Ayl覺k 羹cretsiz yay覺n.
1
a beşle iştigal / Gezi’ye selam…
2
ooometebeyler / Karman
4
marmara / 14 - 17 - 18
5
küçük kara balık / Hayatımın En’leri…
6
halis muhlis / Başak ile Barış
8
angel / Vampirle Görüşme 3
10
çiğdem demir / Bitmeyen Sayı, Mete’nin Yolu
12
Alıntı
13
şef / İz
15
müşkülpesent yumurta / Bi’ şeyler
16
gece / Man O To
17
onur kök / Kayıp Notlar
18
ikircikli / Üç - Ayrılık
20
Alıntı
21
abeşistan
Keyifle ve ısrarla okuyun... a beşle iştigal
Gezi’ye selam…
a beşle iştigal
İki sene olmuş direneli. Gezi hala park, hala güzel... “Ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik!”
1
Karman Hararetli bir tartışmanın ardından alınan, tutarsız bir kararın getirdiği yerdeyim. Nefesim nabzımla yarışıyor, şakaklarımda tarifi zor bir sızı… Biraz önce duyduklarımı, onun görüntüsüyle birleştirip söylediklerinde ciddi olup olmadığını tartıyorum kafamda. Beynimin sol lobuna kendimi, sağ lobuna onu oturtuyorum. Ayaklarımızı, aramızdaki uçurumdan aşağı uzatıyoruz. Kim önce atlarsa buradan, o kurtulacak. Ben atlıyorum. Fırınlanmamış kil gibiydim birkaç sene önce, elleriyle bana şekil verebilirdi. Ancak fırından çıktığımda artık sert ve kırılganım. Şekil vermeye çalışan parmaklarına batıyor parçalarım. Beni defalarca bir araya getirip defalarca kırıyor aynı yerimden. Her kırıldığımda ufak bir parçamı kayıp ediyorum. Ellerinden damlayan kana karışıyor bir parçam yahut etine girip ellerinde kalıyor. Avuçlarında, ince ince sızlayan birçok parçamı taşıyor şimdi. Benden birkaç kötü hatıra… Kendimi anlatamıyorum. Dudaklarım metanetle, sadakatle, şefkatle mühürlenmiş. Söylenecek her söze bir yanıt taşıyor rakip ağızlar. Kendimi savunamıyorum. Yeri geliyor benim olmayan kabahatleri sahipleniyorum. Bu benim kabahatim, böyle olmamalıydım. Kendime bunu neden yaptım, neden izin verdim bilemiyorum. Bitkinliğin sınırında bir cambaz titizliğiyle ilerliyorum. Beni bu yüklerim mahvedecek. Artık aynaya bakacak yüzüm bile yok.
ooometebeyler Ağırlaşan ruhumu taşıyamıyor artık güçsüz bedenim. En üst basamağa oturuyorum. Gökyüzünde rüzgarın önüne taktığı bir bulut gibiyim. Çoğu kişinin gökyüzüne hızlıca giriyor, gölge edip, yağmur döküp, gürleyip yok oluyorum maviliğinde. Yaşadıklarımın ve yaşattıklarımın sorumluluğunu taşımaktan sürekli kaçıyorum. Sorumluluk beni gökyüzünüze sabitleyecek diye korkuyorum. Çünkü sabitlenmeyi, etrafımın kati sınırlarla çizilmesini sevmem. İnsan bazen dirilip bedenini çevreleyen tebeşirin dışına atmak istiyor kendini. Öyle çok özgürlükçü biri de değilim aslında, iki basit isteğim var; rahatça hayal kurabilmek, kendimi korkmadan ifade edebilmek. Yaşadığım coğrafya bunlara pek izin vermiyor ne yazık ki. Kendimi ifade edebilmek için başka insanların kelimelerini kullanmak zorunda kalıyorum. Hayal kurmaksa bazen lükse kaçabiliyor, öğreniyorsun küçük hayallerle idare etmeyi. Hayallerin ne kadar büyükse, kırıklıkları da o kadar büyük oluyor çünkü.
Kocaman bir bardağın içerisinde, dev bir kaşıkla karıştırılıyoruz sürekli. Birbirimize çarpıyor, sürtünüyor, kaynaşıyoruz. Bu dev kaşığa bazısı ulvi bir anlam yükleyip tanrı tarafından tutulduğuna inanıyor. Bense bunun, evrenin düzensizliğinden kaynaklanan karmaşadan başka bir şey olmadığı kanaatindeyim. Bize ayrılan yer kadar varız. Kimimiz sınırlarını fırsat buldukça genişletiyor, kimimiz ise dört duvar arasında var olabiliyor ancak. Her zaman yaptığım gibi, kendimden kaçmak için Bazen bu alanlar birbiriyle kesişebiliyor, sokağa atıyorum kendimi. Sokakta kafamı kaynaşabiliyor, hayallerin ötesine genişleyebiliyor, oyalayacak onlarca şeyin arasında kaybolmak bir çömlek yahut bir tabut kadar küçülebiliyor. Biz istiyor benliğim. Birkaç sokak peşimi bırakmıyorum, bu değişim sürecini hayat olarak adlandırıyoruz. sonra dalıveriyorum kaldırım taşları arasındaki Bunun dışında, anlamlandıramadığımız her şey için çizgilere. Kulaklarımda insan uğultusu, nereye ulvi bir cevap bulma arayışındayız. Bu ulvi varacağımı düşünmeden adımlıyorum sokakları. çerçevede benim arayışımı karşılayacak bir cevap Denizi uzaktan gören bir tepenin üzerindeyim şimdi. yok. Tanrı’ya inanmaktan uzun zaman önce Basamaklar denize yaklaştıracak beni, vazgeçtim. Eğer varsa, o da bana inanmaktan istemiyorum. Denize yaklaşırsam eğer, deniz girer vazgeçmiştir çoktan. aklıma. Uzaktan bakıldığında kendi halinde bir leğen dolusu sudan farkı olmayan bu şey, daha Kalbim nihayet duruluyor. Denize doğru son bir kıyısına varmadan yutuveriyor insanı. Kokusuyla, bakış atıp kalkıyorum. İçimde, akciğerlerimin dalgasıyla, tuzuyla, köpüğüyle, martısıyla, balığıyla arasında, kalbimin hemen altında bir karınca yuvası bir parazit gibi yerleşiyor beyin kıvrımlarına. var gibi. Bunun boşluk hissi olduğunun farkındayım. 2
Uzun zamandır kalp duvarımda varlığını sürdüren, aşk adı verdiğimiz parazitin can çekişmesi bu. Sevgi duygusu yeteri kadar karmaşıkken, aşk denen duygu selini anlamaya çalışmaktansa onu böyle tasavvur etmeyi tercih ediyorum. Beyinde meydana gelen biyokimyasal reaksiyonların, insana bu gibi şeyler hissettirebiliyor olması muazzam. Bunun bilincinde olarak buna kapılmaksa tam bir saçmalık. Elim istemsiz telefonuma gidiyor. Bir gece önce öfkeyle rehberden sildiğim telefon numarasını parmaklarım ezbere tuşluyor. Bir “Efendim?”in insanı böyle darmadağın etmesi anlaşılır şey değil. Boğazımda düğümlenen cümleyi, öksürür gibi birden çıkarıveriyorum ağzımdan; “Seni özlüyorum.” Ruhum, yağmurda uçmaya çalışan bir çöplük martısı gibi şimdi. Suya kavuşmak güzel ancak soğuk birer mermi gibi vuruyor kanatlarıma damlalar. Onun gökyüzünde daireler çiziyorum yorulduğumu belli etmeden. Sıcak bir rüzgar dolduruyor kanatlarımı, yükseliyorum. Yağmur döken bulutların üstüne çıkıyorum, sonsuz maviliğe. Mavi elbette huy değil bende, huysuz bir martıyım ve beni bir lokma simitle bile kandırabilirsiniz. Beni çıktığım maviden çok, altımda kalan koyu gri bulutlar mutlu ediyor. Yükselmiş olmanın getirdiği rahatlıkla, yükseklik arttıkça düşüşümün şiddetleneceğini unutuyorum. Damarlarımda dolanan moleküller bana bazı şeyleri unutturmaya yetiyor. Muazzam. Günbatımına yakın, sözleştiğimiz masada buluşuyoruz. Bilindik sözler dağılıyor havaya. Bitkiniz. Üzerimizdeki kozayı yırtıp atmalıyız artık. Göreceklerimize, yaşayacaklarımıza, hissedeceklerimize açmalıyız bilincimizi. Aklımdan geçenleri ifade edebilsem belki işleri yoluna koyabilirim. Beynim, stres anlarında düşüncelerimi başka yöne yoğunlaştırmaya, dikkatimi başka yöne çekmeye çalışıyor. Aynı anda binlerce nöron arasında çakan sönük kıvılcımlardan hangisine odaklanmam gerektiğini kestiremiyorum. Uzaklaşıyorum. Çay kaşının bardakta çıkardığı sesle masaya geri dönüyorum.
