29.04.2019
İŞSİZ İŞÇİNİN 1 MAYISI
1 Mayıs İşçi Bayramı, bizde yumuşatılmış hali ile, ‘’Emek Bayramı’’, arifesinde sayılırız ve 1 Mayıs günü geldiğinde, Komünistler anti-faşizan sloganlar ile sosyal medyayı işgal edecek; milliyetçi ve muhafazakar camia ise anti-komünist safsatalar ile. Aslında 1 Mayıs karşıtlığı yapanlara gülmekle yetinmeliyiz. Çünkü bugün dünyada geçerli 8 saatlik çalışma kanunu hakkında hiçbir şey bilmedikleri aşikar. Bugün 16 saat köle gibi çalıştırılmamasının nedenini hiç sorgulayamaz Türk insanı. Çünkü hiçbir zaman kendi hakkını kendisi kazanmamıştır. Kâr bazlı ekonomik sistem olan kapitalizmin kârından kısmasına neden olan olayları hâlâ birileri anlayamadı. Üstüne grev yapmak;hak aramak Türkiye’de ‘’anarşistlik’’ ‘’moskofluk’’ olarak damgalandı. Oysaki işçilerin hak talepleri, Bolşeviklerden yüz yıl önceye kadar dayanır. Bu hak talepleri onları ücretli köle olmaktan kurtardı, sermayeden emeklerini daha adil aldılar bugün dünyada en adil diyebileceğimiz gelir dağılımı aynı zamanda işçiyi koruyan yasalar Avrupa’dadır. Bunun nedenini hiç insanlar düşünmez. Ama o yasalar bizim ülkemize gelsin diye can atarlar. Hep bahsetmişimdir, Türk insanı geçmediği merhalelerin ödüllerini ister, bu yüzden de o ödüllerin kıymetini de hiç bilmez. Avrupa o yasalara binlerce grev, onlarca isyan ve binlerce ölü üzerine çıkardı. 5 Yaşındaki çocukların fabrikalarda 16 saat çalıştığı, insanların yaşayacak kadar maaş kazandıkları dönemlerde Paris Komünü, 1848 Devrimleri yaşanmış ve daha çoğunu kazanmak için daha çok insanın emeğini sömüren patronlar ve diğerleri bu acı tecrübeler sonrasında sistemin böyle devamı halinde daha çok isyan ve grev olacağından 12 saatlik iş kanunlarını 1850’ye kadar kabul ettiler. Devamında Amerika’da işçilerin 1 Mayıs 1886 yılında 8 saatlik çalışma kanunu için greve başlaması ile beraber II. Enternasyonel de uzun yıllardır istenen bu çalışma kanunu için 1 Mayıs’ı genel grev tarihi olarak belirledi. Bugün, 1 saat mesaiye kalsa sövmedik insan bırakmayanlar; aynı anda 1 Mayıs gelince saçma sapan argümanlar ile ortaya çıkıyorlar. 1886 yılından itibaren, her 1 Mayıs tarihinde sendikalar ve komünistler 8 saatlik çalışma kanunu talebi ile meydanlarda oldu. Bunun ilk önemli adımını Henry Ford hiçbir baskı ve zorlama olmadan hayata geçirdi. O zamanlar, ‘’Ford çıldırdı’’ ‘’batacak’’ diyenler ters köşe olmuştu çünkü Henry Ford ve işçileri arasında samimi bağlar oluşmuş, mutluluk da verimlilik de artmıştı. Haftada 2 gün tatil ve günde 8 saat çalışma ile beraber Ford zamanının en büyük otomobil üreticisi oldu. Bugün de inovasyonda lider şirketler, ‘’Flexible Working Prictice’’ denilen bir çalışma metoduna doğru evriliyorlar. Şirktetlerinde oyun salonlarıdan tutun, futbol sahalarına her türlü sosyal imkanı sağlıyorlar. Bugün artık, sömürünün ancak karşılıklı düşmanlık yarattığını genç milyarderler farketti. Kâr bazlı ekonomik sistemde, patronların savunculuğunu yapan insan sayısı çoktur. Patron hep çok kazansın geri kalan hep az kazansın. Bu yüzden 1929 Kara Perşembesi yaşandı. Marx’ın öngörüsü doğru çıkmış ve sermayeler tekeller altına toparlandıkça tüketecek insan kalmamıştı. İnsanlara yaşayacak kadar maaş veriyorlar ve sürekli artan endüstri karşısında küçük ve orta boyutlu işletme ve üreticiler de işçileşmeye başlıyordu. Bunun sonucunda müthiş üretim karşısında, tüketimi yapacak insan olmadığından ABD ve dünyayı sarsan büyük bir buhran yaşandı. Bu şartlar altında parlak fikirler arayan ABD’li iktisatçılar, 8 saatlik çalışma kanunu çıkarmaya karar verdiler. İlginçi patronlar batmadı! Bugün 6 saat de yapsalar yine batmazlar belki de gelecekte işsizlik olmaması için bu önlem mecburen alınacak.
