Ayl覺k 羹cretsiz yay覺n.
Ocak 2013’te, yazdıklarımızı başkalarıyla da paylaşma kararı aldığımızda Dostlar Kıraathanesi adı verdiğimiz grubun bir parçasıydık. Bir süre yazılarımızı paylaştıktan sonra, okurlarımızdan aldığımız 120 karakterlik konularla onlara “Sipariş Öykü”ler yazmaya başladık. Okundukça sevindik, sevindikçe yazdık. Bir yıl kadar süren bu maceraya, bazı dönemsel yoğunluklar nedeniyle ara verme kararı aldıktan birkaç ay sonra, dayanamayıp yeniden yazmaya ve bu sefer yazdıklarımızı basıp herkesin okuyabileceği yerlere bırakma kararı verdik. Mart 2014’te başladığımız çalışmalara bir isim vererek, Nisan 2014’te yayına başladık. İsim verme kısmı en kolayıydı; beş kişiydik, A5 boyutunda kağıtlara yazıyorduk ve bolca abesle iştigal ediyorduk. a beşle iştigal işte böyle doğdu… 33 sayı sığdırdığımız 8 aylık süreçte birçok tanınmış isimle tanışıp bir kısmını konuk yazarlar olarak ağırladık, okurlarımızdan konuk iştigalciler aldık, yaratıcı metin yazarlığı yapmaya çalıştık ve her hafta heyecanımıza heyecan katarak yazmaya devam ettik. Okurlarımız ve destekçilerimiz olmasaydı buralara gelemezdik. Bizi yalnız bırakmayan tüm okurlarımıza ve destekçilerimize teşekkürü borç biliriz. Şimdi, Ocak 2015’ten itibaren a beşle iştigal, bizim için çok büyük ama insanlık için küçük olabilecek bir adım atıyor. Yepyeni yazar ve çizerlerle genişleyen ailemiz sayesinde a beşle iştigal, yoluna dolu dolu aylık yayın olarak devam edecek. ____________________________________________________________________________________
1 2 4 6 7 8 10 12 13 15 17 19
gece / 16.12-27.11 şef / Eksik ikircikli / Gri müşkülpesent yumurta / Bi’şeyler Onur Kök / Kayıp Notlar angel / Vampirle Görüş-me! (Vampirleri Tanıyalım) Çiğdem Demir / 2015 Takvimi Alıntı halis muhlis / Günlük küçük kara balık / Pruvamız Neta! marmara / Hiçbir Şeyde Gözüm Yok ooometebeyler / İmza
Keyifle ve ısrarla okuyun... a beşle iştigal
16.12-27.11
Orada biri var. Ellerime batan, gece geç saatlere kadar uyutmayan biri. Adımlarından belli. Orada duran, koskoca bir adam. Aynı şarkıyı mırıldandığım, bir filmin aynı sahnesinde, birbirimizden habersiz, ağladığım bir adam. Kötü bir rüyadaki son çığlığım. Ardından, kontrol altına alamadığım tüm davranışlarım. Çıkmaz bir sokağın, çıkmaz olduğunu anlamam için sonuna kadar yürümek zorunda bırakıldığım aylarım. Orada bir labirent olacak. O sarmaşıklar eninde sonunda seni de saracak. Ve kör bir dilencinin yanımdan geçerken kulağıma fısıldadığı gibi, biri, “Tüm bu değerler, zehirden beterler.” diye bağıracak. İşte o an duyacaksın tüm kadınların sessiz haykırışlarını, hissedeceksin tüm adamların, kadınlarını bırakışlarının acısını. Sen o labirentte canın pahasına koştururken, anlamayacaksın. Anlamayacaksın herkesin biraz sen olduğunu. Ve o an, aslında tüm ruhların senin bedeninde bulunduğunu. Böyle bir sorumluluğun olduğunu bilmek seni yoracak. Duyduğun ve hissettiğin tüm o kelimelerin altında ezileceksin. Ezildikçe küçülecek. Labirentteki tek çıkışı bulduğunda, koca bir hiçe dönüşeceksin. Bu hiç, senin mutluluğun. Bitmiş şarabının dibine çökmüş kadın ise, en büyük umudun.
gece
Küçük bir kızım ben. Belki sesinden birkaç parmak büyük. Belki ellerinden biraz küçük. Aklımda sürekli dolanan şarkılar var. Acılarla şarkılar. Anılarla şarkılar. Hayatta bizi çok kandırmışlar. Her şey acıymış fazlasıyla, ama umut demişler, “var”. Bir otobüs durağında, bir metro istasyonunda veya eski bir çıkmaz sokakta gördüm seni. Ne sen beni tanıdın, ne de ben kendimi. Güzel hayatlar kadar kısa saçlarım ve yemeyi hiç bırakamadığım tırnaklarım var. Babamın, küçük bedenime büyük sorumluluklar yüklemesiyle büyümüş organlarım. Taksim’in kaldırımlarını öpmeyi seven ayaklarım. Aklıma kazınmış anılarım var benim. Kimsenin, onları zihnimden kazıyabilecek kadar güçlü tırnakları yok. Peki ben? Var mıyım? Ne kadar belki, ne kadar biraz? Kelimelerimi hissedebiliyor musunuz? Derinizde veya kemiklerinizde. Çığlıklarımı sizde duyuyor musunuz? Bir şimşeğin ancak son saniyesi kadar saydam bakışlarımı, sizde fark ediyor musunuz? Hissedin, duyun, fark edin. Çünkü onlarda size ait şeyler var. Sevildiğim zamanlar birer öykü oldular. Hikayeme tersten başladılar. Ve dünyadaki tüm sağırlara bağırarak anlatıldılar.
İşte, orada bir adam var. Genç bir çocuk bedenine girmiş. Ama o kadınla sonsuz uyumları, dünya üzerindeki hiçbir aşka yet-e-memiş. 1
Eksik Babasından miras aldığı hastalıkla yaşamaya alışalı birkaç sene olmuştu. Hiçbir zaman sağlıklı bir insan olmamıştı. İllaki herkesin dertleri, tasaları vardı elbette ama genetiği sağlıklı insanların nasıl bir ruh hali içinde yaşadıklarını, nasıl düşündüklerini, hayata nasıl baktıklarını hiçbir zaman bilememişti ve hep imrenmişti de psikolojisi düzgün insanlara. Kendini bilmeye başladığında, hastalığının da farkına varmıştı. Bunun başlarda psikolojiyle ve düşünce yapısını düzeltmesiyle aşılabilecek bir şey olduğunu düşünse de aslında babasından devraldığı ve hayatı boyunca yakasını bırakmayacak, iyileştirilmesi imkansız biyolojik bir sebepten kaynaklandığını yıllar sonra öğrenmişti. Bu düzelmezdi, sadece bununla yaşamaya alışılırdı.