elmacık kemiklerinde, yanaklarında, çenesinde ve boynunda gezdiriyorum. Mutlu olsun istiyorum, mutluluğu için kendi mutluluğumdan feragat etmeye hazırım. Geçmişe dalıyorum, ağzımın kenarına istemsiz bir gülümseme oturuyor. Fark edince gülümsediğimi bana dönüyor. Ufak bir gülümsemeyle “Şu renk cümbüşüne bakar mısın? Arada gelelim buraya.” diyor. İçimde can çekişen dülger balığı suyuna kavuşuyor. Çok konuşmuyoruz. Bana kalırsa çok konuşmaya da gerek yok. Çok konuşmak, çok anlaşmak anlamına gelmiyor elbet. Gün yatınca biz kalkıyoruz. Hiç konuşmadan otobüse binmek yerine biraz yürümenin kararını veriyoruz. Koluma girip günlük şeylerden bahsediyor biraz. Bazı anlattıkları ilgimi çekmese de ilgimi çekiyormuş gibi dudaklarımı büzüyor, kaşlarımı kaldırıyor ve “Hmm.” diye bir ses çıkarıyorum. Elini kolumdan alıp öpüyorum, tekrar yerine bırakıyorum. Gökyüzü lacivert şimdi, gümüş bulutlar birbirini kovalıyor. Biz, bir sokak lambası altında birbirimizin ağzından çıkacak kelimeleri bekliyoruz. İlk hamleyi yapıp parmağımla yukarıyı işaret ediyorum, “Ne güzeller.” diyorum. O yukarı bakarken çenesinin altına bir öpücük konduruyorum. “Sen daha güzelsin.” diyor bana. Göğsümdeki karıncalanma sona eriyor, derin bir nefes alıp durumu teyit ediyorum. Orada öylece sarılıyoruz. Çevremizdeki her ses, her varlık, her renk, her ışık birbirine karışarak etrafımızda dönmeye başlıyor. Ve ben yemin ederim- dev bir kaşık görüyorum. Ardından bir martı konuyor başımızın üstündeki bir buluta.
Susmaya karar veriyoruz. Güneş ufka gömülüyor, rüzgar sertleşiyor. Üstümüzdeki pembe-turuncu bulutlar günün yorgunluğunu uzanarak atıyor. Günbatımına diktiği gözlerine bakıyorum, gözlerimi 3
14 - 17 - 18
marmara
14. bir bavul çizdim biletim kuşlardan. allahaısmaradık sizi biz mevsim göçünü daha soğuk ülkelere yapanlar. hadi gel şimdi ayır beni, döndür çıktığım yollardan.
17. Kenarlarını oyaladım gönlümün. Köşe başına koydum. Çıkardım en gizli yerinden sinemin. Artık hem herkesindi hem kimsenin.
18. yoruyorsun dedi bir kadın kaderini inanmıyorduk kadere ama geçmiyordu yorgunluk gidemiyorduk şurasından şurasına günlerin aynı, bildiğimiz yerde sayıyorduk. yalnızlık sayıyorduk bir bir o kadar çoktuk, o kadar çok yorgunduk. bir şarkı başlayıncaya değin diğerini unutuyorduk.
