LİSELİ
YOLDAŞ Sayı: 6 - 2018
“Yol ne kadar uzun olursa olsun, ilk adım atılmalıdır” Mao Çe-Tung
Liseli Yoldaş
Merhaba Sıra Arkadaşım Bizler, tıpkı senin gibi Anadolu, Fen ve meslek liselerinde okuyan; mahallesindeki çeteleşme ve yozlaşmaya tanık olup buna itiraz eden; mahkum edildiğimiz geleceksizliği yırtıp atmak isteyen liselileriz. Bu yola; bilimin, emeğin; demokratik, özgür ve parasız eğitimin hakim olduğu bir dünyayı hep birlikte kurabilmek için yola çıktık. Sürekli değişen eğitim sistemi yetmiyormuş gibi “Parası olan özel okulda okusun, parası olmayan İmam Hatiplere mahkum olsun” anlayışı ve meslek liselerinden sermaye için ucuz işgücü devşirilmesi bizleri bir araya gelerek mücadele etmemizi gerektiren bir geleceksizliğe mahkum ediyor. “Dindar nesil” yaratma çabası, bilimsel eğitim tasfiyesiyle güçlendiriliyor. Bilimsel eğitim; Evrim müfredattan çıkarılarak, fen derslerinin saatleri azaltılarak ve bunların yerine zorunlu din dersleri getirilerek tasfiye ediliyor. İstiyorlar ki kölelik düzenine, bizleri sermayenin ucuz işgücü yapma heveslerine karşı çıkamayalım. Bizler; tıpkı senin gibi içi boş bilgilerin ve hurafelerin ‘eğitim’ adı altında beynimize doldurulmasını istemiyoruz. Aklın ve bilimin gerekliliklerinin yerine getirildiği; demokratik ve parasız bir eğitim sisteminde; geleceğimizi kendi ellerimizle inşa etmek istiyoruz! Dünyayı değiştirebilmek, öncelikle onu anlamaktan geçer. Yoldaş Fanzin de ‘Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz’ şiarından yola çıktı. Sömürünün, adaletsizliğin, zorbalığın ve gericiliğin kuşatması altında yaşamak istemiyoruz. Genç insana yakışan; eşitlik, adalet ve özgürlük için mücadele etmektir. Onurlu bir yaşamı var etmek için birlikte öğrenecek ve mücadele edeceğiz. Birlikte başaracağız! yoldasfanzin@gmail.com @liseliyoldasfanzin Yoldaş Fanzin @YFanzin
Liseli Yoldaş
D
Viva Che!
ünya halklarına esin kaynağı olma vasıfları ile Dünya Devrimler Tarihi’ni var eden, devrime uzanan mücadeleler...Rusya’da, Çin’de, Vietnam’da, İspanya’da ve daha birçok yerde...Faşist diktatörlüklere, emperyalizme ve sömürüye karşı devrimci önderlerin öncülüğünde yürütülen halk mücadelesi, ülkeleri devrime taşıdı. Bu ülkelerden biri de ABD işgaline karşı mücadelenin en güçlü yürütüldüğü yerlerden biri olan Küba oldu. Dünyanın dört bir yanında Devrimler Tarihi’ni var eden onlarca devrimden biri: Küba Devrimi Planlandığı gibi sonuçlanmaması nedeniyle “başarısız” bulunan ancak halkın diktatörlüğe karşı mücadelesinde önemli bir uyanışa neden olan Moncada Kışlası Baskını’nın ardından; aralarında Ernesto Che Guevara’nın da bulunduğu 82 devrimci, “Granma” adlı tekne ile Meksika’dan Küba’ya doğru yola çıktı. Granma’nın yolculuğunun uzun sürmesi nedeniyle “tedbir alabilen” Batista diktatörlüğü, araziye ulaşabilen devrimcileri katletti. 82 kişiden geriye Sierra Maestra’ya ulaşabilen 21 devrimci kalmıştı. Burada halkı, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi yürütmeleri için örgütleyen devrimciler; kendilerine katılan halk ile birlikte 25 aylık sürecin ardından Ocak 1959’da Küba Devrimi’ni gerçekleştirdi. “Bu; sıradan insanların, sıradan insanlarla birlikte sıradan insanlar için yaptığı ve uğruna hayatlarımızı vereceğimiz sosyalist ve demokratik bir devrimdir. Bu nedenle bizi asla affetmeyecekler. Çünkü, ABD’nin burnunun dibindeyiz ve sosyalist bir devrim yaptık” sözleri ile devrimin önemini açıklayan Fidel Castro, komutan olarak görevlendirdiği Che hakkında şunları söyler: “Devrimimizin cehaletle mücadele etmek, eğitimi geliştirmek için bunca çaba göstermesinin nedeni de bu. Herkes Che gibi olsun diye...” Tıp öğrenimini tamamlayan ve bu sırada
sürdürdüğü seyahatlerinin kendisini devrim yolunda ilerlettiğini ifade eden Che; seyahatleri sırasında halkın eğitim ve sağlık hizmetlerinin oldukça dışında olduğunu görmüş, Marksizm’den etkilenmiş ve devrimi Küba için tek çıkış olarak benimsemişti. “Susun ey politikacılar! Susun ey söz ustaları! Bir sen konuş mavzer yoldaş: Sola! Sola! Sola!”* (*) Mayakovski Devrim yolunda sürdürdüğü mücadelesinin peşinden Bolivya’ya giden Che, “Peşinden gidecek cesaretin varsa, bütün hayallerin gerçek olabilir” demişti. Kendisinin bulunduğu kampın hükümete ihbar edilmesinin ardından Che, yaralı olarak yakalandı. Che’nin yakalandığı haberinin duyulmasının ardından, Bolivya’lı siyasetçi Barrientos tarafından “ölüm” emri verildi. Öldürülmesinin ardından elleri de kesilen Che’nin bir uçak pistine gömülen cesedinden kalan kemikler, 1997 yılında çıkarılıp Santa Clara’da bulunan anıt mezara gömüldü. Fidel, Che ve yoldaşlarının mücadelesi ile devrim yolunda ilerleyen Küba, geldiği noktada Sosyalizmin kalesi görevi gören, yaşattığı insani değerler ile Sosyalizm mücadelesinde önemli bir “Ada” olmayı sürdürüyor. “Sierra Maestra’dan aşağıya bütün Küba’ya Che’nin gülümsemesi ve Fidel’in sabrı Yani devrimin en güzel ve en doğru karması Şelalenerek aktı. O gün sadece Batista zulmü geride kalmadı. Bütün dünyaya örnek olacak Umuttan bir ülke doğdu. Lenin’in 1917 perspektifi, Okyanusun öte yakasında karşılık buldu…”* (*) Mehmet Yeşiltepe’nin Yolculuk gazetesinde yayımlanan “Che Ölümsüzdür!” başlıklı yazısından alınmıştır. Liseli Yoldaş
