ve balyoz imal eder ilkin. Kazanın dibinde kalan son eriyik ile de otları biçmek için orak... Bir hafta-iki hafta… Derken bir kış, bir de bahar geçer. Yaz gelir, ne yaptığını daha iyi anlar. Uzun süre ortaya çıkan mucizeye kendisi de inanamaz. Yarattığı aletler öylesine güçlüdür ki, benzerleriyle kıyas dahi kabul etmez. Normal balyozla bir vuruşta yekpare kayalardan birkaç avuç çakıl koparken bu balyozla vurduğunuzda taştan eser kalmamaktadır. Normal küreği kumla doldurup öteye attığınızda küçük bir çukuru dolduracak kadar yığın 121
oluşurken bununla attığınızda uçsuz bucaksız göller kuruyup anında çöle dönmektedir. Bunları kullanarak yapılan işler de, tıpkı aletler gibi çözülmez sırra kavuşmuştur. Dağın içinden çıkarılan kesme taş blokları üst üste konduğunda yüce dağ gibi sağlam durmakta, başka tarafa çevirmek istediğinizde ise bakır çubuk gibi bükülebilmektedir. Usta, yaptığı aletlerle neye dokunsa, dokunduğu madde kendi özelliğini kaybedip başka ruha kavuşmaktadır. Ne kum ne taş ne demir... Hiçbir şey saf değildir artık. Ne uhrevidirler ne dünyevi… İmal ettiği balyozun parçaladığı kayalardan elde edilen kumu avuçlayıp ellerinin arasına aldığında tarladan henüz hasat edilmiş pamuk kadar yumuşakken üzerine birkaç damla su damlattığında; aynı kum yığını, kurşundan sert olmaktadır. Dümdüz inşa edilmiş duvar, hafif dokunuşla kuyu ağzına dönebilmektedir. Taş, bir emirle ressamların istediği hikâyeyi üzerine resmedebileceği kil çamur kadar uysal olabilirken yeni emirle kavimleri bulundukları coğrafyaya hapsedecek demir dağlarına dönüşebilmektedir. Usta, artık istediği anda uçurumları ters yüz edip geçit vermez yükseltiye çevirebilirken istediğinde aşılmaz yolları derleyip toparlayıp yakın edebilmektedir. Parçaları uç uca ekleyip uzatır, tamları bölüp eksiltir. Parmaklarını toprağın derinlerine saplar, aşağıyı yukarı çevirir, bitki örtüsünü takas eder. Kimseye anlatmadan, sırrını kimseyle paylaşmadan günlerce yarattığı malzemenin başında derin düşüncelere dalar. Bir yanında intikam almak istediği bu zalim dünya, diğer yanında yarattığı aletler… İsterse bir vuruşta arzın eksenini değiştirecek kudrete erişmiş olmak, ustayı hem tarifsiz derecede mutlu etmekte hem de delicesine korkutmaktadır. Beynini kemiren kurt sürüsü, bir süre sonra bedenini esir alır. Bir zaman sonra yemekten kesilir, su içmek aklına gelmez. Anlar ki, olmayan âlemi var etmiştir. Taş yine taş, demir yine demirdir. Âlem, 122
ustanın bitip tükenmez inadı karşısında çaresiz kalmış ve ona biat etmiştir. İnsanın inadı karşısında demirin ve taşın ısrarı yenilmiştir. Yaşlı usta, istese dağların boynuna tasma geçirip yeryüzünün en uslu köpeğini arkasında sürükler gibi şehre doğru götürebilecek, istese eline değnek alıp coğrafyanın tüm akarsularını uysal koyun güder gibi bir yerden diğer bir yere akıtabilecek kudrettedir artık. Hiçbirini yapmaz. Günlerce dua eder, kendisiyle beraber yarattıklarının da yok olması için. Ürettiği aletleri gömmeye çalışır, nafile. Ne kadar derine gömerse gömsün, aletler göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürede kendilerini dışarı atmaktadırlar. Dağın derinlerine doğru ilerler. Amacı aletleri parçalayıp gömmek ve taşlarla üzerlerini örtmektir. Islah ettiği malzemeler, yıkıp parçalama esnasında ustanın emirlerine uymaktaancak usta yok olmalarını istediğinde bir türlü söz dinlememektedirler. Bir süre sonra çabalarının beyhude olduğunu anlar. Dağ, nehir, toprak; sadece, kötüye gidiş söz konusu ise kendisine itaat etmektedir. Ol, dediğinde olmakta ancak öl dediğinde, şımarık çocuklar gibi uzaklara kaçmaktadırlar. Bu cüzzamlı usta, kazmasını herkesin kıyısında yaşadığı hayatın içlerine doğru sallamaktan bıkmaz. Vakıf olduğu sırları unutmadan insanların arasına dönmesinin imkânsız olduğunu anlamıştır. Kaderini kabullenip lanetine rıza gösterir. El zaman gül zaman, ömrünün sonuna doğru, o güne dek hiç görmediği cinste bir kuşla karşılaşır yerkürenin derinliklerinde. Kuş dile gelir: -Senin derdine vakıfım, istersem bu derdi bitirecek kudrete de sahibim. -Benim derdim ne olacak ki? Kendi başıma yaşayıp durmaktayım. Hiçbir derdim yoktur benim. -Derdin yoksa neden bedenini ve içindeki kabahat her ne ise 123
onu gömmek için bu kadar derin mezar kazmaya çalışıyorsun? Tartışmanın sonunda biat ve itaat etme sırası adamdadır. Elindeki çekiç ve içindeki nefretle şimdiye dek tüm dünyaya kafa tutan, kaderine boyun eğmeyen usta; kuşun karşısında sultan makamındaki kula, cellat ipindeki boyun ağrısına dönmüştür. İnsanların yaşlandıkça, yenildikçe, ölüme yaklaştıkça uysallaşmasını o kişinin olgunlaşmasından dolayı olduğunu sanıyorsunuz, değil mi? Yanılıyorsunuz. İnsanlar asla değişmez, asla anlayışlı olmaz, asla ehlileşmez. Sadece güçlerini yitirir ve çaresizleşirler. Ölümün eşiğinde duran yaşlıların gözlerine bakanınız olmuş mudur? Bakın, iyice bakın; o bakışların hemen hepsinde dünyadaki tüm sahtekârlıkların yarısı barınmaktadır. Şimdi de gözünüzü başka bir tarafa çevirin: Kundaktaki bebeklerin gülüşleri ne kadar sevecen ne kadar davetkârdır, değil mi? İşte, dünyanın geri kalan sahtekârlıkları da oralara saklanmıştır. "Beni sev, beni okşa, öp beni!" diyen bakışların sahipleri sizlere hükmedecek kudrete ulaşsınlar; görün bakın o masum yaratıkların nasıl canavarlaştığını. Neyse… Biz hikâyemize dönelim: Kuş ile adam durmadan konuşur. Âşıkların bitip tükenmez sevişmesi, binlerce yıldır aradığı menzili bulmuş seyyahların kucaklaşması, mürşidine ulaşmış müridin itikadı, kıtlıktan çıkmış insanların karnını doyurması gibi... Adam, günahlarının kefaretini ödemeye rıza gösterir; bütün bildiklerini, bütün sırlarını en küçük ayrıntıyı dahi saklamadan kuşa anlatacaktır. Ancak tek koşulu vardır: Duyacaklarını parça parça değişik insanlara söyleyebilir; asla, ama asla tümünü tek kişiye bildiremez. Ahitleştikten sonra ikisi arasında hiç bitmeyecek alışveriş başlar. Usta anlatır, kuş dinler. Usta gösterir, kuş görür. Usta uyur, kuş nöbete durur. Usta acıktığında kuş bedeninden bir parçayı 124
koparıp ustaya verir, kuş acıktığında usta cüzzamlı bedenini sunar yoldaşına. Ta ki, bir haziran ayının sonlarına doğru, usta konuşmasını bitirip son acısından da kurtuluncaya dek... Böylece boşlukta salınır durur zaman sarkacı. Mağaranın karanlığında, anlatmayı şehvetle sürdüren dil ile anlatılanları dehşetle dinleyen kulaktan başka şey kalmamıştır. Son demde, ustaya ait dil, kuşa ait kulağın içine girip saklanır. Dilin söylediği son sözlerin ardından gelen kilit sözü kulaktan gayrısı duymamıştır. Biz, halimize şükredelim yine de; hiç olmazsa, sondan önceki sözü duyan nefeslerden olduk: -Al götür; ömrümce sakladığım, bir türlü içime sığmayan, lanetim olan ne kadar sırrım varsa al götür buradan! (...) Mimarbaşı, iki iken tek olmayı başaranları anlatan hikâyeyi bitirdikten sonra öğrencilerini tek tek süzdü. İçlerindeki âlim ile cahilin birbirine eziyet etmesini, birinin diğerini yok etmesini engellemek için kendi anlattıkları ile onların dinledikleri arasındaki, tıpkı kilit taşı yerine konmamış köprülerde olduğu gibi, boşlukların elbette farkındaydı. Ama böyle olmasa, insanlar her bilgiye vakıf olsa, hayat nasıl da acımasız olurdu kim bilir? İnsanları yaşatan ilim ise, eziyet çekmesini engelleyen de cehalettir. Her ikisini birlikte, birini yekdiğerine ezdirmeden, huzur içinde yaşatan insandır elbette şanslı olan. -Bizim hepimiz de; biraz, bu eti koparıldığı halde acı duymayan cüzzamlı usta gibi değil miyiz? Hiçbir şey hissetmeden şehrin kapılarını iyiliğe ve kötülüğe açıyoruz ve herkes içeriye giriyor. Girenlerin yaptıklarından biraz da biz sorumlu değil miyiz? Kazanılan sevaplardan payımıza düşen olduğu gibi, işlenen günahlardan da payımıza bir şeyler 125
düşüyor elbet. -Elbette haklısın ustamız ancak sen hâlâ neden köprü yapmadığını anlatmadığın gibi, hepimizi de günahkâr ilan ettin. Hikâyeden önceki biz ile şimdiki biz aynı değiliz. Şu anki durumumuz, kurbanlık hayvanın boynunu kanatacak kadar kesip başını koparmamaya benzemiyor mu? Ya bıçağı boynumuza sürmemeliydin ya da kafamızı gövdemizden ayırmalıydın. Kalan ömrümüzü bir türlü inşa etmeye yanaşmadığın köprüde geçirmemizi istiyorsun sen. Mesela biz ağaçları eğip orduları karşıya geçirirken ya da surları aralayıp meçhule kapı açarken kendimizi hünerli sanıyorduk. Küçücük ellerimizle gecenin içine tüneller açıp ilerlerken kötüyü alt etmeye adanmış neferlerdik. Oysa şimdi cehennemlik olduğumuza kanaat getirdik. -Kim cennetlik, kim cehennemlik? Onu bilemeyiz. Bu dünyanın kötülüklerine ayak uydurabilmek için sizin de bir miktar kötü olmanız şart değil midir? Yoksa hayat, sizin var olmanıza izin verir mi sanıyorsunuz? -Hâlâ köprü meselesini anlatmadım ama ustaların ustası. -Sıra ona geldi zaten. Orduya alınıp eğitilmeden önce yaşadığım yerdeki ustalarımdan biriyle bir iş aldık. Gürül gürül akan, ucu bucağı görünmez, karşıdan karşıya geçmeyi ancak çok usta kayıkçıların tek kişilik, manevra kabiliyeti yüksek sallarla başarabildiği bir nehrin üstüne köprü inşa etmeye başladık. Ben ve ustam kıyının bir yanından, diğer yakanın ustası ile kalfası da karşı yakadan köprünün ayaklarını yapmaya başladık. Günler, aylar geçiyor köprü ortaya çıkmaya başlıyordu. Bize işi sipariş edenleri hiç tanımadım. Gölgelerine vakıfım da suretleri hakkında tek laf edemem. Gün ışığında hiçbirini bir kere bile görmedim çünkü. Gecenin zifiri karanlığında çadırımızın yakınlarına gelip ustama seslenir; erzak ve para bırakır ve çekip giderlerdi. 126
Nerede yaşarlar, ne iş tutarlar, hangi niyettedirler... bilmezdik. Sorup soruşturmuşlar; benim ustamı ve karşı tarafın ustasını bulmuşlar. Gram pazarlık yapmadan ustaların şartlarını kabul etmişler. Zaman kuş oldu geçti. Bir gün, akşam olmak üzereyken köprünün neredeyse orta yerine yaklaşmış, bir iki güne kadar da kilit taşını yuvasına yerleştirecek duruma erişmiştik. Paydos edip elimizi yüzümüzü yıkadık. Yemeğimizi alıp inşa etmekte olduğumuz köprünün bizim taraftaki ucuna geldik. Karşının ustası ile kalfası da kendi taraflarının ucuna yerleştiler. Uzansak el ele tutuşamazdık ancak rahatlıkla sohbet edebiliyorduk. “Afiyet olsun, ne var ne yok?” gibi bir iki sözden sonra muhabbet geldi bize işi yaptıranlar ve onların köprüye neden ihtiyaç duydukları hakkında konuşmaya. Bir onlar anlattı, bir biz... Ben ve karşı tarafın kalfası, bir zaman sonra ustalarımızın konuştukları dilin manasına vakıf olamadığımızı fark ettik. Ustalarımızın sohbetinde geçen kelimelerin her birinin tek tek ne anlama geldiğini bilmemize rağmen, onların kullanma biçiminde ortaya çıkan bütüne vakıf olamıyorduk. İşin doğrusu çok da dert edinmedik bu hususu. Bütün gün çalışmanın yorgunluğu ve yediklerimizin rehavetiyle çadırlarımıza dönüp uyuduk. Uyandığımızda, ustalarımızın hâlâ konuşmaya devam ettiklerine şahit olduk. Ustalarımız bize elleriyle, olduğumuz yerde kalmamızı işaret ettiler. Yatıp uzandık, yemek yiyip kuş seslerini dinledik. Günün akşamına doğru, ustaların her birinin kendi tarafına koymak için hazırladığı kilit taşlarını köprüdeki boşluktan suya bıraktıklarına şahit olduk. Toplanıp evlerimize döndük. Ustam “Herkesin kötüsü kendine yetiyor. Bir de karşı tarafın kötüleriyle uğraşmayalım.” dedi. Çok ısrar ettim öğrenme hususunda; tıpkı sizin şu anda bana yaptığınız gibi... Durup gözlerime dakikalarca baktıktan 127
sonra şunu söyledi: -Sen her daim bilinmezin şer, bilmenin hayır olduğunu mu düşünürsün? Şükret ki cahilsin. Bilmemenin keyfini çıkar. -Dikkat ederseniz biz de sürekli kendi kötümüzü, kötülüklerimizi karşıya geçiriyoruz. Geriye dönmek isteyen olursa kendisinin bileceği iş… İki yakayı birbirine daimi bağlamak bize düşmez. -Ancak biz gelirken ağaçları eğip birbirine bağladınız. Bütün ordu da onun üstünden geçip buraya kadar geldi. İsterlerse geri dönüp aynı yoldan gidemezler mi? Ya da buralılar geldiğimiz yolu izleyerek o tarafa erişemez mi? Bizim açtığımız yoldan geçemezler mi? -Ah acemi çocuk, ah! Eğmeden önce ağaçlara ne yaptığıma ve son nefer de geçinceye kadar geçidin başında beklediğime dikkat etmediniz mi hiç? -Ağaçları okşadığınızı, tepelere tırmandığınızda da bir şeyler mırıldandığınıza elbette şahit olduk, lakin bunları neden yaptığınıza pek anlam vermedik. -Eğmeye başlamadan önce onlardan sızan reçinelerden ellerime sürdüğümü de fark etmemişsiniz anlaşılan. Tepede iken kulaklara fısıldadığım duayı ise ölüm döşeğimde ancak içinizden sadece birine öğreteceğim. Mimarbaşı, bütün bunlardan sonra uzun süre sustu. Ardından, çantasından çıkardığı fetih planlarını oturduğu döşeğe yayıp ayrıntıları işaretlemeye başladı. (...) Seçilmiş olmak iyi midir kötü mü? Buna karar vermek için akıbete bakmak gerekmez mi? Bilinmezlikten gelen her bebek şanslı addedilirken bilinmezliğe erkenden gitmek nedense şanssızlık kabul edilir. Gelinen ile gidilen yerin farklı olduğunu mu düşünür acaba insanoğlu? Durum böyleyse, 128
bütün müminler özünde bir münafıktan başka nedir ki? Kalabalık bir avluya girip “İçinizden biri diğer herkesten önce ölecek!” diye bağırsak; ihtimal odur ki, herkes “Umarım o kişi ben olmam.” diye geçirir içinden. Ama cümleyi “Ey ahali içinizden biri diğer herkesten sonra ölecek.” haline getirdiğimizde ise birçoğunun içinden geçen dilek: “Umarım o kişi ben olurum.” olacaktır. Aslında insanoğlunun amacı ölümsüzlük ya da ne kadar süre, nasıl yaşadığı değil; diğerlerinin ölüsünü çiğnemek... Tanıdıkların cenazesinde soluk alıyor olmayı murat ediyor bu alçak yaratık. Mimarbaşının sırrını, çadırdakilerden sadece birinin öğrenecek olması öğrencileri tarafından biliniyordu artık. Buna sevinmeli mi üzülmeli mi? Sevinmeli, çünkü ilim devam edecek. Sır, ustayla beraber meçhule gitmeyecek. Üzülmeli; çünkü o ana kadar aynı torbadan ekmek yiyip aynı çanaklara yemek dolduran, aynı çeşmelerden su içip aynı düşmana ve elbette aynı dostlara sahip insanlar arasına nifak girmişti artık. Herkesin içini seçilmiş olma hırsı kaplamıştı. Mimarbaşı çıraklarına iyilik mi yapmıştı, kötülük mü? Bunu bizim bilmemiz ne mümkün! Çok meraklı olmak iyiye delalet değildir. Vakti gelen her çırak, bu sırrı ölüm meleğinden nasıl olsa öğrenecektir. (...) Analık yılan bu son söylediklerini henüz bitirmişti ki, öksüz evlat fikrini içinde bir an bile tutamadı: -Elbette iyilik etti; önemli, değerli, herkes tarafından beğenilen ve kabul edilen biri olmak istiyorsan arkadaşlarından, rakiplerinden daha çok çabalamalı ve öne çıkmayı bilmelisin. Gerektiğinde yolunun üstünde kim duruyorsa; o kişi anan, baban veya evladın bile olsa, onun yüreğini söküp alabilmelisin. 129
Anne yılanın aklına, şiirlerini pek kimsenin okumadığı şairin sözü geldi: “Her odundan saz, kör tırtıldan kazaz çıkmaz!” Böylece geçti zaman, anne anlattı oğul dinledi. Oğul yanlış yaptı, anne düzeltti. Er zaman, geç zaman... Yılanların yaşadığı ülkenin kapısına koçerler geldi bir gün. Muhafızlara dertlerini anlattılar. Dolaştıkları ülkeleri bir bir saydılar. Dövme yaptıklarını söyleyip meziyetlerini teker teker sıraladılar. Hünerli ellerinden çıkacak örneklerden birini bile unutmadan tüm çeşitleri arka arkaya sayıp döktüler. Ardından da içeriye girmek için izin istediler. Bilgeler kuruluna haber ulaştırıldı, izin çıkınca da ülkenin ortasındaki oyun alanının “suret hanesi”ne yerleşip boyaları, iğneleri, kız doğurmuş lohusa kadın memelerinden aldıkları süt dolu minyatür şişeyi, geceleri çadırda yaktıkları lambalardan çıkan isi koydukları teneke sigara tabakasını, yapabilecekleri figürleri gösteren yıpranmış parşömenleri, yorgan iğnesi ile delinen yerler iltihap kapmasın diye içine sarımsak, zerdeçal, zencefil, fesleğen, biber, aksöğüt kabuğu, ısırgan ve elbet sadece hazırlayan ustanın bildiği iksirin de olduğu merhemi ve daha bilcümle malzemeyi çıkardılar. Altlarına serdikleri örtü hayatta kimsenin görmediği kadar beyaz ve pirüpakti. İşlerinin ehli olduğu malzemelerinden ve hareketlerinden hemen anlaşılan bu insanlar, yanlarından bir an bile ayrılmama emri verilmiş muhafızlarda bile belli bir güven tesis etmiş olmalıydı ki, muhafızların ilk anlardaki kuşkucu ve tedirgin halleri biraz olsun geçmiş görünüyordu. Ülkenin neredeyse tüm ahalisi meydandaydı. Kimi dek ve dekke, koçerler yaptıklarının gerçek adının bu olduğunu söylüyorlardı, yaptırmak için sıralanmış; kimi de meydanı çevreleyen ve yukarıya doğru yükselen basamaklara oturmuş kimin ne yaptığını ve ne yaptırdığını seyrediyordu. Bizim öksüz yılana sıra geldiğinde ne dövmesi yaptırmak 130
istediğini sordu koçerlerden biri. Öksüz: -Yılan dövmesi yaptırmak istiyorum. Cevabı anlamayan koçer yeniden sordu: -Evladım bedenine neyin suretini çizdirmek istersin? -Dedim ya; yılan dövmesi... Parlak ve iri yılan dövmesi... Kuyruğu pul pul, dili çatal, başı dik, göz kapaklarını yutmuş, gözleri zifiri karanlıkta bile ışıl ışıl parıldayan yılan dövmesi… Sadece koçerler değil, ülkenin geri kalanı da şaşırdı elbet. Dövme yapmaktaki ustalığıyla nam salmış koçer bir an sustu ve düşündü; şimdiye kadar böyle istekte bulunan olmamıştı. İnsan, kendi cisminin suretini bedenine niçin yaptırmak ister ki? Yaptırmak istediğiniz şeklin aslı sizde duruyor; yaratan sizi öyle yaratmış. Yaratıcının çizdiği suretin ayrıca ölümlü biri tarafından kopyalamasına neden ihtiyaç duyulur? İşin doğrusu, koçer anlam veremedi buna. Daha çok küçük, yavru bu; ihtimalen bir an önce büyümek isteğinden olsa gerek, diye düşündü. Bir an, daha önce yaptığı işler geçti aklından. Kadınlar genellikle çiçek, güneş, kaşın üstüne kaş, gözün altına gözyaşı, kirpiklerin dibine koyu çizgi, alt dudağa yıldız, kasıklara ceylan, avucun içine üç nokta, ayak bileğine kırkayak dövmesi çizmesini isterlerdi. Erkekler ise alev, çift kılıç, hançer; itikatlarına göre haç, hilal, tavusun melek başı... Kimileri de nesebini belirtmek için özel işaretler isterdi. Zehirli hayvanlardan korkanların sırtına akrep çizdiği de olmuştu. Ender de olsa dövmeyi iki parçaya ayırıp yarısını birine, tamamlayan diğer yarıyı da diğer kişiye işlediği olmuştu. Mesela kan kardeşi iki genç böyle istekte bulunmuş, kendisi de yapmıştı. Hatta bir keresinde de, bel hizasından başlayıp ense köküne ulaşan; oradan da omuzlara yayılan hayat ağacı... Afetin biri de, boynunun altından sırtına; oradan da ensesine kadar ilerleyen yılan dövmesi istemişti. Ama 131
böylesi bir istekle, kendi suretini dövme olarak isteyen biri ile şimdiye dek bir kere olsun karşılaşmamıştı. -Evladım, sen zaten yılansın. Neden yine yılan dövmesi yaptırmak isteyesin ki? Gel, kuyruğuna parlayan güneş, başının ardına fukaraların koruyucusu anamızın elini çizelim. Güneş, geçtiğin yerleri aydınlatsın; anamızın avucundaki göz ise, arkandan gelen düşmanları görüp sana haber versin. -Hayır, ben kendimi gerçek yılan gibi hissetmek istiyorum. Burada benim dışımdaki herkes sürünür gibi sürünüyor, avı parçalamak için ağzına muhteşem şehvetle alıyor, kuma saklandığında kartal gözü bile onları göremiyor, deri değiştirdiğinde tuhaf olmuyor. Ben de sürünüyorum ancak hışırtıdan çok ayak sesleri geliyor arkamdan. Avı ağzıma aldığımda, avcıdan ziyade aşevine oturmuş müşteri gibiyim. Kumda saklandığım zaman, karla kaplı gölün üstüne düşmüş yarasa sanıyorum kendimi. Deri değiştireceğim zaman hamamda herkesin ortasında çırılçıplak kalmış ve çıkardığım kirli giysileri yeniden giymek zorundaymışım hissine kapılıyorum. Sen bana öyle bir dövme yapmalısın ki, ne kadar uzaktan görünürsem görüneyim düşmanlarım korkudan tir tir titremeli. Dostlarım, sofrasında benim için yer açmalı. Sürünürken dağlar yol verip nehirler suyunu kesmeli. Yaratıcı bile beni yarattığı için kendiyle övünmeli. Koçer çaresiz, müşteri haklı... İlk iğneyi aldı eline, pulları yeniden çizmeye başladı. Kuyruğuna kuyruk, gözüne göz, gövdesine gövde, diline dil çiziyormuş gibi yaptı. Bir süre sonra ikinci ve daha ince olan iğneyi aldı. Onunla da kalın dış çizgilerin altına, yüksekçe sesle, gölgeleri işlediğini ağzından istemeden kaçırmış gibi söyledi. İzleyen herkes gölge yaptığına şahitlik etti. Koçer, bir süre iğne ile ilerliyor; ardından keçi yününden yaptığı topağa süt damlatıp deriye sürüyordu. Bir zaman sonra, avucuna aldığı toprağa tükürüp 132
onu çamur yaptı. Çamura barut katıp ateşe verdi. Bir parlama, bir koku, bir tuhaf renk yayıldı etrafa. Bu eczayı, yavru yılanın başının arkasından başlayarak öne doğru, ta gözlerine kadar sürdü. Söylenenler doğruysa, gözkapakları olmayan yılan kalan ömründe daha rahat uykuya dalacaktır artık. Çizgiyle, dolguyla, gölgelemeyle, silip temizlemeyle epeyi bir zaman geçmesine rağmen öksüz yılanın derisine tek bir iğne ucu bile değmemişti aslında. Koçer, durmadan çiziyormuş gibi yaptı. Ardından sildi, temizledi. Sona doğru heybesinden küçük bir kavanoz çıkardı. Badem yağı, zerdeçal, pirinç tozu, domates suyu, bir iki damla limonla hazırladığı merhemi tüm bedene sürdü. İyice ovdu, ovdukça parladı. Bütün ahali sonuç karşısında neredeyse küçük dilini yutacaktı. Hepsi hemen hemen aynı şeyi düşündü: Bir usta, aslı ancak bu kadar taklit edebilir. Şirk koşmaktan korkmasalar, “Öksüzü, koçer yarattı.” diyeceklerdi. Öksüz, "suret hanesi"nin oldukça ilerisindeki "kopya hanesi"ne süründü. Bu haneye gelen kim olursa olsun, tüm ışıkların kendisine çevrildiği mücevheratla döşenmiş odada olduğu hissine kapılıyordu. Öksüz de kendini gördü ve binlerce, yüz binlerce yıl analığından başka kimsenin bilmediği sırrını göğsünü gere gere söyledi: -İşte ben tam da buna âşığım! Bu kadarla kalsa yine iyi... Gergin yayın fırlattığı oku havada yakalamak ne mümkün? Ok, varması gereken yere öyle ya da böyle varacak. Başım o kadar yüksekteydi ki, alt tarafları göremiyordum. Yürüdüm. Ardından düşündüm: Belki, kendi boyumdan daha uzun mesafeyi sürünürsem, kendimi yenebilirim. Olmayacağını biliyordum. Yine de süründüm. İşe yaramayacağını bile bile… Derimi soydular. Baktım, 133
yeryüzüne sürgün edileceğim; bedenime zorla giydirdikleri giysiyi kendim çıkardım ve aslımı gördüm. Anladım, benim yerimde kim olsa, o da kendine âşık olurdu! Öksüzün ülkesinden kovulup yerin üstüne gönderilmesi; hatta hatta büyük anne ve büyük babasının evini aramaya başlaması da bütün bunlardan sonra oldu. Öksüzün uzun müddet kopya hanesinde kaldığı ve parlayan aksinden bir türlü ayrılamadığı kovulduktan yıllar sonra dahi anlatılagelmiştir. Akşam olup da ay ışığının aydınlığında kendine bir daha âşık olan öksüz, aynaya ilkin şunu sormuş: -Sen bende, benim sende gördüğüm güzellikleri görüyor musun? Ayna susmuş. Öksüz sormaya devam etmiş: -Zifiri karanlıkta bile parlayan derimin rengi, dişlerimin sivriliği, dilimin çatalı, gözlerime sığınmış âlem, sürünürken çıkardığım ilahi müzik hiç mi baştan çıkarmıyor seni? Aynada tık yok. Sanırsın, padişah haremine kabul edilmiş iç oğlan; hayaları burularak hadım edilmiş kudretsiz fani... Sanırsın, acısı azalsın diye beline kadar azgın çöl kumlarına gömülmüş iffet... Dili kızgın demirle dağlanmış, kulakları kurşun akıtılarak sağırlaştırılmış, gözlerine kızgın mil çekilmiş külfet... Sanırsın, bu dünyanın aynası değil... Sanırsın, cahillikte ustalaşmış hakikat... Sanırsın, hakkına düşen acıları bir kerede çekip bitirmiş, hayata gram borcu kalmamış derviş... -Şu an karşında duran azamete ve cesamete iyice bak! Karşında bu ülkenin ve tüm evrenin gelecekteki tek hükümdarı duruyor! Bilgeler kurulu gibi, herkesin oyun meydanında eşit olduğu gibi, meziyet iktidarda değil itikattadır gibi, evvel olan doymak değil doyurmaktır gibi palavralara son verecek; bu ülkenin de, bu ülkedeki her 134
canlının ve her eşyanın, dolayısı ile senin de sahibin, önderin, liderin şu anda karşında duruyor! Beni seyretmenin keyfini çıkar. Sana bahşettiğim ayrıcalığın kıymetini bil! Bir süre böyle sürüp gitmiş öksüz ile ayna arasındaki tek taraflı dövüş. Sonra bir şeyler değişmiş. Ancak kimse işin aslına pek de vakıf olamamış; ayna, öksüzü yanına çağırıp kulağına bir şeyler fısıldamış. Olur mu öyle şey, aynalar hiç konuşur mu? demeyin. Maharet ağzın içindeki dilde değil, kulakta saklı dildedir. Meziyet konuşmakta değil, dinlemektedir. Murat edince anlaşılmayacak söz yoktur. Yolda kimsesiz duran çalı çırpının bile anlayana, onu dinleyene anlatacağı elbette vardır. Aynanın öksüze yapabileceği en büyük kötülük, kuşkusuz ona hakikati söylemesiydi. Hakikati bilmek, insanın başına gelebilecek en büyük felakettir. Her ölümlünün; ömründe, hiç olmazsa belli bir süre, ayağını sonsuza uzatıp inandığı yalanlarla yaşama şansı olmalı. Meçhulü elimizden alma hakkını kimseye tanımamak gerek. Öksüz, aynanın karşısında bir süre daha durdu. Ne var ki, ilk anlardaki rahat ve kendine güvenir halinden eser kalmamıştı. Öksüz, bağıra çağıra aynaya bir şeyler anlattı; ayna, öksüzün kulağına yeniden fısıldadı. Görünen o ki, öksüz bu işten zararlı çıkıyordu. Her seferinde bağırtısı artıyor; yüzü, kor ateşte yanıyormuş gibi kızarıyordu. Bütün bu olanları uzaktan izleyen analık yılan ile bilgeler kurulu üstatları meydan muhafızlarına aynı anda, aynı sözü söylediler: -Alın götürün, bir an önce alın götürün bu utanmaz felaketi buradan.