4
Hayatımın En’leri… Vol.1 Üniversiteye hazırlık yıllarımdı, lise bilmem kaçtayım. Dönemin kenarda köşede kalmış dershanelerinin birinde (‘kendi halimde’ demek biraz iyimser olacak.) işin eğlencesindeyim. Yine bir gün dersteyiz, dersin ortasında müdür Kürşat Hoca geldi. İsmi gereği pek bu iş için biçilmiş kaftan biri olmadığını düşünürdüm nedense. “Bu yıl sınıflar arası bilgi yarışması düzenleme kararı aldık hocalarınızla birlikte. Her sınıftan üç kişi olmak üzere belirlenen takımlar şu gün, şu saatte seminer salonunda olsun. İyi dersler…” dedi ve gitti. Net adamdı. Meramını anlatır, sınıfta dönmesi muhtemel geyiklere imkân vermeden işinin başına dönerdi. Dersteki hocamız nezaket gereği “Gönüllü olan var mı arkadaşlar?” dedi. Ortaokuldayken münazaralara katılırdım. “Bir kg demir mi daha ağırdır? Yoksa bir kg pamuk mu?”’ gibi evrende bile bu zamana kadar cevaplanamayan birçok soruyu canla başla savunmak gibi gereksiz birçok iş yapmışlığım var. Bunu da yapabilirdim en nihayetinde… Kendimden emin parmak kaldırdım, benimle birlikte iki arkadaşım daha seçildi. İsmail ve Can, aramız da iyiydi hani. O yıllar Orhan Pamuk okumaya merak saldığım yıllardı. Test kitaplarımı bile ikinci el kitap satan kitapçılardan alırdım. İkinci el dediysem; ikinci gibi de değil gibi de. Prometheus abi vardı, ikinci ele dair aradığınız her ne sayfa varsa kendisinde bulunurdu. Çok nadir biriyle görebildiğim, genelde kasalı bilgisayarından güncel edebiyat haberlerini takip eden, sigarası iki dudak arasında yanmayı bekleyen bilge adam… Bir gün kitapları karıştırırken gözüm bilgisayarın ekranına takıldı, Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı haberi açık duruyordu. Bir ilkmiş, öğrendim… Birinci aydınlanmamı o an yaşadım! Dedim yarışmalarda sorulur cinsten bir soru arıyorsam, budur dedim. Kendimi yarışma günü gelinceye kadar inandırdım bir güzel, arkadaşlarımla paylaştım. Can dedi ki: “Bilmem kaç yılında attığı gollerle Avrupa Altın Ayakkabı Ödülü’nü kazanan futbolcuyu soracaklar.” dedi. “Oha! Ayakkabı
küçük kara balık gerçekten altından mı?” dedim. Bir süre birbirimize hiç konuşmadan baktık, tepemizdeki sohbet balonlarında kocaman soru işaretleri vardı. Konu orada kapandı… Yarışma günü gelip çatmıştı. Hepi topu üç sınıf, üçer kişiden iki elin parmağını geçmiyorduk. Ben ortada oturmuş önümdeki kâğıda verilen sürede cevapları yazıyordum. Umduğumuz sorular sorulmuyor, vereceğimiz cevabı tartışırken süre bitiyordu. Bilgi yarışmasından kasıtları ne olabilirdi acaba… Sonra gizemini yüzyıllardır koruyan o sandık açıldı ve geçmişte ne kadar başarısızlık, yenilgi varsa hepsi ortaya saçıldı. O soruyu hala hatırlıyorum… Jüri: Türkiye’nin en batısında yer alan Yunanistan-Bulgaristan kara sınırı kaç kilometredir? En yakın cevabı veren takıma artı bilmem kaç puan. Bir şeyler sallamamız gerekiyordu. Yapmamız gereken sadece bu kadar basitti. İki üç tane rakamı yan yana getirip tahmini bir sayı yazacaktık kağıda. Diğerlerinden daha yakın bir ihtimal olduğunu umarak. Can ısrarla iki ülkenin de yanımızda olduğunu vurguluyor ve anlamadığım bir şeyler mırıldanıyordu. En son şöyle dediğini duydum: “İkisi de yan yana değil mi, e biz de onların yanındayız. Şaşırtmacalı soru! Şaşırtmacalı soru! Yan yana yaz, yan yana!”. İkinci aydınlanmamı da o an yaşadım! Gariptir ki bir şey düşünemiyorken çok da saçma gelmemişti Can’ın bu tezi. İçime içime ağlayarak elimdeki kâğıda “İKİSİ DE YAN YANADIR.” yazdım. Hepimiz kardeşiz demek gibi bir şeydi bu aslında… Yarışmayı kaybettik! Ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı…
5
Başak ile Barış Tertemiz bir haziran günüydü. Sokaklarda şarkı söyleyenlerin, kadınların keyifli sesleri kulağa doluyordu. Tren hızla şehrin merkezine yaklaşıyordu. Güneş tepede dipdiri parlıyor, kolları pencerenden içeri uzanıyordu. Vagonların birinde pencerenin kenarında bir adam oturuyordu. Elektrik direklerine asılmış soğuk megafonlardan son dakika haberleri bildiriliyordu. Tiz bir kadın sesi “Nefes bakanlığından yapılan son açıklamada oksijen tüpleri seviyelerinin azaldığı ve tehlikeli sınıra yaklaştığı söylendi.” dedi zor nefes alıp vererek. Aynı haber, televizyon kanallarında yüzleri ceset rengine bürünmüş sunucular tarafından da sunulmuştu. Ölüm soğukluğu her yeri sarmıştı. Ülke sınırları içerisinde milli tasarrufa yönelim başlatılmıştı. Çalışma saatleri düşürülmüştü fakat bazı işçiler nefesleri bitene kadar çalışmak zorunda kalıyordu. Öyle bir hava alayım diye dışarı çıkıp enerji harcanmasına da yasak gelmişti. Nefes bakanlığında, oksijen tüplerinden sorumlu dairede görevli olan Barış, televizyonun sesini kıstı. Ailesinin ona verdiği değerlerden yola çıkarak seçtiği bu iş ile ömrünün bir bölümünü insanların hayatta kalmasına ayırmıştı. Seçtiği yük altında kalan hafif kambur sırtı, zayıflığı ve soluk ten renginin etkisi altında yaşadığı karakteri yüzünden sesi çıkmayan birisiydi. Oturduğu yerden kalktı. Halılarını kaldırdığı salonda gezindi. Duvarda bir çiviye asılmış aynanın karşısında iki eliyle saçlarını karıştırdı, burnunu gezdirebildiği yerlerde bedenin kokusuna baktı. Geceden kalma parfüm kokusu hala şehvetliydi. Alaycı dudağı suratında dağılıyordu. Sabahın erken saatlerinde temizlendi. Üstünü değiştirdi. Kahvaltısını hazırlıyordu. Dışarıdan içeriye kuş sesleri doluyordu. Hayır, dolmuyordu. Birisi kapının ziline asılmıştı, o çalıyordu. Adam bıçağı masaya bıraktı. “Kim o?” diye seslendi kapının ardından. Biri kapıyı yıkmaya ant içmiş gibi yumrukluyordu. “Lütfen açın kapıyı?”. Barış, boyası dökülmüş tahta kapıyı araladı. Kıyafeti kanlar içinde birisi karşısındaydı. Elleri titreye titreye içeri girdi. “Silahlı 6
halis muhlis bir çatışmanın ortasında kaldım.” diye anlatmaya başladı kadın. “Yaralılara yardım ediyordum. Birden silahlar ateşlendi. Apartmanın içine kendimi attım da kurtuldum.” Sarı, gür saçları yanaklarının yanından süzülüyordu. Kocaman gözleri meraklı bakışlarla etrafı süzüyordu. Elinde renkleri birbirine karışmış ve solmuş eski bir fular vardı. “İstediğin vakte kadar burada kalabilirsin.” dedi Barış, tanımadığı bir insana karşı endişe duymadan. Biliyordu ki yaralılara yardım etmiş ve silahlı çatışmaya girmemişti. Ona sahip olma duygusu filizlenmeye başladı. Uzunca bir süredir tek başına yaşadığı evine bir insan girmişti. Barış, hayatının standart akışında biraz heyecan duygusunu yaşamak için bu isteği yapmıştı. Korkmuyordu. Korkulacak da ne olabilirdi ki? “Dikkat dikkat! Apartmanda arama yapılacaktır. Lütfen evden çıkmayın.” diye yankılandı bir ses apartman koridorlarında. Kadın telaşlı bir şekilde “Evden çıkmalıyız. Beni bulmamalılar.” dedi. Barış “Bunun nedenini daha sonra sorgularım.” diye içinden geçirdi. Kapı deliğinden dışarıyı kontrol ettikten sonra beraber evden çıktılar. Aşağıdan yukarı çıkan polisleri atlatmanın tek yolu çatıdan kaçmaktı. Öyle yaptılar. Yan yana duran binaların üstünde polislerden kaçarken bir apartmanın çatısından içeri girmeye karar verdiler. Öncesinde sokağa göz gezdirdiler ve polisin bu binada olmadığından emin oldular. Çatısından girdikleri binadan çıktılar ve güvenlik güçlerine yakalanmadan tekrar eve dönmeleri gerekiyordu. “Gece yarısı her yer tenhalaştıktan sonra geliriz buraya.” dedi kadın. Polis ekipleri sokaklarda aylak aylak gezen tipleri topluyordu. Mahalleliye sigara sarıp veren, çocukların Şef dedikleri yalnız birini apar topar araca bindirmişlerdi. Apartman penceresinden bakan bir çocuk ise yukarından “Şef, seni kurtaracağız.” diye bağırıyordu. Seviyorduk.
