GELECEK GÜNLERİN KORKUSU

Page 1

GELECEK GÜNLERİN KORKUSU 3 Kasım 2002 tarihinde, Türk siyaseti kökünden ve keskin bir şekilde değişmişti. Geleceği müjdeler gibi yalnızca iki parti Meclise girebilmişti. Adalet ve Kalkınma Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi. Bu iki partide, 3 Kasım 2002 tarihli seçimle beraber 12 Eylül sonrası kurulmuş partilerin siyasi hayatı sona ermişti. Bu dönemde, Türkiye tarihinin en önemli ikinci figürü ortaya çıkmıştır:Erdoğan. Siyaseti kendisinden ve kendisinden olmayanlar olarak iki hizbe ayırmaya başarmıştır. 3 Kasım 2002 ile Liberal-Muhafazakar bir çizgide ilerleyen, Kürt Açılımını deneyen, ulusal kimlikle kavgalı bir parti, 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri ile beraber artık çok ayrı çizgiye gitmiştir. Erdoğan’ın bitmeyen ihtirası karşısında, dinmeyen istekleri karşısında Türk demokrasisi çaresiz kalmıştır. İlk önce Ahmet Davutoğlu kliğini temizledikten sonra 15 Temmuz ile beraber Türkiye Cumhuriyetinden Erdoğan’ın tek adam devri başlamıştır. Kanun Hükmünde Kararnameler ile Anayasa Mahkemesi üyelerinin görevden alındığı -AYM üyelerinin tutuklandığı yerde anayasal denetim sona erer-, suçsuz insanların da hiçbir yargı kararına dayanmaksızın kamudan atıldığı, akademisyenlerin tasfiye edildiği, kanunların KHK ile ilga edildiği bir süreci yaşadık ve nihayetinde AKP ve Milliyetçi Hareket Partisinin ittifakı ile beraber gelen Başkanlık Sistemi 24 Haziran 2018 tarihinde Erdoğan’ın ilk turda kazanması ile başlamıştır. Fakat, Türkiye faşizm yolunda ilerlemektedir. Kitlelerin ‘’üstünlük’’ inancı ve muhalefetin azınlık kaldığı inancı ile başlayan toplumsal ve kurumsal baskı, yabancı karşıtı söylemler en alakasız ülke ile bile oluşan düşmanlık iklimleri, iktidarın tüm manevra alanını kısıtlamıştır. IMF konusunda meydanlarda yapılan konuşmalar ve iç siyasete alet edilmesi, bugün Türkiye’nin daha yüksek faizle borçlanmasının neden oluyor. IMF borcu şartlı veriyormuş, bugün bankalar kredi türleri belirlemiştir ve gittiğinizde önünüze ihtiyaç kredisi, konut kredisi, taşıt kredisi gibi türler sunarlar. Bunlara aykırı kullanmanıza müsaade ederler mi? Aldığı borcu ödeyemeyeceği, bir yerde heba etmesine müsaade etmek akıl karı değildir. Türkiye’ye 20 milyar dolar verip onunla, Kanal İstanbul yapmasına, makam aracı almasına, Demirören’in medyayı satın alması için kredi vermesine müsaade etmeyecekleri için istemezler. Doğu Akdeniz Meselesi konusunda Türkiye, Suriye ve İsrail ile hiçbir şekilde oturup Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması yapamaz. Zira dış politikayı siyasetin oyuncağı etmiştirler. Ey İsrail, ey Netenyahu; ey Esad diyerek Türkiye’nin manevra alanlarını kısıtlamıştırlar. Zira ucunda artık iktidarları olan bir süreç başlamıştır. ‘’O teröristi benden alamazsın’’ diyerek toplumdan alkış beklerken; ABD’nin yaptırımları karşısında çark ediş Türkiye’nin düştüğü cenderenin bir göstergesidir. Yabancı para birimine karşıtlık, toplumda bir grubun kendini egemen sanıp, hukuku çiğneme iradesi, meydanlardan idam, ceza karşıtlıkları ile toplumun çok aşırı uç noktalara gittiği görülmektedir. Böylelikle Türkiye’de faşizme bir yönelişin başladığı görülmektedir. Fakat geçmişte, Türk kelimesi ile kavgalı iktidar ve kitlesinin şimdi bu kadar keskin dönüşü ve dünyaya kafa tutabildiğini sanışı iktidarı öyle sıkıştırmıştır ki kitlesini ikna edebilmek için büyük masraflara girmek zorundadır. En büyük camiileri yapmak, yurt dışına camii yapmak, asker göndermek, diğer ülkelerle takışmak, uluslararası kurumlarla kavgalar vesaire. Bir siyasi parti, toplumu kendisinin bir dönem politikaları ile yönlendirmeye kalkar ise, toplum o çizgiyi benimsediğinde artık oradan dönüş olmaz. Sözgelimi Nazizmi Hitler ortaya çıkarmıştır fakat bu toplumsal bir ideolojiye dönüştüğü için artık Hitler’in ‘’Yaşam Alanı’’ ‘’Nihai Çözüm yahut Yahudi Karşıtlığı’’ gibi fikirlerden artık cayma şansı kalmamıştır. Bir yerden sonra artık tabandan tavana doğru yönelmiş bir beklentidir. Adalet ve Kalkınma Partisi tek adam rejimini kabul etmiştir. Bugün Türkiye’de II. Abdulhamid’in Yıldız Sarayı’nın idaresine benzer bir idaresi ile yönetilmektedir. Yani, bakanlar kurulu ve devlet kurumları kenara çekilmiş yerini ise saraydaki sevgili kullar almıştır. Böylelikle devlet kurumlar ve bürokrasi ile değil tepeden inme emirlere yönetilmektedir. Türkiye’de denetimsiz bir iktidar sorunu baş göstermektedir. Şark toplumlarının anlayamadığı şey her şeyi yapmak hiçbir şey yapmaktır. Goltz Paşa, Abdulhamid’in günde 15 saat çalıştığını söyler fakat bu cümle ile karşımıza bir ‘’Ulu Hakan’’ çıkar fakat her gün muhalifler hakkında jurnaller okur, Saraya ulaşan yüzlerce evrak asla açılmaz. Zira her işi yapma arzusu ve kimseye olmayan güveni nedeni ile hiçbir şeyi tam yapamadığı gibi, bilgisiz olduğu alanlarda da kendi fikirleri ile yola çıkmıştır bu yönü ile bir meczuptur. İngiliz Said Paşa’nın kafasına silah dayayıp mühür isteyen bir adamdır. Aksini isteyenlerin başına ne geleceği en baştan Midhat Paşa’nın akıbeti ile belli olmuştur. Padişahın vehmi, işin erbabı yerine iş bilmez olsun ama dediğimi harfiyen yapsın yoluna sürüklemiştir. İyi bir asker darbe yapabilir ama haketmediği yere ulaşmış kukla bir asker ‘’irade-i seniyyenin lütfunu kırmaz’’