Kapitalizmin en büyük açığı daha çok kâr elde etmek için alttakinin cebinde para bırakmama arzusudur. Marx ve Engels’in Kapitalizmin çökeceği öngörüsü bahsettikleri neden ile 1929 yılında gerçekleşti ve Marx’ın dilediği oldu. Marx, daha insani çalışma koşulları, daha adil maaşlar olmadıkça sistemin birgün tıkanacağını öngörmüştü. Roosvelt döneminde, 1937 yılında ABD bu kanunun ekonominin çarklarının dönmesi için gerekli olduğuna karar verdi, bakın insaniyet için yapılmış değildir, yapmasaydılar sistemin devamı zordu. İnsanlar para kazanıyor ama birincil ihtiyaçlarını karşılayacak kadar, ikincisi alışveriş merkezlerine gidip aileleri ile alışveriş yapacak kadar vakitleri de yoktu. Haftada 72 ile 60 saat arası bir çalışma koşulu ile karşı karşıyaydılar. Bu yüzden 1 Mayıs tarihinde, 8 saat çalışma, 8 saat dinlenme, 8 saat de canım ne isterse şiarı ile belirlenen bu orta yol için grevler başladı.1 Fakat komünistler ve sendikaların uzun uğraşları ile 100 sene süren bir emeğin sonucu olan 8 saatlik iş kanunu kalksın denilse, ‘’Hükumet yandaşlarını koruyacak, fabrikatörlerini koruyacak’’ demeye başlarlar. Kapitalizmin kurdu yine kendi bitmek bilemeyen hırsı olmuştu ve bunu ABD ustalıkla tedavi etti. Marx’a göre zaman geçtikçe sermaye ve üretim araçları piramitin üstünde toparlanacak ve eski üreticiler, bayiler, zenginler de proleter olacaktı. Proleterlere de yaşayacak kadar ekmek verildiğinden tüketici sınıf nerede ise yok olacağından ötürü sistem çökecekti. İşte asırı aşan bir hikayeye sahiptir, 1 Mayıs. Bu 1 Mayıs’ın doğurduğu sonuçlardan hepimiz faydalanıyoruz, daha insancıl bir yaşamımız var. Madenlerde 16 saat çalışan çocuklarımız yok, bu 16 saatlik sınırlar kalksın diye de kanlar dökmedik, bunu Avrupalılar yaşadı çünkü her millet her devri aynı anda yaşamıyor. Bizde ise bu sorunlar Batı’da aşıldıktan sonra ancak 1930’lu yıllardan sonra işçi sınıfı ortaya çıkmış ve şehirleşme başlamıştı. Bundan dolayı biz de aynı kanunları iktibas ettik. Şanslıyız. Avrupalılar, Feodal düzenden, kapital düzene geçmiş ve bunun sancıları ile uğraşırken biz daha Feodal çağı devam ettiriyorduk bu yüzden Türkiye’de komünist dalgalar çok geç dönemde başlamıştır. Grev varsa, hak arama varsa işçiler için hep ‘’Anarşist, bozguncu’’ gibi sıfatlar yakıştırılır oysa işçilerin talepleri ortak ürün olan sermayeden daha adil pay almaktır. Bu adil payı verdiklerinde hiçbiri batmadılar hatta bu adil payı kendi gelecekleri için verdiler, 1929 Buhranı bu yöntemlerle aşıldı. Orta sınıf kavramı işte budur, tüketimi rahat yapabilen sınıf. İşçilerin hakları ne kadar iyiyse tüketim de o derece artacaktır. Aslında ne kadar insani talepler değil mi? Fakat Türkiye’de ise Soğuk Savaş zihniyeti hâlâ sürüyor. 1 Mayıs karşıtlığı da sürüyor. Anlamsız bir didişme sürüp gidiyor. Fakat farkında değiller, bu karşıtlığı özellikle ABD ve Türk patronları finanse etti. Uzun yıllar kara propaganda sürdürüldü. Sınıf Çatışması kavramı da işte burada devreye giriyor, işçilerin kazanması, patronun daha az kazanması manasına geldiği için bu iki sınıf arasında katliamlara varan olaylar yaşanmıştır. Mafyalığa kadar varmıştır. Çünkü aralarında bir çıkar çatışması olmuştur.
