38. Sayı

Page 1

Ayl覺k 羹cretsiz yay覺n.


1

gece / Atlantis

2

şef / Boşluk

4

onur kök / Kayıp Notlar

5

ikircikli / Veda

7

Alıntı

8

angel / Vampirle Görüşme 2 (Devamı)

10

çiğdem demir / Bulutlarım Var Benim

12

bunetantana (Konuk iştigalci) / Fürade

13

küçük kara balık / Bilinçaltı Dediğin!

14

ooometebeyler / Ömürlü Maarif Takvimi

16

müşkülpesent yumurta / Bi’ şeyler

17

marmara / Adımizleri

18

halis muhlis / Mektup

20

abeş kafası

21

abeşistan

Keyifle ve ısrarla okuyun... a beşle iştigal


Atlantis

gece

Bir filmin ikinci perdesindeyim. Sadece bir perdeyim. Rol yapan insanların, oturmuş izleyen insanlardan sakınmasını sağlıyorum. Tuhaf bir müzik duyuyorum. Tuhaf bir hoşlukta, piyanonun sakinliği ve insanın insana benzemeyen sesinin inanılmaz uyumunda. Arkamdaki insanlar koşturuyor. Beğenilme çabası içindeler, ne kadar yorulduklarını eve gidip yatağa uzandıktan sonra, gözlerini tavana dikip uyuyamazken anlayacaklar. Önümde oturan insanlar ise eleştiriyor. Tek ve en iyi yaptıkları şey olmasından kaynaklı. Ego. Koca bir ego. Küçük bir kağıdın alev alması kadar zaman geçiyor. Ben içimin perdelerini açıyorum insanlara. İçimde, insanlar birbirine çarpıyor. Dekoru yetiştirememişler. Oysa, tek ve en iyi yaptığım şeydir. Dakiklik. Hayatımdaki insanları kapı dışarı, perde arkası yapmak. İnsanlar oturuyor önümde. Aslında bakmıyorlar yüzüme, ilgilendikleri deliliğim. Bir süre sadist hislerini zevke getirdikten sonra ben de yitip gideceğim. Bir kukla gibi oynatılmaya başlıyorum sahnede. Dekorlar için şekilden şekle giriyorum. Ortamlar için davranış değiştirirmişçesine. Hiçbiri anlatmıyor beni. Bir arabanın arkasındayım, gidiyorum. Babam sürüyor arabayı. Yanında ‘sevdiğim’ dediği kadın. Bakamıyorum onlara, çünkü göremiyorum onları. Ben de kafamı dışarı çeviriyorum. Kar yağıyor, insanların görmeyi unuttuğu bir şekilde. Önce üstlerine çarpıyor, sonra yerleri öpüyorlar. Üstlerinden o kadar çok ayak geçiyor ki tutunamıyorlar. “Ben” diyorum “Ben de onlardan biriyim.”

İkiye on kala telefonum çalıyor. Ben sahnede sadece bir kuklayken, deniz gibi bakmayan ancak öylesine mavi gözlere sahip olan adam arıyor. Adını bilmiyorum. Ama bir akşamüstü o yoldaki tek bankta, onunla buluşuyorum. Deniz diyorum ona. “Bakın işte, denizi getirdim Ankara’ya.” Ve tanışmamızı hatırlıyorum. Bir gecenin en güzel saati ve o, eski kitaplar gibi güzel. Yazılar yazıyordum bileklerime. Sonra öpüyordum bileklerinden. Bir keresinde uzunca bir konuşma yapmıştık. Gözleriyle denizi bağdaştırmış, ortasına bir köprü kurmuştum. Ve kendimi o köprüden sallandırmamak için zor tutuyordum. Akşamdı ve saat annemin beni eve almayacağı kadar geçti. Ama sesindeki o ‘şey’ benim tüm dakikalarıma bedeldi. Ev kapımın orada ve biz sokak lambasının altında. Bir yıldız kaydı küçülmeye başlayan dolunayın yanında. Havada ne kadar dilek varsa soludum. Ve başımı göğe her kaldırışımda sönük yıldızların altında biraz daha kör oldum. Tanrı beni dileğimde çarmıha gerdi o gece. Ve ben okyanus mavisi gözlerinde, sadece bir Atlantis oldum. 1


Boşluk “Her bir gözeneğim kapanmış, nefes alamıyorum. Duvarlar üzerine üzerine gelir ya, sabah olmak üzeredir ve gözüne tek damla uyku girmemiştir hala. Duvarlara anlatmak istiyorum ama sonra birden aklıma geliyor; ben insanlara da anlatmam ki… Sen, insanlardan da kaçarsın, onlara da anlatmak istemezsin. Kalbine henüz kötülük uğramamış küçücük bir bebekle dahi paylaşmazsın, senden bir parça ilgi görebilmek için bakışlarını üzerine diken bir köpek yavrusuna dahi açmazsın sırlarını. Açamam, anlatamam. Annem derinlikli sözlerden anlamıyor. Unutuyorum bazen onun da bazı ödevler ve başkaları için yaşadığını. Ondan da kaçırıyorum gözlerimi, onun bakışlarının önünde bir modern zaman insanının endişelerini taşıyormuş gibi davranmak zorundayım. Buhranlarımız normallikten kaynaklanıyor. Normal olmak zorunda oluşumuzdan, etrafımızdaki normal yaşantıdan, hala çocuklarından, hayatın sıralı ve genel geçer oluşundan/öyle algılanışından, modern endişeliliklerden, endişeli olmak mecburiyetinden… Endişe taşımayanları oyun dışına alıyor bu hayat, oyunun dışında bir yaşamın varlığına da izin vermiyor. Annemi sevmemekten korkuyorum, annemi sevmemekten korkmayı da bana hayat öğretti. Annem umarım bunları okumaz. Bu arada annemin tabii ki senden de haberi yok.” Orhan küçük defterine bunları yazdıktan sonra arkasına yaslanıp kahvesinden bir yudum aldı. Yazı yazdığı esnada küllükte unutup sönen sigarasının yerine bir tane daha sigara yaktı. Gözü masada duran Elif’in fotoğrafına ilişti. Elif’le okul kantininde tanışmışlardı. O gün deli gibi bir yağmur vardı ve epey beklemek zorunda kalmışlardı yağmurun bitmesini. Yağmurdan korunmak için durdukları şemsiyenin altında, ilk defa o gün konuşmuşlardı birbirleriyle ve ilk defa o gün ısınmışlardı birbirlerine. Daha sonraları da görüşmeye devam ettiler. Orhan konuşmayı pek sevmezdi ama onun 2