şef
ulaştırdı. Damla kalan sayıları bizzat ondan almak istediğini söylemişti. Böylece buluşmaya başladılar. Sonraları da bu buluşmalar devam etti. Onunla birlikte vakit geçirmekten keyif alıyordu. Zamanla aralarında bir bağ oluşmuştu. Adına aşk denmezdi belki ama aşktan da daha tehlikeli, aşkla dostluk arasında bir bağ oluştuğunu hissediyordu aralarında. Sevgililer miydi bilmiyordu, pek sayılmazdı ama iki sevgili arasında yaşanabilecek her şeyi yaşamışlardı. Hayatının bir yönü iyi olduktan sonra diğer yönleriyle ilgili hevesler beslemek de daha kolay bir hal alıyordu. Araları iyiydi. İkisi de mutluydu. En azından o öyle düşünüyordu. Son görüşmelerinde birlikte uyuyup uyandıktan sonra kahvaltı yapmışlardı. Sonra da Damla’yı uğurlamıştı. Damla şehir dışında okuyordu ve sınav haftası için gitmesi gerekliydi. Son bir kez Alışmıştı da. Son birkaç yıldır doktorunu bile öpüştüler ve Damla gitti. Sınav haftası bittikten hayrete düşüren bir olgunlukla hastalığıyla barışmış sonra tekrar Damla’ya kavuşmayı umuyordu. Öyle ve onunla birlikte yaşamaya alışmıştı. Kabullenmişti anlaşmışlardı. Onu son defa uğurlarken, bunun onu bu durumu. Hastalığını tetikleyecek bir durumla son görüşü olacağını hiç düşünmemişti. Bu yüzden karşılaşmadıkça görece mutlu bir yaşam sürebilirdi. güven doluydu içi. Bu nasıl bir güvendi? Hayattan Tabii ki hayatı yaşarken tetikleyici faktörleri fark kazık yemeyeceğine dair, hayatın bir süre daha iyi etmek ve önlem almak hiç de kolay değildi. geçeceğine dair bir güven. Son yıllarda hayatını biraz olsun düzene sokmuştu. Artık ilaçlarla ve doktorlarla bir ilgisi kalmamıştı, Hiçbir zaman birbirlerini sürekli rahatsız eden, her onlara muhtaç değildi. Yazmaktan keyif alıyordu. yaptıklarını merak eden, kıskançlık içeren bir ilişki Arkadaşlarıyla çıkardıkları bir dergileri vardı. Bunun anlayışları olmamıştı. Ama birlikte zamanı dışında keyif aldığı dostlukları, zamanı doldurduğu paylaşmak, eğlenmek, duygulanmak buna dahil goygoyları ve sitemleri vardı. Kurduğu hayaller onu değildi. Bu sebepten arada birbirlerini arıyorlar ya mutlu ediyordu. Belirtmek gerekir ki bu hayaldeki da birbirleriyle mesajlaşıyorlardı. Her şey gayet iyi kişi ve umutların gerçek kişi ve hayatın realitesiyle giderken Damla birdenbire tepkisiz kalmaya bir ilgisi bulunmamaktadır. Yine de tetikleyicilerden başladı. Meşguldü, öyle söylüyordu. Sınavları, arınmıştı ve bu zararsız hayaller mutlu olmasına projeleri vardı. İnanmak pek tabii doğaldı o yetiyordu. zamanlar. Sınav haftasının bittiği gün gelecekti. Aradan zaman geçti, sınavları bitti. O gün Bir gün hasta yatağında yatarken (Bu hastalığın gelmemişti, ondan sonraki gün de; ve sonraki yukarıda bahsedilenle bir ilgisi yok.) mail kutusuna günlerde de gelmedi. Damla bazı ailevi dertlerinin düşen bir mesaja dayanıyor Damla’yla tanışmaları. olduğunu ve gelemeyeceğini söylemişti. Sanki O zamanlarda onu mutlu eden ve hayata biraz kendi başına gelmiş gibi üzülmüştü onun için. daha bağlayan bu durumun ileride hastalığıyla zar Üstelemek istemedi. Bir süre onu kendi haline zor kurduğu barış antlaşmasını, tüm kabullenmişliği bıraktı. Anlatmak isterse kendi anlatırdı. Derken ve alışılmışlığı, kısaca tüm mutluluğunu yerle bir zaman geçti, anlayış payı gereğinden fazla uzadı. edeceğini bilmiyordu henüz. Damla gönderdiği Damla’dan hiçbir ses seda yoktu. Mesaj attı, aradı. mailde çıkardıkları dergiye internette rastlayıp Cevap gelmedi. İlk başlarda onun adına beğendiğini söylüyor, basılı sayılara nasıl endişeleniyordu ve durumunu merak ediyordu. ulaşabileceğini soruyordu. Bazı sayıları ona 2
Damla’dan yine cevap gelmiyordu. Gerçekten derdinin büyük oluşuna yordu bunu ilk başlarda. Yine üstelemedi, aradan yine zamanlar geçti. Damla hiçbir şekilde cevap vermiyordu. Başka bir şeyler olduğunu anlamıştı artık. İşler çığrıdan çıkmıştı. Tüm mesajlarını okuyor ama cevaplamıyordu. Aradığında açmıyordu. Bu umursamamazlığa katlanamıyordu. “Bana herhangi bir şey de lütfen, istersen küfret ama n’olursun bir şey de artık.” diyordu ama yine umursanmıyordu. Hatta bir defasında bir arkadaşının telefonundan aramıştı. Açmıştı ama onun sesini duyunca hiçbir şey söylememişti. Telefonu kapatmamıştı da ama yine de susmuştu. Bu durumu anlayamıyordu. “Bir daha seninle görüşmek istemiyorum.”, “Siktir git, bir daha benimle muhatap olma.” dese yine anlardı ama hiçbir tepki vermemesini anlayamıyordu. Her ne kadar Damla’nın dertli olduğu için böyle davrandığını düşünse de sonradan biraz araştırmayla durumun hiç de böyle olmadığını görmüştü. Damla gayet mutlu bir şekilde hayatına devam ediyordu. Ve bu yok sayma onu deli ediyordu. Yüzüstü bırakılmak değil de adam yerine konmamak, kendisine bir “hoşça kal”ın, hatta bir küfrün bile çok görülmesi üzüyordu onu. Değer verdiği birinin sebep olduğu bir üzüntüyü yaşarken bu durumun onun aklına bile gelmemesi bir insanın düşebileceği en kötü durumlardan biriydi. Damla kendine zorla yer açtığı bir hayatta önce kendini uyuşturucu misali fark ettirmeden alıştırmış, sonra da suratlarına maske giymiş kötülere özgü bir umarsızlıkla çekip gitmişti. Bir daha hiçbir zaman geri gelmeyeceğini sandığı o hastalıklı ruh halleri geri dönmüştü. Hastalığıyla barıştığını ve onunla yaşamaya alıştığını zannediyordu. Normal bir insanın bakış açısıyla belki çok rahat geçiştirilebilecek bu gibi hadiseler, onun ruhunda tamiri çok daha büyük bir özveri gerektiren tesirler bırakıyordu. Üstelik bir sorun, domino etkisi yaratarak diğer tüm üstü örtülmüş sorunları da açığa çıkarıyor ve hayat tümüyle karamsar ve içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Şu anki ruh halini daha önceleri defalarca yaşadığını düşündü. Hepsini bir şekilde yenmeyi başarmıştı. Uzun yıllarını almıştı bu mücadele. Hastalığıyla barışmak, kendisi ve kaderiyle barışmak… Önceki kötü durumları unutup sonralarındaki mutlu anların kıymetini bilememek insana özgüydü, bu yüzden
kendini suçlamadı. “Ben aslında mutluymuşum.” diye düşündü. Damla’nın hayatında bu denli yer edindiğini daha önceleri fark edememişti. Damla onun hayatına girmeden önce çok mutlu bir yaşantısı olmasa da keyfi yerindeydi, hayattan zevk alıyordu. Hayat ve gelecek onun için bilinmez ve endişe verici de olsa bu kaosa karşı içten gelen gülümseyişi onu hayat karşısında asla yalnız bırakmıyordu. Yıllarca uğraşıp, temelden başlayarak koca bir bina inşa etmişti. Sonra biri gelip bu binayı sorumsuzca yerle bir etmişti ve onu tekrar başladığı noktaya geri döndürmüştü. Sahile gidip her zamanki banka oturdu. Daha önce onu da getirmişti buraya. Ama bundan sonra buraya gelişlerinde kendisine buranın Damla’yı hatırlatmasına izin vermedi. Çünkü burası onun özel alanıydı. Bankta bacak bacak üstüne atıp cebinden çıkardığı ilacına baktı: “Uzun zaman oldu.” diyerek tebessüm etti. Bu ilaca bakarken geçmişiyle ve çocukluğuyla özlem gideriyor gibiydi. Geçmişiyle yüzleşmek acı verici bir durum olmaktan çıkmıştı artık. Hesapsız bir rahatlık veriyordu sadece. İlacı ağzına attı, birasından bir yudum alarak yuttu. Bir sigara yaktı karşıda hayal misali görünen ada silüetlerine ve şöyle dedi: “Eksik değilken gelip beni tamamladığına inandırdı; sonra da gidip beni eksik bıraktı.” Ayrılıkları çok acımasızca buluyordu. İki insan ne yapıp edip kavga etmeyi ve aralarındaki bağı koparmayı başarıyordu. Aradaki bağ şekil değiştirebilirdi ama vedaları sevmiyordu. Eğer bir insan başka birinin hayatına girdiyse orada kalmalıydı. Sonsuza dek bir ayrılığa gerek yoktu. Artık onu gerçekten sevdiklerini bildiği dostlarına sığınmanın vakti gelmişti. Birinin yokluğu ancak bir başkasının öznelliği hissedilerek giderilirdi. Onlara sahip olduğu için kendini şanslı hissetti. Bu hayattaki her şey gelip geçiciydi, geçmeyen tek şey dostluklardı. Değişmeyen sevgi budur. Dibi görenler daha iyi bilirler sevginin kıymetini. Bir keresinde bir dostunun şöyle söylemiş olduğunu anımsadı: “Çok sevdiğin birinin öldüğünü düşün. O artık geri gelmeyecektir ve onu getirebilmek için de elinden hiçbir şey gelmez. Onu unutamazsın belki ama geri getiremeyeceğini de bilirsin ve yaşamaya alışırsın.” Evet, ortada bir ölü vardı ve ölüler için pişmanlık duymak yersizdi. 3
Gri
ikircikli “Çok geçmeyecek aradan. Şöyle diyeceğim: Bulutlar açmadı. Mavi gök orda mı?” -Cahit Zarifoğlu
Kış iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı. Tanrı, içtiği sigaranın dumanını akşamları bizim semtin üzerine üflüyor. Mahallede, sokakta göz gözü görmüyor ve Tanrı’nın sigarasını pasif içiyoruz. Ağaçlara, yeşile hasret olarak gri betonlara gri duman tabakası da ekleniyor. Kapalı havalara uyanıp, griler içinde geçiriyoruz günümüzü. Tamam; binalar gri, sokaklar, insanlar hep gri, kalp kırıklıkları, mutsuzluklar, ayrılıklar zaten her zaman gri. Aşk da gridir hele ki tek yanlıysa. Ama Tanrım, gökyüzüne yakışıyor mu gri olmak? “Şefaat ya Resulallah” diyen insanların yaşadığı bir ülkeyken, adım başı binaların dikildiği “inşaat ya Resulallah” diyen insanlar olduk. Nerede farklı bir renk görsek hemen grileştirmek isteyen bir toplum olduk.