Toplumlar Tarihi IV: Kapitalizm
T
oplumlar tarihi yazı dizimizin bu sayı konusu; Kapitalizm. Bugün içerisinde yaşadığımız kapitalizm, üretim ilişkileri ve tarihsel gelişimi açısından uzun bir yazı konusudur. Dolayısıyla, kapitalizm konusunu, bu sayımızda üretim ilişkileri açısından ele alacağız. Sonraki sayı ise dünya’da kapitalizm’in gelişimi ve burjuva devrimleri ile ele alacağız. Kapitalizm, basit meta üretiminden doğmuştur. Kapitalizmde, metaların yani ürünlerin kişisel tüketim için değil, satış için üretimi evrensel bir nitelik kazanmıştır. Kapitalizm geliştikçe, küçük üreticiler ve köylüler, ürettikleri ürünlerin daha büyük bir kısmını satmaya başladılar. Diğer toplumlardan farkı da aslında, kapitalizmde bütün üretim araçlarının ve tüketim maddelerinin alım-satım konusu olmasıdır. Dolayısıyla, kapitalizm’i olanaklı kılan temel unsur kişisel mülkiyettir. Yani, kapitalizmde, üretici ile metaların
sahibi aynı ve tek kişi değildir. Kapitalist ilişkiler, ücretli emek sömürüsü üzerine kurulur. Ücretli emek sömürüsü; İşçi, özgür(!) bir insandır ve yasa, onu, kapitalist için çalışmaya zorlayamaz. Ama, genel olarak, üretim aracına sahip olmadığı için, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak için işçi olarak çalışmak zorundadır. Bir avuç kapitalist, üretim alet ve araçlarını ellerinde bulundururken, halk yığınlarının kollarından başka bir şeyi yoktur. Bu durumda, bir işçi emek-gücünü satmak zorundadır. Emek-gücü bir meta olduğuna göre, ona bir değer biçilmiştir. Bir metanın iki yönü vardır. Bir yandan insanın gereksinimini karşılarken, diğer yandan satılacak nesnedir. O yüzden, meta bir kullanım değerine, bir de değişim değerine sahiptir. Kullanım değeri, o metanın özünü, yani ne işe yaradığını belirtir; Örn. Bir ceketin kullanım değeri, onun Liseli Yoldaş
servetini büyütmeye dönük yeni yatırımlarına ayrılır. Artı-değer, iş bölümünün olduğu tüm toplumlarda vardır. Kapitalizmdeki artı-değer, sermayeye dönüştüğü için diğerlerinden farklıdır. Yani, artı-değer kapitalist bir toplumda üretimin varlık nedenidir. Kapitalistler bu artı-değeri artırmak; dolayısıyla sermayesini büyütmek için temelde 2 yola başvurur. 1)Ücretleri sabit tutmak çalışma saatlerini artırarak ya da çalışma saatlerin sabit tutarak, ücretleri düşürerek (mutlak artı-değer) 2)Emek gücü verimliliğini artırarak, böylece de gerekli emek süresini kısaltarak (nispi artı-değer) üşümemek için giyilmesidir. Değişim değeri ise, metanın, emek-zamanı ile belirlenen değeridir. Ceket örneğine bakacak olursak, bu ceketin üretimindeki emek-zamana göre fiyat’ının belirlenmesidir, örn:50 TL. Diğer yandan emek-gücü’nün para olarak değeri, onun fiyatıdır, bu da kapitalizmde ücret biçimini alır. Kapitalistler, ücreti gerçek değer olarak asgarisine indirmek isterler, çünkü daha fazla kar elde edip, sermayesini artırmak ister. Burada önemli olan şudur ki; gerçekte, işçi emeğini satmaz. Çalışma yeteneğini, yani emek-gücünü satar. Kapitalist de, bu emek-gücünün kendisine ödediğinden fazlasını sağlamak amacıyla hareket eder. Bunu da artı-değer sağlayarak yapar. Bir örnekle açıklayacak olursak; Saat ücreti 20 TL olsun. İşçi bir saatte 4 ürün üretiyor. Yani toplamda 1 saatte 80 TL’lik değer üretiyor, ama kendisine 20 TL ödeniyor (Bu durum ücret düzeyi, işsizlik oranı, arz-talep koşulları, işçilerin örgütlülük düzeyine göre belirlenir). Kalan 60 TL artı-değer oluşturur. Bu 60 TL’nin bir kısmı hammadde, pazar vs giderleri için, bir kısmı da vergi olarak devlet ile paylaşılır. Kalan kısım ise kapitalistin,
Burada şöyle bir süreç ortaya çıkar: İşçinin ürettiği artı-değer, kapitalist’in kârıdır. Bu kâr, belirli miktarda gider düşüldükten sonra, kapitalist’in sermayesine eklenir. İşte emek-sermaye çelişkisinin özü budur. Kapitalizmde üretim gittikçe toplumsallaşır. Fakat, üretim araçlarının özel mülkiyeti, milyonlarca insanın toplumsal emeğinin ürünü, birkaç kapitalist tarafından gasp edilir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, toplumsal emek ile uzlaşmaz çelişki içine girer. Kapitalizm’in bu temel çelişkisi, fazla üretimden gelen bunalımlar ile krizler yaratır. Bu krizler proletarya ile burjuvazi, köylüler ile tarım alanındaki sömürücüler arasındaki sınıf çelişkilerinin derinleştiğini gösterir. Sınıf savaşımı şiddetlenir ve yığınları harekete geçirir. Kapitalizm, üretici güçleri geliştirerek ve üretimi toplumsallaştırarak, Sosyalizm’in maddi koşullarını yaratır. Nitekim, toplumu değiştirecek güç olan işçi sınıfını ortaya çıkarmıştır. Bir sonraki yazımızda, Kapitalizm’in tarihsel gelişimini, İngiltere ve Fransız Burjuva Devrimleri örnekleri ile ele alacağız. Liseli Yoldaş