Bunları okurken bile bana ‘’komünist misin’’ diyecek adamlar sürüsü ile var. Çünkü sosyal ve iktisadi bilimlerin kavramları bile öyle siyasallaşmış ki ‘’kapitalizm, burjuva, proleter, işçi, sınıf, sınıf çatışması, feodalizm, küresel sermaye’’ bunları kullanınca otomatik olarak insanlar kuşku ile yazara bir kalıp biçiyor. Fakat bunlar şeytani veya düşmana kalıplar değil, bunlar kavramlardır ve kavramlar olmadan tanım yapmak, sorunu betimlemek mümkün değildir. 1
Hak arayışları, Komünizm olarak sunulup bunun da bir milli güvenlik meselesi olarak sunulması ile tabi çok hoş manzaralar yaşanmadı. Yasaklı kavramlar, üniversitelerde anarşi, akademisyenlerin kovulması vesaire. Kenan Evren, anılarında 12 Eylül sonrası, patronların kendisine teşekkür ettiğini belirtmiş ve 1981 Anayasası ile işçi haklarında bazı kısıtlamalar ile beraber dernek ve sendikacılık zorlaştırılmış ve sendikalar pasifleştirilmiş kontrol altına alınmıştır. Bugün sendikaların hiçbir hükmü yoktur. Para yemekle meşgul bir ağ söz konusudur. Fakat emin olun bunlar sendikacılığı bitirimek için söylenmiş sözlerdi, TİSK 1982 yılında Cumhuriyet’in haberine göre Anayasa’dan ‘’sosyal devlet’’ kavramının çıkarılmasını istedi. Yani bu şark kurnazları, aklınca ucuz işçi çalıştırmak ve toplumun tümünün menfaatinin korunmasını önleyeceklerdi. 24 Ocak Kararlarınıda Özal’ın emeği büyüktü ve büyük oranda bunu hayata geçirmek Evren ve onun dönemindeki Ulusu, Özal hükumetine düşmüştür. Bu kararlar sayesinde Türkiye küresel sermayeye açılmış ve böylelikle Türkiye’nin iktisadı küresel sermaye emrine girmiş oldu. Ve bugün yaşanan ekonomik krizi çözmek hükumetin politikalarına değil, sermaye ile olan ilişkilere bağlıdır. Özal 24 Ocak kararlarını uygulamaya soktuğu Başbakan Yardımcılığı döneminde, devletin ekonomideki denetiminin kalkması ve Türkiye’nin ucuz iş gücü olması, mallarının da ucuz olması için Türk lirasının değerini düşürmüş ve bu uzun yıllar yüzde 90’ları bulan enflasyon ile desteklenmiştir. İşçiler sene başı aldıkları maaşı kademeli olarak kaybediyordu tabi, bundan patronlar yararlanıyordu. 24 Ocak Kararlarına olan Evren desteği için şu beyan önemlidir: Evren, 1991 yılında 24 Ocak ile 12 Eylül ilişkisini şöyle anlatıyordu:1 24 Ocak kararlarından sonra özel sektörde grevler hızla arttı. Ayrıca, bazı kamu kesimi işyerlerinde siyasal kaygı ve hesaplarla işçi çıkarma uygulamalarına karşı büyük direnişler gerçekleşti. “Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir.” 2 Yine, Türkiye İşverenler Sendikasının başkanını Evren’in işçilerin aleyhine olan kararları hakkında verdiği beyanat: TİSK Başkanı Halit Narin, tasarıda grev hakkının kısıtlanmasına ilişkin bir soru üzerine şunları söyledi:23 TİSK’in 1972, 1974, 1976, 1978, 1980 ve 1982 yıllarında yapılan genel kurullarına sunulan çalışma raporlarında yer alan