BUĞDAYIN TÜRKÜSÜ Halkım ben, parmakla sayılmayan Sesimde pırıl pırıl bir güç var Karanlıkta boy atmaya Sessizliği aşmaya yarayan Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa Tohuma dururlar yeniden Ve halk, toprağa gömülü Tohuma durur bir yerde Buğday nasıl filizini sürer de Çıkarsa toprağın üstüne Güzelim kırmızı elleriyle Sessizliği burgu gibi deler de Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle.
Pablo Neruda
Liseli
Sayı: 3 Temmuz 2018
YOLDAŞ
FİDEL CASTRO Fidel Castro, 13 Ağustos 1926’da dünyaya geldi. Babası bir İspanyol göçmeni olan Ángel Castro y Argiz, annesi ise Lina Ruz González isimli bir aşçıdır. Ángel Castro y Argiz’in beş çocuğundan biri olan Fidel’in babası, ülkeye Küba Bağımsızlık Savaşı sırasında asker olarak gelmiş ve savaş bittikten sonra da burada kalmış, Küba’da başarılı bir şeker kamışı yetiştiricisi olarak yaşamaya başlamıştır. Fidel, üniversite yıllarında, Küba’daki rejime karşı çıkan pek çok gruba üye olmuş, protestolarda ön sıralarda yer almıştır. 1947’de Küba Halk Partisi’ne giren Fidel Castro, mezuniyetinin ardından iki yıl avukatlık yapıp, daha sonra Temsilciler Meclisi seçimlerinde aday olmuştur. 16 yıl mahkumiyet almasına rağmen iki yılın ardından Batista’nın çıkardığı af sayesinde serbest kalmıştır. Bu ceza, onu devrimci düşüncelerinden vazgeçirmeye yetmemiş, aksine daha da kenetlenmesine yardımcı olmuştur. Castro, bir gerilla grubu oluşturmuş ve aynı zamanda kısa sürede yoldaş olacağı Che Guevara ile tanışmıştır. 26 Temmuz Hareketi adını verdiği örgütle, 2 Aralık 1956’ta Granma yatı ile Küba’ya çıkartma yapmış, ancak hükümet kuvvetleriyle girdiği ilk çatışmada da başarısız olmuştur. Burada yoldaşlarının çoğunu kaybeden Fidel Castro, aralarında kardeşi Raul Castro ve Che Guevara’nın da bulunduğu 12 kişiyle birlikte büyük bir irade gösterip, mücadelelerine
Maestra dağlarında iki yıl boyunca hükümet güçlerine karşı savaşarak devam etmişlerdir. Halkın desteğini de alan Castro ve yoldaşları, diktatör Batista’nın siyasi desteğini yitirmesi ve onları durdurmakta başarısız olması nedeniyle 31 Aralık 1958’te Dominik Cumhuriyeti’ne kaçmasının ardından Havana’ya girmişlerdir. Ve 1 Ocak 1959 tarihinde, Batista hükümetini devirmeyi başarmışlardır. Devrimden sonra, Fidel Castro başbakanlığa getirilirken, hukukçu doktor Manuel Urrutia Leo da devlet başkanlığına seçilmiş. Hükümet kurulduktan sonra ülkede pek çok değişiklik yapılmıştır. Fiyatların ve kiraların düşürülmesi ile toprak reformu yapılan ilk yenilikler olmuş. Ancak toprakları kamulaştıran Castro’nun kararı Amerika tarafından pek hoş karşılanmamıştır. Çünkü bu karar Amerikan şirketlerinin aleyhineydi ve bu yüzden ABD, Küba’ya ambargo uyguladı. Yazıyı, bizzat Fidel Castro’nun sözleriyle bitiriyorum. “Yakında herkes gibi benim de zamanım gelecek ancak Kübalı komünistlerin fikirlerine tutku ve onur ile emek harcanırsa, insanlığın ihtiyacı olan materyal ve kültürel malzeme üretilebilir.”
