İngiliz Gelin
ANNABEL
Lynsay Sands
OLlMPOS
Bölüm 1 “Annabel! Annabel!” Annabel mahmur mahmur iç çekti ve derin uykusunu bölen ısrarcı sese sırtını döndü. “Annabel, uyan” dedi ses daha da ısrarla. “Rahibe Clara ve ben bütün gece doğuran bir kısrağın ba- şındaydık” diye mırıldandı Annabel bitkin bir halde Rahibe Maud’un sesini tanıyınca. “Başrahibe bugün dinlenebileceğimizi söylemişti.” “Evet. Ama şimdi kalkmanı istiyor. Annen geldi.” Annabel ufak karyolada hızla sırt üstü döndü ve gözlerini kırpıştırarak açıp hayretle Maud’a baktı. “Ne?” “Annen burada, başrahibe seni almamı söyledi” dedi tekrar Maud sabırsızlıkla. Sonra, Annabel’in odasına girdiğinde çıkardığı ve yere attığı elbiseyi almak için yanından uzaklaştı. Annabel, kırışmış elbiseyi silkelerken Maud’un suratında beliren hoşnutsuz ifadeyi görünce iç çekti. Kadının giysilerine kötü baktığını başrahibeye yetiştireceğine emindi. Bunu düşününce, keşke elbisesini güzelce katlayıp yatağının ayağındaki sandığın üstüne koymaya vakit ayırsaydım dedi içinden, ama yorgun argın odasına geri döndüğünde neredeyse şafak sökmek üzereydi. Öylesine bitkin düşmüştü ki, elbiseyi yere attığı gibi yatağa girmiş, derin bir uykuya dalmıştı.
Bu hatasının, annesini gördükten sonra gününü uyuyarak değil, ceza alarak geçirmesine neden olacağını biliyordu. Annesinin geldiğini anlayınca, kıl fanilasıyla ve iç gönde- ğiyle ufak ve sert yatağın yan tarafına oturdu ve Maud yanma gelirken gözlerini ovuşturarak ayılmaya çalıştı. ‘‘Anneni neden gelmiş?” diye sordu kalkıp kadının uzattığı I elbiseyi alırken. “Bunu bilmiyorum. Buraya gelir gelmez başrahibenin yanına götürüldü. O saatten beri de çalışma odasından çıkmadılar” dedi Maud ciddi bir tavırla. Bakışları Aımabel’in iç gömleğinin I altındı belli belirsiz görünen kıl fanilaya kaydı. Kıl fanilanın Annabel’e uygunsuz bir biçimde hareket etmemesini hatırlatması gerekiyordu. Her zaman Tann’nın bir gelini gibi başını dik tutarak vakur bir edayla yürümeliydi. i Bunu zaten bir ceza olarak giydiğinden, Annabel yere fırlattığı W elbisenin bir cezasının kırbaç olacağım biliyordu. Maud’un bu 1 olasılıktan keyif aldığına da emindi. Kadın nedense ondan hiçbir zaman boşlanmamıştı. Annabel elbiseyi başının üstünden geçirdi. Bir anda kendisine gelmeye başlamış, hissettiği endişe yaptığı işi hızlandırmıştı. Annesinin ziyareti iyiye işaret olamazdı. Ne de olsa, kadın onu on dört sese önce manastıra getirdiğinden beri ziyaret etmemişti. Onu oraya getiren şey önemli olmalıydı. Babası mı ölmüştü? Ablası mı? Waverfy Şatosu yağmacılar tarafından ele mi geçirilmişti? Olasılıkların sonu yoktu ve hiçbiri İyi değildi.İyi bir haber olsa. annesi şafak vakti oraya gelmezdi. Manastıra o kadar erken varabilmek için gece boyunca atlı arabada yolculuk etmiş olmalıydı. “Ne kadar süredir başrahibenin çalışma odasındalar?” diye sordu. Annabel suratını buruşturup korsesini bağlarken.