Makarenko Okulları
S
ovyetler Birliği bugün birçok karalama kampanyasına maruz bırakılsa da o dönemde yaşanan savaş ve kıtlık gibi koşullarda eğitime ve özellikle de gençlere ne kadar önem verdiği ortadadır. SSCB suçun toplumsal olduğunu göz önüne alarak, eğitimci ve pedagog olan Anton S. Makarenko’ya “Çocuk Suçlular Kolonisi”ni kurma ve idare etme görevini verdi. Makarenko’nun bu okulları açmasındaki en önemli amaçlarından birisi ıslahevlerinde yalnızlaştırılan ve “ıslah” edilmeyen hatta daha da suça yönelen çocukların kolektif yaşaması ve ‘ben’ düşüncesinden çıkarak ‘biz’ düşüncesini edinmesi gerektiği düşüncesidir. Makarenko’nun bu düşüncelerle yola çıkarak, pratikte elde ettiği kazanımlar pedagojiye yeni bir bakış açısı kazandırdı. Bu okulun en önemli kuralı ıslahevlerinden bu okullara gelen çocuklar ‘suç’larını Makarenko ve bütün eğitimciler dahil olmak üzere hiçbir şekilde kimseye söylememeleri gerekliliğiydi. Bu kuralla, kolektif bilinci oluşturabilmek için eğitimcilerin çocuklara ve çocukların birbirlerine olan bakış açılarının olumsuz yönde değişmemesi sağlanmıştı. Bu okullarda kolektif üretim çalışmaları uygulanmakta ve bu çalışmalardan sağlanan kazançla okul şartları iyileştiri-
liyordu. Okul içerisinde çocukların diğer arkadaşlarıyla ve eğitimcilerle eşit haklara sahip olmaları ile Sovyetler’de, Marksist literatürde bahsedilen “bireyin toplumsallaşması” sağlanıyordu. Ayrıca bu okullarda geleneksel ikili (eğiten-eğitilen) eğitim modelinden çıkılarak öğrencinin edilgen değil etken olduğu bir eğitim modeline geçiş sağlandı. Makarenko bir süre sonra okulun isminin “Çocuk Suçlular Kolonisi” olmasının çocukları “suçluluk” psikolojisine ittiğini ya da itebileceğini fark ederek ve çocukların Gorki’ye olan ilgisi, kitaplarını sık sık okumaları ve Gorki’nin hayatını kendileriyle özdeşleştirilmeleri sebebiyle okulun adını “Gorki Topluluğu” olarak değiştirdi. Okulun isminin değişmesinin çocukların üzerindeki olumlu etkisiyle beraber çocuklar sık sık Gorki’yle mektuplaşmaya başladılar. Gorki, okulu yakından takip etmeye başladıktan sonra 1928 yılında okulu ziyaret etti. Gorki Topluluğu, öncesinde yüzlerle başlayıp binlerce çocuğa ulaşarak suçun nedenlerini, suçu ve suçun sonuçlarını ortadan kaldırmakta en önemli adımı atmış oldu. Bugün yeni ıslahevleri açarak çocukları ‘ıslah’ edebileceklerini düşünenlere en güzel alternatifi, 98 yıl önce Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yaratmıştı. Liseli Yoldaş
Evrim Dersleri
E
vrim dersleri başlığı altında sürdürdüğümüz yazı dizisinde ikinci yazımızda, önce ayrı ayrı başlıklar olarak ‘evrim’ ve ‘insan’ kelimelerinin tanımları üzerinde durmuştuk. Daha sonra insanın insan olarak kabul görmesi farklı topluluklar tarafından nasıl olmuş ve artık bu olgu günümüzde nasıl evrenselleşmiş incelemiştik. Bunun ardından ise insanın evrimi konusuna giriş yapmış, evrim ağacından ve Hominid/ Pongid ayrımından da bahsederek yazımızı sonlandırmıştık. Bu sayıda 3.ders konumuz Hominid’ler ve Pongid’ler arasındaki farklar ve insan evriminin aşamalarına kısa bir giriş olacak. Evrimin aşamaları İnsanın bir Primat olduğunu, Primat’ların yarı maymunlar ve insansı maymunlar olarak ayrıldığını anlatmıştık. İnsansı maymunlar kendi içinde 3 farklı türe ayrılıyordu, bunlar da uzun kuyruklu maymunlar, kuyruklu maymunlar ve insansılardı. Hominid ve Pongid ayrımında insanı ilgilendiren kısım Hominid’lerdi. Hominid’ler fosil insanlar ve bunların doğrudan atalarını oluşturuyordu. Artık Pongid’lerin orangutan, şempanze ve goril türlerini ifade ettiğini biliyoruz. Peki ya Hominid’ler? 10-5m yılları arasında Afrika’da ciddi iklimsel değişiklikler yaşanmıştır ve iklim şartları aşırı ısınmıştır. Orman alanları daraldığında primatlar otlaklarda yasamaya başlamışlardır. Daha az enerji harcamak ve gövdeyi sıcaktan korumak için 4 ayak üzerinde yürüme terk edilmiştir. Hominid’ler yani insanlar Pongid’lere kıyasla daha büyük ve karmaşık bir beyin yapısı, yassı bir yüz yapısı, iki ayak üzerinde ve dik yürüyebilme kabiliyeti, gelişkin hareket kabiliyeti vardır. Köpek dişleri ise artık diğer dişlerle aynı boydadır. Kültürel olarak ise soyutlama ve konuşma yeteneği ve tinsel ögeleri bulunan bir yaşam biçimi görülür ve besin paylaşımı vardır.