“İsminiz nedir acaba?” diye sorarak gergin hisseleri biraz yumuşatmaya çalıştı kadın. “Barış.” diye cevapladı. Dalgalı saçlarını parmağı ile kulağının arkasına geçirerek “Ben de Başak.” dedi. Gencecik yaşında gördüğü bu şiddetli tablo karşısında dimdik duruyordu. Biraz daha rahatlayan Başak, “Benim karnım biraz acıktı bir şeyler yer miyiz? Köşede bir tane fırın var. İstersen oradan bir şeyler alabiliriz.” Kafasını sallayarak onaylayan Barış ile beraber fırından bir şeyler aldılar.
Bir su almak için markete girdi. Kasanın hemen yanındaki dolabı açtı. Soğuk olan dolabın içine kafasını birkaç saniyeliğine soktu, çıkardı. Şimdi biraz daha iyiydi. Kasaya doğru yaklaştı. Önünde bir kadın duruyordu. Elinde ise renkleri birbirine karışmış ve solmuş eski bir fular vardı. Gözlerini ovuşturdu, tekrar baktı. Fular aynı fulardı. Omzuna dokundu. O sarı gür saçları yanaklarının yanından süzülüyordu. Kocaman gözleri meraklı bakışlarına devam ediyordu. Gülümseyerek, “Pardon! Sizinle daha önce tanış mıydık?” dedi Barış. “Hayır. Etraftaki çay bahçeleri yasaklardan dolayı Sanmam.” dedi kadın. Dışarıda bekleyen erkek kapalıydı. Bakanların açıklamasına göre burada arkadaşı seslendi: “Hadi Başak! Gidiyoruz.” Barış oturanlar tonlarca oksijeni israf ediyorlarmış. Başak’ı kolundan tuttu. “Ben seni rüyamda gördüm Burada israf yapacaklarına gitsinler biraz daha ama.” dedi. Başak kocaman gözlerini kısarak çalışsınlar istiyordu. Barış’a bir kez daha baktı. “Sen o hızlıca yemek yiyen çocuk musun?” dedi. Barış kafasını Buldukları görkemli bir ıhlamur ağacının altına sallayarak cevap verdi. “Bak” dedi, “bu numaram. O serildiler. Fırından aldıkları sıcak hamur işlerini ıhlamur ağacının altında bir gün buluşalım.” yemeğe başladılar. İçlerindeki yakalanma korkusu yüzünden etrafı kolaçan etmek zorunda kalıyorlardı. Motosiklete atlayıp gözden kayboldular. Barış ise arkada keyifli bir tebessüm ile baş başa kaldı. Aynı ürkek bir ceylan gibi… Barış yemekleri hemen yemişti. Başak bunu tebessümle karşılayıp “Sen neden bu kadar az konuşuyorsun? Hâlbuki çok hızlı yemek yiyorsun. Konuşmaya vaktin çok olur.” dedi. “Kendi sesim bana yabancı geliyor. İnsanın kendi sesi kendisine yabancı gelir mi?” diye sordu Barış da. Gözleri yerde gezinerek uzun süre sessiz kaldılar. Kasvetli havayı dağıtan ilk hareketi, ıhlamur ağacını koklamak için yerinden kalkan Başak yaptı. Ellerini ve ayaklarını sallayarak “Bak!” dedi, “Ne güzel kokuyorlar.” “Dikkat dikkat! Ihlamur ağacının altındakiler! Olduğunuz yerde kalın!” İnsanlığından nasibini almamış bir ses kulaklardan girip beyni sarsıntıya uğratmaya devam ediyordu. İkisi de koşmaya başladı. Barış arkada nefes nefese kaldı. Sonunda nefesi daralmaya başladı. Vagonun penceresinden içeri giren gün ışıkları göz kapaklarını kaldırdı. Mekanik bir kadın sesi trendekilere şehir merkezine geldiniz uyarısında bulunuyordu. Ter içinde uyanan Barış, birazcık nefes alabilmek için istasyondan indi. Dışarı çıktığında yeşilliklerin üstüne yayılmış vatandaşları görünce bir “Oh!” çekti derinden. Hepsi rüyaymış. Kâbus gibi bir rüya. 7
Vampirle Görüşme 3 İş görüşmem olan günlerin bir önceki gecelerinde, geç saatte yatmamaya dikkat ederim. Çoğunlukla işime gücüme baktığım, yazı yazdığım ya da film seyrettiğim saatler 24:00-03:00 arası olduğundan bu zamanlar benim için verimli zamanlardır. Ortalama 5 saatlik uykuyla günlük enerjisini dolduran bünyem bazı geceler abartır ve “Hey bu gece yatmamaya ne dersin?” der. İşte o gecelerin ertesi günleri, gözlerimin çipil olmasının dışında biraz da dalgın olurum ve bunu bildiğim için ‘Son derece özen gösterdiğim’ iş görüşmelerimin öncesinde sabahlamam.
angel Hadi dedim bakayım, nedir? Bir arkadaşıma, facebooktan -aramızdaki bir espriyi devam ettirme mahiyetinde- bir not yazmıştım (duvarına), “Hayır teşekkürler Türk, ben yeterince tatlıyım!” şeklinde. Bu, Snatch filminde Brick Top’ın repliği olur (43:23), zaten filmle ilgili bir muhabbetten ötürü yazmıştım. Neyse uzun lafın kısası bir arkadaş, “O filmde öyle bir cümle yok.” diyerek beni gece gece bir iddiaya çekti. (En sevdiğim tipler iddiacı tiplerdir. Onlara aport insan denir. Mütemadiyen aportta bekleler ve emin olmadıkları konularda tuttururlar. Onlara “Durduk yere hediye alası gelenler”de denir) İddianın ucunda “Cam Kent çizgi romanı” olunca fi tarihinde izlediğim Snatch filmin taktım DVD’ye bastım Play’e.
Bu yazımızda konuyla alakalı istisnai bir durumu paylaşmak niyetindeyim;
Haliyle bizim uyku işi kaldı, yattığımda saate bakmadım ama karşı apartmanda çılgın bir ev hanımı halı silktiğine göre sabahı ettim diye düşünüyorum.
(Part 1)
“ERTESİ GÜN, saat 09:00 suları”
“BİR GECE ÖNCESİ, saat 23:30 suları”
Saatimin ikinci alarmını da duymayıp uykumun en tatlı yerinde telefon sesiyle uyanmak beni hafiften sinir eder çünkü ben ‘uykusu hafif’ olarak tanımlanan insan grubunun bir parçasıyım. Dikkat edin uykusu ağır olan tipler nispeten daha gıcıktır. Uyku odaklı yaşarlar, asabilerdir, geç kalkarlar ve gidecekleri yerlere geç kalırlar. Tuhaf özellikleriyle gurur duyarlar; “Davul çalsan duymam. Metroda uyumuşum Hacı Osman’da uyandım, iyi mi? Depremi duydum da kalkmadım çok uykum vardı biliyor musun?” Bilmiyorum ve geleceğini de pek parlak görmüyorum haliyle.
