TAKUNYALILAR DARBESİ

Page 1

TAKUNYALILAR DARBESİ Takunya ve sarık... Bir zihniyetin, şekil bulmuş halidir. Rumi takvime göre 13 Nisan 1909 tarihini gösterdiği vakit tarihin seyri başka yöne doğru evrilmekteydi. Sultan Mahmud’un, amcası 3. Selim’in yapamadıklarını, nice baş uğruna keserek yapmıştı. Kendi portresini asmak için, tam bir orduyu sokağa dökmüş ve ordusu bir portreyi bu şekilde asmıştı. Köklerine kadar geri kalmış ve bu geri kalmışlıktan ekmek yiyenler nedeni ile toplumun ilerlemesi gayet zor durumdaydı. II. Mahmut devrimleri, yaşayanları kurtarmak üzere değil, yeni nesiller yetiştirmek üzere bina edilmişti. Bir tarihçi, Osmanlı arşivlerinde okuduğu ilginç bir metini zikretmiş. ‘’Türkmenler çok mütedeyyin idi. Cuma nedir bilmezlerdi’’ Rahmetli, büyük devrimci ve ilk Türkçülerden Ali Suavi şöyle demiş:’’Yarım fakih din yıkar’’1 Din yarım fakihlerin ve ahlaksızların elinde bir enstrüman olmuş ve kendi çıkarları için, Cuma namazı nedir bilmeyen, halka keyiflerine göre fetvalar vermiştirler. Hristiyanlık adetleri olan, ruhbanlık türetilmiş ve din esasları yerine şeyhlerin rızaları ile cennete gideceklerine inanmaya başlamıştır. Medreselerde, okuma yazma öğretmenin çok uzun sürdüğünü üç büyük adamdan da okudum. Birincisi, Büyük Türkçü Gaspıralı idi. Kırım’daki medreselerde 4 senede okuma yazma tam öğrenilmez iken ‘’Usul-u Cedid ile 3 ayda insanlar okuma yazma öğrenmiş ve bu modeli tüm İslam cemiyetleri kullanmaya başlamıştı.2 Keza, Mezarı bile olmayan Rahmetli Ali Suavi de aynı şeyi Ulum gazetesinde yazmıştır.3 Yine, Rahmetli Böcüzade Süleyman Sami Bey de medrese eğitiminde okuma yazmayı 4 senede öğrenemediklerini aktarmıştır.4 Yine adı geçen eserinde, Böcüzade der ki, Kur’an-ı Kerim’in matbaada basılması ile Medreseler ayrıcalığını yitirmiştir böylelikle medreseler kayıtlar azalmıştır. Fakat hala askere gitmeme ve yatarak karın doyurma geleneği sürmüş ve ‘’beşik ulemalığı’’ ile babadan oğula dergah miras kalmaya devam etmiştir. Böylelikle Anadolu, kara bir taassup altında yüzyıllar geçirmiştir ki henüz hala bu zihniyeti yenemedik. Üstelik Usul-u Cedid için buraya gidenler kafir olur diyerek fetvalarla insanları caydırmıştırlar. Şarlman’ın başına taç geçiren onun emir kulu halindeki Papalık, bu taç giydirme geleneği sayesinde artık, 16. yüzyılın sonlarına kadar sürecek bir din toplumunu elde etmişti. İşte onlar, ne zaman ki, bu taç giydirme rezaleti ile başlayan ve dogmaların egemenliğini yıkıp, eğitimi ve devleti akıla teslim ettiler işte o zaman her şey değişti. Biz ise gittikçe ipin ucunu kaçırdık ve aklın egemenliğini kurmakta bugün bile zorluk çekiyoruz. ‘’1836’da duvara resim asmak 1926’da Ankara meydanlarından birine heykel dikmekten daha güç. Törene bakınız:’’Komutan ve subaylar nişanları, sırmaları ağır üniformalar ile sabah erkenden Hassa Müşiri Fevzi Paşa yalısında toplanıp yeni çıkma sancaklı sandallarla gelen bir tabur deniz ve iki tabur Hassa askeri ve üç top ve mükemmel mızıka ile Beylerbeyi arkasından, ve bir tabur Nuhkuyusu caddesinde ve iki tabur Meh-metbey köşkünde ve Harbiye taburu kışla içinde ve altı topla bir alay Haydarpaşa kırı üstlerinde ve deniz taburu Bağlarbaşı’nda, her biri top ve mızrakarı ile saf tutarak saraydan kışlaya kırkar adım ara ile süvari ve yaya karakollar konularak...’’5 1 2 3 4 5

