36. Sayı

Page 1

Ayl覺k 羹cretsiz yay覺n.


1

küçük kara balık / Kır(ı)k

2

ikircikli / Bir Sigara İçimi

4

duygu topçu / the botany of a flying frog

5

şef / Karanlık Dönem

7

gece / Sonsuz

8

angel / Vampirle Görüşme 1

10

Çiğdem Demir / Kız kardeşlerim

12

müşkülpesent yumurta / Bi’ şeyler

13

ooometebeyler / Kabak Çekirdeği

15

marmara / Adımizleri

16

halis muhlis / Kasaba

18

onur kök / Kayıp Notlar

19

sipariş öykü / Gelelim Fasulyenin Zararlarına

21

abeşistan

Keyifle ve ısrarla okuyun... a beşle iştigal


Kır(ı)k Yaşım yirmilerin son düzlüğü ama kırklı yaşların umudu vardır hep içimde. “Oh be, her şey geride kaldı!” demek için yeterli bir uzunluk birimidir kırk. Saçımdaki ilk beyazla tanıştığım günden, saçımda son siyah kalana kadar dahil olduğum tüm lezzetlerin tadıdır. “Acı” denecek kadar arabesk olmasa da, kekremsidir şimdiden. Damağımda da, dimağımda da… - Öylemesine Bilgi: Yazı hayatımıza devam ediyor olduğumuzu temel alırsak, ben kırk yaşına geldiğimde “a beşle iştigal” ailesi olarak yüz yetmiş dördüncü sayımızla iştigal etmiş olacağız! (Buraya ağızda patlayan şeker “popping candy” efekti gelecek.) – Kırk yaşımda huzurun suret bulmuş hali olan biri yoksa yanımda, muhtemelen kırgınlıklarım kalmıştır ardımda. Ya da belki ‘biz’ olmanın iki kişilik kalabalığını yaşıyorumdur. Güzel günlere olan inancımla, ağız dolusu gülerek geçiyorumdur hayattan... Yirmili yaşlarımın muamması bitmiş, unumu hiç elememiş ama ona rağmen eleğimi asmışımdır belki. Herkesi, tüm tanıdık yüzleri ardımda bırakmaya bir adım daha yakınımdır. Biraz kilo almışımdır, annemin her seferinde özlemle öptüğü elmacık kemiklerim artık belirgin bile değildir hatta. Ve ben böylece kendimi bile ardımda bırakmışımdır…

küçük kara balık

Ektiğim fidanlar ağaç olmuş, dallarına mavi baştankaralar konuyordur belki. Demir kapısının her iki yanındaki örme duvarları şefkatle sarmalayan begonvillerin olduğu, huzur dolusu bir evim vardır. Bundan birkaç on yıl sonraki hayatımı, olduğu kadar organik geçirebilmek adına pencere önünde minik saksılarda maydanoz, rengi yeşile çalan pek şekilsiz turşuluk domates; balkondaki çuvalda ise patates yetiştiriyorumdur… Hayal bu ya, evrene dar gelen bir bedene tüm güzellikleri sığdırmak istiyorum. Sığmayanları da güç bela sıkıştırmak! Kırklı yaşlarım biraz yaşanmamışlıklarım. Pastadaki bilmem kaç tane mumu, ciğerlerimde beni boğan son nefesmiş gibi üflemek biraz da. Yani mesela üzülmek kendisinden çok yaşadığın bedenler için. Utanmak... Kırkında kadın olmak, “Yıllardır kendini bulutlara saklayan illegal bir yağmurum. Bir yağsam pahalıya mal olacağım…” diyen Didem Madak’ın dizelerini dua gibi içinden tekrarlamak aslında. Hala hayattaysam eğer… Hala bir sapkın düşünceye, bir eril güç gösterisine kurban gitmediysem eğer.

1


Bir Sigara İçimi “Gerçek değildiler birer umuttular. Eski bir şarkı belki bir şiir, ne kadınlar sevdim zaten yoktular, böyle bir sevmek görülmemiştir.” -Attila İlhan

Erkek İzmir’de öğrenciliğimin son yılındaydım. Son zamanlarda vaktimin büyük bir bölümünü denize nazır bir bank bulup denizi izleyerek, denizin gizemini çözmeye çalışarak ve denizden hayal yakalayarak geçiriyordum. Dalgaları izliyorum, dalgaları izlerken herkesin aklına deniz gelir, benimse aklıma rüzgar geliyor. Denizle tutkulu bir aşk, heyecanlı bir evlilik mi yaşıyorlar, yoksa kavga mı ediyorlar? Bilmek istiyorum. Deniz gibi bir kadını sevmek, deniz gibi bir kadına aşık olmak isterken buluyorum kendimi.

ikircikli Cesaretimi toplayıp arkasından kalktım. Karnıma yiyeceğim tekmeyi veya atılacak bir meydan dayağını düşünerek temkinli yürümeye başladım. En yakın karakol Pasaportta. Korkuyorum. Bu korku bu zamana özgü bir durum değil genelde de korkar ve bir şeyleri yapmaktan kaçınır ve kesinlikle pişman olurum. Bu sefer bunun farklı olmasını istiyorum. Adımlarımı hızlandırıp yanına yanaştım. Filmlerde jönler böyle harekete geçer, ben de geçtim. Böyle anlarda her şeyin mahvolması çok kolaydır. Bozuk bir kaldırım taşı veya yanlış yerde, yanlış zamanda gezinen bir martı anınızı mahvedebilirdi ama bunların hiçbiri olmadı. “Sizi kitap okurken gördüm.” Bir konuşmaya ancak bu kadar saçma bir cümleyle başlanabilirdi. Anlık pişmanlık ve utançlarımı yüz ifadelerimde yaşarım. Sanki biri yüzüme körüklü bir pompayla sıcak hava basıyor... Kadın

Bankta sakince kitabımı okuyordum ve her zamanki gibi denize bakarak sonsuzluğu ve hissizliği düşünüyordum. Denizin o temiz havasını içime çektikçe yeniden aşık oluyordum. Hayata dair bir sevinç yeşeriyordu içimde. Hem yalnızlığı hem de kalabalığı hissedebiliyordum o an. Ve tabi ki yan bankta oturup çekinerek beni izleyen onu... Hiç acele etmeden tüm hareketlerimi izledi sessizce. İskele tarafından bisikletiyle askeri bando hızında ilerleyen bir çocuk geliyor. Rüzgar, uzunca saçlarını Kalkıp yürümeye karar vermiştim. Kitaba uçuşturuyor, yolda ilerlemek ve rüzgarı yenmek için veremiyordum kendimi. Düşüncelerim iyice dağılmıştı. tüm gücünü kullanıyor. Parke taşlarının üzerinden gürültüyle geçiyor. Hissettiğim güveni fark etmiş olacak ki adımlarını hızlandırıp yanıma geldi, her şey dozundaydı. Sesi Yan bankta oturan düz, uzun saçlı. Yeşil, titriyordu, heyecandan mı soğuktan mı uzun hırkalı kıza gözüm takılıyor. Okuyor, başını anlayamadım. Utangaç bir hali vardı. Sanırım o da kaldırıyor, gözlerini kapayıp bir süre düşünüyor ve benim gibi hislerini yüzünde yaşayan, hisleri tekrar okuyor. Derin bir nefes alıp denizi kokluyor. Kadınlar hisseder derler acaba varlığımı hissediyor yüzünden yaşayan biriydi. Açıkçası ilgimi çekmeyi başarmıştı. Başı önde yürüyordu, bakabildiği mudur? Acaba onu rahatsız ediyor muyum? zamanlarda samimiyetle bakıyordu. Samimiyetle Korkutmamak için göz ucuyla baktım. İçimde bakabilen bir çift göz, bir çift gözden çok daha onunla konuşma hissi peyda oldu. Onu izlediğim fazlasıdır. Ağzından çıkan kelimelere çok fazla süreye sayılarla ifade edilen bir zaman önem vermedim. Sorduğu soruyu cevaplamadım. veremeyeceğim, bir sigara içimi kadar diyebiliriz. Ben kafasının içindeki sorulara cevap vermek Çantasını topladı, iskeleye yakın taraftaki banktan istiyorum. kalkıp güneşin batışına doğru yürüdü. Kadınlar, mavi gözlü, küçük burunlu kadınlar; her biri naif, her biri evren gibi… Evrenin yasaları işler kadınların derinliklerinde. Nasıl ki güneş ışınları, denize girebilmek için doğru açıyla gelmek zorundaysa. Bir kadının kalbine de ancak doğru kişiyseniz, kırılmadan girebilirsiniz.