şef yanında kelimeler kendiliğinden çıkardı ve anlattırdı da anlatırdı. İlk defa birisiyle konuşmak mecburiyetinde olduğundan değil, doğal olarak konuşuyordu. Amma velakin bütün kelimeler, mesafeleri daraltıp sonra aradan çekilmek için vardırlar; yerlerini sessizliğe bırakmak için. Ilık bir bahar gecesi, dudakları ilk defa birbirine değdiğinde olduğu gibi… Hayatta sürekli gülebilmek ve gerçek anlamda mutlu olduğunu hissedebilmek mümkün değildir. Bu, ancak bazı anlarda mümkün olur ve biz de bu anlar için yaşarız tüm bir ömrü. Birkaç güzel an için… Oysa Elif’leyken bu anlar uzuyor ve tüm bir yaşama yayılıyordu. Her şeyin güzel olması demek bir yandan da korku demektir. Hayatta her şeyin yolunda gitmesinin mümkünatı yoktur. İllaki istenmeyen durumlar ortaya çıkar ve keyfimiz kaçar. Azıcık aklı çalışan bir insan da bunu bilir ve işler ne zaman tıkırında gitmeye başlasa bunun huzursuzluğunu duyar. Güzel anları dondurmak, saklamak ister. Hatta bu anların gözümüzün önünde yitip gittiğini görmektense, o anlamlı olan zamanlarda ölmek de tercih edilebilir. Çünkü hayat genel itibariyle anlamsızdır. Hayata arada sırada anlam katan anların bir gün sona ereceğini bilmek ise en büyük kabustur. Orhan da kafasında tüm bu düşüncelerle boğuşurken git-gellerle dolu bir tuh halini taşıyordu bünyesinde. Bazen kendi kabuğuna çekiliyor, hiç kimseyle, Elif’le bile konuşmuyordu. Bazense içi öylesine bir güven ve umutla doluyordu ki ondan keyiflisini bulmak mümkün olmuyordu. Elif de onun bu halinin farkındaydı ve istemsiz bir şekilde onun ruh haline ayak uyduruyordu. Bazı geceler ikisi de büyük bir üzüntü içinde birbirlerine sarılıp uyurken çok yoğun bir mutsuzluğu paylaşıyorlardı. Bazı zamanlarsa sanki ölüp bu dünyanın dışına çıkmışlar gibi sonu olmayan bir mutluluğu yaşıyorlardı. Bu iki durum da özleri itibariyle aslında aynı şeylerdi; aynı yoğunlukta, aynı ruhlardan gelen, aynı biçimlerde ortaya çıkan duygular…


“Çok ince bir çizginin üzerinde yaşıyorum. Şimdi böyle gülüyorum ama dokunsalar ağlarım. Benim bu hayatta hiçbir şeyim yok. Geçmişimi, geleceğimi, aklımdaki sözleri, eski zamanlardaki hissedişlerimi, kavrayışlarımı hep unuttum. Bugün neler yapacağım, neler yaşayacağım, başa saran bir umutsuzlukla mı yoksa belli belirsiz bir heyecanla mı başımı yastığa vuracağım belirsiz. Umudumu kaybedip kaybetmemem bir anlık esintinin gelip onu bağladığım pamuk ipliğine çarpmasına bağlı. Bakarsın bir anda düşüveririm. Ve işte tüm bunlar içinde, elimde, avucumda var olan tek şey sensin. Bir sen varsın.” Orhan, o deftere bunları da yazmıştı. Her güzel şey gibi bu da zamanı gelince bitmişti. Elif bir gün evden çıkmış ve bir daha geri dönmemişti, ardında bıraktığı anıları zehrederek. “Bir tek sen varsın.” dediği de yoktu artık. Hayat artık anlamsız bile değildi. Hayat hiçbir şeydi. Orhan o zaman aşık olunan kişiden nefret etmeye başlamanın da bir anlık mesele olduğunu duyumsuyordu. Aşk ile nefretin arası beş dakika bile olmayabiliyor, düşündükçe insanı bu dünyaya daha da çok küstüren ve yalnızlaştıran hastalıklı bir durum bu. Halbuki terk etmek, kırmak, üzmek de vicdanla birlikte yapılabilir. Bu hayatta herkes herkesi üzebilir. Kimin iyi, kimin kötü olduğuysa üzenin, üzülenin duygularını umursayıp umursamamasıyla belli eder kendini. Birini bilerek veya bilmeyerek üzdüğünüzde, bu test yöntemi sayesinde kendinizin iyi bir insan mı yoksa kötü biri mi olduğunu anlayabilirsiniz. Üzüntülerin de hakkı verilmeli, doyasıya yaşanmalı, iliklerde hissedilmeli. Ama garip bir şey var bu çağda, onu dahi yaşatmıyor. Kelimelere dökülemeyen bir hüsran bu. Hiç kimseye, kendine dahi anlatamadığın bir çöküş. Ne anlatacak birilerini bulabiliyorsun ne de onu büründürebileceğin sözcükleri. Anlatamadığın bir dertle var olmaya çalışıyorsun. Çünkü birileri, birileri olmasa da birileri aracılığıyla yaşatılan bir şeyler var olmak zorunda. Çünkü bu düzen işlemek zorunda. Çünkü sahnede birilerinin gözükmesi gerek, göstermelik de olsa. Buraya nereden atladık? Herhalde Orhan da böyle hissediyordu da ondan. Muhakkak öyle olmalı.

Perişan bir vaziyeti yoktu beklediği gibi. Bir durgunluk haliydi bu, bir büyük boşluk. Hayatın bir bölümünde bir şeyler yaşıyoruz ama ilerideki bir zaman diliminde, bu yaşananların hiçbir önemi kalmıyor. Anıların, anlamların kaybı bu. Bizatihi anlamsızlık aslında. Bir şeylerin anlamlarını koruyamıyorsan boşa bir yaşayış değil de nedir bu? Orhan, yaklaşık iki yıl sonra Elif’i gördü. Elif, Kadıköy Boğa Heykeli’nin orada muhtemelen birini bekliyordu. Orhan rıhtıma inen bir otobüsün içinden görmüştü onu. Onu gördüğü anda içinde ona karşı beslediği nefret, yerini ismini koyamadığı iyimser bir duyguya bırakmıştı. Onu gördüğü anda belki de otobüsten inip ondan hesap sorması gerekiyordu, mantıklı görünen buydu ama artık mantık bile saçma ve gereksiz geliyordu. Otobüsten inmeyip devam etti. Geçerken onu uzaktan seyredip gülümsedi. Gülümsemek en güzel yenme biçimidir. Eğer seni engelleyen, üzen şeye bakıp gülümseyebilirsen artık canını o kadar acıtmaz. Unutmak mümkün değildir ama alışmak bu sayede mümkün olabilir. Kalbine bir kez giren bir daha hep orada var olur ama ona gülümseyebilirsen artık kalbine batmaz. Meselemiz Orhan’la Elif de değil esasen. Bu, Orhan’la Elif’in hikayesi değil. Bu, bir hikaye de değil. Onlar sadece metni doldurmak için varlar. Birilerinin bu sahte senaryoyu oynamaları gerekiyor. Rolü gerçekten hissetmelerine de gerek yok. Orada bulunmaları yeterli. Birilerinin bu hissiz, kayıp, ifade edilmesi gün geçtikçe güçleşen hisleri hissetmesi ya da hissedemeyişlerinin ıstırabını duyması gerekiyor ki en azından gerçekten var olan bir şeyler kalabilsin.

