Kesişen Hayatlar Kafesi

Page 1



Birinci Kısım Beden güzelliği dünyaya hükmetmeyi sürdürecek. Florenz Ziegfeld

"Feminen" kadın çocuk gibidir, ebediyen değişmez. Antika bir müzik kutusunun içinde dönen balerin gibidir. Hep aynı kalan o hatları minicik bir kız çocuğuna benzer. Sesi çınlar kulağınızda. Bedeni incecik bir çubuğa saplanmış, asla büyümeyecek bir döngünün içinde döner durur kendi etrafında. Susan Faludi

Hayatımda ilk sinema filmimi çevirdiğimde, Lionel Barrymore dedem rolündeydi. Sonra babam oldu. En sonunda da kocam. Şu anda yaşasaydı muhtemelen ben de annesi olurdum. Hollywood'da işler böyle yürüyor işte. Erkekler gençleşirken kadınlar hep yaşlanıyor. Lillian Gish


Önsöz Cathy Crossroads, Kuzey Carolina

Ocak

Kazadan önce bir erkeği karanlıkta baştan çıkarmak zorunda kalmamıştım hiç. Hollywood'un kırmızı halılarını saran projektörlerin yakıcı aydınlığında, Oscar törenlerindeki kameraların flaşları ve Cannes kumsallarını yalayan güneşin altında milyonlarca kişiyi kendime hayran bıraktım. Güzel kadın dediğiniz, ne erkeğin bakışlarındaki şehvet ve yargıdan ne de kadının gözündeki kıskançlıktan korkar. Güzel kadın dediğiniz gözü alan en parlak ışığı bile kucaklar. Eskiden ben de dünyanın en güzel kadınlarından biriydim. Şimdiyse tek ihtiyacım gece, karanlık ve gölge. Sutyenim ve kazağımı yere bırakırken, "Silahını indir," diye emrettim. Güz dağlarının tepesinde yükselen yıldızlarla dolu gökyüzüne hükmeden bembeyaz dolunay, arkamdan Thomas'la ikimizin üzerine gölgesini düşürüyordu. Buz gibi havada nefesim titredi. Çıplak ayaklarımın altında ezilen kahverengi çimenler buz


tutmuş, ay ışığında cam gibi parlıyordu. O anki dünyamızda başka hiçbir ışık yoktu. Ne uzak bir pencerenin ardında parlayan lamba, ne de üstümüzden geçen bir uçağın kırmızı göz kırpışları... O gece Kuzey Carolina'nın bu antik sırtlarında bizden başka canlı bile olmayabilirdi. Sadece Thomas, ben ve ikimizi birden içine alan o karanlık vardı. "Seni son kez uyarıyorum, Cathy," dedi. Sesi tok ama kararlıydı. Ne kadar sarhoş olursa olsun asla kelimeleri ağzında yuvarlayan bir adam değildi. "Git." Kotumun fermuarını açtım. Ellerim titriyordu. Son derece rahat bir şekilde elinde tuttuğu II. Dünya Savaşı'ndan kalma o tüfekten alamıyordum gözlerimi. Sağ kolunu kıvırmış, namluyu gökyüzüne doğrultmuştu. Thomas, antik harabeler alanında uzmanlaşmış bir mimardı. İyi el işçiliğine saygı duyardı. Kendini öldüreceği silahı seçerken bile. Yavaşça kotumla birlikte külotumu sıyırdım. Kot bacağıma sürtününce sağ baldırımdaki yaralı deri karıncalandı. Vücudumun ve yüzümün sol kısmı aydınlıkta kalsın diye sağ tarafımı aydan kaçırdım. Yarım hâlâ mükemmeldi. Ama öteki yarım... Yerde öbek halinde duran giysilerimin içinden çıkarak arkamda parlayan ayın güvencesiyle karşısında çırılçıplak durdum. Akşam rüzgârı adeta utancımı dile getiriyor, yaralı tenimi yalıyordu. Yüzümü kapatmak isteyen ellerim resmen karıncalanıyordu. Bütün o korkunç kısımları kapatmayı ne kadar çok istiyordum.