2


Bu adamda, beni kendisine doğru iten bir şey vardı. güzel bir şey yaşıyorduk. Mesela siz bir insanı Neydi? Yoksa bu adamda beni kendisine doğru iten sessizliğinden sevdiniz mi? bir şey olmasını mı istiyordum? Mesela deniz hangi saatte gözlerinin mavisine Erkek yaklaşıyor bilir misiniz? Ruhların anlaşabilmesi için ne kelime gerek ne de görüntü, sadece düş… Güneşin battığı yöne yürüyorduk, deniz hışırtısı, Sadece düşünce… rüzgarın uğultusu… Genel geçer sorularla vakit kaybetmek istemiyorum. Nereli? Öğrenci mi? Kadın Nerede öğrenci? Nerede yaşıyor? Bunları zerre Kendime dahi itiraf etmek, bu gerçekle yüzleşmek umursamıyorum. Uzun zamandır beklediğim biri istemesem de vakit gelmişti. Çantamı ağır ağır gelmiş gibi hissediyorum. Hoş geldin desem çok mu topladım. “Gitmeyip burada kalsak mı?” diye abes olurdu? Nefes ve adım ritimlerimizi aklımdan geçirdim. Bu onu bir hayale hapsetmek ayarlamaya çalışıyorum. “Ben buradan otobüse demekti. Çantamı toplayıp, doğruldum. bineceğim.” dedi “Seni bir daha görebilecek miyim?” dedim. “Belki…” dedi. Sesi küçük bir kızın Gideceğimi anlamıştı ve gitmemi kabul etmek saçlarını tarar gibiydi, insanın canını acıtmaktan zorundaydı. korkan ve şefkat dolu. Bazı şeyler anlaşılmayınca “Hala aşık ve severken veda edilsin isterim.” dedim. çok daha güzeldir. İnsanın, sevgiye dair içinde yaşadığı her şey, sevginin kendisinden daha güzel Başladığı gibi bitsin, ilk günkü gibi olsun istedim. değil midir zaten. Yandaki banka gittim oturdum, sonra kalktım ve yürümeye başladım tek bir fark vardı bu sefer Kadın arkamda adımlarını hissetmiyordum. Ertesi gün aynı banka oturup bekliyordum onu. Erkek Sonra sessizce gelip yanıma oturdu. Sanki konuşursak tüm büyü bozulacak gibi. Öğrenmek Ne gereksiz birkaç kelime ne de anlamsız bir takım istediğim her şey silinip gidiyor aklımdan. Anlaşmak hareketler. Onunla geçirdiğim zamanı sayılarla için kelimelere ihtiyaç duymuyorduk. Biz ifade edemeyeceğim, bir sigara içimi kadar diyelim. susuyorduk, bankın arkasında gölgelerimiz Defterimi çıkardım ve birkaç mısra daha karaladım. öpüşüyordu. “Rüzgar dindi. Erkek Deniz duruldu Ertesi gün, bu sefer iskeleye en yakın banka Ve dalgalar gitti. oturmuş ve yine kitap okurken gördüm onu, örgülü Bir daha böyle bir rüzgar gelir mi? saçlarını banktan uzatmış, başına geçirdiği beyaz, Sarabilirsiniz artık beni çarşaflara.” puantiyeli bandanasıyla martılara selam veriyordu. … Sessizce yanına oturdum. Defterimi çıkarıp birkaç mısra karaladım. “Kelimeler anlatabilse, konuşurum. Susuyorum, Susuyorsun. Sen sustukça sana susuyorum.” Günler böyle geçiyordu. Beraber susarak mevsimin değişimini izliyorduk. Dalgalar günden güne azalıyordu. Bizim için de zaman daralıyordu. Zamanımız azaldıkça daha çok sessizleşiyorduk. Boş ve gereksiz sözcüklerle harcanmayacak kadar

Doktor: Hastamızın durumu nasıl, bu gece de halüsinasyon gördü mü? Hemşire: Bütün gece sayıkladı ve siz gelmeden az önce etrafa saldırmaya başladı. Biz de bağlamak zorunda kaldık. Doktor: Zihin bölünmesi olan hastalarda böyle şeylerin olması çok doğal. Bu iğne onu kendine getirir.

3


the botany of a flying frog

4

duygu topรงu


Karanlık Dönem Artık şişede iyice azalmış bulunan rakıdan biraz daha doldurdum kadehe. Biraz daha içtim, biraz daha yalnızlaştım. Biraz daha içtikçe hayat, biraz daha yitirdi anlamını. Görüntüler bulanıklaşacağına daha da netleşti. Gerçek ya da hiçlik, daha da korunmasız gözükmeye başladı gözlerimin önünde. Hani unutmak ve uyumak için içiyordum? Gündelik hayatı bir şekilde goygoylar, espriler, koşuşturmalar, rahatsız edici düşünceleri halı altına süpürmeler şeklinde geçiriyordum. Ama ne zaman içsem… Ah yine niye içtim ki? İnsan sarhoş olduğunda, içtiği içki gerçekleri, bilinçaltındakileri su üstüne çıkarıyor. Ben ne zaman içsem mutsuz oluyorum, sahiden de benim gerçekliğim bu mu? İçim bundan mı ibaret benim? Yani koskoca bir mutsuzluktan ve iflah olmaz bir umutsuzluktan mı? Hele ki bir başınaysan içerken, farkında olmadan içinde biriktirdiğin ne varsa gelir oturur karşına. İşte şu anda da bu oluyor. Sahi ben bugün bir haber aldım, o yüzden buradaydım. O halde gelin şimdi size bu haberle birlikte yeniden anımsadığım, yıllar öncesinde kalan, çoğu zaman unuttuğumu sandığım ama ne zaman aklıma gelse soluğumu kesen bir hikayemi anlatayım: Şule’yle üniversitenin son senesinde tanışmıştık. Hiç beklemediğim bir anda ve gerçek olacağına inanamadığım bir biçimde birbirimizle yakınlaşmıştık. Şule’yle olan durumumuzun bir yandan gerçek olamayacağına inanıyor, bir yandan da korkuyordum her şeyin kolay ve kendiliğinden bir akış içinde meydana geldiği bu güzel gidişattan. Çünkü o yaşıma kadarki hayat tecrübeme göre hiçbir güzel şeyin, böyle kolay bir şekilde gerçekleşebileceğini düşünmüyordum. Ne bir uğraş vermiştim o anki mutluluğuma erişebilmek için ne de bir bedel ödemiştim. Bu yönüyle benim için hem şaşırtıcı hem de dediğim gibi korkutucuydu. Bu kadar kolay sahip olduğum bir şeyi aynı kolaylıkta ve birdenbire kaybedebilecek olma düşüncesi beni oldukça rahatsız ediyordu. Nitekim sonraları öyle de oldu. Üniversiteden mezun olalı üç, Şule hayatıma gireli dört yıl olmuştu. Bu süre içinde askerliğimi yapmış