1
KÜBA’DA EĞİTİM SİSTEMİ Türkiye’de eğitim sistemi gün be gün değişime uğramaktadır. Eğitim sistemi bilimsellikten uzaklaşarak, sermayedarların (patronların) ihtiyacına yönelik bölümler açılan okullarda evrim gibi konular yerine gerici bir müfredat ile daha çok gericileştirilmeye çalışılıyor. Bu gün bile cehaletle mücadele, çocuk hakları, kadın hakları, barınma ve sağlık gibi alanlarda, Küba’nın, sosyalist devrimden sonra, gelişmiş ülke olarak ifade edilen birçok devletin ilerisinde yer aldığı görülüyor. Ocak 1959’da devrim olduğunda, nüfusun yaklaşık % 25’in okuma yazması yoktu ve okul çağındaki çocukların % 54’ü ise hiç okul görmemişti. Sosyalist iktidar bu durumu tersine çevirmek için kolları sıvadı. Devrimden sonra Mart 1959’da Temel Eğitim ve Okuma Yazma Öğretimi Ulusal Komitesi oluşturularak “Her okur-yazar olamayana bir eğitmen, her eğitmene bir okur-yazar olamayan” ve “Bilmiyorsan öğren, biliyorsan öğret” sloganlarıyla başlatılan okuma-yazma seferberliğine ortaöğretim gençliğinden işçilere kadar on binlerce kişi katıldı. Eğitmen köylüyle aynı düzeyde yaşıyordu, gündüz tarım çalışmalarına katılıyor ve akşamları insanlara okuma yazma öğretiyordu. 22 Aralık 1961’de okuma-yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 23,6’dan yüzde 3,9’a düşürüldü. 700 bini aşkın yetişkin okuma yazmayı öğrendi. Küba’yı Eğitim Alanında Bugünkü Başarısına Ulaştıran Dört Temel İlke 1) Eğitimin tarafsızlığı ilkesi: Yaş, cinsiyet, ırk, din ve ikamet yeri ayrımı yapılmaksızın herkes eğitim hakkından eşit bir şekilde yararlanır. 2) Öğrenim ve işin bütünselliği ilkesi: Küba eğitim sisteminin asıl ilkesi teoriyle pratiği, okulla hayatı, eğitimle üretimi birbiriyle bağdaştırmaktır. Fidel’in dediği gibi, “Öğretimle, üretken çalışmayı kaynaştırma olgusunun tek gerçek komünist eğitim biçimi olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Başka yolu da yoktur. Kimse karada yüzmeyi, denizde de yürümeyi öğrenemez.” 3) Farklı ilgi alanlarına duyarlılık ve eğitimin bütünselliği ilkesi: Küba eğitim sistemi; her bir öğrencinin özelliklerine, ilgilerine ve yeteneklerine göre gereksinim duyduğu eğitimi sağlamaktadır. 4) Parasız eğitim ilkesi: Eğitim her seviyede hiçbir ücret talep edilmeksizin sağlanmaktadır. Öğrencilerin okul kırtasiye malzemeleri, üniformalar gibi gerekli bütün malzemeler ile okul içerisinde beslenmesi de ücretsiz karşılanıyor. Devlet, tüm öğrenciler için geniş bir burs sistemi oluşturmakta ve öğretimin evrenselleştirilmesi için çalışanlara da birçok öğrenim olanağı sağlamaktadır.