“…Ancak bunun yanında, hızlanmanın genel şiddeti içinde, inleme duyulmayan acılar, çığlıkları olmayan ve zaten bu çığlıkları dinleyecek kimsenin de bulunmadığı korkular, yakarmasız, hatta psikanalizsiz kaygılar da olacak.” -Paul Virilio 3


Kay覺p Notlar

4

onur k繹k


Veda

ikircikli “Sevgi emekmiş; Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...” -Can Yücel

“Bir açıp bir kapayan havalar, insanın içini titreten çılgın rüzgarlar.” Herhalde İzmir’in son bir ayını ve baharın bir türlü gelememesini bundan daha iyi bir cümle anlatamazdı. Dışarı bakıp hayallere dalmasın diye sırtını pencereye dönmüş bir vaziyette, sarı ölü renkli duvarlara bakarak oturuyordu. Son zamanlarda hayal kurmayı, bir şeyler düşünmeyi kendisi için lüks olarak görüyordu. Hatta son zamanlarda kendisi için nefes almak dışındaki her şey lükstü. Toz tutmaktan başka hiçbir vasfı olmayan bozuk televizyona şöyle bir bakıp ekrandan yansıyan siluetini inceledi. Belli belirsiz bir karartıdan fazlasını göremedi ama üzerine yüklenen sorumluluklarla içe doğru kapanmış omuzları net bir şekilde belli oluyordu. Yapması gereken şeyler vardı ama içinde bunları gerçekleştirecek bir heves kırıntısına dahi rastlamıyordu. Evin içine bıraktığı ruhu dört duvara çarpa çarpa yoruldu. Koşar adım basamakları inip dışarı çıktı ve kendisini gökyüzüne bıraktı. İpinden kurtulmuş taneler gibi karıştı gökyüzüne. Açık hava, onun için uygun miktarda alınmış alkol gibiydi; onu sakinleştiriyor, dinginleştiriyordu. Omuzlarını anımsayana kadardı huzuru, daha fazlası değil. Tüm mutluluk veren şeyler gibi o da bir andan ibaretti. “Yani aslında bu anları çoğaltırsak, sonsuz küçüklükteki mutlulukların integrali mutlu bir hayatı verir.” diye düşünüp, mutluluğa analitik bir bakış açısı getirdiği için içindeki mühendise küfretti. Yürüdüğü yol boyunca düşündü, düşünme işlemini açık havada yapıp işin bir kısmını taşeron ayaklarına yüklemeyi seviyordu ve kendini düşünmeye kaptırdığı zaman, bacakları ona

frenleyici etki yapıyor, kontrolden çıktığını hatırlatıyordu. En azından bu şekilde daha sakin düşünebildiğini anlamıştı. Kendi dünyasındaki kaybolmanın en keyifli yoluydu. Bir şeylere veda edeceğini, bir şeylerin biteceğini hissediyordu. Denize karşı oturup en uzağa bakmaya çalıştı. Ucunu göremediği maviliğe sonsuz demişti, yani yine her zaman yaptığını yapıp bir şeylere fazla anlam yüklüyordu. Kelimelerin içini doldurup doldurup patlamalarına sebep oluyordu. Bir nevi kelime katiliydi ve hala bir şeyleri sevmenin ulviliğine, sonsuzluğuna inanıyordu. Sorduklarında ise “Siz kelimelerin anlamlarını karşılayamıyorsunuz, ben fazla anlam yüklemiyorum.” diyordu. “Arkadaşlar ve İzmir için de böyle olabilir mi?” diye düşündü. Sevgi denen şey gerçekten de bir göz yanılması olabilir mi? Bunları anlamaya çalışmak yerine, bunların bir parçası mı olmak gerek diye de düşündü. Beynini çorba yapma konusunda iyiydi ve bugün yine oldukça başarılıydı. Sevgi, emek ve sabırla yoğurulması gereken bir şeydi bu şehir ve insanlar için emek ve sabır göstermişti, zaten kafasında net bir yere oturan nadir şeylerden biri de sevgi tanımıydı. Emek, emek, emek diye gezen biblo bir Marx’tı, en azından sevgi konusunda. Kafasında net bir tanım yapabildiği her şeyi kolaylıkla benimseyebiliyordu çünkü belirsizlik en kötü durumdan bile daha kötüydü onun için. Konudan konuya atlayarak kafasını karıştırmaya çalışıp, esas düşüncesinden uzaklaşmaya çalışmak da sık sık yaptığı bir şeydi ancak bu sefer kaçmak istemedi. Ana konuya odaklanmaya çalıştı. Dağın başındaki okuluna dahi içten içe alıştığını fark etti. Alışmak; sevgi, emek ve zamana bağlı bir şeydi. “Alışmak sevmekten daha zor geliyor.” sözünün sağlamasını kafasında yaptı, gülümsedi. Birden fazla değişkene bağladığı şeyleri anlamakta güçlük çekiyordu. Sadeleştirdiğinde ise anlamını kaybettiğini düşünüyordu. Al sana ikircikli bir durum daha…

5


Bazen kendisini fırsatçı bir tamirci gibi hissediyor, kafasının içine girip bakıyor ve tesisatın komple değişmesi gerek diyordu. Sonra tüm tanımları yeniden yapmak üzere sıfırdan başlıyor, kendisiyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu. Bunu da kabullenmişti, böyle bir adamdı. “Alışmak, bakıldığı zaman işteş görünümlü bir kelime, yani analitik düşünürsen insanlar, şehir, dağın başındaki okulun da sana alışması gerek.” bilimsel temellere dayandırıp, kuramsal ispatlar yapmak da şu an için lükstü. Düşüncelerinden bir süre arınınca etrafına bir bakındı, evden çok uzaklaştığını fark etti. Ne ara bu kadar yürüdüm diye aklından geçirdi. Bacaklarında ve sırtında ince bir ağrı, karşıdan esen rüzgarın da bir miktar üşüttüğünü fark etti. Etrafına bakındı, oturup dinlenebileceği ve denizle kesişebileceği bir yer aradı. Yeşili masasından menkul bir kafe buldu ve oturdu. Yeşili kivisinden menkul bir kivi çayı söyledi. “Rodin ile tanışmış olsaydım, düşünen adam heykelinin silueti farklı olurdu ve adı da düşünen ama üşenen adam heykeli olurdu.” dedi kendi kendine. Düşüncelerine bahar getiremediğini fark etti, hep kasvet hep rutubet. Kafamın içindeki camları ve kapıları açabilsem rahatlarım aslında diye düşündü. Bir kivi daha söyleyecek oldu ama omuzlarını anımsadı, sarı ölüm dediği duvarların arasına girmek için otobüse bindi. Belki apartmanı yerinde bulamam umuduyla bir süre kendini mutlu etmeye çalıştı. Durakları saya saya yolculuk etmeyi seviyordu. Gitmeyi istediği bir yere gidiyorsa geçtiği durakları sayıyor, gitmeyi istemediği bir yere gidiyorsa da kalan durakları sayıyordu. Vakit geçirmek için ne gerekiyorsa yapıyordu yani. Kalan 3 durak. Kalan 2 durak. Kalan 1 durak.

6

Yolculuk bitmişti, kendini fırlatılan bir uzay mekiği gibi hissediyordu. Birazdan gidip yörüngesine oturacak ve yapması gereken can sıkıcı işlerin arasında kaybolacaktı.