“Nereden bileyim? Ziyaretçilerini izlemek yerine yapacak daha iyi işlerim var” dedi Maud resmi bir tavırla. Annabel’in saç fırçasını alıp hızla saçlarını fırçalayışını, bir düğümle karşılaştığında fırçayla sert bir biçimde açmaya çalışmasını izledi. “Başrahibe saçlarını kesmediğini biliyor mu?” Annabel bunu duyunca gerildi.Başrahibe birkaç hafta önce ondan saçlarını kesmesini istemişti, ama Annabel bunu bir türlü yapamamıştı. Henüz bir rahibe olmadığından, saçlarını hemen kesmesi gerektiğini düşünmemişti ve rahibe atkısıyla gizlemişti. Annabel buna bir yanıt vermektense fırçasını yerine koydu, rahibe atkısını taktı ve telaşla kapıya giderken “Beni uyandırdığın için teşekkür ederim, Maud” dedi. Hızla odadan çıkarken, kadının dik dik arkasından baktığım hissedebiliyordi. Bir an için, acaba rahibe onu gammazlamak için odasında başka terslik olup olmadığını araştırır mı diye düşünüp endişendi. Ama o sırada bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Böylece, bir kez daha annesinin neden orada olduğunu düşünmeye koyuldu. Başrahibenin yanına bir an önce varabilmek için koşar adımlarla ilerlerken, yanından geçen manastır başrahibesi ona ters ters bakınca Annabel yavaşlayıp hızla yürümeye başladı... Ta ki bir köşeyi dönüp, manastır başrahibesinin onu görmeyeceği bir noktaya gelene kadar. Sonra, tekrar koşmaya başladı ve başrahibenin özel odalarının ve çalışma odasının bulunduğu koridora varana dek durmadı. Annabel iki kadını başrahibenin kapısının önünde konuşurken gördü, ama annesini sadece onu başrahibeden ayırt edebildiği için tanıdı. Annabel manastıra daha yedi yaşındayken yollanmıştı, annesini o günden beri görmemişti.Bu kadın anılarındaki annesine hiç benzemiyordu.
Annesi parıldayan gözleri, pembe yanakları ve san saçları oloıı güzel bir kadındı. Her zaman gülümser, ya da gülerdi. Bu kadınsa soluk tenliydi, saçlarında sarıdan ziyade griler vardı ve gözleri neşeyle değil endişeyle parılldıyordu. Gülümsemiyordu. Dudaklarını sıkıca birbirine bastırmıştı ve endişesi ovuşturup durduğu ellerinden de belli oluyordu. "Ah, Annabel” dedi başrahibe onu görünce. İyi yürekli kadın Annabel'in annesine döndü ve eline hafifçe vururken ona cesaret vermek istermiş gibi gülümsedi. “İşte, geldi. Artık yola çıkabilirsiniz. Her şey yoluna girecek.” “Teşekkür ederim” diye fısıldadı Leydi Withram. Annabel yaklaşırken, büyük bir dikkatle ona baktı. Ama bakışlarında insanı huzursuz eden bir şey vardı. Annesi hatırladığından farklıydı ve kendisinin de annesinin görmeyi beklediği gibi birisi olmadığı belliydi... Görmeyi beklediği, ya da umduğu gibi. Annabel kadının suratı gerilmeden önce bir anlığına belirip kaybolan ifadenin hayal kırıklığı olduğuna emindi. Annabel koridoru ancak yarılamıştı ki, başrahibe arkasını döndü ve çalışma odasına girdi. Leydi Withram onu karşılamak için hızla öne atıldı. Gerçi karşılama yanlış bir ifade olurdu. Durmak bir kenara, yavaşlamadı bile. Telaşla ilerleyip Annabel'in kolunu tuttu ve onu geldiği yöne çevirerek “Acele etmemiz gerek!” dedi. Annabel'in gözleri şaşkınlıkla irileşti ve annesinin onu ön kapılardan sürüklemesine çıkarmasına izin verdi. Sonra, suratını hafifçe buruşturarak “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. “Eve” dedi annesi onu şaşırtan bir yanıt vererek. “Eve mi?” dedi hayretle. “Ama artık burasının evim olacağını sanıyordum. Neler...”
“Atlar hazır mı?” diye sordu annesi lafını keserek. Annabel bir an için annesinin bu soruyu ona sorduğunu sandı, ama o sırada manastırın kapısından yeni çıkmışlardı ve bir atlı arabanın yanında bekleyen iri yan yaşlı bir adam yanıt verdi. “Evet, Leydim. Başrahibe manastır başrahibesini yolladı ve kendi atlarımızı buradaki en iyi iki atla değiş tokuş etmemizi sağladı. Atlar dinlenmiş ve sağlıklı. Kendi atlarımız bizi nasıl buraya hızla getirdiyse, bu atlar da kolaylıkla geri dönmemize yardımcı olacak.” Bu yanıtı duyunca, Annabel bakışlarını söz konusu atlara çevirdi. İki atı da biliyordu. Bunlar gerçekten de manastırın en iyileriydi. Annabel geride bırakılan atların da bir o kadar iyi veya daha iyi olduğuna emindi. Başrahibe daha aşağısını kabul etmezdi. Annabel kolunun çekiştirildiğini hissedince, yine önüne döndü. Annesi kolunu sıkıca kavramış, onu bekleyen arabaya doğru götürüyordu. “Teşekkür ederim, Aelric.” Leydi Withram kasvetli bir ifadeyle adamın yardımıyla arabaya bindi ve Annabel’i hala bırakmadığı kolundan arabaya çekti. Kadın gerçekten de bir ölüm kalım meselesiymiş gibi kolunu sıkıca kavramış, adeta Annaberin her an elinden kurtulup kaçabileceğinden korkuyor gibiydi. Tırnakları koluna battığından, annesi en sonunda onu arabada yanına oturması için çektiğinde ve kolunu bıraktığında rahatladı. Annabel kolunu ovuştururken, Aelric kapıyı kapattı ve yerine çıkarken arabanın sallanmasına neden oldu. Ama hareket ettikleri anda, biraz temkinle annesi baktı ve “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. Annesinin ketum davrandığını düşünmüştü. Ne de olsa, yatağından ve on dört senedir evi bildiği yerden tek bir açıklama bile yapılmadan apar topar çıkarılmıştı.