Normal gece rutinimde -teslim tarihi 3 gün sonrasına planlanan- e-learning animasyonlarımı güle oynaya yapmaktayken mail kutuma; “Simge planlar değişti animasyonların tamamını yarın almamız gerekiyor.” şeklinde bir mail düştü. Bu tip ani değişiklikleri kanıksamış olan soğukkanlı freelance kişiliğim kendini 3 saniyede disipline edebiliyor. Yıllar ve filtre kahve bana bu üstün yetiyi kazandırdı. (Geçen sene “soğuk algınlığı” için gittiğim Şişli Etfal’de sinirlerimi aldıkları için de artık bu tip olaylara sinirlenemiyorum.) Nitekim hummalı çalışmalarım sonucu, saatler 02:30’u vurduğunda, nur topu gibi 9 animasyonu başkente sanal yollardan yolcu ettim, Ok’imi aldım. Oh dedim. Tam bilgisayarı kapatacakken, bıt bıt cebe bir mesaj geldi. Facebook uyarısı. 8
Halbuki uykusu hafif olanlar -benim gibi- iyi huyludur. Odaya kim girdi, kim saat kaçta geldi, her şeyden haberdardırlar. Onlar kısaca, DD’dirler. (Doğuştan Dinamik)
İşte bu yüzden alarmımı duymamak beni sabah sabah bir hüzne boğar, kendimi bu gruptan dışlanmış hissederim. Neyse konumuza dönersek, o sabah alarmları duymadığımdan çalan telefonla uyandım; baktım kayıtlı olamayan bir numara, açmadım.
“KAFETERYA, saat 12:00”
Toplam uyku süremin aşağı yukarı 3 saat civarı olduğu düşünülürse, biraz ayılmak için kahve ihtiyacım vardı. Bu nedenle gideceğim yerin en alt katındaki kafede kendime gelmek için bir yarım saat erken çıktım. İhtiyacım olan zindeliği sağlayacağı Öneri: Uykudan uyandığınızda telefonu açmayın. ümidiyle girdiğim kahve sırası sonunda bana geldi. Hele bilinmeyen bir numaraysa hiç açmayın. Uyku Mekan geleneğine uygun bir şekilde adımın tüm sonrası I.Q.’nuzun yerine gelmesi minimum 5 kafeye bağırıldığı bölüme geçtim. “Simge dakika sürer. Bunun ilk iki dakikasında zaten telefon Haaanııım!” sesini duyunca halka selam verdim, görüşmesini rüya sanırsınız. O yüzden telefonu kahvemi aldım tam arkamı döndüm ki bir kadınla açarsanız gerçekliğin farkına varana kadar çoktan çarpıştım. Kadın takip mesafesini koruyamamış saçmalamış olabilirsiniz, risk almayın. (Ben bir biraz minyon bir bayandı, ayağındaki dev topukluya keresinde arkadaşım sandığım müşterime rağmen hava görüş sahamın altında kalıyordu. Ben “Rüyamda seni görüyordum tam.” demiş ve durumu -zaten uykusuzum- haliyle onu görmedim, ama normalize etmek adına daha da saçma çeşitlemeler aynaya bakmadan geri gittiğim için hata bendeydi. yapmıştım.) Telefonun cevapsıza düştüğü andan Bu nedenle hemen özür diledim. itibaren hemen banyoya koşun, diş fırçalamak iyidir, Tam “Çok affedersiniz.” dedim, aynı anda kadın hemen bir bardak ılık su için, bağıra bağıra şarkı yüksek bir sesle “Oha!” dedi. söyleyin sesiniz yerine gelsin. Ses tonunuz uyuduğunuzun en belirgin kanıtıdır. Gece sahne ! almış kadın sesi, iş hayatı için iyi değildir. (Bazen böyle kalakalırsınız ya, anlayamazsınız İki dakika içinde arayan numarayı geri arayın ve durumu. İşte bana da öyle oldu, hazırlıksız çok yoğun bir iş günüymüş gibi yapın. Ben de öyle yakalandım. Karşımda metalci ergen tepkileri veren yaptım, “Merhaba, Simge ben. Beni aramışsınız bir Britney Spears vardı ve beynim görüntüyle yetişemedim.” (çünkü uykudaydım) tepkiyi bir türlü eşleyemiyordu.) Telefondaki ses beni, daha önce duymadığım özel Öneri: İş görüşmeniz olan bir günde, -görüşme bir şirketin dijital departmanında, “Biz de bilmiyoruz” öncesi- sinirlerinizi bozmamanız gerekir. Bu sizin pozisyonu için bir iş görüşmesine davet etti. maça çıkmadan önce bir ayağınızı sakatlamanıza Görüşme, iki buçuk saat sonra 12:30’da Bebek Biz benzer. Bu yüzden şirret kızlardan, kavgacı erkeklerden uzak durun. Bu tip insanları görmezden Plaza’da idi. Akşam 16:00’da da karşı tarafta hali gelmek, donuk bakmak her şeyden etkilidir. hazırda bir iş görüşmem vardı. Bir günde iki iş görüşmesi sindirim süreci düşünüldüğünde fazlaydı Özellikle gerilim, kalabalık bir yerdeyse, etrafta tanıdık da çıkabilir, aman ha! ama bir değişiklik olsun diye “Tamam.” dedim. Görüşeceğim kişi Siren Hanım’dı. “İnsan kaynakları mı oluyor kendisi?” dedim. “Hayır” dedi telefondaki kız “Patron Hanım sizinle bizzat görüşecek” Vampirlerden kötü tek bir şey vardır: Kadın vampirler!