Küba’da bugün, zorunlu eğitim (6-14 yaş arası), ilköğretim ve temel ortaöğretimi kapsayacak biçimde, 9 yıldır. Ülkede, dini ve özel okul bulunmamaktadır. Sınıflarda bir öğretmene en fazla 20 öğrenci düşmektedir. Eğitimde sosyalist demokrasi öğrencilere, eğitimde karar mekanizmasına doğrudan katılma olanağı sunuyor. Fiziksel ve Zihinsel Engelli Öğrenciler Küba’da fiziksel ve zihinsel engelli öğrenciler için özel olarak düzenlenmiş okullarda eğitim veren her öğretmene 2 ya da 3 öğrenci düşüyor. Bu oran dünyadaki en gelişmiş engelli eğitimi veren ülkelerin okullarından çok daha ileridedir. Üniversiteler için de gelişkin bir demokratik işleyiş ve özerklik söz konusu. Henüz 1971 yılında Fidel Castro’nun üniversitenin özerkliği üstüne sorulan bir soruya cevabı bunu gösteriyor: Küba’da üniversite özerkliğinin yasal olarak var olup olmadığını anımsamıyorum. Bildiğim bir şey varsa o da aşağı yukarı on yıldır bu sorundan söz edilmediğidir. Şimdi sorun başkadır: Belki bir gün gelir Küba Devletini üniversiteden özerk kılmak bile söz konusu olur.” Üniversitede demokratik işleyişin devamlılığı çeşitli kurumlar aracılığıyla sağlanıyor. Üniversitede yasal görevi danışmanlık olan bir üniversite yönetim kurulu var. Bu kurul, fakülte dekanları, Üniversite Öğrencileri Federasyonu başkanı ve bir de Komünist Gençlik Birliği (UJC) temsilcilerinden oluşuyor. Benzer örgütlenmeler fakülte düzeyinde de işliyor. Diğer düzeylerde olduğu gibi yüksek öğretimde de kitaplar ve diğer öğretim gereçleri ücretsizdir. Ülke genelinde, toplam 49 tane üniversite, ayrıca Yüksek Öğrenim Bakanlığı üniversitelerine bağlı 73 Araştırma Merkezi vardır. Şu anda tıp fakültelerinden mezun olmuş 25 bin doktor, Latin Amerika ve Afrika’da, daha önce hiç doktorun gitmediği, yoksul bölgelerde görev yapıyor. Yurtdışında hizmet veren Kübalı doktorların sayısı Dünya Sağlık Örgütü doktorlarından fazla. İş Garantisi Türkiye’deki lise düzeyine denk düşen üniversite öncesi eğitim ve mesleki teknik eğitimden mezun olanlar için devlet iş garantisi vermektedir. Eğitim sisteminde beceriler çok önemli bir yer tutmaktadır. Bilgiyi pratiğe dökmek temel ilkelerden bir tanesidir.
6
TOPLUMLAR TARİHİ Toplumlar başlığı ile ele alacağımız bu yazı dizisinde amacımız, bugün içerisinde yaşadığımız kapitalist toplumun nasıl geliştiğini öğrenmektir. Buradan yola çıkarak, yine bugün tartışma konusu olan “insan doğası bencil midir” sorusunu da aydınlığa kavuşturmuş olacağız. Toplumlar, tarih sahnesinde; ilkel, köleci, feodal ve kapitalist toplum olarak sırayla belirmiştir. Sınıflı toplumun ilk evresi köleci toplum olarak bilinir. Peki, toplumsal ilişkiler köleci topluma nasıl evrilmiştir? İnsanlığın oluşumu ve evrimi çeşitli bilimsel teori ile açıklanmakla birlikte, bu yazı dizisinin konusu değildir. Bu yazımızda bizi ilgilendiren kısım, insanların sosyal varlık haline gelmesidir. Marx’ın insan doğası tanımında da göreceğimiz üzere, emek, daha doğrusu kolektif emek süreci, insanların birbirleriyle etkileşimi ve sosyal bir varlık haline gelişinin temel unsurudur. İnsanlığın, iş aletlerini gereksinimleri doğrultusunda kullanması emek ile birleşerek büyük bir değişime uğramıştır. İnsan’ı hayvandan ayıran şey doğada bulunan maddi malların insanlar tarafından işlenebilmesi olmuştur. Nitekim hayvanlar, doğadaki bulunan maddi malları olduğu gibi tüketmek durumundadır. Dolayısıyla iş aletlerinin kullanılması insanı üretici güç haline getirmiştir. Böylece ilkel bir toplumsal ilişki ortaya çıkmıştır. Fakat, bireyin tek başına hala doğa ile başa çıkması olanaksızdır. Dolayısıyla kolektif yaşamı belirleyen bir üretim ilişkisi doğmuştur. Taşların işlenmesi, ateşin bulunması ve dilin gelişimi bu dönemin en belirleyici olaylarıdır. Cinsiyet ve yaş ilkelerine göre de doğal iş bölümü gelişmiş; erkekler avcılık, kadınlar toplayıcılık, yaşlılar ise iş avadanlıklarının yapımı ile uğraşmaktadır.