Hominidlerin özellikleri Karmaşık yapılı beyin, gelişkin hacim ve sinirsel yapı, beyin ve el arası koordinasyon, 2 ayakta dik yürüme, ellerin bedeni taşımak dışında alet kullanımına yönelmesi, Hyoid (dil) kemiğinin gelişmesi ile konuşabilme yeteneği ve bununla beraber iletişimin güçlenmesi, iletişimde simgelerin kullanılmaya başlanması, Stereoskopik görme yani 3 boyutlu görüşün kazanılması, fizyolojik ve zihinsel olarak soyutlama yeteneği, göz ve beyin ilişkisinin gelişmesi insanların Pongid’lerden ayrı sınıflandırılmasının başlıca sebepleridir. İnsan evriminin aşamaları Şimdi günümüzden geriye doğru giderek insan evrimi aşamalarındaki türlerin şematik haline bir bakalım. 200 bin/100 bin – 60 bin yıl = Homo Sapiens 220 bin yıl = Neanderthalensis 400 bin yıl = Heidelbergensis 2 milyon yıl = Ergaster(erectus) 2,6 milyon yıl = Habilis 3 milyon yıl = Austrapithecus africanus 3,9 milyon/3 milyon yıl = Afarensis 4,2 milyon /3,9 milyon yıl = Anamensis 4,4 milyon yıl = Ardipithecus ramidus ramidus 5,5 milyon yıl = ramidus kadabba 6 milyon yıl = Orrorin tugensis 7 milyon yıl = Sahelantropus tahadensis Bu soy ağacı, yeni çalışmalarla beraber sürekli güncelleniyor ve değişiyor. Öyle ki bir sonraki dersimize kadar bile sonuçlanmış bir araştırma yeni ve farklı bir insan türünü soy ağacına eklemiş olabilir. Bir sonraki dersimizde ağacın en eski üyesinden başlayarak türleri inceleyeceğiz. Liseli Yoldaş
Çark işçi sınıfından yana: 1917 Ekim Devrimi
2
0’nci yüzyılın başında büyük devletler arasında yerini almış olan Rusya dışarıdan bakıldığında zamanının en güçlü imparatorluklarından biriydi. Ülkenin başında Çar II.Nikolay bulunuyordu. Ancak dünya çapında diğer ülkelerin dikkatlice izlediği ülke olan Rusya kendi içerisinde yaşadığı ekonomik buhranlar, köylü halkın şehir merkezlerine göç etmesi ve Çar’ın otoriter iç politikaları ile birlikte halkın Çarlığa karşı içten içe kin tutmasına sebep olmuştu. Devrim’in ilk meşalesi 1905 yılının Ocak ayında yakıldı. Papaz Gabon’un örgütlediği 200 bin insan, yaşadıkları sıkıntıları “ Çarlığa anlatmak üzere, Kışlık Saray’ına doğru yola koyuldu. Halkın başlattığı bu barış söylemleriyle dolu yürüyüş, askerlerin üzerlerine ateş açması sonucu ilerde devrim ateşinin
yanmasına sebep olacak, bir katliama dönüştü. Ki tarihte ‘Kanlı Pazar’ olarak geçen ve yaklaşık 500 kişinin öldüğü bu olay, Rus Halkı ile Çar’ın son manevi bağının da ortadan kalktığı, bu nedenle de Sovyet Devrimi’nin ilk temellerinin atıldığı dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Daha sonra bu olaylara 1905 Devrimi dendi. Devrim rüzgârı 1.Dünya savaşının başları olan 1914 sürecinde değişik zamanlarda yapılan grevler, işçi eylemleri gibi olaylarla süregeldi. 1914 sürecinde ise ülkede kısmi milliyetçilik dalgası, devrimsel yürüyüşü bir süre duraksattı. 1917 Ekim Devrimi’nin ilk kıvılcımını 23 Şubat’ta Putilov işçileri yaktı. Dünya Kadınlar Günü’yle de birleştirilen grev dalgasında on binlerce işçi ve kadın başkentin merkezine aktı. İş ve ekmek talepleri kısa süre içinde ‘Kahrolsun Liseli Yoldaş
Çar’ sloganlarına dönüştü. 27 Şubat’ta askerlerin de ayaklanması ile büyüyen devrim dalgası tüm ülkeyi sardı. Dört gün içinde Çar tahttan çekildi. Tarihte ‘Şubat Devrimi’ olarak adlandırılan bu olaylar sırasında 1315 kişi hayatını kaybetti. Şubat Devrimi sonucunda ikili bir yapı oluştu. Bir tarafta Çarlık Rusya’sının yasama meclisi olan ve burjuvaların ağırlıkta olduğu Duma Komitesi, bir tarafta da işçi sınıfının yoğunlukta olduğu Sovyetler. İlk dönemlerde iktidar ağırlıklı olarak Duma’nın kontrolündeydi. Kurulan Liberal Hükümet, sosyalistlerin taleplerinin aksine Birinci Dünya Savaşı’na devam edilmesi kararı aldı. Nisan ve Mayıs ayları içinde sosyalistler güçlerini arttırdı. Sürgünde olan Lenin, Nisan ayında Rusya’ya döndü. Liberal hükümet eliyle cephede savaş devam ederken, Lenin önderliğindeki Bolşevikler de Sovyet komiteleri içinde güçlerini arttırdı. Temmuz ayında, Bolşevikler ’in en güçlü olduğu yerlerden biri olan 1. Topçu Birliği’nin cepheye gönderilmeye kalkınması ile yeni bir ayaklanma dalgası ülkeyi sardı. Hükümet sıkıyönetim ilan edip Bolşevikleri tutukladı. Lenin Alman ajanlığı ve ihanet ile suçlandı. Lenin Finlandiya’ya kaçtı ve buradaki sürgün günlerinde ‘Devlet ve devrimi’ yazdı. Temmuz ayındaki ayaklanmayı hükümet bastırmayı başarmış olsa da Bolşevikler güç kazanmaya devam ettiler. Sonunda 24 Ekim 1917 gecesi (Jülyen takvime göre 24 Ekim, Miladi takvime göre 6 Kasım) Geçici hükümetin karargahı olan Kışlık Saray kuşatıldı. 25 Ekim sabahı Geçici Hükümet’in Başbakanı Kerenski saraydan bir sırp subayı kılığıyla kaçtı. 26 Ekim (8 Kasım) gecesi kadınlardan oluşan bir birlik dışında artık neredeyse terk edilmiş Kışlık Saray birkaç yüz kişilik bir birlik tarafından ele geçirildi.