isteklerin en önemlileri şöyle sıralanabilir: “20 yıldır biz ağladık, onlar güldü. Dengenin bozulduğu bir ortamda 12 Eylül’e gelen olaylar yaşandı. Grev hakkı ekonomik ve milli sınırları aştığı takdirde sınırlandırılmalıdır. Sendikalar, yalnızca sendikal faaliyet içinde kalmalıdır.” Hükumetler aslında ekonominin patronları ile iyi geçinmek zorundadır. Kimdir bunlar, yerel ve küresel sermaye. Ecevit bunlarla iyi geçinemedi, o yüzden Başbakanlığı çok uzun bir devre olamadı, başbakanlık döneminde ise küresel sermayenin hücumu ile karşılaşmış ve defalarca Demirel ile devir-teslim yapmıştırlar. Özal ise sermaye ile dostluğu seçmiş ve onların sermayesinin artması için elinden geleni yapmıştır. Halkçı politika benimseyenler için ise düdük çalmış ve demokrasi tiyatorsu 12 Eylül günü sonlandırılmıştır. Verilen haklar elbet geri alınır; kazanılan ise alınamaz. Türkiye’nin sorunu budur hangi hakları kazandık; hangi haklar bize verildi? 2
Milliyet, 7 Ocak 1991
Türkiye bugün ekonomik bir kriz içinde ve bu sürekli belli periyotlarla gerçekleşen gibi değil. Türkiye’nin iktisadına uygun biçilmemiş don ile alakalıdır. Gelişmiş, kapitalistleşmiş toplumlar için geçerli olan iktisadi modeller, gelişmemiş milletlere uygulanınca ancak sömürü düzenine dönüşüyor, sermayesini genişletmek için pazar arayanlara gelin yatırım yapın dedik fakat anlaşılmayan şu oldu birincisi bunlar kârını yurtdışına çıkarır ikincisi, artık ekonomide yer kapladığı için siyasal sisteme müdahil olması da gayet normaldir. İşte 1 Mayıs artık, sadece bana göre işçi gibi bir sınıfa ait değildir, sömürülen tüm sınıflara aittir. Bugün Türkiye baştan aşağıya halkça sömürülen bir millettir. Liberal iktisat öyle bir halde ki ne vazgeçilebiliyor; ne olmasının uzun vadede yararı var. Fakat, liberal yerine korumacı ekonomiye geçildiği taktir de ilk tepkinin nereden geleceği malumunuz. Bugün korumacı politika benimsemiş tüm milletler ‘’ambargo’’ altında tutulup, küresel sistemden soyutlanıyor. Rusya, İran, K.Kore, Küba, Venezuela ve belki de yakında Türkiye de bu listeye dahil olacaktır. Küresel Sermayeye kapılarını açmamak liberal iktisatçılar için bir suçtur, Meji Restorasyonu aslında Japonların dünyaya bakıp haydi biz de kervana katılalım diye yaptığı bir devrim değildir, Komodor Perry adlı bir filo komutanın Tokyo önlerime buharlı gemilerle gelmiş ve ABD’nin gücünü ispatlamış, taleplerini vermiş ve 1854 yılında geri dönmüş ve Japonlar mecburen ABD ile ticaret yapmayı kabul etmişti böylelikle Japon limanları ABD sermayesine açılmıştı. Devamında İngiltere ve Fransa, Hollanda da donanması ile ticaret anlaşması yapmak için Japonları zorlamıştır. Ne kadar masum değil mi? Sermayesini anlaşma ile kanun ile serbestçe sokamaz ise süngüsü ile sokarlar. Yani aslında onlar tüm dünyanın anahtarını istiyorlar ve kazandıkları paralar dağlar gibi