Bitki yetiştirmeden tarıma, hayvanların evcilleştirilmesinden hayvancılığa evrilen süreç, emeğin üretkenliğinin artması ile paralel gitmiş ve klanların oluşumuna sebep olmuştur. İlk toplumsal işbölümü, kabilelerin iki grup halinde, hayvan yetiştiricileri ve çiftçiler olarak bölünmesi ile sonuçlandı. Ürünleri birbiriyle değişmek zorunluluk haline geldi. Fakat ikinci işbölümü, üretim geliştikçe değişiyordu. Değişimde birebir karşılığı olmayan ürünler için ortak bir meta olan para ortaya çıktı. Emeğin üretken gücü geliştikçe, daha fazla ve çeşitli mal üretiliyordu. Dolayısıyla, toplumun üyeleri sadece gereksinim duydukları ürünleri değil, gerek duymadıkları artı-ürün üretiyorlardı. Böylece daha fazla üreten birey üleştirmede kendisine daha fazla ürün istiyordu. Ortaklık birliğinin bozulması ve mülkiyetin kişiselleşmesi, ilkel toplulukların temel çelişkisi haline gelmiştir. Tam da bu dönemde köleciliğin başladığını görmekteyiz. Emeğin üretkenliğinin artması ile birlikte, insan üzerindeki mülkiyeti ortaya çıkardı. Köleler, başlarda özellikle savaş tutsaklarından oluşuyordu. Başlarda toplumsal sınıflar üç gruba bölünüyordu; efendilerin malı olan köleler, üretim araçlarına sahip olan efendiler, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip ve küçük işletmelerinde üretim yapan özgür üyeler. Zamanla bu küçük mülk sahiplerinin de büyük çoğunluğu köle haline gelirken, çok küçük bölümü ise efendi haline geliyordu. Gördüğümüz üzere, sınıflı ve sömürü toplumu kölecilik ile başlamıştır. Bir sonraki yazımızda ise köleci toplumun üretim ilişkileri üzerine değineceğiz.
5
EĞİTİM SORUNU Ülkemizde; Anadolu öğretmen liselerinin kapatılması, fen liselerinin azlığı, imam hatiplerin yaygınlaştırılması, üniversitelerin dünya çapına nazaran istikrarsızlığı ve sıkça değişikliğe gidilen sınav sistemi, ciddi bir eğitim sorunumuz olduğunu gözler önüne sermektedir. Ülkemizdeki eğitim sorununun sebebi, başta para babaları sistemi olmak üzere, onun en büyük koruyucusu olan dinci AKP iktidarıdır. AKP iktidarı, iktidarı boyunca, defalarca eğitim sisteminde değişikliklere gitmiş, her seferinde durumu daha da içinden çıkılamaz bir hale sokmuş, memleketin evlatlarının geleceğini karartmaktan çekinmemiştir.
Bugünün liselerindeki en büyük sorun ise, ücretli-eşitlikten yoksun eğitim sorunudur. Zengin ve yoksul öğrenciler, yasalarca her ne kadar “eşit” olsalar da, bu “eşitlik” eğitime yansımamaktadır. Devlet okulunda eğitim alan bir öğrenci ile, özel okulda eğitim alan bir öğrenci, eşit şartlarda bir eğitim görmemektedir. “Eşit şartlarda” eğitim görseler; aynı sınava girip, aynı puanı alsalar dahi, puanın düşük olması durumunda, devlet okulunda okuyan öğrenci parasızlık nedeniyle açıkta kalırken, özel okulda okuyan öğrenci istediği özel bir üniversitede eğitim görebilmektedir. Kısacası; devletin diğer makamlarında olduğu gibi, “adalet”, parası olandan yanadır.