Sarıklı Derimci Ali Suavi, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yayınları Gaspıralı İsmail, Necip Hablemitoğlu, Pozitif Yayınları Sarıklı Derimci Ali Suavi, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yayınları Üç Devirde Gördüklerim, Böcüzade Süleyman Sami Bey, Türk Tarih Kurumu Atatürk Ne İdi?, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yayınları


Daha da tafsilatı var elbet bu törenin, fakat bu kadarını aktardığım birliklerin tek görevi Selimiye Kışlasına Sultan Mahmud-i Sani’nin portresini asmak. Bu gerici hevesleri olanlara bir gözdağıydı. Zira, Sultan Mahmud batmakta olan devlete, yeni bir yol açmıştı. Tüm dünyanın saygı duyduğu, İmparator Meji henüz doğmamıştı bile. Şogunlar iktidarını yıkan bu adam, içten büyük bir direnç ile karşı karşıya kalmamıştı. Fakat Sultan Mahmud, devleti sömürenlerin ayağına basıyordu. Yeniliklerin karşısında her daim eskilerin elitleri vardır. Yani o eski sistemden ekmek yiyenler. Bu kavga Usul-u Cedid ile Medrese arasındaki kavgadır. Bizi Japonlar kadar şanslı kılmayan şey, tüm yatırımımızı ordu ve saraylara yapışımızda gizidir. Birisi zorunluluk diğeri israftı. Uluslar çağına girerken, bir devleti üstün ve zengin kılan vatandaşlarının bilgisi, zenginliği ve o devlete duyduğu sadakati idi. Şehit Hafız Hakkı Paşa şöyle yazar günlüğüne: ‘’Üçüncü Selim zamanında ıslaha

kışlalardan başladık. Selimiye Kışlası hala bütün azmetiyle Marmara kıyılarında duruyor. Fakat o kadar. Cansız, ruhsuz taş yığını, Sultan Mahmud Almanya’ya şanlar kazandıran Moltke ile canla-başla çalışır. Milletsiz bir ordu yapmak Moltke’nin elinden gelmiyor. Sultan Aziz, yüz milyonluk borçla saraylar yapıyor. İngilizlerden sonra cihanda üçüncü derecede kuvvetli donanma yapıyor. ‘’Millet millet dediğin bu hayvan herifler değil mi? Herşeyden evvel ordu, donanma diyordu.’’ İnsansızlıktan o bütün donama Karadeniz’de, Tuna’da bednam oluyor. Ordu kötü ellerde perişan oluyor’’6 1839 yılında Osmanlı ordusu, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından mağlup ediliyor. Zira Osmanlı ordusunun teçhizatı, topu tüfeği eski fakat zihniyeti en az Orta Çağ kadar eskiydi. Moltke dahi bu orduyu kurtaramaz. Osmanlı ordusu artık yoktur. Donanma kurarlar kaputansızlıktan yine yok olur ve bu kötü gidişata Midhat Paşa son vermeye çalışır fakat Kanun-i Esasi’deki açıklara dayanarak Sultan Hamid, Midhat Paşa’yı şehadete katar götürür. Devlet çürümüştür. İstanbul halkının Müslüman kısmı devletten geçinir, gayrimüslimi ise bu Müslüman kısıma mal satarak. Devlet ise Anadolu’dan geçinir. Feshane Fabrikası açılmış ve 400 kişi çalışıyor bir kısmı subay ve hiç işe uğramaz maaş alır ve orada yoklama alan kişi onların yerine ‘’mim’’ koyar, Harbiye’de bir odacının alacağı yoklamayı bile bir Albay alır. Feth-i Bülent zırhlısı tam 4 sene tamirde kalmıştır. Böcüzade zırhlıyı bir vesile ile ziyaret eder. Öğrenir ki, zırhlı Trablus’a gidecek imiş ve bu yüzden mürettebat işi ağırdan alır7 İşte ordu ve devlet kadroları yalnız maaş alan mutlu azınlık ile doluyordu. Yabancı okulları denetleyen bir müfettiş bırakın yabancı dili, Türkçe yazamam demiştir. Yine aynı eserde bu yazılıdır. Sultan Hamid’in tahta kalma stratejisi açıktır, saadet zinciri. Yani, gönlünü hoş tuttuğu sadık adamlar ve onlara sınırsız yetki ile donatır böylelikle istibdat uzun süre ayakta kalır. Ordu içinde saraya yakın subaylar devridir-bu yüzden albay ve üstünü İTC cemiyete en başlarda kabul etmemiştir-. Bunlarda okuma yazma bilmeyen boldur. Meşhur Yedisekiz Hasan Paşa, okuma yazma bilmeden Abdulhamid’i Ali Suavi’den kurtardığı için Müşirliğe kadar gitmiştir. Liyakat artık, bitmiştir. Maaşı belirleyen şey yalnızca Yıldız’a olan sadakattir. Enver Paşa’nın anılarında da aynı vurguyu göreceksiniz. İşte Osmanlı ordusunu, devletini, donanmasını mahveden şey budur. Tahtta kalmak uğruna oluşturulan bir soygun düzeni. Saraya yakın bir 6 7

