Ayl覺k 羹cretsiz yay覺n.
1
marmara / Sana, Mektup
2
ooometebeyler / Çikita
4
müşkülpesent yumurta / İyi Günler
5
onur kök / Kayıp Notlar
6
halis muhlis / Kamp
8
angel / Vampirle Görüşme 2
10
çiğdem demir / Ağaç
12
gece / Bir Yaşlı Kadın Tablosu
13
şef / Baharın İlk Günü
15
küçük kara balık / Serzeniş
16
ikircikli / Umut – Hala Mart
18
sipariş öykü / Min-el Aşk
20
abeşler / Tohumumuzu Nasıl Ekelim?
21
abeşistan
Keyifle ve ısrarla okuyun... a beşle iştigal
Sana, Mektup
marmara Ankara’nın buzlanmış kaldırımlarında kaya kaya, arkamdan yetişmeye çalışıyor.
“Ankara bozkırında, tepelerinde, soğuk karlı köylerinde, Elmadağ’ında, İncek’te, Kızılcıhamam’da bununla birlikte geniş caddelerinde, nazik sokak aralarında, Arnavut kaldırımlarında seni düşünüyorum.”
İyi anılar akılda kalmaz, kötüleriyse kazık çakarlar babasını satayım! Demem o ki bana cip çarptı kardeşim. Lafın gelişi değil, sahiden geçen yıl bana gerçekten cip çarptı. %80 kusurla havaya fırlattı beni Akay Caddesi’nde, yine de adamı kefaletle salıverdiler. Kaza geçirip, bir dizi ameliyat olmak, acılar içinde kıvranmak, bir o kadar borca girmek… Hepsini geçtim. Kırık kemiklerle inleye inleye yatarken aklımdan bir türlü çıkmayan o gece bitirdi beni. Ağlıyorum, dayıyorlar morfini. Anlayacağınız cip çarptı, kurtulamadım o anıdan kardeşim. Bir dolu güzel günümüz, yataktan çıkmadan, günlerce, gizli gizli sevişmemiz, izlediğimiz filmler, şarkılarımız… Hiç biri ziyaretime gelmedi hasta yatarken. Varsa yoksa bacağına sıçtığım o gece döndü durdu aklımda. Ne olmuştu o gece anlatayım. Efendim biz o gece, Karanfil metro çıkışında buluştuk kendisiyle. Ben epey aşık, Ankara ayazına rağmen incecik çorap, incecik pardösü, rujumu tazeliyorum. Çok bekletmiyor, çıkageliyor sokağın başından. Sıkıca sarılıyoruz, yürüyoruz yan yana. Kollarımız değiyor birbirine ama el ele değiliz. Hanımının veyahut kendisinin bir tanıdığına rastlamaktan korkuluyuz. Kalbim,
Epey bir yürüyoruz. Sonra 3 ayrı barda, kafamızı karanlık sokaklarda bırakacak kadar içiyoruz. Gece ikiye yaklaştığında Tunalı Hilmi’de bir kemancı, Flamingo Pastanesi’nin önünde çalıyor; “Sen hep beni, mazideki halimle tanırsın…” Bağır çağır şarkıyı söylüyoruz, tenhalaşan sokaklarda ağzımızı bırakıyoruz. Kuğulu’da ıslak bir banka oturuyoruz. Sonra gözlerime dalarak, bana, şu anda hatırlamadığım sözler söylüyor, gözlerimin birinden vazgeçiyorum. “Bana gidelim mi?” diyorum. “Hay hay.” diyor. Çok mutluyum, ayaklarım yere değmiyor. Sarmaş dolaşız, gece sabaha dönüyor. Taksi çeviriyoruz. Tam bineceğiz taksiye ne olsa beğenirsiniz. Adamın kalbi yerli yerinde, aklı başında, ağzı kulaklarında, gözü yuvalarında, ayakları yerde. Taksiye “Git.” diyorum. Küfrediyor (meraklısı için edilen küfü; koduğumun sarhoş orospuları) ve ileri çekiyor arabasını. Koşarak uzaklaşıyorum. Arkamdan gelmiyor. Akay’a geldiğimde ayaklarım sahiden yere değmiyor, havada 2-3 takla atıyorum ve bu boktan gece gitmiyor aklımdan.
Kahretsin! İyi anılar, iyi insanlar gibi erkeden ölüyor. Kötü anılar, politikacılar gibi kazık çakıyor dünyaya!
1
Çikita
ooometebeyler
Beni fark etmezsiniz. Otobüste arkanızda otururum, vapur ile iskelenin kucaklaşmasını en arkada beklerim, bana çarpıp geçersiniz “Önüne baksana ulan ayı!” diye bağırmam ben mesela, “Siparişi olan var mı?” diye bağırılmadığı sürece yanaşmam kasaya pek, bunları yapsam da farkına varmazsınız zaten. Fark edilmemek kötü bir şeymiş gibi gelebilir kulağınıza, öyle değildir zira. Bana özgürlük nedir diye sorsanız, “Tabii ki fark edilmemek.” derim, sizin düşüncenizi de pek umursamam açıkçası. Derdim çok lakin. Mesela paradan hoşlanmam, her gün Lidyalıları anmam bundandır, kusuruma bakmasınlar. Birilerinin çıkıp hayatlarımızı para ile satın almaya, beklentilerle takas etmeye başladığını anladığım andan beri aram yoktur parayla. Ama hayat bu ya, para harcamadan yaşamak da zor. Saçma sapan bir kafede, saçma sapan bir garsonum. Allah belasını versin paranın!
Üsküdar üzerinde bulutlar hareketlenmeye başlıyor. “On beş dakikaya yağmur yağacak.” diyorum, yan masadan ince bir ses geliyor; “Pardon?”. Ağzımdan gereğinden yüksek sesle çıkanlara kimin tepki verdiğini görmek için başımı çeviriyorum. Kaldığı sayfayı ince parmağıyla ayırdığı bir Orhan Pamuk kitabı, kumral saçlarına taç yaptığı güneş gözlüğü, gözlerinde deli bir mavi, bana bakıyor. Fonda The Platters – Only You çalıyor, o duymuyor ama. “Pardon çıkal…” diyecekken, “Pardon mu, ne pardonu?” diye düzeltiyorum. Ağız dolusu kahkaha patlatıyor, “Yağmur diyorum, dökecek on beş dakikaya.” diye toparlamaya çalışıyorum. Gözümü diktiğim tarafa, karşı kıyının üzerinde güreşen bulutlara bakıyor. “Umarım yağmaz, şemsiye falan yok yanımda.” deyip kaldığı yerden devam ediyor okumaya. İçimden “Benim var.” diyorum, bulutları izlemeye devam ediyorum.
Neyse, bugün boş günüm olduğu için biraz kalabalığa karışmak istedim. O yüzden buradayım, Fındıklı Parkı’nda. Bankta göbeği açık yatan adam da burada, geri dönüşümün neferleri kağıtçı çocuklar da burada, oturan mermer kadın heykeli de burada, kafam kadar güneş gözlüğünün ardından oturanları izleyerek dudak büken Aybüke de burada, manitasına doladığı protein tozlu kollarıyla bıçkın delikanlı da burada, saf çekirdek muhabbetine dalmış teyzeler de burada, okuldan kaçmış liseliler de… En önemlisi de ben buradayım, tabi fark etmezsiniz beni. Çaya verdiğim paraya üzülüyorum şimdi. Birazdan, çalıştığım kafede bir fincan çaya o parayı verenlere üzüleceğim. Üzülmem bittiği anda, yan masadan kalkan sarı oğlan yanıma yanaşıp İngilizce bir şeyler söylüyor. İngilizce’de sayıları anlıyorum bir tek, bir de “velkam” ve “gud bay” biliyorum. Dolayısıyla anlamıyorum delikanlının söylediklerini, anlamadığımı belli etmeye çalışıyorum lakin genç adam oralı değil, konuştukça konuşuyor. “Fak yu!” diye bağırıyorum, sarı kaşları kahve gözlerinin üzerine iniyor iyice. Yanlış bir şeyler olduğunu anlayıp “Kardeş ‘Lanet olsun’ anlamında.” diyorum. Arkadaşıyla uzaklaşan sarı oğlanın ardından “Gud bay!” diye bağırıyorum.
Bulutlardan ya da yağacak yağmurdan daha fazlası dolanıyor aklımda. Ben fark edilmezdim hani? Birinin benimle işi olmadığı sürece gelip bir şey söylemezdi ya da sormazdı bana, ne oldu az önce öyle? Başımı bulutlardan çevirmeden, yan gözle yan masayı kesiyorum bir süre. Sonra, bana bakan birinin bu halime güleceğini düşünüp yeniden bulutlara kilitliyorum haşin bakışlarımı. Tam o sırada, gözümün önünde meydana gelen doğa olayının ne mükemmel bir manzara yarattığını düşünüyorum. Küçükken en büyük uğraşım, evimizin balkonuna uzanıp gökte sersem sersem gezinen bulutları izlemekti. Bulutların üzerinde yattığımı hayal eder mutlu olurdum. Nefret ettiğim kişilerin üzerinden geçerken kafalarına tükürdüğümü hayal edip daha da mutlu olurdum. Sinan vardı, şerefsiz. Ona en büyük tükürüğümü saklardım hep.