Thomas'sa karşımda durmuş kıpırdamadan, konuşmadan, nefes almadan beni izliyordu. Beni istemiyor. Kısık sesle, "Thomas, kimseye ödül olacak durumda değilim biliyorum, ama gerçekten bana dokunmak yerine kendini öldürmeyi mi tercih edersin?" Hâlâ tek kelime yoktu, en ufak bir tepki belirtisi de. Gölgede kaldığı için yüzündeki ifadeyi göremiyordum. Zaten görmek istiyor muydum, onu da bilmiyordum. Buz gibi bir utanç dalgası kapladı beni. Ben ki, vakti zamanında kendinden bir zerre dahi şüphe etmeden dünyaları fethetmiş bir kadındım. Yenilginin etkisiyle ürpermemek için elimden geleni yaparak ona sırtımı döndüm. "Sadece silahını indir. Ben de giyinirim ve bu olayın yaşandığını ikimiz de unuturuz." Hızlı adımlarla arkamdan geldiğini duydum. Dönmeme fırsat bırakmadan kollarıyla arkamdan bana sarıldı. Elleri çıplak tenimin üzerinde dolaştı. Yüzümün güzel olan tarafını çevirdim ama o dudaklarını diğer tarafa götürdü ve mahvolan tenimi öptü. O an öyle rahatladım ki, ağlamaya başladım. O da ağladı. Sonrasında bize ne olacaksa olsun, o gece hayatını kurtarmayı başarmıştım. Ve Thomas da, en azından o gece, benim hayatımı kurtarmıştı. Umut, içimizde tuttuğumuz aynaya yansır, aşk yalnızca görmek istediğini görür ve güzellik bakanın yalanındadır. Bazen hayata tutunmak için tek ihtiyacınız olansa, o yalandır.


1. Bölüm Thomas On Ay Önce

Kaza Günü

Bir cumartesi günü, kafenin çakıltaşlı garaj yolunda duran kamyonetimin arkasında, tam da güneş batmak üzereyken uyanmam asla hayra alamet değildi. Çok fena akşamdan kalmış haldeydim ve bütün günü kamyonetin arkasındaki paslı yatakta horul horul uyuyarak geçirmiştim. Crossroads'a yerleştikten kısa bir süre sonra, altmış yaşındaki bu Chevrolet kamyoneti dağ başındaki bir hurdalıktan kurtarmıştım. Tamirci falan değildim, mimardım. Ama uzmanlığım her zaman harabeler olduğu için bu meydan okuyuşa karşı koyamamıştım. İşin doğrusu, benim bu paslı ama antika Chevrolet kamyonetim, hafta sonu akşamlarını kafenin dev meşe ağaçlarının altında geçirmekten daha iyisini hak ediyordu. Ağaçlar, kamyonetimin ve benim tepeme pislemeyi kendine görev edinmiş koca bir sincap sürüsüne ev sahipliği yapıyordu. Sincap sürüsü şimdi de bahar temizliği yaptıkları sırada attıkları çürük meşe palamudu kabuklarını üzerimize yağdırmakla meşguldü.


Alnıma kabuk parçaları yağarken zorla gözlerimi açtım. Burnuma dolan, çürümüş peyniri andıran o leş gibi misk kokusunu tanıdığımda az kalsın kusacak gibi oldum. Gözlerimi kısarak ufacık, beyaz bir keçinin yüzüne baktım. Kafamın yanında durmuş geviş getiriyordu. Dudaklarının arasından simsiyah plastik parçaları dökülüyordu. Kemirdiği kemiğin tadını çıkaran bir köpek gibi yepyeni ceptelefonumu parçalıyordu. "Bu da gitti," diye homurdandım. Sakalıma yapışan meşe palamudu kabuklarını ve plastik parçalarını temizledim. "Resepsiyondakilere söyleyin otelin uyandırma servisiyle ilgili ciddi şikâyetlerim var. Oda servisi bir an evvel kendine çekidüzen vermezse, içkimi içerken kulübemin konforuna sığınmak zorunda kalacağım. Bir adam rahatsız edilmeden kamyonetinin arkasında bütün gün huzurla uyuyamayacak mı ya?" Çatırt. Keçimiz Çapkın, ceptelefonumdan artakalan son zerre de dişlerinin arasında kayıplara karışırken masum bir ifadeyle gözlerini bana çevirdi. Kıllı beyaz dudaklarından plastik kırıntıları dökülüyordu. Derin bir iç çektim. "Zaten o telefonu hiç sevmiyordum." Erkek kardeşim bana her seferinde yenisini göndermeyi bir bıraksa, Çapkın da sonunda besin değeri daha yüksek bir şeye geçebilirdi. Jant kapağı gibi mesela. Chicago'da yaşayan John, beni tam teşekküllü bir Luddite yapmakla bozmuştu kafayı. Ceptelefonum olduğu müddetçe, gaz lambasının ışığı altında