Artık Lenin’in “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganıyla özetlediği Ekim Devrimi gerçekleşmişti. Geçici Hükümet’in üyeleri tutuklandı. 8 Kasım’da toplanan İkinci Rusya Sovyetler Kongresi’nde, Lenin “Halk Komiserleri Konsey Başkanı” (hükümet başkanı) seçildi. Ekim Devrimi sonrasında yeni rejimin ilk icraatlarından biri, Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmek oldu. 3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk anlaşması ile Sovyet Rusya savaştan çekildi. 16 Temmuz’u 17 Temmuz’a bağlayan gece Çar Ailesi hapsedildikleri evin bodrum katında öldürüldüler. İdam kararının yeni kurulan merkezi hükümet tarafından mı yoksa yerel Sovyetler tarafından mı alındığı tam olarak netlik kazanmadı. Dünya Savaşı’nı bitirse de Sovyet yönetimini yeni bir savaş bekliyordu. Sovyet Hükümeti tarafından kurulan ve başına Troçki’nin getirildiği Kızıl Ordu ile eski rejim taraftarlarının oluşturduğu ve İngiltere, Fransa gibi ülkelerden destek alan Beyaz Ordu arasında yaşanan iç savaş 1919’dan 1920’ye dek sürdü. İç savaşın Kızıl Ordu tarafından kazanılmasından sonra yeni rejim ülke içinde tam denetimi sağladı ve 20’inci yüzyıla damgasını vuracak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin inşa çalışmalarına başladı.1917 Ekim Devrimi tüm bütünlüğüyle tarihsel devrim yürüyüşünün en üst noktaya çıktığı en büyük işçi sınıfı kazanımlarının 20’inci yüzyıldaki başlıca simgesiydi. Daha sonralarında Fidel, Che ve Raul’un başta olduğu Küba Devrimine yol gösterici olarak bir meşale görevi görmüştür. Ekim Devrimi bundan sonra da aynı şekilde biz devrimcilerin, işçi sınıfının yol göstericisi ve tarihteki meşalesi olacaktır. Yaşasın Ekim Devrimi ve yaşasın uğruna canlar verdiğimiz Devrim Mücadelemiz! Liseli Yoldaş
Yol’umuzun kızıl gelinciği
sıcak bir tohum düşer toprağımıza namlular ölüm kusarken Urla’da bir güneş gibi doğarsın sokaklara yolumuzun kızıl kızıl gelinciği işçi semtlerinde ayak izlerin gecekondularda sıcak nefesin yorgun bir emekçinin ocağında yüreğin yüreğin yangındır dağlarımızda … Mine Bademci 1962 yılında İzmir’in Alaçatı kasabasında doğdu. Devrimci mücadele ile ilk defa Alaçatı Halk Odası faaliyetlerinde tanıştı. Alaçatı’da o dönemde yaşamış olan ve Mine Bademci’yi tanıyan mahalle terzisi “ Mine halk ile iç içe yaşayan birisiydi. Ortaokul yıllarında esnafın hal hatırının sorardı. Sporda çok iyiydi, koşulardan birincilikle çıkardı. O yıllarda okulun üniformalarını diken terzide çalışıyordum bu vesile ile Mine Bademci ile çok sohbet ederdik, ortaokuldan sonra liseye geçince İzmir’e gitti. Türkiye’de gelişen sol hareketlerden etkilenmiş, Mahir’lerin Deniz’lerin çizgisinde mücadelesini ilerletmişti. İlçedeki bağnaz kişiler ile mücadele ediyordu artık. Eğer Mine yaşasaydı bugün ülkedeki gidişe yön verecek kişilerden biri olurdu. Ama maalesef bu askeri rejim onu bizden aldı. O çok güzel bir insandı henüz daha hayatın tadına bile varamadan bizden çaldı onu askeri cunta.” diyerek anlatır Mine’yi. İzmir’de 1980 yılının Temmuz ayında Devyol çalışmaları yapan ağabeyi Salih, üniversitede Devrimci Yol afişleri asarken faşistler
tarafından katledildi. Henüz 18 yaşında olan Mine metanetini yitirmedi, sarsılmadı da. Bu olaydan sonra daha ön saflarda mücadele etmeye başladı. 12 Eylül faşist darbesinden sonra arkadaşlarıyla beraber kırsal kesime geçti. Mine civardaki köylere gider insanlara yardım ederdi, arkadaşlarını da alır ‘Biz devrimciyiz size yardıma geldik size yardım etmek istiyoruz’ derdi. Kısa zamanda herkes onu tanıdı ve çok sevdi. Mine Bademci sol görüşlü bir aileden geliyord; ailesinde sürekli siyaset konuşuluyordu. O nedenle gelecek tehlikelerin farkındaydı. Genç yaşına rağmen olacakları öngörebiliyordu. Halk ile sürekli diyalog halindeydi ve sürekli halkı gericilere karşı uyarırdı. 15 Ekim 1982’de Urla’da bir bağ evinde sarıldıklarında 15-20 kişiydiler. İçlerinde tek kadın Mine’ydi. Birlikte durumu değerlendirerek çemberi yarıp çıkmaya karar verdiler. Dışarıya ilk fırlayan Mine oldu ve açılan ateş sonucu öldürüldü. Vücudunda 32 kurşun vardı. Diğer arkadaşları sağ yakalandı. Askeri cuntanın katlettiği ilk devrimcilerden biriydi Mine Bademci. Arkadaşı Sevinç Eratalay onu “Mine’yi okul yıllarında tanıdım. Daha kendisi ile tanışmadan, övgü dolu sözler duymuştum onun hakkında… “Fırtına gibi bir kız geliyor” demişlerdi. Gerçekten de öyleydi. Sevgi dolu bir yüreği vardı… Gözlerinin içi hep gülerdi… Onu hiç umutsuz, hüzünlü görmedim. O kadar coşku dolu bir kızdı ki. Bir insanın sahip olacağı en iyi meziyetlere sahipti diyebilirim. Yürekli, atılgan ve tutarlı davranışları ile herkesin gönlünü kazanmıştı. Urla’da vurulduğunu duyduğum zaman, yüreğime dolan acıyı hiç bir zaman unutamam. Hepimiz onu çok sevmiştik’’ diyerek anlatır. Liseli Yoldaş