2
Nihayet. İlk damla sol yanağıma damlıyor. Kolumu sıvayıp saatime bakıyorum, tam on dört dakika geçmiş. Zamanı tutturmanın haklı gururuyla gökyüzüne karşı gülümserken bir “Off!” duyuyorum. Sesin geldiği yöne hiç bakmadan çantamdan minik şemsiyemi çıkarıp açıyorum ve yan masaya doğru uzatıyorum. “Sana yağmur döken bulutların üstüne uzanayım.” diyecek oluyorum, kelimeleri yutuveriyorum hızla.
Beni fark etmiş olması korkutuyor beni, çekiniyorum. Çekiniyorum çünkü sınırlarıma girildiğini hissediyorum, birinin bakışını üzerimde hissetmeyeli çok uzun zaman oluyor. O esnada “Böyle olmadı, şimdi de sen ıslanıyorsun.” diyerek kitabını çantasına koyuyor ve yanımdaki sandalyeye oturmak üzere yerinden kalkıyor. Şemsiyeyi sol eline alıp, sağ elini bana uzatıyor. Ama nasıl uzatmak… Sanki o elini göğüs kafesime sokup kalbimi sökecek yerinden. Sağ elimi uzatıp şemsiyeyi alıyorum elinden, sol elimle karşılıyorum bana yapılan bu hamleyi. Garson geliyor, “Tazeleyelim mi abi?” diyor, “Bana kakao getir.” diyorum, “Ben de kakao alayım.” diyor kadın. Önümüzdeki çukura dört santim su doluyor, biz hala konuşmuyoruz. Arada kakaomu içerken yan gözle bakıyorum kendisine. Bakışlarımı yakalayınca, bardağın içine hava üfleyip gözlük camlarımı buğuluyorum. Yakalanmamak için her şeyi yaparım. Tedirginim, sınırlarımı geçti bu kadın. Çantasından bir poşet, poşetten iki muz çıkarıyor, birini bana uzatıyor. Bakışlarıma cevaben “Potasyum eksikliğim varmış da. Her gün en az iki tane yiyorum, doktor tavsiyesi.” diyor. Bana uzattığı muzu büyük mutlulukla alıyorum. Çünkü üzerinde ‘Chiquita’ yazılı çıkartması var muzumun. Hemen yerinden söküp alnıma yapıştırıyorum çıkartmayı ve dört ısırıkta bitiriyorum muzu. Ben bunları yaparken, kadın ağzında muzla beni izliyor. Açıklama ihtiyacı hissediyorum. “Eskiden muzu öyle her zaman, her yerde bulamazdık. Babam maaşı alınca eve bir salkım muz ile gelirdi. Kardeşimle üzerinde bu çıkartma olan muz için kavga ederdik biz. Bu çıkartmaya sahip muz, diğerlerinden daha sarı, daha lezzetli olurdu bizim için. O muzu kapan da alnında tüm gün bu çıkartmayla gezip diğerine nispet yapar, çıkartmayı bir madalya gibi gururla taşırdı. Sonra büyüdük işte. O Ankara’da kaldı, ben İstanbul’a geldim. Ama hala aramızdaki çekişme devam ediyor.” deyip telefonumu çıkarıyorum, ön kamerayla kendi fotoğrafımı çektikten sonra bu fotoğrafımı kardeşime yolluyorum. Tedirginim, sınırlarımı geçmesine izin veriyorum bu kadının. Hatta alıp sırtımda geçiriyorum, neydi
o yaptığım öyle, neden anlattım kendim hakkındaki şeyleri hemen? En son bunu yaptığımda, birine kendimi açtığımda sonucunun ne olduğunu biliyorum. Neden buna rağmen böyle bir hata yapıyorum. Kim bu kadın? Neden ve nasıl fark etti beni? Birden dönüp “Sen kimsin ya?” diyorum. Bir süre afallıyor, ağzının kenarına bir gülücük kondurup “Mine ben, öğrenciyim burada.” Deyip Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ni gösteriyor parmağıyla. Şemsiye altından çıkardığı eline bir damla düşüyor, damlayı kıskanıyorum. “Hop!” diyorum kendi kendime “Ne oluyoruz ulan?” Anlatmaya devam ediyor. Öyle uzun anlatıyor ki yağmur dinip bir kez daha başlıyor tatlı tatlı yağmaya. Kelimelerinde sırt üstü uzanıp masmavi gözlerine bakıyorum. Anlayamadığım bir şeyler oluyor, gerçek hayata dönmem gerektiğini düşünüyorum o an. Şemsiyeyi kapatıyorum birden, susuyor. “Islanalım mı biraz?” diyorum, “Sen hazırsan ıslanmaya, ben varım.” diyor. Bu sözler ensemden sırtıma süzülüp tüylerimi diken diken ediyor. Belki de korkacak bir şey yoktur. Belki de tüm saçma sapanlığıma rağmen beni fark eden, benimle konuşma inceliğini gösteren bu kadın öyle tedirgin olmam gereken biri değildir. Bilemiyorum… Bildiğim tek bir şey varsa o da bu ihlalden rahatsız olmayışım. Bu düşüncelerim sesiyle bölünüyor, “Gitmem lazım benim.” diyor. Alnımdaki çıkartmayı nazikçe alıp kitabının arasına, kaldığı sayfaya yapıştırıyor. “Seni bir daha nerede bulabilirim?” diye soruyor bana, “Bilmiyorum, buralarda bulursun belki.” diyorum. Elime bir kalem tutuşturup “Olmaz öyle, telefon numaranı yaz.” diyerek avucunu uzatıyor. Yazıyorum, başımı kaldırıp gözlerine bakıyorum; “Bütün çizgilerini ezberledim avucunun.” Altı gün geçiyor aradan, altı tükenmez gün. Telefonumun şarjı bitip kapanmasın diye prizden çıkarmıyorum. Yavaş yavaş tükeniyor bana yüklediği duygular. Tam o esnada, dükkanı kapatırken bir mesaj geliyor telefonuma. Bir fotoğraf göndermiş; alnında ‘Chiquita’ çıkartması, gülümsüyor. “Yarın aynı saatte, aynı masada. Muzlar benden.” yazıyor altında. Telefona bakarken karşıdan gelen adama çarpıyorum. “Önüne baksana ulan ayı!” diyor adam, “Fak yu!” diyorum gülümseyerek. 3
İyi Günler
müşkülpesent yumurta birkaç gündür. Sana zahmet bir kıtlatır mısın?” dedi. Amcanın belini kıtlattıktan sonra güzel muhabbet için teşekkür edip poğaçaların parasını ödedikten sonra mekandan ayrıldım.
Selam dostlarım. Hayat bu aralar patlak araba lastiği gibi, yani gitmiyor. Ama gidecek, gitmesi lazım. Sizler nasılsınız? Umarım iyisinizdir.
Günüm güzel geçiyor, baharın ilk zamanlarını yaşıyordum. Bir kahvehaneye girip meyveli gazoz istedim. Kahvede meyveli gazoz içince, alkollü mekanda votka açtırmış muamelesi görüyorsun.