135
SEYYAH ZALİMLER Hücrenin kapısının altından koridora kan sızıyordu. Hücrenin kapısının altından karakolun odalarına, karakolun odalarından sokağa, sokaktan mahalleye, mahalleden şehre, şehirden ülkeye, ülkeden bütün dünyaya kan sızıyordu. Aksi gibi, o gün herkes bir yerlere geç kalıyordu: Dolmuş şoförleri, kuaförde çalışan kızlar, manikürcüler, son ütücüler, araba montajında kalite kontrolcüler, dökümhanelerin soğutmacıları, dil konseyindeki akademisyenler, ikiz doğurmaya kararlı kadınlar, sigarasını gözlük camıyla yakmaya çalışan emekliliği gelmiş öğretmen, gasilhanede ölüleri keseleyen belediye görevlileri, noterde pinekleyen muhbir, ömrünü at sırtında geçiren ufak tefek jokeyler, kararnameyle merkeze alınan üst düzey bürokratlar, ölüm melekleri, ayağı olmayan kuşlar, tabut kapakları… Ardından, koşa koşa geldikleri işyerlerinde can havliyle çalışmaya başladılar. Çalıştılar, çalıştılar, çalıştılar. Mola verdiklerinde kimileri kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırdı, kimileri özür niyetine patrona şebeklik yaptı, kimisi çay içti, kimisi sigara yaktı. Mola bitti, göstermelik bir azimle yeniden giriştiler işlere. Yorulur gibi oldular. Zil çaldı ve öğle yemeği için farklı taraflara yürümeye başladılar. Bir kısmı çantasından evden getirdiği yemekleri çıkardı, bir kısmı en yakın lokantaya girdi, bir kısmı bakkaldaki çırağa yarım ekmeğin arasına helva koydurdu. Annesi de, büyük annesi de, daha daha büyük annesi de; özetle ne kadar büyük annesi varsa hepsi iri yarı olan kız, o öğünü salata ile geçiştirdi. Kendisi gibi genç irisi arkadaşına: "Ayol, su içsek yarıyor." dedi. Akşama varmadan bozacaklarını bildikleri bir daha ağızlarına bir lokma dahi koymama kararını bin dokuz 136
yüz yetmiş dokuzuncu defa aldılar. Bekçi, hücrenin kapısını kapattı. Dünyayı, dünyadan önce ülkeyi, ülkeden önce şehri, şehirden önce mahalleyi, mahalleden önce sokağı, ondan önce de karakolun odalarını kaplamış olan kan, hücreye geri döndü. -Devrem, şurada ciğer kebabı yapıyorlarmış, değişik ızgaralar da varmış. Kapıdaki bekçi methetti, orada yiyelim mi akşam yemeğini? Devlet dolaşır sokaklarımızda en delibozuk haliyle ve en yaralı zamanlarda. Biz, en delikanlı halimizi kuşanıp bir daha korkarız şehrin bu sakininden. Eli kanlı, gözü kararmış ilahi güç dolaşır hayatımızda. Bütün umutların bittiğini sandığınız anda; yağız oğlanlar, esmer kızlar çıkar sokaklara. Sokaklar, meydanlar, şehirler omuzdan sarkan silah olup güneşte parlamaya başlar. İğne ipliğe dönmüş bedenler ölümü tehdit eder. Hayat, korkuyla geri çekilir. Bedenlerden başka direniş şansı kalmaz elde avuçta. Devlet dolaşır otoparklarda. Onun emri olmadan ayağınızı yere basamazsınız. Belediye hoparlöründen herkesin bir ömür beklediği anons nihayet duyulur: Verginizi eksiltmeyin, tuvalete seyrek çıkın, hayatınız tehlikededir! Sonuçta seven, severken de döven devlet babamız hepimizi korumaktadır. Ülkenin mezar taşlarına koca harflerle yazarlar: Devlet ve hüvel baki!... Sizin tek kabahatiniz, başınızda sizi koruyan kollayan birine rıza göstermiş olmanızdır. Meydandaki uyarı levhalarını okuyarak ilerlersiniz: Taksitlerinizi zamanında ödeyin. Evlenin, çocuk yapın, seçimlere katılın. Tecavüz kaçınılmazsa zevk almayı bilin. Tanrı bunu ister: Dikkat edin, devletinize zeval gelmesin! Birbirinizin nazik noktalarını okşayın. Delice sevin katillerinizi. Suç ve günah dost olsun. Hayatla kumar oynayıp kavgayla govend tutun. Merak etmeyin, devlet baba sünnetinizde kirveniz olacak. 137
Düğününüzde şahit. Sömestrde, öğrencilere karne hediyesi dağıtılıp yerli malı haftasında tasarrufun önemi öğretilecek. Oysa her bayram, evin içinde ekmek isteyen boğaz sayısı artmaktadır. Eşkıyalar dağda çorba pişirmeye başlar. Mahpuslar ranzaları söküp döşekleri yakar. Islahhanelerde kavga çıkar. İmamevinin helasında kadınlar birbirinin yüzüne kezzap atar. Hükümet, isyan günlerinde yollara tuz döker. Dondurucu soğuklarda herkes toprağa sakladığı evladının ölüsünü mezardan çıkarıp üstüne saten bayrak örter. -Olur, bir iki kadeh de içeceğimiz bir yer olsun. Bu cehenneme geleli daha iki hafta oldu ancak bildiğin gibi değil; çocuklar, özellikle de oğlan burnumda tütüyor. -İstersen giderken biz alırız nevaleyi, istersen de oradan birine aldırırız. Daha altı ay buraların kralı biziz, öğrensinler bunu. Oğlan nasıl oldu acaba? Annesi iyi, diyor da; nedense oğlanın telefonda babacığım, diyen sesi bana pek öyle gelmedi. Kızların ikisi de başının çaresine bakacak çağa geldiler de, bu son tekne kazıntısı bir başka yer etti içimde. Nereden çıktı bu görev yahu? Apar topar gönderildik bu cenabet yere. Doktor bozuntusu, nefes darlığı için o derece kuru hava iyi gelmez, diye tutturmasaydı; mümkünü yok, hiç olmazsa birkaç günlüğüne getirtirdim buraya. Şu havaya bak yahu, daha haziranın sonu bile değil; yirmi altısı... Bunun temmuzu, ağustosu nasıl olur kim bilir? Biz mi bu hainleri yola getireceğiz yoksa memleketleri aracılığıyla onlar mı bizi ıslah edecek, belli değil. -Derinlere daldın devrem, kebabı beğenmedin mi? -Kebap fena değil de şu bostana dedikleri çorbaya benzer meze çok güzelmiş yahu. Garsonu çağır da içine ne koyduklarını öğrenelim. -Sayın abilerim emredin! 138
-Şu sulu mezenin içine ne koyuyorsunuz? -Bostana meze değil, salata aslında abilerim. İlkin domateslerin kabuğu soyulup mercimek ile nohut arası büyüklükte doğranır. Salatalık da aynı şekilde doğranır ancak onun kabukları soyulmaz. Dişe gelir dirilikte olunca daha lezzetli olur. Bizim buranın isotlarından ve taze soğanlardan da birkaç tane aynı şekilde doğranıp maydanozlar da ince ince kıyıldıktan sonra; siz semizotu diyorsunuz, bizde pırpırım denen otun yapraklarını da kopararak derin tabağa alırsınız. Bir iki diş sarımsak ve gerçek nar pekmezi ile zeytinyağı da ilave edilir. Kimileri biraz domates ya da biber salçası da koyar ama nar ekşisi iyiyse buna gerek yok. Havaların böyle deli sıcak olduğu zamanlarda, soğuk su ve birkaç parça da buz ile sulandırılır. Son olarak da ferahlık versin diye birkaç taze nane yaprağı; tazesi yoksa, her tabak için bir çay kaşığı kadar kuru nane de eklenir ve afiyetle kebapların yanında kaşıkla içilir. -Sağ ol koçum, kolay gelsin. -Merkeze yeni mi geldiniz abilerim? -Ne merkezi lan? -Emniyetin altındaki yere abilerim... -Sana ne lan, sorgu amiri misin? Hem merkeze geldiğimizi nereden biliyorsun? -Kusura bakmayın abicim. Sizden önce de, sizden iyi olmasınlar, merkezde çalışan abilerimiz sık sık gelip burada yer içerlerdi. O yüzden sordum yani. -Sorma bir daha, sen işine bak! -Emredersiniz abilerim, başka bir isteğiniz var mı? Bu ülkenin insanları ne kadar da meraklı yahu… Yeni bir mahalleye taşınırsın; ilkin bakkal, ardından komşu, ardından karşı binadakiler, sokaktaki esnaf teker teker seni süzer. İlk fırsatta da sorguya başlar. Son taşındığımız mahallede, 139
oğlan çocuğunun biri yolumu çevirip oğlum olup olmadığını sordu. Gülüp geçtim. Ne işinize yarayacak öğrenseniz? Ben merak ederim, normal… Benim işim bu? Merak edeceğim ki, bulayım. Sizin işiniz soru sormak değil, sorulara cevap vermek... Son zamanlarda şehirlerarası otobüslerde yanımdakilerin sorularına muhatap olmayayım diye, oturur oturmaz uykuya dalmış gibi yapıyorum. Yine de her seferinde arıza çıkıyor. Yanımda oturan, olmazsa yan koltuktakiler, onlar da olmasa muavin, bazen de şoförle tartışmak zorunda kalıyorum. -Devrem, bugünkü kaltak ne kadar dayanıklı çıktı, değil mi? Galiba epeydir de bir şey yemiyormuş, ölüm orucuna mı ne başlamış. Arkadaşlarının adlarından vazgeçtik, kendininkini bile söylemedi. Bu satılmış kansızlar sorguya dayanma hususunda kim bilir nerede eğitim alıyorlar? Hepsi katmerli vatan haini... Ama yarın bizden kurtuluşu yok, değil mi? Hatta çok yorgun değilsen, dönüp bir parti daha mı sorgulasak? -Yorgunum be devrem, gidip uyuyalım misafirhanede. Bir de işten çıktıktan sonra iş hakkında konuşmasak? -Tamam devrem, konuşmayız. Nereden girdik bu işe? Yap gül gibi baba mesleğini. Demiri eğ, bük, çevir, döndür… Ateşe tut, suya daldır, közüyle sigaranı yak, körükle kor ateşi... Har ile arkadaş, çelikle yoldaş ol. Tek laf ya da itiraz mı edecekler sana? Komşunun kızıyla da evlen, efendi gibi kendi kasabanda büyüt çocuklarını. Yorulunca tarlaya git, toprakla uğraş; ek, biç, çapala, sula. Bu cehennemde onun bunun çocuklarını konuşturacağım diye döven, kesip biçen; milletin orasına şişe, burasına cop sokan meslek mi olur lan? Yolculukta mesleğini sorduklarında tabii ki rahatsız olursun. Ne diyeceksin? "Ben halkımızın bir bölümünü yola gelsinler diye 140
düzüyorum." mu diyeceksin? Öğretmen olsan komşular çocuklarının bilemediği sorularda yardımcı olman için senden ricacı olur. Sağlıkçı olsan ağrısı, sancısı olan sana danışır. Ulan şu tipsiz garson olsan bile işe yarar tarafın olur. Hiç olmazsa tanıdıkların lokantaya geldiklerinde onlara indirim yaparsın. Ah, gençlik ah! Bir üniforma, bir şapkaya kandık. Bir an önce maaş, kasabadan kurtuluş, mahallenin en afili delikanlılarının bile artık senden korkacak olması; en önemlisi de şu namlusu neredeyse götümün deliğine girecek olan şerefsiz on dörtlü çeldi aklımı. Gerçi bizden de başka ne olurdu ki zaten: Yoksul mahallelerin ergenlik çağındaki kostak çocukları, ağabeylerinden izin almadan otuz bir bile çekemez. Tek katlı evlerin saydam duvarları her günahı aşikâr eder. İlk kural; gönül, mahalleden kimsenin kız kardeşine ya da kan kardeşlerin analarına meyledemez. Yakın komşuluk hakkı ve kontenjanıyla onların baldırlarının bir kısmına tanıklık etmiş bile olabilirsin. Hatta kız kurusunun biri, üstünde dondurma yalatıp çikolata yedirmek gibi kancıklıklara davet edebilir seni. Ancak delikanlı adam, suyunu fışkırtırken bunları aklına getiremez. Kerhanede arkadaşının daha önce ziyaret ettiği sermayeyle teşrik-i mesaide bulunamazsın. Paran gani olsa da… Haplanmış kızıl göz, armut göbek içini gıcıklasa da… Askerlikte hafta sonu disko cezası alan arkadaşının aftosuna selam götürürken yüzünün yere düşmesi gerekir. Pezevengin en hayırsızı, kerhane sokağında orospu beğenmeyebilir; bunlar, ihlas sahibinin yapacağı işler değildir. Zaman zaman hayallerden tezkere almaya çalıştığın hayatın nizamiyesine rüzgâr gibi uçarsın. Millet seni alkışlıyorsa bu işte mutlaka yamuk vardır. Hiç kimse seni sevmiyorsa bu işte ciddi sebep vardır. İhtimal cennette âlemin ibnelerini düzme 141
işi düşer payına. Bildiğin işi yaparsın. -Daldın devrem, sıkıldıysan kalkalım! -Şişenin dibindeki mereti de içelim, kalkarız. Heba olmasın zehir. Karşımdaki bu puştta da beni rahatsız eden ne kadar çok şey var yahu! Bir kere zevzek, sonra geveze; sadistin önde gideni... Bıraksan içeri aldıklarımızı sabah akşam parmaklayacak. Hükümet artı para mı veriyor lan fazla dövdüğümüzde? Sonuçta devletin herhangi bir memuruyuz biz de; maliyeci gibi, postacı gibi, kadastrocu gibi… Bize verilen görevi hakkıyla yerine getirelim yeter, fazlası bizden sonrakilere kalsın. Şu yemek yemesine bak: Koca dürümü iki ısırışta bitirdi. Ağzına sığmayan lokmaları parmakla içeriye tıkması da tuz biber ekiyor manzaraya. Gören de kıtlıktan çıkmış, günlerce kursağına bir lokma yiyecek girmemiş sanır. Göbeği, gideceği yere kendisinden saatler önce ulaşıyor. Yemek seçtiği de yok, ne olsa indiriyor gövdeye pezevenk. Böylelerine pek güvenilmez; adamı hemen ihbar eder, yukarılara anında haber uçururlar. Dikkatli olayım ben bu aralar. Bir önceki yerdeki ekip ne kafaydı ama: Kol kırılsa da yen içinde kalırdı. Hepimiz birbirinin arkasını kollama hususunda en ufak tereddüt yaşamazdık. Kardeşlik, her şeyin üstündeydi. Sorgu kursundaki ecnebi hoca, o bozuk konuşmasıyla ne demişti: “İstihbaratçı, sorgucu adam kendi karısından, anasından, babasından; hatta evladından bile şüphe duymalıdır. Herkes onun hakkında bilgi topluyor, dosya tutuyor olabilir.” Yarışa benzetmişti işi ve her yarışmacının işi birinci gelmektir, diye sürdürmüştü. Yok seni geçene çelme atmak mubahmış, yok yere düşenin üstüne basıp geçecekmişsin, içki sofrasında ağzını sıkı tutacakmışsın... gibi gibi akıl vermeler, öğütler... Elin gâvuru 142
bizi de kendine benzetecek. Ulan bizde din, iman, bayrak sizdeki gibi teferruat değil aslanım. Biz gerektiğinde dinimiz için de, bayrağımız için de, namusumuz için de bir an tereddüt etmeden ölürüz. Eyvallah, biraz temkinli olmakta, eşeği sağlam kazığa bağlamakta sakınca yok da; ne o öyle, sırtında dost hançeri saplı gibi kambur kambur dolaşmak. Bizi yıkan, milletimizin arasına giren bu nifak ve aldatılmış hainler... Onları da temizledik mi, evelallah bizi kimse tutamaz. Ancak şu karşımdaki gibilerle olunca o ecnebinin söylediklerinde haklılık payı olabilir mi diye de düşünesi geliyor insanın. -Camiye mi geldik yahu? Haydi şerefe! -Şerefe devrem! -Şu kalanları da paket yaptırıp misafirhaneye mi götürsek acaba? Gece acıkır mıyız? -Ben istemem. Sen kendine bak. Keyfin varsa kalkmadan sana bir hikâye anlatayım. Çocukken kimden dinlediğimi hatırlamadığım ancak aklımdan hiç çıkmayan bir masal... Ancak önce şu garsona masayı temize çekmesini, bir de ballı cevizli meyve getirmesini söyleyelim. -Olur devrem. Yatakta bacaklarını açmış bizi bekleyen mi var? -Şef, buraya bak! Al götür, al götür bunları buradan!