kulübesinde deli saçması manifestolar yazan birine dönüşmem ya da kendimi vurmam, diye düşünüyordu. İlkini yapmayacağımdan emindim zaten. Dikkatli bir şekilde gerinerek, vücudumun her bir parçasına takım halinde hareket etmek üzere oldukları uyarısını verdim. Yanan mide, uykudan birbirine girmiş gözler, ağrıyan bir baş, kazık gibi tutulmuş bir sırt. Vücudumun geri kalanı henüz otuz sekiz yaşındaydı ama kamyonette geçen birkaç saatin sonunda sırtım her zaman yaşlı indiriminden yararlanmaya hak kazanıyordu. Kulaklarıma bir motor sesi geldi. Gözlerimi kısarak başımı kaldırdığımda, kafenin parkındaki son müsait yere girmeye çalışan son model, kocaman cipi gördüm. Üstü başı düzgün birkaç çocuk ağızları bir karış açık kalmış halde cipin penceresinden parmaklarıyla beni gösteriyordu. Anne, şu korkunç görünümlü adam o korkunç görünümlü kamyonetin içinde o keçiyle ne yapıyor? Yolcu koltuğunda oturan bir kadın arkasına dönüp bana baktı, ardından da çocuklara bir şey söyledi. Bakmayın öyle. Ahır hayvanlarıyla birlikte uyuyan, saçı sakalı birbirine karışmış bir dağ adamına öyle göz dikip bakmak ayıptır. Durup dururken adamı kışkırtmak istemeyiz. Kadın her ne dediyse, çocuklar sessizce arkalarına yaslanıp başlarını çevirdiler. Ben de halsizce ellimi kaldırıp onlara salladım. Sonuçta güzellik dediğiniz göreceli bir kavramdır.


Mesela benim güzellik anlayışıma giren her şeyi Crossroads'da bulmak mümkündü. Crossroads, Kuzey Carolina'nın batısında uzanan dağların eteğinde ufacık bir koydu. Asheville Trace diye bilinen eski kaldırım taşlı yolla, ondan da eski ve taşsız bir yol olan Ruby Creek Trail, tam burada, bir öbek binanın önünde kesişiyordu. Binalardan kastım da, eski bir çiftlik evi, hurdaya dönmüş bir ahşap kulübe, yan yana sıralanmış beyaz badanalı barınak ve tenekeden yapılmış bir sundurmanın altında duran iki benzin pompası. Manav, benzinci, postane, ikinci el dükkânı, restoran ve daha fazlası. Tüm bunlar, buranın ruhunu özetleyen ve hepimizin hayatını birleştiren tek bir noktada toplanıyordu. Kesişen Hayatlar Kafesi. Crossroads'un örnek vatandaşlarından biri değildim, ama en azından burada sözü geçen kimselerin saygısını kazanmayı başarmıştım. Ya da en azından hoşgörülerini. Birden uzun, kahverengi sakalımın ıslak olduğunu fark ettim. Ayrıca kafam, atkuyruğu saçım ve yüzüm de ıslaktı. Sakalımı kaldırıp aşağı baktığımda New York Giants formamın da ıslak olduğunu gördüm. Evet, sırılsıklamdım. Biri adını şeref listelerine yazdırmış Lawrence Taylor'ı su içinde bırakmıştı. Resmen küfürdü bu. İşte o anda Çapkın'ın tasmasındaki notu gördüm. Köşesindeki Dixie Crystal logosu hâlâ okunabilen ufak bir karton parçasının üstünde siyah bir keçeli kalemle şöyle yazıyordu:


Thomas Mitternich, Poponu kaldır ve altı buçukta mutfağımda ol. Cathryn televizyona çıkacak. Şu gözlerin gün yüzü görsün biraz. Sakın beni daha fazla suyla oraya getirtme. Sevgiler, Delta