Onun bu vehmi her şeyi kontrol etme arzusu hiçbir şeyi kontrol edilebilir kılmamıştır. İmparatorlukta merkezi otorite inşa edilmiş olsa da dış arzular karşısında devletin yapabileceği hiçbir şey kalmamış, halk fakir ve cahildir. İstanbul’da zengin seçilmişler ve diğer yanda ise saraydan uzak olduğu için maaşı bile düzenli alamayan memurlar vardır. Bugün Erdoğan’ın da baskı rejimine gittikçe sarılmasının, en yakındakilerini tek tek tasfiye edişinin tek bir sırrı vardır. Vehim. Her an devrilebileceğine inan iktidar her yönteme başvurur ve içeride bir polis devleti kurmaya kalkar. İlk söylendiğinde de ‘’hadi canım’’ dediğim bir miting konuşması vardı. ‘’Akşener’i tutuklayacağız, dokunulmaz değil’’ elbette yapamadılar ama bir gün yeterli desteği buldukları an geride duracaklarını sanmam. Meşruiyetini hazırladığı anda yargının bir işlevi yok. Toplumdan itiraz duyulmadığı sürece bu yapılır. Ve saray idaresinin ülkeyi ne konuma soktuğunu iyice görmek gereklidir. İşte bu iklimde iki yeni sağ parti Türk siyasi hayatına girdi. Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu ve onun Gelecek Partisi; Amerikanın ünlü bir gazetesinin deyimi ile ‘’Erdoğan’ın devrik ekonomi Çarı Babacan ve DEVA Partisi. 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri sonrası AK Partinin en önemli dört ismi kimdir diye saysa idik Gül, Erdoğan, Davutoğlu ve Babacan demek doğru olurdu. AK Partinin ilk Başbakanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karşısında ‘’çatı aday’’ olmaya hazırdı. Üçüncü Başbakanı ve ikinci Genel Başkanı Davutoğlu yeni parti kurdu ve ekonomide Erdoğan’ın ekonomi sezarı Babacan da ayrı bir parti kurdu. Bu kopuşlardan medet uman ve ummayanlar olmak üzere iki görüş var. Ben ikinci tarafa yakınım fakat rahmetli Demirel’in sözünü de unutmamak gerek ‘’Siyasette 24 saat çok uzun bir süredir.’’ Yusuf Akçura’nın bundan nerede ise yüz yıl önce yazdığı bir makaleden yola çıkarsak bir çok sonuca varabiliriz. Marxist bir bakış ile yapılan bu tasnif sınıfsal ayrımlara dayanmaktadır, iktisadi nedenlerle doğan memnunlar ve gayrı memnunlar; yeni sistemin seçkinleri ve eski sistemin seçkinler gibi çıkar bazlı tasnifler yapılmıştır. Ben de materyalist bir bakış açısı ile yorumlayacağım. Tabi buna ek olarak, ideolojik hizipleri, tarihsel süreçleri göz önünde bulunduracağım. Öncelikle Türk siyasetinin klasik sınıfsal ayrıma değil, zihniyet olarak ayrıldığını göz önünde bulundurmak zorundayız. Türkiye’de en kökünden beri kavga medrese zihniyeti ile usul-u cedit arasındadır. Şarklı mı olacağız garplı mı olacağı kavgasıdır. Tabi bunun yanında gelişen ve değişen egemen sınıflar olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında, CHP saf bir halk iradesi yerine, askeri bürokrasiye ve sivil bürokrasiye dayanmıştır. Klasik, Osmanlı dönemindeki egemenlik türüdür. Devlet kurumlarına hakim olmak, devleti idare etmek olarak algılanır. Çünkü henüz siyasi katılımdan henüz bahsetmek pek mümkün değildir. İletişimin gelişimi ve şehirleşme ile beraber artık ‘’ekonomik olarak egemen’’ olan sınıfların elindeki devlet yerine, kontrolsüz kitlelerin oyunu alanların egemenliği başlamıştır. Artık, tüm mesele halkın en büyük kısmını yanına çekmektir. İşte bu dönem başladığından beri önemli üç iktidar dönemi yaşanmıştır. Adalet Partisi, ANAP ve AKP dönemi. Bu dönemlerde her lider kendi zenginlerini ve egemenlerini inşa etmeye kalkmıştır. Osmanlı son devrinden beri çağdaş eğitim yani iyi eğitim almak için egemen sınıflardan olmak gerekti. Yahut şehirlerde yaşayan insanlar olmak gerekliydi. Tarikatların yeniden boy göstermesi ile devletin ulaşamadığı yerlere ulaşıp, çocuklarınızı okutacağız diye ellerindeki yurt ağları ile yetiştirdikleri karşı devrim potansiyeli, Erbakan ile zirve yapmıştır. Erbakan’ın Odalar ve Borsalar Birliği ile başlayan macerası aslında dayandığı kitlenin söylemlerini nasıl etkilediğini gösteriyor. Küresel sermaye karşısında geliştirdiği söylem ve endüstrileşmenin etkisi ile zarar gören küçük üreticiye popülist söylemlerle onları tatmin etmiştir. Endüstrileşme ve şehirleşme ile başlayan toplumsal değişim çok büyük çalkantılara sebep olmuştur. 1970’li yıllardaki enerji krizi ile başlayan neo-liberal dalga karşısında Türkiye’de milli ekonomisini küresel sermayeye açmak zorunda kalmıştır, 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan Türkiye’nin neoliberal macerası devletin denetimini çekmesi ile beraber yüksek enflasyon olarak karşımıza çıkmıştır. Türk lirasının değerinin düşmesi, sendikaların ezilmesi, öğrenci hareketlerinin ezilmesi ile ortaya çıkan sonuç şudur: ‘’ekonomide denetimin azalması’’ sosyal düzenin devlet kontrolü altına alınması. Böylelikle devletin toplum üzerinde denetleyen rolü arttırılmış ve ‘’kutsal devlet’’ inancı pekiştirilmiştir. 12 Eylül ile beraber başlayan ‘’Türk-İslam sentezi’’ toplumun ve devletin çimentosu kabul edilmiştir. Tüm değerlerin,ekonomik ilişkilerde ve egemen sınıfların çıkarlarına göre doğduğunu söyleyip, değerler yok edilmeden özgürlüklere ulaşılamayacağını söyleyenler kalmamıştır. Özal’ın neoliberal ekonomisi ile beraber faizler fırlamış, enflasyon hayatın vazgeçilmezi olmuştur. Türkiye, taşeron ülke olmak için sıraya girmiştir. Tabi, köylerden kentlere göçler daha da hızlanmış, sosyal sorunlar artık dayanılmaz noktalara ulaşmıştır. Küresel populeriteye sahip markalar ilk defa bu dönemde