Devam edecek... (Birazcık sabır…) 9
12
İz Saat, gece yarısını geçeli epey oldu. Eski arkadaşlarla toplanmışız içlerinden birinin evinde. Nereden geldiklerini anlamadığım bir sürü içki uzatılıyor önüme ve ben de hiçbirini reddetmiyorum. Alkol limitimi çoktan aştım fakat ilginç bir şekilde kusmuyorum. Zihinsel bir istifrayla çıkarıyorum bünyemden fazla alkolü. Bilinçaltınım cesetleri birer birer, yüzdükleri alkolün yüzeyine çıkıyorlar. Hüzünlerimi, pişmanlıklarımı, ‘keşke’lerimi kusuyorum bu sirki andıran odada. Sirki andıran yalnızca oda değil, bu ölümüne bir ciddiyetle yaşamaya çalıştığımız koca dünya. Evet, bu dünya ölümüne bir ciddiyetle yaşamaya çalıştığımız gayrı ciddi bir sirk. Tam o anda, birileri bana bir şeyler anlatıyor ama neden bahsettiklerine dair en ufak bir fikrim yok. Sohbetin başını kaçırdım, söylenenlere büyük bir ciddiyetle başımı sallıyorum ve onları dinlemediğim anlaşılmasın diye soru sormamalarını diliyorum. Zaten sarhoşken ne konuştuğunun pek bir önemi yoktur, istersen bir saat boyunca yemek tarifi anlat. Sadece tek bir cümleyi yakalayabiliyorum o gürültüden: “Keşke Gülce de burada olsaydı.” Yokluğumu fark ettirmeden aralarından kalkıyorum ve boş bir odaya atıyorum kendimi. Bir sigara sarıp camı açıyorum. Bir alt kattaki dairenin açık camından gelen Robbie Basho - Blue Crystal Fire’ın sesi gülümsememe sebep oluyor. Şarkının bitimiyle alt kattakine sessizce teşekkür edip kendimi tekli koltuğa bırakıyorum. Odada oturmuş derin düşüncelere dalarken, açık camdan içeri sızan sinek her yerimi ısırıyor. İşte bu da hayatın dalga geçme yöntemlerinden biri. Aslında hayat özeti de denebilir. Çünkü ne zaman hayatın anlamsızlığıyla cebelleşmeye başlasak hayat, sivrisinek ısırığı misali bizi ayakta durmaya itecek ve bu dünyaya karşı ciddiyet duymamızı sağlayacak bir şeyler mutlaka bulur. Kapı, yarıya kadar açılıyor ve birisi rahatsız etmek istemiyormuşçasına bir tedbirlilikle kafasını içeriye doğru uzatıyor. Sigara dumanı kaçan gözümü elimle ovuştururken tek gözümle gelenin kim olduğunu görmeye çalışıyorum; gelen Satinur. “Burada mıydın?” diyor, “Kalkalım mı artık?”
şef “Burada mıydın?” diye soruyor, “Burada ne yapıyorsun?” diye değil. Onun en çok bu yönünü seviyorum. Tanıştırmayı unuttum; Satinur benim kız arkadaşım olur. Az önceki saptamamdan anlayacağınız üzere dünya tatlısı, anlayışlı biridir. Beni de sever ayrıca, en azından ben öyle tahmin ediyorum ya da öyle düşünmekten hoşlanıyorum. Peki, ben Satinur’u seviyor muyum? Bundan pek emin değilim. Bana iyi geldiğini söyleyebilirim. Bana iyi gelişini seviyor da olabilirim. Belki de seviyorumdur ama bu sorunun cevabını merak etmiyorum. Bu da aslında içinde sevgi barındıran bir durum. Sıkıntılı bir anımda çıkmıştı karşıma, o zamandan beri de ayakta tutuyor beni. En büyük korkumsa bir gün onun o kötülük uğramamış kalbini kırmak zorunda kalmak. Biz müsaade isteyip kalkmaya hazırlanırken kapı çalınıyor ve karşımda hiç beklemediğim biriyle karşılaşıyorum; Gülce, eski bir arkadaşımız. Donup kalıyorum onu görünce. Hiç değişmeyen kıvırcık küt saçları, siyah halka küpeleri, güzellik, hüzün, gizem, tekinsizlik ve güvensizliğin harmanlandığı, insanı hem büyüleyen hem de korkutan gözleriyle karşımda duruyor. Küçümseyici ve tedirgin edici gözlerini Satinur’un üzerine diktikten sonra tekrar bana dönüyor, bir süre hiç konuşmadan birbirimize bakıyoruz. Tüm yaşadıklarımız film şeridi gibi birbirimizin gözlerinde yansıyor, sadece biz izleyebiliyoruz. Yüzündeki duygu ifadesini aniden değiştirip gülümseyerek; “Merhaba.” diyor. Ardından diğerlerine dönerek; “Ankara’dan yeni geldim, burada olduğunuzu öğrenince damladım hemen.” diyor. Odadakiler uzun süredir görmedikleri arkadaşlarını büyük bir sevinç ve hasretle karşılıyorlar. Herkesle sarılıp kucaklaştıktan sonra benim yanıma gelip yanaklarıma birer öpücük konduruyor. Çok küçük bir çocukken annem işe gittiğinde sanki bir daha geri gelmeyecekmiş gibi duyduğum üzüntüyü ve onun gitmesini engellemek için elimden hiçbir şeyin gelmediği eski bir zamana gidiyorum kısa bir an için. “Biz artık kaçalım.” diyorum ve oradan ayrılıyoruz.
13
Gecenin iyice ıssızlaştırdığı ve artık kediler dışında hiçbir canlının bulunmadığı sokaklarda eve doğru yürürken, Satinur başını omuzuma yaslayıp bana sarılıyor. Yolun neredeyse tamamını bu şekilde hiç konuşmadan yürüyoruz. Kapının önüne geldiğimizde mahzun, pazarlıksız gözleriyle bana bakıp ilk defa konuşuyor: “Gülce kim?”. “Eski bir arkadaş.” olarak verdiğim cevabı yeterli bulmadığı için üzülüp gözlerini düşürüyor. Başkası olsa imalı imalı bakar ve üstelerdi. Gözlerini tekrar üzerime yöneltip; “Bu eski arkadaşla eskiden aranızda bir şeyler var mıydı?” diye soruyor. Bu kadar belli olacağını düşünmemiştim ama pek umurumda da değildi. “Evet ama bu eskide kaldı.” diye yanıtlıyorum ve onu beklemeden içeri giriyorum, o da bir süre bekledikten sonra ardımdan geliyor. Neredeyse sabah olacak ama hala gözüme uyku girmedi. Yanımda, bana yabancı gelen bir kadın var. Şu anda yanımda bulunmasını istediğim kişi gerçekten o mu, bilemiyorum. Gülce’yi görmüş olmanın pek çok şeyi mahvedeceğinden korkuyorum. Geçmişteki ‘ah’larım geleceğe karamsar bir şekilde bakmama neden oluyor ve şimdiyi zehrediyor. Başımı çevirip yanımda sessizce uyuyan Satinur’a bakıyorum. Daha bir saat öncesine kadar onun varlığı bana yaşama sevinci verirken şimdi birdenbire bana yabancılaşıyor ve hatta belki de bir parça rahatsızlık veriyor. Bunun, uzun bir süreden sonra Gülce’yle karşılaşmış olmanın yarattığı geçici bir şokun etkisi olmasını diliyorum.
kadar seni hiç aklıma getirmediğimi anımsıyorum. Ne acı.” Fotoğrafı kitabın arasına saklayıp tekrar yatağa giriyorum. Gözlerimi tavana dikiyorum ve yavaş yavaş hissizleşmeye başlıyorum. Neyin anlamlı neyin anlamsız olduğu, neyi isteyip neyi istemediğim önemini yitiriyor ve belli belirsiz bir uykuya dalıyorum. Gece aldığım fazla alkolün etkisiyle sabah erkenden uyanıyorum. Dışarıda güneşli ve insanın içini açan bir hava var. Satinur hala uyuyor. Nedendir bilmiyorum geceki karamsarlığım yerini keyifli bir ruh haline bırakmış durumda. Bugün iş olmamasını fırsat bilip güzel havayı solumak ve bir sabah kahvesi içmek için dışarı artıyorum kendimi. İçten içe ayaklarımın beni Gülce’ye götüreceği gerçeğini kendimden saklıyorum. Kediler ve dükkan açan bazı esnaflar dışında yine pek kimse yok sokaklarda. Günün ilk sigarasını doya doya ciğerlerime çekip ara ara hissettiğim içimdeki umut ve hüznün çarpışmasını sümen altı etmeye çalışıyorum. Derinlerde bir yerlerde biliyorum ki hangisi galip gelirse gelsin mutlaka hep eksik kalacağım. Çünkü bu henüz tanımlayamadığım umut, birilerinin üzülmesine bağlı.