birikirken asla harcamak gibi dertleri yok. İşte Japonlar, sermayeye açılarak dünyadan izole dönemini bir kenara koydu. Bunu Akçura, her Türk gencine okutulması gereken Suriye ve Filistin Mektupları adlı kitabında çok güzel betimlemiştir. O Ehli Salipler, artık süngü ile, kılıç ile gelmiyor, banka ile şirketle geliyor diye belirtmişti. Eski devirlerde, bir memleketin kaynaklarını ele geçirmek için ancak o toprağı ele geçirmek gerekti. Şimdi ise şirketler ile istila yeterli, nasıl olsa Gümrük Birliğimiz var. ABD bile kendisini Çin’den korumaya çalışıyor ama biz kendimizi yabancı sermayenin hışmından korumak yerine onları buyur ediyoruz. Dünyada savaşlar aslında her daim ekonomi üzerine kurulmuştur. Savaşın da bir ekonomisi vardır. Bunu unutmamak gerek. Toprak sadece toprak değildir, üretim aracıdır. Feodal çağda, tek üretim aracı toprak olduğu için ne kadar çok verimli toprak o kadar zenginlik demekti. Fakat Sanayi Devrimi ile işlenmiş mamül ve paranın eski tabirle kapitalin önemi ortaya çıkmış ve tüm mesele kâr etmek olmuştur ve toprak yerine hammade ve pazar arayışı başlamıştır. Bunun için de çeşitlenen üretim araçlarına hakim olmak gerekti. Bugün, küresel şirketler her memlekete serbestçe girip, o ülkenin kaynaklarını işletip, zenginliğine zenginlik katmak istemektedir. İşte buna izin vermediğinizde yahut onlara kendi ülkenizde iş yaptırmazsanız, bu sefer ‘’süngü’’ işin içine girer. Tıpkı 1853 yılında Komodor Perry’nin komutasındaki 4 ABD savaş gemisinin, Tokyo limanı önündeki gövde gösterisi ile Japonya’yı pazar yapma arzusu gibi ve başarmıştırlar. Birleşik Devletler bu komutana Japonya’yı ticaret anlaşması yapması için göndermiş gerekirse güç kullanma emri vermiştir. Çünkü bu ABD’nin şirketlerinin ve halkının yararınaydı bu yüzden iş rızaya bırakılamazdı. Bugün de Amerikan şirketlerinin giremediği her yer fakirlik içinde. Sermayeye biat etmeyen devletler ağır ambargo altında fakirleşiyorlar. Uzun uzadıya dünyanın ekonomik sistemiden bahsetmek mümkün fakat bugünün mesajı bu olmamalı, 1 Mayıs ve işçi hareketlerinin karşısında set gibi durmak sadece küresel
sömürücülerin ekmeğine yağ sürmek olur, insanların köle olmadığının ve ortak anlayış ve iyi niyet olmadan ‘’iş bölümü’’ prensibinin gerçekleşmeyeceğini anlamamız gerek. Soğuk Savaş artık bitmiştir ve o günlerde Bolşeviklerde olan bir şey istemek Türkiye’nin ulusal güvenliğine tehdit görülüyordu belki doğru bir nebze. Ama artık bu tehditler kalmadığına göre Amerikan ağızı ile kendi insanımızın hak taleplerine kulak tıkıyamayız gelecekte sistemin devamı için belki de 6 saatlik, 4 saatlik iş kanunları da çıkacaktır. Çünkü gelişmekte olan ülkelerdeki işsizliğin artmaması için bu belki de zarurudir. Farkında değiliz ama işçi sınıfının yahut başka sınıflarının talebi dışında bir talep oluşuyor. Sosyal sınıflar kişinin