143
ACEMİ AVCININ HİKÂYESİ Avcının biri pusuya yatmış, kuşların ortaya çıkmasını beklemektedir. Kuşları görür görmez tetiğe asılır: Güm!... Toz duman; sonuç, karavana! Şanssızlık bu ya, belki de kötü atıcılıktan, kuşlardan hiçbirini vuramaz. Sesten ürken, tehlikeyi fark eden kuşlar kanatlarına yüklenip kaçar. Ortada kuş kalmaz. Yola devam eder avcı. Bir tavşan görür çalıların arasında. Ateş eder ancak durum öncekilerden farklı değil tabii ki! Böyle devam eder macera. Kuş, tavşan, domuz; ardından ceylan, dağ keçisi, bıldırcın ve de sülün… Geç saatte köyüne dönen avcı; ay ışığında, yoldaki taşa oturup düşünmeye başlar: Hatuna ne söyleyeceğim? Çocuklara ne yedireceğiz? Çaresizlikten hayvanları tanrıya şikâyet etmeye başlar. Hayvanların kendisine ihanet ettiğini, ateş ettiği tarafta durmadıklarını, kaçıp kurtulduklarını; sonucunda da çocuklarının, karısının, kendisinin aç kaldığını ve daha bir sürü dert… Birden gök kararıp bulutlanır. Bir süre sonra da kuş ayakları yağmaya başlar. Bir, iki, üç; derken sayısız kuş ayağı… Nasıl sevinir, nasıl mutlu olur; tarifi mümkün değil… Heybesine sığdırabildiklerini heybesine, koynuna koyabildiklerini koynuna, cebine tıkıştırabildiklerini de cebine… Neşe içinde koşa koşa evin yolunu tutar. Bir zaman, bu ayakların bir kısmını kaynatıp çorba yaparak bir kısmını da közde tütsüleyerek doyururlar karınlarını. Zaman geçer, erzak biter, avcıya yol görünür. Atların kuyruklarından kopardığı kıllarla fak kurar ağaç altlarına, taş diplerine. Çalıların dibinde pusuya yatıp beklemeye başlar. Kurduğu tuzaktan kurtulan olursa tüfeğiyle işlerini bitirecek. Bir saat, iki saat; derken karanlık çökmeye başlar. Tek bir kuş bile avcının olduğu yere inmemiş; inmeyi bırak, alçalmamıştır bile. Bahtsızlık, 144
kısmetsizlik bu kadar mı olur? Üzgün, çaresiz, yorgun, bitap bir halde dönüşe geçer. Yine aynı yerde durup yine aynı taşın üstüne oturur ve kuşları yeniden tanrıya şikâyet eder. Daha derdini anlatmayı bitirmeden kuş kafaları yağmaya başlar. Bu sefer daha tecrübeli ve daha sakin davranır. Önce heybesini doldurur, ardından gömleği ile paçalı donunu çıkarıp kolların ve bacakların geçtiği yerleri birbirine bağlayıp giysilerini çıkın haline getirir. Başlar içlerini doldurmaya. Alabildiği kadarını alıp yükünü sırtına vurur ve evine yönelir. Kapıyı açan karısı ve çocukları onun yarı üryan haline şaşırsalar da, getirdiklerini görünce eve böyle dönmesinin nedenini sormazlar bile. Kuş kafalarından çorbalar, etli pilavlar, suyu salçalı yahniler ve daha nice yemekler yapıp afiyetle yerler. Hatta köydeki kimi akrabalara dolu tabaklar gider, onlardan dolu tabaklar gelir. Bir zaman sonra erzak biter tabii ki. Hazıra dağ dayanmaz, der atalarımız. Avcı artık daha tecrübeli ve daha rahat elbette... Karısı, ava gitmesi için sabahın köründe uyandırır. Gönülsüz de olsa kalkar ancak bu arada o kadar çok şişmanlamıştır ki; hareketleri ağırlaşmış, giysiler dar gelmeye başlamış; üstelik, tüfeğini nereye koyduğunu da unutmuştur. Arar tarar, yok! Yer yarıldı içine girdi. Su oldu, çatlağını bulup sızdı. Karısına "Merak etme sen, ben işin çözümünü biliyorum zaten. Tüfek olmadan da avlanmayı öğrendim. Bırak biraz daha uyuyayım, sen beni ikindiden sonra uyandır." diyerek daha soğumaya fırsat bulamamış yatağa uzanıp yorganı çeker kafasına. Her insan biraz böyledir, nimetin külfeti bir zaman sonra zor gelir. Akşam olmaya yakın uyanıp köy meydanındaki taşa oturup kısmetini bekleyecektir. Uykuya dalmadan önce; tanrıya söyleyeceği sözleri, ardı ardına sıralayacağı şikâyetleri 145
aklında hazırlamıştır bile: Çocuklar aç, evde yiyecek bir şey yok, dolap tamtakır kuru bakır, kimse bana yardım etmiyor, belimde ağrı var, nefesim daralıyor, kollarım ve bacaklarım tutmuyor gibi serzenişlerle kısmeti vereni, nimeti başından aşağı dökeni kandırıp eve kolları yiyecek dolu olarak dönecektir. Epeyi zaman sonra uyanır ve dolaba yanaşır. Avcı giysilerini giyip çizmesini ayağına geçirmeye çalışır. Ne mümkün, tüfeğini bulamadığı gibi giysilerinin hiçbiri de bedenine uymamakta, hepsi küçük gelmektedir. Ayağını geçirebilse düğmeyi kapatamamakta, düğmeyi kapatabilse kaba etin çatalı dışarıda kalmaktadır. Köşedeki soğan çuvalları çarpar gözüne. Karısına çuvalları boşaltıp kendisine getirmesini söyler. Hatun itiraz eder, vermek istemez. -Git kendine başka torba bul. Bunları veremem. -Soğan dolu olanları istemiyorum. Kabukları doldurduğun çuvalları boşaltıp ver, yeter. -Katiyen olmaz. Bunlar, emanet. Zamanı gelince sahipleri gelip benden alacak. Emanete hıyanet olmaz. Onlara karışma; istersen çarşafı ters yüz edip vereyim. Avını ortasına koyarsın; kenarlarını da bohça gibi bağladın mı, olur biter. -Delirdin mi kadın? Bu evde senin ve benim dışımızda kimin malı var ki, gelip istesin. Üstelik çuvalları av için değil, üstüme giymek için istiyorum. Elbiselerin hiçbirine sığmadım. Tartışmanın kazananını nasıl anlarız? İsteği gerçekleşen midir kazanan? Bunu bilmek için zamanın söyleyeceği son sözleri beklemek gerekmez mi? Yaptıklarımızın, mülklerimizin, sözlerimizin her zaman bizim hayrımıza; yapamadıklarımızın, sahip olamadıklarımızınsa şerrimize mi olduğunu düşünürsünüz? Kazanan adam oldu. Çuvaldakileri kapının önüne döktü; 146
ardından da boşalan çuvalın altına, yanlarına başını ve kollarını geçirebileceği delikler açıp üstüne giydi. Rüzgâr, kabukları savurup yerin altına sürükledi. Avcının içi daha rahat... Şunun şurasında yüz-iki yüz arşınlık mesafe gidecek, üç beş dakikalık yalvarı yakarı sonrasında yanında götürdüğü çuvaldız ve meşin iplikle çuvalın kesik kısımlarını dikecek, kısmetini doldurup gelecektir. Planının başlangıç kısmı, aynen tasarladığı gibi tıkır tıkır işler. Kısa sürede üzerine oturacağı taşa ulaşır. Yalvar yakar, biraz da buğulu göz ile bir miktar sahte gözyaşı eklemeyi de unutmaz. Çuvalı üstünden çıkarıp kesik yerleri diker. İçlerini tıka basa doldurmaya hazırdır artık. Çıplak kalmıştır ancak ne gam? Bu karanlıkta kim buradan geçecek de, onu kim görecektir? Bir zaman sonra gök yine kararır, hatta biraz fazla kararır. Simsiyah bulut yığınının üzerine doğru usul usul geldiğini görür. Hayırdır, der; gökten ne yağmış da yer kabul etmemiş? Bulutlar avcının epeyi yakınlarına geldiğinde bir gürültü, bir parıltı! Sanırsınız kıyamet kopuyor. Avcıda bir korku, bir kaygı... Gözlerini sımsıkı kapatıp oturduğu taşın ardına saklanır. Bir ara gözlerini kırpıştırır. Tam o esnada çakan şimşeğin ışığı sayesinde taşın aralığından aşağıya doğru uzanan dipsiz bir mağaranın olduğunu fark eder. Taş yuvarlanıp mağaranın ağzını neredeyse tümüyle kapatmıştır. Küçücük aralıktan bakar; içeride bir köpek, insanlardan uzak olmanın verdiği huzurla uyumaktadırlar. Kendisinin de içi geçer bir an. Bu anın ne kadar olduğunu bizim bilmemiz ne mümkün? Kimi bir dakika, kimi bin yıl geçti, der. Dışarıdaki hengâme uzun sürmez ama; gök, yükünü boşaltıp gider. Avcı, kısa zaman sonra kendine siper ettiği taşın arkasından çıkıp dökülenleri toplamak için birkaç adım atar. O devasa çıplak bedenin her noktasını şaşkınlık kaplar. Etrafı kapkara yarasa tüyleri kaplamıştır. Şaşırır şaşırmasınaancak bu 147
saatte başka ne bulabilir ki? Yemeklik malzeme bulamasak da, yorgan döşek için tüy bulduk, diye sevinir. Çuvalı usul usul doldurmaya başlar. Bir avuç, bir topak, bir dirhem, bir okka derken çuval ağzına kadar dolar. Daha çok doldurabilmek için önce yumruklarıyla, ardından ayaklarıyla, sonunda da çuvalın üstüne oturarak hatta gücü yettiğince üstünde zıplayarak tüyleri iyice sıkıştırır. Sıkıştırdıkça yer açılır, yer açıldıkça daha çok doldurur. Yeterli olduğuna kanaat getirince çuvalı sırtlayıp eve yönelir. Tam eve yaklaşmışken karşıdan bir kafilenin gelmekte olduğunu görür. Karaltılardan anlaşıldığı kadarıyla on beş-yirmi kişilik kalabalık, bir tabutu sırtlanmış ilerlemektedir. Gün battıktan sonra cenaze mi taşınırmış? Eski köye yeni âdet... Normal zaman olsa o da yanaşıp mevtayı bir süre taşıyacaktır elbet ancak şimdi bu üryan haliyle tabutun altına girmek yakışık almaz. Aklına cenaze törenlerinde sadece ölülerin çıplak olabileceği fikri gelir. Hafif bir gülümseme kaplar yüzünü. Eve dönünce bunu bilmece haline getirip çocuklara sorayım diye düşünür. “Cenazeye kim giysisiz katılabilir?” diye soracak; çocuklar da; “Hoca, imam, muhtar, köyün delisi…” gibi cevap verecekler ancak o, “Ölünün kendisi!” diyerek herkesi şaşırtacak ve çocukları babalarının ne kadar akıllı olduğunu bir kere daha anlayacaklardır. Kafile yaklaştıkça yüzleri seçmeye, tabutu taşıyanların kim olduklarını daha iyi görmeye başlar. Kendi köyünün ahalisidir bunlar. Ancak nedense hepsi olduklarından çok daha yaşlı gözükmektedirler. Arkalarda bir yerlerde de simsiyah giyinmiş ve iki büklüm olmuş karısı, orta yaşın eşiğine ulaşmış çocuklarının yardımıyla hem yürüyor hem ağlıyordur. Bunlar ne vakit bu kadar yaş aldı, diye düşünür. Şaşırır şaşırmasına da, bu hâlde karşılarına nasıl çıkacaktır? Aceleyle çuvalı kafasından geçirmeye çalışır. Telaştan, 148
diktiği kısımları sökmeyi unutmuştur. Çabalar, çırpınır, uğraşır; nafile! Tüyler gözüne, ağzına, burun deliklerine, hiç olmayacak yerlere bile girer de; baş ve kollar, bir türlü çuvala girmez. Sinirlenip çıkarıp atar çuvalı. Ortaya çıkan manzara tuhaftır: Başı insan başı ancak bedeni yusyuvarlak, tostoparlak, şişman mı şişman, tombul mu tombul, devasa bir kuş çıkmıştır ortaya. Bu acemi, bu bahtsız avcı; tüylerin bedeninin her tarafını kapladığını bilseydi ya da aynada aksini görebilseydi böyle fütursuzca cemaatin önünü kesmeyi göze alabilir miydi acaba? Başına gelenleri, avcı iken ava dönüştüğünü anlasaydı, bir kenarda tevekkülle akıbetini beklemez miydi hiç? Cemaate bağırıp çağırır, karısını omzundan çekiştirir, çocuklarını itip kakar. Yok, kimsede en ufak tepki yok; sanki hepsi kör ve sağır ya da kendisi orada değil gibidir. Nefesi tıkanır, nutku tutulur, umudu kırılır. Geçip gider kafile. Oracıkta bir başına ve çırılçıplak kalır. Bir ağacın altına yığılır. Ne kadar zaman geçer bilinmez; tan yeri sökmeye başlamış gibidir, uyanır. Soğuktan teni morarmış, rüzgâr bedenindeki tüylerin büyük kısmını uçurup götürmüştür. Koca göbeği, dolgun gerdanı, alev alev yanan yanakları, belinin her iki tarafından sarkan yağları, parmakla dokununca bile titreşen baldır ve kaba etiyle oracıkta sırtüstü yatmakta, ağaca tünemiş kuş ise kendisini izlemektedir. Daha önce hiç rastlamadığı, ayakları olmayan bir kuş... Bir zaman sonra kuşun konuştuğunu, kendisine seslendiğini fark eder: -Senin derdini biliyorum ve derdinin dermanı da bende. Uzun tartışmalar, olurdu olmazdılar, yok ben daha hazır değilimler, çocuklarımı-karımı görmeden nasıl yaşarımlar, evimi barkımı bırakamamamlar; gençliğime doymadım, hayatın baharındayımlar havada uçuşur. Ne çare, insan baştan çıkmaya meyyal olmasın; direnci kırılmayacak olan 149
pek azdır. İnsan soyunun en aşağılık yanı belki de budur: Arzın merkezine kendini oturtup diğer tüm varlıkların; hayvanların, bitkilerin, dağların, taşların, ağacın, tohumun ve dahi tüm kâinatın kendisinin çevresinde döndüğünü zanneder. Belki de dönmesini bekler gizliden gizliye. Bre zavallı mahlûk! Bre aciz böcek! Sen kimsin ki, bir elmayı bile zar zor dişlerken tüm elma ağaçlarını mülk edinecek ihtirası barındırıyorsun içinde? Acemi avcı için de sonuç değişmez. Bir zaman sonra gideceği adayı; adadaki insanların tıpkı kendisi gibi ay yüzlü, gergin tenli, etli butlu, bir ellerinin yağda bir ellerinin balda olduğunu; dallardan meyvelerin, kovanlardan balların, sofralardan balığın eksik olmadığı; giysi olarak ipeğin, yatak olarak çimenlerin kullanıldığını öğrenince yelkenleri indirmesi pek de zor olmaz. Bu âlemdeki son sözlerini de beklenmedik samimiyetle söyler: -Al götür; al götür beni buradan.
150
İÇÇEKMELER Bıyıklı olan: -Hava sıcak, birer şişe kola alayım mı? Bıyıksız olan: -Bardakta ayran al istersen. Mümkünse biraz da tuz koysunlar. Neden bilmem, kola şişesini ağzıma dayayınca midem bulanıyor. Uzun uzadıya seviştiler. Sandılar ki bu iş hep böyle olacak. Suları birbirine karıştı. Belki ikisi de aynı şeyi düşündü: Hayır, bir başkasıyla, bir daha aynı şekilde olamaz. Bıyıklı olan, Aynı su iki kere akmaz, dedi içinden. Çok aşınmış buldu sonra bu sözü. Değiştirdi: Aynı su iki kere akamaz. Aynı su iki kere içilemez. Aynı su iki kere yıkayamaz sevgiliyi. İkisi de aynı şeyi düşündü: Aynı su, hiçbir zaman aynı işi iki kere yapamaz. Suyun çaresizliği, dedi bıyıklı olan; insana dair olduğu zamanlara ait. Sevişmişlerdi. İkisi aynı anda, tam da aynı sözcüklerle: “Kimse böyle mutluluğu bir daha yaşayamaz.” dedi. Yanıldılar. Benzeri daha önce yaşandığı gibi, sonrada daha iyisi bile yaşanacaktı. Ten soğudu. Ter kurudu. Su alıp başını gitti. Bir gün bıyıksız olan da çekip gitti. Bıyıklı olan, durup dururken değil elbet, tutup kendine en olmayacak soruyu sordu: “Herkes en zayıf anında sevgilisini öldürmek zorunda mıdır?” Yürüdü. Çekip gidemedi kendinden. Kalakaldı çaresiz ortalıkta. Mümkün olsa, o da terk edecekti kendini. Neyi varsa oracığa bırakacaktı. Olmadı. Çaresiz katlandı kendine. İyice çabalasa, sevgiliye dair kimi hatıraları silebilirdi. Bir türlü başaramadı bunu da. Sevgilinin son sözlerini daha çok hançere benzetti. Meydana doğru yürüdü. Sevgili ile kendisinin, son bin yılın örnek âşıkları kabul 151
edildikleri günlerde, şehir meydanına dikilen heykellerinin önünde durdu. İki inzibat erinin yardımıyla çelenk koydu; ardından, bir dakika saygı duruşunda bulundu. Anladı: Heykeli anıtlaştıran heykelin taşı değildi. “Bizim hayranlığımız taşa değil, taştaki kıvrımlara ve yarayadır.” dedi. En son nerede oturmuşlardı? Sevgilinin en son hangi davranışı takılı kalmıştı gözlerine? Ansızın kalktı yerinden. Oturmayı ne kadar çok istiyordu oysa. Oturmak ne kelime, hep kalmak istiyordu. Dayanamadı. Sesiyle ıslatmak istemedi sahibini. Kalktı. “Soylu acılarımı tek başıma yaşamalıyım.” dedi bıyıklı olan. “Kimi soruların karşılıklarını bulmak için kimileyin büyük vurgunlara ihtiyaç duyulur.” dedi yine aynı kişi. Sonra “Tutup ateşe atmaya çalıştığımız mektuplar, gerçekte yüreğimizin parçalarından başka nedir ki?” diye ekledi. “Saçlarını ayrılıkla taramıştım. Uzaklarda saçlarını hep özleyeceğim.” dedi. Kalkmak zorundaydı. O da öyle yaptı. Herkes, yolda amaçsızca ilerlerken onu gören ya da görmeyen... Dikkatini çektiği ya da çekmediği herkes... İşinden evine doğru giden, bir gece eğlencesine koşan, hayallerini yitiren, bedeninin en önemli noktası ayakları olan herkes onun yolunu neden kesmek zorundaydı ki? Merak etti: “Bir aşktan ne kalır geriye?“ Büyük ihtimal terk edilen her insanın ilk sorusu bu olurdu. Belki inat ederdi ikinci soruya kadar. Oysa ilkinden daha tehlikeli ve zor olurdu yeni soru: “O olmadan yaşamak mümkün mü?“ Bilinir ki, kimi sorular, cevap bulmak için sorulmaz. Yıkılmış beden zamana sığınır, ister istemez bekler. Sonra sorar kendine “Var say ki etkilenmedim; sağlam kaldım, eksilmedim, ışıklarımı köreltmedim. De ki yenilmedim. Bu andan sonra benden geriye ne kalır ki? Yeryüzüne bir tek benim küfrettiğimi var say. Bir tek benim dua ettiğimi... Bir tek kendi adımın üstüne 152
çizdiğimi... Hesaplı ayrılıklar beni beğenmiyor, ben onları sevmiyorum. De ki sevgili hariç herkesi, tüm evreni yendim. Ne işime yarayacak böyle kanlı zafer?“ Kalkar gibi oldular. Sandalyede izleri duruyordu. Betonun üzerinde, elbette manzarada… Garson, tabakları kaldırıp başka müşterilerin önüne koydu. Patron aynı siparişten iki kat para kazandığı için mutlu oldu. İşe daha o gün başlamış komi; kirli bezle önce ellerini, sonra burnunu, ardından masaların üstünü sildi. Yılın en tembel personel ödülünü kapmış garson, içindekileri lavaboya boşaltıp bardakları tezgâha ters kapattı. Kolluk güçleri çatal bıçaktaki parmak izlerini incelemeye aldı. Oturdular yeniden. Belli ki ilenç zamanlarıydı. Bıyıksız olan “Beni unuttuğunu kimseye söyleme lütfen.“ deyince bıyıklı olanın ağzından istemeden “Sen de ne olur bir daha terk edecek kadar sevme beni.“ dedi. Aşkın zedeleyen, korkutan, eksilten yanları elbette olacaktır. Ama bizim işimiz, onun mutluluk veren yanları olmalıdır. Aşk, elbette baykuş ile farenin sevdasını mümkün kılmaz ancak imkânsızı denemeye kalkanlara uygun görülen bütün bu küfürler neden? Kör bir kuş hangi karanlığa kanat vurur, bilmiyoruz. Sevgililer hangi su tasında yitirir gözlerini, bunu da bilmek mümkün değil. Hangi ölümcül yağmur sızlatır karıncanın ayağını, duymayız. Gözlerin gördüklerini unutabiliriz, doğrudur; zorda kalırsak yaşadıklarımızı çöpe de atabiliriz. Hayata bir türlü sığmayan ne varsa; biliyorum, hepsi bize mağluplardan miras kaldı. Kalan ömrü bu kadar azametli kuşkuyla sürdürmemiz mümkün değil. Kızma tekrar sana doğru yürümek istememden; başka çarem yok, aradığım tüm cevaplar senin içinde saklı. Devam edelim; yeniden deneyelim, olmazsa bir daha... Yarayı yok etmek mümkün değilse de, ondan kalan izlerini azaltabiliriz belki. Sözün işe yaramadığını anlayınca boşluğa döndü ve “Neden 153
her katil kendine önemli bahaneler bulmak için bu kadar çırpınır?” diye düşündü. Yolunun üstündeki hiç kimse ona doğru gelmeyi düşünmemişti doğrusu. Çığlık atmadığı için acı çektiğini de anlamamışlardı. Doğal olan da bu değil midir zaten: Acı çekiyorsan bağırmalısın. Bağırmalısın ki, sesini duyan çıksın. Ya bağırmayı öğrenmelisin ya acıdan uzak durmayı… O da bildiği tek işi yaptı. Soylu acılarımı, dedi; tek başıma yaşayacağım. Hep normal ayrılık sanılacaktı yaşananlar. Oysa değil midir: Olan bitenler, tüm mutluluklar da mutsuzluklar bizden bir şeyler alıp götürür. Yazık ki alışırız. Herkes, bir çiçeği en son nerede gördüğünü unutmuş herkes, olan biten her şeye alışır. Her türlü ayrılığa… Şimdi, uzun yıllar öncesinde kaldığı sanılan sevgiliyi tarihinde tutmaya devam eden ve bir daha da başkasıyla birlikte olamayan insan, hastalıklı sayılıyor. Doğrudur, hayat sürüyor. Ve insanın ilk işi, hayata katlanmaktır. Ama insan, neden uzun zaman da geçse, sahici sevginin tadını unutmak zorunda olsun ki? Neden o tada benzemeyen başka teni öpsün? Sevmediği kokuya neden razı olsun? O da, bıyıklı olan, öyle yaptı. Soylu acılarımı, dedi; tek başıma yaşayacağım. Tutup kendinde kalan hatıraları kokladı hep. Durmadan kendi suyunu içti. -Kantin ne tarafta acaba? -Yoğun bakımı geçtikten sonra sağa dönün. -Açık mıdır bu saatte? Kaygılandığın şeye bak; babanı vurmuşlar, sen hâlâ küçük dünyandaki sorunlarla uğraşıyorsun. Haziran sonu ve sıcaklık gücünden hiçbir şey yitirmeye niyetli değil. Esen mevsim, mümkünse rüzgârlı gün, hiç olmazsa serinlik verecek saatler, azından soluk alınabilecek 154
küçük an. Hiçbirinden eser yok. İşten çıktın ve öğle yemeğine yürüyorsun. Ev yakın... Birazdan karnın doyacak, susuzluk bitecek. Yazıyor, yazıyor! Şehrimizde işlenen ve dahi işlenecek son cinayetleri yazıyor: Falanca öğretmen derneği temsilcisi, şehrin filanca meydanında, muhtemel şahıs ya da şahıslar tarafından öğle namazı civarında, adını hemen tahmin edeceğiniz kitapçıda vuruldu. Ağır yaralı olarak devlet hastanesine kaldırılan dernek başkanının hayati tehlikeyi atlatamadığı öğrenildi. Olaydan sonra orta boylu, esmer, yirmi yaşlarındaki zanlı kayıplara karıştı. Sen, o saatlerde gülüyordun. Belki de bu, ömrünün sonuna dek unutamayacağın son gülüş olacaktır. Olanları bilseydin, büyük ihtimal, o sefer de gülmezdin. Aklında kalan son cahilliğin, son mutluluğun oldu. Her şey gibi açlık da unutulabilir mi? Unutulabilir elbette. Birden, hayat boyu yemeğe bir daha hiç ihtiyacı olmayacak gibi gelir insana. Sonsuz doygunluk… Tıka basa dolu mide… Dolaşım sistemi normal, kalp atışları düzenli, bakışlar buğulu, ellerde terleme, ayaklar çarpık, kollar salıncakta ileri geri… Yine de bitmeyen bir yol… Acemi bir elden çıkmış kargacık burgacık yazılara benzeyen sokaklar… Sanki bunca yıl bir kişi bile geçmemiş buralardan. Sen sanki bu şehirde doğmamış, bu sokaklarda büyümemiş, bu kapı önlerinde yaramazlık yapmamışsındır. Ayaklarının altından, yabancı ülkedeki bir kentin tuhaf sokakları akmaktadır. Bir kapıyı çalıp sorsak mı acaba nasıl gideceğimizi? -Kusura bakmayın, rahatsız ediyoruz. Nasıl gidileceğini unuttuk; diğer ucu kendimize varan yol olmalıydı buralarda? -Kanlı mabedi geçtikten sonra yedi uyuyanlardan sağa dönün. Dikkat edin de mağaradaki köpek uyanmasın. Öğle uykusunu alamayınca inanılmaz hırçın oluyor. Karşınıza 155
sabır taşlarının sergilendiği kâgir bir müze çıkacak; onu sağınıza alıp ilerleyin. Dehlizlerden geçin, nehirleri aşın, suları içip yemeğinizi bitirin. Her inanca uygun türbeler çıkacak karşınıza. Onları tesviye edip yerine kat karşılığı betonarme binalar yapmanız gerek. Ruhsat almayı başarırsanız göç edenlerin mezarlarının çevresine duvar örün. Duvarlarındaki kurşun izlerinden kan sızan devasa konak göreceksiniz. Vurulan babaları oraya götürürler ilkin. Yürürken hemen hemen herkes fark etmeden birbirinin üstüne basıp koca koca binaların üstünden atlıyordu. Sen de aşılmaz sanılan çağlayanları tek sıçrayışla geçmeyi başardın. Köprünün altından hastalık ve çürümüş kokular akıyordu. Köprünün altından derelere, derelerden nehirlere, nehirlerden denizlere ve denizlerden okyanuslara hastalık ve çürümüş kokular akıyordu. Yürüdükçe her taşın altında büyük acılar sakladıklarını anladın. Toprağın acıyla kıvrandığını gördün. Taşların arasına saklanmış korkuları giyinip yürüdün menzile. Rüzgârın belki de bu yüzden esmediğini, bu yüzden toprağa ilişmediğini… Belki de bu yüzden... Düşündün: Rüzgâr bile toprağa ilişmezken çocuklara, babalara, gencecik kızlara neden ilişirler ki? Kanlı mabet geride kaldı, sıra yedi uyuyanlarda… Rica etsek sabah uykusunu tam alamayan çocukları da aralarına alırlar mı acaba? Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana… Kov bostancı danayı, kıvrılıp yat köpeğin koynuna Yorgunsun ve bir ömür yürüsen de yol bitmeyecek… Ayakkabının içine girmiş taşları ve kumları çıkarıp daha hızlı yürümeye çalışıyorsun. Topuğunu yere vurunca karınca kolonilerinin biriktirdiği toprak dağılıyor. Mesai sonrası araç konvoyları birbirini izliyor. Etrafa kızıl ve iri renkler dağılıyor. Herkes, kendine ait kokuyu bulmaya çalışıyor. Anlıyorsun; 156