şef ve birkaç işte çalışmıştım. Hala keyif aldığım ve ekonomik açıdan beni rahatlatacak bir iş bulamadığım, kazandığım parayla anca kira ve fatura masraflarını karşıladıktan sonra bana pek bir şey kalmamasına rağmen Şule’nin hayatımdaki varlığı, bunların hiçbirini dert etmememi sağlıyordu. Ailem hali hazırdaki pek de iyi sayılmayan şartlarımdan dolayı beni Edirne’ye dönmeye ikna etmeye çalışıyordu. Yaşamanın İstanbul’a göre çok daha rahat ve masrafsız olduğu, doğup büyüdüğüm şehir olan Edirne’ye dönmek belki benim için daha iyi bir seçenekti ama ne Şule’yi ne de tüm pislikleri ve zorluklarına rağmen çok sevdiğim İstanbul’u, özellikle de Kadıköy’ü bırakıp gitme fikrini aklımdan bile geçirmiyordum. Ben de sürekli onları geçiştiriyordum. Onlara sürekli olumsuz cevap vermeme rağmen bu ısrarlarından bir türlü vazgeçmeyişleri beni onlardan uzaklaştırıyordu. İnsanların çocuk sahibi olduktan sonra çocuklarını aynı zamanda onların hayatlarına diledikleri gibi hükmedebilecekleri, onları mülkiyetleri altında bulunan birer mal gibi görmeleri ve onları asla bağımsız ve özgür bir birey olarak görememeleri sorunu sanırım uzun yıllar, özellikle de bizim ülkemizde, çözülemeyecek bir sorun sanırım. Her neyse, bu başka bir mesele. Şule’ye tam anlamıyla aşıktım ya da öyle zannediyordum, ya da eski bir sokak şairi dostumun dediği gibi; “Onu sevdiğimi düşünmekten çok hoşlanıyordum.” Bilemiyorum. Zaten ne fark eder ki? O beni hayatta tutan tek şeydi. Onunla karşılaşmadan önce hiçbir amacım, hiçbir nedenim yoktu yaşamak için. İntihar gibi bir düşüncem de yoktu, sadece nedensizce zamanı geçirmek ve ölüme biraz daha yaklaşabilmek için yaşıyordum. Hayatta hiçbir gayesi, ya da hayatını dolduran hiçbir şeyi olmayan biri olarak hayatın olağan akışının bir nevi doğal seleksiyon gereği bir-iki sene içinde muhtemelen bir kaza sonucu canımı alacağını düşünüyordum. Çünkü böyle olmalıydı, sebepsiz bir varlığın dünyada yeri yoktu. Şule’den sonra ise, her gün onun düşüncesiyle yaşayabileceğim, her düşündüğümde içimin sevinçle dolduğu biri olmuştu artık. 5


Şule, yaşamak için bir sebep olarak karşıma çıkmıştı ve böylece hayatın beni öldürmesine de gerek kalmamıştı. Sanırım o da benim için benzer şeyler düşünüyordu çünkü bana karşı olan davranışları bunu gösteriyordu. Ben bütün hayatımı bilerek veya bilmeyerek, belki de mecburiyetten onun varlığı üzerine kurduğum böyle bir zamanda Şule’nin beni aldattığını öğrendim. Nasıl öğrendiğim konusuna girmeyeceğim. Duyduğum üzüntüyü tahmin edersiniz. Olayın şokuyla çokça kendimi suçlamıştım. “Nerede hata yaptım, neyi yanlış yaptım da başka birine gitti?” diye pek çok defa sormuştum kendime. İyi ama o zaman çıkıp gitmeliydi hayatımdan, aldatmak çok ağır azap. Belki çok etkilenmişti ondan ya da onun ilgisi hoşuna gitmişti. Tamam; beğenilmek, hoşlanılmak herkesin hoşuna gider ama bunu aldatmaya yönelik bilinçli eylemlere dökmek başka bir şey, bu bir vicdansızlık. Belki de bu yolla kendini özgür hissediyordu ya da özgüven aşılıyordu kendisine, başkalarının güvenini emerek. Hayatımın bundan sonraki aşamasında karanlık bir dönem geçirdim. Yemek yiyemiyordum, içki içmeden uyuyamıyordum. Hatta bir ara doktora da gitmeyi düşündüm ama doktor muhtemelen ilaç verecekti, hem ilaç hem de içki bir arada olmayacağından bu fikirden vazgeçtim. Zaman zaman bazı arkadaşlarım bana destek olmaya çalıştılar ama hep benzer ve bana faydası dokunmayan şeyler söylüyorlardı: “Oğlum dedik sana hiç kimseye bu kadar güvenme, hiç kimseye bu kadar bağlanma diye. Dinlemedin ki.” Bana gerçekten hiçbir faydası olmuyordu bunların. “Ben sana diyorum ki iyi değilim, sense ne yapıp yapmadığımla ilgileniyorsun; mesele bu mu şimdi pezevenk?” Her neyse, çok da karamsar değilim. Hiçbir “karanlık dönem” sonsuza kadar sürmez. Bundan sonra da mutlu olabilirim ama artık hiç kimseye güvenemem. Belki bundan sonra bir başkası da olacak hayatımda. Bu insan belki gerçekten güvenilir biri olacak ama ben daha önce sütten ağzım yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyeceğim. Yani ona da yazık olacak, bana da. Bu karanlık dönemi atlattıktan sonra İstanbul’dan ayrıldım ve Edirne’ye yerleştim. Buradaki nispeten daha sakin yaşam bana iyi geldi diyebilirim. Boş 6

vakitlerimin çoğunu Karaağaç’ta, gündüzleri kahvelerinde kitap okuyarak, geceleri meyhanelerinde rakı içerek geçiriyordum. Yine sadece bana ayrılan süreyi doldurmak için yaşamaya başlamıştım. Mutlu sayılmazdım, mutluluk başka bir şey ama keyfim yerindeydi. “Keyifli mutsuzlar” sınıfına dahil olmuştum. Bir izin günümde, Karaağaç’ta tenha bir kahvede oturup kitap okurken telefonuma bir mesaj geldi. Mesaj Şule’dendi. Uzunca bir mesajdı. Özet olarak hatasının farkına vardığından bahsediyordu ve benden onu affetmemi istiyordu. Onunla diyalog kurduğum takdirde keyfimin kaçacağını, bolca üzüleceğimi ve hatta belki yine “karanlık dönem”e girebileceğimi hissettiğimden herhangi bir şey söylemedim. Bu olaydan yaklaşık bir hafta sonra da Şule’nin intihar ettiği haberini aldım. Sonradan öğrendiğime göre sorunlu bir yaşantısı varmış. Sevgilisi onu terk ettikten sonra daha fazla dayanamamış ve bol miktarda ilaç içerek intihar etmiş. Şule’nin bu duruma düşmesinden sonra kendi “karanlık dönemim”i düşündüm. O zaman bir haksızlığa uğramıştım ama kendimi oldukça muhtaç ve sefil, Şule’yi ise bir o kadar ulaşılmaz ve güçlü olarak düşünüyordum. Böyle durumlarda haksızlığa uğrayan kişi, kendisine haksızlık edenin kendisinden daha yukarıda ve daha büyük olduğunu düşünür. Kendisininse daha aşağıda, daha yetersiz ve daha sefil bir durumda olduğunu… Bu his, politikacılar, katiller, hırsızlar vs. ve mağdurları arasında da geçerlidir. Oysa gerçekte durum tam tersidir. Haksızlık eden kişi çoğu zaman o kadar aşağılık ve güçsüzdür ki, haksızlık ederek bunu gölgelemeye çalışır. Haksızlık eden kişi bu özgüven oyununda ihtiyacı olan özgüveni kazanıyor ancak kaybettikleri de var; masumiyet ve sadakat gibi. Ve bir insanın hayatı bunlar üzerine kuruluysa, hayatı o kadar da kolay geçmiyor. Çünkü vicdandan yoksun bir özgürlük ve özgüven yerin dibine batmaya mahkumdur.


Sonsuz Önümde duran ağaçlar, karşı sokaktaki binaları görmeme engel olmuyor. Şahit oluyorum her kavgaya, iki aşığın dokunuşlarına. Bir baba bağırıyor ufacık kızına. Daha 4 yaşında yok belki. Aynı anda, yavru bir kedi miyavlıyor acı acı. Büyüyüp geldiğinde öğrenecek tüm sokak hayatını ve tısyacak gördüğü tüm köpeklere. Bağırış sesleri ve küçük çocuğun ağlamaları kulağıma dayanıyor. Babaya hak vermiyorum elbet ama koca şehrin kalabalıklığı her insanı geriyor. Onlar için ağlıyorum bu gece. Daha sonra adıma yazılmış ancak hiçbir radyoda kendini duyuramamış bir şarkı oturuyor boğazıma. Yutkunmalarım geri çeviremiyor onu girdiği yoldan. Ve uzaklarda, bu şarkıyı yazan adamla aynı anda mırıldanıyorum sözlerini elimdeki kağıtla. Acılarımız yazıyor içinde. Kağıdı yakmak için en büyük kibriti seçiyorum kutudan. Annem kaç sigara içtiğimi bu kutudan sayıyor. Ve o kibritin uzunluğu bile yetmiyor umutlarımı söndürmeye. Kulağımda bir sevgilinin son sözleri. “Gülme.” diyor. “Beni kaybediyorsun görmüyor musun, gülme.” Ama sıfatımı bilenler kahkahalarımla tanıyor beni. Onları yanlış çıkarmak istemiyorum. Anlatamıyorum, sinirlendiğimde yüzüme koca bir gülümsemenin yerleştiğini. Şen çehrem umut oluyor başkalarına. Kanatlanıyor parmaklarında bir yerde. Ve ben, o küçük kız için ağlıyorum bu gece.