Türkiye’ye yatırım yapmaya başlamıştır. Şehirlerde yoksulluk, kalabalık, küresel markalar karşısında çaresiz kalan esnaf,faiz, enflasyonun üzerine ise terör başlamıştır. Bu sistem 1990’ların ortasında artık çöküşe doğru gitmiştir. Özellikle iki liderin kenara çekilmesi ile siyaset çok farklı yere evrilmiştir. Birincisi Özal’ın ölümü, ikincisi ise Demirel’in Cumhurbaşkanı oluşudur. Sağdaki iki partinin geleneksel liderlerini kaybetmesi ve bu yeni iki liderin bir türlü bitmeyen skandalları ve kavgaları memleketi çözümsüz bırakmıştır. İşte bu iklim içinde küskün sağ seçmen radikal partilere soluk almıştır. Refah Partisi ve MHP. 12 Eylül öncesi çok az oy alan bu partiler, katlanan sorunlar için farklı önerilere sahipti. Evvela en önemlisi şudur, sistemin dışladığı partilerdi. Ve sistem artık çökmüştü, çökmüş sistemin dışladığı partilerden daha büyük bir kurtarıcı olabilir miydi? İşçilerin ücretleri düşüyor, köyden gelenler zaten fecaat durumda, terör yüzünden toplumdaki milliyetçilik hissi ise kırbaçlanıyor. Böylelikle Türk siyasetinde 1980 sonrası kurulmuş, merkez siyaset kaybolmuştur. Ecevit bu dönemde tekrar parlasa da siyasi konumu olarak bir radikalleşmeyi temsil etmez. O dönem bir komünist parti sol partileri bölmüş olsaydı bunu konuşabilirdik. Fakat Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan bir sağda bölünmeyi ve radikalleşmeyi temsil eder. Milliyetçi sağ ve İslamcı sağın yükselişidir. 1987 seçimleri sonrası doksanların sonunda doğru Refah Partisinin ve Milliyetçi Hareket Partisinin oy oranlarındaki artışa karşı, merkezdeki Doğru Yol Partisi ve Anavatan Partisinin oy oranlarına dikkatlice bakmak gereklidir. Geleneksel liderlerin kaybı ile merkez sağdaki gevşeme gözle görülürdür. Siyasal Partiler 1987 1991 1995 1999 Refah Partisi/Fazilet Partisi Demokratik Sol Parti Anavatan Partisi

Yüzde 7.16

Yüzde 16.88

Yüzde 21.38

Yüzde 15.41

Yüzde 8.53

Yüzde 10.75

Yüzde 14.64

Yüzde 22.17

Yüzde 36.31

Yüzde 24.01

Yüzde 19.65

Yüzde 13.22

Doğru Yol Partisi

Yüzde 19.14

Yüzde 27.03

Yüzde 19.18

Yüzde 12.01

Milliyetçi Hareket Partisi SHP/CHP

Yüzde 2.93

Yüzde 8.18

Yüzde 17.98

Yüzde 24.74

Refah Partisi ile ittifak yapılmıştır. Yüzde 20.75

Yüzde 10.71

Yüzde 8.71

TOPLAM

Yüzde 98.81

Yüzde 99.42

Yüzde 93.741

Yüzde 89.52

Görüldüğü üzere 1987 Genel Seçimlerinden itibaren gördüğümüz genel tablo, merkez sağın inanılmaz kuvvet kaybettiği ve spektrumda en sağdaki partilerin güç kazandığıdır. Yani Türk-İslam sentezinin savunucusu MHP’nin güç kazandığını ve İslamcı Milli Görüşçülerin güç kazandığıdır, tabi bunun yanında sekteryan Kürt siyaseti de güç kazandığını ve temsil kazandığını görüyoruz. Bunun da temel nedeni, sistemin tıkanmışlığıdır. Erbakan sistem dışında tutulmaya çalışılmış ve nefretin odak noktası olmuştur. Fakat daha önce saydığımız gibi birçok sorun karşısında liderlerini kaybeden merkez sağ, Çiller ve Yılmaz arasındaki tartışmalar ve idaresizliklerinin eseri olarak yok olmuştur. Özellikle görmemiz gereken şey, 1987 ile 1999 arasındaki bu sayılan başat partilerin toplam oy oranlarının yüzde 99’dan yüzde 89’a kadar düşmesidir. Bu aslında bir huzursuzluğun göstergesidir. Yasaklı dört siyasetçi, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş’in siyasi yasakların kalkması ile sazı eline aldığı görülmekte. Fakat merkez sağın babası gibi görülen Demirel’in Cumhurbaşkanı oluşu her şeyi tam tersi yöne çevirmiş ve Türkeş ile beraber Erbakan için yol açılmıştır. Karşılarında ise Mesut Yılmaz ve Çiller gibi, lider olarak görülmeyen kişiler vardır. Ecevit’in 56. ve 57. Hükumetleri, 24 Ocak Kararlarından beri süregelen denetimsizliğin ahlaki yozlaşmanın, 12 Eylül’ün kurduğu yapay sistemin çöküşünü durdurma görevi düşmüştür. 28 Şubat ile beraber Demirel sağdan tokat yemiş ve ortada kalmıştır.Akıl almaz uygulamalar ile toplum vicdanında yaralar açılmıştır. Deprem, ahlaki çöküntünün yarattığı krizler 24 Ocak Ekonomisinin çöküşünü de beraberinde getirdi. Senelerdir süren siyasi buhranlar vatandaşa ‘’sistem partilerinden’’ kurtulma çağrısı yapmıştır. Sistem partileri yerine kim gelebilirdi? Bu sistem bozuktur diyenler, sistemle kavgalı olanlar. 1 Halkın Demokrasi Partisi adında, sol ve sekteryan bir partinin yüzde 4.17 oy aldığı görülüyor. Bunun eklenmesi ile ana akım partiler arasındaki geçişkenlik sürdüğü görülmektedir. 2 Halkın Demokrasi Partisi oy oranını 4.75’e çıkarmış, Büyük Birlik Partisi ve bağımsız adaylar ile birlikte birçok yeni parti seçimlere girmiştir. Böylelikle sistem dışı partilerin popülerliğinin arttığı görülmektedir.