hayat, her canlıyı kendine benzetiyor. Ne kadar büyümen gerekiyorsa o kadar büyük, ne kadar küçülmen gerekiyorsa o kadar küçük... Yemeklerin tadı, bir zaman sonra coğrafyada yaşanan acılara benziyor. -İki ayran alabilir miyim? -Ayran kalmadı, kola var... -İki su o zaman... -Bozuk yok mu? -Kusura bakmayın, yok. Ameliyathanenin oradayız, arkadaştan alıp gelebilirim isterseniz. -Gerek yok ancak bugün insanlar bir şeyler almaya değil de, para bozdurmaya geliyor sanki. -Zor olacaksa kalabilir. -Fark ettiniz mi beyefendi; oğlan çocukları büyüdükçe babalarına ne kadar benziyor. -Hayır, doğru değil bence bu. Oğullar, iyice yaşlanmadıkça; ölecek kadar yaşlanmadıkça asla babalarına benzemez. Beni kast ediyorsanız, ben de dedeme benziyorum daha çok. Onun gibi kestirip atıyorum tartışmaları, saman alevi gibi parlayıp sönüyorum hemen ardından da. -Nereden çıkardığınız sizi kast ettiğimi, kendinizi dünyanın merkezine bu kadar koymayın lütfen. Hem sağlığınız için de iyi değil. Her gün bu hastalıktan mustarip kaç kişiyi hastaneye yatırıyorlar, biliyor musunuz? İyice bakmış olsaydınız elbette siz de fark ederdiniz; babalar, uzun zaman oğullarının en zorlu rakipleri olur. Kimileyin onların önünde aşılması gereken en büyük engele dönüşürler. Hayranlık duyduğunuz, gizliden gizliye sevdiğiniz favori takımların efsane oyuncuları gibidir babalar. Belki, delişmen oğulları zorluklardan kimse fark etmeden 157
kurtaran bilge komutan... Ancak hep diğer cephenin komutanı, diğer takımın oyuncusu, mahalledeki karşı çetenin insaflı abisi… Çatışırsın, seni yener. Yarışırsın, seni geçer. Üstelik kazandığı hiçbir zaferde, azıcık olsun böbürlenmez. Pişmanlık duyar sanki bu durumdan. Kazandığım için kusura bakma, bakışları vardır gözlerinde. Hayatımızda, bu kadar namuslu bir savaşçı, bir daha asla olmayacaktır. Bunu öğrenmek için babaların ölmesini beklemek zorundadır oğullar. -Belki şurada anlaşabiliriz: Erkek çocuklar, ilk gençliklerinde, hayırsız amca ve dayılara benzer. Olgunlaştıkça dedelerinin huylarını emanet alırlar. Ölüme yaklaşınca babalarına benzemeye başlarlar. İçlerindeki baba hayranlığını ancak o durumda daha fazla saklayamazlar. Ceplerinde babalarına ait ne varsa çıkarıp ortaya koyarlar: Saçların dökülme hızını, el kol hareketlerini, bakışları... -Neyse, parayı sonra verseniz de olur. Buyurun suları. -İnsanlar, zor zamanlar için kendilerine sığabilecekleri yerler bulmalı. Belki kenara çekilip dinlenebilecekleri bir dünya... Siz de isterseniz kapatıp gidin artık. Yorgun görünüyorsunuz. Bu saatten sonra kimsenin öleceğini sanmıyorum. Bir ölüde bizi korkutan taraf; ona bakmak, dokunmak ya da onu toprağın içine, derinine bırakırken duyulan acı değildir. İhtimal o ki; bizi korkutan, toprak yüzü kapatırken ölünün yerinden doğrulup bizleri son kez sevgi ile öpme isteğidir. Ölen bütün anne ve babalar bunu yapmak ister. Gömülme sırasında; tıpkı uykuya yatmış evlatları korkutmadan, uyandırmadan, sessizce öpmek ister gibi yanaşırlar çocuklarına. Bir kısmı da bu dayanılmaz arzuyu bir yana bırakıp kefen bezi ile siler göz uçlarını. Sonrası kolaydır; 158
menzile daha önce varmış dostlar, akrabalar, tanıdıklar, sevgililer ile buluşulur. Sohbetler tazelenir. Onlar vardığınız yeri, siz ayrıldığınız yeri anlatırsınız. Selamlar iletilir, haberler verilir; uzar gider sohbet. Oysa geridekilerin akılarında kalan üç beş cümleden öte bir şey değildir: -Sana bir hayal bağışlıyorum. -Kendini büyüteceğinden kuşkum yok. -Ayaklarının üzerinde duracak yaşa geldin. Baba oğul arasındaki en hazin söz, kuşkusuz ki bunların hiçbiri değildir. Bütün oğullar, tarihin başladığı andan itibaren hatıra defterlerinin ilk sayfasına ısrarla hep aynı cümleyi yazarlar: "Baba, beni niçin terk ettin?” Bir ölüye; ölüme yaklaşmış birine dokunmak, insanın kendine dokunması gibidir. İnsanın kendi ölüsünü sevmesi gibi... Bir arkadaş ölüsünü, onu yıkamadan önceki haliyle sevmek gibi… Onu severken kendini ölüye, ölüyü ise dünyaya beğendirmeye çalışmak gibi… Tanrı, kendi sorunlarını ertelemek için insanı yarattı, demiştin bir keresinde. Öyleyse oğullarından birinin, yeryüzünden ayrılmadan hemen önce, neden “Baba, beni niçin terk ettin?” dediğini şimdi daha iyi anlayabiliriz. Oğulun yaşadığı koca bir hayâl kırıklığından başka şey olmasa gerek... Babasının olmadığını, babasının aslında kendisinden başka biri olmadığını çok geç, ölümünden hemen önce anlaması belki de... Yeryüzündeki bütün oğulların, sıra kendilerine gelince ıssız bir çarmıhta ağlaması, etlerine saplanan çivilerin ağrısından değil; son anda vakıf oldukları bu bilginin hiçbir işe yaramayacak oluşundandır. Keşke zor anlarında elinden tutabilseydim. Mesela bu masalı anlatabilmek için ses aradığın zamanlarda… Mesela yemeklere yakışan baharatı bulmak için uğraşırken... Sözcüklerle kavga edip saklı anlam için alfabelerle bahse 159
tutuşurken... En çok da kendini anlatmak için çırpınırken... Tutup sana kendimden söz edebilseydim... Var olmaya dair öğütler verebilseydim… Yola başlarken hayatın kanlı birkaç hatıradan ibaret olacağını elbette bilemezdim. Bağışla beni, mümkünse seni sevdiğimi aklından hiç çıkarma. Sana tamamını yaşayamadığım ömür bırakıyorum. Bir de tespih, çakmak ve saat... İstersen sen de bir diş izi bırak elmanın üstüne. Belki senin arkandaki, seni taşıyan biri, daha anlamlı bir iz bırakır sonraya. Tohum ağaç olurken ağacın da eninde sonunda tohuma döneceğini unutmamamız gerek, değil mi? Böylece insanlıktan payımıza düşen görevi de yerine getirmiş oluruz. Sonunda eksileceğimizi biliyorduk. Şimdilik tek yapabileceğim bu: Sana yaralı bir isim bağışlıyorum, içini tek başına dolduracağın. Keşke elimden fazlası gelseydi. Bundan emin ol, er ya da geç herkes şunu mutlaka anlayacak: Babası devlet tarafından öldürülmüş oğullar, hayatla asla barışamayacaktır. Çocukları öldürülen anne babalara aşure günlerinde tanelenmiş nar götürmeyi unutma lütfen. -Ayran yokmuş, su aldım. -Önemli değil, hatta daha iyi. -Sen gelene kadar çantanın üzerine bıraktığın dergideki söyleşini okudum. Yanıtlarda ilginç konulara değinmişsin. -Kendimizce bir şeyler yapıyoruz işte, öyle aman aman bir iddiam yok... Elime kâğıt-kalem aldığımda, kendime ait bir mağaram var gibi hissediyorum sadece. İnsanlara doğru koşmak için mi; yoksa, insanlardan uzağa kaçmak için mi yazdığımı anlasam, belki daha rahat olacağım. -İlk romanında özel isim kullanmadığını söylemişler. Neden böyle bir tercihte bulundun ki? -Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Belki de hiçbir insanın 160
sanıldığı kadar özel olmadığını düşünüyor olabilirim. İnsanların özel olma isteği, bir süre sonra onların cehennemi oluyor gibi geliyor bana. -Tanıtımda feda kültürü ile haz-kefaret üzerine iki ayrı çalışma daha tasarladığını eklemişler. -Dedikleri gibi, sadece tasarı… Hiçbiri için daha tek sözcük bile yazmadım ancak yazacaklarımın bu minval üzerine olacağını biliyorum. -Hiç haberimiz olmuyor artık planlarından. -Öğrenecek kadar yanımda kalmak istemedin ki! -İğneleme huyundan hiç vaz geçmeyeceksin anlaşılan. Üstelik kelimeleri benden çok sevdiğin apaçık ortada... -Seni, bildiğim kelimelerden daha çok sevdiğimi hiç fark etmemişsin demek ki! Yazıya ait bu sahici hayatta; insanlar, yaşamak gibi sahte bir işle neden uğraşır ki? Bunu anlayabilmiş değilim. Gerçeği varken sahtesiyle ne diye uğraşır insanlar? Aslında hayatın gerçek taraflarını yazı ve söz anlatır bize. Masallar, efsaneler, öyküler; kuşkusuz ki en çok şiirler… Onların yalan gibi görünen gerçekleri yanında, hayatın uydurma vaatlerinin ne önemi olabilir ki? -Kantine gittiğimde ameliyat hakkında kimse bir şey söyledi mi? -İçeriden sadece bir hemşire çıktı. Babanı ameliyat eden ekipte değilmiş ama. Bir başka yaralı daha varmış içeride. Kuşçu muymuş, kuşbaz mı? Farkı varmış gibi? Yakın köylerden birinden; intihara kalkışmış, durumu pek de iyi değilmiş. -Epeyi fark var aslında? -Neyin farkı? 161
-Kuşçu ile kuşbazın -Öyle mi, ben aynı sanıyordum. -Ablandan haber var mı? -Yok, duyumlar var sadece. Buradan kimseye bağlı olmayan ve buradaki hiçbir makama hesap vermeyen; bölge komutanlığına bağlı özel ekibin sorgunun başında olduğu söyleniyor. Şu ilerideki düğün salonunun arkasında, siyasi şubenin bodrumunda olup bitiyor ne oluyorsa… -Kaç gün oldu? -Bu gece yarısı beş bitip altı başlayacak. -Babam da çok merak ediyordu. Daha bu sabah staja gitmeden, seni görüp görmediğimi sordu. Sonra da ablan hakkında senin bir şeyler bilip bilmediğini… Örgüt, iletişimde zorlanıyor anlaşılan. -Farkındayım. Her gün babamın da yanına uğruyorlar. Ancak birileri onların ekibini bir şekilde tasfiye etmekte son derece kararlı... Anlaşılan işe ortalıkta sık görünen kadroyla başladılar. Müstakbel eniştemin de nerede olduğunu epeydir bilen yok. Onun için de yakalama kararı çıkartmışlar. -Toprak reformunda çalışmıyor artık, değil mi? -Oo, çok oldu o iş biteli; mahkeme yasayı iptal etti. Sizin de başınıza gelmiş midir? Oldukça uzun yolculuğun bir yerinde, arabanın koltukları insana batmaya başlar. İlk zamanlarda gazete, kitap, dergi, müzik; derken ilk mola yerinde yenilen içilen bir şeylerle geçer zaman. Ancak gece yarısından sonra, o koltukta uyumayı başaramayanlardan biri iseniz, bütün sıkıntılar gelip sizinle aynı koltuğa oturur. Sanırsınız ki, aracın içinde aynı güzergâha bilet almış, aynı kaderi paylaşan yol arkadaşları; siz ve sıkıntılar, sonu olmayacak yolu gitmektesinizdir. Uzun süren karanlığın ardından sabah ezanı okunurken girdiğiniz bir şehirde kimi 162
pencerelerde, kapı önlerinde tek tük hareketlenmeler görünür. Karanlıkla aydınlığın arasında, ışığın arafta olduğu bir yerlerde durmaktadır şehir. Oralara, büyük iştahla, sevgilinin gözlerine bakar gibi bakarsınız. Size göre o evlerde uyuyanlardan hiçbirinde kaygı ya da o ışıkların yandığı evlerin hiçbirinde mutsuzluk yoktur. Hasta, dertli ya da aşk acısı çeken, ölümle yüzleşen, bir yerleri terk edip gidenler hep yollardakilerdir. Hatta hatta hepsi de bu aracın içinde, sizin oturduğunuz koltukta seyahat etmektedir. Hayatınız boyunca yalnızca bu şehirdekileri, bu evlerin içindekileri delice kıskanırsınız. Sizin yeriniz de oralar olmalıdır; ne yazık ki kader denilen zorba, sizi yataktan kaldırıp sokaklara fırlatmıştır. Bir süre sonra şehri arkada bırakıp yeniden yolun alacasında ilerlemeye başlayınca biraz da olsa rahatlarsınız. Herkesin payına yine karanlık düşmüştür. Kendinizi kafanızın içindekilerle kıyaslamaya devam edersiniz. Koridor tarafında oturuyorsanız aralıktan, camın kıyısında oturuyorsanız camdan yolunuzu açık eden farın aydınlığına takılır gözleriniz. Anlarsınız ki, kimi şehirler kimi yolculara kapılarını hiçbir zaman açmayacaktır. Cevabını delice merak ettiğiniz soru kafanızda koşup durmaktadır: Bir şehir hangi kapıdan yol verir insana? Şehirden çıkarken cevabı öğrenmenin uysal hüznü yayılır bedeninize: Şehrin bütün kapıları kilitlidir. -Vakit geç oluyor, karanlık çöktü. İstersen bir arabaya binip eve git sen. Annenler küçük kızlarını da merak etmeye başlamasın. -Yok, seninle kalacağım. Haberleri var zaten. Üstelik bu saatlerde, yollarda tuhaf tipli ve her taraflarından pislik akan adamlar çok sık yol kontrolü yapıp kendilerine göre muteber olmayan vatandaşları sorgusuz sualsiz içeri alıyorlar. 163
-Bizim mahallede de dolaşıyorlardı geçen gün. Hatırlar mısın, bizim evin tam karşısında çatısı olmayan, iki katlı, sıvasız binanın üst katında radyo tamirciliği yapan biri vardı. At yarışlarına tutkundu. Telsizle mi haberleşiyormuş, yasak radyo mu dinliyormuş ne? Geldiler ancak bulamadılar. Onu bulamayınca yaşlı babasını alıp götürmüşler. Karısına da kendisi gelince babasını bırakacaklarını söylemişler. Adamlar sözüm ona emniyet görevlisi… Üzerlerinde ne üniforma ne resmi işaret... Silahlarıyla ulu orta dolaşabilme patavatsızlığı ve bıyık-sakallarından tahmin ediliyor kim oldukları. Arabalarında plaka yok, sadece arka koltukla cam arasındaki telsiz antenleri kimlikleri hakkında bilgi veriyor. Sözüm ona kafa sallayan oyuncak köpek ya da minder gibi tuhaf şeylerle de bunları saklamıyorlar mı, insanı asıl kahreden bu rahatlık. Emniyeti sağlamak için önce bozmak gerekiyor galiba. Bunlar önce bozup ardından da gelip “Korkmayın, şimdi sizi emniyete alacağız.” diyorlar. Saatler öyle ya da böyle geçti; birileri girdi, birileri çıktı. Odalar önce doldu, ardından boşaldı. Sonra bir daha doldu ve bir daha boşaldı. Birileri önlüğünü giyerken birileri çıkarıp yeni giysilerle sokağa çıktı. Elinde neşter olan biri, göbek bağını keserken bir diğeri damarlardan ucu açık olana sağlam düğüm attı. Dışarıda bekleyenlerden kimileri bakışlarını yerlere saplayıp gittiler. Gözleri ışıldayan biri, ebelerden birinin önlük cebine bahşiş sıkıştırmayı ihmal etmedi. Patiska bezin bir parçasıyla yaşlı birini kefenlerken diğer parçasıyla küçücük bir bedeni kundakladılar. Dolu sedyeler kapılara çarparak kendine yol açtı. Boşalan tekerlekli sandalyelerin ayak konacak yerleri yukarı kaldırıldı. Geçen yıl özel idarenin yaptırdığı kültür ve eğitim merkezinden müzik sesleri yükseldi. Alkışlar duyuldu. Kuvvetli ıslık ve zılgıtlar hastanenin duvarlarına çarpıp 164
yönünü değiştirdi. Halay başındaki adam, kendisini takip eden ekibi binanın çevresinde iki tur attırıp güneye doğru yönlendirdi. -Kim evleniyor acaba? -Anlamadım. -Karşıdaki düğün, diyorum; kimin düğünü? -Evlilik töreni değil gibi. Öyle olsa kapıda büyük ve süslü bir araba olurdu. Diğer arabaların aynasına da havlu bağlamazlardı. Sünnet gibi geliyor bana. -Haklısın. Bu arada, şu bekçi ne diye oturuyor arka tarafta? -Kuşçuyu bekliyormuş. -Ne o, ameliyat bitince ayaklanıp kaçar diye mi korkuyorlar? -Yok canım, yaşarsa mahkum koğuşuna alıp başında duracakmış. Az önceki hemşire söyledi. Ben de merak etmiştim. -İntihara kalkışanları, başaramadıklarında hapse mi atıyor artık devletimiz? -Ben devletimizin aklını okuyacak kadar zeki olamadım hiçbir zaman. Onu senin gibi zekâ küplerine sormak gerek! -Benimle dalga geçmeni hayra yorabilir miyim? -Bu aralar hiçbir şeyi hayra yormayalım bence. Hepimiz, sen de ben de, daha kötülere de hazırlıklı olmalıyız. Kader denen kavramı sorgulamak neden işimize gelmez acaba? Her şeyin önceden belirlendiği bir yola çıkmak kimin işine yarar ki? Şimdi, gece yarısına bir iki saat kalmışken şu hastaneden sokaklara çıktığımda başıma gelecek ile gece yarısını bir iki saat geçtikten sonra çıktığımda da aynı şey olacak ise, kendi hayatlarımız üzerindeki hükmümüzden söz edilebilir mi? Belki de hepimiz, bize anlatılmak istenen kader kavramını yanlış yorumluyoruz. Kaderden murat edilen ya 165
tek tek kişilerin değil de, birbirine bağlı olanların tümünün başına geleceklerin toplamıysa? Acıdığınızda evrenin başka yerinde birinin daha acıdığını ya da sevindiğinizde birinin daha sevindiğini bilmek insanı rahatlatmaz mı? Ya başımıza gelen bütün bu olaylar; sadece bizim değil de, ait olduğumuz topluluğun ortak kaderiyse? Tanrı belki de tüm hastaların, tüm yaralıların, tüm âşıkların, iyi ya da kötü tüm insanların kaderini birbirine bağlamıştır. Belki de gerçeği anlamamız için gösterilen işaretleri biz fark etmiyoruz? Böyle olamaz mı? Hastanede tek ameliyathane olduğuna göre, şu anda ameliyatta olan ikinci kişi büyük ihtimal hastaneye girerken karşılaştığım arabadan indirdikleri yaralı olmalı. Babaların kaderi kuşların kaderine bağlı ise, biz çareyi yanlış yerde arıyor olamaz mıyız? -Acıktın mı? -Biraz ancak buralarda ne bulunur ki bu saatte? Büyük ihtimal kantin de kapanmıştır. -Baksana şu karşıdaki düğünde çiğ köfte yapıyorlar sanırım. Az önce rüzgârla birlikte çiğ köfte efsanesini anlatan ses geldi. -Komşu hakkı olarak bize göndermelerini umut etmekten başka çaremiz yok anlaşılan. -O değil de; buradan çıktığımızda anneme söyleyelim, lebeniye çorbası pişirsin. Kimse annem kadar güzel yapamaz, bilirsin. -Nasıl yapıldığını bilmiyorum. -Döğmelik buğday ve nohut iyice haşladıktan sonra; yoğurt, yumurta ve biraz da unla terbiyesi yapılır. Tenceredeki suyla inceltilip karıştırılır ve biraz daha kaynatılır. Soğutulduktan sonra üstüne de sadeyağda kavrulmuş kuru nane ve biber döküldü mü; sabah, sabah olmaktan çıkıp şenliğe döner. Bu 166
sıcaklarda da iyi gider. -Hele buradan eksiksiz çıkalım da, sonrası kolay. Yüz yıl hiçbir şey yiyip içmemeye de razıyım. -Farkında mısın, hemen hemen sekiz saat oldu ameliyat başlayalı? Memur olsaydık mesaimiz bitiyor olacaktı. -Sesleri duyuyor musun? Yakınlarda bir yerde çatışma başladı. -Umarım bizim enişte değildir. Bu aralar içimdeki sıkıntılar bitmek bilmiyor. -Rahat ol yahu, istatistiklere göre aynı yere iki kere yıldırım düşmezmiş. -Öyle de, büyük ihtimal istatistikçilerin oturduğu yerlerde gök bu kadar sık gürlemiyordur. Bıyıklı olan, hastaneye yaklaşırken öten şanzıman sesine kafasını çevirince steyşın bir arabanın acil servise hızla yanaştığını fark etmişti. Böyle acılı durumda bile mesleki çağrışımların insanı terk etmeyişine şaşırmıştı o anda. Yıllar önce motor meslek lisesine başladığı ilk günlerde, atölye hocalarından biri “Rüyalarınızda bile pistonların inip çıktığını görecek, yürürken bujilerin ateşleme sırasına göre adım atacak ve dünyanın en uyumlu ezgisi olan supapların ritmiyle dans edeceksiniz.” dediğinde; söylenenlere ne bıyıklı olan ne de bölümdeki arkadaşları anlam verebilmişti. Demek kast edilen böyle bir refleksmiş. Arka koltukları yatırılmış arabadan inen üç kişi bagaj kapısını açıp kafasına poşuyla tampon yapılmış genç bir adamı telaşla içeri almaya çalışıyorlardı. Bıyıklı olan, kalabalığın hemen arkasında, ilkokulda birlikte okuduğu arkadaşlarından birinin doktor olan babasının durduğunu gördü. Gidip sorsam babam konusunda bize yardım edebilir mi? diye düşündü. Bir anlık tereddüt bile geç kalmasına 167
yetmişti. O, daha ilk adımını atmadan diğerleri yankısı süren telaşlı sözleri kapının önüne bırakıp içeri girmişlerdi bile: -Alın götürün, alın götürün yaralıyı buradan!
168
AÇLIK ÇEKEN KIZ İLE KUYRUĞUNU YİYEN FARE Tanrım, biz kullarından cennetten kovulmaya yetecek kudreti esirgeme. Bazen uzak ve yüksek bir yerden şehrin ışıklarını seyretmek; sevgiliyi veya kadim dostları seyretmek gibidir. Karanlıkta ışıldayan manzaraya bıkmadan usanmadan saatlerce bakabilirsiniz. Aramızda kalsın, bazen de düşmanın yüzüne dik dik bakmaya benzer bu iş. Ve orada ilkin şunu anlarsınız; sizi defalarca öldürmeye kalkan hançer, aniden kınına dönmüştür. Artık güvendesinizdir. Çulunuzu çaputunuzu yıldızların altına serip sırt üstü uzanabilirsiniz. Hatta sessizce kısmetinizi bile bekleyebilirsiniz. Bu arada, sıcağa tahammülü olmayan her şey erimeye yüz tutar. Dünya, kendinden olanla hesaplaşmaya başlar. Sanırsınız ki toprağın derdi su ve çiçek olup bahara kavuşmaktır. Belki biraz da ışıktır. Hadi hadi soyunu sürdürme isteğidir, diyelim. Oysa toprak, fırsat bulduğu her karanlıkta insandan arınıp kendine uygun ağıt yakmaktadır. Bütün şarkılarında kendinden yaratılmış insana dair derdini dile getirmektedir. İniltileri, kendinden olan insana aittir. Bedduası, kendine ihanet eden insana dair olduğu gibi... Oturduğu yerden kalkmaya çabalar, hafifçe doğrulur. Ayağa kalktıkça un ufak olur. Hakkına düşen kısmeti herkesin kendi çölünde bulacağını unutur. Oysa hepimiz, günün birinde yaratıldığımız malzemeye; toprağa, suya ve demire isyan edeceğimizi biliriz. Yaratanı da kendimize benzetmenin yolunu ararız durmadan. Hiç olmazsa bizim gibi yemek yesin, içki içip sarhoş olsun, naraları boş sokakları korkutsun. Saçları dökülsün. Sevişmekten zevk alsın. Tırnakları uzayıp kilo alsın. İçimizde hangimiz, elleriyle gizliden gizliye günah 169
işleyen bir yaratıcının olması için çabalamamıştır? Olmaz nedense. Kayıp sevgiliye kimse ulaşamaz. Ama durmadan onu arar. Kendini öldürmeden sevgilinin bulunamayacağını, vakti gelmemişse, kimse anlamaz. Kavuşmak için ayrılmak gerektiğini bilmez. Sevgiliden çok, sevgiliye çıkan yolun yolcusu olmak gerekir. Bir gün, asla bizim olmamış bir gün, hiç tanımadığımız bir şehirde uykudan uyanırız. Mümkün olsa, yılanlar gibi derilerimizi soyup yüzümüze yeni yüzler çizmek isteriz. Mağazalara koşup yeni giysiler deneriz, lokantalara gidip yemekler yeriz, iş çıkışında gülümseriz. Tatil merkezlerine, ucuz otellere, üstünde düğün dernek yapılan ahşap masalara sığınırız. Olmaz bir türlü, olmaz; çırılçıplak kalırız kendi başımıza. Etimizi kemikten sıyırmakla kalırız. Ruhumuz; o en alçak yanımız, bir türlü doymaz. Ne yerse yesin, ne kadar yerse yesin her daim aç açıktır. Korkular, kuşkular, kendine yetmemeler; Ah öyle olsaydı, vah böyle yapsaydım, o kadar içmeseydim, bu kadar ödemeseydim; hepsiyle sevişsem ancak hiçbiriyle öpüşmeseydim. Öbürünü de elde edebilir miydim? Aldım ama iyi mi ettim? Sattım ama zarar mı ettim? Ne kadar kovarsak kovalım; adımız, pişmanlık hanesinden çıkıp gitmez. Hiç olmadık anda; en çıplak halimiz, kuşkusuz ki en gıpta ettiğimiz durum, en olmak istediğimiz kahraman, en cilalı çağımız karşımıza çıkar. Herkes kavuştuğu hayâlin karşısında soyunur ve giyinir. Acıkır, yemek yer, acı duyar ve ihanet eder. Herkes kendi vitrininde işine gelen ahlakı sergiler. Tanrım, biz kullarından kendimize tahammül etmeye yetecek kudreti esirgeme! Zamanın bir yerinde fare, baykuş, karınca ve ölüm; ortasında 170
demirleri eritecek ateşlerin yandığı genişçe dairenin çevresine çırılçıplak otururlar. Kafalarının üstünde gidip gelen kılıç, içlerinde durmadan esen rüzgâr... Herkes, ateşin aydınlığında birbirinin yüzüne bakar günlerce. Tek söz etmeden, başka hiçbir yere bakmadan, kafalarının arkasında hesap kitap olmadan... Birbirinin sırrını anlamak için bakarlar. Acıktıklarında önlerindeki nimeti karşılarındakine sunup onlardan gelen ikramı kabul ederler. Topraktan kalkarken bin yıllarca herkesten saklanan bilgiyi öğrenmiş olmanın dehşetiyle aynı sözleri mırıldanırlar: -Tanrım! Seni hiç bu kadar yakından görmemiştik. Bu kadar büyük sır ile nasıl yaşarız? Ne günah işledik de bizi hakikat ile cezalandırdın? Ölümün tadına ilk varmak isteyenler babalar olur genellikle. Kadınlar ve çocuklar onların paçalarına ne kadar asılırlarsa asılsınlar, sonuç değişmez: Harlı ateşe atlayan ilk kişi olmak onların payına düşer. Kalanlar, ellerinde su ve kum dolu yangın kovaları, arkalarından koşturup dururlar. Çabalar boşunadır; ateş, ancak yanarak tüketir kendini. Geride küçük hatıralar kalır; çakmak, tespih ve ameller... Zaman büyüdükçe eşyalar küçülür. Onları en son rüzgârın içinde görünce sizin de geride bir şeyler bırakma zamanınızın geldiğini anlarsınız. Şehir, arkanızdan olanca gücüyle seslenir: Öyle uzaktan bakıp durma, gel otur. Bu, seninle olan ilk kavgamız… Araya kimseyi katmadan… Çatlak elleriyle su tanrısını, kocaman ayaklarıyla yerleri sarsan toprak tanrısını, yırtık kanatlarıyla gökleri paylaşan uç uç tanrısını, incecik çenesiyle dinleri kolay eden peygamber böceğini… Sen kazanırsan yeniden oynayacağız. Yine kazanırsan yeniden… Ta ki, ben seni alt edinceye kadar... Akıllı ol ve direnme. Kalan ömründe yenilgiyi ne kadar erken kabul edersen o kadar rahat edersin. 171