gece “Aç. Ve kaç.” Kırmam gereken çok kalem var. Duymak ve duymamak arasındayım. Şansa, kulağıma değiyor zilin kesik seslerinden biri. Ve bir maraton başlıyor. Onunla beraber ben de başlıyorum engelleri yıkmaya. Vakit daralıyor ve var olan tüm hislerim üst üste biniyor. İçimde ne var ne yok hepsi bir insana dönüşüp karşıma çıkıyor. Aralarından en çok sevdiğim uzun, düz saçlı bir kız. Eline makas değmemiş hiç. Onu da kendime benzetmekten korkuyorum. Ama zaten uçurumun sonunda. Atlasa bana düşecek. Bir çığlık duyuyorum. Çığlıkla kendimi sokağa atmam arasında çok da bir zaman farkı yok. Köşe başındaki dondurmacı amca vefat etmiş. Etkilemiyor beni pek. Ölümlere alışmış vücudum, bir tanesini daha kaldırabilir elbet. Karşımda duran uzun düz saçlı kıza dönüyorum. Sarılıyorum ona. Sarılıyorum ve uçurumdan beraber atıyoruz kendimizi. El eleyiz. Artık, galaksilerinizden hiçbirini sığdıramazsınız aramıza.

Koca bir şehri üstümüzden geçen uçakların ışıkları aydınlatıyor. 26 sayıyorum. İçinde kaç tane baba var, hayal ediyorum. Hayallerime sığmıyor sayılar. Her birini dudaklarımın kenarıyla çarpıyorum. Ancak düşlerimdeki önyargıları kıramıyor hiçbiri. Boşalan gardıroba bakıyorum bir anda. Kedinin sesi kesiliyor, terk edişlerin geliyor aklıma. Hatırladığım tek tartışmada nasıl da indirmiştin o kapının küçük penceresini. Şimdi tüm o cam kırıkları boğazıma dayanmış, bekliyor. Gel yine kır. Kendini kurtardığın bu hayattan, şimdide beni çek ve çıkar. Sonra alt komşunun okyanus gözlü kızı özlüyor beni. Zilimi çalıyor bir defa. “Aç.” diyor. 7


İş Görüşmeleri Yazı Dizisi / Vampirle Görüşme 1

angel

uykudan önceki esneme anlamına geliyor. Yani uyku vaktine kadar bizimlesiniz gibilerden = 21:00+ Firmanın söylemediği ama bizim duyduğumuz: (İşlerin sürecini ayarlamaktan aciziz. Proje yöneticilerimiz aciz. Bu sebeple işlerimizi, haftada 5 gün olmasına rağmen, normal saatlerde bitiremiyoruz. İşbilen proje yöneticisi alacağımıza çalışanlarımızın kanını emmek daha kolayımıza geliyor. Vampire de bu şekilde dönüştük. Öneri: Bu tip sorulara, iyi bir arı olarak politik cevap vermekte yarar vardır. “Firmanın sahip olmadığı” özellikleriniz size artı kazandıracaktır. Mesela sizin için iyi bir program yapılırsa iş teslim günlerini aksatmayacağız konusuna vurgu yapılabilir. Eğer mesaiye kalmaya niyetiniz yoksa (benim gibi) “Haftada bir iki gün - geçe - kalmanın sorun olmayacağını” söyleyebilirsiniz. Bu cevap yetkiliye, üçüncü gün arıza çıkaracağınız gerçeğini anlatır. *Not: Yazı dizimiz boyunca firma ve vampir isimleri değiştirilecektir.

Hasan Bey: Evli misiniz?

HasDigital Firmaya HasDigital, görüştüğüm kişiye de Hasan Bey diyelim. (Görüşmedeki ilk sorular alışma turlarıdır ve önemsizdirler, kendinizi sıkmayın bu sorularda kimse elenmez.  ) “Biraz kendinizden bahsedin.”, “Freelance’den sonra fulltime işe girmek zor olmayacak mı?” “Nerede oturuyorsunuz?” gibi. Tahminen 3. sorudan sonra konuya girilir. Hasan Bey: Mesai saatlerimiz 09:00 - 19:30. Bu ara biraz yoğun. Esnek çalışma saatleri sizin için sorun olur mu? Eşittir ananızı ağlatmayı planlıyoruz ama netiz bir yandan, baştan söylüyoruz. Buradaki esneme de 8

Bu soru erkek arkadaşlarımızın-babalarımızın kıllanmasına hiç gerek olmayan tamamen kaç litre kan verebileceğinizin araştırılması ile ilgili bir sorudur. Yani yetkili vampirin öğrenmek istediği “Sizinle bir geleceği olabilir mi?” düşüncesinden çok, "sinirli bir koca ve ya sürekli hasta olan velet izinlerini" tercih etmemeleri ile alakalı bir durumdur. Medeni halinize bağlı olan özel sektör kariyeriniz "kötüden iyiye doğru" hamile, evli, nişanlı, boşanmış, erkek arkadaşı olan ve bekar olarak ilerler. Öneri: Bu tip durumlarda sevgiliniz olmasa da “Bir beraberliğim var ama gündemde evlilik yok.” demeniz en olumlusu olacaktır. Böylece mesaiye kalmasında bir problem olmayan, geceleri Poyraz Karayel eşliğinde çiğdem çitleyen pijamalı görüntü, yerini, arkadaşıyla o festival senin, bu konser benim dolaşan (para harcayan) kanlı canlı bir bireye bırakacaktır. Öneri: Ortam sessizleştiğinde mutlaka haklarınızı öğrenin!


Simge Hanım:

ceketi Ralph Lauren, gömleği iğrenç. Telefonu böğürtlen marka ve erkek olmasına rağmen iri taşlı Sosyal haklarım nelerdir ve Cumartesi çalışılıyor bir yüzüğü mevcut. mu? (Yol/yemek vs.) Sadece üstündekileri satması benim beklentimi “3 ay deneme olduğundan sigortayı sonra karşılayabilir. yapıyoruz.” Sektörel Yorum: Kovan ful tasarım, duvardan (Yasal olarak son derece güldürükçü bir savdır. İş duvara Dinarsu, mutfaktan banyoya Mudo... Ama kanununda deneme süresi karşılıklı anlaşılırsa arılara baldan pay yok. maksimum 2 aydır ve iş yerleri sigortayı hemen yapmak durumundadırlar.) Öneri: Her yetkili, şirketine en çok yararı olan en az maaşı verebileceği kişiyi seçer. Bu kuraldır ve buna Yemek kartı kaç TL? saygı duyarım. Sizin yapmanız gereken ise “Bizim Hasibe anamız var mutfakta çok yeteneklidir. ederinizi hesaplamak ve kafanızdaki miktardan ne kadar düşeceğinizi bilmektir. Buna görüşme anında Şahane yemekler yapar.” değil önceden karar verin. (Ben ilk girdiğim işimde Yani = Asker ocağındaki gibi aynı şeyleri yeriz ve -ani bir maaş sorusuna- bir dil sürçmesi sonucu 750 böylece çalışanların dışarı çıkıp iki nefes almasını yerine 250 demiş ve 1 sene bu rakama çalışmıştım, engelleriz, zaten vampir olduğumuzdan gün ışığı iyi ben yaptım siz yapmayın.) gelmiyor. Aslında en profesyoneli, fiyatınızı düşürmemektir Yol-servis mesai ücreti zaten yok. ama illa düşeceğim diye tutturuyorsanız iş yerinin size getirilerine ve sosyal haklara bağlı olarak Özel sigorta; şirket çok yeni mini mini olduğundan yapacağınız indirim minimum olsun. (10’da 1 filan.) ileri bir tarihte düşünülüyor. Ha bu arada Cumartesi günü yarım gün çalışıyoruz. Eğer biri “örnekte olduğu gibi” 3 sene önceki maaşınıza ulaşamayacak bir aşamadaysa çok aşırı 09:00 - 16:30 işe ihtiyacınız olsa da oradan hızla kaçın. Gidin Öneri: Sizi üç ay sigortasız çalıştırmak isteyen ve Saray Muhallebicisinde filan çalışın, en azından yarım günün 16:30 da bittiğine inanan adamdan sosyal hakları iyi. hızla kaçın. Adam bir büyünün etkisinde olabilir. Ha Bu firmaların ya müşterisi yoktur ya da kan çok çalışmak istiyorsanız sigortasız, süreyi piyasasına yeni düşmüş 2. kalite vampirlerle kısaltmak adına beylik laflar edin. “Ben kolay doludur. Ben kanımı asla 2. kalite bir vampire adapte olurum.”, “Kısa sürede anlarsınız ne kadar vermem şahsen. hızlı olduğumu.”, “Çalışkanım.”, “Yasam!” gibi. Hasan Bey: Maaş beklentiniz nedir? Simge Hanım: 2009 da son işimden x kazanıyordum, şu an x+2 kazanıyorum. Beklentim x+3. Hasan Bey: Hmm Bilemiyorum x’lere çıkabilir miyiz? (İşte dişerin çıktığı an.) Etrafında konuşmakta olduğumuz budağı üzerinde masa (yeni baktım daha) Mudo Consept’te 3,400TL. Adamın gözlüğü Armani, saati Diesel,