Yani, Kemalist devrimlerle kavgalı olanlar. Sürekli sermayeyi hedef gösteren, küçük üreticiyi temsil eden Erbakan’ın yanında yetişen siyasilerin kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi 3 Kasım 2002 seçimi ile beraber baraj sayesinde tek başına iktidar olarak, Türk siyasi tarihinde yeni bir perde açmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi, sistem dışı görünmek yerine alternatif bir sistem olarak gözükmeyi tercih etti. Avrupa Birliğine katılma arzusu, liberal-muhafazakar söylem ile yeni bir merkez sağ olarak gözükmüştür. Fakat zamanla bu kimlik yok olmuştur. Güç kazandıkça koyun değil kurt oldukları görülmüştür. Yeni Türk siyasetini Cumhuriyet Halk Partisi karşıtlığı üzerinden inşa etmeye çalıştı. Sürekli tarih ile hesaplaşma adı altında karşı devrimcilik teşvik edildi. Bunu da birçok liberal, demokrat desteklemiş ve bugün hata yaptıklarını kabul etmiştir. Halk Partisi devrinde hatalar olmuştur, demokratik bir dönem de diyemeyiz. Fakat unutulmamalı ki, Halk Partisi bir padişahlığı devirip bir Cumhuriyete gitmiştir. Unutulmamalı ki, hiçbir savaş veya çatışma olmaksızın 1950 seçimlerinde iktidarı sandık ile teslim etmiştir. Halk Partisi padişahlıktan sandık demokrasisine geçişi sağlamıştır. Bu yüzden bu dönem ile hesaplaşmaya kalkmak zaten başlı başına aymazlıktır. Yaşananları tek tek anlatıp sıkmak istemem o yüzden bu faslı geçmekte fayda var. Parti kapatmanın Anayasadan çıkarılması ile beraber ilk defa Kürt siyaseti bir soluk almıştır. Böylelikle, Türk siyasetinin yeni bir aktörü doğmuştur. Baraj altı kalmasına rağmen Milliyetçi Hareket Partisi için çok önemli gelişmeler yaşanmıştır. Merkez Sağ partiler yok olması ile beraber bu partilerden hakkını düşeni aldığı gibi, PKK’nın yeninden faaliyete geçmesi ile beraber, 3 Kasım 2002’de baraj altı kalıp tekrar hayata dönebilen tek parti olmuştur. Adalet ve Kalkınma Partisinin, Ordu ile hesaplaşması, Kemalizm karşıtı söylemlerinin artan dozu, miting meydanlarında ‘’Eski Türkiye’’ diyerek geçmişin geride kaldığını kendilerinin ‘’Yeni Türkiye’’ kurduklarını söylüyordu. Aslına bakarsanız, o dönemde hain sözlerinin bu kadar söylendiğini hatırlamam bu sözleri ancak MHP kullanırdı. Haklı olarak, PKK ile varılan mutabakatları ihanet olarak tanımlıyordu. Benim de o dönem pozisyonum buydu. Fakat 28 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı Protestoları ile; AKP artık eski politikalarını tamamen kenara koymuştur. AKP içindeki sancıların gittikçe büyüyüp en sonunda büyükler arasında bir kavgaya kadar gidecek bir otoriterleşme başlamıştır. Artık, CHP’yi din düşmanlığı ile değil, ihanet ile suçlayan, muhalifleri yaşam tarzları ile değil, ajanlık ve teröristlik ile suçlayan bir döneme girilmiştir. Liberal düşünürlerin çokça tekrar ettiği bir söz vardır ‘’En az yöneten devlet en iyi devlettir’’ işte yavaş yavaş bu bağlamdan kopulmaya başlanılmıştır. Twitter’ın kapatıldığı, yaşam tarzlarına hakaret edildiği hatta iki ayyaş diye Atatürk ve İnönü’ye bile hakaret edildiği bir dönem başlamıştır. Bu döneme ben ‘’Vehim Dönemi’’ adını takıyorum. Erdoğan’ın bir zamanlar Hocaefendi dediği Gülen kendisine cephe almış ve darbeye kadar giden bir süreç yaşanmıştır. Erdoğan kendisine saray yaptırmış ‘’AK Saray’’ demiş devamında Cumhurbaşkanlığı Sarayı olan ismi, sonra ‘’Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’’ olarak adlandırılmıştır. Erdoğan’ın nasıl bir ruh haline düştüğünün, saray isminin yapacağı çağrışımı bile düşünememesi akıl almazdır. Abdullah Gül ile çizgilerinin uyuşmadığını da artık anlamıştık.Başbakan olmasına kesin gözü ile baktığımız Gül artık kenardaydı. Suriye’de saplanan bataklık, Mısır’daki darbe derken işler iyice kötüye gidiyor ve Erdoğan artık kimseye güveni kalmadığını görüyoruz. Mülteciler gelmiş, toplum huzursuz, ekonomide yavaşlama başlamış. Özellikle 1 Kasım 2015 seçimi Erdoğan’ın tüm politikalarını değiştirmiştir. Kürt Açılımı son bulmuş ve terörle mücadele başlamıştır. Başbakanının da kellesini almıştır, kendisine komplo kurulduğuna inanıyordu. Artık her yerde emir kulu istiyor, her atamada bu görülüyordu. En ufak çatlak ses partiden ihraca sebep oluyor. Hatta partinin başına geçmediği için kendine komplo kurulacağına inandığı da aşikar bu yüzden de başkanlık diye diretmiştir. Vehmi yükseldikçe yükselmiştir. Hakkı da olduğu yerler vardır. Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı adeta ayakta uyuyor(du). Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu ve Orgeneral Yaşar Güler, hatta MİT Müsteşarı olan kendisi de dinlenmiş ve servis edilmişti. Kendi elleri ile atadıkları kurumlara doldurdukları adamlar kendilerini dinliyordur. Bu vehim işte Erdoğan’ı buralara sürüklemiştir. Abdulhamid’in her an darbe gelebilir diye vehmi nedeni ile yaptıklarını yukarı yazdım. Her şeyin kalıcı olarak mahvolduğu zaman ise 15 Temmuz sonrası OHAL’in ilanı ile başlamıştır. Erdoğan tüm kontrolü eline almış hatta kendi yararına bile olacak denetimin, kalkması ile hızlı gidip hızlı ve ağır yara almıştır. Üstünlük hissi hiçbir zaman iyi sonuç yaratmamıştır. Savaşları çıkaran da; canları alan da üstünlüğe olan inançtır. Uluslararası sistemden artık anlamadığı, ekonomiden anlamadığı, ülkenin zaaflarını bilmediği çok açık gözüküyor. İnsan yaşlanınca, çocuk gibi bakım ister, Erdoğan’ın en ihtiyacı olduğu zamanda vehminden yanında tek tip insanlar kalmıştır:emir kulları.