Tanrım, biz kullarından zaaflarımızı alt etmeye yetecek sabrı esirgeme! Birlikte yürüyebiliriz, dedi; ateş ve demir birbirine. Suya sırtlarını dönerek… Masal bu ya; rüzgâr ile kılıç birlikte yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmişler. Bakmışlar yol uzun, adımlar küçük, vakit geçmiyor. İşi kolay etmek için birbirlerine soru sorarak yürümeye karar vermişler. Söze kılıç başlamış: -Benim keskinliğimi ne köreltir? Rüzgâr: -Taşlar, dağlar, sular Kılıç bir hamlede dağları ortasından ikiye yarmış. Taş toprak oracıkta bu kudrete biat etmiş, su firar edecek yol bulmuş dağın yarığından. Kılıç sormuş: -Senin hünerin nedir? Rüzgâr, ıslık çalmış. Islıkla söylemiş şarkılarını. Tek hüneri buymuş gibi... Kılıç, kendinden emin; böbürlenmiş de böbürlenmiş. Yiğit göğüs kafesi, mağrur bakış, kahraman adımlar… Yürümüşler. Kimileyin böyle olur. Birbiriyle asla anlaşamayacak gibi görünenler, bir an olsun birbirinden ayrılmadan uzun yollar yürüyebilir. Yol arkadaşı olmak için yolcuyla anlaşmaktansa yolla anlaşmak önemlidir. Afakanlar basmış bir süre sonra ikisini de. Adını koyamadıkları bir lanetin kendilerini beklediklerinden zerrece kuşkuları yokmuş. Bir harami çıkmış karşılarına. Kılıç, tek darbe ile aşmış engeli. Ardından ikinci harami… Sonra üçüncü... Dördüncü, beşinci, altıncı… Sonunda kırkıncı harami… Hiçbiri duramamış kılıcın önünde. Kılıcın keyfi yerine gelmiş. Nasıl olmasın ki; az önce kırk haraminin boynunu bedenden 172
ayırmış. Rüzgâr anlamış, kılıcın önünde kılıç duramaz. Onu yenmenin başka yolunu bulmak gerek... Yürümüş rüzgâr ile kılıç. Bir derviş çıkmış karşılarına. Dervişin elinde eğri büğrü bir asa, sırtında itin altına serilmeyecek yırtık pırtık hırka… Rüzgâr ile kılıcın hikâyesi baba ile oğulun, topal karınca ile savcının, peşenk ile marsığın, birbiriyle kavga eden iki rengin hikâyesidir. Kimileyin aynı anneden doğma, aynı babadan olma kardeşler arasında da kavga olur. Ama kavga ediyorlar diye kardeşliğin bittiğini kim söyleyebilir? Bir süre sonra dervişin elindeki asaya, hikâyedeki kör yılan sarılmış. Huylu huyundan vazgeçer mi; asaya o kadar sıkı sarılmış ki, asa yılana biat etmiş. Yılan bir süre sonra asayı yutup kendine yaslanan dervişin sahibi olmaya kalkmış. Dervişe güzergâh çizmiş. Dervişin mizacında kavga yok. Mücadele edeceğine kaçıp bıyıklı olana sığınmış. Rüzgâr, başsız güvercinin gölgesini havaya uçurmuş. O kadar yükseğe çıkarmış ki; gören, havadaki suretin kuşun gölgesi mi kendisi mi olduğuna kesin kanaat getirememiş. Karınca eksik bacağının ağrısını yolda avutmaya karar vermiş. Kılıç yürümüş, ardından rüzgâr gelmiş. Güneşli bir gün, keyifler yerinde; kılıç hızlı, rüzgâr zorda. Kılıcın aklına soru sırasının rüzgârda olduğu gelmiş. Eğilmeye çalışmış olmamış, bükülmeye çalışmış gücü yetmemiş. Kudretini, ustasının hünerine ve ateşte pişmiş çeliğe yakıştıramamış. Öylesine çevirmiş başını önce göğe, ardından yere… Gökte bir güvercin yerde yılan görmüş. Rüzgâr sormuş: -Gökteki güvercini yerde yürütüp yerdeki yılanı gökte uçurabilir misin? Tık yok. Yeniden sormuş: Lafı dolandırmalar... Bir daha: Kem küm, yalan dolan... Biriyle yürümeye karar vermek; o kişiyi kendine, kendini de o kişiye eş ve eşit kabul etmek demektir. Ona göre davranmak gerekir. Birlikte yürüdüğünü küçümseyen, 173
kendini küçültmüş olmaz mı? Yoldaşı anlamak gerekir. Bazen sırf birini anlamak için bile yol yürünebilir. Rüzgâr da kılıç da yolculuğun asıl anlamını kavrayamamış. Bir yerlere gitmeyi, oraya ulaşmak sanmışlar; asıl önemli olanın ve olgunlaştıranın varılacak yer değil de, yürümek olduğunu kimse söylememiş onlara. Dertlerini fırtınaya sormuşlar; lodosa, karayele, kuzeyli esintilere… Dağ uygun dille: -Eteğimde kim oturursa onu içime alırım. Cahil dile gelmiş: -İşime kim gelirse onunla yürürüm. Derviş: -Benim derdim, içime sığmayandır. Köpeğin saklandığı mağara: -Sırrını açık etme ki, başın belaya girmesin. Ancak, biri bize sözün içindeki sırrı söyleme cesareti göstermese, saklı olanı nasıl öğreniriz ki? Belki de, sırrı öğrenme merakını kim aşarsa usta odur. Böylece yürümüş herkes; ölümden korkmayan herkes ve her şey… Ta ki karşılarına ayna çıkana dek… Uzaktaki şehir susmuş. Rüzgârı kesen kılıcın elinden gelse bir adım daha öne çıkacakmış. Oysa kılıcın rüzgârı kesebildiği nerede görülmüş? Meğer bunca zaman herkes sadece kendi yolunu yürümüş. Kelimeler kalmış geride. Kelimeler ve anlamlar. Boş umutların sonu hep aynı olur: Dostlar, dostluğun bitmeyeceğini düşünür. Sevgililer, asla başkasını sevemeyeceklerini; ölümlüler, ölümün kendilerini bulamayacağını... Oysa yeşeren her şey, günün birinde mutlaka sararıp solacaktır. Çatlayıp büyüdüğü topraktan ayrılacaktır. Başlangıcı olanın mutlaka sonu da olacaktır. Sulak yerlere dikilen ağaçlar, verimli topraklara ekilen tohumlar, sıcak iklimlerin meyveleri, kıraç topraklardaki ayrık 174
otları… Doğan her varlık hiç bitmeyecek gibi büyür. Hakikat ve iffet, kendi yerinde ve kendi ikliminde kaldığında anlamlıdır. Mutluluk, öğrenmekte değil; kabullenmekte, sırra boyun eğmekte gizlidir. Acıya ve ağıtlara “Gelin, sizi düşmana verelim.” demişler. Her ikisi, aynı anda dile gelmiş: -Biz dost işiyiz, dostun yüreğine sığarız ancak. Elçiler orta yol bulmaya çalışmış: -Birinizi dosta, birinizi düşmana verelim. İkisi birden karşı çıkmış: -İki değil, biriz; biri kim bölebilir ikiye? Tanrım, biz kullarından bu hengâmede duyduğumuz yalanlara inanma kudretini esirgeme! Vakit belki düş görmenin, belki de düşten uyanmanın vaktidir. Kuyruğunu yiyen fare başlamış söze: Vekil oldum bu dünyada, bu hücrede, bu kızcağıza. Tevekkül eyledim imtihan makamında. Beni sakin eyle ey rabbim. Nefsimin çukurlarından, bedenimin tuzaklarından uzak tut beni. Bu eksik yavrucağıza sesim ses, nefesim nefes olsun. Onun kan olup bu taşların üzerinden dünyaya akışını gördüm. Bundan sonra benim canımın ne hükmü olabilir ki? Bir anneyi; annelik hakkı, şişenin içine tıkılmış bu kadını soluğumla ben büyüteceğim. Hiçbir şey yemiyor. Balçıkla dolu tasları önüne koyduklarında, tası yere çarpıp bağırıyor kapı ardındakilere. Bu aç, bu sefil hücrede kendimi feda etmekten gayrı ne yapabilirim? Yerleri yalasam gök üzülecek. Kan içsem toprak affetmeyecek. Bu kızcağıza sığınıp suların hakkıyla yalvarıyorum sana. Kılıçtan keskin bakışlarıyla hiç durmadan bana bakıp duruyor. Duvara da öyle bakıyor. Kapıya da… Karnına da; karnının altına da... Yeniden 175
bana… Ayaklar mor, bilekler ipince, yüz soluk, memelerinin ucunda süt tadı, saçları kömür, teni beyaz… Durmadan akacak olsa, bütün dünyayı besleyecek güçte nehir kaynağı... Bakışları, demir parmaklıkları kesecek çelik testere, bütün kötülükleri tek hamleyle savuşturacak yalın kılıç... Rüzgâr olsa duvarları yıkıp geçecek. Derviş olsa tevekkülle açacak kilitleri. Asa olsa saplandığı yerden su fışkıracak. Koltuk altları, memeleri, bacaklarının arası mor... Bilekleri, koltuk altları ve dizi çürük... Kollarında, yüzünde, baldırlarında, parmaklarında simsiyah nefret asılı... Bebeğin kan olup geldiği yerde, kapağı açık bir şişenin gölgesi durmakta... Dünyayı arşınlayabilse, yeri yerinden oynatacak bir kudretin hayaletini fanus içine sığdırmayı başarmışlar. Her sabah sürüklenerek çıkarılıyor ve akşama doğru çöp torbası gibi fırlatıp atılıyor aynı yere. Ufacık bez parçası bile yok mahreminin üstünde. Bileklerine doğru kan sızıyor. Apış arasında mesai saatlerinin olanca sancısı duruyor. Gözleri uyanıkken bile kapalı. Gözlerinin ardından yaşama umudu da sımsıkı kapanmış. Bir insanın vücudunda sadece kasıklar utanır mı? Daha önce hiç şahit olmamıştım, bu kızın sadece kasıkları utanıyor. Yanaşıp içtim kanı. Doya doya içtim. Beslendim, büyüdüm. Cenin parçacıklarını öğüttüm. Ölü çocukları diriltme umuduyla içimde besledim. Acıktım. Kendime yanaşıp orada durdum. Yemek yemeyen kızcağızla olan hikâyemiz de böyle başladı. Hücredeki kız, gözlerini açabildiği ilk anda aklının içindeki kelimeleri de yan yana getirmeye başladı: Uyanmaya başladığımda başımın sol yanında sıcaklık duydum. Baktım; bakmaz olaydım, fare! Ne kadar da korkarım farelerden. Ürktüm. O da benden ürktü. Hücrenin duvarındaki oyuğa kaçtı. Ayağa kalkmaya çalıştım. Külotum 176
yoktu. Ancak bacaklarım, kasıklarım, koltuk altlarım, ayaklarım tertemizdi. Yalanıp temizlenmiş gibi… Ufuk çizgisini kaplayan morlukları gecenin karanlığıyla yıkasam günün ışıkları bu kadar açığa çıkmazdı. Morartılar olmasa... Rahmimde taşıdığım nefes giderken içimde bu kadar derin uçurum açmamış olsa, ruhum böyle ince ince sızlamasa yaşadıklarımın tümünü unutmaya hemen şu an hazırım. Annem ne düşünür acaba beni bu halde görse? Kızar mı acaba kirlendim diye? (...) Kadınlar, baharın ilk sıcaklarıyla birlikte kapı önlerine oturmuş saçlarındaki bitleri kırıyordu. Erkekler işlerinde güçlerinde... Göç yolunda konaklayan kelaynaklar tepeleri kaplamış; toprak, kuşların kanatlarından görünmez olmuştu. Coğrafyaya yabancı olanlar, bu görüntüyü masa üstüne serilmiş ve rüzgâr estikçe dalgalanan kapkara örtüye benzetmesi işten bile değildi. Nehrin ve kuşların kokusu evlerin içine yerleşmiş, ev ahalisinin kokularıyla yakınlaşmaya başlamıştı bile. Kabak da denen ilkel araçlarla nehri geçmeye çalışan yolcular, korkudan dua okumayı sürdürsünler; kabiyelere küçük kavun, karpuz, acur ekenler nehirden çaldıkları suyla bunları sabah-akşam olmak üzere günde iki kez sulamayı ihmal etmiyorlardı. Nehirle okulu ayıran duvarın iç tarafında oynayan çocuklar; her teneffüs, ellerine çubukları alıp toprağı kazmaya başlıyor ve daha bir iki dakika geçmeden suya ulaşıyorlardı. Suyun kenarına herkes ilkin kendi ülkesini, ardından şehrini ve sonunda da evini inşa ediyordu. İsteyen bahçesine havuz yapıyor, isteyen şehre getirdiği denizleri tıka basa dolduruyordu. Ders aralarında hep aynı manzara: Okul çocuğu bedenine bürünmüş elleri ve ayakları minnacık mimarlar, ustalar, 177
kalfalar, çıraklar, yamaklar... durmadan yeni ülkeler, yeni kentler, yeni yapılar ve elbette yeni kuyular inşa ediyordu. Kuru ot ve saman parçalarından balık sürüleri, defter yapraklarından kadırgalar yüzüyordu denizlerde. Hatta kimileri, kalemleri birbirine bağlayıp köprüler yapıyordu. Neler geçip gitmiyordu ki o köprülerin üstünden: İnsan kafileleri, hayvan sürüleri, gelinlerin çeyizleri, baba ölüleri, askere gitmiş ancak dönmemiş dayı ve amcalar, vergi almak için gelen memurlar, haris tahsildarlar, imar durumunu kontrol eden nafıa vekilleri, isyanları bastırmaya giden jandarmalar, devletin gönderdiği fermanlar, eli silah tutanların başlattığı isyanlar… Atlı zabitler birinci dersin sonunda esmer; hatta kara kuru, kalın kaşlı, koyu gözlü, iri bıyıklı, gür sesli komşuları güneye götürürken ikinci derse doğru kızıl saçlı, ela gözlü, açık tenli yeni komşular gelip boş evlere yerleşiyordu. Analar bir kızlarını komşuya, aylar sonra doğuracağı kızlarını ise kadere emanet ediyordu. Bir tek tanrı ve zaman olduğu yerde duruyordu. Bir de kimi mahalleler, sokaklar ve binalar... İnsanlar ve dualar çok sık değişiyordu. Biri elini havaya açarken diğeri yere eğiliyordu. Biri koltuğa otururken diğeri mum yakıyordu. Ancak birileri durmadan gelip geçiyordu. Yolcuların hiçbiri dönüş bileti almıyordu. Nereden alabilirlerdi ki zaten; derse çağıran çan sesi ve öğretmenlerin okuduğu selâlar, küçük bedenleri çil yavrusu gibi dağıtıyordu. Köprü yapanlar köprüsünü, kuyu kazanlar kuyusunu, havuz inşa edenler havuzunu; kim neyi varsa onu alıp sınıfa dönüyordu. Cebe sığmayanlar avuç avuç kum atılarak kurutuluyordu. Nehirlerden karşıya geçenler, yol kapanıp deniz bittiği için bir daha asla geri dönemiyordu. Öğrenciler, evlerine doğru yola çıktıklarında başöğretmen, kalın gözlük camını mercek olarak kullanıp sigarasını yakıyordu. Bu süre içinde sabırlı olup bekleyenler, 178
elbette karınlarını doyuruyordu. Akşam oluyor ve tadı ömür boyu asla unutulmayacak acur dolması sofraya geliyordu. Tarih boyunca bu coğrafyada acurları yıkamak, baş kısımlarını kesmek ve oyulanların içine tuz ve karabiber sürmek çocukların işi olmuştur; kabukları yırtmadan oymak ise annelerin... Bu esnada ablalar kuru soğanları ve sarımsakları ufak ufak doğramış; firikle karışık bulguru, salçayı, yağlı kıymayı, tuzu, bolca kırmızı ve karabiberi tepside karıp yer sofrasına getirmişlerdir. Kalaylanmış bakır tencere, bir kenarda hazır durmaktadır. İçi boşaltılmış acurları doldurmak birlikte yapılan en keyifli iştir. Sırayla hepsi doldurulur ve tepsinin kenarına bırakılır. Sağ elin başparmağıyla dolgunun sıkılığını kontrol etmek, ağızlarına kapak olarak havuç dilimi yerleştirmek ve tencereye dizmek için anne olmak en önemli şarttır. Son olarak üstlerine biraz daha tuz serpilir, su eklenir ve kimi zaman gaz ocağında kimi zaman odun ateşinde pişirilir. Çocuklar daha çok yesin diye bazen küçük oyunlar uydurulur. Dolmalardan birine kimileyin bir parça ceviz ya da badem; kimileyin küçük bir erik saklanır. Sürpriz, daha ilk tabakta ortaya çıkmasın diye de diplere gizlenir. Kimin tabağına geleceği ise sofraya oturmadan bellidir, dersek; buna şaşırır mısınız? Ödüllü dolmanın kenarı azıcık kesilmiş ya da tencereye farklı biçimde yerleştirilmiştir. Kimse bilemez bunu. İhtimal anne adaleti o kadar sağlamdır ki, bilenlerin de aklına itiraz etmek gelmez. O gün kimin şansa daha çok ihtiyacı var ise, ikramiyeli parça ikinci parti servis yapılırken onun tabağına düşer. (...) Annemi merak ediyorum en çok. Benden sonra nasıl yaşayacak? Ölümden çok, annemi üzmekten korkuyorum. Geçen yıl, açlık grevinde şehit düşmüş bir arkadaşım vardı. 179
Annesinin yüzünü unutamam: Hiçbir zaman doymayacak kocaman yemek tabağına benziyordu. Sesi, boş kap kacaktan çorba içmeye çalışan kaşıkların çıkardığı sesler gibi metalikleşmişti. Şimdi anacığım gelip başucuma otursa ve çocukken anlattığı masallardan birini anlatsa; biliyorum, bütün ağrılarım, acılarım bitecek ve ben derin bir bebek uykusuna dalacağım. Kız kardeşimle birlikte ısrar ettikçe masalları ne çok uzatır, onlara ne çok ekleme yapardı. O, her seferinde aynı masalı farklı biçimde anlatmayı; biz de her seferinde aynı masalı farklı biçimde dinlemeyi başarırdık. Balık ana vardı ve yavrularını tüm kötülüklerden kurtarırdı. Devlerin yıkandığı teşte düşenler çırpınıp dururdu. Hele yılanları doğurtan kısmetsiz bir ebenin hikâyesi vardı ki... Masalı her dinlediğimizde ebenin temkinsizliğine nasıl da kızardık. A be akılsız kadın, ne diye sana verilen hediyeyi erken açarsın? Her seferinde onun kapı önüne süpürdüklerini bizler kaybetmiş olurduk. Bilirdik ki; birilerinin sokaklara süpürdüğü artıklar; dünyadaki bütün yoksulları doyurmaya ve tüm çaresizleri ayağa kaldırmaya yetecek kadar çoktu. Kahramanların başına gelen belaları savuşturmak da onların mutluluklarını yaşamak da dinleyenlerin düşerdi.
180
KISMETSİZ EBE Memleketin birinde ebelik, kırık çıkıkçılık yaparak üç beş kuruş kazanan ve biricik oğluyla tek başına yaşayan bir kadıncağız varmış. Uzun yıllar önce, evlenmesinin üzerinden daha birkaç ay bile geçmeden, kocasını tarlada yılan soktuğu haberi ulaşır eve. Haberin hemen ardından da kocasının yarı ölü bedeni... Adamın soluğu, var ile yok arası bir yerlerdedir. Odanın baş kısmına döşek serilir. Neredeyse çocuk yaştan başlanıp düğün sabahına kadar işlenen tığ işi örtüler, kanaviçe pikeler, kenarları çiçekli yastık kılıfları, saten yorganlar, can sıkıntısında ya sabır çekmek için tespih konulmuş kadife torba ve daha ne kadar umut ve ne kadar hayal varsa ortaya çıkarılır. Atalarımız ne der, bilirsiniz: Kız beşikte, çeyiz sandıkta... Neyse... Adamın belinden başlayıp başının altına kadar yastık üstüne yastık konur ve bedeninin üst tarafı yukarı kaldırılır. Adamcağıza son günlerinde bile rahat yüzü yoktur. Yatağa hasta olarak uzatılmaktan çok, sorgulanmak üzere oturtulmuş zanlı gibidir. Yılanın ısırdığı bacak kalpten aşağıda tutulur, ısırılan yerin üç beş santim kadar üstünden de kemerle iyice sıkılır. Yılan-çıyan sokmasına karşı iyi gelen dualar edilir. Yılanın soktuğu yeri emip zehirli kanı tükürmek kadıncağıza düşer. Kadın, kocasının bacağını bir saat kadar bir kez olsun of, demeden emer durur. Ağzında biriken zehirli kanı su tasına tükürüp sabunlu bezle de yarayı siler. Ardından dulavrat, sinameki, yavşan, dar yapraklı sinir otu ile birlikte birkaç diş sarımsak ve kendir tohumunu havanda dövüp bal karıştırmak suretiyle macun haline getirir. Merhemi ısırılan yere iyice yedirir. Yaranın üstünü de temiz ve kenarları iğne oyasıyla işlenmiş yazmayla sıkı sıkıya bağlar. Takdir-i ilahi, adamcağızın kısmetinde gelin 181
döşeğinde uzun zaman uzanmak yokmuş. İkinci güne varmadan son nefesini verip hakka yürür. Önce adam; ardından çeyizler, yıkanıp paklanıp odadan çıkarılır. Adam mezarlığa, çeyizler yüklüğe kaldırılır. Bunca yılın el emeği, göz nuru ne varsa yedi-sekiz ay sonra doğacak oğlanın mürüvvetine kadar sabırla bekleyecektir. Kadıncağız, kenarlarını iğne oyasıyla süslediği tüm umutlarını kasnağa geçirip duvara asar. Fukaralığın gözü kör olsun: Ölüm de doğum da haktan... Gel zaman git zaman, gerek otlarla haşır neşir olmasından gerek işe yatkınlıktan gerekse de kimsenin bu kadarcık paraya onun bunun çocuğunu doğurtmaya ya da irin toplamış yaraları temizlemeye talip olmamasından kadıncağızın payına biraz şifacılık, biraz da ebelik düşer. Dul kadındır; pek öyle çarşı sokak, düğün dernek yakışmaz. Kalan ömründe oğluyla ve oğlunun kuş merakıyla uğraşır durur. Oğlan, ana sevgisinden anasının dizinin dibinden; kuş sevdasından yan komşunun kapısından ayrılmaz. Ana oğul birlikte yemek yapar, birlikte oynar, birlikte ağlayıp birlikte güler. Kadın çocuklaşırken oğul anneleşir. Şükür başlarının üstünde dam, kapılarının ardında kilit, ocaklarında yanan ateş vardır. Şükür ki şifacılık ve ebelikten; yetmezse, iğne ve tığ işlerinden gelenle tencerenin altı kaynamaktadır. Böyle gelip geçer günler. Ta ki yağmurun sel olup aktığı, rüzgârın fırtına olup yıktığı bir kış gecesine kadar... Evin kapısı çalınır. Tuhaf bir ses, kapıyı elin kemikli tarafıyla değil de etli tarafıyla çalıyormuş gibi bir ses... Sevgili okuyucu, biz bu sesi öksüz yılanın dedesinin kapısını çalmasından da hatırlarız, değil mi? Neyse... Lafı uzatmayalım; görkemli iki yılan, kadının kapısına dayanmış ve onu ülkelerindeki bir doğuma götürmeye kararlıdırlar. Oğlan uyanır. Komşunun oğula hediye ettiği güvercin uyanır. Ocaktaki kül ve dahi ruhu 182
kaplayan kaygı uyanır. Kadın, oğlanı kenara çekerek güvercini de kafesin üstüne sofra bezi atarak manzaradan uzak tutar. Ocaktaki köz ve yürekteki korku için sabretmekten başka yol bilmez. Oğlunu sıcak yatağa yatırıp evden çıkar. Önde bir, arkada diğer muhafız olmak üzere yılanların ülkesine yol başlar. Menzile vardıklarında, yılan ülkesinin tenhasındaki gizli geçidin kapağı açılıp içeri girilir. Kadın bakar iş zor. Bebek, annenin tuz taşı yalamasından dolayı şişmiş ve ters gelmektedir. Uğraşırlar, zorlanırlar, hep birlikte ıkınırlar; önce yerler, sonra gökler çığlık atar. Nafile! Ilık su, temiz bez, rahmi okşayan narin parmaklar, ağızdan dökülen cesaret verici sözler, usul usul söylenen ninniler, adanan adaklar; en sonunda ise yılanı deliğinden çıkaran tatlı dil... Neyse ki bütün bu çabaların sonu güzel olur. Doğan yavru da anne de sağlıklı olunca ebeye inanılmaz minnet duygularıyla teşekkür edilir. Doğum yapan yılan hem kendisini hem yavrusunu kurtaran ebe kadına, ahretliği olduğunu söyleyip ellerine sarılır. Bu âlemde olmasa da öte âlemde; zehrinden ürettiği şifa, dişinden yarattığı tılsım ile kulu kölesi olacağını söyler. Ülkenin bilgeler kurulunun üyeleri, ebe kadına ağzı sağlam dikilmiş küçük ve hafif bir çuval verip sıkı sıkıya da tembih ederler: Sakın ola ki, çuvalın ağzını sabaha kadar açma ve içinde ne var diye bakma. Korkudan tir tir titreyen ebe gıkını çıkaramaz. Başını aşağı yukarı sallayarak onaylar. Kanlı ellerini doğumdan artan suyla, alnının terini gömleğin yeniyle, korkudan bozulan abdestini de taş ve kumla temizler. Muhafızlar ebeyi gecenin karanlığında evine geri götürdüklerinde kadıncağız sakinleşmek için bir süre olduğu yere yığılıp kalır. Oğlunun üstünü örtüp kafesteki bezi açar. Ardından çuvalın içinde ne var diye meraktan çatlar ve dayanamayıp sabah olmadan çuvalı açıp içindekileri eşiğe döker. Büyük bir düş kırıklığı 183
beklemektedir kendisini. Çuvala, doldura doldura soğan kabukları doldurmuşlardır. Sinirlenir, söylenir, emeğinin karşılığını alamadığını düşünerek ileri geri laflar eder. Sonunda da kızgınlıkla yere döktüğü kabukları sokağa süpürür. Boş çuvalı da belki bir işe yarar diye evin bir köşesine fırlatır. Bu arada biraz annesini meraktan, biraz da temizlik sırasında çıkan seslerden uyanan oğul, gözleri yarı açık yarı kapalı, annesinin yanına gelip bacaklarına sarılır. Kadın oğlunu kollarına alıp odaya giderken kucağındaki bu küçücük varlığın dünyanın ona bahşettiği en büyük ödül olduğunu hatırlayıp gülümser. Yuvama sağ salim dönüp evladıma kavuştum ya, ötesi pek de önemli değil, deyip tertemiz bir uykuya dalar. Sabah uyanınca gece karanlığında kumaşını iyice göremedim, nasıl bir şeymiş acaba deyip çuvalı incelerken içinde kalan bir iki parça soğan kabuğunun altına dönüştüğünü görür. Işıl ışıl, pırıl pırıl, çil çil saf altın... O anda aklı başına gelir. Neden gece boyunca çuvalı açmaması konusunda tembihlendiğini anlar ancak iş işten geçmiştir. Bir umut, kabukları bulma umuduyla kapı önüne fırlar; nafile! O altınlar kim bilir kimin kısmetidir ki kudretli bir el, ebenin aklını şaşırtıp onları sokağa döktürmüş ve gün ağarırken asıl sahiplerine kavuşturmuştur. Atalarımızın dediği gibi: En büyük belalar, vakitsiz meraktan doğar. Başımıza gelen iyiliklere de kötülüklere de biraz böyle bakmak gerek. Acı da, hüzün de, ayrılık da, ölüm de olabilir kısmetimiz; mutluluk da, vuslat da, doğum da… Sabrı, tevekkülü ve beklemeyi öğrenmiş insan ne şanslı insandır. (...) Masalımızı anlattık, sonunda özlü ders de verdik; hücredeki 184