Devam edecek… 9




Bi’ şeyler • Osmanlı’da asayişi sağlamakla yükümlü gizli zabıta görevlilerine “böcekbaşı” denildiğini öğrendim.

müşkülpesent yumurta

• Galapagos’ta yaşayan mavi ayaklı sümsük kuşunun (Sula nebouxii) karşısındakini etkilemek için mavi ayaklarını gösterdiğini ve erkeklerin ayakları ne kadar mavi olursa, çiftleşecek dişileri Böcekbaşı, İstanbul ağzına ve yeniçeri argosuna ait etkileme şansının da o denli yüksek olduğunu bir terimmiş. Böcekbaşları özellikle hırsızları öğrendim. Ve de insandan başka canlılarda hep yakalamak ve hırsızlıkları önlemekle görevliymiş ve erkeklerin süslü püslü olduğuna bir kez daha hem kadın hem erkek böcekbaşı olabilirmiş. Ayrıca şaşırdım. suçluları yakalamada muhbirlik yapan, tövbe etmiş hırsız ve yankesici gibi sabıkalılara da böcek denirmiş. Günümüzde insanların evlerine iş yerlerine yerleştirilen dinleme aletlerine verilen böcek ismi de buradan geliyormuş.

• Çemberlitaş olarak bildiğimiz sütunun, 330’lu yıllarda, İmparator I. Konstantin onuruna İstanbul’un yedi tepesinden birine dikilmiş olduğunu; her biri 3 ton ağırlığında ve 3 metre çapında olan bileziklerle birbirine bağlanmış 8 taş silindirin, bir kaidenin üzerine dizilmesiyle oluşturulan bu anıtsal yapının o dönemde Forum Kostantin olarak bilinen alanın ortasına dikilmek üzere Roma’daki Apollon Tapınağı’ndan sökülerek getirildiğini öğrendim. Aşağıdaki canlandırmada Forum Konstantin’in muhteşemliğini görebilirsiniz.

12


Kabak Çekirdeği

ooometebeyler

“Pezevenk ‘Selamın aleyküm.’ diyor bir de. Gören de bunu namuslu zanneder. Ulan ben bu dükkanı açtığımdan beri, bak on üç sene oluyor, her sene mutlaka alırlar bunu içeri. Bu Asmalı Mescit'teki mekanların hepsine kaçak alkol satıyor pezevenk. Nasıl beceriyor onu da bilmiyorum, kasa kasa kaçırıyor Bulgaristan'dan.”

İnce bıyıkları düştü, gözlerini avucumdaki kabak çekirdeklerine dikti. “Aramadı daha. Arar çağırırsa giderim, aramazsa burada sürünmeye devam. Bu ay sonunda otuz üç yılı doluyor evliliğin, ben bu kadını hala anlamadım. Bacanağa laf söyledim diye bunca şey…” Bir süre sessiz kaldıktan sonra çayından son yudumunu alıp içeri geçti.

Elindeki tostu saman kağıda sarıp bana uzatırken yanında bir şey içmek isteyip istemediğimi sordu. Başımla istemediğimi işaret edip tosttan büyükçe bir lokma ısırdım. İçeri geçtikten birkaç dakika sonra pencereden uzanıp yanıma bir ıhlamur bıraktı, kaşlarını kaldırıp “Al iç sen şunu. Genizden konuşuyorsun.” dedi. “Ya bırak işi mişi şimdi, gelip şöyle otursana sen. Bu saatte gelen olmaz zaten.” deyip yanıma çağırdım. Elinde çayıyla gelip diz boyundaki tabureye oturdu. “Ee sende durumlar ne, uğramıyorsun epeydir?” diye sordu. Gözlerimin çay içinde dönen kaşığa daldığını fark edince durdu, “Aloo?” diye seslendi. “Abi ne olsun, aynı işte.” diye geçiştirirken dükkanın önünden geçen kazı kazancıyı durdurup iki kart aldım. Biri boştu, diğerinden yirmi lira çıktı. Yirmi liramı alıp boş olan kartı dörde yırttım. “Sinan, neyin var lan?” diye tekrarladı.

Avucumdaki çekirdek kabuklarını kül tablasına boşaltırken “Abi bana bir tane daha ıhlamur getirir misin?” diye seslendim. Bir elinde çay, diğer elinde ıhlamur geldi. Kaşları çatık, yüzü asıktı. Keyfi kaçmıştı besbelli. Bir kez daha sigara uzattı, avucumdaki kabak çekirdeklerini gösterip reddettim. “Sen ne yaptın işi? ‘Başka şehre gönderebilirler.’ falan diyordun.” diye sordu. “Sorma abi ya… Hayatımdaki her şey bok gibi şu anda. İş yerinde diken üstündeyim. Kazandığım paranın dörtte üçü kiraya, faturaya, pazara gidiyor zaten, kalanı biriktirmeye çabalıyorum. Annem bir yandan tutturuyor ‘Bari bir nişan yapalım.’ falan diye. Feriha desen ayrı telden çalıyor ‘Heyecanımı kaybettim, sevildiğimi hissedemiyorum.’ diye. Resmen en dipteyim şu anda. Kafayı bozmazsam iyidir.”

“Abi uyuyamadım gece doğru düzgün, ondan dalgınım. Kafam çok meşgul bu aralar, düşünmekten uyuyamıyorum pek. Çatıda eriyen karın balkon demirine damlarken çıkardığı sesin de etkisi var gerçi. Sinirlerim bozuldu sabaha kadar tın tın tın tın! Bir ara bu doğal metronoma uyayım, bir şarkı tutturayım belki uyurum dedim, altı defa art arda Selami Şahin’den ‘Gitme Sana Muhtacım’ söyledim, yine uyuyamadım. Sabaha kadar dönüp durunca sıkıntıya dolanıyorsun.” Yeleğinin göğüs cebinden çıkardığı paketi bana uzattı. “Yok abi, bıraktım ben.” deyip montun cebinden bir avuç kabak çekirdeği aldım. Kahkahasını bölüp “Sen bırak bana gülmeyi de yengeyle ne yaptınız, hallettiniz mi?” diye sordum. Geçen geldiğimden beri, yaklaşık on gündür, dükkanda yatıyordu.

Bacaklarıma sürtünen kediyi sevdikten sonra başımı kaldırdım. “Saat ikiden üçten sonra güneş çekiyor elini ayağını bu sokaktan. Götüm buz kesti, gel içeri geçelim.” dedi. Gülümseyip avucumda kalan çekirdekleri montumun cebine geri koydum, bardakları elime alıp arkasından içeri geçtim. Sigarasını muslukta söndürüp çöpe attı, çekmeceden çubuk kraker çıkarıp yanıma geldi. “Böyle işte hayat Sinan Bey! Yorar adamı, bezdirir. Gün gelir, ‘Ulan ölsem de kurtulsam.’ dersin ama ölmezsin. Tek bir yerden vurmaz çünkü hayat. Zayıf görürse seni, üzerine çullanır.” dedi, bu defa bana uzatmadığı paketten bir sigara daha yaktı. Uzanıp tezgahtaki radyoyu açtı, Zeki Müren’den ‘Bulamazsın’ çalıyordu. Sigarasından bir nefes çekip bana baktı, birkaç saniye durakladı, “Şu müşteri kalkınca kapatalım dükkanı, köşeden bir ufak kapıp gelsene.” dedi. Çekirdekleri cebime koyup kalktım. 13