TÜRKİYE İŞÇİ SINIFINA SELÂM Türkiye işçi sınıfına selâm! Selâm yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm! Bütün yemişler dallarınızdadır. Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri. Türkiye işçi sınıfına selâm! Meydanlarda hasretimizi haykıranlara, toprağa, kitaba, işe hasretimizi, hasretimizi, ay yıldızı esir bayrağımıza. Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm! Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm! Türkiye işçi sınıfına selâm! Selâm yaratana! Nazım Hikmet

7


Vampirle Görüşme 2 Kaldığımız yerden devam… Ve Freak Show başladı. Bir stajyer, bir Bilkentli, diğeri el çizimleri çok iyi olan Eskişehir Animasyon bölümünden mezun pırıl pırıl trio, kocaman topuzlu pazarlama uzmanı hanım, tanışmadığım bir iki kişi hep beraber bir anda temizliğe başladılar. Ben bir köşeye sinmiş korku dolu gözlerle olanları izlerken birileri elektrik süpürgesi yaptı birileri de toz aldı. Özde değil sözde olan temizlik sonucu iç mekana hakim sigara kokusu ıslak toz ile birleşti ve sağlıklı herkesi astım hastası yapabilecek bir noktaya geldi. Kitaplar ve muhabbet kuşu kafesini kaldırmadan yapılan temizlik, masamda tozdan oluşan virajlı bir toz otoyolu bırakmıştı. Eşe dosta yolladığım “Mikrop kapmadan buradan nasıl çıksam acaba?” başlıklı maillerime “Sakin ol Simge, bir gün dayanabilirsin.” şeklinde cevaplar geliyordu. Dayanabilir miydim? Sanmıyordum. Derken Selami Bey’den 3 maddeden oluşan görev mailim geldi. (Görev kendi kendini imha etsin istedim ama etmedi.) Aynen alıntı yapıyorum: “Simge Hanım, 1- Önceden yaptığınız Facebook oyunlarının müşterilerinin mail ve telefonlarını bana gönderebilir misin? (Eti, Detan, Philips, Lipton) 2- Mesai arkadaşlarınıza Flash Programını öğretmek yükümlülükleriniz arasında, lütfen bugün mesai saatinden sonra derslere başlayalım. Çok uzun tutmayın 1 saat-1,5 saat yeterli olacaktır, sizi de yormayalım.

angel Birinci ve ikinci maddeye vereceğim “Hayır.” cevabı muhtemelen hayali ortak John’un onayını etkileyeceği için ben hafiften gidiş yoluna girdim. (Buna “Tasarımcı sezgileri” diyebiliriz tıpkı “Spider sezgileri” gibi. Bu his, örnekteki gibi gerçekle yüzleşmenin verdiği ani şok, kısa vade geleceğini görmene olanak verir.) Bilgisayarımı kapadım. Çantasına bile koydum. Selami Bey’in yanına gittim. Simge: “Maaş konusunda anlaşmamış mıydık Selami Bey? Ben yanlış mı anladım?” Selami Bey: “Tabii anlaştık ama benim bir ortağım var, yabancı ortaklı şirket olduğu için danışmak zorundayım.” Vampirlerin ortak özelliği şudur. İlk kurdukları cümleyi eksik kurarlar. Yapılan anlaşmalar bir yanılsamadır. Yani onlar bir şeye OK verirler ama o şey, aslında başka bir şeye bağlıdır. Ne var ki bu bilgiyi kendilerine saklarlar. Bu vampirliğin 1 numaralı kuralıdır. Örneğin; “İstediğin maaş benim için OK’dir ……..” Yani; “İstediğin maaş benim için OK’dir ama ortağım için OK olmayabilir.” ya da “Ekonomik nedenlerle şirketi küçültmeye karar verdik, bu nedenle seninle yollarımızı ayırma kararı aldık.” Yani; “Ekonomik nedenlerle şirketi küçültmeye karar verdik, senin ve diğer kovulan arkadaşların maaşları birleştirip yerinize alacağımız CEO’ya vereceğiz, işte bu nedenle seninle yollarımızı ayırma kararı aldık.” Öneri: Siz de bu stratejiyi kendi lehinize kullanabilirsiniz. Kendi silahlarıyla vurulmak her savaşçının korkusudur. Kendi koşullarınızı kendinize saklayın!

3- Maaş konusunu onaylamak için ortağım John’dan Örneğin; “Bu iş yerinde hayat boyu çalışabilirim.” onay bekliyorum, sana bilgi vereceğim.” “Bu iş yerinde hayat boyu çalışabilirim eğer başka Yani; “Tamam tanıştık artık, kan grubu neydi sizin?” bir şirket daha çok maaş vermezse.” 8


ya da “Bilgisayarda çok hızlıyımdır.” “Bilgisayarda çok hızlıyımdır eğer bilgisayar Pentium II değilse.” gibi… Gelgelelim görüşmenin sonuna, Yanına gittiğim Selami Bey, en son Türk filmlerinde kötü jönlerin evinde gördüğüm kısa ve tekerlekli mini bardan bir bardak alıyordu. Konsept Godfather’dan Dallas’a dönmüştü. J.R. Erwing beni görünce vampir koltuğuna oturdu ama sözü ben aldım. Simge: “Selami Bey, ortağınız John’dan maaş konusunda ne zaman onay gelir?” Selami Bey: “Bu hafta içinde gelir.” (Niyeyse?) Simge: “Ben tabii ki bu hafta gelmek isterim ama ya John Bey maaş konusunu onaylamazsa? Bu durumda ben bu süreyi kaybetmiş olmaz mıyım? John Bey’e mail atsak bize bugün dönebilir mi?” Selami Bey: “Hmm. Tamam öyle yapalım. Bugün Flash Derslerine başlayabilecek misiniz?” (Hop bilgisayar restart attı. Daha yeni konuştuk onaya göre devam edelim diye ama adam da haklı, bir ders bir derstir.) Simge: “Sizin için sakıncası yoksa mesai saatlerinin içinde yapalım dersi diye düşündüm zira mesai saati 18:30’da bitiyor. Dersi 1,5 saat tutsak 20:00’de biter işimiz. Bu da benim için de arkadaşlar için de bir hayli yorucu olabilir. Bu arada arkadaşların bilgisayarları Pentium II olduğu için Flash 8 kullanıyorlar.” Selami Bey: “Yani?” Simge: “Yani, ben Flash CS 5.5 kullanıyorum, öğreteceğim şeyler onların versiyonunda mevcut değil.” Selami Bey: (Erwing smile) “Tüm dünya CS 5.5 mi kullanıyor mu diyorsunuz? Keh keh” Simge: “Hayır. Ben Flash CS 5.5 kullanıyorum, dünya Flash CS 5 kullanıyor diyorum.” (Mona Lisa smile)