kıza geri dönmemizin önünde engel kalmamış olmalı. Dönelim öyleyse: Zamanın bir yerinde küçük bir kız varmış ve farelerden delicesine korkarmış. Aslında her şeyden korkarmış: Oğlanların pipisinden, bohçacı ve elekçi teyzelerden, amcaların kucağından, kibrit çöplerinden… Bir gece tuhaf rüya görür kız. Rüyasında bir fare çıkar karşısına. Yeni yavrulamış fare durmaktadır karşısında. Kız deliler gibi acıkmış, divaneler gibi susamıştır. Fare, yavrularını usulca bedeninden ayırıp kıza yanaşır. Meme uçlarından birini kızın ağzına yapıştırır. Uzun süre farenin memesini emer kız. Fare, sabırla bekler kızın doymasını ve susuzluğunun geçmesini. Ses etmez, ürkmez, ürkütmez. Rüya bu ya: Kız, küçük olmasına rağmen onun içinde de oyuncak bebek vardır. O da içer farenin sütünden. Kız korkar; ya bebeği de fare sütü içti diye, o da fareye dönüşürse... Yavrusunun kendisini değil de, fareleri anne bilmesinden kaygılanır. Aniden iki adam çıkar karşısına. Birlikte saklambaç oynayacaklarını söyler adamlar. Kız korkuyla, “Bizim eve gitmemiz gerek; annem kızar, geç oldu.“ der. Adamlar, oyuna başladıktan sonra cayma, mızıkçılık yapma hakkının olmadığını söyler. Adamlar ebe olur. Kız, kendisi için saklanacak yer bulamaz. Belki babasından korkmasa uzaklara gidip saklanacak bir dağ ya da bir taş parçası bulabilirancak ya babası kızarsa ya annesi üzüntüden karalar bağlarsa diye orta yerde kalır. Tabii bir de mahallede birlikte oynadıkları arkadaşları vardır. Onlara sırtını dönerse, onları ortada bırakırsa bütün ömür pişmanlık duyacağını bilir. Bebeğini içinde en derin yere saklar. Adamlar kıza bacaklarını açmasını, bebeğin orada olduğunu bildiklerini ve onu sobeleyeceklerini söylerler. Kız “Hayır, o burada değil; kuş olup pırr diye uçtu, uzaklara gitti!“ dese de inandıramaz adamları. Adamlar ısrarla saklanan arkadaşlarının da 185
bebeğin de yerini bildiklerini ancak bir kere de kendisinden duymak istediklerini söylerler. Eğer saklananların yerlerini gösterirse onu hemen eve göndereceklerine yemin ederler. Zaten adamların kötü niyeti yoktur, diğerlerini de sobeledikten sonra onları da evlerine göndereceklerdir. Kız, nedense adamlara inanmaz. Annesi kendisini uyarmıştır: Gözlerinde güzellik olmayanın ruhunda da olmaz. Bu adamların gözleri, hiç de iyi bakmamaktadır. Adamlar, sinirlendikçe sinirlenirler; önce birkaç tokat, sonra yumruk, ardından bütün bedene tekme... Bağırış çığırış... Birisi para biriktirmeye çalışan çocuk gibidir. İlkokulda, yerli malı haftasında, tasarruflu olmayı öğrenmiştir. Hem atalarımız ne kadar özlü söylemiş, değil mi: İşten artmaz, dişten artar. Kızın kumbarasına durmadan bir şeyler atmaktadır. Önce şişe, ardından cop, ardından kocaman bir el; dünyalı olan ne varsa kızın içine sokulmaktadır. Sonra kızın gerçekleri daha iyi görmesi için kollarını kalasa bağlayarak caraskalla yukarı çekerler. Kız, gerçekten de etrafı daha iyi görür uzun süre. Gördükleri karşısında kollarının bedenini daha fazla taşıyamayacağını da o sırada anlar. Gerçeği bu kadar uzun görmeye dayanamayıp yeniden uykuya dalar. -Sevgili Öğrenciler, dünyanın muhtelif yerlerinde, önemli sayıda örneklem ile yüz yüze yapılan anket sonuçları bize şunu göstermektedir: Askıda durdukça ağırlaşan kişiler, kendilerini fazla kiloları olduğuna inandırır ve o anda diyet yapma kararı alırlar. Üniversitelerin psikoloji bölümleri bu durumu zelfmistaken olarak adlandırmaktadır. Kilolu olmadığı hâlde, kendini kilolu olduğuna inandırma sendromu… Kavram, dilimize özyanılgı olarak çevrilmiş ancak halk arasında yaygın olarak bozuk tartı hastalığı olarak da bilinmektedir. Kızımız da o andan itibaren hiçbir şey yememe kararı alır. 186
Bir ara, içi geçip de uyumadan hemen önce, itiraz etmeye kalkar: “Bu oyunun kuralları böyle değildi.“ gibi bir şeyler söyler. Adamlar durmadan güler. Arkasına geçip yüzüne karşı yaptıklarını orada da tekrar ederler. Adamlar temizliğe özel önem veren birileridir. Oyun sırasında üstünü başını kirleten ya da yorgunluktan uyuklayan çocukları, tazyikli suyla yıkamaya başlarlar. Sıra kıza gelir. Bu halde eve dönersen herkes senin yaramaz kız olduğunu düşünür, deyip kirlenmiş her tarafını yıkamaya başlarlar. Çabucak kurusun diye de elektriğe bağlarlar. İstisnasız herkesi meme uçlarından, pipilerinden, parmaklarından, dudak ve burunlarından hayata pense ve kerpetenle bağlarlar. Çamaşırları mandalla ipe asan ev hanımları gibi dikkatli ve özenlidirler. Kazara yere düşüp toza bulanan çamaşırlar yeniden yıkanıp bir daha sıkılır, ardından kuruması için daha yükseğe asılır. “Aşk, kızgın çöllerden serin sulara atlamak gibidir!” der biri; kız, olan bitene anlam veremediği gibi, bu söze de anlam veremez. Oyunun kuralı değiştiğinde; aşk, kızgın çöllerde bir başına kalmak gibi bir şeydir herhalde, diye düşünür. Aklına, daha ilkokul sıralarındayken âşık olduğu sıra arkadaşı gelir. Aşk, der; aşk büyüklere göre değil; çocukluk hatıralarında saklamak gerek aşkı. Büyükler oynarken hemen bozuyorlar. Bir süre sonra herkes durur. Akşam olmuş, oyun bitmiş, babaların eve dönme saati gelmiştir. O zamana kadar kızın en dip yerinde saklanarak ebelerin hiçbirine sobelenmeyen bebek; karanlıkla birlikte, kızın bacaklarının arasından süzülüp fare yavrularının arasına karışır ve onlarla birlikte sürüne sürüne duvarın öte tarafına ilerler. İlkin, “Biri bu kanı temizlesin!“ sözü duyulur. Ardından “Devrem, şurada ciğer kebabı yapıyorlarmış, değişik ızgaralar da varmış. Kapıdaki bekçi methetti, orada yiyelim mi akşam yemeğini?“ cümlesi... Bir kadın işkencede 187
çocuğunu düşürdüğünde devletin neresi acır? sorusu akıllara bile gelmez. Kız uyanır; bakar ki, hâlâ daracık yerdedir ve fare hâlâ karşısında durmaktadır. Bu çirkin mahluk ne zamandan beri orada durmaktadır ve neden kendisini böyle merakla izlemektedir? Ondan korktuğumu anlamasa bari! Ne aptalsın sen yahu; şu an fare korkun da biraz beklesin bakalım! Belki o da senden korktuğu için böyle kıpırdamadan duruyordur karşında. (…) Kuyruğunu yiyen fare: Yola çıktık. Zorlanmadık. Yol, üstümüze geliyordu zaten. Umarız, gökyüzünden payımıza düşen parçayı taşıyacak gücümüz olur. Deneyelim, belki de sessizlikle aşarız engelleri. Suskunlukla tamamlarız eksiklerimizi. Kabullenerek ıslah ederiz belki de ruhu. Belli ki yenildik. Topu topu bir hayat borcumuz kaldı dünyaya. Yola çıkmadan, yıkanmak için bir yerlerden yağmur bulutu bulalım. Parmaklıkların arasından giren ay ışığı, yolumuzu yeterince aydınlatıyor. Dolunay ortalıkta, gece ağarıyor, bu iyi... Zamanın bir yerinde bir binanın izbe bodrumunda yaşayan iki fare yavrusu varmış ve anneleri dışında her şeyden korkarlarmış. Kedilerden, köpeklerden, insanlardan; hatta hatta, küçük kızlardan… Korku hikâyeleri ile büyümüşler hep. Yaylı kapanlar, tuzak kurulmuş köşe bucaklar, zehirli buğday taneleri, içine iğne saklanmış peynir parçacıkları, kendilerini bir lokmada yiyebilen patlak gözlü baykuşlar… Annesi, kendisine ve kız kardeşine sıkı sıkı öğütlemiş: Benim vermediğim, önce benim tatmadığım hiçbir şeyden yemeyin. Çok zorda kalırsanız kuyruğunuzu yiyebilirsiniz. Nasıl olsa yeniden çıkacaktır. Bir süre böyle idare edebilirsiniz. Ben de o arada sizin yardımınıza mutlaka yetişirim. 188
Bu kızcağızın yerine geçebilseydim keşke; hiç olmazsa bir günlüğüne o dinlense bir köşede, onun acılarının bir parçası benim payıma düşse. Nasıl dayanabiliyor bunca işkenceye? Hep aynı bağırtı: Konuş, konuş! Adamların istediklerini söylese ne olacak sanki? Bu kadar acıyı hakkedecek saklı bilgi ne olabilir ki? Ya da insan, hangi bilgiyi öğrenmek için bu kadar zulmedebilir bir diğerine? İhtimal odur ki, aradıkları ölümsüzlük iksirinin formülü olmalı. En güzeli sıralı ölüm olsa gerek. Geride ağlayanlar bulunur. Okuma gözlükleri kalır, el kadar torunlar; varsa eğer, yarım bırakılmış düşler; olacağına, gerçekleşeceğine kimsenin inanmadığı hayaller… Bir de abartılı anılar… Bir zamanlar yan yana durduğunuz tanıdıkların fotoğrafları... Emekli ikramiyesi ile alınmış eşyalar… Zaman zaman yumurta pişirilen çizik tava… O gün herkes rüyasında dövüldüğünü, itilip kakıldığını gördü. Mesela orta yaşlı sendikacıyı ve onunla birlikte gözaltına alınanları önce cop, sopa ve dipçiklerle dövmeye başladılar. Herkes köşeye sığışmıştı. Evin kedisinin aklına estikçe oynadığı yün yumağı gibi derli topluydular. İçlerinden biri, durmadan üstlerine inen copu tuttu. Onu daha çok dövdüler. Bir diğeri askıda bayılmıştı. Bir diğerinin erkekliğinden beyaz ve yoğun bir sıvı geliyordu. Hücrenin yalıtım sistemi iyi olduğu için elektriğe bağlanan vücutlar yaklaşık iki saat aynı sıcaklıkta kalıyordu. İçlerinden birinin karısını getirip çırılçıplak soydular ve kadının memelerini avuçladılar. Adam gözlerini öyle sıkmıştı ki, gözyaşları kendine çıkacak yer bulamamıştı. Kadın kocasına yalvarıyordu: -Senin gözünün önünde bana bunu yapmalarına izin verme, ne olur konuş; ne istiyorlarsa söyle onlara! -Sevgili öğrenciler; sadece esnek malzemelerin değil, yere çarpılan insanların da zıpladıklarını biliyor musunuz? 189
-Müdür Bey, fizik derslerinde bu olaya aynı ünite ayırmamız gerekmez mi? İnanmayacaksınız, aynen balon gibi; tam şişirilmemiş ya da içine bir miktar su doldurulmuş balon gibi zıplıyor yere vurulan insanlar. Ancak kütlesi iri kayalar gibi, hızlanarak düşüyorlar yüksekten bırakıldıklarında. -Değerli meslektaşım, bizlere bu müreffeh ve modern ülkeyi armağan eden devlet büyüklerimizin anısına sabahları okunan ant sırasında gülen ya da buna tevessül edenleri; gülme eğiliminde veyahut da niyetinde olan ve dahi gülmeyi aklının ucundan geçirenleri disipline sevk hususunda titiz olmalıyız. Demirbaş defterine kaydedilmesi unutulmuş ne kadar aletedavat varsa; istisnasız hepsi, tatilde memleketine dönen üniversiteli delikanlıya ayrı hınç duyuyordu: -Oğlum bak annen nasıl da şanslı; dün seni evden aldığımızda oğlu vardı, bugünse sıfır kilometre kızı olacak. Buradan çıkabilirsen, annenin dizinin dibinde hanım hanımcık oturur çeyizini hazırlarsın artık. Hayırlısıyla kısmetin çıktığında da çocuk çocuğa karışır, evinin kadını olursun. Pardon yahu, senin deliğin yok ki çocuğun olsun. Olsa olsa abdest bozarken çocuk yapabilirsin sen! Nedir ulan bu saçlar? Anan gibi saç uzatacağına baban gibi bıyık bırak evladım! Konuş evladım, konuş; bütün arkadaşların konuştu, sen de konuş! Adını söyle ilkin! Bu yoklukta hepimizin karısı olacaksın, konuş! Küçükken annem bana ve kız kardeşime yiyecek bulmak için yaşadığımız izbe bodrumdan başka yerlere gittiğinde kendimizce masallar uydururduk. Annemiz geri geldiğinde de ikimiz birden sebep bulup kadıncağızın başının etini yerdik. Yaşadığımız yerin karanlık oluşundan, soğukta tir tir titrediğimizden, yiyeceğin azlığından ve daha yığınla şeyden... Kadıncağıza, böyle giderse ileride gerçek fare 190
olmak bir yana, kedilerin önünden kaçacak mecal bile bulamayacağımızı söylerdik. Üstüne üstlük bu kadar çelimsiz ve zayıf iki dişi fareyi hangi erkek fare beğenirdi ki? Bizim eş bulamayacak olmamız neyse de, kendisinin de torun sahibi olamayacağına dair söylediklerimiz kızdırırdı onu. O da türlü hikâyelerle hem avutur hem ders verirdi. Bu dünyadaki tüm canlıların asıl amacının yemek olmadığını anlatırdı. Her seferinde başka masal bulurdu nasıl buluyorsa. Bir gün ihtiyacı olmadığı hâlde durmadan yemek yiyenler üzerine bir masal anlattı. Bu insanlar yemeğe o kadar düşkün insanlarmış ki, yemek sevdasından ölü mü diri mi olduklarını bile fark edemeyecek hâldelermiş. Annemin anlattıkları arasında beni en çok etkileyen masal oydu. Belki de yuvayı terk etmeden önce annemden dinlediğim son masal olduğu için aklımdan hiç çıkmadı. -Senden de, durmadan konuşmandan da bıktım. Uyumak istiyorum, beni rahat bırak! Al git, masallarını da al git buradan!
191
EKMEK ELDEN, SU GÖLDEN ADASI Dünyanın saklı bir yerinde, uzak denizlerin ortasında, bakanın göremediği, görenin hatırlamadığı; tekne geçmez, haritalarda bulunmaz ıssız bir ada varmış. Adanın dağlarında ballı meyveler, denizinde yağlı balıklar, ağaçlarında rengârenk kuşlar, kuyularında tadına doyulmaz sular doluymuş. Ancak ada sakinleri deniz insanlarına yakışan kara yağız, atletik, kasları bedenden fırlayacak gibi dalgalanan kişiler olmak bir yana; hımbıl mı hımbıl, tombul mu tombul, her taraflarından yağ parçaları sarkan, çekik gözlü, hiç gün yüzü görmemiş gibi akça pakça, tarladaki tek izleri geniş ve yayvan kıçları olan insanlarmış. Hep mi öyleymişler yoksa adada durmadan yiyip içmelerinden dolayı bedenleri büyüdüğü için mi bilinmez, devasa gövdelerinin yanında el ve ayakları pek bir küçük kalırmış. Birkaçını bir araya getirip dünyanın aynı tarafına koysanız dünyanın ekseni değişir, gün ışığı o tarafa daha az düşermiş. Dört beşini birbirine bağlayıp düşmanın üstüne atacak olsanız, savaşları anında sona erdirebilirlermiş. Sadece ada ahalisinin cüsseleri mi böyle iriymiş; değil elbet... Kuşlar, ağırlıklarından dolayı son yüz yılda bir kere bile uçamamış; balıklar, karınlarının şişkinliğinden kuma saplanıp kalmış; arılar, döllemek için kondukları ilk çiçeğin üzerine çakılıp tek eşliliği benimsemişler. Meyveler, ağaçlar, kum tanecikleri, taşlar, bulutlar; hatta hatta, gökyüzü... Adanın tenha tarafındaki kimi ağaçlar o kadar büyüklermiş ki, onlar aracılığıyla göğün kimi katmanlarına ulaşmak mümkünmüş. Anlatanların yalancısıyız, ağaçların üst dalları gündüz güneş, gece ise ay ile sohbet edermiş. Toplanmakta biraz geç kalınırsa kirazlar ceviz, cevizler elma, elmalar karpuz 192
büyüklüğüne ulaşıyormuş. İnsan avucuna binlerce, on binlerce kum taneciği sığdırabilir, değil mi; burada bunu yapmak ne mümkün! Ancak iki elinizi kullanarak bir kum tanesini olduğu yerden ayırabiliyormuşsunuz. Adada ne varsa, istisnasız hepsi, bir kuş tarafından farklı zamanlarda buraya getirilmiş ve günahlarının kefaretini eziyetle değil de, mükâfatla ödemeye mahkûm edilmişler. Cezaları da, size tuhaf gelecek, her an tıka basa dolu mide ile yaşamak zorunda olmalarıymış. Tokluk, onların bitmeyen çilesi olmuş. Böyle ceza olur mu, demeyin; her şeyin yoku da çoğu da eziyettir. Öyle olmasa zenginler bunalıma girer miydi hiç? Fakirin sıkıntısı azlıktan, zenginin derdi azgınlıktan. Bir diğer özellikleri de tohuma dönme haklarının ellerinden alınmasıymış. O güzelim, o dolgun, o içinden ab-ı hayat akan meyveler, sonsuz irilikte büyüyebilirken kendinden sonra gelecek olana en ufak katkıda bulunamıyormuş. Karınları yumurta dolu balıklar, bunlardan bir tanesini bile kumlara bırakamıyormuş. Ada ahalisinin dünü, bugünü varmışancak yarını asla olmayacakmış. Adanın dışında, yeryüzüne geldiklerine dair tüm işaretler ehil bir el tarafından silinip temizlenmiş. Ancak adalıların keyfi yine de pekâlâ yerinde... Bir elleri balda, diğeri yağda... Gel zaman git zaman... Rahat, insanoğluna batar, derler ya; aynen o durum hâsıl olmuş ve içlerinde saklı cenneti dışarıda arama merakı iyice depreşmiş. Ardından da karşı tarafa, silik ışıkların olduğu yere, gitme tartışmaları başlamış. Adanın karşısında, titrek bir iki ışıktan anlaşıldığı üzere, yerleşim olduğu tahmin edilmekteymiş. İçlerinden biri söze başlamış: -Kimden duyduğumu hatırlamıyorum ama karşı yerde, bizim bu adanın nimetlerinin dışında, bir de inanılmaz güzellikte kadınlar ve pirüpak oğlanlar bizim gibilere hizmet edebilmek için birbiriyle yarışırlarmış. 193
Bir diğeri daha da abartmış: -Ben de nereden duyduğumu unuttumancak buradaki nimetlerin fazlası orada da olduğu gibi, yediklerimizi inanılmaz kısa sürede hazmedip vücuttan atabiliyormuşuz. Böylece her an yeni tatlara istek duyuyormuşuz. Böylece kimden duyduğu bilinmeyen, hatırlanmayan bilgiler dökülmüş ortalığa: -Ne kadar kilolu olunursa olunsun ne nefes darlığı, ne yürürken zorlanma, ne eklem ağrıları... -Dünyanın en yetenekli aşçıları, en kibar garsonları... -Masaj hizmetleri; geğirme, esneme serbestisi... -Vücudun güzel kokular salmasını sağlayan yiyecekler... -Ne deride sarkma ne gözaltlarında torba ne de ellerde kırışıklık... -Gördüğün her güzelliği elde etme ve hazdan sarhoş olma hakkı... -Uykuda hamamcı olunduğunda meleklerin abdest aldırması...
uyku
bozulmadan
Hülasa pilavın dibinden, fasulyenin üstünden vaziyeti... Bir süre sonra yaşadıkları ada cehennem; var olduğuna dair tek kanıt titrek ışıkların olduğu yer ise, cennet anlamına gelmeye başlamış. Ada mutsuzluğun, karşı yer ise mutluluğun adresi olmuş. Hep birlikte karar vermişler: Lodos estiği zamanlarda daha görünür olan ışığın olduğu yere gidilecektir. Ancak küçük bir sorun vardır: Oraya nasıl gidecekleri konusunda ayakları yere basan tek fikirleri dahi bulunmamaktadır. Biri yüzmeyi önerir. Daha kolay olsun diye de, bedenlerine kabuklu meyveleri bağlayıp yola çıkacaklardır. Bu meyveler 194
hem yoldaki azıkları hem de yüzme esnasında yardımcıları olacaktır. İlkbaharı bu tartışmayla geçiren ahali, yazın sıcak günlerinde ilk yüzme denemelerine başlar. Birkaçı sırayla suya atlamaya cesaret eder ancak durum, ne yazık ki pek de ümit edildiği gibi değildir. Suya atlayan, zamanında ne kadar iyi yüzme biliyor olsa da, neredeyse suya girdiği anda dibi boylamaktadır. Küçücük kalmış kol ve bacakların çırpınışı, o koca bedenleri suyun üstünde tutmaya kâfi gelmemektedir. Neyse ki, işin sonunun böyle olacağını az çok tahmin ettiklerinden, atlayanın beline dayanıklı ot ve saplardan yaptıkları urgan bağlamışlardır. İlk günden son güne, aradaki hikâyeler değişse de, sonuç aynı olur. Kimin cesareti yerindeyse beline urgan bağlanıp iskeleden denize atılmaktadır. Bir iki kulaç denemesi... Ne yazık ki hep aynı nafile sonuç: Sudan yükselen hava kabarcıkları, urgana bağlı arkadaşlarını yukarı çekme ve kocaman mideye baskı uygulayarak yutulan suyun dışarı atılması. Yazın sonunda yüzme fikrinden vazgeçerler. Sonraki zamanlarda farklı fikirler de öne sürülür, bu konuda hoş sohbetler yapılır. Son kararları, sal yapıp onunla yola çıkmaktır. Epeyi zaman sonra, topladıkları dalları birbirine bağlayarak sal yapmayı başarırlar. Yine hem yolda azık hem yola destek olsun diye salın çevresine ahşap kabuklu meyvelerden bağlanır. Artık karşıya ulaşmaları için küçük de olsa araçları vardır. Salı iskeleye getirip suya indirirler. Aralarından üç kişilik heyet seçip öncü grup olarak onları gönderme kararı almışlardır. İşe bakın ki; salın, bırakın heyetin tüm üyelerini, tek kişiyi bile kaldıracak gücü yoktur. Sal, daha ilk üye ayağını koyar koymaz suyun dibini boylar. Bu büyüklükteki sal ile bu işin olmayacağı daha ilk anda anlaşılır. Salı iskeleye sıkıca bağlayıp oflaya puflaya adanın içlerine dönerler. Günlerce, aylarca, yıllarca sürer tartışmalar... Boş ümitler, hayal 195
kırıklıkları, küskünlükler... Daha büyük sal yapmak için çok çalışmak gerekmektedir. Ancak hepsi iyi bilmektedir ki, hiçbirinin çalışmaya mecali de niyeti de yoktur. Biri diyet yapmayı önerir. Yeterince zayıflarlarsa yaptıkları sal iki üç kişiyi olmasa da tek kişiyi taşıyabilir. Hemen diyete başlarlar. Ancak adanın her tarafı inanılmaz güzel ve baştan çıkartıcı yiyeceklerle doludur. Deniz onlara balıkları, midyeleri, babayiğit ıstakozları, levreğin irisini, lüferin dirisini, incinin parlağını sunmaktadır. Çiçeklerden havalanabilen arılar, tepelerdeki kovanlara balın en güzelini doldurmakta, dut yapraklarını yemekten semiren tırtıllar dünyanın en büyük kozalarını örmektedir. Hatta bu tırtıllar, o kadar hesapsız kitapsız yaprak yemektedirler ki, kelebek olup kozadan çıkmaları gerektiği zaman şişmanlıktan dolayı kozanın ucundaki deliğe sıkışıp orada kalmaktadırlar. Ne olacak ki, koza örülsün yeter. Şiirleri pek okunmayan meşhur şairin dediği gibi: Önemli olan saza uygun ağaç bulmak, ipeği eğirecek kazaz bir yerden bulunur. Adalılar zaman zaman bu kozaları iplik haline getirip parlak, tiril tiril gömlekler dikerler üstlerine. Bu, böyle sürüp gider. Tırtıl kozanın içinde ölürken adalılar da durmadan kilo aldıkları için her yıl yeni giysiler dokumak zorunda kalırlar. İçine sığmadıkları eski giysileri ise, güneş tutulmasının gerçekleştiği zamanlarda tanrıya pişirecekleri şükran yemeklerin ateşini harlamakta kullanmak üzere kenara ayırırlar. Doğal olarak böyle durumda ve bu kadar güzel yiyeceklerin olduğu yerde diyet kaç gün sürebilir ki: Bir, bilemedin iki... Gündüz yemeğe uzak duran ahali, geceleri açlıktan, mide gurultularından uyuyamayınca gizli gizli kenara köşeye zulaladıkları salkım salkım üzümlerden, ballı armutlardan, 196
ikiz kirazlardan, kokulu kavunlardan paylarına düşeni alırlar. Diyetin ilk ayının sonuna yaklaştıklarında ne kadar zayıfladıklarını görmek için bodur bir ağaca teraziye benzer düzenek kurarlar. Ağacın çatalına kondurdukları meşe dalının iki ucuna sağlam sarmaşıklardan ördükleri iki de kefe yaparlar. İlk birkaç denemede ya halat kopar ya koca kalçalar kefeye sığmaz. Türlü türlü denemelerden sonra mükemmel olmasa da ortaya bir tartı aleti çıkmıştır. Tartının bir tarafına kucak kucak çakıl taşları, avuç avuç deniz kumu, salkım salkım meyve, öbek öbek sebze konur. Herkes sırayla kefenin boş kısmına oturur ve ortaya çıkan ağırlık ağacın gövdesine kazınır. Her ay bu merasim tekrarlanır. Tuhaf değil mi; hepsi diyet yaptığını söylemesine rağmen, içlerinde kilo verebilen tek kişi bile yoktur. Hatta zaman ilerledikçe kimileri için terazinin ağırlık konan kefesine eklemeler yapmak bile gerekmektedir. Karpuz, kavun; yetmezse, ceviz ve fındık... Yok ki ne yok; sonuç aynı. Salın yarım kişiyi bile taşıması imkânsız… Tartışmalar, bağırışlar, itirazlar sürer. Hatta o sakin ve mutlu günlerin ortadan kalkma tehlikesi baş gösterir. Kimisi küsüp kenara çekilir, kimisi yekdiğerine bağırır, kimisi diğerinin kafasına sopayla vurmaya başlar. Hakikat, böyledir; asayişi bozup anarşiyi ateşler. İçlerinden en kurnazı, bir gece herkes uykudayken salın ipini büyükçe çakıl taşıyla kesip salı denizin açıklarına gönderir. Amacı yeniden o güzel günlerdeki düzeni sağlamaktır. Ertesi sabah herkes üzülmüş ve şaşkın gibi görünse de, sorun çıkarmaya başlamış umut ihtimalinin ortadan kalkmasından dolayı gizli sevinç içindedirler. Sırtlarını denize, yüzlerini adanın içlerine dönüp yürümeye başlamadan önce en bilge olanın sözü dalgaların köpüğüne karışır: -Gelin unutalım, daha vakit varken unutup kurtulalım böyle 197
boş hayallerden.