Bu güzel ortamda da bir sürü yaşlı amca ile muhabbet etme fırsatım oldu. Galiba erken yaşlandım. Yine samimiyeti ilerlettikten sonra, kahve ahalisinden amcalar biraz arsız çıktı. “Oğlum Sabah hava aydınlanmadan birkaç saat öncesi, çok sen genç adamsın, bizi de kızlı arkadaş ortamına güzel zamanlardır bu saatler. Uykuda dargınların aldırsana.” Diye bir istekte bulundular. Derhal barıştığı, gece hayatına düşkün olanların geceyi kaçtım oradan. sonlandırdığı, sevgililerin rüyada buluştuğu Tam çıktığım sırada arkadaşım Abdullah aradı. saatlerdir. Bir kaç saat sonra gün aydınlanacak, (Zaten böyle telefonlar tam bu anlarda gelir.) Kız çocuklar okula, babalar işe gitmek için uyanacak. arkadaşından ayrıldığını söyledi. “Üzülme oğlum, Ama ben uyuyamadım. Uyuyamamamın belirli bir daha iyisini bulursun.” dedim. Onunla buluştuk, sebebi yok, bazen oluyor böyle. “Gel” dedim “bir kahveye gidelim batak atarız, kafan dağılır.”, “Yok, gidelim alkollü bir yere oturalım.” Uykusuzluğun getirdiği iç sıkıntısından kurtulmak için balkona çıkıp biraz hava alayım dedim. Kömür dedi. Ne kadar dil döktüysem de kendisi kesin suretle alkollü bir yerde teselli bulmak istiyordu. kokusundan zehirleniyordum, ayrıca hava çok soğuktu, gözüm dondu. İçeri girdim, hemen yatakta Meyhaneye girdik, bir 35’lik söyledik. Rakımızı yudumlarken laflarımızla, önce ayrıldığı kız ısınayım biraz derken uyumuşum. Uyandığımda saat 10 olmuş, güneş kendini göstermişti. Uzun ve arkadaşını, sonra bütün kadınları dövdük. kasvetli geçen kışın ardından güneşi görmek kendimi iyi hissetmemi sağlamıştı. Evde yiyecek bir Fonda “Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap” çalıyordu... şey olmadığı için kahvaltı yapmak üzere dışarı çıktım. Küçük dükkanlar ve bu dükkanları işleten yaşlı amcalar bana hep çok samimi gelmiştir. Beş metrekare bir dükkan içerisinde tezgah ve üç masa... İçeri girdiğimde yaşlı amcadan başka kimse yoktu. “Amca bana iki poğaça ve bir kayısı suyu.” dedim. “Kayısı suyu yok evladım, çay vereyim.” dedi. Çayı sevmesem de amcayı kırmamak için teklifini kabul ettim. Poğaçaları ve çayı getirdikten sonra amca karşıma oturdu. Bir müddet birlikte çayı övdük. Çay, böyle müesseselerde hayati öneme sahip bir içecektir. Biraz ülke sorunları, biraz özel hayatlarımız hakkında konuştuk. Samimiyetimizi ilerlettikten sonra amca “Oğlum, belim ağrıyor 4
Kay覺p Notlar
onur k繹k
5
Kamp Çalışmaktan fırsat bulup dışarı bakılmayan, gün ışığını içeriye almaktan başka bir işlevi olmayan pencerelerden çokça olan; içindeki insanı göklere kadar taşıyan fakat gün içinde insanının gökyüzünde olduğunu unutturan uzunca binalardan birinde çalışıyorlardı. Tanıştıktan kısa bir süre sonra evlenmişlerdi fakat bu kısa süreye herkes kafayı takmış gibiydi. Hâlbuki onlar için sürenin değeri değil, süre içerisindeki yapılanlar değerliydi. Bankaya bıraktıkları hürriyetleri ile aldıkları evlerinde oturuyorlardı. Okan, oturanı saran kendisince rahat olan koltuğa geçmişti. Karşısında saçları koltuktan aşağıya sarkmış, üstünde geçen doğum gününde aldığı beyaz ipek geceliği ile uzanmış olan Selvi’ye bakıyordu. Okan, içinde anlatmaya unuttuğu şeylerin birikintisi ile koltuğa gömülmüştü. Selvi’nin onu artık umursamadığı aklına takılıyordu. Kafasını bu düşüncelerden kaldırdı. Çevresindeki eşyalara baktı. Son zamanlarda nefes aldıkça etrafındaki nesneler büyümeye, kendisi küçülmeye başlamış gibiydi. Selvi’nin ağırlaşan gözlerine bakarken koltuğu onu iyice kabullenmiş, o da içerisinde sızmıştı. Göz kapakları gittikçe ağırlaşan Selvi, Okan’ın bu halini hissetmişti. Uzandığı koltuktan kalkıp kocasının yanağına bir öpücük kondurup mutfağa geçti. Mutfakta akşam yediklerinin bulaşıkları bekliyordu. Kokusunun dışarı çıkması için pencereyi açtı. Aklındaki “Bu halini kendisi çözmesi gerekiyor ama.” fikriyle kendisine bir bardak su koydu. Suyu içtikçe daha da inandı aklındakine. Okan’ın can sıkıntısı fakat bir şeye inanmanın verdiği huzur ile uyumaya gitti. Geceden açık kalan pencerenin perdelerini seher yeli dalgalandırıyordu. Pencereyi kapatmayı ikisi de unutmuştu. Odanın içine dolan günün ilk kokuları Okan’ı uyandırmıştı. Etrafını süzdü. Açık olan pencereyi umursamadı. Karısını uyandırmak için yatak odalarına gitti. Burada pencereler kapalıydı ve Okan, Selvi’nin oturmasından çok uzanmasını sevdiğini fark etti. Pikenin dışına taşan 6
halis muhlis ayakuçlarına kadar yanaştı. Karısını biraz daha seyretti. Hafifçe ayak parmaklarına dokundu. Nazikçe uyandırmak istiyordu. Selvi günü tatlı bir huzursuzlukla karşıladı. Nazik dokunuşlarla kaşınan ayaklarını kendine doğru çekmiş ve Okan’ın dokunduğu yerlerde ellerini gezindirmişti. Yataktaki birkaç dönüşünden sonra gözünü açtı. Günaydın demeyi es geçen Okan, “Bu hafta sonu şehrin tepesinde kamp yapmaya ne dersin?” dedi. Uyku sersemi Selvi, fikri zihninde tartmaya başladı. “Günaydın sana da. Sabah sabah… Rüyanda mı gördün kampı?” dedi. Okan sersemlikle söylenen şeylere kulak asmayarak yineledi isteğini. Ellerini Selvi’nin saçlarında gezdirdi. “Güzel olmaz mı?” dedi. Selvi’nin hoşuna gitmişti bu istek. Yüzündeki tebessüm ile başını yukarı aşağı salladı. Arkasındaki yastığı yatak başlığına, kendisi de yastığa yasladı. Esnerken açılan kollarının arasına Okan girdi. O da kollarını açtı. Sarıldılar birbirlerine. “Temiz havayı şöyle içimize çekseydik şimdi.” düşüncesi ile ikisi de derin bir nefes aldı. Nefes aldıkça her şey üstlerine geliyormuş gibi hissettiler. Buna iki kişi karşı koymaya çalıştılar, bilmeksizin. Fikrin dayanılmaz hafifliği üzerlerine yük olmuyor, keyif veriyordu. Ön hazırlıklarını tamamlamış hafta sonunu beklemeye koyulmuşlardı. Beklentiye odaklanmışlar ve etraflarındaki diğer şeyleri unutmuşlardı. Arabaya gerekli malzemeleri ve erzakları yerleştirdikten sonra cumartesinin erken saatlerinde yola çıktılar. Yanlarına dikkatlerini dağıtacak şeyleri almamaya özen göstermişlerdi. Birbirlerine dikkat kesilmek istiyorlardı. Yol kenarları alabildiğince tarlarla dolu yollardan geçtiler. Her bir tarlayı geçişlerinde bu tarlarda neyin yetiştiğini tartıştılar. Yetişen şeyin faydalarını birbirlerine anlattılar. Yetişen şeylerin faydası dışında birbirleriyle konuşmalarının faydası saymakla bitmezdi.
Okan, radyonun tuşuna bastı. Sunucu, sıradaki şarkı olarak Barış Manço’dan ‘Alla Beni Pulla Beni’yi tanıtıyordu. Selvi’nin ellerini tuttu. “Alla beni pulla beni al koynuna yar.” sözleri onlara eşlik ediyordu. Yollar bitiyordu. Şehrin tepesine yaklaşmışlardı. Arabayı park ettikten sonra kamp yapacakları yere kadar yürüyerek devam edeceklerdi. Sabahın ayazı yavaş yavaş kendini güneşin sıcaklığına teslim ediyordu. Çantalarını sırtlandılar. Bu güneşte yürümek kaçırılmazdı. Tabiat kucağını açmış, misafirlerini karşılıyordu. Baharın gelişi ile açmaya başlayan çiçekler, genç yaşlı bir aradaki ağaçlar, üzerlerindeki güneş ile mesailerine başlamıştı. Tabiatın koridoru olan bir patikadan içeriye kabul edilmişlerdi. Koca bir ağacın kovuğunda yaşayan iki sincap oradan oraya zıplayarak oynuyordu. Karnı tok olduklarından keyfileri yerindeydi. Kovuğun birkaç dal aşağısında bir kuş, yeni doğmuş yavrusuna etraftan topladığı yiyecekleri getiriyordu. Mis gibi kokan çiçeklerin üzerinde dolaşan arılar da kovanlarındaki kraliçe için çalışıyordu. Kovandaki diğer arılar ise “Yaşasın Kraliçe!” diye vızıldanıyordu.