Ne vakit uzaklaşmaya çalışsam, kendimi sana biraz daha yaklaşmış olarak buluyorum. Suç ne sende ne de bende suç varsa eğer, suçluları tanıyorum. Turgut Uyar, Edip Cansever (hele ki Edip en azılı suçlu), Ah Muhsin Ünlü, Cahit Zarifoğlu, Attila İlhan. Suçlular bunlar, ağzıma bir parmak umut çaldılar. Ne vakit umutlarım tükense, ne vakit “tamam ulan, bırakıyorum artık” desem. O durum için umut dolu dizeleri çıktı karşıma. Dalıp gittiğim körfezin sularından “Çiğdemciii!” sesiyle çıkıyorum. Elektrikli bisikletine koyduğu çekirdek çuvalıyla, önümden geçen seyyar satıcının geçişini izliyorum. Akıp gitmesine izin verdiğim zamanı bir ucundan yakalayıp düşüncelerimden kurtulmak için yola koyuluyorum. Kordondan içeri doğru kıvrılıp, Kıbrıs Şehitleri caddesinde, biraz ısınmak biraz da insanları izlemek için küçük bir çay ocağına oturuyorum. Okuldan çıkıp, gürültülü bir kalabalık halinde gezen lise öğrencileri geçiyor. Henüz grileşmemiş dünyalarıyla gülümseyen, mutlu insanlar olarak hayatlarına devam ediyorlar. Ben ne ara bu kadar karamsar oldum, ne ara bu kadar grileşti hayatım?
Çay ocaklarına gereken önem gösteriliyor sanırım artık çay kaşığı sesine tatlı bir gürültü eşlik ediyor. Derdim var, kavgam var, öfkem var griye çünkü Çay tepsisini sallaya sallaya getiren çırak, kimin, grinin içinde hep eksik kalmışlıklarım geliyor aklıma, nasıl çay istediğini kısa bir süre düşündükten sonra kararsızlıklarım geliyor aklıma, kendime olan öfkemi servisi yapıyor. Her siparişi doğru hatırladığı için griden çıkarıyorum. Ne siyah olacak kadar kötü, ne mağrur bir şekilde gülümsüyor. Mavi önlüğünün ön beyaz olacak kadar iyiyim. Ben griyim aslında. cebinden çıkardığı tükenmez kalemin ucuna hohlayıp, adisyona özenle bir çizgi daha çekiyor. Grilerden, griliğimden kaçmak için kendimi sahile Çizginin düzgünlüğüne bakıp biraz daha kendisiyle atıyorum. Alsancak’ta bir aşağı bir yukarı biraz daha gurur duyuyor. yürüyorum. Bacaklarımın dermanı kesilince grilikten biraz da olsa kaçabilmiş olan, yüzünü denize karşı Binaların griliğine samimiyetten uzak sarı ışıklı dönmüş ve içten içe ona hayran olan ahşap, sokak lambaları da katılmaya başladı. Hava git gide eskimiş bir banka oturuyorum. Derin bir nefesle serinliyor, saçlarımı kestirdiğimden beri yeni bir ciğerime dolduruyorum denizin kokusunu. Hayal sıkıntı baş göstermeye başladı. Kestirdiğim kırıklıklarınızı bir nebze de olsa sarabilirsiniz deniz saçlarımın ahını aldım herhalde, kafam üşüyor. kokusuyla. Özgüveni yıkılmış her kişinin ardında bir Montumun cebine elimi atıyorum. Beremi çıkarım hayal kırıklığı vardır. Kendimi yabancı bir dilden kafama takıyorum. kötü bir şekilde çevrilmiş şiir gibi hissediyorum. Ne derdimi anlatabiliyorum, ne derdini anlayabiliyorum. 4
Başında kasketi, üzerinde uzun kabanı, elinde bastonu ile oturacak yer arayan bir yaşlıyı gören gurur dolu çırak, benim yalnız oturmamdan rahatsız olmuş olacak ki, amcayı benim masama oturtuyor. İnisiyatif alıp, iş bitirici davrandığı için duruşunu biraz daha dikleştiriyor. Aynı masada birbirini görmemiş gibi yapan iki insandık amcayla, açıkçası sohbetin başındaki o sıkıcı ve gereksiz diyalog kısmına girmek istemediğim için susuyorum, ellerim cebimde yoldan geçen insanları burun renklerine göre sayıyorum.
ayrılıyorum. Gök gürültüsünü arkama alıp, kordon boyuna iniyorum. Ellerimi gri montumun cebine koyup, ağır adımlarla ilerliyorum. Yürüdüğüm sürede biraz da olsa griliğimden uzaklaşıyorum. Havasına pek güven olmasa da İzmir’in havasından tek isteğim, çiseleyen yağmurun yürüdüğüm yol boyunca hızlanmadan devam etmesi. -3 kırmızı, 4 pembe, 3 beyaz burun…
-1 kırmızı, 1 pembe, 1 beyaz burun. Cebimdeki kağıt parçalarıyla oynuyorum, ya fiş ya da aklıma gelip not aldığım daha sonra deftere geçirmeyi unuttuğum 1-2 satırlık cümlelerdir herhalde. Tombalacı edasıyla elimi montun cebinde gezdirip bir kağıt çekiyorum.
A.101 yeni mağazacılık A.Ş. YUMURTA 6’LI *1.90 Nakit *2.00
Buruşturup kül tablasına koyuyorum. Bir niyet daha çekiyorum cebimden, bozuk bir el yazısıyla yazılmış tek bir cümle çıkıyor. “Bir insan bir insanı kaç farklı duyguyla sevebilir, bunu konuşalım.” Kağıdı çevirip arkasına “a.o.s.” yazıyorum. Bir kez daha elimi atıyorum cebime. Yine özensiz bir el yazısı çıkıyor karşıma “Seninle konuşmadığım 1 haftalık süre ile başkasıyla konuşmadığım 1 haftalık süre aynı değil anlıyor musun?” kendime yaptığım seyyar niyetçiliğe, amca bastonuyla ritim tutuyor. -3 kırmızı, 1 pembe, 2 beyaz burun. Gök gürültüsünü duyduktan sonra masanın üstüne iki çayın parasını koyup, mavi önlüğüyle boşları toplayan garsona selam verip çay ocağından 5
Bi’ şeyler • Sarı renkli 50 Türk Lirası’nın arka yüzündeki Tanzimat döneminin ilk kadın romancısı, Fatma Aliye Hanım’la ilgili verilen “kusurlu” bilgilerin ilk olarak köşe yazarı Rahmi Turan, akabinde başka bir yazıyla Suat Çağlayan’dan çıktığını öğrendim. Atatürk devrimleri karşıtı olduğu iddia edilen Fatma Aliye Hanım, Osmanlı feminist yazarlarından Emine Semiye’nin ablasıdır. Feminist bakış açısı, kadın hakları konusunda kardeşine göre daha yumuşak bir tutumu olsa da kadın haklarının ilk savunucularındır. Bir defa bu yönüyle bile Atatürk devrimlerinden en az bir tanesinin ilk temsilcilerindendir bile diyebiliriz. Aynı zamanda ilk sosyalist ve Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti’nin ilk kadın üyesi olarak tanınmaktadır. Üzerinden muhafazakârlık bağlantısı yapılan babası Ahmet Cevdet Paşa, devleti aşırı dincilere karşı defalarca uyarmış biridir.
müşkülpesent yumurta olabileceğini öğrendim. Doğruları, yanlışlar, kendi fikirleri, idealleri olmayan, herkesin dediğine hemen inanan, sebep olarak da okuyup öğrenecek vaktinin olmadığını gösteren insanların ancak ve ancak birilerinin okuyup kendi anladığı kadarıyla yaşayabileceklerini öğrendim. Fotoğrafta, malum yazılarda “13 yaşında tesettüre girmiş” şeklinde bahsedilen Fatma Aliye Hanım’ı görmektesiniz. Zannedersem bu karede 13 yaşında değillerdir...