(Görüşmede vampire çaktığınız her laf, belli belirsiz bir tebessümle desteklenmelidir. Bu gülümsemeye gözler katılmamalıdır, dişler asla gözükmez. Yalnız bu hakkı sık kullanmamak lazım, görüşmenin kötü bitmesinde ciddi etkendir.) Simge: “Bu arada freelance müşterilerimin irtibatlarını istemişsiniz, onları veremiyorum prensip olarak.” Selami Bey: “Anlıyorum.” (Anladığı şu; Bu kızın bana verecek kanı yok, olsa da bozuk.) “ŞİMDİKİ ZAMAN” İşte deneme süresinin faydaları. Bir de 2 ay deneme süresi lazım derler, Bu hikayenin sonunda, Selami Bey’in şizoid günlerinden kalma hayali ortağının, bana istediğim rakamı veremeyeceği ortaya çıktı. Ben de saat 16:00’yı vurduğunda şirket Sağlık Bakanlığı tarafından karantinaya alınmadan oradan kaçmayı başardım. Aşı oldum ve “En kısa iş deneyimleri” listeme rekor bir süre ekledim. En kısa iş deneyimleri listem: 6 saat 3 gün 15 gün 3 ay Ha diyeceksiniz, “Hikaye yaya geçidinde başlamıştı? Selami’ye selam verdin mi?” Yok. Tam yan yana geçme anında yüzüne doğru hapşırıyormuş gibi yaptım. Böylece ona selam verip vermediğimi anlamadı. Öneri: Selam vermek istemediğiniz birini gördüğünüzde hapşırın, bu aniden telefonla konuşmaya başlama klişesinden çok daha inandırıcıdır. Eğilip ayakkabınızı bağlayabilirsiniz. (ama yaya geçidinde değil, ezilmeyin) Selam vermek istemediğiniz kişinin arkasında hayali birine el sallayarak, onu görmezden gelmeniz de değişik bir fikir olacaktır. Ama bana yapmayın. Anlarım. ‘Vampirle Görüşme 3’ ile devam edecek… 9




Fürade “Günaydın kızım!” Kapının deliğine anahtarı yerleştirmeye çalışırken aynı anda kapıyı açmaya meyleden ve bunu üstün başarı madalyasıyla taçlandıran iki üst komşum Abdurrahman Amca “günaydın kızım” diyerek aklımın dipsiz kuyusunda aramaya indiğim taşı bulamadan çekip çıkarmıştı beni oradan. Siyah eşofmanımın üstüne çektiğim kısa kollu beyaz tişörtle en fazla bakkaldan gelirken takınılabilecek soğuk hava deposu uçukluğu ifademle baktım yüzüne. Sustum. Dünya üzerinde yuvarladığım 15 yılın hatırı sayılır hüznünü taşıyor oluşum umurunday-mış gibi sanki o söyledi diye gün ayacak-mış gibi dağlar bana hep düz-müş gibi bir cevap bekler-miş gibi baktı Ama ben, sustum. Oysa böyle hikayeler hep gecenin karanlığında köhne ara sokaklarda olurdu. Çünkü bana sordular hep “Neden?” Çünkü sustum. Tırnaklarıma baktım. Bir domuzun debelendiği pislikten beterdi içleri. Bir hayvanın derisini tırnaklarımla etinden ayırmışım gibi bataklığa balıklama dalmışım gibi. Oysa kurban bendim. Ayrımsayamıyordum ağrıyan bedenim miydi? Kalbim mi?

bunetantana eklenince dünyanın bütün kıtaları iki yüz bin milyon yenilgi alıyordu. İçim bunları almıyordu. Kustum. Kendi cennetimde can çekişiyordum. Adamı çok seviyordum… Sol kaşının bitiminde bir dikiş izi hemen altında simsiyah bir beni vardı. Tevhit inancım olmasaydı o küçük siyah noktaya tapabilirdim. Bir martı gibi hüzünlü; büyük büyük acılar yemişti hayatta, sofrası hayli kalabaydı, kendine ördüğü kalın duvarları vardı. Sorgu odalarında adını bile söyletememişlerdi. Ruhumu ele geçiren bakışları kısacık hayatımın en büyük kazığını atmıştı bana. Yediğim kazığın büyüklüğünü küçük dilime kadar hissediyor, tılsım desenli halının üstünde öylece yatıyordum. Pıhtılaşmış gözyaşı perdesinin ardından bile görünüyordu kollarımdaki morluklar, kasıklarımdaki sancı katlimin artık vacip olduğu konusunda ısrarcıydı. Vajinamda kurşun sıksan geçirmez bir ağırlık; bırak kollarımı, kafamı kaldıracak derman bulamıyordum. Kendimi sonsuz bir boşlukta buldum. Her yıldız bana çarpıyor her gök taşı bedenimi paramparça ediyordu. O bodrum kattan nasıl çıktım? Mavi banka neden oturdum? Oradan ne zaman kalktım? Bütün bunlar neden oldu?

Çift sıra dizili ateş tuğlası örülü bahçe duvarıma balyozlarla girişmiştiler. Havaya savrulan kırmızı toz Bilmiyordum. ciğerime ciğerime yapışmıştı. Öyle utanıyordum Herkesin bildiği bir yerde kimsenin anlamaya içinde bulunduğum durumdan. tenezzül etmediği/etmeyeceği acılarıma bıçak çekip hepsini delik deşik ettim. Kafamı çevirip sıyrılmış koluma baktım. Ciğerime yapışan kırmızı toz açık bulduğu her kapıdan dışarı En çok kanı Abdurrahman amca kaybetti... atıyordu kendini. Gözümden süzülen yaşlar suratımı ıslatmaktan bitap düşmüş kulağıma Beni o hastanenin çamaşırhanesinde kendimi doluyordu. Düşünebildiğim tek konu oradan bir an asarken bulduğunda sana lanet ettim. Özür dilerim. evvel defolup gitmem gerektiğiydi. Ayağa kalkmaya Bilemedim. çalıştım. Sadece çabalıyordum Fürade… Çünkü Tenime dokunan tek kadın, sevgili sevgilim; sana Uyluk kemiklerim görevini ifa edemiyor; yenilmiş bu mektubu bir bodrum katta düşen diş dolgumun komutanlar barındırıyordu bedenim - vatanın her boşluğundan yazıyorum. köşesi bilfiil işgal edilmiş - bunlara kalbim de Bu bir vedadır. 12 - konuk iştigalci


Bilinçaltı Dediğin! Son birkaç zamandır gördüğüm rüyaların, yorulmuşluğumla bağlantılı olduğunu düşünüyordum. İş hayatı olan biri değil, hayatı iş olan biriydim. Yorgunluğuma bir ölçü birimi bulsaydık, benimki “Birkaç kamyon dolusu!” olarak ifade edilebilirdi. Niyetten bağımsız kafamın içine giren o şarkıyı yakaladığım yerden mırıldanmaya başadım: “Şimdi yorgunluktan ölürken, kapanır gözlerin ya birden. (Dım dırım) Her şeyi unut affet gitsin...” Kişisel not-1: İş sonrası şöyle bir soluklanmak için gittiğim Mustafa Amca’da asla iki bardak çay içtiğimle kalmam. O beni her zaman dilime dolanan bir şakı ile yolcular. Huydur O’nda…

küçük kara balık Prometheus’un bizimle ne alıp veremediği olabilirdi ki. Kimin bedduasını aldıysak… Ve tüm bunlar olurken uzmanlar rüyaların süresine ilişkin açıklama yapmaya devam eder bir yandan. Başka işleri yokmuş gibi! En bencili de sizce bu değil mi? Bir anlığına uyanıp “Saygı gösterin bayım! Burada bir savaş vermekteyim!” demek istersin. Olmaz! Birkaç saniyeliğine herkes kendi 3. Dünya Savaşı’nı verir. Savaş bu ya; o kısacık zaman diliminde düşman birliği de sensindir, kahraman askercik de. Aynı anadan doğmuş gibi. Yani demem o ki; yaşasın halkların kardeşliği! Kişisel not-2: Kafamın içine giren şarkı için bkz: Genç Osman – Affet Gitsin