Ama annesi bu sorusu,na oldukça sinirlenmiş gibiydi. “Söyledim ya. Eve." “Evim Elstow Manastırı” dedi Annabel sesini yükseltmeden. “Evindi” dedi annesi. Sonra, ciddi bir tavırla “Artık değil” dedi. “Evin Waverly.” Bu haber Annabel’i oldukça sarstı. Evi bildiği tek yerden alınmıştı. Annabel Waverly’den ayrıldığında çok küçük olduğu için, orayı hayal meyal hatırlıyordu. Annesi “En azından, önümüzdeki bir, iki gün için” deyince rahatladığım hissetti. Demek eve kısa bir ziyaret için götürülüyorum, diye düşündü. Sonra, bunun aksinin olabileceğini düşündüğü için kendisini aptal gibi hissetti. Bir valiz hazırlamasına, ya da yanına bir şey almasına bile izin verilmemişti. Bunu düşününce canı sıkıldı, çünkü geri dönene dek üstündeki giysilerden başka bir şeyi olmayacaktı. Annesinin bunu düşünmeden onu telaşla oradan çıkarmasının sebebi vahim olmalıydı. “Babam mı?” diye sordu yumuşak bir ses tonuyla. Babasının ölmüş olabileceği ve cenazeye katılabilmesi için evine götürülüyor olması mantıklıydı. Ama bu düşünce içini bir yandan da bir hüzünle kaplıyor ve onu şaşırtıyordu. Şaşırtıyordu, çünkü ona babalık eden adamla ilgili çok az şey hatırlıyordu, ama uzun boylu, iri yapılı, ona veda etmek için sarıldığında suratını gıdıklayan bir sakalı olduğunu hatırlıyordu. Hatırladığı kadarıyla, babası sık sık kralları için o ya da bu savaşa katılmak üzere evden ayrılıyordu. “Baban ne?” dedi annesi. Annabel ona daha dikkatle bakarken, annesinin sesinin ne kadar bitkin çıktığını da fark etti.
Yorgun ve kan çanağına dönmüş gözlerine şöyle bir bakmış ve onun Waverly'den manastıra yaptığı gece yolculuğunda hiç uyumadığını anlamıştı. Ama araba sürekli olarak sallanırken uyumak kolay olmasa gerekti. Manastıra getirildiğinden beri bir arabaya binmemişti ve ne kadar sallantılı bir yolculuk olduğunu hatırlamıyordu, ama bir atlı arabayla normal şartlar altında olduğundan çok daha hızlı gidiyor gibiydiler. Annesinin hala bir yanıt beklediğini fark edince “Babama bir şey mi oldu?” diye sordu. “Beni bu yüzden mi eve götürüyorsun?” Leydi Withram ağzını açtı, tereddüt etti ve iç çekip “Hayır” dedi. “Baban iyi. Seni almamın nedeni ablan.” “Kate mi?” dedi Annabel şaşkınlıkla ve korkuyla. Waverly’deki insanlar arasında en iyi ablası Kate'i hatırlıyordu. Aralarında sadece bir yaş vardı ve çocukken çok iyi arkadaş olmuşlardı. Manastıra ilk geldiğinde, en çok Kate’i özlemişti. Annabel o ilk sene, her gece onu özlediği için ağlamıştı, ama zamanla, Kate bile anılarından biraz silinmişti. “Ne oldu? O...” “Şimdi olmaz, Annabel" dedi annesi bıkkınlıkla, gözlerim yumarak. “Neler olup bittiğini açıklayacak vakit var, ama şu anda bu saçma sapan arabada yolculuk etmekten bitap düşmüş durumdayım. Bir süre gözlerimi kapatmam gerek.” Annabel önce tereddüt etti, ama sonra “At sırtında gelmediğine şaşırdım” dedi. Aslında bunu soru olarak söylemişti. Hatırladığı kadarıyla, annesi at binmeye bayılırdı ve çok az kişi bir arabanın arkasında yolculuk etmeyi tercih ederdi. Pek rahat bir yolculuk sayılmazdı ve at sırtında gitmekten çok daha uzun sürerdi.