Kulaklığımdan dinlediğim Ando Drom - Keren Chave’ın sesi bir arama sesiyle bölünüyor. Arayan Satinur, açmadan devam ediyorum yoluma. Yürüyorum, yürüyorum, yolum bir mezar taşının Sonunda dayanamayıp beni uyutmayan sorulara bir başında sona eriyor: “Gülce ****, 1985-2007” cevap bulmak, sabırsız bir çocuk gibi sıkıştıran Zihnim birdenbire yerine geliyor o anda. Sekiz sene kalbimi biraz sakinleştirebilmek için usulca yataktan önce, Ankara’ya giderken onu bir trafik kazasında kalkıyorum. Gülce’nin atmaya elimin varmadığı kaybettiğimden beridir ara ara olan bir durum fotoğrafını onu sakladığım kitabın arasından çıkarıp kafamın gidip gelmesi. Gülce’nin toprağına sarılıp mutfağa geçiyorum ve bir sigara yakıyorum. Ona birkaç damla göz yaşı akıtıyorum. Ben bu dünyada bakmak bu defa korktuğum kadar acıtmıyor canımı. yalnız bırakıldım ama yalnız bırakmamam gereken Sigaradan üst üste nefesler çekip Gülce’nin biri olduğunu hatırlıyorum. Hayat, sizi sevenlerin fotoğrafıyla konuşmaya başlıyorum: “Ne kadar duygularını önemsememek için çok kısa. “Nasıl garip, bir zamanlar sensiz bir hayatı olsa yolum yine düşer buraya.” diyip Gülce’yle düşünemezken, bu geceye kadar sen benden vedalaşıyorum ve Satinur’un yanına dönüyorum. uzaklardaydın ve ne halde olduğunu bilmiyordum. Hala da bilmiyorum gerçi, hala uzaksın bana. Bense burada, senden başka biriyle hasbelkader bir mutluluğu paylaşıyorum ve ne yazık ki bu ana 14
Bi’ şeyler • Nokia’nın aslında Finlandiya’da bir şehir olduğunu öğrendim. • Bugün 1939 Erzincan depreminde yaşanan bir olayı öğrendim; Deprem olduktan bir süre sonra, dönemin Erzincan savcısı İzzet Akçal, mahkumları bir araya toplar: “Sizi şimdi kurtarma çalışmalarında görev almak üzere serbest bırakacağım. Aranızda civar köylerden olanlar varsa da bir günlüğüne köylerine gidip, ailelerini arayabilirler. Ancak bir koşulum var; hiçbiriniz kaçmayacaksınız. Canla başla çalışacaksınız. İşiniz bitince cezaevine döneceksiniz.” der. Mahkumlar, büyük fedakarlık göstererek, günlerce depremzedeler için çalışır ve sonra cezaevine geri dönerler. Bir tek mahkum bile firar etmez. Ardından, kurtarma ve yardım çalışmalarına katılan bu mahkumların, 1940 yılında çıkarılan özel bir kanunla affedildiklerini öğrendim. • Ben bugün, Hindistan'da filleri evcilleştirmek için ilginç bir yöntem kullanıldığını öğrendim. Ormanda yere filin içine düşebileceği büyüklükte bir çukur kazılır ve üzeri dallarla örtülür. Yavru fil gelip dallara bastığında çukurun içine düşer. Ama şanssızlığı bununla bitmez. Fil avcıları, yüzlerini de kapatan tümüyle simsiyah giysiler içinde, ellerinde sopalarla gelip fili bir de eşek sudan gelinceye kadar döverler. Hayvan yediği sopalardan, çukura düşmesi nedeniyle yaşadığı acıdan ve korkudan daha fazlasını kısa bir süre içinde yaşar.
müşkülpesent yumurta Sonra aynı avcılar ağaçların arkasına gider ve üzerlerindeki siyah elbiseleri tümüyle çıkarıp, baştan aşağı beyaz elbiselerle, ellerinde çeşit çeşit meyve sepetleriyle geri gelirler. Fili besler, yaralarına pansuman yaparlar, onu düştüğü çukurdan çıkarırlar. Fil, bu beyaz giysili kurtarıcılarının ona gösterdiği karşılıksız sevgi ve ilgiden dolayı o kadar minnettar kalır ki o andan itibaren her istediklerini yapar ve sözlerinden çıkmaz. Onların kendisini az önce döven siyah giysili adamlar olabileceği aklına dahi gelmez. Filleri evcilleştirme yöntemlerinden birinin de bu olduğunu öğrendim. • Dünyadaki en başarılı askeri harekâtlardan birinin Avusturya-Prusya savaşı sırasında Liechtenstein'ın yaptığı harekat olduğunu öğrendim. Kimseyi öldürmedikleri gibi, 80 kişi yolladıkları ordu 81 kişi olarak geri dönmüştür. Bunun sebebi de savaş sırasında karşı taraftan bir kişi ile arkadaş olmalarıymış.
• Menülerde para birimi sembolleri kullanılmayınca para harcamadığımızı düşündüğümüzü öğrendim. • Menülerde fiyatları tek bir kolona dizmek yerine sayfaya yayınca fiyatları karşılaştırmanın zorlaştığını öğrendim. •Bunu hepimiz biliriz. 9,99 fiyatı 10’dan daha ucuz algısı yaratıyor. Sonu 0,95 ile biten fiyatlar insanlara daha samimi algılandığını öğrendim. Bu, daha çok sipariş demek. • Bir yemeğin altına fotoğraf, sembol koyulduğunda veya ismi daire içine alınınca siparişlerin arttığını öğrendim. • Menüde kelime oyunu yapmanın, satışları %27’ye kadar arttırdığını öğrendim. Mesela “nenemin mantısı” gibi. 15
Man O To
gece
Hadi gel. Benimle ve şimdi. Kimsenin bizi tanımadığı bir yere gidelim. Bilhassa gürültülerden uzak, Bebek ağlamalarından ve yalaka kahkahalarından, Kimseye selam verme zorunluluğumuzun olmadığı Bir yere gidelim. ‘Çıkar’ denen şeyin Sadece üçüncü sınıf matematik derslerinde verilen Herhangi bir komut olduğunu bilelim. Belki sadece bir simit yeriz. Belki, sürekli bir simit yemekten Martı olur çıkar, Bir vapurun bacasına konarız. Beyaz tüylerimiz siyaha dönmekte geç kalmaz. Tek siyah biz olur, Mevlana’nın sözüne adımlarımızı uydururuz. Ya göründüğümüz gibi oluruz Ya da olduğumuz gibi görünürüz. Gerçeklik benimle kanatlanır, senin için. Ve saflık sende vücut bulmuştur, benim için. Belki bilmezsin bunları. Bilmen de gerekmez zaten. Sen ve ben, Ne sen varsındır ne de ben. Biz, bir olmuşuzdur aşk elinden. Nu - Man O To 16
Kay覺p Notlar
onur k繹k
17
Üç - Ayrılık
ikircikli
Üç Önüme yeni bir ilkbahar sabahı açılıyor, kabak çiçekleri kapatmadan kendini, toplamalıyız. Havalar henüz çok da ısınmadan, Birbirimize sarılalım. Güzel şeyleri bir an’a sığdırmak için kulaklarından tutup katlıyorum. Önüme yeni bir deniz açılıyor. Tutup bir ucundan çiçekli saç bandını, Bazen koyda, bazen koynunda bulunan
Sabrın sonu esaret…
bir limana demirler gibi bağlıyorsun. Oturup kuytusunda denizin, bekliyorum.