Kimimiz el açıp dua eder, kimimiz kafasını yastığa koyduğu gibi uyur. Kimimiz de düşler… Düşlemek, kabul görmeme ihtimali olmayan bir dua gibi. Uykuya yenik düşersin. Bedenimizin bize kurduğu en tehlikeli tuzaktır bu. Sonra bilinçaltının o sonsuz vadisine, uçaktan paraşütsüz bırakılmış gibi çakılırsın. Yani yalandır bilinçaltı kapılarının bir bir aralanması. Bu gibi şeyler sadece filmlerde olur. Onlar çiçek bahçelerinde koşar ama sen kendi bilinçaltında merdiven altı gibi kaçak rüyalar üretirsin… Gözümde bir damla yaş ile uyandığımı hatırlıyorum bir keresinde. Göğsümdeki baskı ise denizler altında yirmi bin fersahta bile bu kadar hissedilemez cinsten. Şu yaşıma kadar tüm ağlamadıklarıma ağlıyorum rüyamda, öyle sarılmışım bir dosta. Öyle birbirimizin iç çekişlerini hissediyoruz. Sonra ben sağ elimin tersiyle burnumu siliyorum hatta… Birkaç gün kalkmadı tabi göğsüme oturan öküz. Birkaç gün benimle işe gidip geldi. Sonra o da sıkıldı benden, gitti… Bir keresinde de, Prometheus (Yunan Mitolojisi’ne göre tanrılardan ateşi -yani bilimi, uygarlığıçalarak insanoğluna sunan, tanrılara kafa tutan zat.) ocağımıza ateşler salıyordu. Ama gerçekten! Ufak bir zaman kayması yaşıyordum. Yoksa 13


Ömürlü Maarif Takvimi “Ölüm bir anlık karardır. Karar vermişseniz, elbet öldürürsünüz kendinizi. Kolay yoldan yahut yavaş yavaş...” Sigarasından son bir nefes çekip çayından aldığı büyük yudumla ağzını çalkaladı. Maarif takviminden biraz önce kopardığı yaprağı ikiye katlayıp cüzdanının arasına sıkıştırdı. Kalemi ile cüzdanını ceketinin iç cebine yerleştirdi. Kolundaki altın kaplama, kahverengi deri kayışlı saatine baktı. Yelkovan ile akrep, kadranı ortadan ikiye bölüyordu. Çay bardağını kapı eşiğine bırakıp oturduğu merdivenlerden kalktı, bayır aşağı yürümeye başladı. Güneşin henüz inmediği sokaklar, gecenin serinliğini muhafaza ediyordu. Ceketinin yakalarını kaldırıp ellerini ceplerine soktu, Barış Manço’dan Seher Vakti’ni mırıldanmaya başladı. Vefa’dan Eminönü’ne uzanan birkaç sokak sonra, çalıştığı binanın önündeydi. Tekrar saatine baktı, henüz çok erkendi. Yolun karşısına geçip sırtını ağaca dayadı, bıyıklarını düzeltip evden çıkmadan önce sardığı sigaralardan birini dudaklarının arasına yerleştirdi. Her yerde reklamı yapılmasına, büyük kolaylık olduğundan bahsedilmesine rağmen paket sigara kullanmıyor, sokağındaki bakkaliyenin sahibi Haluk’un, Maraş’tan getirdiği tütünden satın alıyordu. Boş zamanlarında sardığı tütünleri bir zarf içinde, ceketinin cebinde taşırdı. Binanın girişinde uyuyan köpeğe imrendi, kendisi bir süredir adam akılı uyuyamıyordu. Bu duruma canı sıkıldı, deniz kıyısına kaçmak istedi, yola koyuldu. Denizle kucaklaşan sokağın köşesindeki fırından iki simit aldı. Simitlerden birini, diğer simidi tuttuğu sağ elinin bileğine geçirdi. Öbekler halindeki balık ağlarının, kayıkhanelerin, tekne tamirhanelerinin yanından geçerken denizi ve karşı kıyıyı izliyordu. Çocukluk yıllarında arkadaşlarıyla toplanıp buraya, Eminönü’ne inerler, kuruyemiş yiyerek karşı kıyıda Galata Kulesi’ni tavaf eden martıları izlerlerdi. Ters çevrilmiş kırmızı bir kayığa yaslandı. İkinci simidinin son lokmasını ağzına attıktan sonra 14

ooometebeyler cebinden bir sigara daha çıkardı. Elleri halsizdi, titriyordu. Üç kırık kibritten sonra nihayet dördüncüsü ile sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekip dumanını burnundan verdi. Dört sene önce kaybettiği eşi, dumanı burnundan vermesine kızar, bıyıklarının is koktuğunu söylerdi. Anımsadı, gülümsedi. Saatini kontrol etti, doğrulup iş yerine doğru yola koyuldu. İskarpinleri kaydığı için zorlukla yürüdüğü ve bu nedenle haz etmediği taş sokaklar boyunca, babasının plaklarından hatırında kalan birkaç şarkı mırıldandı. Çalıştığı binaya geldiğinde, binanın yeni yeni ayılmaya başladığını, içerideki makine seslerinden ve pencerelerden süzülen sigara dumanından anlayabiliyordu. Bu bina, girişinde yazıldığına göre Ermeni bir kuyumcu tarafından yaptırılmış, matbaaların ve yayınevlerinin bulunduğu bir binaydı. Duvarları kalın, soğuk ve işlemeliydi. Üçüncü kata, çalıştığı yayınevine çıktı. Ceketini girişte bulunan askıya asıp cebinden sigaralarını çıkardı. Pencerenin solunda, giriş kapısına bakan masasına yerleşti. Dün akşam bıraktığı notları ve uçmamaları için üzerlerine koyduğu cam kül tablası halen yerli yerindeydi. Biraz toparlandıktan sonra masanın çekmecesinden çıkardığı kitabı incelemeye koyuldu. Bir gazeteci olan babasının, mektep yıllarında kendisine zorla öğrettiği Almanca sayesinde, Alman yazarların kitaplarını Türkçeye çeviriyordu. Aynı bölümde, kendisi gibi çalışan üç kişi daha vardı. İçerideki yoğun sigara dumanı sebebiyle birbirini güçlükle gören bu dört kişi, ara sıra birbirlerinin yanlarına giderek fikir alışverişi yapıyordu. Zaman zaman bu fikir alışverişleri yerini siyasi tartışmalara bırakıyor ve her tartışma birkaç okkalı küfürle sonlanıyordu. Eve dönüş yolunda her zamanki köfteciye uğrayıp yarım ekmek arası köfte sardırdı. Mayalamayı annesinden öğrendiği ev yoğurdu ile bol tuzlu, kekikli bir ayran yapacak, köfte ekmeğine katık edecekti. Evlerden sokağa sızan soluk sarı ışık altında bir müddet yürüdü. Eve vardığında eşikte bıraktığı çay bardağını alıp kapıyı açtı. Ayakkabılarını portmantoya, anahtarını sol ayakkabısının içine koyup içeri geçti.