Hafız Hakkı Paşa’nın Sarıkamış Günükleri, Murat Bardakçı, İş Bankası Yayınları. Üç Devirde Gördüklerim, Böcüzade Süleyman Sami Bey, Türk Tarih Kurumu


Çerkes Kaymakam, köylünün tapulu arazisine, köy kurar ve köylü kanun yolunu kapattıkları için cebir kullanır sonuç, köylüler hapise gönderilir bu konu üzerinde duran Böcüzade ise hakimlikten alınır. Sultan Mahmud devrinde ‘’Zulm içinde adl vardı’’ dendiğini Böcüzade’den öğreniyoruz. Onun torunu Abdulhamid devrinde artık, Padişah gericiliğe sıkı sıkıya yaslanmış ve tehlikesizliğin keyfi içindedir. Fakat Sultan Hamid, beslemeleri ile İstanbul’da oluşturduğu emniyet bir şeyi hesaba katamamıştır. Goltz Paşa’nın dizayn ettiği, Harbiyeleri. Bu adamın mezarı Türk topraklarında olduğu için gayet mesut olmalıyız. Birçok yerde, maaş aldığı Padişahı eleştirmiş ve çağdaş bir harbiye kurmuştur. Padişahın tüm vehimi haklıdır, gerici iktidarına en büyük darbe bu aydınlık yuvalardan gelecekti. İşte bu vatansever gençlerden abideleşen Enver Paşa’nın İdare-i Hamidiye dönemindeki bir anısı: “...Bu sırada ortaya çıkan bir vak’a, büsbütün işi karıştırdı. Rusya Hükümeti’nin Manastır Genel Konsolosu Mösyö Rostkofski askerlere taarruza, rast geldiği yerde selâm vermediğinden dolayı azarlamaya ve hattâ bir topçu neferini darba kadar varmıştı. Nüzhetiye Karakolu önünden geçerken orada bulunan jandarma neferi Halim konsolosu tanımadığından saygı göstermez. Konsolos bunun üzerine kırbaçla yürür. Nefer de askerlik namusunu korumak için ateş eder. Konsolos iki kolunu, vücûdunu delen bir kurşunla yere serilir. Silâh sesi üzerine, kışladan olay yerine koşmuştum. Nefer sakinliğini bozmayarak ‘Ben vurdum’ dedi ve silâhını bana teslim etti. Derhal kurulan askerî mahkemede bulundum. Rusya Sefareti Baştercümanı Mandelstam’ın hükümete yaptığı hakaret bütün âsâbımı tahrik ediyor, ‘Âh, ne vakit iyi bir idare kurulacak, ne vakit bizi bu tahkirlerden kurtaracak bir hükümet teessüs edecek?’ Bu sırada genel müfettişliğe tâyin edilmiş olan Hilmi Paşa, Manastır’da idi. Askerî mahkeme, Halim ile bir arkadaşının idamına karar verdi. Mahkemenin kâtibi olduğumdan verilen bu hükmün hiçbir kanuna dayanmadığını söylemeden geçemem. Öldürme hadisesinin jandarma tarafından kızgınlık neticesinde icra edildiğini konsoloshanenin askerî mahkemedeki vekilleri de tasdik ettiler. Bununla beraber idam hükmü ‘Nefer Halim, kızgınlıkla giriştiği öldürme eylemini taammüden tamamladığından ve arkadaşı da öldürmekten menetmediği için idamlarına karar verilmiştir’ şeklinde idi. Askerî mahkeme, böylelikle ismini sonsuza kadar lekeleyecek bir hüküm vermiş oluyordu. İki nefere verilecek ceza en fazla on beş sene hapis ve beş sene kürek olacaktı. Hüküm böyle verildikten sonra idare kararı idama çevirebilir ama askerî mahkeme haksız bir muamele yapmış olmazdı. Cezanın infazı sırasında sefaret baştercümanı benimle beraber seyre gitmek istedi. Mahkeme başkanı genel müfettişliğin bu emrini bana tebliğ etti fakat kabul edemeyeceğimi ricâ ettim ve uygun gördüler. Yalnız, ölen konsolosun cenaze alayı gittiği sırada bataryam beş pâre top atışına memur edilmişti, bunu yaptım. Maamafih bu olaydaki haksızlığı hiçbir vakit unutamayacağım”. 8 İlerleme yoluna girmiş bir ulusu kimse geri koyamaz. İşte bunu Abdulhamidgiller asla bunu hesap edemez. Namık Kemal şiirleri, Ali Suavi ve Midhat Paşa isimleri ile kalpleri atıyordu. Gençtiler, sinelerinde memleketi kurtarma ateşi harlandıkça harlanmıştı. Fakat Talat Paşa eserinde Hüseyin Cahit’in dediği gibi tecrübesizlerdi, meşrutiyet ile memleket kurtulacağına inanıyorlardı. Fakat, onları geride bırakan şey, Abdulhamid sultası değildi. İki toplum içinde yaşıyorlardı. Bir yanda Medreseler bir yanda Usul-u Cedidin yetiştirdiği çağdaş bireyler. Bir yanda kalpaklar ve milli fikirler diğer yanda Orta Çağ hortlakları. 8