(...) -Böyle zavallılık olur mu hiç? Umudun olmaması insanı nasıl mutlu eder? İnsan, umuduyla ve kavgasıyla yaşar. Kavgası ve umudu olmayan kişi, acınacak et yığınıdır sadece. Kız, bunları söyledikten sonra kızgınlıkla yattığı yerde ağır ağır dönerek zor da olsa yüzünü duvara çevirdi. Bugün açlık grevinde beşinci gün bitip altıncısı başlayacaktı. Aslına bakılırsa, hikâye böyle bitmiyordu; fare, hikâyenin sonunu değiştirmişti. Adadakilerden biri, üstü başı yarasa tüyleriyle kaplı olarak adaya son getirilen kişi, daha adaya getirilir getirilmez önceki hayatında yaptığı hatalardan pişmanlık duymaya başlamıştı. Buradaki insanların niyetlerinin adadan kurtulmak değil de; esaretlerine bahaneler aramak olduğunu, konuşmaların daha ilk anlarında anlamıştı. Diyet işini, diğerleri kendisini dışlar korkusuyla, onlardan saklayarak sürdürdü. İhtiyacından fazlasını yememeye başladı. Ne kadar parlak renkli olsa da ihtiyacı olmayan meyveye el uzatmadı. Balıklar, kalamarlar, ahtapotlar ne kadar leziz olsa da doyduktan sonra fazlasına yüz vermedi. Günler geçtikçe az da olsa kilo vermeye başladı. Gizli gizli sürdürdü diyetini. Yürüdü, koştu, hopladı, zıpladı... Bir zaman sonra avurtları çökmüş, yüzünün rengi soluklaşmıştı. Neyin var? dediklerinde; üşütmüşüm, midem ağrıyor, dönülmez akşamın ufkundayım, gamzedeyim deva bulmam gibi cevaplarla geçiştiriyordu. Tartıya çıkmadan önce de ceplerine, giysilerinin altına, iç çamaşırlarına; hatta hatta ağzına taş doldurup terazinin kefesine oturuyordu. Diğerleri gibi onun da kilosu her seferinde aynı görünüyordu. 198
Bir gece, yeterince zayıfladığına kanaat getirdiğinde, biriktirdiği peksimetleri ve kurutulmuş meyveleri yolda azık olsun diye koynuna doldurdu. Şükran yemeğinin ateşi için saklanan eski ipek gömlekleri birbirine ekleyip yelken ve gölgelik yapıp ışıkların olduğu yere doğru denize açıldı. Ada sakinleri, aralarından birinin eksildiğini uzun süre anlamadılar bile. Onların gözü yiyecek ve içecekten başka şeyi görecek halde değildi ki, sal ile giden kişinin akıbetine kafa yorsunlar. Fare, kızın rahatlaması için sesini kesti kesmesineancak kenara çekilmeden önceki son dileğini içinden söylemeyi yine başaramamıştı: -Tanrım, ne olur bu kızcağızın yeterince zayıflamasına; duvarları aşacak kadar zayıflamasına bir an önce izin ver! (...) Ne kadar zaman geçti bilinmez. İkisi birlikte kaç öğün atladılar sayan olmadı. Kız içinde ne kalmışsa onunla, fare ise kuyruğuyla idare etti. Hayat kaldığı yerden sürüp gitti. İşi olanlar mesaiye başladı. İşi olmayanlar iş aradı. Kimileri sevdiğine kavuştu, kimileri sevgilisinden ayrıldı. Günü gelen gebeler doğurdu. Kırkı çıkan bebekler, kırklama tası ile su dökülerek yıkandı pâklandı. İlk dişi çıkanlar için diş hediği yapıldı. Anneler agu, babalar bugu dedi. Büyük anne ve babalar agu da bugu, agu da bugu... Çocuk, ilk kelimesini söyledi, anne mutlu oldu. İlk adımını attı, baba sevinçten havalara uçtu. İlk defa okuldan içeri girdi, teyzenin göğsü kabardı. İlk diplomasını aldı, amca kasım kasım kasıldı. Çocuğun doğruları değişti, ailenin tüm fertleri hep birden üzüldü. Bu esnada kavga durmadan sürdü. Evlerde, sokaklarda, mahalle aralarında, şehrin meydanlarında ve 199
hücrelerde... Yeter ki niyet dövüşmek olsun azizim; aramızda “yerim dar, yenim dar“ın lafı mı olur? Fare ile kız arasındaki kavga da durmadan sürdü: -Çocuğun yok senin, nasıl anne olabilirsin? Kim sana anne diyecek? -Sen kimsin ki beni yargılıyorsun? Neler gördün sanki beni tanıyana kadar? -Neden sana bunları yapmalarına izin veriyorsun? İstediklerini söyle ve evine git. -Neden benim parçalarımı yemeye çalışıyorsun? Beni buraya attıklarında, baygınım diye her tarafımı yaladığını fark etmedim mi sanıyorsun? Bak orada, sehpada, asılmış insanlar var. Cesaretin varsa onların boynundaki ipi çıkarıp kendi boğazına geçir de göreyim seni. Gözaltında kaybolanların ağrılarını azalt da kabul edeyim meziyetini, tüm söylediklerine inanayım. -Hep sevgilini soruyorlar. Oysa o dışarıda, sen ise buradasın. Bir kez bile, sormak için bile olsa, gelmedi buraya. Nasıl bir sevgi bu? Kendinden başka sevgilin yok senin. -Sen gerçek aşkı nereden bileceksin? O, benim sevgilim olduğu kadar halkımızın da sevgilisi. Topraksız köylüleri toprağa kavuşturmak için ağalarla mücadele ediyor. -Ara sıra köylere giden yoldan çıkıp sana gelen yola girse fena mı olur? -Lağım gibi kokuyorsun. Çürümüş et gibi kokuyorsun. Benden bile kötü kokuyorsun. Üstelik bunun farkında bile değilsin. İyi ki ayna yok burada, şu komik bıyıklı yüzüne baksan kendinden iğrenirsin. Senden korkuyorum bazen. -Sevgili öğrenciler, sınırlarını iyi ayarlamak şartıyla, zaman zaman kavga etme hakkınızı kullanabilirsiniz ancak şunları unutmayın lütfen: Belden aşağı ya da enseye vurmak, kendi etrafınızda tam tur atarak avuç içiyle tokatlamak, birbirinizin 200
şort ve atletini çıkarmak kurallara aykırıdır. -Nasıl oluyor da bu kadar zaman aç kalabiliyorsun? Lojmandan gelen yemek kokuları seni hiç mi baştan çıkartmıyor? -Kokuların arasına karışmış iniltileri duymuyor musun? Bir insan yanarken ancak bu kadar güçlü koku çıkar. Onlar yemek kokusu değil, yanık insan kokusu. -Hayır efendim, ikinci kattaki komiserin karısı et köftesi ve patates kızartması yapıyor akşam için. Çocuklar okuldan gelince hep birlikte yiyecekler. -Biliyor musun, yemeklerden en çok acur dolmasını özledim. Aslında taze acurlardan yapılanı pek de sevmezdim. Kabağın da acurun da kurutulmuşlarından yapılanlarını hep daha çok sevmişimdir. -Onu bulamam ama küncülü akıt bulup getirebilirim sana. -Nasıl getireceksin? Sen daha küncülü akıt nedir bile bilmezsin? -Biliyorum elbette. Susamları yağsız tavada kavurduktan sonra pekmez, şeker ve ceviz katıyorlar. Ardından da yağlı kâğıtların arasına koyup merdaneyle inceltiyorlar. Soğuduktan sonra da kesip buzdolabına koyuyorlar. Bir evin mutfağında saklanırken görmüştüm yapılışını. Geçen gece de üst katlarda dolaşırken bir çekmecede paketlenmiş olarak gördüm. İstersen bu gece alıp getirebilirim sana. Hem onların değil, benim getirdiğim bir şeyleri yemiş olursun. -Olmaz. Ben yemek seçen mızmız çocuk değilim ki! Ben bedenim üzerine tasarrufta bulunarak direniyorum. Üstelik çok serttir şimdi o. Diş etlerimin çürüdüğünü hissediyorum. İnanmayacaksın ama, açlığa rağmen, yemeklerden daha çok, gökyüzünü özledim. Bir de çıplak ayakla toprağa basmayı… Gizliden gizliye benim gibi olmak isteyen, beni taklit eden kız kardeşimi ve elbet babamı... En çok annemi 201
ama… -Keşke daha küçük olsaydın. Dışarıya çıkabileceğin delikleri gösterirdim sana. Biliyor musun köşedeki şu delikten depoya geçiliyor. Deponun arkasında kullanılmayan gider var. Daha önce lavabo varmış. Sökmüşler ancak kanalizasyon bağlantısı açık duruyor. Oradan dereye, dereden de dükkânların içine... Gece vakti el ayak çekilince de; ortasındaki havuzda balıkların yüzdüğü, kimsenin diğerine karışmadığı geniş bahçelere... Oradaki çile mağarasına girip uyuyan köpekle birlikte sonsuzu bekleyebilirdik. -Keşke çok büyük ve çok güçlü olsaydım. O zaman kafamı lağım çukuruna sokamazlardı. Araba lastiğini kollarıma ve belime geçirip vurduklarında yere düşmezdim. Bacaklarımın arasına yaklaştıklarında tekmelerim onları benden uzak tutabilirdi. Dişlerim ve çenem seninki kadar keskin olmalıydı ki, beni öpmeye kalktıklarında dillerini ve dudaklarını koparabilmeliydim. Ya da uyurken yanlarına yaklaşıp üfleyerek soğuttuğum tüm bedenlerini parçalamalıydım. Sevgilim ve kız kardeşimle gittiğimiz filmdeki at kadar hızlı koşup esaretten kurtulmalı, sihirbaz olup bütün bedenimi sarıp sarmalayan kilitleri dilimin altındaki anahtarla açabilmeliydim. -Kendinle bu kadar kavga etmen ne kadar gereksiz. Kimse tam değil ki, sen tam olasın. Herkes biraz eksik bu dünyada. Bir an önce bu halinle yaşamayı öğrenmelisin, başka çaren yok. Tanrının sadece küçük bir parçasını taşıyorsun üstünde. Herkes gibi... Oysa bütüne sahipmişsin gibi değiştirmeye uğraşıyorsun hayatı. Yine tüm insanlar gibi... Bak, ben bu binanın her yerine girebilen belki de tek fareyim. Kardeşim, arkadaşlarım ömürlerini aynı binanın bodrumunda geçiriyor. Ben de onlar gibi orada doğdum ama onlar gibi aynı yerde kalamadım işte. Belki gereksiz merak, belki boş öğrenme 202
isteği, belki gözü karartan cehalet; ne bileyim sonuçta hayat bu işte. Kabul etmekte bonkör, ret etmekte cimri olmak gerek. Tersi olursa hem kendimizi hem çevremizi mutsuz ediyoruz. Uzağa gitmeliyizancak dönülmeyecek kadar uzağa değil. Yukarı sıçramalıyızancak düşünce kol kanat kırılacak kadar yükseğe değil. Bedenimizin züccaciye tezgâhı, ruhumuzun parmak değse kırılacak nazenin sırça parçası olduğunu unutmamak gerek. Mesele yaptıklarımızda, yediklerimizde, içtiklerimizde veyahut söylediklerimizde değil; bunların ne kadar olduğunda... Uçlara gitmeyi, uçurumun kıyısında oynaşmayı tanrılara bırakmak gerek... -Bir fare gitse gitse nereye gidebilir ki? Öyle konuşuyorsun ki; cürmünü görmeyen de yeni kıtalar keşfettiğini sanacak. -Senin asıl sorunun belki de bu; kendin dâhil kimseyi, bir türlü eksikleriyle kabullenmiyorsun. Kendine yetmiyorsun. Ulaşmak istediğin hayaller öldürüyor seni. Sürdürdüğün kavga ve kurduğun hayaller lanetin olmaya başlamış, fark etmiyorsun. Benim keşfedeceğim hayatı kendi kafandakiyle kıyaslayıp küçümsüyorsun beni. Benim liderliğim boyum kadar… -Lidermiş, öncüymüş. Hadi canım oradan. Neye önderlik edip nereleri görmüş olabilir ki zavallı bir fare? -Daha çok küçüktüm. Buluğa erip ilk reglimi bile olmamıştım. Yuvadan firar edip kumların içinden derinlere daldım. Bir anne yılan kurtardı beni kendi evladının elinden. Ardından lokantaların mutfaklarına dadandım. Gizli gizli aşçıları, çırakları, patronları, müşterileri izledim. -Sonunda da kürkçü dükkânı misali buraya döndün! -Hayır! Dönmeden önce meyhanelerde sarhoşlarla, çarşıda türlü türlü esnafla, arka sokaklarda kulamparalar, pezevenkler, genç sermayelerle aynı mekânları paylaştım. Dergahlarda dervişlere yoldaş oldum. Onulmaz ağrılar 203
çeken hastaların iniltilerini dinledim. Aslında senin çığlıklarını duymasaydım bu izbe yere girmeyecektim. Beni çağırdığını düşündüm ve geldim. -Ben seni neden çağırayım ki, senin bana ne faydan olabilir? Ayağa kalkabilsem bir tekmeyle öldürebilirim seni. Bu kadar konuştuğumuz yeter, biraz uyuyalım. Çok bitkin hissediyorum kendimi. -Kötü de olsa verilen yemeklerden yemelisin. -Hayır, yapamam. Onlara boyun eğmiş olurum. Bedenimden başka silahım yok elimde, yemek yersem onların zaferini kabul etmiş olurum. (...) Evlerin önünden ışıklar çekilmeye başladı. Sokaklar daha kırılganlaşıp vitrinler kibarlaştı. Rüzgâr, ahaliye acımayıp şehrin girişinden çarşılara doğru içini hızla boşaltsa, ihtimal tek tezgâh bile yerinde derli toplu duramayacaktı. Eşinin böbrek ağrıları için aktardan meyan kökü satın almış memur köşeyi döndü. Karşı binada oturan kıza kendini beğendirmek isteyen delikanlı bakışlarını bahçe duvarlarındaki kayrak taşlarından ayırmadan ilerledi. Perde mi hafifçe oynadı, kız mı bir an dışarı baktı bilen olmadı. Oğlan, yol kenarından topladığı birkaç dal sarı ve pembe civanperçemini evin basamaklarına bıraktı. Akşam ezanı okunmasıyla birlikte, terzinin mıknatısı masada dolaştırıp iğneleri toplaması gibi, çocuklar ortadan kayboldu. Birinin ölümü anlatması gerekiyordu, iş kuyruksuz fareye düştü. O da tevekkülle başladı bu işe. Oysa ne güzel olurdu ölümlerden, acılardan, çilelerden değil de; mutluluktan söz etmek. Bu sefer böyle olmadı. Kısmet, gelecek hikâyelere… Belki neyi “feda” ettiğimizi orada görürüz. Belli mi olur; belki de hayatın ihtiyaç duyduğu “kefaret”i öderiz. Bizim de 204
“haz”dan payımıza düşen belki de budur. Kız, epeyi bir gün daha kaldı yattığı şiltede. Çok kısa anların dışında ne gözünü açabildi, ne bilinci tastamam yerine geldi. Bir devlet daha kendini sağlama alabilmek için küçük kızları, oğlan çocuklarını, bebekleri, babaları, anneleri, sevgilileri, zayıf ya da şişmanları, uzaktan akrabaları, kan bağından daha sağlam değerlerle birbirlerine sarılanları, iplikteki sıkı düğümleri tereddüt etmeden gözden çıkarmaya başlamıştı. Üniformalı memurlar, arada bir hücre kapılarını açıp ardından kapattılar. Düşman, dışarıda kaldı. Birilerini içeriye alıp birilerini dışarı çıkardılar. O sırada birileri acıktı, birileri karnını doyurdu, birileri endişelenirken birileri umutla baktı geleceğe. İşe yeni başlayanlar terfi alıp şef oldu. Şefler müdür, müdürler genel müdür, genel müdürler en başmüdür… Böylece herkes kabahatin, günahın ve suçun bir ucundan tutuverdi. Bütün bunlar olurken fare bir an olsun kızın başucundan ayrılmadı. Son gün, mesai bitiminden çok sonra, nefes almayı bıraktı kız. Kuyruksuz fare, kızın üstünden örtüyü çekip aldı. Mahrem ortaya çıktı. Anladı ki; onun dünyada olma sebebi, mahremi öpe koklaya temizlemekten başka bir şey değil. O da öyle yaptı. Yalayıp temizledi tüm ayıpları. Kanamalar durdu, morartılar geçti, kızarıklıklar düzeldi, yırtıklar dikildi, kırıklar kaynadı, çatlaklar yapıştı, yarıklar kapandı. Uzakları yakın, gurbeti sıla eyledi. Tertemiz oldu kız. Annesinin çocuklukta leğende yıkadığı günlerdekinden bile temiz… Şehrin ortasından farları yanmakta olan otobüs geçti. Yolculardan kimileri yol boyunca bir an olsun gözlerini kapatmamıştı. Sabah ezanı okunduktan sonra ortalık aydınlanmaya başladı. Geri hizmete alınmış bekçi kapıyı açtı. Kıza birkaç adım yaklaşıp etrafa göz attı. Fareyi gördü. Aldırmadı. Kızın çıplaklığından utandı. Cebinden avuç içinde 205
kaybolacak kadar küçük cep aynasını çıkarıp kızın ağzına, burnuna tuttu. Ardından aynayı kendine çevirdi, en ufak buğulanmanın dahi olmadığı aynada parmaklarıyla saçlarını taradı. Dışarıya çıktı, bir zaman sonra yangın köşesinin temizliğinden sorumlu hademe ile birlikte döndü. Birlikte bu soluk sarı, bu tertemiz bedeni asker yeşili battaniyeye sarıp dışarı çıkardılar. Gasilhanedeki kadın birlikte çalıştığı arkadaşına: -Bunca yıldır ölü yıkarım ancak şimdiye kadar bu kadar zayıf ve bu kadar temiz beden daha görmedim. Buraya getirmeden önce yıkamışlar mı acaba, dedi Diğer kadın, kendileri mevtayı yıkarken biraz ötede kucağında patiska ile sırasını bekleyen akrabayı gözleriyle işaret ederek “Sus, bizi duyabilir.“ diye fısıldadı. -Sen de benim her şeyimi eleştirmeyi iş edindin ha; kötü bir şey demiyorum ki, üstelik pek de genç ve de oldukça güzelmiş, dedi alıngan tavırla. -Kızma hemen, idareye şikâyet ediyorlarmış konuşmalarımızı. Ara verince çaylar benden olursa hanımefendimiz beni affeder mi acaba, dedi belli belirsiz gülümsemeyle. Yanıt kısaydı: -Düşünürüz! Cenazeyi kızın annesi ile genç kadınlar taşıdı. Kız kardeş, tabutun birkaç metre önünde, ablasının çerçevelenmiş fotoğrafını mı yoksa onun açlıktan iyice küçülmüş bedeni mi kucaklamıştı, kimse anlamadı bunu. Ölüm haberi ve cenazenin öğle namazına müteakip kaldırılacağı sabahleyin, daha kahvaltılardaki ilk bardak çaylar bile bitmeden şehrin dağları taşları dâhil herkes ve her şey tarafından duyulmuştu. Küçük yerlerin kaderidir bu: Sırrınız kıt olmalıdır. Dostu çoğaltıp düşmanı azaltmayı bilmek gerekir. 206
Cenaze kafilesi, baba evine getirildi. Dua edildi, ant içildi, ahitleşildi. Kafile mezarlığa doğru ilerledikçe kalabalık arttı. Şehrin ahalisi cenazeden çok, düşman işgalinden kurtuluş törenlerine hazırlanmış gibiydi. Yürümekte zorlanan yaşlılar, sokağa bakan pencere önlerine sandalyelerini çekip keçi yününden minderlerini altlarına düzgün biçimde yerleştirdiler. Çekirdek çitleyen birinin ağzına hiç acı tat gelmedi. Terziler pantolon paçalarını daha geniş yapma konusunda anlaştı. Kahvede barbut oynayan biri şeş beş attı ve öne sürülen tüm parayı kendine çekti. Namazdan hemen önce okunan sala, yarışı başlatan tabanca sesinin yerine geçmişti. Cenaze alayı su satılan meydandan geçerken yaşlı karı koca, kendi kızlarını yolculuyorlarmışçasına kederliydiler. Adam, kafasını içeri sokup gözlerini sildi. Yaşlı kadın dayanamadı, avluyu yıkamak için hazırladığı bir kova suyu cenazenin ardından toprağa döktü. Mahalleli iki delikanlı, uzun zamandır bu anı bekliyorlarmış gibi, nereden bulduklarını kimsenin bilmediği gelinliği getirip tabutun üstüne mahçup bir tavırla örttüler. Deniz ikliminin hakim olduğu yerlerde uzun süre kaldığı tenindeki tuzlu su ve güneş yanıklarından anlaşılan oldukça zayıf bir adam, kafiledeki herkese bir parça peksimet, biraz da kuru meyve uzattı. Dudaklar, yolcunun mekânının cennet olması için açılıp kapandı. Oğlan çocukları top oynamayı durdurdu. Kaptan olduğu koluna geçirdiği ten rengi eskimiş kadın çorabı lastiğinden anlaşılan biri, “Ölü ölmüş, dişlerinizi kapayın.“ dedi. Küçük kızlar, bir solukta annelerinin yanına koşup bacaklarına sarıldılar. Yavru kediyi köşeye sıkıştırmış iki sokak köpeği geri dönüp cemaate birkaç metre yaklaştı. Kuyruksuz fare, en geride durdu; duvar diplerine, taş altlarına, su küplerinin, sebze-meyve kasalarının arasına saklanarak ilerledi. Neredeyse adam boyu kazılmış çukurun yanına gelindiğinde 207
tabut yere bırakıldı. Üstündeki gelinlik ve örtü kenara alındı. Kapak, elden ele biraz daha ileriye gönderildi. Hoca, “Mezara kim inecek?“ diye sordu. Baba, yakın akraba çocuklarının yardımıyla çukura inip kızının uzatılan ayak kısmından tuttu, baş kısımda ise genç ve esmer bir adam duruyordu. Yüz kıbleye çevrildi. Elden ele taşınan tahtalar çapraz olarak yerleştirilmeden önce duvağı ayırıp gelinliği mezardakilere uzatan anne “Bunu da örtün üstüne, eksik gitmesin.“ dedi. Genç adam gelinliği örtmekten çok, özenle giydirmeye çalışır gibiydi. Gelinlik bedene tam oturdu. Ne potluk, ne sarkma, ne kırışma... Sipariş üzerine dikilse bu kadar yakışmazdı. Kullanılan saten kumaşın kalitesi; üstündeki dantel aplikler, iğne işi motifler ve koyu mor iplikle işlenen lavanta çiçekli aksesuarlardaki özen kendini hemen belli ediyordu. İç dikişler de dış dikişler kadar kusursuz bir işçiliğin ürünüydü. Tahtalar sıkı sıkıya birbirine yaslanıp ölünün üstüne doğrudan toprak gelmeyecek biçimde dizildikten sonra ilkin baba çıktı mezardan, ardından esmer olan delikanlı. Cemaatin büyük kısmı yere çömeldi. Hoca bir şeyler mırıldandı. Ardından ölüm üzerine bir hadisten parçalar nakletti: -Bizi öteki dünyaya uğurlayan, kendi cenazemizde mezara kadar bize eşlik eden üç şey vardır: Servetimiz, çocuklarımız ve amellerimiz. Servetimiz ve çocuklarımız geri döner ama amelimiz gideceğimiz gerçek âleme bizimle gelir. Sonra sustu, ortada tuhaf durum vardı. Çocukların ana babaları değil de, ana babaların çocukları uğurladığı zamanlardı ve kimsenin mezarlıktan dönecek ne serveti ne çocuğu vardı. Aslında ameller de bizimle gelmeseydi, daha iyi bile olabilirdi. Sonra o sıcakta bile ceket giyenlerden biri; epeyi yüksek sesle, neredeyse hançeresinin tüm kuvvetiyle, yoldaşlık ve ölümsüzlük ve başkaldırı ve öç alma ve kanlı 208
günler ve kahrolması gerekenler ve yaşaması gerekenler ve insanlığın kurtuluşu ve halkların kardeşliği ve ırkların dayanışması ve kavimlerin direnişi ve kendini feda etme ve özgürlüğün yakınlığı ve eşitliğin daha yakınlığı ve bağımsızlığın inanılmaz derecede yakınlığı ve güzel günlerin eli kulağında oluşu ve aydınlık zamanların göz açıp kapayıncaya kadar kısa zamanda görüneceği ve bolluk ve bereketin elimizi uzatsak yakalayacağımız kadar yaklaştığı ve zaferin aniden ortaya çıkacağı ile ilgili bir şeyler söyledi. Konuşma yapanın akranı yaştakiler kollarını havaya kaldırdı. Hep birlikte yemin ettiler. Dövüşerek ölenler toprağa gömüldü, uzlaşarak yaşayanlar şehirdeki işlerine döndü. Oldukça sert bakan biri, hemen yanındaki üç arkadaşına o akşam yazılamaya çıkacaklarını söyledi. Onlardan daha yaş almış olanlar biraz uzakta; dış halkada, yere çömelip tespih çektiler. Onların da uzağında; karanlıkta ve aydınlıkta, sabah ve akşam, haftanın ilk ve son günü, gelene ve geçene, kadınlara ve erkeklere... kimlik ve iyi hal kâğıdı sorup zaman zaman da onları bir yerlere götüren görevliler, daha çok yer kabuğundaki değişimleri izleyen bilim insanı edasıyla, bütün coğrafyayı gözetlemeyi sürdürdüler. Kuyruksuz fare gece olana dek orada, annelerin gözyaşlarına dayanamayıp ortası çöken taze mezarların içine saklandı. O mezardan bu mezara geçerek karanlığı bekledi. Uyumaya çalıştı, olmadı. Zaman geçsin diye ölenlerin adlarını, doğum ve ölüm tarihlerini okudu. Bu bölgeye gömülenlerin hemen hepsinin daha hayatlarının baharında, gencecik insanlar olduğunu fark etti. İnsan ömrüyle fare ömrünü kıyasladı. Buna göre ölenlerin hemen hemen hepsinin kendisinden küçük olduğu sonucuna vardı. Mezarlık otlara, börtü böceğe, toprağa, taş parçalarına, rüzgâra, servi dallarına, taş kaidelere, sessizliğe ve elbette 209
en önemlisi tanrıya ve kendisine kalınca dışarı çıktı. Kızın baş kısmına saplanmış üzerinde ada, pafta, nesep gibi bilgilerin olduğu tahta parçasına bağlanmış duvağı dişleriyle söküp aldı ve üstüne geçirdi. Gören olsa, kuyruksuz farenin o gece gerdeğe girecek heyecanlı ve taze bir gelin olduğunu düşünürdü. Sonra olduğu yerde bir süre durdu, bedenini toprağa sürdü ve yüzünü göğe çevirip mutluluğunu dillendirdi: -Şükür, şükür ki aldın onu; aldın götürdün bu cehennemden
210
TAZİYE YEMEĞİ Ölüm meleği, son olarak ameliyathanedeki öğretmen derneği temsilcisi ve kuşbaz ile konuşup onlara ödevlerini verdikten sonra, biraz olsun dinlenebilmek ümidiyle, kanlı mabedin içine girdiğinde her zamankinden farklı bir havanın ortama egemen olduğunu hemen anladıancak dinlenme ihtiyacı ve ayak ağrıları merakının önüne geçti ve günah çıkarmak için kullanıla kullanıla günahın kaynağı olmaya başlamış tahta paravanlı bölüme süzülüp derin uykuya daldı. Aslında azıcık dikkat etseydi, harabenin içinde bir karıncanın aksayarak ilerlediğini; kuyruksuz bir farenin ise hayata meydan okuyarak dolaştığını görebilirdi. O güne dek sadece tek sakini bulunan mabedin nüfusu, bu aralar tam dört katına çıkmıştı. Üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen mekânda yaşanan fecaatin izleri, ne hatıralardan ne de duvarlardan silinebilmişti. Bu yıkık dökük binanın gerek korkutucu izbeliği gerekse hakkında anlatılan ve ne kadarının gerçek ne kadarının uydurma olduğunu kimsenin bilmediği hikâyeler nedeniyle şimdiye kadar en namlı delikanlıların bile bırakın içeri girmesi, kapısına yanaşması dahi söz konusu olmamıştı. Bunca zaman içinde kekeme baykuş dışında yaşayan da olmamıştı. Diyeceksiniz ki, nasıl olur da bu kadar uzun zaman tek başına kalabilir? Hem baykuşun ömrü bu kadar uzun mu? Uzun hatta daha da uzun... Üstelik biz anlatılanların, duyduklarımızın yalancısıyız; elçiye zeval olmaz. Bu sayfaya kadar geldiniz, bir hukukumuz oldu; hakkımızda ileri geri konuşmalarınızın bizi gerçekten üzdüğünü belirtmeliyiz. Neyse... Baykuşun kekemeliğinin sebebinin korkuları olduğu rivayeti dolaşırdı ortalıkta. Kimileri ise, işin aslının öyle olmadığını; baykuşun gözlerini açtığı ilk andan 211
itibaren işsizlik ve pahalılığı ve sömürü düzenini ve gelir dağılımındaki dengesizliği ve daha bilcümle meseleyi protesto yöntemi olarak böyle bir tercihte bulunduğunu iddia etmekteydi. Dünyaya geldiği ilk zamanlardan bu yana huysuz, geçimsiz, çekilmez; atsan atılmaz satsan satılmaz ve dahi evlat olsa sevilmeyecek biri olduğu söylenirdi. Başkaları ise, bunların tümüne karşı çıkıp baykuşun bencilliğinden dolayı kavminin ileri gelenleri tarafından buraya sürüldüğü hususunda ısrarcıydı. Meğer bizim bu lalik baykuş o kadar açgözlü, o kadar bencil, o kadar duyarsız biriymiş ki; belli bir zaman sonra, kavminin diğer üyeleri onunla yaşayamaz hale gelmişler. Son gün tüm ailenin hakkı olan böcek, solucan, fare gibi yenebilecek tüm mahlûkatı diğerlerini düşünmeden tek başına yiyince de hakkındaki kararı kesinleştirmişler. Kimsenin giremediği bu kanlı mabede hapsetmişler onu. Ölerek bile olsa bu cezadan kurtulmasın diye de; çıkardığı pisliği azık, işediği sıvıyı şerbet kılıp kıyamet gününe dek bu mekânın bekçiliğine mahkûm etmişler. Baykuş da binadan dışarı çıkamayınca en ücra köşeye sinmiş ve gözlerini pörtletip akıbetini beklemekle geçirmeye başlamış günlerini. Gece olup her tarafa karanlık çökünce de pusuya yatmış; yolunu şaşırıp buraya giren ya da yaklaşan olur diye... Binadan içeri bakmak ya da binaya girmek isteyenleri, derin yer uğultularından daha buğulu ve zaman zaman kesintiye uğrayan boğuk sesiyle ikna etmeyi her seferinde kolayca başarmış. Üstelik sesi hiç de diğer baykuşlar gibi sert, emredici ya da şeytani olmadığı halde... Elbette, içeriyi kaplayan koyu karanlığın ve sonu olmayan boşluğun bu konuda kendisine verdiği desteği de inkâr etmemek gerek. Birinin gölgesi binaya düşmeye görsün; kimileyin dinlene dinlene, kimileyin kesik kesik, kimileyin uzun uzun, kimileyin pek acıklı, kimileyin çok dertli, kimileyin de oldukça hüzünlü ve tuhaf çığlıklar atarak 212