Ceketini arkasına astığı sandalyede, yarısını ancak yiyebildiği köfte ekmeğe bakıyordu. Ayranını bitirdi, kalan köfte ekmeği kağıda sarıp masaya bıraktı. Başını kaldırıp karşı duvardaki saate bakmak isterken vitrin camındaki yansımasıyla göz göze geldi. Kendine yabancılık hissedeceği kadar değişmişti yüzü. Gözlerini ovaladı, bıyıklarını düzeltti, alnına düşen saçını yukarı attı. Bu görüntüye daha fazla dayanamayıp oturduğu sandalyeden pencere kenarındaki divana geçti. Sokağa bakan pencerenin yanında saatlerce oturdu. Eşinin vefatından beri ne denli yalnızlaştığına ve bu durumdan kurtulmaya çabalamıyor oluşuna şaşırdı. Uzanıp konsoldaki kitabı aldı, birkaç sayfa okuduktan sonra kitabı yüzüstü bıraktı, bir sigara daha yaktı. Annesinin vefat etmeden önce sardunya yetiştirdiği saksıyı küllük olarak kullanıyordu. Elini cebine atıp cüzdanındaki maarif takvimi yaprağını çıkardı, altta yazan sözü yüksek sesle okudu.

Acıyla gülümsedi. Maarif takvimi yaprağını biraz evvel yüzüstü bıraktığı kitabın arasına koyup kitabı aldığı konsola bıraktı. Yatak odasına gitti, dört senedir dokunmadığı nevresimin üzerine uzandı. “Yapamıyorum Leyla… Sana ‘Senin için ölürüm.’ dediğimde, ‘Benim için ölme, benim için yaşa…’ derdin. Artık ne yaşayabiliyorum ne de ölebiliyorum.” Sağ elmacık kemiğinden nevresime bir damla yaş süzüldü. Sabahı, geceden tavana diktiği bakışlarıyla karşıladı. …

Yaklaşık kırk dört sene sonra Nisan ayında, Beyoğlu’nda bir sahafta, bir kitap, yeni sahibine bir armağan sunacaktı. Otuz sekiz ile otuz dokuzuncu sayfaların buluştuğu yerde, bir maarif takvimi, bazı şeylerden bahsediyor olacaktı. Bir ömrün yükünü sırtında taşıyan bu sararmış kağıt parçası, başka “Dert ve zaruret içinde bulunanlara en ziyade ıstırap bir ömre bırakılmış bir vasiyetnameydi. veren şey, saadetle geçmiş olan zamanların hatırasıdır.” -Danté

15


Bi’ şeyler • Bugün, Barış Manço’nun işitme engellilere kendini ifade etmek için işaret dili öğrendiğini öğrendim. Bu yüzden Barış Manço’yu el hareketleriyle hatırlıyoruz.

müşkülpesent yumurta doğduğu yer olması nedeniyle Sappho’ya ithafen kullanılan “Lesboslu” sözcüğü, dönüşe dönüşe hemcinsinden hoşlanan kadın anlamına gelen lezbiyen (lesbian) kelimesi halini almış ve 1800’lü yıllardan itibaren bu anlamda kullanılmaya başlanmış. Günümüzde de şairin doğduğu Lesbos Adası’nın Eressos şehri lezbiyenlerce büyük ilgi görüyormuş. Tıpkı gaylerin Mikonos Adası’na gittikleri gibi lezbiyenler de özellikle yaz aylarında Lesbos Adası’na akın ederek ada turizmine hareket getiriyorlarmış.

• Windows XP’nin bu duvar kağıdının çeşitli programlarla yapıldığını düşünülür ama gerçekte California Sonomo vadisinin Amerikalı fotoğrafçı Chuck O’rear tarafından çekildiğini, Chuck O’rear’ı zengin eden bu fotoğrafın en fazla para ödenen fotoğraf olduğunu öğrendim.

• “Lezbiyen” kelimesinin, M.Ö 6-7. Yüzyıllarda yaşamış olan eşcinsel kadın şair Sappho’nun memleketi olan Lesbos Adası’ndan geldiğini öğrendim. Lirik şiirleriyle bilinen Sappho, şiirlerinde sıklıkla kadınlara karşı duygularından, özellikle de Afrodit’e duyduğu aşktan bahsettiği için eşcinsel olarak biliniyor. Bizim Midilli olarak bildiğimiz, Yunanlılarınsa Lesbos dedikleri (Aslı “Lesvos” olsa da Yunanlılar “v” harfini “b” olarak telaffuz ettikleri için “Lesbos” deniyormuş.) adanın Sappho’nun 16

• Chuck Palahniuk'un 30 yaşına kadar hiçbir edebi eser yazmadığını, 30 yaşından sonra tatil yaptığı yerde bir kavgaya karıştığını, ardından şehrine döndüğünde suratındaki yaralar ve darp izlerinden dolayı iş yerinde herkesin ondan uzak durduğunu ve insanların kendisinden uzaklaşmasının ve umursamamasının aslında gerçek özgürlük olduğunu fark ettiğini, bu çıkardığı sonuçtan esinlenerek Dövüş Kulübü (Fight Club) kitabını yazdığını, bu kitabın patlama etkisi yaratarak onlarca dile çevrildiğini öğrendim.


Ad覺mizleri

marmara

17


Mektup

halis muhlis

Mayıs 2015

Sevgili muhterem (muhteşem) arkadaşım, Sık sık gönderdiğin mektuplarla gönlümü okşadığın, ilgiye muhtaç hissettiğimde senden gelen mektuplarla beni gülümsettiğin için yeniden teşekkür ederim. Bu mektubu bir bahar akşamı, yerden yirmi beş metre yüksekte, çevresi dört duvarlarla çevrili, kapısı kapalı bir odanın içinden yazıyorum. İçinde biriktirdiğim eşyalarla birlikte yazıyorum. Buraya kadar çıkabilme marifeti gösteren misafirlerimle biraz vakit geçirmek zorunda olmasaydım bu mektubu akşam olmadan bitirmiş olacaktım. Bugünlerde havalar dengesizleşti. Sabah gözlerimi açtığımda dışarıyı rüzgâr süpürüyor, öğlen vakitleri çimlere yatanları sıcak kavuruyor, arada yağmur yağarak serinletiyordu. Şu an dışarıda insanı neşe ile dolduracak bir güneş var ve ben de bu neşeyle sana yazmak istiyorum. Bu güneşli günlerin birinde iş yerindeki otomattan bir şeyler alıyordum. Otomatları bilirsin. İçinde su, bisküvi olur. Parayı atarız, bize içindekileri verir. O gün ben de gitgide otomatlara benzemeye başladığımı düşündüm, biliyor musun? Beyinsiz ve ruhsuz otomatlara. Etrafımızdaki eşyalarla çok vakit geçirince onlara benzemeye başlıyormuşuz. Elektriği kesilse, kaynağını kesseler çalışmayacak, önemsenmeyecek otomatlara. Bana kelimeleri atıyorlardı. Ben de atılan kelimelere göre aynı davranışları sergiliyordum sürekli. Bu otomatın tutarlı olduğunu gösterirdi. Sürekli tekrar eden bu davranışlar ise karşı taraf için yıpratıcı olabilirdi. Belki de ne olacağını bilmediğimiz bu yerde (dünyada) sırtımızı dayayacağımız bir şeyler arıyorduk. Acizdik. Sen de böyle şeyler hissettin mi öğrenmek isterim. 18