“Mustafa Kemal düşmanı” olarak gösterilmeye çalışılan bu hanımefendinin Atatürk’ün eşi Latife Hanım’a yolladığı mektup şu şekildedir; “Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine “dâhi” demek kâfi değildir. Dünyanın dört bir yanındaki Dahiler topuluğunda, onlardan önce ve sonra, Doğu ve Batı’da gelen bütün dâhiler de tetkik ve mütelaadan geçirilince bunların her biri halaskârımıza misal olamaz, o yüksekliğe varamaz.” * “Bu ne başarıdır! Anadolu’yu tetkik ve teftişe giden yabancı subayların önde gelenleri akıl ve bilim ışığında Yunan ordularına galip gelmemizin mümkün olmadığını söylüyorlar, artık vatanın parça parça taksiminden başka bir şey kalmadığı zannında bulunuyorlardı. “Meğerki bir mucize ola.” deniliyordu. Gazimiz dediğini yaptı harikalar gösterdi. Vatana bağımsızlığını da kazandırdı. Kadınlara insanlık âlemindeki mertebelerini de verdi. Yalnız Türk tarihinin değil, dünya tarihinin en parlak sayfasında yerini aldı.” Ha bir de, ben bugün doğrusu nedir araştırmadan verilmeye çalışılan “bilginin” ne derece tehlikeli 6
• Osmanlı topraklarında ilk yol bisiklet yarışının, 15 Mayıs 1895 tarihinde İzmir Bornova’da, İstanbul’da ise ilk yarışın 18 Ağustos 1895 tarihinde Tarabya’da yapıldığını, ilk yarış olarak bildiğim 1897 Selanik yarışmasının ise ilk pist yarışı olduğunu öğrendim.
Kay覺p Notlar
Onur K繹k
7
Vampirle Görüş-me! İş Görüşmelerimi anlattığım yazı dizisi başlıyor! Bu yazı dizisini yazmaya başlama nedenim özetle ‘Neden bir türlü tam zamanlı işe giremediğim?’ sorusunun açıklığa kavuşması; ailemin ve arkadaşlarımın nezdinde biraz da olsa temize çıkma çabamdır. Malum mülakatlara gidip gidip de bir türlü başlayamadığım o iş yerlerinde nelere maruz kaldığım artık gün yüzüne çıkmak zorundaydı. Toplamda kesintili olarak 10 sene serbest çalışmış bir tasarımcı olarak şu canını sevdiğimin reklam sektörünün halini, halimi anlatmaya bu şekilde başladım.
angel Sanata olan düşkünlük: Ofis duvarlarında soyut bir resme yer verirler. Bu resim muhtemelen yağlı boya olur ve bir galeri açılışında, sanatçıya jest olsun diye alınılmıştır. Spor ile olan ilişki: Kayak yapar, at biner ama tırıs giderler. Futbolu Play Station’da oynarlar. Fanatik Fenerbahçelidirler. Sağlık: Puro içerler Maddi durum: Durumlarından bahsetmek can sıkar. Çeşitli evleri, arabaları, yatları, yerel ve yabancı şirketlerde ortaklıkları, milyonlarca dolar paraları vardır. Ev: Şehre yakınmış gibi davranılan ama aslında bir hayli uzak olan, çakma orman içinde, doldurma göl kenarlarında villalarda yaşarlar. Evcil hayvan: Yarasa
Neyse ne diyorduk. İş görüşmeleri.
Ulaşım: İki kişilik yere yakın arabaları ve pahalı tekneleri vardır.
Önce vampirleri tanıyalım!
İçki tercihi: İki buzlu viski içerler.
Medeni durum: En az 3 kere evlenirler. Devamlı nafaka verirler. Çocuklarına Aslan, Kaplan, Ares, Çocukluk: Genelde hali vaktinde ailelerden gelirler. Himenez, Yıldırım, Hortum gibi iddialı isimler (doktor – iş adamı – politikacı çocukları) koyarlar. Problem uzun vadede üvey çocuklar arasında çıkar. En üst düzey vampir çeşididir. Eş tercihleri; Beslenme: Kan emme ayarları yoktur. Bir de bakarsınız kanınız bitmiş, ölmüşsünüz. Evlenmek için: Zengin bir aileden gelen, en az iki Luivibom marka çantası olan, esmer ama sarı saçlı, Şekil şemal: Dişler epey uzamıştır. Göbekleri estetikli, 4 mevsim bronz, 1.60 boyunda, her zaman oldukça gelişmiştir. Saçları klasik kesim tercih sinirli görünen ve Amerika’da doğum yapan. ederler. Politik görüşleri belli olmasın diye genelde sakal-bıyık bırakmazlar. Metres olarak: Güzel, esmer ya da kumral, uzun bacaklı, dansçı ya da İK. Çalışanlarına olan tutum: Kızdıkları zaman çalışanlarına bağırıp çağırmaz; direkt kovarlar. Giyim: Trendlere uygun giyinirler, modacıları vardır. (Fabio Lucetti – Tommy Hilfiger – Prada) Ofis odaları: Odaları epey büyüktür; genelde yüksek binaların camlı dairelerinde uzun süre Karakteristik özellikler: İş hayatında kadınlardan yaşarlar. Odalarının herhangi bir yerinde muhakkak fazla hoşlanmazlar; gerekmedikçe sağ kolları erkek iki kişilik siyah deri bir koltuk bulunur. Masalarının vampirler olur. Çalışanlarına özellikle kötü üzerinde en az 4 son versiyon Apple ürünü bulunur. davranırlar. En acımasız gruptur. Sağları solları Espresso makineleri ve yurtdışından getirilen belli olmaz. Esereklilerdir. Yapılabilecek en az objeler odayı süsleyen unsurlardır. zammı yapar; sigortayı yatırmayı unutur; primi atlar DRAKULA
8
tazminatı aklına bile getirmezler. Burç: Genelde ateş grubu burçlardan olurlar.
topu hareket ettirdiğinizde diğer altı topa çarpan ve bu hareketi sonsuza kadar devam ettiren neden alındığı belli olmayan vampir oyuncakları gibi)
İşte tutunmak için yapılması gerekenler: Yalakalık + Koltuklarının arkası yeterince cool olmadığı için kan bağışı. ceket asmak için özel mobilyaları bulunur. Çok hobi sever olanların odalarında, yelkenli, uçak, gemi Kovulmak için yapılması gerekenler: Bir konuda maketleri bulunabilir ama bu şart değildir. kendi fikrinizi açıklayın. Not: Bu grubun en ama en önemli özelliği ise şudur. Drakula her zaman ve her yerde “patron” olduğunu hissetmek ister. Bu anlamda hızlı öneriler: 1- Şık bir restorandasınız, normalde gittiğiniz çıtanın biraz üzerinde ama davet edilmişsiniz… Tak! Drakula’yı gördün. Direkt kaç. Asla yanına gitme. Seninle aynı ortamda yemek yemek onun ‘sınıf düşmesi’ anlamına gelir. Emin ol seni beller ve uzun vadede kovulursun. 2- I-Phone’un falan varsa sakla! Drakula senin gibi küçük bir fani ile aynı teknolojiyi kullanmak istemez.
Sanata olan düşkünlük: Ofis duvarlarında klasik resimlere yer verirler. Uzun vadede koleksiyoner olurlar. Spor ile olan ilişki: Golf yapmak isterler ama kardiyoda karar kılarlar. Sağlık: Sigara içerler ama bırakmak isterler. Maddi durum: Durumları iyidir. Evleri, arabaları, bankada birikimleri, özel sağlık sigortaları, hayat sigortaları vardır. Ev: Etiler civarında otururlar. Evleri fena değildir; mimara yaptırırlar; dekorasyon dergilerine çıkarlar. Ulaşım: Pahalı arabaları vardır.