Enver Paşa’nın Anıları, Halil Erdoğan Cengiz, İş Bankası Yayınları.


Paris ve Selanik’teki Türk aydınlarının oluşturduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti, Reval Görüşmeleri ile Enver’i dağa göndermiş ve Abdulhamid’e Kanun-i Esasiyi uygulaması için baskı yapıyordu. Abdulhamid’in sadık kulları, İstanbul’da nargile içerken, genç subaylar tehlikeli yerlerde Bulgar ve Sırp komitacılarla çarpışıyordu. Tehlikeli yerlerde yalnızca vatanseverler vardı. Bu sebeple Balkanlarda Padişah egemenliği yitirmişti. Padişah Kanun-i Esasiye dayanarak zaten zulüm düzeni kurmuştu. Yine Şark kurnazlığı ile fırsat kollayacaktı. Mutlu azınlığın uğramadığı Balkanlara egemen Cemiyet gericiliğin kök saldığı bir şehre geliyordu, Padişahın 30 senedir beslediği mutlu azınlığının hakim olduğu yere geliyorlardı:İstanbul’a! Ve onların kavgası kara düzenleydi. Cemiyet, Abdulhamid’in tabiatını iyi biliyordu ve kimi devrimler denediler fakat Cemiyetin tecrübesizliği ile, iktidarı ele geçirmek için fırsat kollama gafletine düştüler. O devrim hareketini Böcüzade’den dinleyelim: ''En ziyade Arnavutluk mebuslarının kendilerine has bir istiklal-i milli ve Arapların hilafet-i Arabiye ve Kürtlerin imtiyaz-ı mahsus ve Rumların amal-i Yunanî ve Ermenilerin hayli zamandan beridir takip ettiği Ermenistan Padişahlığı fikir ve zihniyetlerini öne sürmek ve her biri maksad-ı muzırralarını ileri götürmek istedikleri his olununca, Niğdeli Hayri, Menteşeli Halil ve Edirneli Talât Beyler gibi Türkler İttihat ve Terakki Cemiyetini kuvvetlendirmek ve galebe etmek istemişlerse de cemiyeti mezkure programında Avrupa düvel-i müttemeddine(medenileşmiş) müterakkiye(gelişmiş) usulüne göre din işleri hükumet iktidarı milliyesinden ayırarak, Şeyhülislamı Meclis-i Hassa-ı Vükela'dan(Bakanlar Kurulundan) ve taşra kadı ve müftüleriyle, metropolitleri mecâlis-i idare-i mahalliyeden harice bırakıp, hükumet-i Osmaniyeyi sırf vahdet-i kavmiye-i Türkiye esasına ibtinanen, bir