Köşedeki tekele giderken Feriha’yı aradım. Sesi, çenemi titreten havadan daha soğuktu. Çabalamak istiyordum onun için, göstermek istiyordum onu nasıl sevdiğimi. Bütün dertlerimden, sıkıntılarımdan ona sığınmak istiyordum. Oysa bir demir gibiydi, sert ve soğuk. Elimdeki siyah poşetle içeri girdiğimde son müşteri toparlanıyordu. Radyoda Müslüm Gürses, ‘Sensiz Olmaz’ diyordu. Köşedeki masaya oturdum, müşteriyi geçiren Hasan Abi de biraz sonra iki çay bardağı ve bir kase beyaz leblebi ile masaya geldi. Şişeyi ona uzatırken “Buyur” dedim “rakıyı masanın büyüğü pay eder bizde.” “Sinan, bir abim vardı, rahmetli oldu dört sene önce. Üsküdar’da eski mahalledeyken tanışmıştık. Ben daha on yedi yaşındayım. Vapurda çay götürüp getiriyorum o zamanlar para kazanmak için. ‘Gel otur bakayım şöyle.’ dedi, dövecek sandım, görsen kapı kadar, kara kaş kara göz bir adamdı. O günün akşamı beni aldı, bu dükkana getirdi. Ana baba yok tabi bende, sahip çıktı bana. Rıfat Aga… Bir akşam böyle oturmuşuz, demleniyoruz, şu masadayız. O zamanlar ben vurulmuşum yengene, fakat başımızı kaldıramıyoruz yerden, dünyanın yükü var omuzlarımızda, kamburumuz çıkmış, söyleyemiyorum. Dükkanda yatıp kalkıyorum zaten, uyku yok. Sabaha kadar çay-sigaradan dilim kösele, midem çuval olmuş. Çekiniyorum bir yandan da ‘Çaycıya kız verirler mi lan?’ diyorum kendi kendime. Az önce dedin ya ‘En dipteyim şu anda, kafayı bozmazsam iyidir.’ falan diye, o durumdayım. Şu masadayız, bana dedi ki: ‘En dipteysen ne mutlu sana. Vurur ayaklarını dibe, ittirirsin kendini yukarı, kurtulursun boğulmaktan. En dibe batan adam kurtulur boğulmaktan. Dibe varamadan pes etmişsen, boğulmuşsundur çoktan.’ Bak yine tüylerim diken diken oldu, canım abim. Ha, diyeceğim şu; korkma dibe batmaktan, elbet girecek her şey yoluna…” Kabak çekirdeklerini masaya bırakıp dört beş tane beyaz leblebi aldım, çay bardağını fondipleyip hepsini ağzıma attım. Bir süre Müzeyyen Senar’la ‘Söyleyemem Derdimi’ diye mırıldandık. Hasan Abi bir sigara daha yaktı, dumandan yanan gözünü kapatıp bana “Oğlum rakıyla da mı içmiyorsun sigara artık?” dedi, gülümseyip kaşlarımı 14

kaldırdım. “Ulan Sinan, alem adamsın. Mutlu ol be kardeşim, mutlu ol! Ara Feriha’yı, böyleyken böyle de. ‘Seviyorum ulan seni!’ de, ‘Biraz sabret, elbet düze çıkacağız.’ de, ‘Sen varken daha güçlüyüm.’ de… Dolandırmayın lafı be kardeşim, patlatın gitsin içinizden geleni. Kestirme varken dolambaçlarda vakit harcamayın. Çünkü dolambaçlarla vakit harcanmaması gereken, uzun bir yol bu hayat. Yol bitmeden siz bitersiniz, yorulursunuz yolun sonunu göremeden.” dedikten sonra kül tablasına daldı. Susuyor, ağzından çıkacak her kelimeyi yakalamak için tetikte bekliyordum. “Yengen” dedi “uyumuş mudur acaba? Gitsem güler mi yüzüme?” Gülümsedim, montun diğer cebinden küçük bir paket çıkarıp önüne bıraktım. Göz kırpıp ‘Bu ne?’ der gibi baktı. “Feriha’ya aldım bunu sabah, kolye. On dakika önce Dünya Kadınlar Günü’ne girdik. Hadi eve git abi sen, bunu da yengeye hediye edersin. Gülümsemesinde benim de payım olur belki. Dükkanı kapatır çıkarım ben.” deyip elimi omzuna attım. Bir şey söyleyecek oldu, omzuna birkaç defa ‘Hadi hadi, boş ver şimdi.’ anlamında vurdum. Bardağındakini bitirip ayağa kalktı. “Bir avuç şu meretlerden de versene, çıtlayım giderken.” dedi. Hızlıca toparlanıp çıktı, bir süre gidişini izledim. Telefonu çıkarıp Feriha’yı aradım. “Seviyorum ulan seni! Biraz sabret, elbet düze çıkacağız. Sen varken daha güçlüyüm Feriha, ne olur beni bırakma.” dedim. Güldü, “Uyuyamadım, bana gelsene.” dedi. Dükkanı kilitleyip çıktım. Avcumda kabak çekirdekleri, ağzımda bal gibi bir türkü, içimde umut, başımda sevda…


Ad覺mizleri

marmara

15


Kasaba

halis muhlis Denizin açıklarına bırakılmışım Her taraf ufuk Her taraf umut

Nazlı nazlı gelen treninin düdüğü inecekleri uyardı. Adam uyandı. Gardan içeri girdi. Günün ilk ışıkları garın penceresinden içeri giriyordu. Çocuğun gözleri kamaşıyordu. Eli, gözlerini ovuştururken yanaklarındaki gözyaşlarını siliyordu. Diğer eli siyahlar içindeki adamın elinin tutuyordu. Çocuklar birkaç sıra halinde dizilmiş, gelecek treni bekliyorlardı. Biletçi elinde kalan son bileti de az önce kesmişti. Hiçlik treni biraz sonra kalkacaktı. Gardan içeri girdikten sonra karşılaştığı bu manzaraya uzun uzun baktı. Bu trene binenlerin geri gelmediği aşikârdı. Adam, garın eskimiş kapısından içeri girdi. Derin bir nefes aldı. Kendisini sis çökmüş bir kasabanın içinde buldu. Geceleri rastgele bir trene binip keskin ve kendinden emin rayların takip ettiği güzergâhlardaki kasabaları gezen adam, buraya daha önce de gelmişti. Arnavut kaldırımlarının ayaklarına verdiği huzursuzlukla yoluna devam ediyordu. Köşe başında bulunan bir okulun oradan geçiyordu. Okul, adıyla bir zaferi anıyordu. Göğsünde işleri yoğun bir pazaryeri kalabalığının curcunası oluştu. Karar veremediği duygularını durdurması da elbette ki zordu. Yüzünü; sararmış, kabukları kabarmış, yılların yorgunluğu üzerinde olan duvara dönmüş bir çocuk gördü. Etrafta kimselerin olmaması sebebiyle meraklanan adam çocuğun omzuna dokundu. “Neden burada böylece bekliyorsun?” diye sordu. Çocuk, “Arkadaşlarımı bekliyorum. Saklambaç oynuyorduk. Onlar kayboldu. Şimdi onları arayıp bulmam gerek.” dedi. Adam “Umarım arkadaşlarını bulursun.” dedi. Çocuk, “Bugünkü sisi gördün mü? Sen de fazla dışarıda durmamalısın bugün.” dedi. “Buraya daha önce de geldiğimi hatırlıyorum. İnsan eksik olmazdı buralarda.” dedi adam ve oradan ayrıldı. 16

Devam eden yolların sonu sahile çıktı. Ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı. Kumsalda yürümeye başladı. Deniz, kumun üzerinde bıraktığı izlerini siliyordu. İskelenin bacaklarına çarpan dalgaların sesi içini garip bir rahatlığa sürüklüyordu. Bedeninin zihninden daha yavaş hareket ettiği bir gün olduğundan emindi. Başını iki bacağının üstüne doğru eğmiş bir çocuk vardı. Vücudunun ileri geri gelmesinden hıçkıra hıçkıra ağladığını tahmin ettiği çocuğa yardım etmeye gitti. Mırıldanmalarını duydu. “Benim neden gölgem yok? Benim neden gölgem yok?” diyordu. Gözlerini adama doğru çeviren çocuğun yüzünden öfke akıyordu. Yanında yaptığı kumdan kaleye öfkesini yansıtan çocuk, kalesini dağıtmıştı. Adamın, eskiden yaptığı kaleler aklına gelmiş, toparlamak için kuma doğru eğilmişti. Kendi ayaklarının uçlarında gölgesinin olmadığını fark eden adam, “Bak benim de gölgem yok ve bunun bir sıkıntısını da çekmedim. Bu zamana kadar da kendimi tabelası olmayan bir dükkâna benzetiyordum. Ne sattığını sadece daimi müşterilerinin bildiği bir dükkân. Bundan sonra da bir değişiklik olacağını zannetmiyorum.” dedi adam. Çocuğun suratındaki öfkenin yerini donuk, hafif tebessüm eden bir gülümse almıştı. Sis yavaş yavaş şehrin üstünden kalkerken iskeleye bağlı olan bir tekne gördü. Tekneyle açılsam da şöyle güzel bir levrek tutsam, ızgaraya atsam diye düşünürken iskelenin yanında başka bir tane daha çocuk gördü. Yoluna sürekli çocuk çıkıyordu. Bu kasabada sadece çocuklar yaşıyordu galiba. Ayaklarını suyun içine uzatmış kumsalda oturuyordu. Elinde camdan bir şişe vardı. Cam şişenin içindeyse yuvarlanmış bir kâğıt parçası vardı. Yanına uzanıp “Hayrola?” diye sordu. Kendisine rahat gelen bu davranışı gereksiz bulmuştu.