Devlet mekanizmasının devre dışı kaldığını üzüntü ile görüyoruz. Çok keskin ve fevri hareketlerle bir anda savaşa dahil oluyoruz. Başkanlık ile beraber sarayda kurullar oluşturuldu. İşte ismi ne Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu, sorun şu:Milli Güvenlik Kurulu kararını iç dinamiklerle mi alacak yoksa Erdoğan’ın danışmanlarının kurulunun aldığı kararları yalnız imza mı edecek? Sahada binlerce personeli olan Genelkurmay devre dışı kalacak, Dış İşleri devre dışı kalacak da akademisyenler mi karar verecek? Bu nasıl bir yönetim şeklidir? Yıldız Sarayını yönetim şeklidir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı görevden alındı. Tüm piyasa şok yaşadı. Görevden alındı, sebebi emir dinlememek. TCMB’nin görevi kanunla belirlidir. Fiyat istikrarını sağlamak, tüm görevi budur. Veriler ışığında, faiz düşürmesi doğru değil ise; düşürmez. Tüm kurumun kimliği kenara atılıp saraydaki danışmanlar ve emir kulları ile ekonomi yönetiliyor. Sonuçlar ortadadır. Adı geçen kurulda, mesela Suriye yönetimi ile işbirliği yapmalıyız diyen tek bir Allah kulu var mıdır? Yahut İsrail ile aramızda ilişki kurmak zorunludur diyen? Yoksa herkes aynı fikirde ise bu kuralların amacı nedir? Aynı görüşü savunmak mı? Manevra yapmak için önce refleks gerek. Nerede refleks? Popülizm ile tüm dış politika hamleleri sınırlanmıştır. Yıllardır İsrail üzerine söylemlerle ekmek yemiş olan Milli Görüş ve ardılları tabanlarına rağmen dönemez. Katil Esad diyerek tüm yatırımını ÖSO’ya yapmış iken,sahada bulunma nedenin iken bu saatten sonra Esad ile de bir barış yapılamaz. Libya ile varılan Münhasır Ekonomi Bölgesi anlaşması yüzyılın anlaması gibi sunulurken Kıbrıs’ıın dibindeki Suriye ile bir ilişki kurulamayışı nedir? Bunları, sadece Erdoğan’ın düştüğü çukuru ve yıllarıdır ektiğinin nasıl biçildiğini göstermek için söyledim. İşte bugün geldiğimiz noktada, vehmi damadını önce Enerji Bakanı sonra ise Maliye Bakanı olarak koyması ile anlayabiliriz. Ülkedeki oyların yarısına yakınını alan bir parti, ekonominin başına koymak için ancak damadını bulmuştur. Ve bu Bakan, eskiden ülkeyi ithalat cennetine çevirdiler demesi de ilginçtir. Erdoğan’ın Tarım Kredi Kooperatiflerini canlandırma hamlesi, Eti Maden ile ilgilenişi de dikkatimden kaçmadı. Biz bize yeteriz, gibi söylemler ile Türkiye zaten sıkışmıştır. Rasyonel bir ilişki kuracak hali kalmamıştır. Türkiye tarihinde ilk defa müttefik olarak Katar’ı yanına almıştır. Küçük bir Körfez Beyliği ile müttefik olmak üzücü. Her iki bloktan da tokat yemek üzücüdür. Brunson Olayı ile Erdoğan bir daha ABD’ye dil uzatmamıştır. Kürsülerden ‘’Ben bu teröristi vermem’’ diye bağırır isen; yargıyı işte böyle rezil konuma düşürürsün. Sen Gülen’i istediğinde sana ‘’Bizim yargımız bağımsız’’ dediklerinde ağzını açıp iki kelam edemezsin. Zira Trump veririm vermem demedi. Obama veririm vermem demedi. Yargı bağımsızdır dedi. Biz ne yaptık? Erdoğan içeride alkış alıp kitlesine ‘’Amerika’ya kafa tutuyorum’’ diyebilmek için tüm dünyanın önünde bizi rezil etti. Hakaretler ede ede, elimizden papazı aldılar ve gittiler. Biz kararı yasal olarak almadan Amerikan askeri uçağı Türkiye’ye gelmiş yolcusunu bekliyor. Türkiye’yi kabile devletine döndürdüler. Şehir Hastanelerinin temyiz mahkemesi Londra’da, şart şu: Türk hukuku uygulanmak şartı ile Londra’daki mahkemeler görevlidir. Adamlar kanuna, anayasaya güveniyor ama uygulayıcısına güvenmiyor. Bir yere sermaye gelmesi için ilk şart hukuktur. Para güvenliği sever. Bir ülkenin yetişmiş beyinleri de, hukuksuz bir memlekette yaşamak istemez, bundan dolayı en önemli iki sermaye yok olmuştur. İnsan ve maddi sermaye. Türkiye’nin ekonomi için aldığı her önlem bir deliği kapatmak için başka delik açmaktan ibarettir. 2013’ten beri yönetimde, 2017’den beri ise ekonomide inanılmaz bir çöküntü görülüyor. Türkiye, Çiller Başbakanlığında yüzde 80 enflasyonları görmüştür ama asıl çöküş 2001 yılında gerçekleşti. Birikme noktalarını kimsenin tahmin etmesi mümkün değil. 24 Ocak ekonomisinin çöküşü 20 sene sürdü. 3 Kasım 2002 sonrası Erdoğan’ın hükumetinin kurduğu yabancı sermayeye dayalı ekonomi ise kabuk değiştirmeye çalışıyor bu da çöküntünün ispatıdır, zira artık küresel sermaye ile Türkiye küstür.Küresel sermayeden zılgıt yiyince mecburen içeriye yönelmek zorundalar. Milli kavramı ile bahsedilen ‘’yerli üretim’’ ve gümrük vergilerindeki artış ile Türk ekonomisi içine kapanıyor söylemi doğrudur. Fakat bu ekonominin ne zaman nerede hangi kriz ile çökeceğini bilmiyoruz. İşte bu iklim içinde, 31 Mart Yerel Seçimleri öncesi ve sonrası kulislerden haber aktaran yazarlar ‘’Babacan rahatsız’’ diye haberler sızdırıyorlardı. Elbette bunlar izinlidir. Ahmet Davutoğlu da keza önce bir manifesto yayınladı sonra partiden kovuldu. Yeni partisini kurdu. Partiler kurulmadan önce Erdoğan eski yoldaşlarının gönlünü almaya çalıştı, onlar için yeni makamlar uydurdu ise de mani olamadı. Her şeyi yönetme arzusu hiçbir şeyi yönetilecek halde bırakmamıştır. Demirel’in dediği yere varılmıştır. ‘’Türkiye yönetilmez idare edilir’’ devlet ile hesaplaşıp kutsallaştırmaya karşı çıkan, devlet baskısı vardır diyen Erdoğan’ın, şimdi kendi elleri ile yıktıklarını yeniden inşa etmesi ilginçtir. Fakat inşa