Türkiye kitle-i müttehidedi olmak üzere teşkil ve böyle idare etmek ve halife-i İslam sıfatını haiz padişahı dini işlerde vazife-i ifa ile beraber milli muamelatta yalnız bir Reis-i Cumhur salahiyetini yapabilmek hususları mevzubahis olup buna ittifakla 4 Kanunûevvel 1324 tarihinde Meclis-i Mebusan açıldığında mebusların ve padişahın tahlifleri(yeminleri)-yemini tam okumamıştır-icra(edilip) ve şubeler küşad olunduktan(açıldıktan sonra) sonra evvela kavaninin(kanunların) encümeni yapılıp(komisyon belirleme) Kanun-i Esasi'nin bazı maddeleri tadil(düzeltme)ve padişahın salahiyeti tahdit(sınırlama) ve taklil(azaltma) ve Meclis-i Ayanın dahi teşkiliyle kavaninin-i muadele tasdik edilmiş ve işe muttefikan sa'y olunmakta(cüret edilmekte) iken Anadolu mebuslarının hacısı hocası, ahkâm-ı idareyyi milliyetinin vahdet-i islamiye esasatına istinaden ahkam-ı şer'iye-i fıkıhhiyye tevkif tarafına iltizam etmeleri üzerine...'' Ahmed Rıza, sürgünü olan Paris’ten döndüğünde bir görür ki, yıllarca istibdat ile mücadele eden kendisi değilmiş gibi, yüzlerce sahte kahraman türemiştir.9 İşte Cemiyet ilk ağır darbeyi almıştı. Karşı devrim sevdalısı takunyalılar da aralarına sızmış ve Cemiyetin adını kullanarak sömürmeye çalışmışlardı. Talat Paşa, her şeyi anlamıştı. Fakat henüz aralarında albaylar bile yok sayılırdı. Sırmalı Sadrazam kıyafetini 20-30 yaşlarındaki gençlere giydirirler miydi? Nitekim Hüseyin Cahit Yalçın, büyük dava arkadaşlarının durumunu şöyle özetliyor: ‘’Rütbesiz, nişansız, sakalsız ve şansız ve şöhretsiz bir gencin vezaret unvanıya sadrazamlığa çıkmasına, sırmalı nazır üniforması giyerek bir koltuğa oturmasına bu memleketin havsalası alamazdı. Bugün bu işleri gayet tabii addediyorsak onu Meşrutiyet devrindeki alışkanlığa borçluyuz.’’

9

Anılar, Ahmed Rıza Bey, Cumhuriyet Yayınları


‘’1908 Temmuz’unda İttihat ve Terakki Cemiyeti bir yüzbaşıyı yahut bir binbaşıyı serasker bir posta başkatibi Talat Efendi’iyi sadrazam ilan edemezdi.’’