İçki tercihi: Jack-Cola içerler. Zamanında bir patronum bana “Yaa işte sende de IPhone vaaar, bende de… hayat işte.” demişti. Medeni durum: Acele evlenirler. Bu yüzden en çok boşanan gruptur. Yani aslında “Sen küçük bir böceksin, ben koskoca Drakula’yım ama bastırmışsın parayı almışsın Eş tercihi: Kreatif işlerle uğraşan bayanlardan telefonu, hayat işte” anlamındadır. Cümle hoşlanırlar; bu grubu ilginç bulurlar ama bu ilgi uzun sonundaki “hayat işte” de “hayat adil değil” süreli değildir. Aslında şık, marka giyen, çantalarını anlamındadır zira onun ütopik dünyasında biz dışbükey olarak iç bileklerinde taşıyan dominant kulların güvercin ile haber alıp vermesi gerekir. teyzelere zaafları vardır. STANDART VAMPİR Çocukluk: Bu tür, genelde hakim, avukat ya da asker vb. ailelerden çıkar. Beslenme: Çalışanların kanını emer ama asla öldürmezler. Dozları her gün 1 lt. Şekil şemal: Tipleri fena değildir (gideri olabilir) Dişler belirgindir. Göbekleri vardır. Alnın iki yanı hafiften açılmaya başlamıştır (Mickey Mouse tarzı) Çalışanlarına olan tutum: Kızdıkları zaman çalışanlarına bağırıp çağırırlar; bu onları sakinleştirir. Ofis odaları: Odaları manzaralı olur. Masalarının üzerinde mıknatıslı gereksiz biblolar bulunur. (bir
Giyim: Trendlere uygun giyinirler (Lacoste – PoloNB) Karakteristik özellikler: Maaşa zam yapmaktan hoşlanmazlar. İşten adam çıkartma işleri onlardan beklenir. Prensip sahibidirler. İyi pazarlık yaparlar. İyi iş insanları bunlardan çıkar. Burç: Genelde toprak+ateş grubu burçlardan çıkarlar. İşte tutunmak için yapılması gerekenler: Dış görünüşüyle ilgili iltifat edin. Kovulmak için yapılması gerekenler: Zam isteyin. Devam edecek… 9
12
Günlük (Zeynep, Fikret, Hazal ve Tahir 20’li yaşlarında öğrencilerdir. Yılbaşı akşamı Tahir’in evinde oturuyorlardır.) Fikret: (Çokbilmiş bir halde.) İnternette aynı anda onlarca yere girip çıkabiliyorum. Bunun dışında böyle bir şeyin yapılabileceği bir yer yok. Fakat orada ne koku alabiliyorum ne de dokunabiliyorum.
halis muhlis kendini düşünerek yaşamanın da en sağlıksız yaşam biçimi olduğunu düşünüyorum. Fikret: (Bıyıklarını ovuşturur.) Katılıyorum. Mesela bir ağacın dalları. (Parmağını pencerenin önündeki saksılara doğru uzatır.) Nasıl da beraber iç içe yaşıyorlar. Aynı kökten doğup büyümüşler. Beraber yapraklarını dökmüşler, beraber çiçek açmışlar, meyve vermişler. Hep beraber, birilerine gölge olmuşlar. Yardımlarını hiç esirgememişler. Şimdiyse geliyorlar, bu ağaçları kesiyorlar. Yaşamanın kaynaklarından birinin kökünü söküp atıyorlar.
Zeynep: (Gözlerini ovuşturur ve sakince konuşur.) Ben, teknolojinin ve buna bağlı olarak gelişen iletişim olanaklarının bazı duyguları bitirdiğini düşünüyorum. Mesela özlem ve hasret duygularının yavaş yavaş bittiğini gözlemliyorum. İstediğin anda o anki durumunu fotoğraflayıp yollayabiliyorsun. Hazal: (Tahir’e aynadan bakarak.) Tahir’ciğim sen Hatta görüntülü bile konuşabiliyorsun. Ben de neden hiç konuşmuyorsun? bazen bu duyguları yaşamak için, özlemek için buralardan uzak kalmaya çalışıyorum. (Hazal, Tahir’in sızmış olduğunu görür. Arkadaşları Tahir’i yatağına götürür. Hazal, Tahir’in odasında Hazal: (İçkisinden bir yudum alır. Ayağa kalkar. masanın üzerindeki kâğıtları, defterleri karıştırmaya Ayna karşısına geçip dans etmeye başlar.) Mesela başlar. Defterlerin birinde Tahir’in çalakalem Zeynep’çiğim eskiden küçük çocuklara sorarlardı yazdığı şeyleri görür. O sırada Fikret, Hazal’ın “beni ne kadar seviyorsun?” diye. (Başparmağını yanına yaklaşır.) kafasına götürür. Yüzünde gamzeleri çıkan tebessüm oluşur.) Çocuklar bu soruya kollarına açarak cevap verirdi ya da bunlara hiç cevap Fikret: Okusana. vermek istemeyen çocuklar da vardı. (Suratı düşer.) Şimdilerde ise insanlar mesajlarına ekledikleri kalpli ifadeler ile birbirlerini ne kadar sevdiklerinin yarışını “İnce ince doğranmış kalbinizi hafif kızmış hayatta yapıyorlar. kendisini salana kadar çevirin. Kendisini saldıktan sonra içine küp küp doğradığınız sevginizi ekleyip, karıştırın. Kalbinizi ve sevginizi tam rengini Zeynep: (Parmağını bardağın çevresinde gezdirir.) kaybetmeyecek şekilde pişirin. Servis önerisi Evet. İhtiyaçtan bağımsız olarak gelişen teknoloji, olarak: üzerine biraz geçmiş zaman biraz da insanı daha çok tüketime yöneltti. İnsanların çoğu gelecek zaman ekleyerek servis tabaklarına açlık içinde yaşarken karnı tok olanların, kilolu paylaştırın. Bu yemek genellikle uzunca bir sofrada olanların, kilolarını vermek için spor salonlarına yenir. yazıldığı bir çağdayız. (Yükselir.) Bu diğer tarafı Bu uzun sofralarda yemek yiyenler: sorularla düşünmeme abesliği içinde tek taraflı sadece ben birbirini tanıyıp cevaplarla birbirlerine yaklaşanlar, taraflı bir gelişimin nasıl tek taraflı beslenmenin sağlıksız olması gibi, tek taraflı yaşamanın, sadece dinlemeyenler, unutkanlar, kendisini doğru ifade etmek isteyenler, mantıklı düşünemeyenler, yanlış
13
tanınmaktan korkanlar, nefretten beslenenler, sevgiden beslenenler, söylenmesi zor şeyleri, görünmesi zor şeyleri düşünenler, denizin dibine batanlar, denizin dibinde balık olup yaşananları unutanlar, balıkçı ağına takılıp yukarı çıkarılanlar, nefesini tutabilenler, deli saçması şeyler yapanlar, etrafındakiler ona öyle alıştığı için başka türlü davranamayanlar, hevesi kırılanlar, çok konuşanlar, az konuşanlar, hiç konuşmayanlar, tembel olanlar, hemhal olanlar, dünyayı sadece bir film gibi izleyenler, bu filmden sıkılanlar, ileri sarmak isteyenler, sonunu bildiği bir şeyde heyecan duymayanlar, anlayabilmek için devam etmek isteyenler, bitirdikten sonra bir daha izlemek istemeyenler, tebessüm etmeyi, paylaşmayı sevenler, evlerine sığamayanlar, parktaki bir banka veya ufka bakan bir banka sığanlar, evreni umursayanlar, salgın bir hastalık gibi her gün aynı şeyleri tekrar edenler, ayakları sağlam olmayan bir masanın üzerine yüklenmişlerdir. Sözcüklerin duyguları ifade etmekte eksik kaldığını düşünüyorum. Bence birisi ‘seni seviyorum’ kısalığında sevilmez. Rüzgârın soğuk bir yorgan gibi insanı sardığı havalardı. Zaman, koluna takılmış beraber ilerliyorlardı. Saniyeler her vuruşta kapısını çalıyordu. Tak, tak, tak. Kapı deliğinden baktı. Gelenler akrep ve yelkovandı. Gene bir araya gelmişlerdi, kapıya dayanmışlardı. İbrelerin bu birlikteliği onu araya sıkıştırmıştı. Kaçacak bir yeri yoktu. Sirk cumhuriyetinde bizler, birer aslan gibiyiz. Herkese gelen geçene kükreriz. Devlet ise kırbacı ile terbiyeci. Belki de bizler farkında olmadığımız bir hayvanat bahçesinin içindeyizdir. Belki de farkında olmadığımız bir koşu bandının üzerindeyizdir. Koşuyoruzdur. Koşuşturuyoruzdur ama hep olduğumuz yerdeyizdir. Kafalarımızın içinde beton döktüler. Doğallığımızı kaybettik. Başımızın ağrımasının sebebi bu: betonu 14
kırmayı çalışıyoruz. Kalbimiz ile beynimiz arasındaki yol, kaygan ve virajlı. Herhangi bir kaza olmaması için uyarı ışıklarına dikkat etmekte fayda var.” (Hazal, defteri masanın üstüne tekrar koyar. Tahir, yatakta uyumaktadır. Bir an için sağ omzunun üstüne döner. İstifra eder.)