ekonomik gelirine göre şekillenir, peki soru şu geliri olmayan milyonları piramidin neresine konumlanıracağız? İşte mesele burada, emek ile çalışanlar yanında çalışamayanlar da mevcut. Türkiye’nin artık halkçı çözümlere tutunması gerekiyor tabi ABD mandası halinde iken, sermayecilerin parası olmadan duran bir çarkalara sahip iken bunu nasıl yapacağız? O da muamma. Ekonomi, dış politikadan bağımsız yorumlanamaz. Bugün, Türkiye için Nâsır’ın ve Tito’nun başını çektiği Bağlantısızlar gibi bölgesel kuvvetler de kalmamıştır. Libya dahi Türkiye karşıtlığına büründü. Uçan kuş bize düşman olmuş, İran ile aynı pozisyona doğru yuvarlanıyoruz. Ecevit’in vermediklerini, Erdoğan’dan alanlar doymadı, şimdi ondan alamadıklarını başkalarından almak istiyorlar. Alacaklar da. Türkiye için 1 Mayıs ve işçi haklarından öte bir sorun var. Onu da bir cümle ile özetleseydim ‘’İş buldun da hakkı kaldı’’ olurdu. Bir şey ne kadar çoksa o kadar değersizdir prensibine göre zamanla işçi kovmak kolaylaşacak çünkü ‘’her işi yaparım abi’’ diyen milyonlar sokakta meteliksiz dolaşıyor olacak. Yani önce halkın, bilinci yükselmeli ve milli ekonomi istemelidir. Türkiye’nin zenginlikleri Türklerindir diyebilmeli ve bunu adil bölüşmeyi arzulamalıdır. Bu bilinç okumakla da olmuyor algıların yıkılması gerek onun için insanların özellikle bizim milliyetçi camiamızın zıt görüşleri de okuyabilme cesaretini gösterip bakış açılarını genişletmesi gerekli. Öncelikle dünyanın hiçbir yerinin Türkiye’ye benzemediğini kabul etmek gerek, her çağı aynı anda yaşamadığımızı farketmeliyiz. İşte bu yüzden Akçura’yı hep farklı tutmuşumdur, Osmanlı’da liberal iktisatçıları sert dille eleştirirken; ‘’sanayisi olan İngilizlerin dünyada gümrük kalmamasının, sınırların her şirkete açılmasını savunması normal, peki Türkler niye bunu savunmalı’’ manasındaki cümleleri benim bakış açımı tümden değiştirmişti. Siyaset ve İktisat adlı eserinde toparladığı makalelerinde bu bakış açısını savunmuştu. Evet zaten bu düşünceleri ile Cumhuriyetin kurucularını etkilemiş, 1929 yılına geldiğimizde Türkiye Cumhuriyeti artık ‘’milli kalkınma modelini’’ uygulamaya başladı. Oysa bugün çok akıllı iktisatçılarımız, Türkiye’nin tamamen yabancılara açılmasını istiyor hatta bunlar askeri fabrikalar, tekel kurumlar olsa dahi umurlarında değil, ABD için geçerli olan doğrular, Türkiye özelinde yanlıştır. İşte bunu anlatamadık ve gelinen noktada sömürülüyoruz. Bu sömürü rıza ile olması da ilginçtir, hepimiz bile bile isteye isteye veriyoruz. Madem bu bayramın ism Emek ve Dayanışma günü olarak bizim takvimize girmiştir o vakit emeğimize, yurdumuza, insanımıza sahip çıkmak zorundayız. Türkiye, her geçen gün kişiliksiz bir devlet olma yolunda ilerliyor, kapitülasyonlar bizim mallarımızı yarışamaz kılıyordu peki bugün düşük gümrükler de aynı vazifeyi görmüyor mu?