ettikleri ortaya karışık birbirine benzemez şeylerdir. Türk milliyetçiliğini ayaklar altına alan, Ne mutlu Türk’üm diyene özdeyişini sildiren Erdoğan bunlara sarılmak zorunda kalmıştır. Fakat, Cumhuriyetin tersine ‘’Türk-İslam’’ sentezine sarılmıştır. Avrupa Birliğinin kapısında pespaye ettikleri memleket şimdi de yabancı düşmanlığı ile pespaye ediyorlar. Hayat insana yıktıklarını inşa da ettirebilirmiş demek ki. Türk derken imtina ederlerdi. Terörle Mücadele Kanunlarını rafa kaldıran, EMASYA protokolünü kaldıran hükumet şimdi hepsini uyguluyor. İşte bu iklimde iki parti Türk siyasi hayatına girmiştir. Elbette bugün herkes ‘’bunlardan bir şey olmaz’’ fikrini beyan ediyor. Fakat rahmetli Demirel’in dediği gibi ‘’Siyasette yirmi dört saat çok uzundur’’ en beklenmeyenler uzlaşır siz de rezil olursunuz. Bir zamanlar Türklüğe hasımlık eden partinin şimdi, Pülümür’e Ne mutlu Türk’üm diyene yazıldığında sesi çıkmaz olmuş, bu sessizlik bir onaydır. Yıktıkları milli devlet olgusuna sarılmak zorunda kaldılar. En yakın dostları Barzani ile bir daha görüşmez oldular. Bugün Erdoğan seçim meydanlarında yeni bir vizyon vaat edemediği gibi, gençlerle bir iletişim problemi var. Siyaseti okuyamamasına rağmen, kutuplaşma ile ayaktadır. Yönetimsel olarak yeni bir görüşü yok, zihniyet olarak yeni bir görüşü yok, evrensel insani değerlere yaraşır ilkeler ile kavgalı. Ne yapıyor? İsrail ile kavga ederek, batı ile sövüşerek ‘’milli Erdoğan’’ imajı ile ayakta kalmaya çalışıyor. Nereye kadar işe yarar? Tüm toplum pahalılığı konuşurken ve bu git gide artarken rasyonel olmayan bir seçime ne kadar sabredecekler? Ecevit Başbakanlık koltuğuna oturduğunda Kenya Fatihi idi, hayatı dürüstlük ve namustu. Ama tek bir kriz ile yüzde iki oy bile bulamaz oldu. Brunson mevzusu ile Barış Pınarı Harekatı ile Türkiye’nin boyunun ölçüsü görülmüştür. Bu hayaller yıkılmıştır. Tazelemeye çalışsalar da karın açken ne kadar kahramanlık türküsü fayda eder? Bir kere, gençlerin yaşam tarzı ve hayata bakış açısı yüksek oranda yönetenlerden farklı. Çoğu tabuyu önce gençler yıkıyor. Kendini yenileyemeyen iktidar, gençlere bırakın iyi bir iş imkanını; karın doyuracak kadar bile iş sunamıyor. 1970’lerde köyde doğup büyümüş insanın ihtiyaç anlayışı, yaşam tarzı ile gençlerin öyle farklı ki. Bunu okuyanlar kendi üst soyları ile bir kıyaslasın. Ali Babacan ve DEVA Partisi, Liberal politikalar ile göze çarpıyor. Ve çok önemlisi, bu kadar sene bakanlık yapmış biri olarak, AKP’nin günahları yerine sevapları ile özdeşleşmiş olmasıdır. Davutoğlu ise günah keçisi edilmiştir, tüm olumsuzluklar ile bütünleşmiştir. İkisini de dikkatle takip ediyorum. Ali Babacan, yeniye dair bir vizyon sunuyor, küresel sermaye ile barış; özgürlüklerin genişletilmesi, adalet, sosyal refah üzerinde duruyor. AKP’nin ilk yıllarındaki sevaplarını alıp, günahlarında ben yoktum diye işin içinden sıyrılmakla beraber, ben dün ne dediysem onun arkasındayım diyerek de geçmişini inkar etmiyor. Sempatik bir siyasetçi yüzüne sahip, badem bıyıklıların aksine farklı bir profilde. Yine de hakkını yemeyelim, Erdoğan parti kurmadan önce kendisini ikna etmeye çalıştı, kabul etmedi. Bugün herkes Erdoğan’ın düne göre daha güçlü olduğunu düşünüyor. Her gün daha da güçlendiğini sanıyor. Aslında bu bir makyajdan öte bir şey değil. En iyi devlet en az yönetendir sözünü yeniden çağrıştırmak gerek, sistem işlemediği için sürekli müdaheleye ihtiyaç duyuyor. Devlet hegemonyasına ihtiyaç duyuyor. Baskılayarak, yasaklayarak, susturarak ‘’mızrağını çuvala sığdırmaya kalkıyor’’ hayır hepimiz yanılıyoruz, Erdoğan en zayıf anındadır. Hatalar bir kar topundan çığa gidiyor. İşte buna güvenerek Babacan ve Davutoğlu ortadadır. Peki ne umuyorlar? 3 Kasım 2002 yılındaki başarının tekrarını mı? Şu an siyasi duruma bakarsak, Erdoğan’ın destekçileri artık duygusal olarak sarhoşluk içindedir. Erdoğan’ın geleceği kutuplaşmaya bağlıdır. Yani hain ilan ettiği kitlelerin çoğunluk olup hükumeti ele geçirmesini engellemek onun yeni stratejisi. Böylelikle partiler arasındaki geçişkenliği kırmak ister. Ne karşıdan oy istiyor ne yandan ne sağdan ne soldan. Karşı tarafta bir öcü yaratmıştır, tüm pisliği, tüm kötü gidişatı da oraya yamamıştır. Kendisini de ‘’yeni kurtuluş savaşı lideri’’ ilan etmiştir. Tüm kaderi yalnız yüzde üçlük bir değişime bağlı.Bu konudaki güvendiği şey ise HDP ile yan yana gelenin kaybedecek oluşudur. Yeni partiler onun stratejisi için çok büyük bir risk yaratmıyor. Sağı bölen hain istemezler elbet. Babacan ve Davutoğlu önce bu söylemlerle karşı karşıya kalacaktır. Ülke uçuruma doğru giderken bu kutup siyaseti ne kadar sürebilir? 3 Kasım 2002’de kimse sağı bölmeyelim solu bölmeyelim demedi. Ülkenin yarısının iradesi baraja takıldı. 3 Kasım 2002’ye giden süreçteki analizimizi iyi anlamak gerek. Muhafazakar kitle başsız kalmıştır, memnun değildir. Hatta uzun süredir memnun değil ve uçlara kayıyor. Fakat alternatif bir proje duyuran yoktur. Gördükleri an da sarıldılar.