Pruvamız Neta!
küçük kara balık
Geminin demirli olduğu limana yaklaştıkça karayı adımlamaktan sıkılıyor, bir an önce birkaç deniz mili O sabah, bir önceki gece içime heyecan yol almak istiyordum. Kendimi ırmağın akışına tomurcukları serperek kurduğum alarmdan da bırakmış ve sonunda denize ulaşmıştım. O koca erken uyandım. Valiz hazırlamayı hep sevmişimdir. demir yığını güvertesine ayak bastığım anda Çünkü bilirim sonunda yol vardır, yolculuk vardır… çiçeklendi. Durmak bilmeyen bir koşuşturmaca Görünürde her şey tamamdı ama unutulan bir şey içindeydi tüm gemi personeli. Güvertedekileri hep olurdu, ‘acaba bu sefer ne unuttum?’ diyerek başucuyla selamladıktan sonra benlik bir iş valizimi bir kez daha açmamak üzere kapattım. olmadığını anlayarak kalacağım kamaraya doğru Kurduğum birkaç yüz tane hayal, keşfetme duygusu yol aldım. Kapısından girdikten sonra 5-6 adımda ve korkudan oluşuyordum galiba. Bir yandan da biten ‘L’ şeklinde bir oda karşıladı beni. Bir masa, geceden serptiğim tomurcuklar filizlenip dudak 1,56 m boyumla otursam bile ayaklarımı kenarımda anlamsız, gün boyu silinmeyecek bir uzatamayacak kadar kısa bir koltuk, iki kanatlı tebessüme dönüşüyordu. Küçük bir kara balık’tım metal bir dolap, bir lavabo ve ranzanın sığabileceği ve ırmağın nereye kadar gittiğini görmek, daha kadar büyük görünmeye çalışan ama kapasitesini başka neler var öğrenmek istiyordum. Birkaç ışık de bilen bir yer. Ranzaya bakılırsa iki kişilik bir yılı uzağa gitmek istediğim zamanlardı o zamanlar. yaşam alanı ama bir tek bana yer var. O anda kendi Ve bu gibi zamanlarda huzuru hep tek vesait gidilen masalına sığmayan bir kahramana dönüştüğümü mesafelerde bulurdum. Yağmur çizmelerimi de fark ettim! ayağıma geçirdikten sonra başladı yolculuğum… Çok net hatırlamıyorum ama rüzgârın tüm hırsını Gün henüz aydınlanıyordu. Hava ayaz mı ayaz! uzun saçlardan çıkardığı sonbaharın son günleriydi. Dişlerimin birbirine değmesine engel olabilseydim Niyetten bağımsız elim musluğa gitti. Ellerimi bir türkü bile tutturabilirdim. Sırtımda çantam, serinlettikten sonra kalan su ile saçlarımı elimde valizimle durakta günün ilk otobüsünü yatıştırdım. Saatler sonra Marmara Denizi’ni keşfe beklemeye koyuldum. Bilinmeyene duyulan çıkacak, sığ sulardan bin iki yüz metreleri bulan heyecanın ölçütü yoktur. O sebepten ‘çok!’ diyecek derinliklere doğru yol alacaktım. Kara görünmeyene kadar heyecanlı mıydım hatırlamıyorum. kadar seyir halinde olup, gün batımında ufuk Hatırladıklarım ise uykusuzluktan yanan gözlerim, çizgisine karşı ayaklarımı uzatıp kendini denize dişlerimin 9/8’lik ritmi ve beraberinde kulağıma atan küçücük gemileri sayacaktım. çalınan bir Bülent Ortaçgil şarkısı. Denize doğru… Halatlar, sanki kâğıttan bir gemiyi suya bırakır bir hassasiyetle çözülürken, motor dairesinden dengemizi bozacak kadar şiddetli bir gürültü “Düşlerimde bile kaçtım denize doğru yükseliyordu. Süvari Bey’in dümende yerini Aslında kaçmak değil sevgiye koşmak aldığının sinyalleriydi bunlar. Güverte ile iletişim kurulduktan sonra ufak bir manevra ile pruvamızı Sessizdiler ama çoktular açıklara doğru yönelttik. Birkaç teknik bilgiden Biraz deli, biraz çocuktular başka beni nelerin beklediğine dair bir fikrim yoktu. En nihayetinde uzun yıllardır şehir hatları Denize doğru…” vapurundan başka bir deniz taşıtına binmemiş ve köpüklerden kendime günler sürecek bir rota İki günlük deniz yolculuğumuz sırasında rotamız bu çizmemiştim. İnceden bir yağmur başlıyordu, yüzümü bulutların henüz kapatmadığı ışık şarkı olacaktı. huzmesine döndüm. O an kafamın içine çalan şarkıya tam yerinde eşlik ettim, denize doğru! 15
İranlı yazar Samed Bahrengi’nin birçok eserinin arasından okuduğum tek kitabı olan Küçük Kara Balık’ı birçoğunuz duymuştur. Ama çok azınız benim gibi üniversite yıllarında edinip, başucu kitabı yapmışsınızdır. Ve belki çok azınızın büyük ablalar ve abiler olduktan sonra bir kahramanı olmuştur. Küçük Kara Balık, çocukluk yıllarımda “Oku, seversin.” diye elime tutuşturulmadığı ve öğretmenlerimin adını bile anmadığı için üzüldüğüm tek kitaptır. Sizlerle paylaştığım ve paylaşacağım yaşanmışlığım, büyük su birikintilerini keşfe çıktığım zamanlarda cesaretimi korkuya emanet etmeyen kitaptır. Ve şimdi köpüğünde kaybolunacak ne çok gemi vardır. Durmaksızın seyir halinde olmak umuduyla… Pruvamız neta, rüzgârımız kolayına olsun! * Süvari Bey: Ticaret ve hizmet gemilerinde birinci kaptana verilen ad. * Pruva: Bir deniz taşıtının ön kısmı. * Neta: Sorunsuz, pürüzsüz.
16
Hiçbir Şeyde Gözüm Yok
marmara
Ellerinde kuru ekmek kafaları, sağa sola atılıyordu. Ekmek parçaları yere düştükçe kargalar geriye İşe gitmeden önce muhakkak kedilerin su kabındaki doğru kanat hareketiyle, henüz ne olduğu belli suyu tazeler, mama kabına mama ekler, çiçeklerin olmayan bu cisimden korunuyorlardı. kumu kurumuş ise sulardı. Fakat bu sabah bir tıkanıklıkla kalktı. Nefesi mi, ciğeri mi, kalbi mi bilmiyordu. Bir tıkanıklık hissediyordu. Kedilerin kaplarına bakmadı bile. Çiçeklerin kumlarını parmak uçlarıyla yoklamadı. Merdivenleri tıkanıklığını düşünerek indi. Sokağa kalbini yoklayarak adım attı. Çöpün yanına yanaşınca boğazına sarıldı. Çöpün üzerinde kargalar dolaşıyordu. Çöp tamtakırdı. Kargalar büyük bir kavgaya tutuşmuş, içinde ne olduğu bilinmeyen plastik bir poşet için birbirlerinin etini yakıyorlardı. Çöpün orada tıkanıklığı azaldı. Kargaları izledi. Çığlıklarını dinledi. Evde kuru ekmekler vardı, çıksın eve getirsin miydi? Çöplüğün başından evine uzanan yokuş? Ya tıkanıklığı? Olsun, getirsindi. Boğazı elinde çıktı yokuşu, kalbini avuçlayarak girdi eve. Ekmek parçalarını doldurdu poşete, çıktı evden. Çiçekleri kuru, mama kabı boş, su kabı ters dönmüş.
Ekmeklerin yanına ilkin biri vardı. Tepeden baktığı, gagası ile sert sert vurduğu kuru ekmekler çoraklıkta yağmur gibiydi. Derken peşi sıra kargaların hepsi arından güvercinler ardından serçeler ekmeklere dadandılar. Belli ki herkese yetecek kadardı. Kavgasız ama tehlikeli bir şölen eşliğinde ekmekleri parçalara ayırıp yediler. Tıkanıklığı geçti miydi neydi? İşe doğru yola koyuldu. Diğer günlerden farklı olarak, o gün çay ocağında ıhlamur kaynamıştı. Bir de tahsilat servisinin müdürü değişmişti. İşten eve, sönmek üzere bir ampul gibi geldi. Arada bir ışıldayan yüzü evin karanlığına karıştı. Kedilerin kaplarını doldurdu. Çiçeklerin kumunu yokladı, menekşeler değil ama gardenia bir gün daha idare ederdi. Uykusu yoktu "geleneği kaşımaktan" bahseden bir şiir okudu.