Yeteri kadar malzeme topladıklarını düşünüp yeni yaşam merkezlerine doğru yol aldılar. Çalıların arkalarından gelen seslere kulak kesiliyorlardı. Okan dudaklarını büküyor, gözlerini fal taşı gibi açıyor, kafasını ve ellerini sallayarak Selvi’ye şaka yollu olarak tedirginlik yaşadığını ifade etmeye, Selvi’yi de neşelendirmeye çalışıyordu. Dönmüşlerdi ve topladıkları şeyleri yere bırakmışlardı. Selvi biraz su almak için yanı başlarındaki şelalenin döküldüğü birikintinin yanına gitmişti. Selvi dizlerini bükmüş, suyun sıcaklığına bakmıştı. Su, buz gibiydi. Okan’ı çağırmıştı. Okan yanına geldiğinde Selvi üzerindekileri çözmeye başlamıştı. Toplu haldeki dalgalı saçlarını tek hamlede serbest bırakmıştı. Buz gibi suyun içerisine girmeden önce son bir kez Okan’a dönmüş, ona elini uzatmıştı. Okan, Selvi’yi izliyor ve uzanmasından çok bu halini sevdiğini düşünüyordu. Bu anlar için zaman durmuştu. Hayat da üzerinden zamanı çözmüş gibiydi. Hayat, tüm çıplaklığı ile karşılarındaydı.
Uzunca bir yürüyüşün ardından ağaçların boş bıraktığı bir alana kamp kurmaya karar verdiler. Sırt çantalarını bıraktılar. Hafta sonunu geçirecekleri yeni yaşam merkezlerini el ele vererek kurdular. Bu yeni yaşam merkezi hem ormanla iç içeydi hem de yanı başlarında akan şelale süsten değildi. Kahvaltılarını açık havada yaptıktan sonra etrafı gezmeye başladılar. Doya doya nefes alarak akşam ısınmak için yakacak bir şeyler hem de yiyecek bir şeyler arıyorlardı. Kendilerini güvende hissedecek bir ortam yaratma isteği ile doğanın bıraktığı dalları yerlerden topluyorlardı. Yanlarına besin getirmişlerdi fakat ağacın altındaki mantarlar gözlerine cazip gelmişti. Okan’ın bu konular hakkındaki bilgisi yardımıyla mantarlardan da biraz toplamışlardı. Selvi’nin, Okan’ın mantar konusu hakkındaki bilgilerinin nereden geldiği hakkında herhangi bir fikri yoktu. 7
Vampirle Görüşme 2 (Part 1) Bugün, Beşiktaş çarşısının hemen önündeki yaya geçidinde, insan selinin aksi yönünde ilerlerken ilk etapta hatırlayamadığım biri bana selam verdi. Bu tip karşılaşma anları çok önemlidir. Selamı çakan kişiyi görme anından yaklaşma süresine kadar olan saniyelerde, kişinin selamınızı ‘Hak edip etmediğine’ karar vermeniz gerekir. İşte bu yazımızda, bana selam veren bu beyefendiyi hatırlamaya başladığım o beş saniyeyi anlatmak istiyorum. Tabii önce biraz gerilere gidelim. Havanın yeni yeni soğuduğu bir Eylül günüydü… “3 AY ÖNCESİ” Öncelikli planım ön görüşme daveti aldığım bir animasyon şirketine gidip görüşmekti. Baktım şirket sayfiye yerinde, yanıma bilgisayarımı da aldım. Sonrasında deniz kenarında bir kafeye yerleşip uzun uzun blog yazarım diye düşünmüştüm. Tabii olaylar çok başka gelişti. Şirketle olan görüşmem bana gelen maile göre 09:30’daydı ve şirketin patronu ile görüşecektim. (Patron yaya geçidinde karşılaştığım kişi oluyor.) Madem beyefendiye bir selam serüvenim var, ona “Selami” diyelim. Ben şirkete gittiğimde saat 09:23’tü. Öneri: İş yerine gidiş saatleri çok önemlidir, geç kalamazsınız. Geç kalanlar hiç sevilmez, görüşmeye direkt olarak eksi 1 ile başlarsınız. Aynı şekilde obsesifler gibi tam saatinde de gidemezsiniz. Bu da ürkütücü olabilir. Tam 09:30’a saatini ayarlayıp kapı çalan arkadaşlarım var. Siz öyle olmayın, psikolojik rahatsızlıklar işe girene kadar saklanmalıdır. Çok erken de gidemezsiniz, 15 dakika önce giderseniz “Çaya mı geldin?” derler. Erken giderseniz biraz iş yerinin önünde takılın, ama pencereden görülmemeye dikkat edin. “Erken gelmiş salak, oyalanıyor.” demesinler. (Minimum 5 maksimum 10 dakika önceden gitmek makbuldür.) 8
angel Dönelim ön görüşmeme. (Bu ön görüşmeler aslında son görüşmelerdir. Zaten bir görüşmenin ön olabilmesi için ardından başka bir görüşmenin gelmesi gerekir, ama kimse size “Merhaba. Saat 09:00’da ön, saat 15:00’de son görüşmeniz var.” demez. O yüzden bu tip görüşmelere biz, görüşücülere ithafen “Bön Görüşme” diyelim. Çok tatlı kelimedir bulmacalarda çıkar.) Evet, ne diyordum? Ben şirkete gittiğimde saat 09: 23’tü. Ve şirkette kimse yoktu. Ben de gerisin geriye çıktım caddenin karşısındaki kafede yerimi aldım, başladım giriş kapısını kesmeye. İçtiğim üç küçük çay süresinde binaya epey bir giriş çıkış oldu ben de şansımı tekrar denemeye karar verdim, sonunda şirketin kapısı açıldı. İçeri girdim. Genişçe bir L salonun kısa bacak kısmında tozlu ve karışık bir masada Selami Bey oturuyordu. Selami Bey, görüntü olarak yeni uyanmış, su olmadığından saçını jöleyle yıkamak zorunda kalmış ünlü baba Don Vito Corleone görünümünde bir beydi. Şaşırılacak nokta ise kulaklarının arkasından çıkmak için çabalayan saçları değil, giydiği Adidas marka beyaz eşofmanıydı. Uzun süredir üst-alt eşofman takımı giyen birini görmemenin verdiği şaşkınlıkla bakarken, Selami Bey, ayağa kalkarak; “O Simge Hanım, biz de sizi bekliyorduk.” dedi. (Böyle durumlarda gerçekliğinizi vampire göre ayarlamanız sağlıklı olacaktır. Yani “Yoo aslında ben sizi karşıdaki kafede bekliyordum.” demek politik olarak kötü bir giriş olur.) El sıkıştık. Ben de daha önce geldiğimi ama şirkette kimseyi bulamadığımı söyledim, konuyla pek ilgilenmedi. Ben de işaret ettiği masasının önündeki koltuğa oturdum. Selami Bey, yaktığı purosunu yüzüme doğru üflerken biraz şirketten bahsetti.