AKP’ye kim sarıldı? Esnaflar, memurlar, işçiler, dindarlar, köylüler ve en önemlisi İslamcıların inşa ettikleri burjuvamsılar. Cumhuriyetin elitleri ve eski sistemden kaymak yemeye devam eden dışındaki herkes AKP’ye oy vermiştir. Aslında ekonomik olarak tam bir temelle yapmak mümkün görünmüyor. Yaşam biçimleri ve zihniyetler olarak toplum ayrılmıştır. Çağdaş yaşam hayali kuranlar asla bu partiye meyil etmemiştir. En temelinden beri kavga, medreseliler ile usul-u ceditler arasındadır. Minelkadim İslamcılar yalnızca şehir merkezlerinden oy alamamıştır. Trabzon’u, Ordu’yu, Giresun’u almak için ‘’Büyükşehir’’ ilan edip kırsalı da işin içine katmıştırlar. Şehir merkezleri sistemin seçkinlerinin yaşadığı bölgelerdi. Dünyaları daha genişti. Köy gibi, 300 senedir aynı ailelerin yaşadığı sabit yerler değildir. Yine İstanbul’un şehirleşme tarihine bakarsak, karşımıza şu sonuç çıkıyor. Boğazın iki yakasının doğu ve batısına doğru gittikçe karşımıza daha muhafazakar kitleler çıkar. Mesela, Kadıköy’den doğuya gittikçe bir muhafazakarlaşma görülür zira daha yeni yerleşimlerdir. Yeni yerleşimlerin temelinde kim var? Köylüler. Dalgalar halinde olan bu göçler neticesinde, ilk dalgalar Anadolu yakasında E-5 altı kısmı-düzlükleri- devamında ise üstünü doldurmuştur. Şehir önce doğu ve batı yönünde genişlerken artık kuzeye doğru genişlemeye başlamıştır. Bu genişleme tarihlerine göre 90’lı yıllarda kalabalıklaşan ilçelerde AKP’nin başat olduğu çok açıktır. Mesela Sultanbeyli, Ümraniye, Pendik gibi. Yönetsel araştırmalar ile masrafa girmeye gerek yok, gözlemle olaylar sabittir. Köy kökenli memurun, akademisyenin, esnafın, işçinin bu partiye meyilli olduğu açıktır. Yerel seçimlerdeki şehir merkezlerindeki sonuçlar bunları açıkça göstermektedir. Fakat İstanbul ve Ankara gibi köyden göç almış şehirlerde bu parti çok üstündür. Bunu da bir kere not etmek gerekli. Fakat son zamanlarda işlerin aleyhine döndüğünün farkındalar. 3 Ali Babacan’ın söylemleri tamamı ile burjuva değerleri ile örtüşüyor. Fakat dürüst ve namuslu olanına hitap ediyor. Adalet diyorsan, zaten bir kere Erdoğan’ın finansörleri ile frekans tutturamazsın. Onlar zaten adaletsizlik ile zengin oluyor. Bir kere sermayenin bu kısmı ile ilişki kuramazsın. Esnaf için çok ideal konuşuyor, zira onlar çaresiz durumda. Bir zamanlar küçük esnaf iken büyüyenler, şimdi ‘’devrik ekonomi sezarının arkasından gidebilir’’ klasik bir denklem ile şöyle diyebilir: X+A:5 ise, X+3:0 ise X:-3’dür A:8 Yani demem o ki, X Erdoğan ise, Babacan varken ülke Erdoğan’a rağmen büyürdü. O gittiğinde ise küçülüyor ise hikmet ondadır. İşte Babacan tüm politikasını bu mantığa göre dizayn etmiştir. Erdoğan yanında tutabileceği yanındaki beslemeleridir. Fakat onlar da baktı ki, düzen değişecek gemiyi en önce onlar terk eder. Bugün markete gidince ne memur memnun ne işçi ne esnaf. Kimse memnun değil. Bir sene sabreder, iki sene sabreder üçüncü sene artık fişini çekerler. Erdoğan’ın besleme patronları onu terk etmez. Fakat ondan geçinmeyen esnaf ve küçük sanayici öyle bir kenara çekilir ki, vatandaş öyle bir kenara çekilir ki, kimse ne olduğunu anlayamaz. 3 Kasım 2002 senaryosu henüz ortada yok ama memnuniyetsizlik ve homurtu ortada. Kanallara bakarsak ülke Wonderland. Hiç işsizlik yok, İşkur önünde çaresizlik yok. PTT önünde para bekleyenler yok. Merkez Bankası para basmıyor, döviz rezervi erimiyor. Her şey harika. Erdoğan çok rahatsız. Babacan’ı hedef almaya başladı. Ben olmadan başarı olmaz diye hayıflanıyor. Babacan da şöyle demeli biz yokuz ülke fakirleşti, başarı senin ise tek başına başaramadın. Elinde öyle argümanlar var ki. Babacan daha en başta TÜSİAD ile görüştü. Londra’da görüşmeler yaptığı yazıldı. Daha partisi yoktu. O Türkiye’ye çok önemli bir şey vaat ediyor. ‘’Sermaye’’ ben Türkiye’ye düşük faizli sermaye yığacağım diyor. Bu kimin hoşuna gider? Herkesin. Sanayici tesisini büyütecek, daha fazla işçi alacak daha fazla üretim yapıp daha fazla satmaya kalkacak. Fakat, bugün küresel sermaye Türkiye’yi niye cezalandırdığını unutmamak gerek. Hem siyasi saikler olduğu gibi bir yandan ise Türkiye’nin batı normlarından uzaklaşması-bu endişe vericidirBabacan AKP’nin emiciler dışındaki herkese bir ümit veriyor. Fakat işin öbür boyutuna gelirsek ancak muhafazakar-liberal çizgideki gençlerden oy alır. Sol bloktan pek oy beklemesin belki İYİ Partiye ağır zarar verir ki bu konuda Erdoğan’ın da hemfikir olduğu söyleniyor. Yeni partiler İYİ Partiye zarar verir demiş. Erdoğan bilmez ki menfaatten büyük bir siyasi ilişki henüz icat edilmemiştir. Akçura’nın bahsettiğim Kurtuluş Savaşı dönemindeki analizine göre İttihatçıların Anadolu’da neden bu kadar sahiplenildiğini anlatırken menfaat ilişkisini anlatır. Yunanlar girdiği köyde Türk bırakmaz, toprağını alır, içeriye sürer. Hem açdır hem vatansız. İttihatçılar olarak yazdığı Atatürk ve arkadaşları ise onlara

3 1990’lı yıllarda kırdan kente göç neticesinde gelenler, artık klasik ihtiyaçlarla memnun etmek imkansızdır. Zira dünyaları artık, köylerindeki kadar kısır ve donuk değildir.


hayal satmaz, ‘’bunlar haindir’’ deyip geçmez. Onlara hem vatanlarını hem aşlarını geri vereceğini söyler. Tam bağımsız Türkiye vaat eder. ‘’İttihad ve Terakki’ye mensup zannolunan bazı kişiler, Anadolu’da Türklerin küçük ve büyük arazi sahiplerinin en yakın ve en merhametsiz rakip ve hasımlarına karşı bilfiil müdafaa etmek rolünü deruhde etmiş görünüyor. Kala kala İtilaf ve Hürriyet’e İstanbul ahali-i müslimesinin bir kısmı kalıyor.’’ ‘’...sulhün kararlaştırılmasına kadar iç çekişmeler ve savaşlar bundan kaynaklanacak güvensizlik keni menfaatlerine ecnebi himayesinden daha fazla zarar verir diye düşünebilir; bundan dolayı ecnebi himayesi sayesinde, ecnebi büyük sermayesinin yahut yerli gayrımüslim aracı sermayesinin, daha zayıf olan yerli müslüman sermayesini imha edeceğinden de korkar’’ 4 ‘’İttihad ve Terakki’ye dahil sosyal sınıfların, devletin tam bağımsızlığının temin edeceği faydalar, bu uğura katlanılacak fedakarlıktan doğacak zarardan kesin olarak üstündür.’’5 Mustafa Kemal, katlanılacak fedakarlık karşılığında namus ve ekmek vaat etmişti. O günün ihtiyaç anlayışı budur. Aç kalmamak, çıplak kalmamak, barınaksız kalmamak ve hayatınızın intizamı belirsiz vergiler ve askerlik ile bölünmemesi buna mukabil mahkemeye gittiğinde zulüm görmemektir. Bugün ihtiyaçlar öyle çeşitlenmiştir ki, ona rağmen bugün Türk halkı Atatürk devrindeki ihtiyaçları bile eh işte dedirtecek düzeyde karşılamış iken; daha ne kadar hayal satabilirler? Babacan birçok avantajı ile ortadadır. Kavga etmeye değil, yönetmeye talibim diyor. Fakat bir de büyük dezavantajı var, Erdoğan’ın iki kutup siyaseti. İlerleyen zamanda önlerine iki seçenek çıkacak. İlk başkanlık seçiminde pusulanın ne tarafında yer alacakları. Erdoğan tarafında yer alır ise, Erdoğan kukla pozisyonuna düşer. Bu kesindir. Babacan hakkında AKP’liler olumlu düşünüyor. Fakat karşıda yer alırsa ne olur bilinmez. Ya bütün için talip olacak yahut AKP’ye eklemlenip Erdoğan’ı kukla edecekler. Meydanlar ısınmadı, mitingler olmadan da kimsenin sikletini ölçemeyiz. Fakat Babacan, Erdoğan’ın canını yakabilir. Erdoğan, Babacan ve Davutoğlu’na taarruz etmeye başladı. Youtube üzerinden konuşmakla olmaz diye de hakir gördü. Uzun zamandır aklımda olan bir şey var: Youtube üzerine RTÜK denetimi getirecekler mi? Twitter’ı, Vikipedia’yı kapatan zihniyet burayı da kapatmaya bile kalkar zira televizyon ambargoları yıkıldığı için göze alamazlar. Bunu yaparlarsa ömürleri çok kısadır. Bir bahane bulmak yeter. Sosyal Medya iyi yanlar sunduğu gibi toplumdaki tüm pisliklere görünme şansı verdiği için de bazen üzücü bazen ise iyi. Popülizm için en mükemmel mecralar. Niye mi? En uç fikrin bile talibi olduğu yerde, bir kimlik kazanmak için onları kaşıyanlar var. Ülke gergin, her gün başka gerginlik. Burada bunları okuyanlar arasında kimler vardır bilmem ama ben vicdan borcum olarak söyleyeceğim:Cebinde 100 lira olan adam kendini efendi; karnını zor doyuran diğer adamı hain ilan ettiği kara bir düzen içindeyiz. İhanet, bilerek ve isteyerek yaşadığın toplumu arkadan bıçaklamaktır. Yani ‘’iyi niyet’’ olmaksızın yapılan ‘’kötü niyetli’’ eylemlerdir. Hain adam iyi para kazanır, mesela Amerika’da kendine hemen yeni hayat kurdular, hiç hasret çekmezler. Cem Karaca gibi çökmezler. Almanya gibi ‘’iyi bir memleketteydim’’ diye sevinir ‘’memleketsiz kaldım’’ diye ağlamazlar. Hain budur. Bu toplum cahildir ama hain değildir. Artık bu söylemlere son vermezseniz, bu cahil toplumun nasıl hatalar yaptığını göreceksiniz. Söz gelimi dönelim: 31 Mart 2019 Yerel Seçimlerine. Erdoğan balkon konuşması yapacak. 1994’den beri ilk defa Ankara ve İstanbul’u kaybetmişler. Erdoğan kaybetti isek ne oldu diyordu. Ama kalabalık vermeyiz, bizimdir diye homurdanıyordu. Demokrasinin ilk şartı sandıkla yönetimin barışçıl el değiştirmesidir. Bu ilke o gün ihlal edildi. Erdoğan buna mecbur kaldı. Zira aylarca hain ilan ettiği, zillet dediği, teröristlerin yardakçısı ilan ettikleri kurumları ele geçirmiş. ‘’Hainlere devlet mi verilirmiş’’ isterse kazansın. O sırada aşağıdakiler öyle düşünüyordu. Şimdi yine aynı söylemler daha seçim olmadan revaçta. Peki doldurduğunuz bu kitleler seçimi siz kaybederseniz hain dediğiniz adamlara ülkeyi teslim etmeye vicdanen hazır mı? Değil. Ülke işgal edilmiş gibi hissedecekler. Bunu siz yaptınız. Onlara gerçekten uzak bir dünya inşa ettiniz. Peki o gün