Sabah olup evden çıktığında, kentin ayazı onu Çöpe yürüdü hızla. Kargalar boş poşetten ümidi kendine getirdi. Kargalar aynı yerde bekliyorlardı. kesmiş, sıralı çığlıklarla sardılar çöpü. Elinde ekmek Telaşsızlardı. poşeti, gözlerinde tedirginlik ve bir yerinde tıkanıklık yanaştı kargalara. Gözleri tedirgindi çünkü severdi gözlerini. Yolun başından O'nu gördüğünde kargalar, birer ikişer pike yapıp yanına doğru uçtular. Fark edince kargaların üzerine üzerine uçtuğunu içinde bir korku Kargalar bir iki aşağı doğru sallayarak başlarını ve hissetti. Geriye doğru yürüdü. yukarıdan süzerek gözlerini poşeti dikizlediler. Poşete daldırdığı elini soluksuz izledi kargalar. 17
Yanından gelip geçen insanlar kendilerini kargalardan koruyorlardı. İçlerinden bir ikisi, eline taş alarak kargaları ondan korumak için kargalara atar gibi yaptı. Kargalar ise kuru gürültüye pabuç bırakmıyor, blöfe gelmiyorlardı. Kuşların çılgınca başında uçuşması ile; O, büyük bir panikle kollarını yüzüne kapıyor, bir sağa bir sola dönerek onlardan kaçmaya çalışıyordu. Kargalar siyah bir pelerin gibiydi. Sırtından söküp atamıyordu. Çöplüğün yanına dek sürdü bu mücadele sonra kargalar çöplüğün etrafında birikmeye başladı. O ise, kargalardan kurtulmuş ancak büyük paniğe kapılmıştı. Darmadağın işe yürümek isterken evlerinden yeni çıkanlar şaşkınlıkla olayları izleyen çevredekilerin ne gördüğünü anlamaya çalışıyorlardı. Kargalardan kurtulmuş ancak tıkanıklığı geri gelmişti. Bu tuhaf sabahın ardından kendine kızıyordu, kargalardan uzak durmalıydı. Kendini iyi hissetmiyordu. Kalbini avuçluyordu. Geri dönmeye karar verdi.
18
Çöp kutusunun başına dikildi. Kargalara söylenmeye başladı. Sokaktakiler O'nu seyrediyordu. Söylendikçe tıkanıklığını hissetmiyordu, kalbini avcundan bıraktı. Kargalar O'na ekmeğe bakar gibi bakıyorlardı. Kargalara kızmayı bıraktı. Çöp yine tamtakırdı. Kargalar sessizdi. Çiçek toprağı kuru ve kedi kapları azalmıştı. Gözlerini o kadar da çok sevmediğini fark etti. Bir tekini işaret parmağı yardımıyla oyup kargalara verebilirdi. Hiç fena bir fikir değildi. Kısa süren kararsızlığın ardından bir gözünü çıkarıp kargalara sundu. Eve dönen yokuşu bir solukta, hiç bir tıkanma yaşamadan çıktı. Kargalardan biri gözü kaparak hızla yükseldi.
İmza
ooometebeyler
Kollarına girmiş iki polis tarafından sürüklenerek getirildiği sorgu odasındaki sandalyeye oturtuldu. Filmlerde gördüğü sorgu odalarından çok farklı olan bu oda, yerin altında, penceresiz duvarları boydan boya rutubetli, içerisinde bir sandalye, sandalyenin karşısında bir ikili koltuk ve koltuğun bulunduğu duvarın köşesine yaslanmış kalın bir sopa bulunan bir odaydı. İçerisi titremesine neden olacak kadar soğuktu. Kelepçe takılırken arkasına yaslandığında sandalyenin demiri sırtına yapışmış, sırtındaki kılları diken diken olmuştu. Onu buraya getiren polisler kapıyı üstüne kapattıklarında, oda zifiri karanlığa boğuldu. Nefes alış verişlerine karışan inleme ve ayak sesleri duyuyordu. Kapının anahtar deliğinden içeri süzülen ince beyaz ışık huzmesi, kapı önünden geçen karartılarla sık sık bölünüyordu.
fazla toplayamıyor, ders esnasında evden getirdiği ufak tahta oyuncaklarla oynuyordu. On yaşındayken, sıcak bir Perşembe günü, dedesinin doğum gününde kendisine hediye ettiği ahşap kalem kutusunu kaybetti. Ertesi gün kalem kutusunu sınıf arkadaşı, İt İsmail’in sırasında gördüğünde geri almak istedi. İsmail kalem kutusunu çaldığını kabullenmemiş, kendisinin olduğunu iddia edip Ömer’i öğretmenlerine şikayet etmişti. Hâlbuki Ömer, kalem kutusunun ona ait olduğunu, dedesinin ahşap üzerine kazıdığı araba şeklinden biliyordu. Uzun süren tartışmalar sonucunda İsmail, kalem kutusunun arkasına anahtar ile kazıdığı adını gösterip “Bakın benim adım yazıyor, bu kutu benim öğretmenim.” diyerek, Ömer’in kalem kutusunun üzerine yatmıştı.
Kapının önünde, içerisini yeniden karanlığa mahkûm eden biri durdu. Birisine “Bana kabanı getirin lan!” diye seslendikten sonra içeri girip ışığı açtı. Birden açılan ışıktan kamaşan gözleri yüzünden, içeri giren adamın yüzünü seçemiyordu. Adam kabanını giydikten sonra kapıyı kapatıp ardından kilitledi. “Ömer Armutçu!” diye kükrediğinde başını hızla kaldırıp adama baktı. “Lan ayı oğlu ayı! Armut mu bu, iyisini kendine mi saklıyorsun lan Armutçu? Senin ben g.tünü s.kerdim de dua et canlı istiyorlar seni. Ruh hastası mısın lan sen?” Adamın sesi odanın duvarlarında tekrar tekrar yankılandı. Başını tekrar önüne eğen Ömer, “Ben kötü bir şey yapmadım.” diyebildi. Adam, “Ulan yavşak, bu bir şey yapmamak mı? Mal mısın lan sen, doğruyu söyle? Malsan vurmayacağım vallahi, mal mısın?” dedikten sonra kısa bir süre cevap bekleyip Ömer’in burnuna yumruk attı. Burnunun ağrısıyla kararan gözlerinin ilk gördüğü şey, çenesinden gömleğine damlayan koyu kırmızı kandı. … Tekirdağ’da doğmuş, hayatının ilk zamanlarını burada geçirmişti Ömer. Babası tarafından aldatılan annesiyle birlikte, ananelerinin yaşadığı Manisa’ya taşındıklarında henüz beş yaşındaydı. Dedesi marangozdu, fırsat buldukça Ömer’e tahtadan oyuncaklar yapardı. Dedesi evi tek başına idare edemeyince Ömer’in annesi de konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladı. İlkokula Manisa’da başladı, oldukça zeki bir çocuktu ancak dikkatini
Ömer tüm hafta sonunu, dedesinden aşırdığı oyma aletiyle bütün oyuncaklarının altına, yanına, herhangi bir köşesine kendi adını kazıyarak geçirmiş, bu sayede bu oyuncakların kendisine ait olduğunu tasdiklemişti. Birkaç ay içinde bu alışkanlığını yavaş yavaş bütün hayatına taşımış, kullandığı her şeyin gizli bir köşesine adının ve soyadının harflerini işlemeye başlamıştı. Oyuncaklarının, kitaplarının, defterlerinin, kıyafetlerinin, kalemlerinin, çantasının, dedesinin yeni yaptığı kalem kutusunun bir köşesinde, tüm bunların ona ait olduğuna dair birer imzasını bırakıyordu. Ahşaplarda ustalaşan elleri, kıyafetlerinde işe yaramıyor ve bu konuda annesinden yardım alıyordu. Annesi, çalıştığı konfeksiyon atölyesine kumaş satışı yapan adam ile evlenmeye karar verdiğinde orta okulu bitirmiş, lise için İstanbul’a gitmeye ve kendisine bunu yapan annesinden uzaklaşarak, onu cezalandırmaya karar vermişti. Babası ile ayrıldığından beri annesine sımsıkı tutunmuş, onu gereğinden fazla sahiplenmişti. Annesi ile konuşan arkadaşlarına sinirlenir, kıskandığı için zaten sayısı az olan arkadaşlarını eve getirmezdi. Annesi, evlilik kararıyla fark etmeden onu tamamen yalnızlığa iterek, sahiplenme konusunda daha sert bir tutum göstermesine neden olacaktı. Evden ayrılmadan önce, henüz uyuyan annesinin alnına tükenmez kalemle “Ömer Armutçu” yazmış ve kimselere görünmeden İstanbul’un yolunu tutmuştu. 19