Hüseyin Cahit şöyle yazıyor: ‘’Fakat yavaş yavaş, ilk şaşkınlık ve göz kamaşması geçiyordu. Korkularından sinen ve muhakkak bir ceza bekleyen sürülerce hafiyeler, mürtekip, ve mürteşiler(rüşvetçiler) İttihat ve Terakki’nin şiddetli sillesini görmedikleri için cesaret bulmaya ve kendilerini toplamaya başlamışlardı’’10 II. Meşrutiyet yalnızca Kanun-i Esasi’yi yürürlülüğe koymuş ve Meclisleri tatilden geri çağırtmıştı. Fakat Kabine yine Padişahın emrindeydi zira Kanun-i Esasi Padişaha çok geniş yetki tanıyordu. Kabine yine Abdulhamid’in sadık adamlarından bina ediliyordu. Hala iktidar, Yıldız elindeydi. Çünkü İTC listelerinden girenler ve azınlıklar önlerinde set olmuştular. İşte tarihte bir kez daha kırılma başlıyordu. Takunyalılar-Aralarında İskilipli Atıf’ta vardırCemiyetin sınavsız medreseye girişi yasaklaması ve rüşvet düzenine son verme girişimleri ile Sultan Hamid’in imtiyazlı azınlığının kuvvetleri yıkılıyordu. İşte isyanın temel nedeni budur. İki toplumlu yapıdır. Rahmetli Gökalp Türkçülüğün Esaslarında Osmanlı subaylarının ve askeri tıbbın başarısını ‘’tek usul’’ kullanışına bağlamıştır. Sahiden öyledir ki, alaylıların küçükleri, 31 Mart ile, büyükleri ise Bab-ı Ali baskını ile tasfiye edilmişti bu usul de Batı tarzı idi. Mustafa Kema Atatürk, 1918 yılında böyle bir Paşa ile Türk askeri üzerine münakaşa etmiştir. Dileyen Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri eserinden okuyabilir. Keza İsmet İnönü de anılarında aynı kanaati bildirmiştir. 1839 yılında Cuma günü diye taarruz etmeyen Hafız Paşa varken, Osmanlı bir daha asla böyle bir duruma düşmemişti. 13 Nisan 1909 tarihinde gerçekleşen hadisenin adı açıktır. ‘’İRTİCA’ bu Takunya darbesidir. Her yerde Hüseyin Cahit ve Ahmed Rıza’yı arıyorlardı. Hüseyin Cahit, Padişahın saçağını öpmeyen başı dik bir adamdı. Ona benziyor diye bir vekili katletmişlerdi. İşte bu Usul-u Cedid ile Medrese arasındaki kavgadır 31 Mart. Yeni Türkiye’nin hakimi kim olacaktır, daha Meclisin açılışında laiklik ve padişahın yetkilerini kısma girişiminde bulunan, güvenoyu vermeyen İttihatçılar, Padişahın Arap ve Arnavut muhafız subaylarının İstanbul’daki saadet pınarlarını kesmiş ve askerden kaçan yobazları orduya almaya kalkmıştı. Yani yaptıkları şey kanun düzenini tesis idi. Ayrıcalıklara son vermek idi. İşte görünmeyen ve anlatılmayan nedenler budur. Eskinin pisliği mi;yeninin aydınlığı mı? Neticeye gelirsek, İttihat ve Terakki önünde neden set oldular sorusuna şöyle cevap verir Hüseyin Cahit Yalçın:

10

Talat Paşa, Hüseyin Cahit Yalçın, Ötüken Neşriyat


‘’Fakat derhal yüksek siyase ve entrika tesirini hissetttirdi. Bütün dünya matbuatı Türk inkılâbını ve İttihat ve Terakk aleyhine döndü. İttihat ve Terakki dar kafalı sefener, jacobin idi, mutaassıptı Zavallı ekaliyetleri(azınlıkları) Türkleştirmek istiyordu. İstiklal istiyordu. Memeketi ecnebi hakimiyetinden yani kapitülasyonları kaldırmak istiyordu. Avrupa’nın bütün mali mühitleri bu cüretkar gençler aleyhine dönmüştü. Türkiye’de yaşayan ve kazanan ecnebilerin, Türkiye’yi istismar eden bir müstemlekeden farksız hale sokan ecnebi şirketlerinin bir Türk gibi vergi vermesini onların akılları almıyordu. Türkiye’de bir cürüm işleyen ecnebinin Türk polisi tarafından yakalanmasını ve Türk mahkemesi tarafından muhakeme edilmesini, Türk kanunlarına göre cezaya çarptırılmasını; Babıali’ye hükmetmeye , Babıali’yi ayaklarına kapanmış görmeye alışmış ecnebi diplomatlar delice bir iddia telakki ediyorlardı. Bunu isteyen, Türk’ü hür ve müstakil bir hale sokan bir avuç genç, ezilmek ve idareleri devrilmek lazımdı.’’