Bir yabancı ortakları olduğunu, 2-3 yerde daha ajansları olduğunu, Pixar’dan bir yaratıcı yönetmen transfer ettiklerini (which is so weird), görüştüğümüz mekanın geçici olduğunu vs. anlattı sonra da kahve almak için içeri gitti. Yokluğunda etrafı şöyle bir inceleme fırsatı buldum. Mesela oturduğum kanepede bir gece önce cinayet işlenmiş gibi izler vardı. Ve kalan deliller bir CSI Istanbul dizisi için yeterliydi. Sehpanın ahşap rengini, ancak üzerindeki bardağı kaldırdığınızda oluşan yuvarlaktan görebiliyordunuz. (Buradan cinayet saati çıkarılabilirdi -en az 3 günlük toz.) Ve ajansın tam ortasında bir elektrikli süpürge duruyordu. Selami Bey gelene kadar, temizlikçinin oturduğum kanepede işlenen cinayete tanık olduğu için hızlıca kaçtığı ile ilgili bir senaryo yazdım. Selami Bey, geldiğinde nispeten daha resmi bir ortam yaratmıştı. Mesela eşofmanının fermuarını çekmiş olması beyaz atlet ve kolyesini gizlemiş, görüşmemizi daha ciddi bir havaya sokmuştu. İlginç bir şekilde hızlı akan iş görüşmesi sorularıma hep olumlu cevaplar verdi; Bana bağlı bir ekip olacaktı. Sigorta ‘hemen’di. Çalışma saatleri süperdi. Maaş için pazarlık bile yapılmadı gibi. (Bu tip durumlar biraz şaşırtıcıdır ve gerçek olma olasılıkları, dört gezegenin aynı hizaya geldiği gün sayısından azdır. Yani söylediğiniz her şeyi kabul eden bir görüşmeci, ya vampirlerin yüz karasıdır ya da -kuvvetle muhtemeldir ki- bir planı vardır. Bu yüzden olaya şüpheci yaklaşılmalıdır. ) Benim durumum ise şöyle gelişti; Selami Bey sordu, “Bugün -yani o gün-, ekiple tanışmak, ortama bir bakmak için ajansta kalmaya ne derdim?” Hani basiretiniz bağlanır ya, bazen ne yapmanız gerektiğini bilirsiniz ama yapamazsınız. İşte öyle bir durum oldu bende de. İç sesim “Ha kafeye gitmişsin ha burada çalışmışsın.” diyerek beni kandırdı. “Hadi ekip gelsin, görelim o zaman.” demiş bulundum. Tasarımcılar için ayrılan salonun geniş kısma gittim. Odada iki büyükçe masa, geride de iki tane
-daha çok babaannelerimizin evinde rastlayabileceğimiz - dinlenme koltuğu vardı. (Şu altları püsküllülerden.) Çalışma koltuklarının hepsinin birbirinden farklı olması David Lynch filmindeymişsiniz gibi bir hissiyat veriyordu. Benim masamda ise muhabbeti baş ağrısı noktasında olan bir kuş bulunuyordu. (Ya da aslında masa kuşundu ve ben misafirdim.) Bilgisayarımı açtım, sırtı 80 derece, oturma yeri dışbükey olan büro-sitime oturdum. Saat 11’e doğru mesai arkadaşlarım birer birer geldiler. 4 metrekarelik alanda senkronize sigara içmeleri dışında her biri ayrı yetenekleri olan süper çocuklardı. Bana çok iyi davrandılar, etrafı gezdirdiler, en sağlam koltuğu verdiler. Ha bu arada mutfağa girmek istediğimde, sanki kapının ardında baltalı bir trol yaşıyormuşçasına 3 kişi aynı anda yolumu keserek “Hayır oraya giremiyoruz, sadece patronlar ve Şermin Hanım girebiliyor.” diye uyardılar. Şermin Hanım, şirketin son transferi pazarlama uzmanı hanımdı ve ‘Günaydınlaşmayan’ insan grubunun en kıdemli üyelerindendi. (Bu tip insanlar onlara “Günaydın.” dendiğinde sanki onlara “Göğaydooağm.” gibi uydurma bir kelime söylenmişsiniz gibi bakarlar ve bu kelimenin anlamı yok diye size cevap vermezler. En az onlara selam vermekte direten karşı taraf kadar gariptirler.) Şermin Hanım’ın kariyerinde kazandığı son başarı da kahve içebilme lüksüydü çünkü şirkette içecek olarak sadece çay vardı. Kahve gibi ‘lüks’ içecekler yasaklı mutfakta gizli ya da ücretliydi! Tam biz ekiple tanışma mahiyetinde birbirimizin portfolyolarımızı incelerken, Selami Bey gelip; Tasarım ekibine evlatlarını azarlayan baba gibi şöyle dedi. “Ajansımız çok pis haydi biraz temizlik yapalım!” Ve Freak Show başladı... Devamı haftaya... (Biraz sabır…) 9
Bir Yaşlı Kadın Tablosu Bir yaşlı kadın tablosuyum bu akşam. Ben diyeyim 90, sen de 100 yaşında varım. Elimde sigaram ve ‘dünyanın anasını bellemişim’ bakışım. Düzlüğünü sevdiğim adamın bakışlarından, kısalığını acılarımdan alan beyaz saçlarım. Yüzüme bakabiliyor musun? Gözbebeklerimde sevdiğim adamı astığımı görebiliyor musun? Tabi ya, sevdiğim adam. Ruhani bir katilim ben. Onun kalbini kırıp, cam parçaları kadar keskin olan umursamazlığında ruhumu kestim. Yüzümdeki kırışıklarım da pişmanlığım. Her bir çukur, zamanında kalbime atılmış bir yumruk. Elimdeki sigara ise en güzel bağımlılığım. Sevdiğim adama sevgimi gösteremeyince sarıldığım bağımlılığım. Zamanında ona sarılamamanın acısı koca bir hayal kırıklığı içimde. Size içimi açmak isterdim. Onu hala çok seven kalbimi, gitmesinin üzerinden çok uzun bir süre geçmesine rağmen zamana meydan okuyan zihnimi göstermek isterdim. Size, onu göstermek isterdim. Siz de anlardınız beni nasıl sevdiğini. Sigaram yavaş yavaş yanıyor ancak burada hiçliğim kadar kocaman bir terslik var. Kül olan benim. Kelimelerinize kulaklarımı tıkayıp, yine de altında ezilen benim. Üflediğim duman, son nefesleri kalbini kırdığım adamların. Bu yüzden dumanı kırmızı. Giydiğim elbise gibi. Ellerimdeki renkler gibi. İçtiğim içkinin bardağımda bıraktığı hafif tat gibi.
12
gece
Bir yaşlı kadın tablosuyum bu akşam. Koku duyunuz eskisi gibi olsaydı, yalnızlık koktuğumu anlayacaktınız. Sevebildiğim tek şeyin, yaşadığım şehir olduğunu; öpebildiğim tek varlığın, elimdeki izmarite dönüşmüş zehrin olduğunu. İşte benim engelim, lanetim, biriciğim. Adımı ruhundan aldığım sevgilim. Yüzümde görmüş geçirmişliğim, Mona Lisa’nın yanımda halt ettiği gülümseyişim. İnziva istiyorum sizlerden biraz. İzin verin. Uzaklaşayım yaşamdan. İnsanların genellemeleri, insanların beni genellemeleri her seferinde biraz daha kırdı. Burada gelip size özel olduğumu söylemeyeceğim. Sadece, yaşlı bir kadın tablosuna sıkışmış bir bedenim ben. Fazlası değil. Koca bir hiçim. Biraz bile eksik değil. Duygusuzluk denizinde boğulmak üzereyim. Onun gözlerinin mavisinde. Ve etrafta kafamı vurabileceğim koca bir taştan fazlasını göremiyorum. Dokunamıyorum artık hiçbir şeye. Koca bir boşluk burası. Dünyanın en güzel melodilerinin çaldığı. Şu, ellerimdeki koca izlerle işaret ettiğim yer işte. Anlayabilmeniz için burada olmanızı dilerdim. Duyabilmeniz için daha yakınımda durmanızı. Ancak o vakit yalnızlığım, yalnızlıktan çıkar ve kanınızdaki zehre karışırdı. Sahi, yalnızlık ne zaman sözlüklere korkulan bir vaka olarak kazındı. Açıklayın bana insanlığın sevgi açlığını. Sizden zor bir cevap beklemiyorum veya bana cevabını aradığım soruları sormanızı. Ama sorun şu ki; olmak ya da olmamak tüm mesele. Ortası yok. Hep ve hiç yok. Mesele, o gün, istediğin gün ölmekmiş diyeceksiniz bize. Ben ve içimdeki kara deliğe. Sizi de bir hiç gibi yutarken, kendiniz hakkında üzerime attığınız her temel, sizi ruhunuzdan sarsacak. Ve öyle bir gün gelecek ki, koca bir kelebekten kozasına dönmüş tırtıllarımı seveceksiniz.