4 Hürriyet ve İtilaf’tan bahseder. 5 Akçura, Siyaset ve İktisat, Ötüken Neşriyat, 2017 sf. 41-43(Bahsi geçilen makale Haziran 1920’de yazılmıştır)


demokrasinin ilk prensibi olan sandıkla barışçıl şekilde iktidarın değişmesi prensibi çiğnenir ise ne olur? Bu yanlışı bu memlekete yapmayın. Kitleler ile böyle oynamayın. Bir gün Türklük düşmanı bir gün Türklüğün kurtarıcısı rolü yüklerseniz, ülke faşizmden kurtulamaz. Düşman aramayın, düşersen de çıkarsan da kendi elindendir. Yanlışı yapan da doğruyu yapan da akıldır. Kendinden büyük düşman da dost da arama.. Açtığınız kapının kısa vadede size getireceği fayda karşısında uzun vadede neler yaratacağını bilemezsiniz. Düşmanlıklar üzerinden inşa edilmiş tüm siyasetler bu ülkeye yalnız bela getirmiştir. Şimdi hep beraber Türk milletine olan sevgimizden bir iktidar inşa etmek ve insan onuruna yaraşır bir hayat kurma zamanıdır. Davutoğlu’ndan az bahsettim. Çünkü asıl mesele olan ekonomi hakkında söylemleri çok az. Çünkü ağzını açtığı andan on yerden geçmişin günahlarının bedelini tek başına ödetme amaçları var. Sanırsınız AKP ete kemiğe bürünmüş ve tarih onu hesaba çekiyor. Muhafazakar bataklıktan pek çıkamayan sevimli bir adam rolünde, ötesinde değil. Eğer ki duysaydım ki TÜSİAD ile bundan aylar önce görüşmüş, finansörlerle görüşmüş daha fazla üzerinde dururdum fakat Davutoğlu, Anadolu’nun bağrından kopup iktidara gideceğini sanacak kadar saf galiba. Memleketinden vekil seçilip gelir ötesinde beklentim yok. Babacan parti kurmadan önce sermayeyi yokladı. Olumlu ışık almasa herhalde meydana çıkmazdı. Arkasında sermaye var. Şimdiden liberal çevreler arkasında saf tuttu bile. Fakat daha hiçbiri zülfü yare dokunmadı. Çözüm Süreci konusundaki fikirleri, Suriye sorunundaki fikirleri belirleyici olacaktır. Fakat bana sorarsanız kimse bana AKP içinden çıkmış insanların masumluğunu anlatamaz. AKP ilk ortaya çıktığında belki hırsızı azdır. Bugün hırsızı çoktur zira tüketecek bir devlet var. İttihat ve Terakki mazlum subaylardan oluşmuştu, az önce Çankaya eserinde Mütareke devrinde Kürt Mustafa Divanı tarafından asılmış İttihatçının hikayesini okudum. Boynunda hırsızlıktan dolayı idam kararı, pantolonu yamalı, cüzdanında ise yalnız bir lira. İşte bu hırsızdı(!) Fakat hırsızlar da vardı elbet. Abdulhamid’in yiyicileri, 23 Temmuz öncesi kahrolası İttihatçılar deyip paye kaparken, bir gün sonra bu Sultan da ne zalimdi diyerek kendilerine mevzi aramıştırlar İttihat ve Terakki milli zengin yaratalım dedi, Mütareke sonrası Talat Paşa’nın anası kirasını ödeyemez bu zenginler ortada yoktur, koca Sadrazamın anası kira ödeyemez, Talat ise fakir ölür. Bu iki yeni parti ne kadar masum olursa olsun, yarın eski yol arkadaşları geldiğinde size burada yer yok demeyecekler. Tıpkı ANAP’lıların, Doğru Yolluların AKP kapılarında yer bulması gibi, soyanın tabelası değişir soygun bakidir. Takla atarsan kapı çok. Bir zamanlar dörtlü takriri verip İnönü’ye kazan kaldıranlar, 1957 yılında birbirine düşer. Fuad Köprülü istifa etmiştir. Başka partiye katılmasın, başımıza bela olmasın diye kanun çıkarırlar. Seçime şu kadar kala, istifa eden vekil başka partinin listesinden aday olamaz demektedir kanun. Böylelikle Köprülü vekil olamaz ve dokunulmazlığı kalkmış olur. Bugün MHP’nin teklif ettiği şey nedir? Menderes’in yaptığının aynısı. Siyasette takla bitmiyor ki, tarih kitaplarına ibret diye düşülmüş sayfayı tekrara kalkmak akıl karı mı? Ah korku, sen nelere kadirsin!

-FURKAN AY 24.05.2020


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.