savuşturmuş tehlikeyi. Tek dostu yokmuş. Nasıl olsun ki; o güne dek içeride yaşayabilen tek canlı kırıntısına dahi kimse şahit olmamış ki! Soğuktan donmak üzere olan sokak itleri bile, aralık pencerelerden daha kuyruklarının tamamını geçiremeden şeytan görmüş gibi üst pervaza çarpıp kaçmaktaymışlar. Yakın evlerde oturanlardan birinin uzay istasyonunda getir götür işine bakmakta olan amcaoğlunun söylediğine göre, kafayı uzatma ile kaçma arasındaki sürenin kısalığını ölçebilecek aletler sadece kendilerinde bulunurmuş. Ara sıra, özellikle de gecenin epeyi ilerlemiş vakitlerinde; kimi gençler, ellerinde boya kovası, kostik dolu teneke, parmak rulo, araba yıkamada kullanılan fırça... Afiş yapıştırır, bazen de koyu kırmızı yazılar yazarlarmış. Boya alacak paraları olmadığında ise; muhalefetlerini, kolay silinmesin diye bol tuz katılmış kireç marifetiyle sürdürürlermiş. Hatta bir seferinde, bir kız arkadaşlarını toprağa verdikleri günün akşamında, dört arkadaş her sözcüğü ayrı birinin yazması hususunda anlaşıp mabedin duvarına tam KATİL DEVLET HESAP VERECEK yazacakken baykuşun sesinden ürküp kaçan iki numaralı arkadaşları nedeniyle KATİL (boşluk) HESAP VERECEK yazabilmişler. Ertesi gün, binanın hemen karşısındaki okulun edebiyat hocası, öğretmenler odasında çay içip kâhke yerken pek güzel eleştirmiş bu cümleyi: -Katil kelimesinden sonra virgül koymak gerekir ki; hem vurgu oluşsun hem de okuyan kişi diğer kelimeye geçmeden önce bir süre duraklasın. Üstelik katil ile hesap vermek arasındaki boşluğun uzun olması da kurallara uygun değil. Cümlenin sonuna ünlem işareti de konmamış. Oysa seslenme, dikkat çekme, itiraz amaçlı ya da cevabı beklenmeyen soru formundaki cümlelerin sonuna ünlem işareti konması gerekir. 213
Ancak aynı öğretmen, hemen ertesi teneffüs, kulağına bir şeyler fısıldanmış olmalı ki; yine aynı odada, yüzü korkudan bembeyaz kesilmiş hâlde, bir önceki teneffüs esnasında yaptığı konuşmasına açıklık getirmiş: -Biz noktalı virgül tabii ki her daim devletimizin virgül milletimizin virgül vatanımızın yanında olan vatandaşlarız nokta Gerektiğinde bayrağımız uğruna her şeyimizi gözümüzü kırpmadan feda etmesini de biliriz. Hatta hatta bir an bile tereddüt etmeden bu değerler uğruna ölmeye de hazırız. Vatanımızın birliği, bayrağımızın tekliği, devletimizin ebed müddet oluşundan kuşku duyan varsa; o, haindir. Bayan arkadaşlardan özür dileyerek ve de hâşâ huzurdan homonun önde gidenidir. Benim önceki teneffüste yaptığım konuşma, dilimize duyduğum saygıdan ve ona atfettiğim ehemmiyetten kaynaklanmaktadır. Öğretmenlerin içinde hemen hemen kimse bu sözlere pek anlam veremezken zaman zaman emniyetin arka bahçesindeki kamelyada çay içtiği söylenen müdür yardımcısı, panik halindeki bu konuşmayı müztehzi bir gülümseme ve iş işten geçti bakışlarıyla karşılamış. Binanın dehşeti hakkında yığınla tevatür bulunmaktaymış: Mesela uzak diyardan buraya gelin gelen bir kızcağızın; belediye nikâhından yaklaşık altı-yedi ay sonra, bu binanın yakınlarından geçtiği günün akşamında sancılanıp dört kilogram üç yüz gram ağırlığında tosun gibi oğlan doğurduğu dilden dile dolaşmaktaydı. Çalışanların o ayki maaşlarını bankadan çektikten sonra işyerine dönen mutemetin elindeki çantayı gaipten bir elin tam binanın önünden geçerken çekip aldığı ve çantanın ancak aylar sonra parçalara ayrılmış hâlde mezarlıkta bulunduğu diğeriydi. Kuşkusuz ki en çok ilgi göreni ise şuydu: İlçe belediyesi tarafından dik yokuşlu sokakların çöpünü taşımakta yıllarca kullanıldıktan sonra, ilerlemiş 214
yaşından dolayı emekliye sevk edilen eşeklerden biri, kafasını binaya soktuktan hemen sonra gerisin geri öyle hızlı koşmaya başlamış ki; görenler, at yarışlarına eşeklerin de kabul edildiğini ve her yıl yapılan geleneksel at pazarı koşularından birinin şehrin bu tarafına alındığını düşünmüşler. Hatta kötü niyetli kişilerce sahipsiz kabul edilip kesilmesini ya da kendini bilmez abazan gençler tarafından tecavüze uğramasını engellemek maksadıyla belediyenin üzerinde bıraktığı KER 001 plakası işlenmiş keçe semerin de, bu koşu sırasında iki sokak ötedeki evin damına uçtuğu dilden dile anlatılagelmiş. Bu son hikâyeden epeyi etkilenen ve evin rızkını sık sık beygir yarışlarına kaptıran radyo tamircisi, bir gece iyice demlendikten sonra, bahislerde neden para kazanamadığını da nihayet anlamış: Sebep, üzerine oynadığı atların hayat gailesinden uzak oluşları ve herhangi hususta korkularının bulunmamasıdır. Yarışacak atların neden bu tür dertleri olsun ki! Ekmek elden su gölden… Hangi hayvanı, bir kişi tımarlarken diğeri de yelelerini okşayarak “Kızım benim, güzel kızım!” diye sevse; otun en lezizi, yoncaların dört yapraklısı, samanın en kurusu kimin önüne konsa o şımarır. Radyo tamircisi, o günden sonra seyislerin ufak ufak dumanlandığı, haftanın bir günü de kuş mezadı olarak kullanılan kahvenin izbe köşelerinde pineklemeye ve beygircilere atların sülalesini sorup durmaya başlamış. Herkes atların anneannesinin kirpiklerinin uzunluğunu, koşacak beygirin büyük babasının askerlik arkadaşının kemik sayısını ya da amcasının cima yaptığı kısrakların şehvetini; doru taylardan, tırıs gidenden, yan bakandan, eğitildiğinde kendi taşaklarını temizleyenlerden, amcığına batmış dikeni dişleriyle çekenden söz ederken radyocunun derdi at sahiplerinin cimri mi bonkör mü olduğu, hayvanlara yedirilen otların nereden derlendiği, 215
yarış öncesi gecede atların düzüşmesine izin verilip verilmediği gibi konularmış. Bir süre sonra kahvenin müdavimleri, radyo tamircisinden kuşkulanmaya başlamış. Tek yarış kaçırmadığı halde bir kere bile kazandığı görülmemiş; üstelik, verilen tüyoları da önemsemeyen bu adamın önceleri acemi bir kulampara olduğu düşünülmüş. Bu çelimsiz seyisleri dumanladıktan sonra, ağır amonyak kokusundan tenasül organlarının bile içeriye zorla sokulduğu dipteki kenefte, düzdüğü dedikodusu yayılmış ortalığa. Kimi seyisler, bu söylentilere o kadar inanmış ki, sabah olup da ayıldıkları ilk anda, sote yerlerde donlarını indirdikten sonra gerilerini aynaya dönüp kimseye çaktırmadan götlerinde yırtık, açılma olup olmadığını kontrol eder hale gelmişler. Hatta sürekli ekmek ve etten oluşan kuru sokak yemekleriyle beslenmekten ve isot, karabiber gibi baharatlara aşırı düşkünlükten oluşan kimi baloncukların kanamasını bile gecenin meçhul saatlerine yoranlar olmuş. Başına benzer durum gelen seyislerden biri, bir süre bu durumu gizledikten sonra, derdini hipodromun merkez binasındaki ağırbaşlılığı ve ketumluğuyla herkesin saygısını kazanmış veterinere sormaya karar vermiş. İç çamaşırındaki kanamayı arkadaşının başına gelmiş gibi anlattığı veteriner, durumun toplardamarın genişlemesinden kaynaklandığını ve tıbbiyede buna hemeroit, halk arasında ise basur dendiğini ve atalarımızın bu hususta herhangi bir özlü söz dile getirmediğini, dile getirmişse de kendisinin bunu bilmediğini; kimse o arkadaş, onun bol bol sebze, meyve ve lifli, posalı yiyecekler yemesini ve arasıra da bir kaşık sinemaki otunu kaynatıp içmesini; en önemlisi de defihacet eylerken asla ıkınıp sıkınmaması gerektiğini söyledikten sonra, kanamalı hastamızın kutsal aile müessesesine mesafeli duruşu ve dışarıda yemek zorunda oluşu göz önüne alınarak illa dürüm yenecekse de; bir süre, ciğer ya da tike kebabı yerine 216
lolaz gibi yiyeceklerin dürümünün yenmesini, durumda düzelme olmazsa da doktora görünmesini salık vermiş ve sözlerini şöyle bitirmiş: -O arkadaşa söyle vakit geçiyor, bir an önce evlenip çoluk çocuğa karışsın. Bu ömür, at sırtında bitmeyecek kadar uzun; biraz daha gecikirse, emekliye ayrılan tek toynaklılar gibi karşı dağın eteklerine tek başına otlar, haberi olsun. Konuşma böyle olunca kaygılar sona erdi ve herkes derin bir oh, çekti; her iş de rayına girdi. Kanama konusunda epeyi rahatlayan seyisimiz ertesi sabah erkenden, kahvaltı için her daim gittiği ara sokaktaki ciğer kebapçısının hasır iskemlelerine değil de; cadde üzerindeki kitapçının yanındaki fırının köşesinde lolaz satan adamın tahta kürsülerinden birine kuruldu. Tezgâhın arkasındaki tıknaz adam; fırında, gün içinde kullanacağı tırnaklı ve açık ekmekleri aynı yerden alma karşılığı, fırının közünde gece boyunca bedavaya kaynatılmış, serçe parmağıyla hafifçe bastırılsa dahi ezilecek kıvama gelmiş kuru börülceleri patiska gibi beyaz ve ince ekmeklerin arasına doldurup isteğe göre taze soğan, nane, maydanoz, haşlanıp dilimlenmiş yumurta koyup üstüne de baharatın yakıcı her çeşidini serperek müşterilere uzatıyordu. Sipariş sırası seyise gelince; lolazcıya, dürümün içine baharat koymamasını, kendisinin isteğine göre ekleyeceğini söyleyip etrafa bakınmaya başladı. Domates teklifini de geri çevirdi. Meğer o meret de azdırıyormuş sibobu, diye düşündü. Dürümden iri bir parçayı dişleyerek kopardığında ise, “Radyocu puştun günahını da boş yere almışız.” dedi kendi kendine. Ağzındakileri öğütürken veterinerin doktora görünme önerisi geldi aklına. Yahu bu yüzdeki ergen sivilcesi mi ki doktora gidip gösterelim, diye düşündü. Ayran şişesini tepesine dikti, kitapçının camındaki kanlı el izini de o sırada gördü. Kendi kanaması geldi aklına. Oraya nasıl bulaştırdın be muhterem, diye 217
geçirdi içinden. Gayri ihtiyari gülümsedi. Boş şişeleri toplayıp masaları silen çırağa, vitrindeki kanın sebebini sorup öğrendi. Vurulduğu söylenen hocayı hatırladı. Kendi öğretmeni olmamıştı ancak ilk üç sınıfını okuduğu ilkokulda görev yapan öğretmenlerden biriydi. Anne tarafından uzaktan da olsa akrabalıkları vardı galiba. Hatta hocanın bir elinin birkaç parmağının kesik olduğu bile geldi gözlerinin önüneancak bunun sol mu yoksa sağ el mi olduğunu hatırlayamadı. Çocukluk böyle bir şey işte; siz fark etmeden, eften püften şeyler gelip yerleşir hafızanıza. Dürümün tatsız olduğuna karar verdi. Bu üç günlük dünyada hiçbir şeyi mesele etmeye gelmiyor, diye düşünüp sıkıca sarılmış ekmeği açıp insanı deli eden sıcakların kömür karasına çevirdiği isottan bol bol döktü. Tuz ve karabiberi de unutmadı elbet. Kavrulan iç organlarını rahatlatmak için bir ayran daha söyledi. Daha son lokma ağzındayken kalktı, hesabı ödedi. Hipodroma giden dolmuşlara binmek için kestirmeden durağa yürüdü. Kanlı harabeye yaklaşınca önünden geçmemek için karşı kaldırıma, okulun olduğu tarafa çevirdi adımlarını. Bu yaşa geldin hâlâ çocukluk korkularını üstünden atamadın, diye kızdı sonra kendine. İçeriden gelen uğultulu ses biraz daha hızlı yürümesine sebep oldu. Uzaktan dolmuşun hareket ettiğini görünce dilini kıvırarak ıslık çaldı ve arabayı durdurdu; koştu, yetişti, son yolcu olarak binmeyi başardı. Adına bütün bu korkular ve tevatür yüklenmiş binanın uzun zaman tek sakin olan kekeme baykuş, gece boyunca iç revakları hâlâ ayakta tutan sütunların üzerine tüneyip hayali kalabalıklara bitmeyen konuşmalar yapardı. Kimileyin kubbeye dönüp gözyaşı döker, kimileyin yerdeki parçalanmış tahta döşemelerin altına bakıp bakıp hüzünlenirdi. Taşların, duvarların, ağaçların, gölgelenmiş suretlerin; elbet bu yıkıntının tek sahibi, tek tanığı, tek ahalisi, tek hizmetkârı olmanın 218
lanetini yaşardı. Gece ilerleyip de insanlar evlerine çekilince taşların arasında korkular, karanlık, kimsesizlik, hiçlik, terk edilmişlik, utanç ve kendisinden başkası barınamazdı. Kimileyin uzaktan silah sesleri gelirdi. Sivri bıçaklar parıldardı ay ışığında. Kimilerinin kafalarına torbalar geçirilir; ardından da arabaların yönü ıssız yerlere çevrilirdi. Birileri, bir diğerinin gözlerini bağlardı ve onlardan kolay kolay bir daha haber alınmazdı. Birileri vatanı parçalamaya çalışırken birileri de durmadan vatanın kopan parçalarını birbirine yapıştırırdı. Birileri devleti yıkmaya çalışırken diğerleri yıkılan tarafa ölüleri yığarak yıkılmasını engellerdi. İnsan soyu yaratıldığından bu yana aynı hikâye, farklı biçimde tekrar ederdi: Birileri günah işlerdi ve başka birileri bir an bile tereddüt etmeden onlara bunun bedelini ödetirdi. Birileri yukarıda kalmayı sürdürürken diğerleri yerin altına mahkûm edilirdi. Sabaha karşı, bir yerlerden, taş ustaları çıkıp gelirdi yorgun argın; ellerinde balyoz, keser, sivri ya da yassı kamalar... Köprüyü geçmeye çalışanların kafalarına vurup parçalarlardı. Ardından güvercinler, henüz kimse sokağa çıkmadan alçalıp etrafa yayılmış gözleri, kaşları, dudakları, kirpikleri, kafaları toplayıp kendi su kaplarına götürürlerdi. Bu ilahi devridaim aralıksız devam ederdi. Su, değirmenin taşını aynı hızda çevirir; çömlek çarkı kendi ekseninde dönerdi. Dünya, bir an olsun yerinde duramazdı. Eline çekici, çiviyi alan yeni bir söz söyleyip yeni kurallar koymaya başlardı. Sofra bezini toplayıp yemek tepsisini koltuğunun altına alan kavimler çekip giderdi. Boşalan yere önce biri gelip otururdu, ardından biri daha, sonra biri daha… Yeni gelenler yeterince kalabalık olunca, hayat kaldığı yerden yeni dil, yeni tanrı, yeni yemeklerle hiçbir şey olmamış gibi devam ederdi. Herkes, kendinden önceki birinin yarım bıraktığı işi kendince tamamlamaya çalışırdı. Tek katlı evlere üst katlar çıkılır, yarım kalmış bahçe 219
çitleri tamamlanır, duvarlardaki boşluklar çamurla sıvanır, kapıların boyu ihtiyaca göre ayarlanır, pencereler genişletilir, yırtık sökükler dikilir, bozulanlar tamir edilirdi. Lalik baykuş hep tedirgin... Gözü korkudan hep sımsıkı kapalı beklerdi. Nerede kötü bir şey görse başını diğer yana çevirirdi. Her seferinde konuşma gücünü biraz daha yitirirdi. Her yanda cesetler, yangınlar, silahlar, bağrışan yığınla insan... Ağacın altında yılan, dallarda kuş yavruları... Kenarda köşede koyu tenli adamlar… Bir bakarsınız herkes aynı renk giysiler giyinmiş ya da benzer yatağa uzanmış... Göç mevsimi, cümle âlem pür dikkat kesilip kısmetini kendi avlağında beklemeye başlamış. Herkesin gözü kimileyin gereğinden fazla büyürdü. Baykuşun da, adamların da, arabaların da… Avcılar, öylece beklerdi. Durup öylece beklerlerdi. Avın hata yapıp suya inmesini beklerlerdi. Silahlar hazır; emniyet kilidi açılmış, namlu hedefe dönmüş, eller tetikte… Kimileri dişlerini keskinlerken kimileri kanatlarını temizlerdi. Kimi tüfeğini doldururdu. Ama kimileri de vardı ki; avı ele geçirebilmek için, kendini bile feda etmeye hazırdı. İşte asıl bunlardan korkulurdu. Bu âlemde bir yeri zapt etmek, oraya hükmetmek için canından vaz geçenden daha zalimi var mıdır? İnanmayacaksınızancak insanlar kimileyin çok sevdiğini kimileyin de can düşmanını cezalandırmak için kendini feda edebilecek kadar acımasız olabilmektedirler. Dostluk da böyledir biraz; bazen düşman tarafta oturanlardan seçeriz dostlarımızı. Bazen kendi içimizde, en yakınımızda olanlardan... Kuyruğu olmayan fare de, mezarlıkta işi bittikten sonra, kekeme baykuşun olduğu metruk binaya doğru ilerlemeye başladı. İşin doğrusu kızın cenaze töreninden sonra, doğduğu binaya dönmeyi gönlü çekmedi. Geride kalması gerekenlere saygı gösterip onları oldukları yerde bırakmak herkes için hayırlıdır. Harabeye girdi. Babasının 220
eviymiş gibi dolandı ortalıkta. Kelaynaklarla birlikte göç eden insanların seslerinin hâlâ duvarlara asılı olduğunu, tahtaların üstünde mecali kalmamış yaşlıların oturduğunu, buhurdandan etrafa öksüz ve yetim kokuların saçılmaya devam ettiğini fark etti. Patlak gözlerini kendisinin üstünden bir an olsun ayırmayan baykuşa aldırmadı. Annesinin bebekken uzak durulması gerekenler listesinin başına yazdığı bu ev sahibine her adım atışında meydan okudu. Yaşlı kabadayıların parsellediği meydana çıkıp var gücüyle nara atan bıyıkları yeni terlemiş taze külhanbeyi gibi... “Bu oyunda ben de varım!” diyen yeniyetme bıçkınlar gibi racon keserek salındı ortalıkta. Ölüm meleği birbirine değen tabak, kaşık, bıçak, kepçe seslerinden irkilip yerinden fırladığında gördükleri karşısında, olsaydı elbette, küçük dilini şaşkınlıktan yutabilirdi. Taşıyıcı tek kolonu bile olmayan bu kocaman kubbenin altına devasa kazanlar kurulmuş ve tümünün altında iriyarı meşe kütükleri yanıp durmaktaydı. Telaş herkesi esir almış, envaı çeşit koku etrafı kaplamıştı. Kenarlara sıralanmış soğan, bulgur, nohut, tuz ve şeker çuvalları; sebze meyve torbaları, tenekeler dolusu sadeyağ, domates ve isot salçaları, kavanozlarda her türlü baharat; safran, zahter, mahlep, anason, kimyon, kekik, reyhan, biberiye, zerdeçal, tarçın, kekik ve nane… Bir taraftan külünçe ve yağlı bazlama yapılırken diğer taraftan kebaplar şişlere saplanıyordu. Semsek için soğan, boranı için pazı sapları doğrandı. İçli köftelerinin bulguru yoğrulurken mahluta çorbası için pirinçler sudan geçirildi. Ateşin kıyısında firik közlendi. Kuşların efendisi döğmelik buğdayı yıkadıktan sonra kaynar suya atıp haşlarken kelaynaklar çekçeklerin üstüne küncü serpip kurumaları için kenara sıralıyorlardı. Uzun ve simsiyah saçlı kadınlar çirtikli tepsilere 221
dizdikleri aya köftelerinin yarısını sade, yarısını çırpılmış yumurtaya banarak kızartıyorlardı. Şıhselli ile taklacı güvercin, gagalarında taşıdıkları mumbar dolmalarını su kaynayan tencerelerin içine, etrafa tek damla sıçratmadan, usulca bıraktılar. Kimse tek söz etmediği, kimse tek uyarıda bulunmadığı hâlde inanılmaz uyum içinde çalışıyordu herkes. Ölüm meleği, “Tuhaf şey, bir şefleri bile yok bunların. Emirlerine uymaları gereken liderleri yok. Böyle olmaz, bunların bir öndere ihtiyaçları var.” diye düşündü ve bin yıllık bir hatip gibi ellerini, kollarını kullanarak söze başladı: -Ben… Ben, sizin meleğiniz... Tanrı ile olan biricik bağınız... Bundan sonra bana hayranlık duyacak, benim dediklerimi yapacak, beni örnek alacaksınız. Henüz bunları söylemişti ki, yeniden uykuya daldı. Kaç zaman uyudu, ne oldu da uyandı; bunu gören, bilen olmadı. Önemli olmaya çalışmasının, bu onulmaz hatanın sonu olacağını nereden bilecekti ki? Cahil melek, canını aldığı son nefsin kendisi olduğunu asla öğrenemedi? Kimse ona uyuduğu bu uykunun ölüm uykusu olduğunu söylemedi. Herkes işine baktı. Bu coğrafyadan gelip geçen tüm kavimler, sıra kendilerine geldiğinde, ilahi bir düzen içinde oturup yemeklerini yaptılar ve hep birlikte afiyetle yediler. Yemeğin üstüne sunulan mırrayı içtiler. Ta ki, birileri gelip sofrayı dağıtana kadar... Sofra dağılınca, kimse kalmadı ortalıkta. Sonra eksik tarif, yanlış malzeme, yetersiz hünerle yeniden yemekler yapılmaya başlandı. Yine birileri gelip oturdu sofranın başına. Her giden kavim geride bir miktar yiyecek, bir iki kap kacak ve çok az da olsa tohum bıraktıancak ellere özgü lezzetin önemli kısmı göç eden kafilelere katılıp onlarla birlikte ayrıldı coğrafyadan. Yeni gelenler, yanlarında getirdikleri malze-
222
meyle eksikleri tamamlamaya çalıştılar. Yemeklerin görüntüsü her geçen gün biraz daha aslına benzediancak tadın aynı olduğunu kimse iddia edemedi. Bütün bunlar olurken ölüm meleği bir an olsun uykudan uyanmadı. Çok rüya gördü, tuhaf sözler sayıkladı, gittikçe daha çok insanlara benzediğini hissetti. Bir ara uzak diyarlara uçtu; ayağındaki sandaletleri çıkarıp kapı önüne bırakılmış ayakkabıyı giydi. Ayakları ilk defa rahatladı. Uzaktan bakanlar, onun hepimiz gibi insan olduğuna rahatlıkla şahadet getirdi. Bu sırada kuyruğu olmayan fare ile kekeme baykuş birbiriyle dost oldu. Fare, kâh aşağıda kâh tırmandığı direğin üstünde kâh pencere pervazlarında; baykuş ise, tünediği revaktan bir an olsun ayrılmadan konuştular. Baykuş kelaynaklarla birlikte göç eden insanların hikâyelerini anlattı. Fare, yeterince zayıfladıktan sonra dünyadan firar etmeyi başaran kızın başına gelenleri… Aksak karınca, konuşmaya çokça katılmak istese de, bu iki arkadaştan pek yüz bulamadı. Araya girmeye kalktığında sözü kesildi, yanlarında durmaya kalktığında her ikisi de öteye gitti. Ataların dediği gibi: Dostluk, kelimelerle değil; yaşanarak ispatlanır. Sınanmamış, bedeli ödenmemiş dostluklara şüpheyle bakmak gerekir. Sonunda baykuş fareyi yiyerek fare de baykuşu kemirerek öldürecek; karınca ise ölüme ait bütün parçaları bu yangın yerinden sonsuzluğa taşıyacak kadar güvendiler birbirlerine. Öyle de yaptılar sonunda. Aksak karınca gecenin karanlığında durmadan bir yerlere çıkıp gitti. Her seferinde sırtında zehirli bir buğday tanesi ile döndü. Günlerce, haftalarca, yıllarca, asırlarca sürdü bu iş. Topal karınca bütün binaların kuytularına girdi; okullara, karakollara, tapu ve kadastro dairelerine, askerlik şubelerine, bankalara, çevre sağlığı başkanlığına, verem savaş dispanserlerine, trahomla mücadele teşkilatına, 223
noterlere, mahkemelere, vergi bürolarına, fabrikalara, imalathanelere, kervansaraylara, arastalara, camilere, kiliselere, havralara, genelevlere… Bulduğu ne kadar zehirli buğday tanesi varsa hepsini sabırla taşıdı. O kadar çok getirdi ki; bina, tapınaktan ziyade hububat ambarına; tanrı evi olmaktan çok buğday silosuna döndü. Lalik baykuş ile kuyruksuz fare birlik olup karıncayı engellemeseydiler daha da taşıyacaktı. Ancak neredeyse binanın tavan pencelerinin hizasına kadar dolmuş bu kadar zehirli buğdayı ne yapacaklardı ki? İkisi de, onun dostluğuna delalet getirdiler. Bu dünyada ve ahirette, ezelde ve ebette, iyide ve kötüde, açlıkta ve toklukta, zorda ve kolayda dostluğuna şahitiz, dediler. Üçü de birbirinin içini gördüğü için hamt etti. Son demlerinde hakikat ile yaşamayı öğrenmişlerdi. Karınca, görevini yerine layıkıyla getirmiş olmanın verdiği gönül rahatlığı ve gururla kenara çekilip sıranın kendine gelmesini bekledi. Başkalarını mutlu ettiği için kendini iyi hissetti. Fare, buğday tanelerini usul usul yemeye başladı. Bıyıklı olan tüm arkadaşları gibi, tutup kendinde kalan hatıraları kokladı hep. Durmadan kendi suyunu içti. Önce birer birer, sonra ikişer ve üçer; ardından ağzını doldurarak tüketmeye başladı erzağı. Nasıl oldu bilinmez; çok kısa sürede, cihan ordularına asırlar boyunca yetecek sanılan yığının tümünü tüketti. Geride, tohum niyetine olsun, bir tane bırakmadı. Yerken bir yandan da harabenin tavanını, duvarlarını, yerlerini, günahlarını; kanları, tükürükleri, gözyaşlarını yalayıp temizledi. İnsanlığın iffeti ortaya çıktı. İnanmayacaksınız ama mahallenin temizlik hastası kadınlarını toplayıp içeri tıksaydınız ve ellerine tel fırça ile bilumum temizlik malzemesi verseydiniz böyle mükemmel sonuç alamazdınız. Atalarımızın söylediği “Bal dök, yala.” 224
sözünün bile anlatmaya yeterli gelmeyeceği ölçüde ışıl ışıllık kapladı her tarafı. Baykuş ağzını olabildiğince açıp pençelerini gerginleştirerek dalış yapmaya her kalktığında, aksak karıncanın sesi duyuldu: -Bekle, daha değil! Fare, an be an şişip koyulaştı. Lalik baykuş bir daha binlerce yıllık tüneğine bir an olsun tünemedi, dostunun üstünde daireler çizerek uçmayı sabırla sürdürdü. Uysal bir yol arkadaşı olarak vaktin gelip yolun başlamasını bekledi. Bir ara, günah dolu odanın olduğu tarafa, ilk defa kekelemeden ve olanca gücüyle seslendi: -Biliyorum, dedi; sorunun cevabını biliyorum. Aksak ayağıyla arkadaşlarını takip eden karınca meraklı: -Hangi sorunun cevabını biliyorsun? -Yola kiminle çıkmak istersiniz? sorusunun cevabını biliyorum. Baykuşun yumurtadan çıktığı günden bu yana, tek nefeste söyleyebildiği ikinci cümlesiydi bu. -Söyle öyleyse, biz de bilelim. -Kim hayatı kuşanarak ölümün üstüne yürüyecek kadar cesursa, yola onunla çıkmak isterim. 225
Kuyruksuz fare, kendini onarmaya dilinden başlayan arkadaşına gülümsedi. Ardından, bir süre daha şişmeyi ve morarmayı sürdürdü. Patlayacak hâle geldi. Derisi pul pul döküldü. Patlıcan moru ile kömür karası arası bir renge büründü. Yola kendisiyle birlikte çıkmak isteyen herkese bol bol yetecek kadar kudret depoladığından emin olunca dünyanın tam ortasına sırt üstü uzanıp baykuşa seslendi: -Gel gidelim, gel gidelim artık buralardan!
226