… Geceyi ve gündüzü ayıramadığı o odada tahmin ettiği kadarıyla bir hafta kadar geçirmişti. Bu süre içerisinde zaman ya çok yavaş akmış ya da sürekli kendini tekrarlamış gibiydi. Aynı sorulara defalarca aynı cevabı verip, çenesinin aynı yerine defalarca yumruk yemişti. Kırılan burnunun ağrısını unutturan bu yumruklara kimi zaman bacaklarına atılan tekmeler ekleniyor ve karıncalanan bacağı aklına ettiği ilk kavgayı getiriyordu. Bu tekmelerin aynısını o kavgada da yemişti. … İstanbul’a adımını attığı andan itibaren, bu şehrin nasıl bu kadar insan tarafından paylaşılabildiğini düşünüp şaşırmıştı. Yatılı okuduğundan birçok sorunla karşılaştı. Sahip olduğu şeyler kimse tarafından çalınmasın diye boşaltmadığı bavulunu, üzerine kocaman harflerle adını yazdığı dolabına kilitleyerek kendince önlemler almıştı. Zamanla iğne iplikte ustalaşan elleri, bütün kıyafetlerinin ve ayakkabılarının imzalanmasında yardımcı olmuştu. Çevresince dalga geçilmesine rağmen gerekli olduğunu bildiği bu sıkı önlemler sayesinde son senesine kadar hiçbir şeyi çalınmamış ya da kaybolmamıştı. Her birini tek tek sahiplenip kenarına adını kazıdığı üç karyola değiştirdikten sonra, üzerinde imzasını taşıyan döşeğini dördüncü ve son karyolasına yerleştirdiği anda, karşı pencerede bir kızla göz göze geldi. Kızların yatakhanesine bakan bu cephedeki odalar, nispeten daha adaplı öğrenciler için ayrılmıştı. Ömer, kızı görmezden gelerek yatağını yaptıktan sonra perdeyi çekmiş ve karşı pencereyi görmesine izin verecek kadar bıraktığı aralıktan kızı izlemeye devam etmişti. Uzaktan uzağa birkaç hafta devam eden bu dilsiz bakışmalar, çay ve simit kokulu bir bahar sabahı sona ermişti. Bu samimi ve tesadüfi kahvaltıdan sonra, çok vakit geçmeden birbirlerine ısınmışlar, sık sık birlikte vakit geçirmeye başlamışlardı. Ömer uzun zamandan beri ilk defa böyle huzurlu ve güvende hissediyordu kendini. Birkaç ay sonra anlayamadığı şeyler oldu, daha önce tecrübe etmediği bazı duygularda boğuluyordu. Onun dudaklarından duymayı hayal dahi edemediği bazı şeyler duymuş, bu nedenle hiç tanımadığı bir çocuğa karşı nefret beslemeye başlamıştı. İlk kavgasını, sevdiği kızı elinden alan bir çocukla yapmıştı. Sonuç değişmedi, kaybetmişti. … 20
Bacaklarının arasına sıkıştırdığı kelepçeli bileklerine bakıyordu. Kendisini savunacağına pek inanmadığı avukatı, tanımadığı bazı kişilerle telaşlı bir sohbet içerisindeydi. Dışarıda adını söyleyen birkaç ses duyuyordu, aralarından bir sesi tanıyıp başını kaldırmadan kapıya çevirdi; annesiydi. Hakim içeri girdiğinde, iki yanında bulunan jandarmalar yardımıyla ayağa kalktı. Bundan sonraki yarım saati çok fazla hatırlamayacaktı. Aklı kapının dışında, annesindeydi. Kendisine yöneltilen birkaç soruyu, ağrıyan çenesinin ve karmakarışık zihninin izin verdiği kadarıyla yanıtlamaya çalıştı. “Ben kötü bir şey yapmadım.” diyordu, ısrarla. Avukatların arasında meydana gelen sözel savaşın ortasında, gözü bileklerinde, kulağı kapının dışındaydı. Müebbet hapis cezası aldığını cezaevine nakledilirken öğrenecekti. … “Anneciğim. Yüzünü on senedir görmedim, sesini dört senedir duymadım. Bu on birinci mektup, yazdıklarım sana ulaşıyor mu bilmiyorum. Çok özledim annem. Seni, dedemi, ananemi çok özledim. Sana yazdım uzun uzun, henüz ulaşmadıysa da çıkar bir gün tüm mektuplar. Liseden bahsettim anneciğim, seni bırakıp gittiğim İstanbul’u yazdım sana. İlk aşkımı yazdım annem, ilk aşkımı elimden alan şerefsizi yazdım. Yediğim dayakları yazdım sana. Buraya neden düştüğümü hiç yazmadım. Sen de beni suçlarsın diye korktum anne, yazamadım. Birini çok sevdim anne, adı Nehir. “Beni babamdan beri böyle sahiplenen olmadı.” derdi bana, babasını ufakken kaybetmişti. Çok mutluydum anne, çok mutluyduk. Sana getirecektim onu, kendi de çok istiyordu. Bazen senin hakkında konuşuyorduk, ben ağladığımda gözlerime bakar “Ana o. Ana dediğin evladına küser miymiş hiç?” diye avuturdu. Bütün kıyafetlerimin yakasına adımın baş harflerini artık o işlemeye başlamıştı hatta. Yanımdan hiç ayrılmasın istiyordum. Çok güzeldi, kıskanırdım. Kaybedeceğimden korkardım. Birkaç defa kavga ettim onun için, haberi yoktu. Birkaç defa senin alnına yazdığım gibi onun da alnına, koluna, ensesine adımı yazdım uyurken. İlk zamanlarda komik bulurdu, sonraları işler ciddileşti. Korktum anne. Acı çekmesin diye ilaçla uyutup, sırtına adımı kazıdım bıçakla. Benimdi o, kaybedemezdim. Sabah uyanmadı anne. O günden beri her gecem daha uzun. Ben kötü bir şey yapmadım…”
müşkülpesent yumurta: Askerlik süresinin hızlı bir şekilde ölmesini dört gözle bekliyorum ve şimdiden tüm arkadaşlara bol şans diliyorum.
ooometebeyler: Yazılar ve çizimler için son 6 gün! angel: Yumurta daha kapıya gelmedi şahsen. Çiğdem: Bir ara hepinizin karikatürü yapılacak, ama sadece kafalar. O nedenle hepinizden kafalı güzel fotolarınızı göndermenizi istiyorum.
ooometebeyler: Japon pazarından 6'lı paketini 3 liraya aldıkları çay bardaklarını, mükemmel viski bardağı diye satıyorlar. Yazıklar olsun!
şef: Benim kafalı fotoğraflar vardı da dudaklardan belli olmuyor kafa. Yeni çeker yollarım.
ikircikli: Aynı ürünü, ‘The Perfect Raki Glass’ adıyla satalım. İnovasyon inovasyon.
ikircikli: Sıradaki şarkı konuşup da buluşamayan abeşlere gelsin…
ooometebeyler: Çiğdem geliyormuş haftaya, bir toplantı yapsak İstanbul iştigalcileri olarak? Beyin fırtınaları kopartırız, birkaç da çay içeriz.
şef: Gençler evim yandığı için pek bakamıyorum, kusura bakmayın. Çiğdem: Takvim için çok güzel fikirlerimiz var marmara ile ama söylemem. Değil mi kız? halis muhlis: Herkese iyi geceler. Nasılsınız? Sizlerle paylaşmam gereken bir şey vardı. Dosya ektedir. angel: Herkes senkronize uyuyor bu grupta. gece: Bana uyar. şef: İyi geceler güzel insanlar. Yarın son gün! Beklenen yarınlar çok yakın, umudunuzu kaybetmeyin. / Fuat Avni'yle iştigal. Çiğdem: Dırın dırın dırın! Ödüllü ‘iki resim arasındaki farkı bulunuz’ yarışması başlamıştır! ooometebeyler: Günaydın herkese! Kapak için şöyle bir şey yaptım, bir fikir alayım? küçük kara balık: Kapak için tombala şeysi fikri vardı bir ara. Hala bir fikirse çok güzel bence. gece: Benim için uygundur, herkese uyarsa süper olur. ikircikli: 15 dk gittik ortalık karışmış.
Çiğdem: Benim işim akşam altıda bitiyormuş o gün. küçük kara balık: Akşam beşten sonra yokluğum hissedilmiyor, uygundur bana. gece: Karşınızda yönle ilgili büyük sorunları olan bir insan var, başarılar dilerim. ikircikli: Eş zamanlı olarak halis muhlis ile İzmir'de çay demleyip içeceğiz. marmara: İstanbul’dan arkama bakmadan kaçtım. Sizlerle Ankara’da görüşmek dileği ile. şef: Oo gece vardiyası. Varsa bi’ goygoyunuzu alırım. ikircikli: 10 kilo mandalina aldım işte geçen gün 4liraya. ooometebeyler: Hmm, altın vuruş. angel: Niye öyle olmuş? Çiğdem: ‘Bugün yarın’ diyerek biraz daha oyalıyorum sizi. marmara: Mırk… şef: Çok anasının gözü bir sayı oldu yine. 21
Merhaba, Olumlu veya olumsuz görüşlerinizi ve önerilerinizi bizimle paylaşırsanız çok mutlu oluruz.
Ayrıca destek olmak isterseniz mutluluktan bayılabiliriz. Çok masrafımız yok, küçük miktarlarla büyük kalpler kazanabilirsiniz. Hatta buraya reklam bile alabiliriz.
Herhangi bir konuda iletişime geçmek isterseniz e posta adresimiz; a5leistigal@gmail.com Beğenmek isterseniz;
facebook.com/a5leistigal
Takip ederseniz;
twitter.com/a5leistigal
Fotoğrafımızı çekerseniz;
instagram.com/a5leistigal
Geçmişe gidelim derseniz;
a5leistigal.tumblr.com
Sevgiler. <3
a5leistigal.com © Tüm haklarını kendimize sakladık, torunlara bırakacağız.