Ergenlik dönemimizi anımsıyor musun? Apartmanın girişindeki merdivenlerde oturur havadaki bütün renklerin birbirine karışıp kararmasına kadar bir şeyler üstüne konuşurduk. Davranışları bumeranga benzettiğini söylemiştin. İçimizde bir ayna olduğundan ve bizden yansıyan duyguların, davranışların bize tekrar döndüğünü söylerdin. Eğer bumerangı görüp tutmazsak içimizdeki aynanın parçalanacağını, geriye kırılan cam parçaların kalacağını, süpürebileceğimiz bir yer olmayacağından ve kırıklıkların batmasından kaçamayacağımızı söylemiştin. Bir gün okulun bahçesindeki çeşmenin başında ağlıyordum. Mektubu birden böyle alakasız gibi gözüken yerlere çektiğim için kusura bakma. Anlatmaya çalışmak istiyorum. Neden ağladığımı biliyorsun. Bütün okulun hasta olduğu bir kıza ilan-ı aşk etmiştim. Ona “Seni seviyorum.” diyebilmem kolumdaki saate göre bir saniye sürecekken, bir saniye bir yıla bölünmüş, her harfin arasına günler, aylar girmiş gibi söylemiştim ve sadece ağlayışım ile kalmıştım. Bugünlerde -aradan uzun bir zaman geçmişti- ona bir mektup yazdım. Galiba fazla ileri gidip sanki onsuz yaşayamayacakmış gibi bayağı düşüncelerle yazınca karşıdan gelen tepki de bu yönde bayağı olmuştu. Haklıydı. Yani demek istediğim çocuksu söylenen ifadelerden bayağı gelen ifadelere nasıl yol aldığımdı aslında. Hep öyle çocuksu kalabilirdik ve hüzün de katlanabilir bir şey olabilirdi. Mektubunda; “Ben galiba delirmeye başladım.” demişsin. Bunu da nereden çıkardın? Sen düzensiz bir insandın. Aklındaki düşünceleri bir düzene sokamıyordun. Savruk fikirlerinin arasında kararsız kalıyordun. Aklının, içinin esmesi, feraha ermesi için boş olması gerekiyordu ama sen içine atmayı tercih ediyordun hep.


Sen delirmiyordun. “Gerçek neydi de sen delirmeye başladın?” diyordun kendine. Gerçeğin böyle olduğunu kabullenmemeliydin. Gerçeğin sancısını yaşıyordun fakat bu sancı geçmiştekilerin kurdukları hayallerin eşyalaşmasıydı. Sen, ben, o, biz de kendi hayallerimizle kendi gerçekliklerimizi yaratabilirdik. Soyut kavramların nesneler dünyasındaki gösteriminde karşılıksız kalıyor, adını koyamadığımız hislerin temsillerini göremeyince huzursuzluğa kapılıyorduk, galiba. Umarım can sıkıcı cevaplar vermemişimdir. Cevaplarını en yakın zamanda bekliyorum. Mektupta otomatlar gibi davranmadığımı arada gelen hissiyat yükü ile yazmaya çalıştığımı söylemek isterim. Bunların yanında birilerinin yargıç kıyafetlerini giyip cümlelerin üstlerini düzeltmelerini de anlayış ile karşılayabilirim. Ayrılırken sana, senin gibi muhteşem bir arkadaşımın çektiği fotoğrafı ve senin sevdiğin öpücüklerden yolluyorum.

Fotoğraf: Cem Yıldız / instagram.com/thejetgiller 19


20


çiğdem: NERDEN DUYDUN? küçük kara balık: Mevlit de yapacak mıyız? ikircikli: Bıraktım ben, dokunuyor bana. Öksürtüyor. marmara: Zaten çiçek de bulamadık... Kıskançlığımızdan çatlıyoruz. halis muhlis: Ne çabuk büyüyor keratalar.

ikircikli: “1. Sayı: 3 Nisan 2014 tarihinde çıktı.” Geçen sene tam bugün, bu notu düşmüşüz. Sevgili abeşler, doğum günümüz kutlu olsun! ooometebeyler: İyi akşamlar canım abeşler! Teslimata bir hafta kaldı. Asılın küreklere! şef: Daha yeni çıkmadık mı be? onur kök: La şunu 4 hafta önceden söylesene, elimiz ayağımıza dolanıyor.

küçük kara balık: Ben sizi denemek için sormuştum, yoksa biliyorum yha .s.s ooometebeyler: Çok tatlı değil miyiz? Bence evet. çiğdem: Saldırılara karşı kayıtsız kalamayan ooometebeyler başgan taarruza geçti! angel: O sizin tatlılığınız. ikircikli: Oo ucuz iş gücü, en sevdiğim. küçük kara balık: Korsan a beşle iştigal mehehe.

ikircikli: Ben bu adamları 4-5 senedir tanırım, daha gece: Bana uyar. rakı içmedik. halis muhlis: Tam varoluşsal sancı yaşayacağım angel: “O bizim teveccühümüz.” diye bir laf dergiye destek geliyor. olsaymış keşke. küçük kara balık: İşte onu oldu bil. Tam çay demleyecek yaşlarımız şu yaşlar bea!

ooometebeyler: Özelden devam edelim. <3

küçük kara balık: Hepimizin bu kadar tatlişko olmasına gerek yoktu. <3

çiğdem: Melih Gökçek’e gönderme yapamayacak mıyım ben?

gece: Ben kısa film çekiyorum, şimdi de senarist oldum hahaha. Onunla uğraşacağa benziyorum tüm hafta sonu.

ikircikli: müşkülpesent yumurta hakkında her şey.

halis muhlis: Dev hizmet! 37. sayıda geçen şarkılar.

ooometebeyler: Emniyetten takipçimiz var. İçeri düşerseniz size temiz kağıt ve kalem getiririm.

ooometebeyler: Ya siz kim bilir ne işler çevirdiniz?

şef: Pek şugar bir sayı oldu gene.

şef: Carpe DM. <3 çiğdem: Herkese hellö, çok beklettim. Hepsini farklı zamanlarda çizdiğim için biraz farklı tatta oldular küçük kara balık: Yau negzel insanlar var. <3 ama bitti sonunda. Kiminiz belki hiç beğenmeyecek belki çok beğenecek. Huzurlarınızda; “abeş kafası” ikircikli: Lahmacun yemiştim gelmeden üzerinize afiyet. ooometebeyler: Ooo kafası şimdi geldi. Ekranı öptüm. gece: Ben de yazıyı attım ama müzik sınavı için Pera’ya gitmem gerekecek o gün. şef: Uzanıp kendi yanaklarımdan öptüm.

halis muhlis: halismuhlis38sansursuz.docx

21


Merhaba, Olumlu veya olumsuz görüşlerinizi ve önerilerinizi bizimle paylaşırsanız çok mutlu oluruz.

Ayrıca destek olmak isterseniz mutluluktan bayılabiliriz. Çok masrafımız yok, küçük miktarlarla büyük kalpler kazanabilirsiniz. Hatta buraya reklam bile alabiliriz.

Herhangi bir konuda iletişime geçmek isterseniz e posta adresimiz; a5leistigal@gmail.com Beğenmek isterseniz;

facebook.com/a5leistigal

Takip ederseniz;

twitter.com/a5leistigal

Fotoğrafımızı çekerseniz;

instagram.com/a5leistigal

Geçmişe gidelim derseniz;

a5leistigal.tumblr.com

Sevgiler. <3

a5leistigal.com © Tüm haklarını kendimize sakladık, torunlara bırakacağız.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.