Gerilla Tanya
G
erçek ismi Haydee Tamara Bunke Bider olan Tanya, efsanevi solcu isyancıların 1967 harekâtına katılan tek kadındı. Tanya 19 Kasım 1937’de Arjantin’de doğdu, anne ve babası Nazi zulmünden Arjantin’e kaçmış olan Almanlardı. Sonradan Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşuna katılmak için ülkelerine geri döndüler. Arjantin’e kaçtıktan sonra da yer altı çalışmalarını sürdüren komünist anne-baba, kızlarını burada büyüttüler. Tanya, 18 yaşındayken Alman Birleşik Sosyalist Partisi’ne kabul edildi. Gençliğinden itibaren Tanya, Küba’ya karşı derin ve sürekli bir ilgi duydu ve 24 yaşında, Mayıs 1961’de Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden Küba’ya geldiğinde çok heyecanlıydı. Oradayken, Eğitim Bakanlığında, Küba Halklarla Dostluk Enstitüsü’nde ve Küba Kadın Federasyonu’nun yürütme kurulunda çalıştı. Che ile demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne yaptığı gezi sırasında tanıştı ve Che’ye, onun devrimci düşlerine karşı içten bir sevgi ve sadakat duyarak onun birliğine katıldı. Arjantin’de doğduğundan İspanyolca’yı akıcı şekilde konuşurdu ve gizli çalışmaları için bir çok kimlik uydurabilirdi. Nitekim, Küba’da Tamara Bunke, Avrupa’da Haydee Bidel Gonzales, Berlin’de Marta Iriarte ve Boliya’da Laura Gutierrez Bauer olarak
biliniyordu. Öğretmeni ve örgütsel ilişkisi olan Mercy’ye Küba için dolar elde etmenin çok zor olduğunu söylemişti; gözlerinde yaşlarla şöyle demişti ona: “Küba’dan bana dolar göndereceklerine ben Küba’ya dolar gönderebilseydim harika olmaz mıydı?” Tanya kısa zamanda Küba Kadın Federasyonu’ndaki en önemli yoldaşlardan biri oldu ve kendisine verilen her görevi yerine getirdi, ufak tefek ya da önemsiz gözüken görevleri bile. Bir defasında Federasyon’un desteklediği bir radyo programında yayınlanmak üzere bir roportaj yaptı, eski ve arızalı bir kayıt cihazını götürüp tamir etti ve kurdu. Kapote, kendisi olsa, roportajda verilen bilginin Tanya’nın çabalarına değer olmadığını düşündüğünden bu işi o kadar da önemsemeyeceğini söylemişti. Ama Tanya, sanki bir bakanla hayati öneme sahip konular hakkında röportaj yapıyormuşçasına şevkliydi. Çünkü onun mantığı şöyleydi: “Küçük işleri yapamayanlar, asla büyük işleri yapamazlar.” Devrime koşulsuz sadakati ve kendisini çalışmalarına adamasıyla eşsizdi. Kendisini tanıyan herkesin saygı ve sevgisini kazanmıştı. Zorlu bir eğitimden sonra Tanya, Bolivya egemen sınıfının ve ordusunun temsilcileriyle ilişkiler geliştirmek ve gerilla cephesi için uygun Liseli Yoldaş
koşulları yaratma görevini almıştı. 1964 sonunda Bolivya’ya vardı ve orada Laura Guiterrez Bauer ismiyle tanındı. Ve daha sonra, kendisi de Joaquin ismiyle tanınan Commandante Vitalio (Vilo) Acuna liderliğindeki gruba katılarak gerilla ordusunun bir parçası oldu. Binbaşı İnti olarak tanınan ve Che’nin ölümünden sonra Bolivya’daki devrimci mücadelenin lideri olan (ki kendisi de daha sonra Bolivya ordusu tarafından öldürülmüştür) Guido Peredo, Rojas ve Calderon’un kitabının önsözünde onun için şöyle yazmıştı: “Bir çalışmanın başarılı olabilmesi için kendi kendine edinilmiş içsel disiplin esastır. Eski hayatın tümü artık geçmişe gömülmüştür. Artık yeni ve farklı bir insanın embriyosu ortaya çıkmaya başlar. Bu, daha ve daha fazla fedakarlık yapmayı daha fazla sevinçle arzulayan insanın embriyosudur. Tanya her gün başkaları için çok önemli olabilecek olan değerleri reddederek bu yolda ilerledi.” Gerilla ordusunun bir üyesi olarak Tanya oldukça soğukkanlıydı. Alışık olmadığı halde gerilla taktiği için gerekli olan uzun yürüyüşlere sessizce katlandı ve kadın olduğu için özel bir muamele gormeyi reddetti. Gerilla birliklerindeki diğer yoldaşlarla aynı muameleyi görmekte ısrarcıydı ve kadınları hâlâ toplumun tamamen kabul gören üyeleri olmaktan alıkoyan engelleri aşabilecek kapasitedeydi. Yaşamındaki en önemli