Çocuk, “Ben bir kıza mektup yazdım. Mektup sevdiğimin dışında başkalarının eline geçti. Benimle dalga geçtiler. Şimdi onu ıssız denizlere yolluyorum.” dedi. Bu çocuklar ne kadar nettiler. İlk soruda cevap veriyorlardı hemen. “Ooo! Dur bakalım orada. Ben artık size dayanamıyorum. Bu ne efkâr, bu ne dert yanma arkadaş,” dedi adam. Ceketinin iç cebindeki bir fotoğrafı çıkarıp gösterdi çocuğa. “Bak. Buradaki kadın da bir zamanlar sevdiğimdi. Şimdi yok. Nasıl oldu da bu kadar birbirimizden uzak kaldık bilmiyorum. Git ve sevdiğini içinden tutma daha fazla. Sevdiğini sevdiğinle paylaş.” dedi adam. “Ben şimdi biraz balık tutmak istiyorum. Müsaadenle…” diyerek iskelenin ucundaki tekneye gitmek için izin istedi. Üç tane levrek avlamıştı. Balıkları poşetlemiş, sırt çantasına koymuş, gar yolunu doğru tutturabilme ihtimaliyle hareketlenmişti. Biraz ilerledikten sonra karşısına çıkan çay ocağındaki tek sandalyeye oturdu. Oturmak ona biraz iyi gelecekti. Sigarasını yaktı. Her halinden çay ocağının sahibi belli olan biri adamın yanına yaklaştı. “Şu kılık kıyafetine bakılırsa balıktan geliyorsun. Nasıl bereketli mi deniz?” diye sordu. Adam, sırt çantasında koyduğu balıkları çıkarıp her halinden çay ocağının sahibi belli olana göstermek istedi. Sırt çantasının fermuarını açtı ve ölüm gibi bir kokuyla karşılaştı. Adam sırtında ölümü taşıyordu. Poşetlenmiş balıkları çay ocağının sahibine gösterip “Bak.” diye yanıtladı adam, gözlerini hastanede açarken. Hemşire, trafik kazası geçiren hastanın üç günlük yoğun bakımından sonra gözünü açmasına sevinmişti. Hemşire “Günaydın.” dedi kontrollerini yaparken. Adam da kafasını pencere doğru çevirdi. Dışarıdaki her yer parıldıyor gibiydi. “En son hatırladığınız şey ne?” diye sordu hemşire. Adam, “Bir kasabada tanıdık yüzlerle ve aşina olduğum seslerle karşılaştığımı hatırlıyorum.” dedi.

17


Kay覺p Notlar

18

onur k繹k


Gelelim Fasulyenin Zararlarına Tarihi tam hatırlayamıyorum ama Mart 2049’un sonlarıydı sanırım. İşten eve dönerken başımı flyobus’ın camına yaslayıp biraz düşündüm. Üniversiteden mezun olduğumdan beri Ulaştırma Bakanlığında Hava Yolu Kontrol Memuru olarak çalışıyordum. 2042 yılından sonra bakanlıkların sayısı yarıya düşürüldü zaten. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı kapatılan bakanlıklardan birkaçıydı. Yerine iki üç yeni bakanlık geldi, benimki de onlardan biriydi işte. Neyse, dediğim gibi bir gün işten eve dönerken başımı flyobus’ın camına yasladım, düşündüm. “Ulan!” dedim, “On bir yıldır bakanlıkta çalışıyorum. Sabah sekiz, akşam beş zaten işteyim. Günde dört saatim de hava trafiğinde geçiyor. Yeryüzünden kaçak dolmuşlarla gitmeye kalksam hızlı giderim ama iki haftada maaşı yerim. Evde zaten otomatik kapıdan başka bekleyenim yok. Böyle hayat mı olur?” Flyobus içinde mekanik bir kadın sesi yankılandı sonra; “Batı İstanbul” 2044 yılında İstanbul Boğazı tamamen kuruduğunda İstanbul, Anadolu ve Avrupa yerine Doğu ve Batı olarak ayrıldı. Ben o zamanlar Batı İstanbul’da Fatih’te oturuyorum. O gün eve gittiğimde kafamda hep bu hayattan ne kadar sıkıldığım yankılandı durdu. Sabaha kadar yatakta döndüm çok iyi hatırlıyorum, ertesi gün Bakanlıkta uykusuzluktan ölecektim.

sipariş öykü fasulyeydi o zamanlar, öyle düşünün. Fasulye için adam kesenler vardı, hala var. El altından yaptığım satışlarla yaklaşık sekiz ayda dünyanın parasını toplamıştım.16 trilyon Türk Lirası. Şimdinin parasıyla 16 bin oluyor sanırım. Bok var altı sıfır atıp duruyorlar. Neyse, çok para yani… Aralık 2049’da topladığım paralarla şu Tofaş’ın stabil karavanlarından aldım büyük bir tane. Şimdi kalmadı herhalde onlardan, karavanı istediğin yere indirip evinmiş gibi yaşayabiliyordun. Koyuldum yola… Bir zamanlar medeniyetin beşikliğini yapmış Kaynarca’nın bulunduğu yere… Kaynarca’ya ondan önce en son 2034 yılında gitmiştim. O günden 2050’ye ne çok değişmişti Kaynarca. Köy kahvelerinin yerine modern kafeler; kasap, bakkal, manav yerine süpermarketler kondurulmuştu o eski ferah sokaklara. Adını aldığı, alabalıkların yüzdüğü o kaynak sularının yerinde de yeller esiyordu. Kaynarca artık bir köy değildi. Yabancı sermaye Kaynarca’yı da ele geçirmişti… Soluklanmak için oturduğum kafedeki televizyonda Başbakan Drogba’nın öldüğünü öğrendim. Gözlerim doldu ister istemez, adam efsaneydi sonuçta. Gözyaşım akmasın diye başımı yukarı kaldırdığımda gökyüzünde onu gördüm, Kaynarca tepesinden projeksiyonla Drogba’nın fotoğrafı ve “Başımız Sağ olsun - Kaynarca Küçük Metropol Belediyesi” yazısı bulutlara yansıtılıyordu…

Bir an önce o teknoloji çöplüğünden kaçmak istedim. Orası artık bir köy değildi. Karar verdim, kendi köyümü kendim kuracak ve eski filmlerdeki gibi doğal bir ortamda tek başıma yaşlanacaktım. Bir hafta kadar sonra istifamı verdim Bakanlığa. O Karavanıma atladım ve hala el değmemiş diyarlara bir hafta boyunca da nasıl geçineceğimi doğru kırdım direksiyonu. Nihayet boş bir arazi düşünmekle geçti zamanım zaten, bulunca yolunu bulduğumda oraya yerleşmeye karar verdim, Konya bastım istifayı. El altından fasulye satmaya yakınlarında bir yerdi. İlk başlarda çok zorlandım. başladım. Toprakta pek bir şey yetişmediği için Geçimimi yine kaçak olarak pamukta yetiştirdiğim fasulye ancak evlerde, pamukta yetiştirilerek fasulyelerden kazanıyordum. Arada şehre inip çoğaltılabiliyordu. 2000’li yılların başında marihuana yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarımı karşılamak için nasıl gizli saklı, özel sistemlerle, özel alış veriş yapıyordum. aydınlatmalarla evlerde, bodrumlarda üretiliyorsa, aynı mantıkla fasulyeyi de bu şekilde üretmek gerekiyordu. Evin arka odasında, pamukta fasulye yetiştirdim. Bor’dan sonra piyasanın en pahalısı 19