Cathryn Deen. Onunla tanışmamıştım ama tabii ki kim olduğunu biliyordum. Herkes biliyordu. Göz kamaştırıcı, dört dörtlük bir film yıldızı. Öyle çok büyük bir oyuncu falan değildi, ama bugünlerde ne fark ederdi ki? Göz alıcı güzellikte, inanılmaz hayat dolu, büyüleyici bir kadındı. Filmleriyle servet kazanıyor, ne kadar ünlü dergi varsa mutlaka her hafta birinde boy boy fotoğrafları çıkıyordu. Yakın zamanda da büyük bir işadamıyla evlenmişti. Şimdi de kendi kozmetik markasını çıkarmaya hazırlanıyordu. Amazon'daki Pigmeler, Rus tundralarında saman çadırlarda yaşayan Moğol yak çobanları bile tanıyordu onu. Batı kıyılarının en inziva dağ toplumlarından biri olan Crossroads'da bile Cathryn Deen'in en sevdiği rengi (gözleri gibi zümrüt yeşili), en sevdiği hobisini (Paris'te alışveriş) ve Hawaii'de gerçekleşen son derece özel ve pahalı düğün töreninde terasın hangi türde çiçeklerle süslendiğini (üzerine yirmi dört ayar altın sim serpiştirilmiş beyaz güller) sorsanız söyleyemeyecek bir kişi bile yoktu. Crossroads'daki insanların söyleyemeyeceği tek şey, büyükannesinden miras kalan, koyun kuzeyindeki


çiftliği neden hiç ziyarete gelmediği veya kafenin sahibi ve Crossroads'un gayriresmi valisi, bilmem kaçıncı göbek kuzeni Delta'nın yazdığı o neşeli ve dostane doğum günü kartlarına, yılbaşı tebriklerine neden hiç cevap atmadığıydı. Ben ve benimle birlikte bu münzevi dağ vadisinde yaşayan herkes için Delta bir kraliçeydi. Cathryn Deen içinse belli ki Delta bir hiçti. Açıkçası bu tavrını hiç tasvip etmiyordum. İrkilerek yattığım yerden kalktım. Dört yana şöyle bir kibarca göz attıktan sonra kamyonetle meşe ağaçlarının arasına atladım, sırılsıklam haldeki formamı çıkarıp kotumun fermuarını açtım ve meşe ağaçlarının birbirine karışan köklerinin arasına doğru çişimi yaptım. Sincaplarla, Cathryn Deen'e, "Bu da size gelsin," dedim. Çapkın, mahvolan telefonumu ağzından çıkarıp kamyonetin arkasından yere atladı. Sert toynaklarından birini koşu ayakkabımın üstüne koydu ve tek boynuzunu kotumdaki bir delikten dizimin arkasına geçirerek sol bacağıma tosladı. Bir an tüm dünya yıldızlardan ibaret oldu. Tekrar kendime geldiğimde bir elimle yumuşak kulaklarını okşadım. Keçiye bakıp, "Tanrı gerçekten varsa eğer," dedim, "seni benim vicdanım ol diye göndermiş." Yeni bir Giants forması ve bir de temiz iç çamaşırı kapıp -insan ikide bir uluorta yerde uyanmaya alışkın olunca, kamyonette birkaç yedek giysi bulundurmak da


iyi oluyor- topal bir halde ağaçların altından çıktım. Garaj yoluna dökülen çakıltaşları oldukça kaliteli bir malzeme olsa da, üstüne basınca çıkardığı ses insanın kulağını sağır ediyordu. Parmak uçlarımda yürümeyi denedim, ama o da bir işe yaramadı. Gökyüzü ve dağlar tepemde bir kilise katedrali gibi uzanıyordu. Ayılmak için şöyle birkaç derin nefes aldım. Akşam aydınlığında bütün koy yumuşacık mavi bir gölgeye bürünmüştü. Ekmek kâsesinin kalın kenarları gibi koyu kuşatan Ten Sisters Dağları gümüşi sisin ardında altın gibi parlıyordu. Kaldırım taşlı yol kenarında bahçe bankı görevi gören eski bir kilise sırasına doğru yürüdüm. Yıpranmış kestane tahtaların üzerine kendimi bırakarak derin bir nefes verdim. Yılların etkisiyle gri yüzeyi çatlamış, yıpranan kenarları yol dibinde biten lavanta ve çalıların yeşiline karışan Trace önümde uzayıp gidiyordu. Asheville Trace, sizi göz açıp kapayıncaya kadar Crossroads'dan alıp tekrar medeniyete geri götürebilecek modern bir beygir gücü izlenimi uyandırıyordu insanda. Ten Sisters'ın eteklerinden dolaşarak kıvrıla kıvrıla koyun çimenlikleri arasından geçiyor ve ardından kafenin önünde genişleyerek sonunda Ruby Creek Trail'le kesişiyordu. Batıya doğru ilçe merkezinde de son buluyordu. Biz de yerel kasaba halkı olarak trafiğin yoğun olduğu saatlerde en fazla on dakikada bir tane araba görüyorduk.