Baharın İlk Günü O gün işten erken çıkmıştı. Sigara içmek için ceplerini yokladığında sigarasının bitmiş olduğunu hatırladı. Yol üzerindeki bir büfeden sigara aldı. Paketten bir sigara çıkarıp yaktı; “Ha birde zam geliyor şuna, evdeki süpürgelerin tellerini yakıp içeceğim artık.” diye sinirli sinirli söylendi ve vapura doğru yürümeye başladı. Barbaros Bulvarı, Beşiktaş şampiyon olmuşçasına kalabalıktı. Bir de yola yayılmış ağır ağır yürüyen yaşlı kadınlar yüzünden bir türlü hızlanamıyordu. Birkaç defa müsaade istemeye yeltendi ama vazgeçti. Uykusuz olduğunda bu gibi detaylar çokça canını sıkardı. Uzun bir süreden beri yüzünü göstermeyen güneş de sürpriz yaparak belirmiş ve gözlerini almaya başlamıştı. Bir hediyelik eşya dükkanından 10 liraya aldığı güneş gözlüklerinin montunun cebinde olduğunu anımsayarak gözlüklerini taktı. Onu alaya alan bakışlarla süzen insanlar var mı diye çevresini kolaçan etti. Ne zaman güneş gözlüğü taksa garip göründüğünü düşünür ve insanlar onunla dalga geçecekmiş gibi hissederdi. Küçüklüğünden beri bu gibi özgüvensizlikleri bir türlü atamamıştı üzerinden. İnsanların gözü önünde bulunmaktan, dikkat çekmekten, fark edilmekten hep korkardı. Mesela okula başladığında, okuma-yazmayı okula başlamadan önce öğrenmiş olmasına rağmen okulun ilk günü öğretmen; “Aranızda okumayazmayı önceden sökmüş olan var mı?” diye sorduğu zaman tüm sınıfın gözlerini onun üstüne çevirmemesi için hiçbir şey söylememişti ve tüm yıl boyunca okuma-yazmayı sınıf arkadaşları ile birlikte yeni öğreniyormuş gibi numara yapmıştı. Andımızı okuma sırasının ona geldiği günlerde “Hastayım.” diyerek okula gitmezdi ya da hoşlandığı pek çok kıza sırlarının açığa çıkıp o anki büyünün bozulacağından endişe ederek açılamadığından aşkını sadece gözlerinin yüzeyinde taşıyarak zaman aşımına bırakmak zorunda kalmıştı. Kadıköy vapuruna tam zamanında yetişti, sigarasını iskele girişinde bulunan küllüğe bastırarak vapura bindi. Vapur hareket ettikten sonra sahneye gelen müzisyenlerden Dario Moreno’nun Deniz ve Mehtap’ını dinledikten sonra
şef sigara içmek için vapurun arka tarafına çıktı. Sigarasını yaktı, az önce dinlediği Deniz ve Mehtap’ı mırıldanmaya başlayarak vapurun giderken arkasında oluşturduğu dalgaları izlemeye başladı. Martılar da onun sesine eşlik ederek İstanbul’da uzun süre sonra kendini gösteren güneşle birlikte Boğaz’ın tadını çıkardılar. Vapur yolculuklarının İstanbul’un sığınağı, bir çeşit rehabilitasyon merkezi olduğunu düşündü. 15 dakikalık vapur yolculukları insanı İstanbul’un tüm koşuşturmacalarından, kasvetinden, yoğunluğundan kurtarıyor ve kendisiyle baş başa bırakarak insanın kendi sesini dinlemesini sağlıyordu. Kim bilir belki de İstanbul’un ortadan ikiye ayrılmasının sebebi budur; esir aldığı insan ruhlarına kısa bir süre için de olsa özgürlüklerini geri vermek. Kadıköy’e ayak bastıktan sonra bir anlığına duraksadı, güzel hava aklını çelmişti. “Eve gidip ne yapacağım ki?” diye düşündü ve Moda Çay Bahçesi’nin yolunu tuttu. Oturmak için boş bir masa aradı ama bulamadı. Güneşi gören gelmişti. Sonra kalkmaya hazırlanan birilerini gördü, hem de denize en yakın masalardan. Hemen gidip yeni boşalan masaya oturdu ve bir Türk kahvesi söyledi. Karşıdan adalar vapuru geçiyordu. Saat, akşamın kıyısına yaklaşıyordu ve güneş de biraz daha batıya yaklaşmış, gittikçe zayıflayan ışınlarını denizin üzerinde boylu boyunca uzatarak vurduğu kıyıda yüzüne gülümsüyordu. Ayaklarını demirliklere uzatıp kahvesini yudumladığı yerden kendini karşısında uzanan manzaraya kaptırdığı esnada kendisine ulaşmaya çalışan bir sesle kendine geldi. Bu öyle duyulmamış, eşsiz bir sesti ki sanki İsrafil sura üflüyordu. Birazdan başına gelecek kıyametten habersiz olarak başını çevirip baktığında karşısında dünyanın en güzel varlığını gördü. Dünyanın en güzel varlığı yineledi; “Pardon, hiç boş yer yok da, ben de bu masaya oturabilir miyim?”. İçine kaçan sesini çıkarmaya çalışarak belli belirsiz “Tabii, buyurun.” dedi titrek sesiyle.
13
Dünyanın en güzel varlığı gülümseyerek yanındaki sandalyeye oturdu. Dünyanın en güzel varlığı ona gülümsemişti. Çay bahçesinin hoparlörlerinden cılız ve cızırtılı bir şekilde ‘Baharda Kuşlar Gibi’ çalıyordu: Baharda kuşlar gibi geldin kondun dalıma Susamıştım sevgiye, çiçekler sundum sana Seversin diye, seversin diye… İstemem senden başka birini Tamamlıyoruz birbirimizi…
tüm sıcaklığı ve parlaklığı ile yüzlerine vuruyordu. İlk dumanı havaya üfleyerek dört siyah halka küpe bulunan kulağının üzerinden saçlarını tekrar arkaya savurdu ve “Çalışıyor musunuz yoksa öğrenci misiniz?” diye sordu. “Beşiktaş’ta bir yayınevinde çalışıyorum, siz?”. “Ben de İstanbul İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı bitirdim. Şimdi münferit olarak tercümanlık yapıyorum, bir yere bağlı değilim.” diye cevapladı kadın. “Ne güzel.”
Bir süre havadan sudan sohbet ettikten sonra susup önlerine döndüler. Uzunca bir süre böyle oturdular. Kadın kitabını okuyor, arada kapatıp telefonunu kurcalıyor, bazen ona dönüp göz göze geliyorlar ve gülümsüyordu. Bir saat, iki saat derken Kadın bir çay söyledi, kulaklıklarını taktı ve üç saat geçmişti ve hava kararmıştı. Ancak ikisi de çantasından çıkardığı kitabı okumaya başladı. kalkıp gitmiyordu. Üç saat boyunca onunla Gözünün ucuyla onu süzmeye devam ediyordu. O konuşabilmek, günün sonunda birbirlerinden anda tam olarak idrak edemese de galiba aşık kopmamalarını sağlayacak bir sebep düşünüp olmuştu. Bu hiç hesapta yoktu, sadece kafa durdu ama bir türlü cesaret edip onunla dinlemek için geldiği bu yerde gündelik hayatın alışkanlıklarının uyuşturduğu beyninde ve kalbinde konuşamadı. İşte birazdan kalkıp gidecek ve bu bambaşka farkındalıklar yer almaya başlamıştı. Şu kahrolası özgüvensizliği yüzünden her şey bitecekti. anda, iki dakika öncesindeki kişi gibi hissetmiyordu Bir yandan içten içe başına gelecek kaçınılmaz son için üzülüyor, bir yandan da bir mucize olmasını kendini; o gitmişti, yerine başka biri gelmişti. bekliyordu. Kadın kesik kesik onu süzerek Normalde aşk ve ilişkiler zihninde pek yer işgal toparlanmaya başladı. Elini uzattı ve “Ben kalkayım etmezdi ama şu anda karşısında bulunan artık, görüşürüz.” dedi. Elleri birbirlerine sarıldıktan güzellikten başka bir şey düşünemiyordu; sonra istemeye istemeye ayrıldı. Yerinden kalktı, görebildiği, hayal edebildiği, dokunabileceği, hayatın yapı taşının ve sebebi olan yegane kişinin o son bir kez gülümsedi. Gidiyordu ve bir şeyler yapmalıydı. Hayatında bir kez olsun cesaret olduğunu düşünüyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte içilen günün ilk kahvesi gibi, tuttuğun takımın gösterecekse işte o an, bu andı. Ve çok az vakti vardı. Birden arkasını dönüp gitmeye çalışan son dakikada attığı gol gibi, oruç açtıktan sonra içilen ilk sigara gibi, bir delinin sözlerindeki derinliği kadının elini tuttu; “İyi de, nasıl görüşeceğiz?” dedi. Kadın başını önüne eğerek tekrar gülümsedi, kavramak gibi, yolculuk sırasında radyoda en avucundan elini çekmeden boştaki eliyle adisyon sevilen şarkıya denk gelmek gibi, uzun bir tatil kağıdına telefon numarasını yazdı. “Görüşürüz.” öncesi işin son günü gibi, halk direnişi gibi, yeni dedi bir kez daha tebessüm ederek, elleri tekrar doğan bir bebeğin ilk tebessümü gibi güzeldi. kavuşmak üzere ayrıldı ve ara ara arkasına dönüp Kadın kulaklıklarını çıkararak ona doğru döndü. gülücükler göndererek yavaşça gözden kayboldu. Onu izlerken yakalanmış olmanın telaşıyla yüzü kızardı. Kadın; “Pardon, bir sigaranızı alabilir miyim?” dedi. “Tabii, buyurun.” diye cevaplayarak sigara paketini kadının önüne uzattı. “Böyle hem yerinizi işgal ettim hem de sigaranızı ama…”, “Ne demek, buyurun.” diyerek araya girdi. Rüzgarı önüne alıp saçlarını geriye doğru uçuşturarak çakmağı eliyle siper etti ve sigarayı yaktı. Burnundaki hızma güneşte parlıyordu. Biraz evvel batmaya hazırlanan güneş bile yeniden doğmuştu, 14