“Baban tek başına at binebileceğini düşünmedi” dedi annesi birden. “Manasında at binmeyi öğrenmene gerek yoktu.” Annabel bir şey söylemedi. Manastırda gerçekten de at binmeyi öğrenmesi için bir neden yoktu ve oradaki kadınların birçoğu ya nadiren binerdi, ya da hiç. Ancak, Annabel zamanının yarısını manastırdaki hayvanlarla geçirir ve sık sık at binerdi. Gerçi bunu yakalanmasın diye geceleri herkes uyurken yapmak zorunda kalır, ata eyersiz binerdi. Ahırın duvarına asılı eyerlerden veya yan eyerlerden birini denemeye bile kalkışmamıştı. Annesi konuşmak için ondan beklemesini rica ettiği halde, ona tekrar ablasını sormayı düşündü, ama kendisini tuttu. Leydi Withram gerçekten bitkin gözüküyordu. Annabel bunu anlayabiliyordu, çünkü o sabah uyanmadan önce kendisi de sadece birkaç dakika yatağına uzanabilmişti. Kate’in başına ne tür bir hastalık veya kaza geldiğini öğrenmek için bekleyebilirdi. Açıkçası, Annabel bu üzücü olayı duymadan önce biraz uyusa iyi olur diye düşündü. Çok yorgun olmasının yanı sıra, neler olduğunu o anda dinlerse hıçkıra hıçkıra ağlayacağından korkuyordu. Bu düşünceyle, arabanın kenarına yaslandı ve uyuyabilecek kadar rahat bir pozisyon bulmaya çalıştı, ama araba sallana sallana ilerlerken bunun zor olacağını düşündü. “O kadar kadın arasında nasıl oldu da bir İngiliz kızıyla nişanlandın?” Ross, Marach’ın sorusuna hafifçe gülümsedi. En iyi savaşçılarından ve hemen hemen yaşıtı olan adam dehşete kapılmış gibiydi. Ama zaten adamlarının birçoğu bir İngiliz kadınıyla evlenme düşüncesi karşısında dehşete kapılırlardı.Ross yanıt vermek için ağzını açtı, ama biraz fazla tereddüt etti. Gilly ondan önce davrandı.
“Waverly Lordu yirmi sene kadar önce bir seferinde Ross’un babasının hayatını kurtardı” dedi yaşlı savaşçı. Sonra, hüzünle “Ross da bunun karşılığını İngiliz Lordunun kızına hayat boyu bağlanarak ödüyor.” Ross bu iddiaya gülümsememek için kendisini tuttu. Gilly en iyi adamıydı. Ayrıca, babasının da en iyi adamı olmuştu. Yaşına bakılırsa Ross’un adamın bilgeliğine sık sık başvurması anlaşılırdı, ama İngilizlerin İskoçlara yaptıklarını da gayet iyi biliyor demekti. Sırf bu yüzden Ross adamı neredeyse yolculukta yanına almamayı düşünmüştü, ama iki yanında at sırtında yolculuk eden iki adamdan daha çok güvendiği kimse yoktu: Gilly ve Marach. Her ikisi de kusursuz birer savaşçı olmanın yanı sıra, çok iyi dostlardı. Hayatını her an, her yerde onlara teslim edebilirdi. “Doğru mu?” diye sordu Marach kaşlarını çatarak. Ağaçların arasından çıkmış, Waverly Şatosu’na giden tepeye tırmanmaya başlamışlardı. “Evet, Waverly babamın hayatını kurtardı” diye homurdandı Ross. “Ama ikisi sonradan arkadaş oldular ve iki aile arasında bir evlilik bağıyla dostluklarını sağlamlaştırmak istediler. Ben yedi yaşındayken, Waverly’nin karısı bir sene önce bir kız bebek dünyaya getirmişti. Böylece, bir anlaşma yaptılar.” Gilly bunu duyunca üzgün üzgün başını salladı. “Babanın hayatının kurtulmasına sevindim, ama senin bu yüzden ödediğin bedel korkunç.” Başını hafifçe yana eğip, utangaç bir tavırla “Ama sen de bunu biliyorsun, yoksa onunla evlenmek için bu kadar beklemezdin. Herhalde kız bir kuyuya düşsün de onunla evlenmekten kurtulayım diye bekledin.” “Hayır” diye itiraf etti buna Ross gülerek. Sonra, daha ciddi bir tavırla “Onunla dört sene önce evlenmek istedim, ama bahamın vefatı araya girdi.”