anlardan biri, Che’nin kendisine bir M-1 vererek onu yeni bir savaşçı sayması onuruydu. Çeşit çeşit dağlara ve sert yamaçlara tırmanıp inmek zordu ve bazı zamanlarda gerillalar kayalıkları iplerle aşmak zorunda kalıyorlardı. Tanya genellikle liderlerine diğer yoldaşlarından daha iyi uyum saglamayı başarıyordu. Onun birliğindeki gerillalar 31 Ağustos 1967’de grup bir köylü tarafından ihbar edilip Vado Del Yeso’nun nehir kıyısında Bolivyalı askerler tarafından pusuya düşürülerek öldürülmüşlerdi. Tanya o sırada 29 yaşındaydı. Çalılıkların arasından çıkıp suya girdiğinde, pusuda gizlenen askerler, uzun yürüyüşlerden, uykusuzluktan, açlıktan ve yetersiz giyinmekten ötürü yıpranmış ve zayıflamış sarışın bir kadın gördüler. Tanya o haliyle çok güzel gözüküyordu. Kamuflaj pantalonu,
postal, yeşil beyaz soluk bir tişört giymişti, sırt çantası ve makineli tüfeği vardı. Bolivyalı askerler ateş edince atış pozisyonu aldı. Ateş edebildi mi bilinmiyor... Bir asker onu göğsünden vurdu, mermi akciğerine gelmişti. Yanındaki Peru’lu doktor yoldaşı Negro ile birlikte suya düştü. Tanya’nın vurulduğunu gören Negro, onu kurtarmaya çalıştı ve onu yakalayarak akıntıda sürüklenmeye başladı. Kıyıya ulaştıklarında Negro, Tanya’nın ölmüş olduğunu fark etti. 7 gün sonra, 6 Eylül 1967 günü, aramalara devam eden askerler Tanya’nın cesedini ve sırt çantasını kıyıda buldular. Ertesi gün ceset Pando Alayı’na götürüldü ve sonra bulunduğu yere gömüldü. Che’nin kemiklerinin Haziran 1997’de bulunduğu yerden yaklaşık bir kilometre uzakta Gerilla Tanya’nın kemikleri de bulundu. O günlerde annesinin yeni bir fotoğrafı dünyada dolaşmaya başladı: Nadya Bunke, 31 yıllık bekleyişten sonra kızının cesedinin küllerini sonsuza dek saklayacak olan vazoyu öperken fotoğraflanmıştı. Daha sonra Nadya Bunke’nin kucaklayıp öptüğü vazo, Küba bayrağına sarılmış olarak Santa Clara’daki Marti Kütüphanesi’ne götürüldü. Annesi, “bir gün Tanya’yı gömeceğimi biliyordum” dedi. Bu dileği yerine gelinceye dek ölüme direnmişti. Nereye gömülmesini istediği sorulduğunda ise hiç tereddüt etmeden Che ve yoldaşlarıyla beraber Küba’ya gömülmesi gerektiğini söyledi. Nadya Bunke, kızının cenazesinin üstüne hangi bayrağın konulması gerektiği sorulduğunda da Komünist Partisi’nin bir üyesi olarak uğrunda savaştığı ve öldüğü Küba’nın bayrağı dedi. Santa Clara halkı, Che’ye ve onun komutasındaki diğer dokuz gerillaya saygılarını gösterdikleri kütüphane girişine çiçekler bıraktı. Tanya’nın cenazesi Comandante Che Guevera’nin Santa Clara’daki anıtına konulduğunda Küba halkından coşkulu bir sevgi gördü. Liseli Yoldaş
Anarşizm bir çocukluk hastalığıdır!
A
narşizm en genel anlamda toplumsal yaşamda, devlet, iktidar, hiyerarşi, baskı ve otoritenin bütün biçimleriyle ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir düşüncedir. Anarşist düşünce büyük bir kötülük olarak gördüğü devlet yerine onun işlevlerini (üretim, haberleşme, ulaşım, sağlık, savunma, eğitim vb.) devralacak gönüllü birliklerin geçirilmesini savunur. Toplumun bu biçimde organize olması ve üretici çalışmayla insanın potansiyel güçlerinin özgürce gelişeceğine, kendi kaderini eline alacağına, onu sınırlayan ve mutsuz eden etmenlerden kurtulacağını söyler. Kropotkin’in sözleriyle anarşizm özgürlüğün varlığının hiçbir iktidarın varlığıyla bağdaşmadığını inanır. “Anarşistlerin gözünde kötülük, yönetimin herhangi bir biçiminde değildir, kötülük yönetim fikrinin kendisindedir, otorite ilkesinin kendisindedir. İnsan ilişkilerinde sürekli olarak gözden geçirebilir ve feshedilebilir özgür sözleşmenin idari ve yasal vesayetin, dayatılan disiplinin yerine geçmesi; bizim idealimiz budur. Dolayısıyla anarşistler halka tıpkı tanrı’dan vazgeçmeyi öğrenmeye başlaması gibi, yönetimden vazgeçmeyi öğretmeyi isterler.” (Kropotkin) Anarşist yaklaşımın gelecek topluma ilişkin düşünceleri son tahlilde marksizmden farklı değildir. Ancak devlet, iktidar, egemenlik ve komünist topluma giden yolda siyasal çalışmanın niteliği konularında anarşizm ve marksizm çok farklı duruşlara sahiptir. Anarşistler devleti, iktidarı, yönetimi mutlak kötülükler olarak değerlendirip, bunlardan her koşulda uzak durulması gerektiğini savunurlar. Marksizm ise bunların sınıflı toplumlara ait olgular olduğunu, onlardan bir çırpıda kurtulmanın olanaksızlığını ifade eder.