Serzeniş “Benim payıma düşen, bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür. Benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette. Benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü bir gezintidir. Ve ‘ellerini seviyorum’ diyen sesin hüznünde ölmektir…” Furuğ Ferruhzad
küçük kara balık sahip olduğum… İnkâr etmeyip kabullendim ve beni biraz da olsun rahatlatan bu kabullenişim oldu. Bir milat! Daha çok dikkat kesilir oldum pazar yerindeki teyzeye, daha bir kulak kabarttım otobüs yolu boyunca edilen sohbetlere. Benzer dertten mustarip bir ses aradım, her sesin farklı bir kaynağı olduğu gerçeğini bir an olsun unutarak. Gökyüzünde ebabiller uçuyordu çatalkuyruklarıyla. Ebabiller zaten hep uçardı. Her şeyin yarıda kalması gibi bir süreklilik örneği olarak. İşte o mevsim başladığım hiçbir resmi tamamlamadım. Sevdiğim o şarkıyı bitene kadar dinlemedim bile. Hiçbir cümleme nokta koymadım, doldurduğum hiçbir bardak boşalmadı. Rüzgâra karşı içtiğim sigaralar son dumanını üflemeden söndü… O yarım kalmışlıkta başladı her şey, geldi…
Birbirini takip eden yirmi dakikalık periyotlarla tam üç kere aynı anons geçilmişti. Son bir saattir orada, o rüzgârın beni ana kucağı gibi sarıp sarmaladığı yerde oturduğuma hayret ederek önümde duran çaya uzandım niyetten bağımsız. Sohbetsiz, öyle bir başına soğumuş tatsız çayın ne demek olduğunu iyi bilirdim. Bir yudum daha almaya elim gitmedi. Çay kaldı yarıda, her şey kalırdı zaten yarıda. Kendime bir çay daha ısmarlamadım…
Zamanın ve mekânın ötesinde geçen o masalsı mutluluğu değil, korkmadan yaşadığım mutsuzluğumu kucakladı. Elleri bahar bahçe kokuyordu. Tomurcuk verdim, yeşerdim…
Birkaç zamandır cebimdeki kuruşlar denkleşmiyor, saatlerce beklememe rağmen o otobüs gelmiyor, yaptığım planlar eyleme dökülmüyor ve yağmur hep evden şemsiyesiz çıktığım günler yağıyordu. Adına ‘Hayat’ dediğimiz günlük rutinimde şans eseri yaşıyordum işte… “Okulu dört senede bitirirsen, dört sene kaybedersin. Beş senede bitirirsen, bir sene kaybedersin.” diyen arkadaşımın felsefesinin anlamını yitirmesine de birkaç senem vardı. Onca senede soruları ezberlesem geçerdim, geçemedim! İnsanların bunca mutluluğa nasıl imza atıklarına hayretle şahit oluyordum. Yaşamadan yitirdiğim bir dolu heyecanım vardı. Yaşına değil, ‘yas’ına bakıyordu bu işler. Mutsuzluğu ben tercih etmemiştim, bana sunulan tek şeydi o. Ve de tek 15
Umut
ikircikli
Ocakta usul usul tıkırdayan çaydanlık, İçinden zaman çıkmış her şeyde Sonsuzluk başlıyor. Sen beğendiğin kelimeleri alıp Uzaklara götürüp saklarsın Ya da kimsenin görmediği bir yerden Denize salıverirsin. Hiç yaşanmamış gibi olmayı dileyerek. Ben kalan kelimelerle şiir yazarım.
Bazen insanlar üşür,
İnsanlar şiirleri sever,
bir olta salarım geceye,
bazen de beni sever.
bir parça güneş tutarım.
Tamam, bazen değil nadiren. Şiirlerden beğendikleri kelimeleri alırlar.
Kelimeler denizi balçıkla sıvanmış
Ceplerine sıkıştırırlar.
Ya da içinde bir petrol gemisi vatmış olabilir.
ve uygun bir yerde çöpe atarlar.
Ancak Kelimeler kirletebilir mi bir denizi? Ben insanlara umut beslerim Öyle böyle bir beslemek değil ha! Dizginsiz bir hayali kırbaçlayıp Gecenin bir köründe uyanıp titreye titreye yazarak Ve ben bay üç nokta Her cümleye büyük bir aşkla başayıp devam edecek umuduyla bitiriyorum. Gelip konuşacağım ama sesim saçlarına dolanıyor… Ama bana da hak verin nasıl umutlanmayayım Bakın, yeni gün doğuyor…
16
Hala Mart
ikircikli
Mart 2015’ten yazıyorum bunları, Henüz asit yağmurları başlamadı. Doğanın içine etmeye devam ediyoruz hala. Geceler serin ve kaldırım taşları hala soğuk Rakı hala pahalı, iki litre rakıya Bir aşık Yunus veriyoruz. İnsanlığın en büyük derdi hala parasızlık, Herkesin betonu olacak herkes zengin… Ve herkes saçma hayatının içinde mutlu hissedecek.
Ve aşk Umudu ayrılığa kesilmiş sevdalarda, Gece yarısı pencereden bakınca görülecek kadar kalmış. Bunları Mart 2015’ten yazıyorum. Hava hala kapalı, Vivaldi’nin ilk mevsimi ve kuşlar gelmedi. Hanımeli ve ıhlamur kokuları kesif değil. Ağaçlar yeni yapraklara gebe ve Orhan Veli henüz mahvolmadı. Uzun zamandır yaşıyorum Hala Mart 2015’teyim.
17
Min-el Aşk 20 Mayıs 1816 Altıncı nesilden torunu olduğum Christoph Colomb’un 310. ölüm yıldönümü için Valladolid, İspanya’dayım. Dün gece Colomb’un hayatını yitirdiği evdeki çalışma odasında, ahşap döşemenin altında şans eseri bir parşömen buldum. Bu parşömen tüm insanlığın bildiğinin dışında bir olayı anlatıyordu. Parşömende yazanları aşağıya direkt aktarıyorum;
Ekim 1492 Hint Adaları’na ayak basalı 14 gün oluyor. Burada birkaç hayvan türü dışında hayata dair bir iz yok sanıyorduk ancak 4. gün yerli bir kabileyle karşılaştık. Uzun süren anlaşmalardan sonra bizi misafir etmeyi kabul ettiler. Bu kabulün asıl nedeninin merakları olduğunun farkındayım. Bizim onlara duyduğumuzdan daha fazla korku duyduklarına şüphe yok. Korkularını yenmeleri için onlara Portekiz’den getirdiğimiz birkaç parça bronz süs eşyası ve rom sunduk. Karşılığında kabile reisi olduğunu düşündüğümüz bir erkek bize bu parşömeni hediye etti. Yazılanları birkaç yerli yardımıyla çevirmem bir haftayı aşkın süremi aldı. Bu parşömende okuduklarım tüm bildiklerimi değiştirdi. “Okuyun, Tanrı insanı sevgiden yarattı… Ben, Adem’den olma Havva’dan doğma Habil. Dünya’nın yeni kurulduğu zamanda yaşıyorum. Babam Adem’in anlattıklarından yola çıkarak, Dünya’ya düşmemiz ile ilgili ilk belgeyi yazıyorum ve bildiğim her şeyi anlatacağım. Bildiklerimi aktarma çabama karşı çıkan Kabil’e rağmen… Babam küçüklüğümüzde ilk insanlar olduğumuzu ve bunun nesiller boyunca da böyle bilineceğini söylerdi. Kabil ile olgunluk çağına geldiğimizde, hikayenin öncesinin de olduğunu söyledi bir gün. Biz ilk insanlardık ama değildik de… Babam, annem ile Dünya’ya düşmeden önceki cennet 18
sipariş öykü hayatlarıyla ilgili birçok önemli şey anlattı. İlk insanlar Adem ile Havva değildi. Onlar da ilk insanların arasındaydılar, ancak birçok ilk insan vardı. Bu insanların tamamı sevgiden, insanı insan yapan duygulardan yoksundu. Sadece üremek ve insan soyunun devamını sağlamak için, yalnızca senede bir defa bir araya gelirlerdi. Babam Adem ve annem Havva da bu insanlar arasındaydı. Babam, annem Havva’yı gördüğü anda anlayamadığı bazı şeyler hissetti. Bu durumu bize tarif edemediği bir görme isteği ve döş ağrısı olarak anlattı. Babam, annemin ilgisini çekmek için çabaladı ve ona armağanlar sundu. Babam Adem’in, annem Havva’ya karşı duyduğu hisler, annemin de benzer hisler duymasını ve diğer insanlardan farklılaşmasını sağladı. Babam Adem ve annem Havva, o hayata yabancı olan hislerinin belirginleşmesiyle, gizli gizli bir elma ağacının altında buluşmaya başladılar. Yaşadıkları bu karmaşık şeyi diğer insanların anlayamayacağını bildiklerinden gizlenme gereği duydular. Çoğu zaman gün battığında bir araya geldiler ve birbirlerini izlediler. Babam, annemin gözlerini ve dudaklarını uzun uzun izlediğini; saçlarına, saçlarının gizlediği omuzlarına ve topuklarına dokunduğunu anlattı. Uçsuz bahçelerden birindeki o ıssız elma ağacının altında gizli gizli buluştular. Uzun zaman geçti, ağaç sekiz defa çiçek açtı. Sonunda annem Havva, babam Adem ile ağacın meyvesini paylaştı. Bu sayede içlerindeki bencilliğin yerini sevgi aldı. Şeytan olanları gördü, diğer insanlara anlattı ve içlerine kötülük düşürdü. Farklı olduklarını tüm insanlar anladı, içlerinde kıskançlık ve kin beslediler. Yalnızlar sokağında yalnız olmamanın, insanı insan yapan hisleri paylaşmanın cezasını ödediler. Adem ve Havva insanı insan yapan bu hisleri beslemeleri ve diğerlerinden farklı olmaları sebebiyle Tanrı tarafından, gerçek insan soyunun devamı için Dünya üzerine gönderildiler. Onlar sevgiyi hisseden ilk insanlardı, bu sayede tarihe ‘ilk insanlar’ olarak geçtiler.”