AKP iktidarı gibi bir iktidar, ancak ve ancak bilimin önüne set koyarak, “dindar” ve kaderci bir nesil yetiştirerek ayakta kalabilir. Bu yüzdendir ki AKP iktidarı, iktidarı süresinde binlerce imam hatip lisesi açmış, yüzlerce kütüphanenin kapısına kilit vurmuştur. Kaderci bir nesil yetiştirme politikası, her ne kadar AKP iktidarı süresince ciddi anlamda vuku bulsa da, temelleri 1982’de Faşist diktatörlük tarafından “din kültürü ve ahlak dersi”ismi altında atılmıştır. Zaten okullarda bilimin, felsefenin ve farklı dalların içi de, bu faşist iktidar süresince boşaltılmıştır.
Gerçekten eşit şartlarda eğitimin gerektirdiği bir diğer sorun ise, anadilde eğitim sorunudur. Ülkemizde farklı farklı milliyetler olduğu gibi, ana unsur olan iki ulus bulunmaktadır, Türk ve Kürt ulusları. Bu uluslardan birisi; Türkiye coğrafyasında nereye giderse gitsin, kendi dilinde eğitim görmekte herhangi bir sıkıntı yaşamazken, diğer ulus kendi milliyetinin yoğunlukta olduğu yerde dahi kendi dilinde eğitim görememektedir. Haliyle bu da, gerçekten eşit bir eğitim sisteminin önünde engeldir. Ülkemizdeki eşit olmayan eğitim sistemini kaldırmak için tek slogan, “Ücretsiz ve Anadilde Eğitim!” olabilir.
2
FİLM TAVSİYESİ: KAPLUMBAĞALAR DA UÇAR
Film, Irak-Türkiye sınırında bulunan bir Kürt mülteci kampında geçmektedir. ABD-Irak savaşını anlatmaktadır.
Abisi Henkov mayına bastığı için kollarını kaybetmiştir, ama Henkov’un geleceği görebilme yeteneği vardı. Agrin ve Henkov’un yanında kardeşleri olarak bilinen küçük bir çocuk vardır.
Kampta yaşayan insanlar televizyon antenlerinin yönünü ayarlayarak ülkede olup biteni izlemeye çalışmaktadırlar.
MİGUEL DE CERVANTES VE DON KİŞOT Miguel de Cervantes, 29 Eylül 1547’de İspanya’da doğdu. Çağdaş romanın babası olarak bilinir. Madrid yakınlarında gezgin bir eczacı cerrahın yedi çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldi. Düzenli bir eğitim görmemesine karşın, sonradan başkent olan Madrid’de kendi kendini yetiştirme olanağı buldu.1570 yılında Roma’daki İspanyol birliğine katıldı. Sonrasında 7 Ekim 1751’de Osmanlı donanmasına karşı yapılan İnebahtı Deniz Savaşı’na katıldı. Bu savaşta iki kez göğsünden yaralandı ve bir top güllesiyle sol elini kaybetti. Daha sonra ise Osmanlı’lar tarafından esir alındı. 1575-80 yılları arasında Cezayir’de esir olarak yaşadı. Burada yazmaya daha sıkı sarıldı ve ünlü eseri Don Kişot’u hapishanede kaleme aldı. Eserde yazarın kendi hayatıyla dalga geçtiği ve kahramanla aralarında bir çok benzerlik olduğu görülmektedir.