Evet, bizim mallarımızı genele vurduğumuzda çok kaliteli değil, doğrudur zaten içte rekabet edemediğimiz için dışta rekabet edemiyoruz ya. Dünya aynılaşıyor, ihtiyaçlar aynılaşıyor, istekler aynılaşıyor ve bu yüzden de içteki mallar dış mallar ile rekabet edemiyor. Fakat bir yerden başalamak gerek. İşte teoriler hep birbirine giriyor, Marx’a göre tüm işçiler sömürülüyor olması gerekirken; gelişmiş milletlerin işçilerinin standartları ile geri kalmış ülkenin kıyaslanınca burada da sınıf çatışması yerine milletlerin çatışması ortaya çıkıyor. Türk, Hintli, Çinli işçi asgari refah ile yaşarken; Batılı işçi için aynısını söylemek mümkün değil. Çünkü sermaye bir memleketten öteki memlekete akıyor ve bu akıştan halkın her kesimi nasipleniyor. Kimi sınıf fazla kimisi az ama sonuçta nasipleniyor. Türkçü cemiyet, hâlâ sermaye nedir, feodal düzenden kapital düzene geçiş nasıl olmuştur bunları öğrenmediği için Türkiye asıp keser; mahveder söylemleri ile geziyor. Fakat okusalar, ne kadar güçsüz olduğumuzu anlayacaklar. Sürecin ne kadar uzun olduğunu ve vazgeçilmesi gerekirken aynı zamanda vazgeçilmez olduğunun farkında değiller. İşte bu durum şudur, idealler ile bugünün doğruları arasında gidip gelmek işte her cehaletine su serpmek isteyen birey gibi ben de bu ikilem arasında git gel ile meşgulüm. Fakat gelinen noktaya da bugünün doğruları ile geldik, bir gün koşmamak için bin sene yürüyoruz. Çok Sn. Damat olan Bakanımız, yapısal reform filan diye zırvalamayın önünüzde iki seçenek var:Bunları en iyi siz bilirsiniz Birincisi, sermayeye biat edip, istediklerini yapmayı sürdürmek İkincisi, rest çekip ağır yaptırımlar altında Türkiye’de yeni bir aydınlanma ve öz sermaye ve müttefik ülkelerin sermayeleri ile kalkınma yaratmak. Fakat sizde ikincisi için yürek yok, bugünün doğrusu olan biat etmeye devam etmek doğrudur. Bu sizin tek başınıza işlediğiniz suç değil, bu Türkiye’nin tarihinde bir kollektif suçtur, Abdulazizlerden size uzanan bir süreçtir. İşte 1 Mayıs’ın tarihinden nerelere vardık. Fazla uzatmamak gerek. Devrimler kılıf kıyafetle, evdeki eşya ile değil zihniyet ile yapılır, Türkiye Feodal düzenden öyle böyle çıkmış fakat asla kapitalist olamamıştır, onun yerine kapitalist düzenin pazarı olmuştur, cari açık bunu ispatlıyor. Mesele, savaşmak, sömürmek, sömürülmek değil insanca yaşamaktır. Dünyaya hepimiz bir kere geliyoruz ve vatandaşı olduğumuz memleketin nimetlerinden yararlanmak hakkımızdır. Hepimizin milletleri, sosyal sınıfı, daha özelde bağlı bulunduğu kurumlar var ama bu bizim aynı zamanda insan ırkına dahil olduğumuzu ve dünyadaki her olumlu gelişme ile sevinmemiz gerektiğini unutturmamalıdır. Hasılı, 1 Mayıs ve öncesindeki Avrupa’daki kanlı olaylar sayesinde bugün 16 saat yerine 8 saat çalışıyoruz. Bu yüzden, sosyal medyadaki Soğuk Savaş lügatının devamının hiçbir manası yoktur. 1 Mayıs, tüm hepimiz için bir zaferdir. Bu zafer nedeni ile ne dünya durdu, ne patronlar yok oldu, ne şirketler battı. Biz Türkçülere düşen, mutlu azınlığın mutsuz çoğunluğun emeği üzerine krallık kurmasına müsaade etmemektir. Bize düşen, adil düzen oluşturmaktır. Ne ezen ne ezilen, insancasına; hakçasına bir düzen. Türkçülerin gayesi budur, bugünü değil yarınları kurtaracak sistem inşaa etmek. Her Türk çocuğu vatandaşı bulunduğu memleketin servetinden, hakkı olan son kuruşuna kadar faydalanacak bunun için ne yapmalıyız? Bu memleketin hayat pınarlarına dayanmış çeneleri kırmak gerek.
-FURKAN AY