28 Mayıs 1816 Dinden dine ve dilden dile aktarılan ‘ilk insanların’ hikayesi acaba parşömende anlatıldığı gibi olabilir mi? Bu, bilinen ancak gizlenen bir bilgi olabilir mi? Adem ile Havva gravürlerinde ve tablolarında yer alan göbek delikleri bu parşömeni destekler nitelikte olabilir mi? Belki de… Ancak benim asıl dikkatimi çeken şey Christoph Colomb tarafından aktarılan parşömenin ilk cümlesiydi. Birkaç araştırmadan sonra benzer bir cümleye son ilahi kitap olan Kuran’ın ilk cümlesinde rastladım. “İkra’ bismi rabbikellezî halak. Halekal-insâne min alak.” Dört gün boyunca bu cümleyi çevirmek için çabaladım. Birkaç din adamından yardım aldım. Söylenilene göre anlamı; “Yaradan Tanrı’nın adıyla oku. O insanı embriyodan yarattı.” Aldığım cevaplar beni tatmin etmedi. Bir süre Arapça kaynaklardan araştırmalar yaptım. Çoğu kaynak önüme aynı şeyi çıkarıyordu, ancak birinde ilgimi çeken bir açıklama buldum. Bu kaynakta, ‘embriyo’ kelimesi yerine kullanılan ‘sevgi’ kelimesi dışında bütün kelimeler neredeyse aynıydı. Buna dayanarak incelediğim eski Arapça sözlükte şöyle bir tanıma rastladım; “Alak: Embriyo, kan pıhtısı, sevgi.” Bu durumda Kuran’ın ilk cümlelerinde bahsedilen şey, parşömenin ilk cümlesiyle hemen hemen aynı anlamdaydı. Parşömendeki bu cümle asırlar sonra Kuran’da ortaya çıkmıştı;
Henüz a beşle iştigal yokken, okurlarımızdan siparişler alır, onları öyküleştirirdik. Okuduğunuz öykü, bir okurumuzdan gelen “Yalnızlar sokağında yalnız olmayan biri barınabilir mi?” konulu Sipariş Öykü’dür.
“Okuyun. Tanrı insanı sevgiden yarattı.” ve “Yaradan Tanrı’nın adıyla oku. O insanı sevgiden yarattı.” 19
Tohumumuzu nasıl ekelim?
Tohumlarınızın daha kolay filizlenebilmesi için dışlarında bulunan kabuktan kurtulmaları gerekiyor. Bunun için tohumlarınızı bir gece boyunca ılık suda bekleterek tohumun şişmesini ve tohum kabuğunun çatlamasını sağlayabilirsiniz. Ancak çok uzun süre suda bekletmemeniz gerekiyor, yoksa tohum gereğinden fazla şişer ve bozulabilir. Şişen ve kabuklarını çatlatan tohumlar artık ekilmeye hazır. Tohumları, büyütmek istediğiniz kabın içerisine, toprağın yaklaşık 1 santim altına yatırıp üşümesinler diye üzerlerini yine toprakla örtüyoruz. Toprağın havalanabilir bir toprak olması çok önemli, diğer bir önemli faktör ise toprağın nemlilik durumu. Toprak aşırı nemli olursa tohumlarınız çimlenemeden bozulur. Toprağınız kuru olursa da tohumlarınız çimlenemeden kurur. Eğer buraya kadar sorunsuz geldiyseniz, minik tohumlarınız 2 – 4 hafta sonra filizlenmeye ve başlarını topraktan çıkarmaya başlayacaklardır. Bitkiniz büyüdükten, açılıp saçıldıktan sonra size yeni tohumlar verecektir.
20
a beşle iştigal
marmara: Malum çalışınca hafta içi yiyemediğim sarımsaktan cuma günü nasibimi alıyorum. İnsanların çekirdek yediği gibi ben sarımsak yiyorum cuma günleri... ooometebeyler: Kokusu geldi dur! çiğdem demir: Bana sadece ‘Çiğdem’ yazsanıza ya, arada isim-soy isimle milletvekili gibi duruyorum. müşkülpesent yumurta: Bu da benden; DEVRELERLE SELFİE KEYF şef: Alay'ınıza selam. ooometebeyler: Henüz yazı veya çizim gelmedi. Ne yapıyorsunuz abeş bey/hanım? angel: Oo yumurta zamanı, benimki geliyor birazdan. ikircikli: Beyaz haberlerim var kardeşlerim. müşkülpesent yumurta 37. sayı için yazı gönderdi. El yazmaları bende duruyor, onları gelecekte paylaşacağım. gece: Ben sana yolladım diye hatırlıyorum yahu. Yoksa yanlış mı hatırlıyorum? onur kök: Aldım mesajı, bitirmeye çalışıyorum. :) şef: Dur ya! İktidar partisi karışmış, sen yazı diyorsun. marmara: İnşallah iyi dursun yarebbim… çiğdem: ooometebeyler'i çizeceğim diye harcadığım kağıda kaleme yazık vallahi. Kendisini en sona bıraktım. Benzemiyor bir türlü. Hıh! Ama gece'ciğim öyle mi, tek seferde çiziliverdi. şef: küçük kara balık'ın burnunu çizmeseydin. Karikatürde çıkacak hali yoktur. küçük kara balık: O gün burnumu çıkaracak keyfim yoktu, burnumu evde bıraktım da çıktım. Mehehe. Ne çamur adamlar oldunuz siz ya. :) ikircikli: Bugün bir okurdan duygusal mesajlar aldık, çok sevindik.
angel: Asker ocağında facebook hmm… küçük kara balık: Bir gün tüm abeşler toplanıp içelim. Mis olur... gece: Bana da çok uygundur! ikircikli: Bizim sınavlar cuma bitiyor. Atlayın gelin İzmir'e, döşek var. halis muhlis: Şirince'den şarap da var. ooometebeyler: Çiçek tohumları alıp Nisan ayında her a beşle iştigal’e poşet içinde birkaç tane zımbalayalım mı? ikircikli: Kokulu domates verelim. halis muhlis: Plastik torbalar şişirilip patlatıldıktan sonra çöpe atılsın. marmara: Gözüm ister istemez mantı kesme aparatına kayıyor. Ne güzel bir icat o. çiğdem: marmara, vegan mantı yapalım kız bir gün. ooometebeyler: Az goygoy yapın da abeşistan boş kalmasın. küçük kara balık: Cemal Süreya en sevdiğim ressamdır. şef: Süreyalist bir ressamdı o değil mi? halis muhlis: Konuya giremiyorum.
ooometebeyler: Benim gözlerim hala dolu dolu.
ooometebeyler: Biz biliyoruz da mı giriyoruz?
şef: Ağladığım belli olmasın diye yağmura çıktım.
ikircikli: a beşle iştigal'in 1. senesi de geldi la.
gece: Çok uzun zaman oldu görüşmeyeli abeşler. Özledik yahu.
şef: Yalnız onu bunu bırakın da yine bombastik bir sayı olmadı mı sanki? 21
Merhaba, Olumlu veya olumsuz görüşlerinizi ve önerilerinizi bizimle paylaşırsanız çok mutlu oluruz.
Ayrıca destek olmak isterseniz mutluluktan bayılabiliriz. Çok masrafımız yok, küçük miktarlarla büyük kalpler kazanabilirsiniz. Hatta buraya reklam bile alabiliriz.
Herhangi bir konuda iletişime geçmek isterseniz e posta adresimiz; a5leistigal@gmail.com Beğenmek isterseniz;
facebook.com/a5leistigal
Takip ederseniz;
twitter.com/a5leistigal
Fotoğrafımızı çekerseniz;
instagram.com/a5leistigal
Geçmişe gidelim derseniz;
a5leistigal.tumblr.com
Sevgiler. <3
a5leistigal.com © Tüm haklarını kendimize sakladık, torunlara bırakacağız.