Bu sefer yanında köyden seyis diye aldığı Sancho’da vardır. Sancho’ya ada vaat ederek seyisliği kabul ettirmiştir. Birlikte pek çok maceraya atılırlar. Don Kişot’un girdiği her mücadelede Sancho efendisini uyarır saldırdığı kişilerin ya tüccar olduğunu, şato sandığı yerlerin yel değirmeni olduğunu söyler fakat Don Kişot bunlara kulak asmaz ve hep dayak yer ya da hırpalanır. Berber ve papaz da Don Kişot’un köye tekrar dönmesi için düşünürler. Buldukları planla büyücü kılığına girerek Don Kişot’u sevdiği kıza götürmeyi vaat edip köye getireceklerdir. Planları tutmuştur ve Don Kişot’u köye getirmeyi başarmışlardır. Ama Sancho bu durumdan memnun değildir çünkü vaat edilen adaya kavuşamamıştır. Her gün efendisinin yanına gidip adayı sormaya başlar. Bunun üzerine tekrardan Don Kişot’la köyden kaçarlar. Bu maceralarında ise yolda gördükleri prens ve prenses tarafından şatoya davet edilirler. Ancak Prens’in amacı Don Kişot ve seyisiyle dalga geçmektir ve düşündüğü gibi olur. Prens, onlarla bir çok kez dalga geçer. Şatosuna sahte saldırılar düzenleyip Don Kişot’un verdiği tepkilere güler. Sancho’yla daha büyük dalga geçer ve ona bir ada tahsis eder. Sancho ilkten çok mutlu olur ancak adaya gittiğinde herkes onla dalga geçer fakat Sancho bunun farkına varmaz. 15 gün adayı yönettikten sonra canı sıkılır ve adadan ayrılır ve Don Kişot’u bulmaya çalışır.
Dostoyevski’nin; “İnsan düşüncesinin son ve en yüce sözcüğü” olarak tanımladığı, Miguel de Cervantes’in hapishanede kaleme aldığı Don Kişot adlı eser, 1605 ve 1615’te iki bölüm halinde yayımlanmıştır. Cervantes, Dünya edebiyatının başyapıtları arasında yer alan “Don Kişot’u, o günlerde çok tutulan şövalye romanlarına bir yergi olarak yazmıştır. Ayrıca modern romanın ilk örneği sayılan “Don Kişot”, 17. yüzyılda çökmeye yüz tutan İspanyol feodal toplumunun eleştirel çözümlemesini de içerir. Kitap, Don Kişot adlı kahramanın okuduğu kitaplardan etkilenerek şövalye olma isteğini anlatmaktadır.
Ormanda gezinirken Sancho ve Don Kişot ikilisi karşılaşır ve tekrardan maceralara başlarlar. Bu sefer Don Kişot’un karşısına gerçek bir şövalye çıkar. Don Kişot hemen gördüğü şövalyeyi düelloya davet eder. Düellonun kaybedeni 1 yıl boyunca eline silah almayacaktır. Don Kişot bu düellodan mağlup çıkar. Don Kişot sözünde durmuş, düellodan sonra bir handa 1 hafta istirahat ettikten sonra Sancho ile köye döner. Köyde olan bitenleri yakın arkadaşları papaz ve berbere anlatır. Don Kişot köye geldikten sonra hastalanır ve 6 gün boyunca ateşler içinde yatar. Vasiyetini açıkladıktan 3 gün sonra Don Kişot ölür. Bu kitabın içeriğinde bir çok mesaj verildiği görülmektedir. Bunlardan biri hayal gücünün dışa vurumculuğudur.
Hikayemiz, köyde normal bir yaşantı sürerken Don Kişot’un aklına okuduğu kitaplarda ki gibi bir şövalye olma isteği gelmesiyle başlar.
Mayın toplayarak yaşayan Uydu lakaplı Soran, 13 yaşında bir çocuktur. Ailesi katliamda öldürülen Agrin de, Halepçe’den gelmiştir ve sınıra gitmek istiyordur.
Henkov, Agrin’in çocuğu olduğunu söylese de, Agrin buna inanmıyor ve bu durum da savaşın acımasızlığını gösteriyor.
Bunun üzerine kendisine evdeki eski eşyalardan zırh yapmaya başlar ve bir gece ses etmeden zayıf atına binerek yolculuğa çıkar. İlk macerasında yolda gördüğü tüccarları şövalye sanıp saldırmaya başlar ancak tüccarlar fena halde Don Kişot’u döverler. Yol kenarında sızlanırken yaşadığı köyden biri fark edip onu köye götürür. En yakın dostu olan papaz ve berber arkadaşını şövalyelikten vazgeçirmeye çalışır fakat başarılı olamazlar. Yine bir gece sessizce köyden ayrılır.
Cervantes bu romanında şövalye kahramanlık öyküleriyle alay eder,insan doğasını çok derinden kavradığı görülür.
3
4