Ayın bile bulanık olduğu gecede Önüme beyaz bir sayfa açılıyor. Sarısı kendinden menkul bir ışığın altında Ellerim belinin ardında kavuşuyor sarılmak; ibadetidir sevdanın, sarılmak; yara bandıdır, kırılmış ruhların. Önüme bi kalabalık açılıyor şimdi, Keskin bir uğultu içinde, Her birinin yüzünde yüzümü arıyorum. Yitik bir kentin ışıkları altında mırıldanıyorum; “İki kişi olamadık seninle çok yaklaştık ama üçten aşağı da inemedik.”
18
Ayrılık Tek yöne kesilmiş bir tren bileti, Masada duran biri boş, iki çay bardağı Bir sandalyeden yere yansıyan tek silüet ve kelimeler arası boşluk… Ayrılık en çok, Gidecek yeri olmayanı sürükleyecek Trenin yanında kuşlar gidecek, Bardaklar ince bellerinden yakalanıp, Götürülecek. Sandalyenin üstünden güneş inecek ama kelimelerin arası hala boşluk. Ve sen şimdi kalkıp, Benden bir ömür uzağa gideceksin. Şehrin ortasından bir tren yolu geçiyor Bir sarhoş yakınlarda üşüyor, Kurulmuş tüm hayaller tek tek düş-üyor. ve son tren harekete geçiyor. Ayrılığa…
19
Hatırlat da Haziran’ın sonlarında çocukluğumu yakalım
Sen beni öpersen belki de ben Fransız olurum. Şehre inerim bir sinema yağmura çalar. Otomobil icat olunur, Zarifoğlu ölür. dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.
-Senegalliler dahil değil
Sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihaplanır. Çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi, O vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin. Hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin.
-Yoksa seni rahatsız mı ettim?
Sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur. Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek. Elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim, elbette gayet rasyoneldir attan atlamak.
-Freud diye bir şey yoktur.
Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim, belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma. Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün, yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.
-Haydi iç de çay koyayım. Ah Muhsin Ünlü 20
şef: “Ben sana bunu satmıyorum, hediye edyorum. Sen de bana 5 lirayı hediye ediyorsun. Alım-satım yok.” halis muhlis: Haydaa! Sayfayı aşağıya indirirken elim ‘takip ediyorsun’ maviliğine değdi. Bir hüzün çöktü. Sonra tekrar ‘takip et’e bastım ama artık çok geçti. ooometebeyler: Takdir Belgesi verelim bu sayının içinde. ooometebeyler: Yazı ve çizimleri ne yaptınız? Gönderin de Haziran olsun.
gece: Hahaha verelim bana da hazırlayalım bi’ tane.
çiğdem: Oha! Nasıl güzel bir sayı olmuş ya…
ikircikli: 39. sayıda halis muhlis ile birlikte bitirme projemizi yayınlamak istiyoruz, uygun mudur?
ooometebeyler: Rol çalma Çiğdem. şef: Ben çizim yapıyor muyum?
şef: Bu proje olmaz. Yürüyen uçak projesi varsa olur.
küçük kara balık: Yani demem o ki sevgili abeşler; yapalım az bir miktarda, deneriz yani hiç olmadı. Temiz iş...
angel: Çiçeği yok bunun.
ikircikli: Şef, cüzi bir ücret karşılığında yazım yanlışlarını düzeltsene çocukların.
ooometebeyler: Allooo nerdesiniz be? Öldünüz galiba, ölmeyin.
ooometebeyler: Uyarı atışı yapalım.
şef: Yazıyı büte bıraksam olur mu?
şef: Gerekli uyarı yapıldı. Bundan sonra olacaklardan biz sorumlu değiliz.
angel: Ben ölmüyorum.
gece: Hahahah, mutlu etmesini iyi biliyorlar.
şef: Yaptılar bunu.
angel: Tohumlarım yeşerdi a dostlar!
ooometebeyler: -YAPILDI-
şef: Bir yerlerde meşhuruz...
angel: Bi’ buluşalım ya. Sınavlar, yaz okulları, nişan, kız isteme ve askere alınma durumları ne alemde?
ikircikli: Uganda gerçek olabilir. Uganda'da çok popüleriz diye bir duyum almıştım. halis muhlis: “Bütün kara parçalarında, Afrika dahil.” ooometebeyler: Evet sevgili abeşler, a beşle iştigal'in logolarını mogolarını, arka kapağını falan hep Tasdixledik. Ohh. çiğdem: A5 proud!
şef: Kullanıcı hatasıdır.
ikircikli: Teslim için son gün aloooooooooooooooo!
şef: Ne, adalar mı? küçük kara balık: He ya, bi’ toparlanalım. Bi’ şeyler yapalım. 1. geleneksel pikniğimizi falan yapak! çiğdem: Belki biz de geliriz. marmara: İstanbul için hazır değilim.
gece: Yaaaah bunlar ne mutlu edici şeyler.
ooometebeyler: Biz de senin için hazır değiliz zaten.
halis muhlis: Kim satıyor la bunları?
ikircikli: İsyan, devrim, iş-ti-gal!
ooometebeyler: Sayfada duyuru yapalım “a beşle iştigal’i bizden habersiz satıyorlar, almayın.” diye.
şef: Yalnız bir 39. Sayısı var, sanırsın AKP iktidardan düşmüş. 21
Merhaba, Olumlu veya olumsuz görüşlerinizi ve önerilerinizi bizimle paylaşırsanız çok mutlu oluruz.
Ayrıca destek olmak isterseniz mutluluktan bayılabiliriz. Çok masrafımız yok, küçük miktarlarla büyük kalpler kazanabilirsiniz. Hatta buraya reklam bile alabiliriz.
Herhangi bir konuda iletişime geçmek isterseniz e posta adresimiz; a5leistigal@gmail.com Beğenmek isterseniz;
facebook.com/a5leistigal
Takip ederseniz;
twitter.com/a5leistigal
Fotoğrafımızı çekerseniz;
instagram.com/a5leistigal
Geçmişe gidelim derseniz;
a5leistigal.tumblr.com
Sevgiler. <3
a5leistigal.com © Tüm haklarını kendimize sakladık, torunlara bırakacağız.