Bana göre hava hoştu. Eski sıraya sırtımı yasladım ve havayı içime çekerek manzarayı seyrettim. Ten Sisters Dağları bahar zamanı neredeyse her akşam bembeyaz bir sisle kaplanıyor, adeta bir ada gibi yumuşacık, pamuktan bir denizin içinde kaybolup gidiyordu. Eski önderlerin Kuzey Carolina'nın batısındaki Apalaş bölgesine neden Dumanlı adını verdiklerine şaşmamak gerekti. Öyle bir hava, öyle bir manzara vardı ki, insana akşamdan kalma olduğunu neredeyse unutturuyordu. Neredeyse. "Thomas! Hâlâ oyalanıyor musun orada sen?" Delta'nın cırlak sesi az kalsın kulak zarımı patlatacaktı. İrkilerek ona doğru döndüm. Kafenin ön verandasındaki parmaklıklara yaslanmış duruyordu. Kesik fıçılardan yapılmış çiçek saksıları ve orası burası kırılmış sallanan sandalyelerle çevrili çiftlik evinden bozma restoranın verandasında, bembeyaz badananın halesiyle çevrilmiş, anaç, tombul bir yemek meleği gibiydi. Crossroads'daki diğer birçok şey gibi, Delta Whittlespoon da ihtiyaç, istek ve konforun mükemmel bir kombinasyonuydu. Mutfak önlüğünün üzerinden gevşekçe sallanan terli pembe tişörtün önünde, Güneyli Hatunlar Der ki: Domuz Yağında Pişen Yemeklere Akıl Sır Ermez, yazıyordu. Un içinde kalmış kotunun arka cebindense bir fırın eldiveni fışkırmıştı. Ona bakarken bir sincap verandanın parmaklıklarından aşağı zıplayarak kalın tabanlı dağ sandaletlerinin yanına indi ve


verandadaki kuş yemliklerinden düşen bir fıstığı aldı. Mor bir ispinoz, Delta'nın önünden pike yaparak kirişlerden birini saran üzüm sarmaşıklarının üzerine tünedi. Kadın, vahşi doğayı ve kayıp ruhları resmen mıknatıs gibi üzerine çekiyordu. Ben dahil olmak üzere himayesine aldığı herkesin koyu saçlı, çilli, orta yaşlı, tombul, sevgi dolu, sert, yemekleriyle meşhur, işletmeci ruhlu kadın reisiydi o. Beni hayatta tutmayı kendine amaç edinmişti. "İçeri gelecek misin? Yoksa o züppe popona şaplağı yemeyi mi bekliyorsun?" diye seslendi. "Meditasyon yapıyorum," diye cevap verdim. "Çapkın'la birlikte varoluşumuzun anlamını çözmeye çalışıyoruz. Şimdilik hayatın kafayı sürekli bir yere toslamakla ilgili olduğu dışında bir şey öğrenemedik." "Şu huysuz fikirlerini kendine sakla. Hadi, Cathryn'i kaçıracaksın! Makyaj şirketiyle ilgili basın konferansı veriyor! Onunla röportaj yapacaklar, hem de canlı!" Delta'nın o film yıldızı akrabasını görünce yaralı ruhumun biraz olsun iyileşeceğine inandığı kesindi. Ben de her seferinde büyük bir kibarlık göstererek, Cathryn Deen'den istediğim tek şeyin bir tarafımı kaldırması ve büyükannesinin terk edilmiş çiftliğinin tapusu olduğunu söylemekten kaçınıyordum. "İçeri gelirsem bana sıcak çöreklerinden verecek misin?"


"Derhal! Buraya! Gel!" Parmağıyla kafenin kapısındaki tabelayı gösterdi: Kesişen hayatlar Kafesi. İyi Yemek ve Fazlası. "Tatlı sözlerle seni kandırmaya vaktim yok! Park yerindeki bütün o cipleri ve minivanları görüyor musun? Ashville'de yaşayan ne kadar aile varsa hepsi içeride toplanmış durumda! Seni de gönüllü komi ilan ediyorum!" Başparmağımı kaldırıp ona, tamam, işareti yaptım. Delta da tekrar içeri döndü. "Beni bekleme, tatlım," dedim, yere attığım izmariti kemirmekle meşgul olan Çapkın'a. Uyanmanın ve ayılmanın yorgunluğuyla ağır adımlara kafeye yürüdüm. Pekâlâ, içeri girecek ve Cathryn Deen'in ekranda güzel olmasını seyredecektim. Şöyle güzel bir fantezi benim de işime gelirdi.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.