Sınıflı toplumların en sonuncusu ve gelişmişi olan kapitalizmden kurtulma, komünist topluma varma yolunda devrimci iktidar, egemenlik, disiplin ve otoriteye kaçınılmaz biçimde ihtiyaç duyulduğunu söyler. Marksizm için tüm bunlar bir tercih değil zorunluluktur. Eğer bu araçları kullanmazsanız hiçbir zaman zafer olmayacak, komünist topluma varılamayacaktır. Bu araçların kimin elinde olduğu ve ne amaçla kullanıldığı çok önemlidir. Arı çiçekten bal, yılansa zehir yapar. Burjuvazinin elinde devlet, iktidar, egemenlik; sömürünün, eşitsizliğin, adaletsizliğin devam etmesinin araçlarıyken, proletaryanın elinde ise sömürüden, eşitsizlikten, adaletsizlikten kurtulmanın ve onların tekrar iktidar olmamasını sağlamanın araçlarıdır. Proletarya bunların kurtulunması gereken kötülükler olduğunu bilir, ancak tüm bunlardan kurtulmanın onları kullanmadan olanaksız olduğunu da bilir. “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.” (Engels) Marksizm devlete onu var eden koşullar ortadan kaldırıldığı oranda sönecek bir kötülük olarak bakar bu noktada. Otorite ve disiplin de kurtulunması gereken birer kötülüktürler ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi onları kullanmadan onlardan kurtulmanın olanaksız olduğu Liseli Yoldaş
birer kötülük. Anarşistler bu noktalarda sırtlarında yumurta küfesi taşımayan bir sorumsuzluk ve hayalcilik içindedirler. Büyük bir kötülükten kaçmak adına halkı temel kötülüğün esaretine mahkum eden türde bir hayalcilik hem de. “Zaferden sonra otoriteyi motoriteyi ne yaparsanız yapın, ama savaş için bütün kuvvetlerimizi bir tek noktada birleştirmeli ve bir tek merkezi saldırıda yoğunlaştırmalıyız. Otoriteden ve merkezileşmeden, her türlü koşul ve durumda mahkûm edilecek iki şey gibi söz edildiği zaman, ya böyle konuşanlar devrimin ne olduğunu bilmiyorlar, ya da bunlar yalnız sözde devrimcidirler gibi geliyor bana.” (Engels, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm) Anarşistlerin bu noktadaki duruşu, varolan koşulların bilimsel bir analizine dayanmayan ayakları havada bir duruştur. Bu yoldan gidenler devrimci mücadeleyi çıkmaz sokağa sokarlar. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya benzer bir duruma mahkum ederler. Marksizm anarşizm içine düştüğü bu çıkmazı şöyle ifade eder. “Siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar. Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar. Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla —akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla— da-
yattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komünü’nü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?”(Engels) Anarşizm bir çocukluk hastalığıdır. Etkisine aldığı kesimlerde kafa karışıklığı yaratır ve onları ağaça bakarken ormanı göremeyecek bir körlük içine sokar. Saf ve temiz ancak gerçeklikten kopuk yaklaşımlarla devrimci enerjinin heba olmasına sebep olur. Gerçeklikten kopuk duruşları, onları cehenneme giden taşların iyi niyetle döşeli olmasına benzer bir şekilde kapitalist egemenliğin ekmeğine yağ sürer duruma düşürmektedir. Gelecek toplum düşümüzde olan her şeyin bugünden var edilmeye çalışılması marksist devrimciler için de çok önemlidir. Marksist devrimciler komünist topluma dair ideallerinin gerçekleşmesini devrim sonrasına ertelemezler. Bugünden yarının toplumunu kurmanın yollarını ararlar. Komünist toplumun nüvelerini oluşturmaya çalışırlar. Ancak bu noktada yapacaklarının onları devrimci mücadelenin ihtiyaç duyduğu noktadan bir santim bile geri düşürmesine izin vermezler. Bunun affedilmez bir hata olacağını bilirler. Devrim ciddi bir iştir. Ve o ciddiyetle ele alınmayı gerektirir. Tam bu noktada bizi dünyada yaşanan bütün kötülüklerin sebebi olan kapitalist sistemi yıkma amacından uzağa düşürecek her türlü görüşe karşı ideolojik mücadele vermeliyiz. Toplumsal yaşama hükmeden, onu bir ahtapot gibi sarmış kapitalist hükümranlığı ancak sağlam örgütlülüğümüz, disiplinimiz, planlı ve programlı siyasi çalışmamızla alt edebiliriz.
Liseli Yoldaş
Barışı hazmedemeyenlerin ittifakı! 10 Ekim 2015’te, Ankara Garı’nda, büyük bir katliam gerçekleşti. Suriye coğrafyasını kana bulayan cihatçı IŞİD çeteleri; Ankara’da gerçekleşen barış mitingini de kana buladı. Mitingi düzenleyen kurumlar, “‘Savaşa İnat Barış Hemen Şimdi!” şiarıyla “AKP iktidarının yürütmeye çalıştığı diktatörlük iktidarına karşı, halkların iktidarı için var gücümüzle alanda olacağız” açıklaması yapmıştı. Patlamadan hemen sonra; polis, meydanda biber gazı kullanmaktan, onlarca yaralının ölümüne sebep olmaktan da çekinmedi. Patlamanın olduğu günde, saldırıyı yapanların kim olduğu hususunda, AKP’nin genel politikası, “suyu bulandırmak” oldu. Öyle ya, IŞİD çeteleri için “bir grup öfkeli genç” diyen Siyasal İslam’ın, kendinin kaçınılmaz bir sonucu olan İslamcı Terörizme “karşı” politikası, ona zemin hazırlamak veya durumu kargaşaya boğup bulandırarak onun üstündeki yükü hafifletmek olacaktı. Dava sürecinde ise biber gazı kullanan “kamu görevlileri” yargılanmadı, aceleyle “sonuçlandırılan” davada, pek çok suçlu aklandı. İşçilere, köylülere ve diğer ezilen kitlelere karşı göz açtırmayan, onlara karşı hiçbir zaman “tedbiri” (!) eksik etmeyen AKP hükumeti, saldırıya karşı bir politika izlemek, dava sürecini hukuka uygun bir şekilde değerlendirmek bir kenara dursun, 1 sene sonra yapılan anmada insanları tekrardan polis terörü ile karşı karşıya bıraktı. Alçakça katledilen yoldaşlarımızın mücadelesi, bugün bizlerce sürdürülüyor. Savaşa, cihatçı çetelere ve cihatçı çeteleri besleyenlere karşı devrimci mücadele, dün sürdüğü gibi bugün de sürüyor. Özgürlük safları tıpkı bir çocuk gibi, gözyaşlarımızla büyüyor; Liseli Yoldaş, düşen yoldaşlarının mücadelesini yaşatıyor ve en nihayetinde hesabını soracak!
Liseli Yoldaş
Buz kırıldı, yol açıldı!
Selam olsun buzu kırıp yolu açana! Ekim Devrimi 101 Yaşında!
Liseli Yoldaş