İşte böyle yaşayıp giderken, bir anda hiç beklemediğim bir şey oldu. Benim teknolojiden uzak, basit bir yaşam kurduğumu öğrenen birçok insan akın akın köye göç etmeye başladı. Modern yaşamdan bunalan bütün insanlar yeni bir yaşam kurmak için köye geliyordu. Tek kişilik yerleşim alanım, biraz daha kalabalıklaşmıştı. Bir süre sonra aile gibi olmuştuk. Sevgi denen bir şey vardı dünyada. Bunu hepimiz orada hatırlamıştık. Onunla da bu köyde tanıştım. İsmi Ayten’di. Ah Ayten… Öylesine güzeldi ki bu kadını iki kişinin yapabileceğine inanamıyordum. İnsan olamayacak kadar güzeldi. Kısa sürede birbirimize alıştık ve evlenmeye karar verdik. Hatta birlikte eski Türk filmlerinden “Sen Aydınlatırsın Geceyi” izlerken evlenme teklif etmiştim ona.

O an yaşadığım hayal kırıklığının etkisiyle bir hışımla çıktım karavandan. Döndüğümde i10 karavanda yoktu. Bir daha da hiç görmedim onu. Ondan sonra hayattan zevk alamadım, pamuktaki fasulyeden farkım kalmadı… Köyün gençlerinden sevdiğim bir ailenin oğlunun düğününde kuru fasulyeli bir yemek verdim. Nereden istihbarat aldılarsa, düğünün ortasında polis baskın yaptı. Sarımsak gazıyla düğünü dağıtıp beni kaçak fasulye yetiştiriciliğinden ve satışından içeri attılar. Sorgusuz sualsiz, yargılanmadan müebbet yedim. Fasulye işi sonuçta, başka şeye benzemez. Otuz altı senedir buradayım işte, 2050’den beri.

Otuz altı sene boyunca i10’i bir an olsun aklımdan çıkaramadım. Androiddi mandroiddi ama iyiydi. Çok Asıl sorun evlendikten sonra çıktı. Acı gerçekle da farkı yoktu aslında insandan. Mesela normal gerdek gecesinde tanıştım. Ayten yatakta dümdüz kadınlar gibi o da her ay güncellerdi kendini, tıpkı yatıyordu. Hiç bir heyecan belirtisi veya herhangi bir onlar gibi durmadan konuşurdu. Görsen öyle harekette bulunmuyordu. İlk gece olması nedeniyle güzeldi ki, sanki mühendisler onu boş zamanlarında çekiniyor diye düşündüm başta. Ayten’i nazikçe üretmişlerdi. Bir gün hapisteyken öğrendim ki, kaldırmaya çalışırken belindeki yazıları gördüm. benden ayrı kalmaya dayanamayıp kapatmış Beynimden vurulmuşa dönmüştüm o an. kendini, intihar bir nevi… Yaş oldu 72, eğer aynı cennete girebilirsek orada buluşuruz diye Ayten insan değil, androidmiş. Zaten ismi de Ayten umuyorum şimdi. değil, i10’miş. i10’in güncellemesi yüklenmediği için seksten haberi yok, ondan öyle dümdüz yatıyormuş yatakta. Ben tabi sonradan öğreniyorum bunu.

Henüz a beşle iştigal yokken, okurlarımızdan siparişler alır, onları öyküleştirirdik. Okuduğunuz öykü, bir okurumuzdan gelen “Memuriyetten istifa etmiş ve köyüne dönmek isteyen bir adam, 2050 yılında bir düğün ve oradaki kuru fasulye yemeği.” konulu Sipariş Öykü’dür. 20


marmara: Arkadaşlar bu sayı çok güzel olmuş. Benim çizimin çözünürlüğü epey sorunlu oldu bizim baskıda, onun dışında her şey çok iyi. Yazılar manidar, güzel olmuş. Herkesin eline sağlık. çiğdem: Bugün iş yerinde baktım arkadaşım kikir kikir gülüyor “Kız ne gülüyorsun?” dedim. Onur Kök karikatürü gösterdi bana “O bizim fanzinde çiziyor, al bak bu da karikatürü?” dedim. Çantadan çıkarttım fanzini, masasına bıraktım. ikircikli: En çok gönderi yükleyen kişiye İzmir'de bira ısmarlıyorum. ooometebeyler: Canım abeşler. Son güne geldik! Yazılar, çizimler gelsin de çıkıp kartopu oynayalım. küçük kara balık: Dün gece Gazi’de uyuyup bu sabah Sibirya’da uyandım. Bu kadar kar ayıboluyo ama…

ooometebeyler: Şu sahaf etkinliği için yanımızda tezgâh götürebiliyormuşuz. FAZLA TEZGÂHI OLAN VAR MI? ikircikli: Bir atölye şart!

gece: Bize her yer Sibirya.

çiğdem: Kapak için bir saattir fotoğraf arıyorum, hiç aradığım tatta foto bulamadım.

ooometebeyler: Selamlar. Pınar İlkiz ile az önce ayrıldık, selamı var çok. Çiğdem’i sordu, yine görüşelim dedi. Acayip tatlişko.

ooometebeyler: Kedikadın koyalım. Mart ayına uygun olur.

çiğdem: Tatlış ciciş. Bence pilkiz bizim halamız olsun. gece: ooometebeyler ben yazımı yollamıştım değil mi? Unutuyorum hahaha.

marmara: Bu sayıda beni bırakın gidin ne olur. Söz, bir sonraki sayıya acayip güzel bir şey yapacağım.

angel: Nee?

gece: Sevgili abeşler merhaba. Bir fanzin koleksiyoncusu ilk sayımızı almak istiyor. Ama sadece ilk sayı. Nasıl yapsak?

şef: 14 Şubat'ın mübarek olsun ikircikli.

ikircikli: Takım bozuluyor tek tek olmaz.

ikircikli: Ondan geri sayarak girmedik ama kabul olur mu bu şekilde girilen 14 Şubat?

şef: İnstagram hesabım yok, buradan yorumu beğenip geçiyorum.

halis muhlis: Donuyoruz bu aralar. Naber?

ooometebeyler: “Bir gün herkes 15 dakikalığına Lüleburgazlı olacak.” Emin Halebak

şef: Geçti mi? Çıkayım mı sığınaktan? çiğdem: Tamam geçti abeş krizim dağılabiliriz. ooometebeyler: Canım abeşler, şuraya davet edildik biliyorsunuz ki. İstanbul’dakilerden kimler gelebilir, gelmek isteyen var mıdır? şef: ikircikli şu an Mudanya’dan idobüse binmiş. gece: Ben tamamım. (Vallahi yazmaktan sıkıldım şunu.)

küçük kara balık: Arkadaşlar halbuki benim Burgazlı olmadığım çok aşikar idi. halis muhlis: Mekanı cennet olsun. çiğdem: Hasta yatağımdan selamlarımı yolluyorum sağlam kolumla. ikircikli: şef ve ooometebeyler tanıyor beni, hep böyle duygusal hep böyle ağlamaklı…

abeşler: Çiğdem doğum günün kutlu olsun uleyya!

angel: Süreal weirdo hikayeleri destekliyorum tüm kalbimle.

küçük kara balık: Detone olmuşsun cınım.

şef: Yine mi yılan gibi bir sayı oldu? 21


Merhaba, Olumlu veya olumsuz görüşlerinizi ve önerilerinizi bizimle paylaşırsanız çok mutlu oluruz.

Ayrıca destek olmak isterseniz mutluluktan bayılabiliriz. Çok masrafımız yok, küçük miktarlarla büyük kalpler kazanabilirsiniz. Hatta buraya reklam bile alabiliriz.

Herhangi bir konuda iletişime geçmek isterseniz e posta adresimiz; a5leistigal@gmail.com Beğenmek isterseniz;

facebook.com/a5leistigal

Takip ederseniz;

twitter.com/a5leistigal

Fotoğrafımızı çekerseniz;

instagram.com/a5leistigal

Geçmişe gidelim derseniz;

a5leistigal.tumblr.com

Sevgiler. <3

a5leistigal.com © Tüm haklarını kendimize sakladık, torunlara bırakacağız.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.