İşte bu gençler, memleketi kalkındırmak ve kurtarmak için bir yol belirlemişlerdi. Devlet işlerinde aklı egemen kılmak ve insanca yönetmek ve yönetilmek. Toplumdaki anarşiyi sonlandırmak yani, takunyalı medreseliler geleneğini son verip hepsine Türk’ün hürriyet kalpağını giyidrme istediler. İkiliğe son verip Gökalp’in bahsettiği tekliğe yani ulus olmaya gideccektik. İşte isyanı tetikleyen şey budur. İmtiyazlı sınıflara son vermek, herkesi eşit kılmak. İnsan onuruna ve medeni bir millete yaraşır bir hükumet kurmak. Bunu ne yobazlar ne beslemeler ne de bizi sömürenler kabullenemedi. Abdulhamid’in idare şeklini çağdaş bir birey kabullenemezdi. Bir kere kurduğu tahakküm düzeni akla aykırıydı bu yüzden de bu memlekete en büyük kötülüğü yapmıştır. Isparta’ya matbaa getirmek için Böcüzade tam 40 sene uğraşmıştır. Matbuat İstanbul’da olmalıydı ki, kontrolü kolay olsun. İşte böyle böyle fikir pınarlarımızı kuruttular. Tesadüf müdür ki, Türkçülerin eserleri Meşrutiyet sonrası yayınlandı. Türk Ocağı, Meşrutiyet sonrası kuruldu? Akla ve izana aykırı bir sistemi ayakta tutmak için, gerekli olan şey zulüm ve o zulümü uygulayacak midesiz caniler gereklidir. Yıldız Sarayı’nın mahzenelrinde gözeri oyulmuş ne zavallılar oldu. 31 Mart konusunda hala Yıldız Sarayı’nın parmağı olup olmadığı tartışılır. Fakat bir gerçek vardır ki, isyanın temel sebebi, haram pınarları kesilmiş, alaylı subaylar ve askerden kaçan tekke mensuplarıdır. Feshane’de çalışıyor diye gözüküp maaş alanlar, bir zırhlıyı 4 sene de tamir etmeyenler okuma yazma bilmeden müfettiş hatta kaymakam olanlar işte bunların hepsi bir devrin aynasıdır. İşte bu takunyalı zihniyetin isyanının temelinde din yatmaz, haramcılık ve talan yatar. Din burada sadece bir araçtır. Ahmed Rıza gavuru, Hüseyin Cahit gavuru diye sokaklardaydılar. Fakat onlar mütedeyyin idi, cuma nedir bilmezlerdi. Dinin kuralı diye tekkelerde ruhbanlık taslıyorlardı. Emirlerinde adamlar vardı. Askerlik imtiyazı ve modern okullar açılması ile eski ihtişamları yoktu. Olması gereken gibi, aç kaldılar. Anadolu köylüsünü evsiz, barksız koyup vergi ile ellerindekilerini alanlar için şimdi kader aynıydı.


Masal hep aynıdır. Ne yazıktır ki 13 Nisan 1909 tarihinde başlarını ezdiklerimiz, yeniden yeniden türemiş ve bugün altı kanlı takunyaları, badem bıyıkları ile aynı haram düzenini kurmuşlardır. Yine saraylar yapılmış, yine mutlu azınlıklar kurulmuştur. Fakat Abdulhamidgiller şunu hiç anlayamazlar, bir ulus ilerleme yoluna girdi ise o yol asla durmaz. 31 Mart Vakası ile, İstanbul’a egemen olup, her şeyi bitireceklerini sananlar yanılıyorlardı. Bugün de yanılıyorlar. Fakat bugün takunyalı zihniyet ile kavgamız son bulmamıştır. Onlar Tevhid-i Tedrisata rağmen İmam Hatiperle, yer altı kuran kursları ile, gizli saklı hücrevleri ile toplumu ikiye ayırmıştırlar. Bugün de tıpkı Osmanlı gibi iki toplum, iki yaşami, iki telakkkiyiz. İşte tehlikeli olan budur. Fakat endişe etmesinler, Ali Suavi medresede eğitim görmüştü. Ama o sarığı ile devrime kalktı. Hür beyinleri, hiçbir dogma esir alamaz. Hiçbir menfaat bizi satın alamaz. -FURKAN AY


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.